Cuma, Eylül 02, 2011

1 EYLÜL DÜNYA BARIŞ GÜNÜ

“İkinci Dünya Savaşı” adı altında tarihe geçen İkinci Büyük Emperyalist Paylaşım Savaşı, 1 Eylül 1939 günü Hitler önderliğindeki Nazi Almanya’sının Polonya'yı işgal etmesi ile başlamış, ardında yaklaşık 55 milyon (yazıyla ellibeşmilyon) ölü, yüzmilyonlarca yaralı, sakat ve harabe haline gelmiş kentler ile acı ve gözyaşı bırakmış ve Mayıs 1945’de Nazi Almanya’sının teslimi ile son bulmuştu. İnsanlık tarihinin bu en acımasız, en kanlı ve en kirli savaşının başladığı gün, yani 1 Eylül, Dünya Barış Günü olarak kabul edildi.

Tüm dünyada barış elçileri ve öncüleri ve örgütleri tarafından “1 Eylül Dünya barış günü” olarak anılmasından neden rahatsızlık duyduğu pek anlaşılmayan ama başta Kore savaşı olmak üzere dünyadaki pek çok savaşın öncülüğünü yapan ve ABD’ye ait bir devlet kurumu gibi çalışan Birleşmiş Milletler Cemiyeti; Genel Kurul’un açılış günü olan her Eylül’ün üçüncü salı gününü “Uluslararası Barış Günü” ilan etmiş ise de bilahare 2001 yılında bu kararı revize ederek 21 Eylül Barış Günü olarak kabul etmiştir. Her 21 Eylül de, Birleşmiş Milletler Merkezi’ndeki “Barış Çanı”, ayıp olmasın kabilinden çalınmakta ve savaşlardaki insan kıyımının anısına dünyanın tüm kıtalarından çocukların bağışladıkları bozuk paralarla Japonya Devleti tarafından ürettirilen bu çanın üzerinde, “Çok Yaşa Mutlak Barış” yazısı kazınmıştır.

Birleşmiş Millerler Cemiyetinin; dünyanın kurdu olan ABD’nin her suyu bulandırdın bahanesi ile saldırı hazırlığı yaptığı ülkeye ya da ülkelere karşı, aldığı hasımane tutumun, kuzu postuna bürünmüş kurt rolünü üstlendiğinin ispatı olarak görülmesi gerektir. ABD’nin ve AB’nin saldırılarına meşruiyet kazandırma organı durumuna düşmüş Birleşmiş Milletler Cemiyetinin, asla ve kata mazlum ulusların, sömürülen halkların yanında olması beklenemez, beklenmemelidir de, diğer taraftan savaş karşıtı olması da tamamen bir koca yalan olup, tam tersine en yakın örneği Irak’taki soygunun, sömürünün, ölümlerin ve soykırımın baş sorumlusudur.

Ekonominin askerileştirilmesinin hızla tırmandığı dünyada, başta Ortadoğu, Asya, Afrika ve Güney Amerika olmak üzere önemli bir bölümünde ve hem de ülkemizde çeşitli biçimleri ile savaş ve çatışmalar ne yazık ki devam etmektedir. Savaşa, şiddete ve silahlı güce dayalı bu vahşi politikalara itiraz ederek, Dünya Halkları için Barış ve demokrasi, insan hakları talep ve söylemi ise, ne yazık ki bu toz duman savaş çığırtkanlığı içinde muktedirler tarafından sürekli en sert şekilde bastırılmaya devam edilmektedir.

Dünya kaynaklarının sömürülmesini amaçlayan başta ABD ve AB tarafından üretilen ve yürütülen politikaların acımasızlığı ve kaynak daralmasına paralel acımasızlığın daha da artmasına tepki olarak sömürüye ve baskıya direnen unsurların artmasının yarattığı ortamlarda savaş, katliam ve soykırımlar ne yazık ki yaşanmaktadır. Emperyalizmin ve yeni sömürgeciliğin yarattığı bu talan ortamının varlığı göz ardı edilerek, talep edilen barış ve demokrasinin de anlamı kalmamaktadır, anlaşılamamaktadır. Uyuşmazlıklara, sömürüye karşı duruşlara, emperyalizmin kendi ekonomik gerçeklerinden ötürü adaletli olması ya da en azından hoşgörülü olması, anlaşmazlıklara barışçıl ve adil çözümler araması gibi bir şık hiç olamamaktadır ve de bu düzen sürdüğü sürece de olamayacaktır. Emperyalizm ve jandarması ABD’nin başta olmak üzere tüm uluslar arası ve ulusal ortakları, uyuşmazlıklara, anlaşmazlıklara, adaletli ve barışçı çözüm taleplerine karşı, tüm dünyada silahlı güce dayalı baskı, şiddet, savaş ve yok etme yöntemlerine, sömürünün devam edebilmesi adına devam edecektir. Salt bu yüzden; barış, demokrasi, eşit ve adil paylaşım, sömürüye karşı durma, insan hakları söylemi; Emperyalizm ve jandarması ABD’nin başta olmak üzere tüm uluslar arası ve ulusal ortakları tarafından hoş görülmeyecek ve yok edilecektir.

Savaşların ve sömürünün faturası dünyanın yoksul halklarına kesilirken, her yıl yüzbinlerce ölüm yaşanırken, yüzbinlerce sakat insan kalırken, milyonlarca insan yerini, yurdunu, köyünü terk ederek mülteci konumuna düşerken, Kadın ve çocuklar tecavüze uğrarken, açlıkla mücadeleden ötürü yüzbinlerce insan ölürken; başta ABD olmak üzere emperyalistler konforlarını arttırmakta ve yerel ortakları arasından her yıl onlarca dolar milyarderleri mevcutlarına ilave olmaktadır.

Savaşa yapılan yatırımlara bakarak, dünyamızın barıştan ne kadar uzak olduğunu söylemek çok kolaydır, bu anlamda başta ABD’nin askeri üretimlerine ve bu üretimlerin alıcılarına bakarak dehşeti görmek mümkündür. Dünya ülkelerinin toplam savaş giderleri, askeri harcamalar bazında yaklaşık 2 trilyon dolar olarak açıklanmakta olup, bunun 600 milyar doları savaş makinesi ABD’ye ait olsun, hadi gelin bu ortamda barıştan bahsedin de göreyim sizi. ABD eğitimine 65 milyar dolar, sosyal güvenliğine 10 milyon dolar tahsis ederken, jandarmalık görevi için bu rakamın yaklaşık 10 katını harcıyor da, Rusya, Çin ve Hindistan onlardan aşağı kalıyor mu, kocaman bir hayır.

Bugünlerde; içi ve anlamı boşaltılarak, hani yurtta sürekli iç düşman yaratma fobisinden ötürü asla tesis edilemedi, ama cihanda bugüne kadar lafta da olsa sahiplenilen tarafını; “suya sabuna karışmama” denilerek önemli ölçüde değer kaybına neden olundu ya, işte bu kelamın gereği olmak üzere “yurtta sulh, cihanda sulh” politikasının gerçek anlamı ile şiar edinilmesinin, etkin kılınmasının önündeki tüm engellerin kaldırılması için ne gerekiyorsa tüm samimiyetle yapılması gerekmektedir.

Evet, bugünün anlamına uygun düşmesi adına; dünyanın her neresin de olursa olsun, yürütülen savaş, baskı ve saldırıları insanların şiddetle kınamaları gerekmektedir ki, aymaz muktedirler yavaş yavaş kendilerine ve politikalarına çeki düzen versinler. Başta, ABD’nin Irak’ta, Libya’da yürüttüğü işgal ve savaşlar olmak üzere, tüm dünyadaki saldırı ve savaşların bir an önce durdurulmasını, ama demeden, şu tarafı da gözden kaçırılmamalıdır demeden, kayıtsız şartsız talep etmelidir insanlar, yoksa savaşla eşanlamlı hale gelmiş eşbaşkanlıklarıyla gurur duyanları desteleyerek barıştan yanayım denilmesine kargaların bile gülmesi kaçınılmazdır.

SON SÖZ: Canım yurdumda; 1 Eylül barış gününde; denizlerde balık avlanma yasağının bittiği gün olarak değerlendirilmiş olması ve balıkçıların balığa karşı saldırı emri almış asker edasıyla balığa saldırmaları da garip bir ironidir.







Çarşamba, Ağustos 31, 2011

SÜLEYMANNAME KÜLLİYATI Bölüm 2

“Bunların sonu da Allende gibi olacak”

Destekçilerinin ya da nemalandırdıklarının ifadesi ile Canım Yurdumun en önemli siyasi lideri, ısrarlı ve ateşli takipçilerinin bile bir vade sonra terk ettikleri, aslında ipe sapa gelmez, son derece sığ bir dolu lafın belli bir mantık(sızlık) silsilesi içinde sıralanması ile lider yerine “Şark kurnazı” nasıl olunurun muhteşem örneğidir, Süleyman Demirel. Canım Yurdumun yaratmaya çalıştığı onurlu insan portresinin tamamlanamaması için elinden geleni ardına koymaksızın çaba göstermiş, siyasi ve ekonomik ikbali kendilerine tevhit edilmiş harici bedhahların hakiki temsilcilerinin fevkalade örneği olmayı halen de sürdürmekte olan, bu sadece ve sadece güce tapan Muhteşem zat; Türkiye’deki tüm sivilleşme çalışmalarının inkitaya uğraması için tüm faşist darbelerin yapıcılarının yolunu açmış ve sonuçta da gerdan kırarak “Bu darbe bana karşı yapılmıştır” deyip prim toplayabilmiştir, Canım Yurdumun insanından, işte üzücü tarafı da budur konunun.

Soğuk savaş koşullarının en ağır yaşandığı ülkelerin başında gelen Canım Yurdumun, 70 li yıllarına damgasını vuran bu mezkûr zat; 12 Mart faşist darbesinin önünü açmış olmasının verdiği inanç ve güvenle 12 Mart sonrasının hasadını tek başına yapacağının hesabı içinde harici bedhahlarının sufleleri ile de yarattığı iç savaş koşullarını tırmandırmaya devam etmektedir o dönemde de tıpkı 12 Mart öncesi yaptığı gibi. Ülkeyi yönettiğini zaman zaman unutarak ya da görevi gereği öyle davranarak, harici ve dâhili bedhahlarının yönlendirmeleriyle Canım Yurdumu hızlı bir şekilde 12 Eylül Faşist darbesi günlerine taşımakta ve siyasi gerginliğin tırmanması içinde elinden geleni yapmaktadır. Bu dönemde yarattığı ucube MC (Milliyetçi Cephe) hükümetlerinin uygulamalarından bıkıp usanan vatan evlatlarının kendisinin partisi AP yi değil de CHP yi tercih etmesi de neticesinde bile 1977 seçimlerinden sonra her türlü siyasi manevraları ve numaraları çevirerek ne yapıp edip MC nin devamını sağlamış ancak nedenleri bugünlerde yavaş yavaş taraftarları tarafından bile anlaşıldığı ve görüldüğü üzere tayin ediciler CHP ye hükümet etme yetkisi vererek kaosu daha da kesifleştirmişlerdir.

İşte o günlerin kesif dumanı içinde; Devrimci muhalefetin yükselişinin etkisi ile toplumsal uyanışın artmasından ötürü korkuları yükselen harici ve dâhili bedhahlar gidişin planlarını revize ederek muhalefet görevi verdikleri AP nin başındaki gerdan kırıcı muhterem zat; nasıl kurulduğu ve ne katkılı olduğu çok bilinen hükümeti yönetmeye çalışan CHP lideri Bülent Ecevit’i, bir ABD Senaryosu ve yapımı neticesinde seçimle gelmiş ve ülkesi Şili’yi dönüştürmeye çalışan Salvador Allende’nin kanlı şekilde iktidardan uzaklaştırılmasını hatırlatarak “Bunların sonu Allende gibi olacaktır” diyerek tehdit etmiştir.
Peki, ne idi Şili ve Allende gerçeği; seçim ile iktidara gelmiş ve ülkesini kendi görüş ve inançları doğrultusunda değiştirme ve dönüştürme kararı almış, kendi iddiasına göre Marksist olan bir devlet başkanının, ABD nin talebi doğrultusunda siyasi ve ekonomik çıkarlarına aykırı bulmasından ötürü, Şili’nin “Bizim çocukları” (Türkiye’deki hali Ours boys!!!) tarafından kanlı bir darbe ile devrilişinin hikâyesidir. Emperyalist saldırganlık için genelde kendilerine biat etmemiş her yer hedeftir, ama bu hedefler içinde de önceliği sürekli olarak; ABD Emperyalizminin temsilcisi ya da temsilcinin yerel temsilcisi durumundaki firmaların ya da kurumların millileştirilmesini savunmak ya da gerçekleştirmeye çalışmak yer tutmaktadır. “Halkın özgür iradesiyle seçilmiş ilk Marksist Devlet Başkanı” ve “Sosyalizme barışçıl yollardan geçmeyi amaçlayan” biri olarak Salvador Allende, İran lideri Musaddık’tan sonra da ABD nin Emperyal saldırgan politikasının hedefi haline gelmiştir ki, Şili Devlet Başkanı mevcut hiçbir sosyalist ülkenin modelini kendine uygun görmemiş ve 3. yolu tercih edeceğini beyan ederek kendi ülkesine özgün bir vizyon oluşturmayı hedeflemiş idi. Açıktan; tüm yasal süreçlere riayet edeceğini, anayasal öngörülere saygılı davranacağını, basın özgürlüğüne ve konuşma-toplantı özgürlüğüne kısıtlama getirmeyeceğini ısrarla belirtmesinin yanı sıra Şili’nin bakır madenleri başta olmak üzere yaklaşık 200 şirketi millileştirmiş ve yoksulların yararına olmak üzere kapsamlı bir toprak reformu geliştirmiştir.

Ama bizim muhterem zatın kastı çok önemli; 12 Mart sonrası Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idamının oylamasında, yerinden havalara fırlayarak ve 2 elini de havaya kaldırarak, 3 e 3 diyerek zil takıp oynamış olmanın yanında bilgisizliğinin sığlığını da Adnan Menderes ve diğer idam edilenleri Deniz Gezmiş ve diğer idam edilenler ile kıyaslayarak göstermiştir.

Peki, CHP lideri Bülent Ecevit Başbakanlığı döneminde ne yapmıştır da bu muhteşem zat, Bülent Ecevit başta olmak üzere tüm yandaşlarının da akıbetinin Salvador Allende’nin akıbetine benzeyeceğini çok büyük hışımla ve düşmanlıkla söylemiştir. CHP lideri Bülent Ecevit Başbakanlığı döneminde, çok kapsamlı ve nitelikli bir toprak reformumu yapmaya mı niyetlenmiştir, uluslararası ve yerel uzantısı şirketlerin millileştirilmesi için bir girişimde mi bulunmuştur, Marksist olduğunu mu ilan etmiştir, sosyalist bir düzene seçim yoluyla gelmiş bir iktidarla geçilebileceğini mi iddia etmiştir, Sosyalist ve Komünist ülkelerle ilişki kurmak adına ABD ve Avrupa’nın emperyalist ülkelerinden kopmayı mı öngörmüştür, ne yapmıştır Allahaşkına…

Oysa daha kısa bir süre önce yapılan Kıbrıs Savaşı gerekçesiyle Türkiye’ye alınan tavra karşı, NATO dan ayrılacağını mı açıklamış, ABD nin ülkemizdeki üslerinin çalışmasına izin mi vermemiş, üslere el mi koymuş, yoksa ayıp oluyor biz de NATO ülkesiyiz diyerek fazlaca kahırlanmamışmıdır da, siz Şili liderinin ölümü ile birlikte büyük bir katliama dönüşen sonu Başbakan Bülent Ecevit ve ekibine uygun görmüştünüz? Ne yapmıştır gerçekten çok anlaşılır değildi ama Muhterem ve Muhteşem zat 12 Eylül faşist darbesinin hızlandırılması için elinden geleni arkasına koymuyor ya; tüm mesele bu idi, yoksa onun derdi Bülent Ecevit değildi, siyasal ve ekonomik rejim tercihlerinin ne kadar uyuştuğunu başta kendileri olmak üzere hepimiz çok net biliyorduk. Bu muhterem zatın temsilciliğini yaptığı ekonomik ve siyasi çıkar grupları, aldıkları talimatlar gereği toplumun kutuplaşmasının hızlı artması için, gazyağından, beze, bezden yağa, oradan benzine, tüpgaza ve margarine kadar her şeyi karaborsaya düşürerek yangına benzin ile gitmektedirler o dönem. Dert; Türkiye’de faşist darbe şartlarının oluşturulması olunca her zaman yaptığı üzere yandaşları dışarıda bunları yaparken Beyefendi parlamentoda boş durur mu, durmaz tabii ki, “bunların da sonu Allende gibi olacaktır” diyerek ortamı germeye devam edecektir.

Peki, bu muhterem zat; 12 Mart ve 12 Eylül’de faşist darbecilerin yolunu dikensiz hale getirmeye çalıştı da bitti mi zannedersiniz görevi hala bitmedi, yaptıklarından ötürü nedamet duyduğunu açıkladı mı, yok, 28 Şubat “demokrasiye balans ayarı” operasyonunda da önemli rol üstlenerek kendi bağlılığını, hem uzun yıllar sonra 1991 seçimlerinde ne kadar çok değiştiğini uzun uzun ve gerdan kırarak açıklamasına karşın yaptı, bunu…

Anlayacağınız ve anlayacağımız şu ki, Morison, Morison’luğa devam ediyordu ve de ömrü yettiğince de bundan vazgeçmeyecekti, solun her rengine hatta tonuna bile ne kadar karşı olduğunu hatta kendisi açısından şiddetle cezalandırılması gereken bir düşman olduğunu ahir ömrü boyunca göstermiştir. 2011 seçimlerinde CHP yi destekliyor olması artık; CHP den mi, yoksa onun GÖLTAŞ meselesi yüzünden iflah olmaz AKP düşmanı olmasından mı bilemeyeceğim!!! (aslında biliyorum)
Muhteşem Süleyman’ın hiçte söylendiği ya da sunulduğu gibi muhteşem olmadığını gelecek yazılarımda da kayıt altına alınmasına devam edeceğim.

Salı, Ağustos 16, 2011

FUTBOLSEVERLER ŞİMDİ DİGİKUTULARINI İADE ETMELİLER

Basının çok değerli ama en taraflı yazarları, nihayet istediğiniz ve hedeflediğiniz uğruna günlerce bıkmadan usanmadan sanki maaşlıcasına yazdığınız, adaletin, namusun, etiğin, ahlakın ve fair play in ayaklar altına alındığı, yazıların etkisinde kalan, kendisi küme düşen TFF uyduruk, yalancıktan, mahsusçuktan oluşturduğu kararı açıklayıverdi, Futbolun ruhuna El Fatiha kabilinden… Bir hilal uğruna ne güneşler batıyor demiş ya şair, durum tam da o.

Emniyetin Adalet Bakanlığının protesto etmesi gerek böyle profesörleri; susmak ikrar etmekten gelir lafını unutmadan bunu acilen yapmalı, sizin çalışmalarınızın hiçbir manası yok onlar için, zımmen sizin çalışmalarınıza uyduruk, montaj ya da yalan diyorlar, buna sessiz kalmamalısınız.

Şimdi inanalım mı bunun bir Aziz Yıldırım operasyonu olduğuna? Emniyetin teamüller gereği diyerek açıklama yapacağını zannetmiyorum ama Emniyeti düştüğü bu durumdan İçişleri Bakanlığından acilen bir açıklama yapılmalıdır? Savcılığın önemsediği ve gereğini yaparak önemsediğini gösterdiği, polis tarafından toplanan deliler, teknik takibe takılan şike görüşmeleri ve tüm bu olanların lige yansıması, maçı izlerken maçın sonucunu bilip fakat oğluna söyleyememe durumunda olan görevliler hepsi yönlendirme yapmak için yalan mı söylediler? Yalan söyledilerse ya da yönlendirme yaptılarsa hedef Aziz Yıldırım mı idi? Aziz Yıldırım’ın bir ihalede söz verip te gerçekleştirmediği şeylerin varlığı konusunda söylenenler doğrumu ki acaba? Acaba gerçekten cemaat Fenerbahçe kulübünü ele geçirmek mi istemişti? Ele geçirmek istedi ise buna Aziz Yıldırım mı direnmişti?

Sorumluluklarımız var derken, bu sorumluluk ne menem bir sorumluluktur Mehmet Ali bey? Fenerbahçe’ye yönelik bir sorumlulukmudur acaba? Biz normal vatandaş gibi karar alamayız derken neyi kastettiniz? Yoksa siz anormal vatandaşmısınız? Yoksa anormal bir şey yaptığınız ama başka çarenin olmadığını mı kastediyorsunuz? Siz kimsiniz Mehmet Ali bey, hani bir açıklayın da bilmeyenler de öğrensin, gerçi biz biliyoruz sizin oraya hangi misyon ile getirildiğinizi; biliyoruz da normal vatandaşlar da öğrensin sizin ağzınızdan, bakalım…

TFF Yönetimi siz “Karakuşi kadısının” yeni versiyonusunuz galiba?

TFF Yönetimi siz artık tarihe zımmen şike serbesttir diye karar vermiş bir yönetim olarak geçeceksiniz?

TFF yönetiminden ne beklenmeliydi yani? Fenerbahçeli Mehmet Ali Aydınlar, Fenerbahçe’nin başkan diye önerdiği ama yönetim kurulu üyesi diye desteklediği Göksel Gümüşdağ, Fenerbahçe tarafından akredite edilmiş suya sabuna dokunmayan Galatasaraylı Cüneyt Tanman vs. vs. Fenerbahçe’nin kahredici çekim gücünden vareste karar vermeleri mümkün mü şüphesiz hayır?

Ne diyelim, bol acıbadem’li sağlık satışı yaptığınız günler dileyelim…

TFF Yönetimi çok şükür sayenizde öğrendik ki, TOP YUVARLAK DEĞİLMİŞ!!!!!!! Şimdi verdiğiniz bu ucube kararın devamı olması adına, size yakışan; önümüzdeki 5 yıl Fenerbahçe’yi lige her yıl ayrı ayrı olmak üzere 15 puan + (artı) farkla başlatmak, sonraki yani takip eden 5 yılda da her ayrı ayrı olmak üzere direk şampiyon ilan etmek, sonraki 5 yıllık dönemde de her yıl ayrı ayrı olmak üzere 34 maçta 36 galibiyet aldı kabulünü yaparak Fenerbahçe’nin mağduriyetini gidermek ve ilaveten bu dönemi yani 15 yılı kapsamak üzere Fenerbahçe’nin tüm transferlerinin bedelini TFF olarak üstlenmek, Tüm hazırlık kamplarının, tüm seyahatlerinin masraflarını üslenmek ve ve ilaveten de Galatasaray’ın direk 3. lige düşürülmesi, kararını almaktır. Size bir de küçük önerim var “Lig TV” nin kesilen kablolarını da hayrına tazmin ediverin bir zahmet, olur mu Fenerbahçe yönetim kurulu üyesi ve geleceğin büyük Fenerbahçe Başkanı, Mehmet Ali bey, olur mu?

Asıl TFF nin yaptığı şikedir, işte bu çok açıktan anlaşılıyor.

Artık size kim inanır bilmiyorum ama sizin kime inandığınızı çok iyi biliyorum, siz Uğur Dündar, Ömer Çavuşoğlu, Mehmet Demirkol, Ziya Şengül, Rıdvan Dilmen, Sinan Engin, Ercan Saatçi, Alaattin Metin vb. gibi tek maharetleri Fenerbahçe’yi her şart altında desteklemek olan zevattır sizin inandıklarınız, merak etmeyin nasıl karar alırsanız alın yeter ki Fenerbahçe aleyhine olmasın sizi hep destekleyeceklerdir, hep aklayacaklardır, hep arkalayacaklardır. Ne diyeyim, kılavuzlarınız hayırlı uğurlu olsunnnnnnnnnnnnn. Gerçi bunlar da Yaz Ar mıdır yoksa Yaz Arsız mıdır nedir çok net değil ya?

Neymiş etik kurulmuş hadi ordan güldürmeyin beni? Ben kargamıyım ki güleceğim bu numaraya? Ne etik ama? Süperrrrrrrr. Koca profesörler bu aklama, paklama ve durumu kurtarma oyununun bir aleti oldular ya, ne diyelim… Yok 14.000 belge incelemişlerde somut delil bulamamışlar, sevsinler sizi… Desenize delikanlı gibi, Fenerbahçe’yi kurtarma adına ne gerekirse onu yaptık, görevde kaldığımız sürece hiç çekinmeden yapacağız…

Heyyyyyyyyyy Etik kurul nerde çalınan sorular konusu, yok mu delil bunla ilgilide? Varda sizmi yok hükmünde görüyorsunuz? Varsa baskı neticesindemi açıklamaktan vazgeçtiniz? Ne oldu, ne oldu…

Yok, ligin ekonomik değeri düşermiş, yok ligde kaliteli yabancı kalmazmış, yok Fenerbahçe olmazsa ligin tadı olmazmış, hadi şimdi ligin tadı var olsun, ligin ekonomik değeri bol olsun, Fenerbahçeli liginiz olsun, kaliteli yabancılı liginiz olsun ama sizin olsun bizi ortak etmeyin bu pisliklere bu yalakalıklara, alın biz de iade ediyoruz digikutularımızı siz de görün liginizin ekonomik değerini o zaman sizi yıkayıcı, yalayıcı ve yalaka adamlar… Alın liginizi çalın şikeci başınıza…

İlla adalet diyorsanız, illa etik diyorsanız, illa ki adil yarışma diyorsanız, illaki fair play diyorsanız, evet Galatasaraylılar, Evet Trabzonsporlular, evet Gaziantepsporlular, evet Çarşı grubu, evet bu katakullilerin dışında kalan takım taraftarları behemehal digikutularımızı iade edelim… Yok, ben halimden memnunum diyorsanız da size de denilecek bir şey yoktur.

Ben bugünden tezi yok “ben sporcunun ahlaklısını severim” sözünün takipçisi olarak hemen digikutuyu iade ediyorum… Alın liginizi çalın şikeci başınıza…





Pazartesi, Ağustos 15, 2011

SÜLEYMANNAME KÜLLİYATI Bölüm - 1 “ÇORUM’U BIRAKIN FATSA’YA BAKIN”

Ötekileştirerek yok etme sanatının babası sayılan, muarızları tarafından tahkir edilme adına “Morrison Süleyman” ve hayranları tarafından “Muhteşem Süleyman”, “Çoban Sülü”, “Barajlar Kralı” vs gibi yüzlerce daha lakabı olan, 7 kez geldiği ile övünen ve 20. yüzyılın 2. yarısında Güzel Yurdumun bağrına adeta; asla ve kata sökülüp atılamayacak bir taş gibi çöken, ama Canım Yurdumun, maalesef ve sanki dizleri üzerinde dik ve onurlu durmasının önüne engel oluşturması için tayin edilmiş görüntüsü ile tarihteki yerini almıştır; Süleyman Demirel.

Benim için bir ömür sürdüğü izlenimi veren Başbakanlığı döneminde, Canım Yurdumun gelişmesinin önüne çektiği baraj setlerinden ötürü aldığı meşhur lakabı yüzünden, söylediği her lafın felsefi sığlığından ama operasyonel sonuçlarının yıkıcılığından hareketle uzun süredir yazmak istemişimdir, bu muhteşem şahsiyetimizi, kısmet bu döneme imiş. Evet, Muhteşem Süleyman, barajlar kralıdır, ama ne barajı, olsa olsa Demokrasinin önüne set edilen barajdır, İnsanlığının sosyalleşmenin önüne set edilen barajdır, canım yurdumun çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmasına set edilen barajdır, vs. vs…

57 ölü, 200’ün üstünde yaralı; 300’e yakın ev ve işyerinin tahrip edilerek yakılması; binlerce ailenin göçüyle noktalanan ve tarihe “Çorum Katliamı” adıyla geçen bu büyük olayın ardından, sanki Başvekil değilmiş muhalefet lideriymiş edasıyla gerdanı da kırarak, gazetecilerin olaylarla ilgili sorusuna cevaben, “Çorum’u bırakın, Fatsa’ya bakın” diyerek hep yaptığı üzere topu taça atarak, gündemi değiştirerek ama aslında kafanın ardındaki planı derc ederek ait olduğu tarafa mesaj ve moral aktarmayı sürdürmüştür, tahammüden…

Peki; bir ülkenin Başbakanı sorulan soru üzerine üstelikte 1. derecede sorumluluk ve yetki sahibi olunan mevkide olmasına rağmen neden böyle bir cevap verme ihtiyacı duyar diye baktığınızda niyetin ne denli iyi olmaktan azade olduğunu görürsünüz. Görürsünüz, çünkü olaylardan hemen önce, Vali, Milli Eğitim Müdürü, Emniyetin önemli kadrolarını değiştireceksiniz, bu değişikliği müteakip mezkûr olaylar gelişecek ve siz sütten çıkmış ak kaşık edasıyla “Çorum’u bırakın, Fatsa’ya bakın” veciz sözü ile bir taraftan Çorumda yaşananları yandaşlarınıza, merak etmeyin bizim çocuklar sağlam ve zaten onlar galiptir bu yolda, diğer taraftan da asıl Fatsa’da yapacaklarımızı bir görün küçük dilinizi yutarak burayı unutacaksınız mesajı vereceksiniz. Vallahi pişkinliğin böylesi siz yenisini yapana kadar rekor olarak tarihe geçmiş olacaktır. ABD’nin Türkiye Büyük Elçiliği’nde görevli ve CIA istasyon şefi olduğunu sağır sultanın bile duyduğu Robert Alexander Peck’in oraya gitmiş olması gelişmelerin nelere gebe olduğunu gösterir iken sizin bir şey yapmamanız ise manidardır, ya da dahası da var ama yazmanın sıkıntıları da var, ne yazık ki…

Peki, dönemim başbakanı kendisine verilmiş görevi gereği solu yok etme hatta muhalefetin olmadığı bir ortamın hazırlanması ya da bir başka ifade ile askeri darbelerin yolunu açma çalışmaları kapsamında beyan ettiği Fatsa’da neler olmaktaydı o dönem, şüphesiz tamı tamına bilmenin mümkünatı yoktur ayrıca gereği de yoktur ama bizler o dönemi yaşamış ve ülkesini seven insanlar olarak durumu da biliyoruz.

Mesela; dönemin Başbakanının kardeşi Hacı Ali Demirel’in de ortak olduğu ve yazar Uğur Mumcu’nun da ısrarla farklı bir gözle vurguladığı Fatsa Belediyesinin büyük ortak olduğu ve Başbakanın kardeşinin yüklü miktarda borçlu olduğu bilinen DEMAS adındaki şirketin Fatsa Belediyesinin kontrolü vasıtası ile ele geçirilmesi operasyonumudur aynı zamanda, bilinmiyor…

Ama bilinen bir şey var, halkın söz ve karar sahibi olduğu yönetimlerin istenmediği, istenmediği bir kenara yok edilmesi gerektiği kararı bulunan mezkûr dönemde, Çorum benzeri yönetim değişiklikleri yapıldı Fatsa’nın bağlı bulunduğu Ordu ilinde, Vali değişti, Emniyette önemli kadro değişiklikleri yapıldı, bugün artık ne olduğu iyice ortaya çıkmış Reşat Akaya valiliğe atandı ve ne olduysa ondan sonra oldu. Ama esas olan DEMAS’ta oldu, dönemin başbakanının kardeşi muradına erdi. Efendim orada binlerce insan tutuklandı, işkencelerden geçirildi, onlarcası öldürüldü, ne gam ne tasa. Devleti yöneten zihniyet kararını vermiş bir defa…

Kıymeti sonradan anlaşılacak, emperyal politikalara bir ömür vakfetmiş, bu uğurda can bile vermeye hazırlanmış, “Tanrı dağı kadar Türk, Hira dağı kadar Müslüman” çizgisinden hidayete ererek “Tek Yol İslam” çizgisine duhul olmuş, hem şimdilerde meşhur olduğu üzere dönemin ılımlılığının önemine dikkat çekmiş, aidiyetini belirtmiş hatta o kadar ileriye giderek belirtmiş ki bu aidiyeti ABD de deki krizleri bile “ABD nin yeterince kapitalist olamamasına bağlamış” bilim dünyasınca da ne kerameti olduğu da pek anlaşılamamış, Zaman gazetesi yazarı Atilla Yayla pek muhtemel ki kendisine ait olduğu zannedilmeyen ama hangi mahfillerden sufle edilmiş olduğu çok açık olan postulatı o dönem ortaya atarak bugünlerini garanti altına almıştır. Ne diyor muhterem bu kofti postulatında özetle; “Ordu ili Türkiye’ye yapılacak deniz harekâtında en önemli bölgedir, çünkü Türkiye’nin en önemli platosu olan Sivas platosuna erişim buradan mümkündür, buranında en statejik bölümü Ünye-Fatsa bölümüdür”. Bu öngörüye kargalar güler ama Hedef söz, karar ve yetki halkındır uygulaması ya, hedef DEMAS tır ya, kargalar gülerken diğer hayvanlar saldırır işte.

Sonradan Picasso’yu bile sollayan ünlü ressamımız ise; “Orada Terzi Fikri diye biri çıkmış. Devlet benim diyor. Komite kurmuş. Fatsa'yı o komite yönetiyor. Ne yapılıp, yapılmayacağının kararını halk veriyor. Veya halk adına o komite. Yani kararı devlet vermiyor. Devlet otoritesi sıfır. Devletin kanunları Fatsa'da işlemiyor.” Beyan ve kabul ediyor halkın karar verdiğini, ama müesses nizam adına behemehâl yıkılmalıdır ona göre, halk kim karar vermek kim…

Kısa bir değinme de; yakalandıkları İLKSAN yolsuzluğu ile Akşam gazetesi soygunu başta olmak üzere yüzlerce demokrasi karşıtı vaziyet almaları nedeniyle aslında sokağa çıkabilecek yüzleri olmamasına rağmen, mevcudiyetlerini ve istikballerini müstevlilerinin ekonomik ve siyasi emellerine dünde bugün de tevhit etmiş olan şimdilerin Demokrasi havarisi postundaki dönemin Tercüman gazetesinin sahiplerinden ve önemli yazarlarından olan şahsiyeti, o dönemde mesleğinden ötürü Terzi Fikri’yi hakir görerek yazdığı propaganda yazılarından ve yarattığı hedeften ötürü asla ve kata unutmayacağımız olacaktır.

Terzi Fikri pratiğine bakarmısınız Allahaşkına, adam bir Belediye başkanı oldu, meğerse ne herzeler yemeye hazırlanıyormuş, hey Koca Terzi Fikri hey…

Bir başka hatırlamamız gereken konu ise mezkûr dönemin CHP milletvekili olan, şimdi ki Kültür Bakanımız Ertuğrul Günay’ın dönemin yakıcı ve yıkıcı operasyonlarını müteakip geldiği Ordu’dan “Faşist Vali defolup gitmelidir” demecidir ama hey gidi günler heyyy… Bir hilal uğruna ne güneşler batıyor demiş ya şair, işte…

Bu vesile ile bir kez daha felsefesi sığ, yıkıcılığı yüksek lafları eden bu kabil Devlet Adamlarına hakkımızı helal etmediğimizi açıklar iken, ayaktakımının söz, karar ve yetki sahibi olmasının yolunu ve önünü açan Terzi Fikri’nin pratiği önünde saygıyla eğiliriz…

Ünlü şair Can Yücel şu şiiri yazmıştı yakıcı ve yıkıcı operasyondan sonra;
 
“Terzi Fikri öyle bir elbise dikti ki Fatsa’ya
O Gürcü öyle bir gürledi ki arkadaşlarıyla
Noktalar, noktalı virgüller, askeri operasyonlar
Kimseler çıkaramaz Fatsa’nın sırtından!
Emek hakkının sımsıcak çıplaklığını”



Perşembe, Ağustos 11, 2011

EFENDİLERE DİRENEN KÜBA – 2

Kapitalist dünyanın efendileri için daha önce yazdığım ve http://sosyalyasamdaalternatif.blogspot.com adlı bloğumda yayınlanan “Efendilere direnen Küba” adlı yazımda yaptığım tarifi bir kez daha tekrarlamak istiyorum; “kendini büyük toprak sahiplerinden, aristokratlardan, bankacılardan ve her türlü sömürgeci ve sömürücüden, demokrasiyi hiçe sayanlardan kurtaran, dünyaya çok önemli bir örnek teşkil eden büyük bir devrim sonucu doğan Küba’yı içlerine sindirmeye hiçbir zaman yanaşmamışlardır, yanaşmamaktadırlar ve de yanaşmayacaklardır bu çok açıktan görülmektedir. Kendileri açısından dünyayı ve kendi sistemlerini tehdit ettiğini düşündükleri bu sisteme dolayısı ile de bu ülkeye karşı hiçbir zaman, (ancak görülebildiği ölçüde) olağan sayılacak ekonomik, siyasi ilişkiler kurulabilecek bir ülke gözüyle bakmamaktadırlar ve bu uğurda yapılan hiçbir davet ve öneriyi olumlu değerlendirmemektedirler. Bu aşağılanan, horlanan ve efendilerine karşı büyük bir üstünlük sağlayan bu ayak takımının yarattığı devrimi boğmak için, her türlü uluslararası zorbalığa varacak ölçüde, ekonomik ve ticari ambargo yanında silahlı saldırılar, planlı-örgütlü sabotajlar, her fırsatta uluslararası çağrıları ile yıkım müteahhitleri edasıyla yaklaşım devam etmektedir ve edecektir taa ki kendilerince nihai maksat hâsıl olana kadar. Kendilerinden olmayanların yıkılması, yaşamaması hülasa örnek teşkil etmemesi açısından, bu efendilere göre her yol mubahtır, hatta maksadın hasıl olması açısından Makyavelizm olmazsa olmazdır.”
Kapitalist dünyanın ağası ve jandarması ABD; Küba’ya karşı sürekli her türlü melanet, hıyanet, hile, hurda, dalavere, desise, entrika ve dolap çevirme konusunda esas oğlan rolünü kimseye kaptırmadan devam ettirmektedir. Artık böyle bir ülke var, bu ülkenin tercihi bu şekilde olmuştur şıkkı, asla ve kata geçerli değildir, bu karanlık oyunların başaktörü ülkeye göre, asla da olmayacaktır, kaç seçim, kaç başkan, kaç hükümet gördü ABD kutsal Küba devriminden sonra, ama hiç değişmeyen bir Küba politikası hep geçerli olmuştur ve olacaktır gibi de görünmektedir, işte kuyruk acısı bu olsa gerek… Her türlü saldırı planı, ambargo planı, sabotaj planı, uluslar arası yalnızlaştırma planı başta olmak üzere her türlü yıldırma planı ABD tarafından itina ile yapılmaktadır, ezeli düşman Küba’ya karşı, hatta bu düşmanlığını Küba toprakları içerisinde de devam ettirmektedir. Havana’daki “ABD Çıkarları bürosu” diye adlandırılan büronun dışına yerleştirilen çok büyük bir ekran vasıtası ile Dünyanın her tarafında rutin hizmetler vasfında ve tamamen farklı kanallar ve vasıtalarla yaptığı hizmetini burada devam ettirmekte ve Kübalıların bu yalan ve dolana uyarak Küba devrimine karşı olmasını beklemektedir. Peki; bu kabil çalışmaların başarı şansı var mıdır da, bıkmadan usanmadan devam edilmektedir, maalesef kısa vadede etkili olamasa bile uzun vadede ne olacağını Küba’nın kendi başarısı ya da başarısızlığı tayin edecektir, sokakta edindiğim izlenimler bana “maalesef” dedirtmiştir. Mezkûr büronun önüne yerleştirilen bu ekranın kustuğu kin ve nefrete karşı Küba’nın aldığı tek fiziki önlem ise, ekranın görülebilmesini engellemek için yerleştirilen yüzlerce bayrak olmuştur. Ancak, propagandanın ve bu anlamda yarattığı politik yozlaşmanın gücünü bilen bir kuşak olarak bizler, günümüzde; propagandanın babası ya da dehası sayılan Goebbels’in özgün metotlarına bağlı kalan ancak teknolojinin ve bilimsel gelişmenin kendilerine sağladığı tüm imkânları kullanarak bu konuda ordinaryüs rütbesi alan Goebbels ardıllarının yarattığı ehven iklimlerde “olmaz olmaz deme olmaz olmaz” a hep ihtimal vermişizdir ve vermeye de devam edeceğiz. Yoğun yalan bombardımanı altında geniş halk kitlelerinin; genelde ülke ve özelde de şahsi beklentilerinin asgari düzeyde de olsa karşılanması halinde kendilerine sunulanların yeterliliğine hep kanaat etmişlerdir ve edeceklerdir de şıkkı haricinde, propagandanın "Bir şeyi ne kadar uzun süre tekrarlarsanız insanlar ona o kadar fazla inanırlar” ilkesi gereği de sahip olunan imkânlar dâhilinde bıkmadan usanmadan tekrara devam edilmeye göre… Ne yazık ki; bir ülkenin uluslararası propagandanın etkisi altına alınmasının en etkili yolunun da turizm olduğunu bilen bizler çok uzun yıllara dayanacak umutlar taşımak istesek bile bu umut hayatın kendisi ile çok uyuşmamaktadır, konuyla ilgili tek örnek bile durumun ciddiyetini kavramak açısından çok önemlidir, bilindiği üzere Küba’da ikili bir kur sistemi kullanılmakta olup, biri yerli halkın diğeri ise turistlerin kullandığı peso olup değer farkı yaklaşık 20 kattır. Uzun vadede yerli para kazanan ile sadece bahşişlerden bile oluşsa turistik para kazanan 2 Kübalı komşunun yaşamının nasıl etkileneceği merak konusudur, umarım her konuda kaygılarım boşunadır, aksi takdirde “efendilere direnen” ülke sayısı azalacak olacaktır, peki çaresi varmıdır diye sorulursa da cevabım yoktur maalesef aslında var olan en radikali hariç…
“1 Mayıs uluslararası dayanışma ve işçi bayramı” için Küba dostluk derneğinin organize ettiği ve “uluslararası çalışma tugayları” adı altında gittiğimiz Küba’da bir süreliğine kaldığımız kampta, o güne kadar edindiğimiz alışkanlıklarımızın aksine olan her şey bizi önceleri çok rahatsız etmekle birlikte kısa sürede mezkûr yaşama ayak uydurduk ve hatta keyif almaya başladık. Kampın yakın çevresindeki köylere yaptığımız plansız ve habersiz yürüyüşlerde yerli halkın mevcut koşullara uyumu ve en azından yüzlerine yansımış mutluluğu gördük, köylerdeki kiliselerin faal olduklarını görerek, Küba’nın din ile ilgili ciddi yaklaşımlar göstermemiş, açıkçası din ile derdi olmamış ve dine karışmamış olması halini gözlemlemenin rahatlığını ama ulaşımda kamyonlardan bozma otobüs görüntülü araçlarla yapılmasının rahatsızlığını da yaşadık ayrıca…
Kampta her sabah; hoparlörlerden duyulan horoz sesi ile uyanışın ardından, bazen Castro’nun bazen Che’nin konuşmaları ve enternasyonal marşı ile uyanışın zevkini tadarak, Avustralya’dan Nijerya’ya, Kırgızistan’dan Uruguay’a kadar dünyanın bir sürü ülkesinden gelmiş insanların birbirlerine genellikle de kendi dillerinden hitap ederek buluştukları kahvaltıların menü fakirliği ile paylaşılmış anlar, akşamları da kampın barında uzun “mojito” muhabbetlerine dönüşmüş olup bu muhabbetlerin yarattığı sıcak dostluklar belki bazılarında hala devam ederek kalıcı olmuştur.
Kampta her ülkenin ulusal yiyecek ve içeceklerinin tanıtıldığı, halk oyunlarının gösterilerine sahne olduğu gecenin en keyifli tarafı ise katılımcıların ulusal kıyafet giyme tercihlerinin olmasıdır ve bu konuda da en başarılı olanların Nijeryalıların olduğunu belirtmeliyim, bıkmadan her gün aynı stil, desen ve renkten oluşan ulusal giysilerini tercih etmişlerdir. Bizimkilerin yeme ve içme konusunda tercih edilmiş olmasını da önünde oluşan uzun kuyruklardan anlayarak kendimiz gerek başka başka tatlar için diğer ülkeleri tercih etmemiz gerekse de bizimkilerin başkaları tarafından tanınma oranının artması için, bizimkilerin masasına çok istememize özellikle de rakı alabilmek için bile olsa gitmedik, ama komşu uzo tadını da eksik etmedik.
Efendilere direnen bu güzel ülke ve kendileri ile barışık görüntüsü veren bu ülke insanları için daha yazabileceğim çok şey olduğunu düşünüyorum ve diğerlerini gelecek yazılara bırakıyorum…

Perşembe, Ağustos 04, 2011

BARCELONA

Barcelona denilince ilk akla gelen futbol takımıdır ve ilk akla geliyor olması da o kadar normaldir ki anlatılmaya değer bir tarihe sahiptir. En zor ve acılı dönemini İspanya iç savaşı sırasında Faşist Franko’ya ve uluslararası destekçileri Nazi Almanyası ve Faşist İtalya karşısında verilen direnişte geçirmiş olup, bu savaşta Cumhuriyetçiler ve Uluslar arası tugaylar safında yer almanın gururunu yaşamışlardır, Cumhuriyet ve Demokrasi adına. Futbol takımı olarak, kendi halkını teslim almaya yönelik bu kanlı iç savaşı yürüten faşist Franko yönetimine karşı; bir başka İspanya takımı ile birlikte Amerika kıtasında ve Avrupa’nın çeşitli yerlerinde direnişçilere ekonomik ve siyasal yardım için propaganda ve maçlar yapmış olduğu da şanlı tarihinde yer almıştır. Salt bu yüzden FİFA ve UEFA gibi sahibinin sesi, efendilerinin emir eri kuruluşlar bu kulübün futbolcularına karşı ömür boyu futboldan mene kadar varan yaptırımlar uygulamış ve Faşist Franko rejiminin yanında yer almışlardır. İşte bu yüzden dünyanın dört bir yanında futbol seyircisi olan yüzü aydınlık insanlar Faşist Franko’nun takımı olarak tarihe geçen Real Madrit karşısında tutum almışlardır ve almaya devam etmektedirler.

Barcelona futbol kulübü üzerine okuduğumuz kaynaklardan, yerinde de kulüp müzesinden öğrendiğimiz bilgilerle daha sayfalar dolusu yazı yazmak mümkündür, biz bunu burada kesip Barcelona şehri üzerine yazmaya başlayalım

Katalanların kendilerini İspanyadan ayrı göstermeye özel önem verdikleri ve “Cataluna nona Espana” “Katalunya İspanya değildir” sloganı ile de İspanyanın siyahları bilincini sürekli hafızalarda taze tutmaya çalıştıkları yaklaşım çok etkili olmaktadır.

Barcelona şehrinin tarihsel gelişimine bakıldığında kaynaklar kuruluşu Kartacalılara dayandırmakta olup, çok daha öncelerine dayanan efsaneyi de kimse yok saymamaktadır. Efsaneye göre Herkül kendi kolonisini oluşturmak için 9 tekne ile yola çıkar, bugünkü Barcelona’nın bulunduğu yere yerleşir, keşif ve kuruluş ekibinin sahip olduğu Nona (dokuz) Barça (Kalyon türünden altı düz bir savaş taşıt gemisi) nedeniyle de kurulan bu şehrin adı Barçanona kalır. Ancak bunun bir efsane olma ötesine gidemediği herhangi bir tarihi vesika ile teksif edilemediği de ayrı bir gerçektir. Tarih kayıtlarına ise; Kartacanın efsane komutanı Hannibalın babası Hamil Barça adından esinlenerek “Barçino” olarak geçmiştir.

Barcelona’da özellikle de eski bölümünde ilk dikkatimi çeken ise, şehrin bol miktarda heykel ile donatılmış olmasıdır, tabii adamlarda bizde olduğu üzere süzme sanat ve de özellikle heykel uzmanları olmadığı içinde kantarın topuzu kaçmış ve anlayacağınız her yer heykel dolmuş durumda. Yeri gelmişken bizdeki kerametleri kendilerinden menkul bu sofistike heykel yorumcularını da yad etmek adına, Barcelona’da heykellerin içinde tükürük görülmediğini de özellikle belirtelim.

Avrupa’nın diğer önemli şehirlerinde olduğu üzere “Adalet Sarayları” da eski binalardan oluşmakta olup, eski binalarda yeni adalet uygulamaları yapmayı tercih etmişler, bizdeki gibi yeni adalet saraylarında eski adaleti uygulamayı değil yani. Anlayacağımız hiçbir siyasi çıkıp ta eskiden köhne yerlerde hizmet yapıyorlardı şimdi kendilerine saray yaptık demiyor, hani mahkeme kadıya mülk kalmaz diyorlar ya işlerine gelince de, işte ne o ne de bu kabil laflar yok, varsa da biz duymadık…

İspanyol ya da Katalan mimarisinde modernleşme hareketinin öncüsü sayılan Gaudi, Barcelona’ya kazandırılmaya çalışılan yeni kimlik için, göz kamaştırıcı ve geniş kapsamlı projeler gerçekleştirerek önemli katkılar sunmuş olup, bugünde eserleri şehri ziyaret eden milyonlarca ziyaretçi tarafından hayranlıkla izlenmekte ve gezilmektedir. Bunlardan en görkemli ve önemlilerinden biri bence; hala bitirilmeye büyük bir hızla devam edilen “Temple Explaton de La Sagrada Familia” (kutsal ailenin kefaret tapınağı) dır.

Eski Barcelona’da daracık sokaklar bulunmakta ama kimse bunları yıkalım da yolları genişletelim derdine düşmemiş, düşmediği gibi bizdeki gibi imar rantı yaratmak adına kentin imar planları ile oynama saygısızlığını ve görgüsüzlüğünü de göstermemişler. Bundan siyasilerde vatandaşlarda rahatsızlık duymamış, tam tersine bu özelliklerini öne çıkararak tüm buraları turizm faaliyetlerine uygun hale getirmişler, büyük ölçüde “Tapas barlar” buralarda bulunmaktadır. Gerçi canım yurdumun tapasları bunlarınkilerin yanında birer şaheserdir ya neyse…

La Ramblas; Barcelonanın kalbinin attığı cadde, Endülüs Emevilerinden miras aldığı “dere” ya da “ağaçlıklı yol” anlamına gelen adıyla, turistik eşya satıcıları, kuşçular, çiçekciler arasında günün her saatinde sokak tiyatrocuları, pandomimciler, ressamlar, müzisyenler sıralanmakta olup tam anlamıyla bir görsel şölen oluşturmaktadırlar. La Ramblas’ın bu muhteşem atmosferinden aşağıya doğru yürüyünce, Barcelona’nın müthiş yoğun limanına ulaşmaktasınız.

Sahil ve plajlar kesinlikle parsellenmemiş kamuya açık, açık olmakla birlikte bedava denilmeksizin plaj ve sonrası servis konforu düşünülmüş şekilde istifadeye sunulmuş durumdadır, vatandaşların deniz kenarında yürüyüşleri için gerekli düzenlemeler yapılmış ayrıca.

Bu güzel kente dair yazılacak çok şey var ama, sonraki yazılara nasip olur umarım…

Dönüş saatlerimize yakın havaalanı giden otobüslerin bekleme yaptığı Plaça De Catulunya da; ki burası şehrin kalbi durumundadır, ulaşımın kolay olduğunu düşünmemiz ve ayrıca düzenli olduğuna inandığımız için ve diğer taraftan da zaman sınırı varlığından son dakikalara yakın meydana ulaştığımızda bir de ne görelim meydan taşıt trafiğine kapatılmış, muhtemelen de telefon zamları ya da özelleştirmelere karşı protesto eylemi gerçekleştiriliyor ve bu hayli kalabalık gösteriyi izleyen polisler de 3-5 kişi görünürde, belki de çok sayıda sivil polis vardır ama gösteri normal seyrinde giderse hiç ortaya çıkmayacaklarmış gibi vaziyet almışlar belki de… İşte en önemli farklardan biri daha…

İspanyanın bu kralcı olmayan insanlarını bir kez daha selamlıyor, Picasso müzesinden, özellikle Mercat de la Boqueria adındaki yaklaşık 600 yıllık Pazar yerinden ve diğer önemli yerlerinden bahsetmeyi de bir başka yazıma bırakıyorum.


Pazar, Temmuz 31, 2011

ÇİFTLİK KÖYÜ İLK TURİZM İŞLETMECİSİ: AYRAN DAYI

Çeşme’nin güney batı ucunda bulunan ve yaklaşık 7 km uzaklıkta yer almakta olup hiç durmadan kuvvetli ve sabit esen rüzgârlarıyla ve dalgalarıyla meşhur bir plajdır, Pırlanta. Mezkûr rüzgârlar nedeniyle de kitesorf meraklılarının ideal yer diye tanımladıkları Pırlanta bu tanımı sonuna kadar hak etmektedir. Rüzgârın tılsımı ve gücü sayesinde rüzgârın başkenti durumundaki bu plaj mutlaka işin uzmanları tarafından “kitesurf” için daha geniş kullanımlı ve yaygın hale getirilmeli ve bu konuda kamu; Belediye ya da herhangi bir bakanlık ayrımı yapmaksızın buraya çok geniş destek vermelidir. Plaj, adını aldığı Pırlanta benzeri kumları ve pırıl pırıl parlayan denizi ile tanımsız bir doğa harikası olup yer aldığı yarımadanın diğer tarafındaki çocukluğumuzun “arka denizi” Altınkum plajına güzelliği ile nazire yapmakta olup yaklaşık 40 yıldır günübirlikçilerin ve çadırlı kampçıların tercihi olmaktan da kurtulamamıştır ya da iyi ki böyle olmuştur.

Çocukluğumuzun tarlalarda geçen bölümünün bir kısmı; ovasından ötürü adını aldığı Çayırova ve Çayırova plajlarında geçmiştir. Bu ovada bulunan tarlamızın her sene münavebeli dikilmesi neticesi kâh anason, kâh tütün ya da kâh buğday-yulaf gibi ekinlerin dikimi, bakımı ve hasatında ailemize elimizden geldiğince yardımcı olurduk ve fırsatını bulunca da yaptığımız deniz kaçamakları inanılmaz eğlenceli geçerdi. Ancak belki inanılmayacaktır ama tütün dönemlerinde derelerdeki su birikintilerini daha fazla su alabilelim diye derinleştirir ya da genişletirdik ve bazı kaçamakları da buradaki küçük su birikintilerinde değerlendirirdik ya, şimdilerde bile onların ne kadar zevkli olduğunu dün gibi hatırlamaktayım. Bu arada bu oyunlarda; yaz aylarını geçirmeye gelen ya da dayımlarla ortak tarım yapılması amacıyla bir araya gelen en az 7 kuzen bir arada olurduk ki değmen benim keyfime durumu. Ovanın adını aldığı büyük çayırlık alanda; çayırlar ve oraya özgü dikenli çalılar arasında bezden yaptığımız toplarlar oynadığımız futbolun keyfini nasıl unutabiliriz ki? Asırlık ardıç ağaçları şu anda da Pırlanta plajında insanlara gölge temin etmeye devam etmektedir.

60 lı yılların Çayırova Plajları Pırlanta Plajına dönüştüğü 70 li yılların başında; bir başka yazıma konu olacak Nail Ağa’nın tesisi ile Ayran Dayının tesisine sahne olacaktır. Çiftlik Köyündeki ilk turistik tesis sayılacak bu 2 tesiste yerel gazoz dışında sadece çay ve kahve bulunmakta idi ve buranın tesis olarak evrime uğramasının yegâne ekonomik kaynağını da o yıllardaki günübirlikçilerin İzmir’den otobüslerle, minibüslerle hafta sonu gelişleri oluşturmuştur.

Ayran Dayı (Ayran Mustafa); Kavala göçmenlerinden olup, kendi anlatımlarından da meşhur Osmanlı Paşası Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın akrabalarından olduğunu ve zaman zaman suyun öte tarafındaki akrabalarından oraya gitme daveti aldığını öğrenmiştik, Mübadelenin önemli ölçüde dağıttığı mübadillerden olan Ayran Dayı akrabalarının bir kısmını Bursa taraflarında bulmuş olduğundan turizm sezonu dışında vaktinin önemli bir kısmını da oralarda akraba ziyaretleri ile geçirirdi.

Ayran Dayı’nın; bugün de yerliler tarafından hala korunarak söylenen ve Tursite olarak bilinen bölgenin bir sonrasında kendi adıyla anılan bir küçük plaj bulunur ki buraya da “Ayranın Çukuru” denilmektedir.

Ayran Dayı’nın; Pırlanta Plajının ortasına denk gelen bölümündeki büyük ardıç ağaçlarının bulunduğu bölümde hasırlardan ve ambalaj kartonlarından ürettiği tesisi içinde verdiği hizmetler bilenler tarafından asla unutulmamaktadır. O dönemde ağırlık olarak sırt çantalı çiçek çocukların tercih ettiği bir yer olan Ayran Dayı’nın yeri komik, trajikomik yüzlerce olaya mekân olmuştur.

O günlerden birinde; o günkü tanımlamalara göre bir grup “bitli turist” sakin bir havada, binlerce yıllık öncüsü sayılabilecek ve Ayran Dayının inşaatını hasırlardan bizzat gerçekleştirdiği bungalov türü salaş yapılardan kiraladıkları birinde oturmuşlar son derece neşeli bir muhabbet ederlerken, bu neşeli durumları Ayran Dayının dikkatini çeker, bir de ne görsün ki; bağdaş kurmuş bu grup ellerinde bir sigara sıra ile herkes birer fırt çekerek bir sonrakine devrediyor ve böylece sigaradan duman çekmeler devam etmektedir. Durumun neye delalet ettiğini kavrayamayan bu ihtiyar delikanlı; çocukların paralarının olmadığı ya da yetmediği kararını vererek yanında az da olsa yabancı dil bilen kendisini ziyarete gelmiş delikanlıdan, “bak şu fukara çocuklara demek ki cigara alacak paraları yok, yazıktır” diyerek kendisine ait o dönemin ünlü “birinci” sigarasından bir paket vererek “git ver onlara da ciğerleri bayram etsin” demiştir.

Pırlanta plajı bizler açısından önemli bir balık yakalama merkezidir ayrıca o dönemlerde, özellikle de Ege Denizinde balığın geçit yaptığı ve gece saatlerinde sığ kıyılara geldiği Ekim, Kasım aylarında geceleri Ayın karanlık olduğu 15 er günlük dönemlerinde 3 kişilik ekiplerle; biri serpme atma, biri yakalanan balığı taşıma diğeri ise lüks lamba taşıma işini gerçekleştirmek kaydıyla bizim Parafani diye adlandırdığımız özellikle sarıkulak ve zaman zaman çipura da olmak üzere balık yakalama seanslarını bugün bile büyük bir iştahla anmaktayız.

Pırlanta plajının en büyük sıkıntısı hatta kanayan yarası demek daha doğru olur 80 li yılların başında başlayıp hala bitirilmeyen Harb-iş sitesi olup, bitmeme gerekçesi her ne ise mutlaka çözülmelidir, yıkılacaksa yıkın bitirilecekse bitirtin demekten başka çare kalmamıştır, kimin haklı olduğu kimin haksız olduğunun artık hiç bir önemi kalmamıştır hatta olmamalıdır.

Çeşme’nin Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurullarınca da izin ve onayı ile 2006′da başlayan, Çeşme’yi planlı bir turizm merkezi yapması beklenilen ve ancak beş yılda karara bağlanan ve SİT Kurulu tarafından da vize verilen planları, ne yazık ki iptal edildi ve işin uzmanlarının belirttiğine göre de yaklaşık 1 milyar dolarlık turizm yatırımı “bir başka bahara” kalmış oldu.
Çeşme’de 1. derece doğal sit alanların bir bölümü, ikinci dereceye, ikinci derece alanlar da üçüncü dereceye dönüştürerek, planlı ve doğaya zararı minimumda tutacak şekilde yatırımların önü açılmış, Turizm Bakanlığı da, SİT Kurulu’nun bu onayı, Çeşme’nin 25000 lik turizm gelişme planlarını hazırladı. Belediye, Koruma Planları yaparak Çeşme’yi bir turizm cennetine dönüştürecek girişimi yaparak, özellikle ve başta yatırım bekleyen Çiftlik; Altınkum ve Pırlanta Plajı’nı da kapsayan SİT Kurullarınca onaylı yeni planlarına, Çevre Koruma Derneği tarafından itiraz ederek İdare Mahkemesinde iptal kararı çıkartılmıştır.

Bu gelişmelerden en fazla zarar gören Çiftlik bu konuda maalesef tekrar yaşanacak ve muhtemelen de yaklaşık bir 10 yıllık süre alacak teknik, idari ve hukuki süreci beklemek zorundadır.

Çeşme Belediye Başkanı Faik Tütüncüoğlu’nun iptal edilen planların yapımı sırasındaki çabaları ve çalışmalarını, iptal edildikten sonraki kaybedilen emek ve zamanın asla telafi edilemeyeceği nedeniyle üzüntüsünü bildiğimizden, geri kalan dönemde de çabalarını devam ettirmesini beklemekte ve doğa koruma adına Çeşme’deki kendi sahip olduklarını korumakta olduklarını da bilmekte olduğumuz bir kez beyan etmekteyiz.

Perşembe, Temmuz 14, 2011

GEÇMİŞTE EGE’nin PARİS’i ÇEŞME’nin İSKELESİ “ÇİFTLİK KÖYÜ”

Astım ve kalp hastalarına doğal hastane görevi yaptığı bazı kaynaklara göre Alman doktorları tarafından belirtilmiş olan, iyotça zengin rüzgârları iştah açtığı ve uykusuzluk giderici olduğu hemen herkes tarafından teslim edilmiştir, Çiftlik köyünün. Bugün Çiftlik köyünün Pırlanta plajı bu rüzgârlar sayesinde “kite surf” ün de merkezi sayılmaktadır.

Osmanlı döneminde; Yeni Nahiye, Çiftlik-i Kebir adlarıyla da belirtilen Çiftlik köy, Çeşme’nin Sakız adasına en yakın yeridir hatta o kadar yakındır ki güzel ve sakin havalarda horoz seslerinin bile duyulduğuna tanıklık etmişimdir çocukluğumda… Mübadele ile Çiftlik köyüne yerleşen atalarımızın sözlü aktarımlarına göre köy o kadar güzel bir yermiş ki; Ege’nin Paris’i olarak anıldığını bugün Rahmetle andığım anneannem Hacer Karagöz tarafından yüzlerce kez dinledim.
 
Çiftlik Köye yerleşen 1. kuşak mübadil atalarımın yerleştiği evin nasıl muhteşem bir ev olduğunu hatırlıyorum, birkaç tanesi hariç diğer hangi evlerde de bulunduğunu tam olarak hatırlamıyorum, büyüklerimin “taşlık” diye adlandırdığı ve kotarina denilen çakıl taşlarından siyah ve beyaz 2 farklı renk seçilerek siyahın ana renk ve beyazından ise desen oluşturularak yapılmış bir giriş vardı ki, tek başına muhteşemdi… Bu yerleşilen evin köyün başpapazının ya da papazının olduğundan söz edilirdi, evin içinden ahırlara geçilen bir kapı vardı, buradan girildiğinde ahırlar öncesi 2 adet kuyunun bulunduğu bir kapalı giriş bölümü vardı, oradan da bahçeye çıkılırdı, bahçeye çıkılan yerde ise 5 mt ye 4 mt lik yaklaşık ölçülerde kapalı bir alanda büyükçe bir fırın bulunmakta idi… Evin detayları ile ilgili teknik ve yaşamına yönelik olmak üzere geniş bir yazıyı ayrıca yazmayı planlamaktayım, ileriki günlerde.
 
Şu anda Çiftlik balıkçı barınağının üzerine inşa edildiği bilinen iskelesi nedeniylede çok muhtemeldir ki, Çeşme’nin de iskelesi olduğunu düşünmekteyim, konunun uzmanı olmamama rağmen, 1920’ler ya da 1930’lar Çeşme limanının fotoğraflarına baktığımızda herhangi bir iskelenin olmadığını kolayca tespit edebiliriz, ama yapım tarihinin çok daha eskilere dayandığını tahmin ettiğim Çiftlik Köy iskelesi, gerek uzunluğu, gerekse de yapımında kullanılan taşların büyüklüğü ve düzgünlüğü ve gerekse de her 2 tarafının da çok farklı derinliklerde olması çok açıktan profesyonelce kullanıma yönelik olduğunu göstermektedir, ayrıca bugün Kaptanlık eğitimi için kullanılan binanın da gümrük binası olması nedeniyle faaliyetin büyüklüğünü tahmin etmek hiç de zor olmamaktadır.
 
Çeşme’nin önemli tarımsal ürünlerinden olan sakız ağaçları ne yazık ki, odun kalitesi nedeniyle mi yoksa gerekli özenin gösterilmemesi nedeniyle bakımsızlıktan mı; artık her ne nedenle ise, son 30 yılda neredeyse tamamen yok olmuştu, sakız ağacı yetiştiriciliği şimdilerde gerek bu işe gönül vermiş insanlar gerekse de Belediyenin özellikle yeni inşa edilen binaların bahçelerinde dikilmesine yönelik haklı talepleri ile yeniden artışa geçmiştir. Söylendiğine göre Sakız adası için; başta sakız rakısı, sakız reçeli, sakız likörü olmak üzere çok büyük ekonomik değer haline gelmiş olan sakızın, hem kalitesi hem de renginin daha beyaz olması nedeniyle Çeşmede sakızın önümüzdeki dönemde önemli bir değer haline gelecektir. Bugünlerde Çeşme Belediyesinin yeni yapılan binaların bahçelerinde her bağımsız bölüme bir adet gelecek şekilde sakız ağacı dikimini zorunlu kılması, bana göre çok doğru bir karar olmanın ötesinde muhteşem bir olaydır. Hatta Belediyenin sakız ağacını ihtiyaç sahiplerine vererek temin etmesi halinde bu zorunluluğu birkaç ağaca çıkarması hiçten bile değildir ve bence de hemen bu uygulamaya başlamalıdır da… Sakız ağacı yetiştiriciliğinde Çiftlik Köyün bir merkez haline gelmesi hemen planlanmalı ve Belediyenin yetiştirme ve bila bedel temin etmesi şeklindeki öncülüğünde her bahçe sahibinin bağımsız bölüm başına 4 adet ağaca ulaştırılması gerekmektedir.
 
Çiftlik köy; bir zamanlar Nahiye Belediyesine sahip, söylendiğine ve yazıldığına göre 2 kilise, 1 havra ve 1 camisi ile yaklaşık 1.000 hanelik ve yaklaşık 4.000 nüfuslu bir yerleşim yeridir. Sokaklarındaki Arnavut kaldırım döşemesini 1970’li yılların başına kadar yaşatabilmiş, inanılmaz güzel Rum evlerinin varlığıyla diğer taraftan da sosyal yaşamı ile Ege’nin Paris’i olduğu anlatılırdı büyüklerimizce… Ege’nin Paris’i ve Çeşme’nin İskelesi konumuna ulaşmış bu güzel yerleşim yeri maalesef sonraları kaderine terk edilmiş, tarımı yok etmeyi o günlerden kafasına koymuş devleti yöneten siyasiler eliyle başta da tarımsal ürünlerinin dikiminin yasaklanması ya da sınırlanması ile başta tütün ve anason üretimi ve ticaretinden mahrum kalmıştır. Kaldı ki anasonunun ünü tüm dünyada bilinmesine rağmen…
 
Diğer taraftan köyün içinden geçen derenin çok eski tarihlerde bile taş duvarlar ile örülmüş olması, su bulunduğu dönemlerde su almak için kuruduğu zamanlarda ise karşıdan karşıya geçişler için kullanılmak üzere yapılmış merdivenlerin ne kadar harika olduğunu ben bile hatırlamaktayım. Sonraları başta mezkûr dere olmak üzere tüm dereler kaderine terk edildi, bir taraftan imar uygulamalarına kurban edilirken diğer taraftan da işletme bakımları yapılmadığından zaman içinde dere vasıflarını yitirmiş durumdaydılar. Allahtan çok eskiden yağan yağmurlar da yağmamaya başladı ve bu nedenle derelerin önemi hep göz ardı edildi, şimdilerde Çeşme Belediye Başkanı Faik Tütüncüoğlu’nun Çiftlik Köyüne verdiği öneme binaen Belediye Fen işlerinin yaptığı ihalelerle dere ıslahları bir felaket yaşanmadan gerçekleştirilmeye başladı, bu konuda doğanın acımasına bırakılmadan diğer dereleri de kapsayacak kapsamlı bir dere ıslah planı herhalde yapılmaktadır.
 
Diğer taraftan Çeşme Belediyesinin yaptığı yatırımlarla hızlı şekilde gelişmesini sürdüren Çiftlik Köyü yeniden, eskiden haklı olarak elde etmiş olduğunu düşündüğümüz Ege’nin Paris’i olma ününü yeniden kazanacaktır diye düşünmekteyiz. Konu ile ilgili; eksiklikler konusundaki eleştirilerini saklı tutmak kaydıyla, herkesin ve tek tek Çeşme Belediyesi Başkanından, Fen İşleri Yönetiminden, Belediye Çiftlik Köy temsilciliğine kadar emeği geçen herkese teşekkür borcu olduğunu düşünmekteyim.
 
Çeşmenin yeni yıldızı Çiftlik Köy (Mahallesi) Balık mezatları sayesinde de bir çekim alanı oluşturmaktadır, bana göre Çeşme’nin en iyi barbun balığının yakalandığı bu yerin mezatının mutlaka görülmesi gerekmektedir.
 

Cuma, Mayıs 06, 2011

TİTO – DEDE YAŞAR

Beni ilkokula götürdüğünde arkadaşı olan öğretmene teslimi tam bir şok söz ile başladı, “eti senin kemiği benim”. O güne kadar duymadığım bir kelam ve et ile kemikte bahis konusuysa eğer gel de şok olma, ama çok sonraları yapılan açıklamada mezkûr sözün sadece bir gelenek olduğu ve asla karşılığının da çocuğumu dövebilirsiniz olmadığını, derin anlamının ise çocuğun sadece eğitilebilmesi adına öğretmene verilen tam yetki olduğunu, yıllar sonra ortaokul sıralarında anlayabilmiştim.

Ortaokul dönemi de ilkokuldaki başarılı geçmişin devamı olarak sürmekte idi, o zamanların sınıf geçmesi şimdiki gibi kolay olmadığı için üst yaş gruplarından bir sürü insanla birlikte aynı sınıflarda okumuş idik. Artık ortaokullu olmanın gereği bir taraftan, diğer taraftan ise çift dikişlerle sınıf arkadaşlığı ettiğimiz haylaz, tembel ve şamatacıların yarattığı ortamda öğretmenlerin daha gergin oldukları bir gerçektir. Dönemin matematik öğretmenlerinden Ali ihsan öğretmen; Talat Aydemir Harp Okulu ayaklanmalarına katılmış ve bu yüzden Harp Okulundan atılmış ve bilahare kendilerine tanınan haktan yararlanarak öğretmen olmuş, sanki dünyanın tüm gerginliği sırtına yüklenmiş, belki de bu yüzden yüzünün güldüğü hiç görülmemiş, çok sert ve öğrenciler tarafından çokta sevilmeyen bir öğretmendi.

Kendi adıma, çalışkanlığım mı desem şansımın getirdiği başarılı bir öğrenciliğim mi desem bilemem ama sırf bu nedenlerle sert öğretmenler karşısında daha fazla hoşgörü alabiliyordum düşüncesindeydim ve Ali İhsan öğretmenden de zaman zaman çok gerilse de görece hoşgörülü davranış görüyordum. Ta ki bir sınavda, neden böyle olduğunu o zamanda şimdi de hiç anlayamadığım bir nedenle "1" lik bir kağıt verip kıyametin kopmasına neden olmuştum, deyim yerindeyse “eşek sudan gelene kadar” dayak yemiştim ve bu bir ilkti hayatımda, bu dayağın fiziki ve ruhi perişanlığı içinde eve geldiğimde, durumu tüm detaylarıyla anlattığım annemden öğrenen babam, ertesi gün doğruca okula gider ve Ali İhsan öğretmeni çok açıktan ve anlayabileceği netlikte uyarır ve bunun bir kez daha olması halinde kendisinin de aynı muameleye tabi tutulacağını bildirir ancak bunu öğrenebilmem için aradan yaklaşık bir 25 yılın geçmesi gerekmiştir. İşte anlamıştım artık “eti senin kemiği benim” sözünde hiçte dövün dövebildiğiniz kadar bir anlam yüklemesi olmamıştı…

Ortaokulla birlikte sözcük olarak ta çok sevdiğim “öğretmen” sözcüğü “hoca” haline dönüşmüştü artık, neden böyle olmuştu emin olun bugün de izah edemiyorum, neden o güzelim sözcük terk edilir de yerine sürekli cami hocası ile karıştırılmasına neden olan hoca sözcüğü kullanılır… Bugün artık hayatta olmayan Babam ve Ali İhsan öğretmeni rahmetle anıyor, anıları önünde saygıyla eğiliyorum… Toprakları bol olsun, başlarından yıldızları eksik olmasın…

Bugün gelinen nokta itibariyle eğitimin göz ardı edildiği, onun yerine öğretimin çok önemsendiği maalesef bir vakadır. Oysaki eğitilmemiş kafaları ne kadar öğretirseniz öğretin sonuç bugün gelinen noktadan daha ileri olamaz ve ne yazık ki saygısız, sevgisiz bir toplum yaratırsınız ve “gemisini kurtaran kaptan” ile “bana dokunmayan yılan bin yaşasın” diyen ahlakı yüceltirsiniz, sonuçta da buna taparsınız tıpkı bugün olduğu gibi… Eğitim deyince, öğretimi bir hayli kıt olan babamın katkılarını asla unutamam ve bugün bile bazı davranış ya da ilişkilerimizin özetini kendi yaşamımın ışığı ve şiarı etmiş bulunmaktayım.

Üniversite sınavların tek aşamalı ve sınav öncesi tercihlerinizi yaptığınız şekliyle olan sınavlarına girdim, belki başarısızlığımdan belki tercih yapma hatalarından maalesef herhangi bir öğretim kurumuna girmeye hak kazanamamıştım, Babamın tepkisi sadece sonuç kâğıdını önüme koyarak “buyurun beyefendi 11 yılın faturası” dedi ve bir daha asla bir şey söylemedi ne kızdı, ne bağırdı, ne de lafı uzattı… Sınavlarda 2. girişte de başarılı olunca Üniversite senin sandığın gibi bir yer değildir ders verirler çalıştın mı çalışmadın mı hayatta karışmazlar, bakmazlar ama sınavlarla disiplininin ne olduğuna bakarlar ve bunu ölçerler, tıpkı banka kredisi gibi krediyi geri ödemen gerekir yoksa yaptırım gelir hemen arkasından mealinde konuşmalar yaptı ve bu konuda da bir kez daha asla herhangi bir kelamı olmamıştır.

Bir defasında ise, arkadaşlar ile kahvehanede kâğıt oynarken arkadaşların babaları ile babam da geldi, babaları gelen arkadaşlar hemen kâğıdı bıraktılar ve kahvehanenin arka kapısından çıkıp gittiler, ben ise masadan kalkmadan bekledim, masadaki kâğıtlardan zaten orada ne yaptığımız da çok açıktı… Ve durumu gören babam yanıma geldi, “babalı çocuklarla oyun oynarsan sonuç bu olur” dedi, al bakalım bir kıssa daha, yıllar sonra bunun babalarından korkan ve yaptıklarını babalarından saklayan çocuklarla arkadaşlık yaparken dikkatli olmak gereği üzerine bir felsefe olduğunu anlamıştım…

İlk sigara içtiğim dönemlerde annem bunu bilirdi ve yemeklerden sonra annem mutfakta yemek sonrası gerekli işleri yaparken bende orada sigara içerdim, sigara içtiğimi anladığı gün beni mutfaktan çağırarak gel bakayım buraya, baba yanında sigara içmemekle saygı olmaz, bu belayı içiyorsan benim de yanımda adam gibi iç dedi, bundan sonra her ortamda içebildiğim için hiçbir zaman gizli ve kuytu yerlerde sigara içme gereksinimi duymadım ve o gizli köşelerde içilen sigara dışı şeylere de meyletmedim. Sonuçta sigarayı yaklaşık 10 ya da 11 yıl önce bıraktım ve şimdi bu konuda sigara içilmemesi için yapılan propagandaların toplum sağlığı açısından önemine çok fazla inanmaktayım, yeter ki zorla ve zorbalıkla yapılmasın…

Gençliğinde “Tito”, ileri yaşlarında ise “Dede” lakabıyla anılan babam; Yugoslavya devlet başkanı Tito’nun giydiği körüklü çizmelerin benzerini giymesinden, bu çizmeleri her gün cilalayarak parlatmasından kaynaklanan lakabı ile gözümde hep başka bir noktada yer almıştır. İleri yaşlarında kelliğinden mi, yaşlı görünümünden mi kaynaklandı bilemiyorum ama gitti Titoluk, geldi Dedelik, ama dedelikte ona bir ayrı yakışıyordu açıkçası…

Yıllar sonra da, bana seninle gurur duyuyorum demesi, sen beni geride bıraktın beni aştın seninle gurur duyuyorum, bir o kadar da seviyorum demesi de benim için aile eğitiminin ve mütevazılığin zirvesi olmuştur, hayatım boyunca da bunun etkisiyle yaşadım.

Toprağın bol olsun, yağmurlar üstüne yıldız yağdırsın, başucundan yıldızın hiç eksik olması benim güzel babacığım…




Salı, Nisan 05, 2011

KÂFFİR GOVERNMENT

Hindistan’da çalıştığım yıllarda yaptığım işin doğası gereği ülkenin neredeyse tamamını gezdim, işim ile ilgili olmasından ötürü, ihale takipleri, yer görme adı altındaki geziler ve malzeme teminleri içinde arazi çalışmalarında bulundum, kolayca anlaşılacağı üzere büyük şehirler ile birlikte kırsal kesimde de bol miktarda bulundum.

Hindistan; büyük imparatorlukların kurulmasına beşiklik etmiş, bu nedenle de dünyanın en önemli ve gelişmiş uygarlıkları tarih sahnesine burada çıkmışlardır. Bir taraftan; Hinduizm, Budizm ve Müslümanlık gibi büyük dinlerin yoğun nüfusunun bulunması diğer taraftan da çok değişik ırkların yaşaması Hindistan’ı tam anlamıyla ve dünyaya resmen örnek olabilecek ölçüde bir mozaik ülke haline getirmiş ve bu değişik ırklar ve dinler inanılmaz bir sulh içinde yaşamaktadırlar.

Hindistan bu haliyle de tarihin ilk dönemlerinden itibaren dünyanın diğer büyük imparatorluklarının dikkatini hep bu coğrafyaya yöneltmesine de neden olmuş ve Büyük İskender önderliğindeki Makedonya imparatorluğundan, Roma İmparatorluğundan, Moğol İmparatorluğundan, İngiliz İmparatorluğuna kadar büyük imparatorlukların işgal hedefini oluşturmuştur. İngiliz İmparatorluğunun etkisi bugün kültürel boyutu itibariyle hala çok canlı olup, başka başka dilleri kullanan Hindistan vatandaşlarının ortak ve birbirleri ile iletişim dili ne yazık ki hala İngilizcedir. Bu kadar hedef olan bir ülke nasıl bir uygarlık oluşturmuştur derseniz, tek kelime ile muhteşem…

Tüm dünyada olduğu üzere, büyük uygarlıklar çok değişik alanlarda büyük anıtlar ve yapılar yapmış olsalar bile, bu konuda öne çıkan yegâne yapılar Hindistan’da da dini mabetler olmuştur, bunun bir istisnası ise dünyanın en çok ziyaret edilen yapılarından biri olan TAÇ MAHAL’dir. İnşaatı yaklaşık 20 yıl süren Taç Mahal, Hindistan'ın eski dönemlerdeki başkentlerinden biri olan Agra şehrinde bulunmakta olup, Dünyada aşk adına yapılmış en büyük, en güzel ve en görkemli anıt olarak kabul edilmektedir ve Timuroğulları hanedanı Şah Cihan'ın büyük bir aşkla sevdiği eşi Mümtaz Banu’nun hayata gözlerini kapatması üzerine, onun büyük aşkının hatırasına yaptırılmıştır. Mimar Sinan'ın talebelerinden Mehmet İsa Efendi ve Mehmet İsmail Efendi ile yapıdaki yazıları yazan Hattat Serdar Efendi eserin yapımı için Şah Cihan tarafından İstanbul'dan getirilmişler.

Şah Cihan'ın eşi Mümtaz Banu, güzelliği, zekâsı, iyilikseverliği yüzünden imparatorluğun her yerinde ve herkes tarafından saygı duyulur, büyük muhabbetlerle Mümtaz Mahal diye anılmaktaymış. Şah Cihan, Mümtaz Banu henüz 16 yaşındayken kendisine aşık olmuş, evlenmek için ise 5 yıl beklemiş, bu büyük aşktan ötürü Şah Cihan çok sevdiği eşini her yere götürür, onun fikirlerine, zevkine önem verirmiş. Bu yardımsever, zeki ve güzel kadın 14. çocuğunu doğururken vefat eder ve Şah Cihan eşinin ölümünü takip eden süreçte yemekten, içmekten kesilmiş, hiç odasından çıkmamıştır diye de bilinmektedir. Duygulu, gerçek âşık, vefalı hükümdar, ölünceye kadar kalbinde yaşatacağı sevgili eşi için bir anıt yaptırmaya karar verir, bu anıt saf ve temiz aşkı sembolize edecek şekilde güzel, iç açıcı, aynı zamanda görkemli ve muhteşem olacak, bu konuda hazineden herhangi bir kısıtlama olmaksızın harcama yapılacaktı.

Bugün tüm fotoğraflara ve anlatımlara konu edilen sadece Taç Mahal olmasına rağmen, bu eser bir yerleşke halinde, Şah Cihan’ın diğer eşleri içinde yaptırdığı yapıların bulunduğu, ibadet için bir cami ve konaklama mekânları da yer almaktadır. Taç Mahal üzerine meslekten olmam itibariyle mimari estetiği için olmasa bile tekniği açısından çok kelam edebilirim ama bunu bu yazıda yapmayacağım belki bir başka yazıda konunun bu taraflarına da değinebilirim.

Ofisimiz Delhi’de olduğundan Türkiye merkezimizden gelen her insan Agra’nın Delhi’ye yakın olması nedeniyle, her gelen kişiyle birlikte Taç Mahal ziyaretine katılmam gerekmekteydi, çünkü asla ve kata izah edilemeyen bir yoğunluğa ve keşmekeşliğe ilaveten de alıştığımız trafik akışı dışında soldan giden bir trafik ve kahredici bir korna sesinden ötürü, gelenlerde ilk andan itibaren sanki yalnız bir taraflara gidilemezmiş gibi kanaat oluşmaktaydı. Bu arada hemen hemen her aracın arkasında “please horn” ya da “blow horn” yazar ve tüm sürücülerde buna katıksız uyarlar, şimdi düşünün nasıl bir gürültü çıkar ortaya…

Buraya yapılan gezi; Hanedanın hüküm sürdüğü saray ziyareti de olmak üzere, Taç Mahal yerleşkesindeki tüm yapıların ziyaretini kapsamaktaydı genellikle. Bu yapıların içinde benim dikkatimi en fazla yoğunlaştırdığım yer ise, yerleşke içindeki cami olmuştur hep ve burada özellikle cami imamı ile yaptığımız muhabbetler bir harikadır. İmam hükümetten herhangi bir maaş almadığını hemen hemen herkese söyler, kendisini de tanıtırken bunu çok önemsediğini mutlaka hissettirerek babasının da buranın imamı olduğunu mutlaka söyler. Ama tüm bunların yanında her ziyaretçiden bir miktar parayı bir şekilde almayı becerir, bunu bildiğimden ben caminin girişine kadar ziyaretçileri getirir oradan sonra içeriyi dolaşmalarını beklerdim. Camide kapı olmamasından ötürü de içeri girenlere nasıl yaklaştığını dışarıdan izlerdim bu alışverişleri eğer bir kolon arkasında kalmamış ise…

Yine bu ziyaretlerden birinde; yanımda gelen arkadaşlarımdan; yeterli dili dökerek önemli bir miktar bir para kopartır imam efendi, arkadaşlarım da dışarıda beklemekte iken bana doğru yürürlerken, benim arkadaşlarım olduğunu fark eden, benden de iyi miktarda para koparabileceğini ümit eden imam beni hedefine alarak son derece hızlı bir şekilde benim üzerime doğru gelmekte idi, bende hızlı bir şekilde hedef olmamak için uzaklaşıyordum ki; birden ve ilk defa o gün daha önce fark etmediğim ve zeminde döşenmiş bulunan plakalarda İsrail yıldızına benzer desenler olduğunu fark ettim. Ve işte o anda imamı şok edecek, karizmasını çizecek bir hareket yapmaya karar verdim.
Durdum ve aniden ona doğru dönerek, parmağımı bu işaretlere doğru sallayarak:
- Bu işaret ne? Bu Yahudi sembolü, burada ne işi var bunun?
Diyerek sert bir şekilde sordum. Bir an beklemediği ve cevabını bilmediği soru karşısında şaşırdığını anladım, yüzündeki ifadeye bakarak. Ama verdiği cevap karşısında ne kadar yanıldığımı anladım, verdiği son derece hince ve cince cevaptan, açıkçası bu durumdan bu kadar kolay sıyrılabileceğini hiç düşünmemiştim. Kollarını iki yana açarak;
- Kaffir government , kafir government
Diyerek para beklentisi konusunda da kararlılığını da devam ettirdi.


Cumartesi, Mart 26, 2011

AKSIRINCAYA KADAR TIKSIRINCAYA KADAR İÇİYORLAR

“8 yıldır bizim samimiyetimiz test ediliyor. Birileri ısrarla bize gizli hedefler izafe ediyor. Soruyorum. 8 yıldır hangi özgürlüğü kısıtladık. 8 yıldır kimin yaşam tarzına müdahale ettik. Herkes istediği gibi giyiniyor. Herkes istediği gibi içiyor. Aksırıncaya tıksırıncaya kadar içiyorlar.” diye buyuruyor bir Türk büyüğü, bilahare de “Dinim emrettiği için bu konulara girmiş değiliz, 58. ve 59. madde açık. Bize hemen damgayı vuruyorlar. Peki din güzel bir şey emrediyorsa, onu yapmak da mı suç? Trafik kazalarının sebepleri, cezaevine girilmesi, suç işleme olaylarında alkolün etkisi ortada. Aksırıncaya, tıksırıncaya kadar demişim. Ben de insanım. Benim de gerilimli dönemlerim, stresli ve sinirli anlarım oluyor… Benim de hatam olur. Hatasız kul değiliz ya…” diyerek kendisini masum göstererek savunmaya çalışıyor.

Ne diyor bu ulu Türk büyüğü trafik kazalarını alkollüler yaparmış, trafik polisleri her kazada alkollüleri yakalarmış, peki bir ulu Türk büyüğünün mahdumunun yaptığı trafik kazasında hem de ehliyetsiz araba kullanma hali varken, kaza kapatılmış, müştekiler bir şekilde şikâyetçi olamaz hala getirilmiş belki de ikna edilmiş ise, bu durumu nasıl izah etmek gerekecektir? Akıllara durgunluk veren, beyne spazm geçirten bu gelişmeler karşısında insanın deliliğe vermesi gerekiyor herhalde ruhi çıkış olarak, aksi taktirde maazallah…

Ayrıca ve ilaveten ne diyor bu ulu Türk büyüğü; girişimin hedefi Anayasanın 58. ve 59. maddelerinin amir hükümleri çerçevesinde gençliğin korunmasıdır. Evet, evet bu gençleri korumak gerek ama kimden ve neden korunmalıdır işte oda yine mezkûr Anayasanın 58. maddesinde çok açıktır, “müspet ilimin ışığında, Atatürk ilke ve inkılâpları doğrultusunda eğitilmelidir” bu gençler ki, asıl koruma oluşsun; ama ne gam… Siz gençleri koruyacağınıza eğitim ve öğretimi korusanıza bu yobaz, bu dış mihraklı baskı, bu çağdışı saldırıdan, eğer bu yapılmış olsa gençleri herhangi bir şeyden korumaya gerek kalmaz… Ama ne gam ne keder…

Peki, gerçekten amaç, gençliği korumak ise, neden kumardan korumuyorlar acaba? Alkol ve seks gibi takıntıları var bunların kesinlikle gençleri korumak gibi bir dertleri yok, öyle olsa neden pıtırcık gibi sayısal lotocular, iddiacılar artıyor acaba? Neden acaba; Milli Piyangonun özelleştirilmesi gereğini açıklarlarken yeni oyunların ihdas edilmesi kaçınılmaz olmuştur gibi açıklamalarda bulunurlar ve hatta iddia oyunları hariç günde ortalama 3 kez devlet eliyle bahis oynatılmasına rağmen…

Alkol konusundaki pozisyon almaları; önce düğünlerde daha önce hiç kullanılmamış bardaklarla şerbet dağıtmak, kırmızı hatlar oluşturarak alkollü restoran ve lokantaları bu hatların gerisine çekmek vs. gibi masum görünen ve kamuoyunda tepki oluşturmayacak yaklaşımlar göstererek bilahare de asıl amaç olan alkolün külliyen yasaklanmasıdır, görünen…

“Hem bize ne milletin yaptığından” denilerek koro halinde propaganda yapılmakta, hem de milletin içtiğine karışıyor “aksırıncaya, tıksırıncaya kadar içiyorlar” diyerek Kasımpaşa ya da Eşrefpaşa’nın magandaları edasıyla seviyesiz yorum yapılmaktadır ki, bu şekilde bir ifade ile milletin ne kadar içtiklerini biliyor havası yaratıp ama karışmıyor görüntüsü ile de kendilerini aklamaya çalışıyorlar, yahu ayıptır bu kadar aptallığımızı yüzümüze vurmak be.

Evet, bu Sn. Ulu Türk büyüklerinin “kısıtlama yok” dediklerine katılmıyorsam namerdim, kesinlikle kısıtlama yok, direkt olarak toptan yasaklamanın idmanları yapılmaktadır.

Gençlerin alkolden korunmaları gerekmiyor bana göre, ama acilen yobaz saldırılardan, acilen beyin yıkama seanslarından, acilen trafik teröründen, acilen uyuşturucudan, acilen kumar ve şans oyunu tutkunluğundan korunma yollarının bulunması ve uygulanması gerekmektedir. Ama asıl olan ise de; bedava öğrenim, bedava yurt temini, kolay ve bedava yiyecek, kolay ve ucuz ulaşım, bedava sağlık ve tedavi, hülasa kolay ve ucuz hatta bedava yaşam sunulmalıdır gençlere.

Ama en önemlisi de çocuk yaştaki kızların evlendirilmelerine karşı çıkın, canım yurdumun önemli bir bölümünde hala kız çocuklarının para karşılığı satılarak, babaları ve dedeleri yaşındaki heriflerle evlenmeye zorlanmalarına karşı çıkın…

Kızların 13 yaşında evlendirilmesine sesin çıkmasın, 18 yaşına gelen yurdum insanının beline ruhsatlı silah takabilmesi için yasa çıkarılmasına sesin çıkmasın, ama alkol alımı için canım yurdumun genci ancak 24 yaşında içki satın alıp içebilecek, bu kafayı ben iyi biliyorum ama canım Yurdumun canım insanını bunları anladığı için anlayamıyorum, hayret doğrusu… Bu adamları anlamasak ta olur ama vatandaşı anlamak gerek bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan halkın gideceği nokta neresi olur bilemiyorum vallahi…

Çok merak ediyorum Zafer Üskül hoca ne diyor, ne yapıyor acaba bu gelişmeler karşısında…

Aslında bu gelişmeyi de şamata ile karşılayıp, ciddi ciddi önümüze dayatılan bu hikaye karşısında gülüp geçmek gerekiyor ama… Hadi biz de dalgaya vuralım ve durumdan şakalar üretelim…

BİR ŞAKA: Belki de, ya sadece lokanta ve restoran çalıştıranlar ile gençler arasında bir referandum yapılmalı ya da lokanta ve restoranların 12 Haziran 2011 e kadar %42 si alkolsuz %58 i de alkollü olsun, daha demokratik olmaz mı acaba? Sonrasında da yeni seçimlere göre yeni bir kompozisyon çıkar ortaya nasıl olsa…

BAŞKA BİR ŞAKA: Uzun yıllardan beri Türkiye'nin alkol tüketimi istatistiklerinde, ilk sıralardaki İllerimizin genellikle muhafazakârların (siz anladınız tam kimleri kastettiğimi) hep tulum çıkardığı İller olduğu düşünülürse bu tariflerdekilerin aslında kendi siyasi tabanları olduğu açıktır… Ne yapsın adamcağızlar tabanlarını korumak istiyorlar, zaten bize ne dediler “gavur İzmir”, demek ki derdi bizimle değil, gavur içer zaten, ona da mı karışacak adamcağızlar, ayrıca gavurlar aksırarak, tıksırarak değil; adam gibi içerler. Bu nedenle herhalde biz hedef sayılmayız değil mi?

Yahu bırakın bu beyhude girişimleri ve çabaları… Suudi Arabistan’da yasaktır, peki ne oluyor biliyormusunuz, her ev bir içki imalathanesine, fabrikasına dönüşmüş ve ciddi bir Filipinli evde alkol üreticisi işçi de ithal edilmiş vaziyettedir, diğer taraftan ise herkesin ağzında özellikle Yemen sınırına yakın bölgelerde yetişen ve uyuşturucuya yakın bir ot, korkarım bunlar burada bizi Maraş otu bağımlısı yapmak istiyorlar galiba, yorumu da yapabilir bazıları, maazallah…

Adamcağızlar, şiirsever tabii, Tevfik Fikret’ten şiirlerle hitap ediyor, ne desinler yani, “işeyene sıçana” kadar içiyorlar mı deseydiler…

Bizde bir diğer Tevfik’ten (Neyzen Tevfik) bir şiir ile sona erdirelim.
Rakı şarap içiyorsam sana ne.
Yoksa sana bir zararım, içerim.
İkimiz de gelsek kıldan köprüye,
Ben dürüstsem sarhoşken de geçerim

BİR ANI: Geçtiğimiz yaz Yunanistan’ın Sakız adasına geziye gitmiştim, tam da o günlerde Ramazan ayı idi. Tekneden indiğimizde pasaport kontrolünün her ülkede olduğu üzere 2 kapıdan birinde EU vatandaşları ve diğerinde ise diğerleri yazılmaktaydı diğerleri kapısı çok kalabalık olunca bende EU vatandaşları kapısına gittim polis bana anlamlı anlamlı ama özellikle de neden bu bölümdesin edasıyla bakarak kaç gün kalacağımı sorduğunda ben de karşıda ramazan var burada bu gece içip yarında döneceğimi söylemiştim adam da gülmüştü. İstermisiniz bu şaka yollu yaptığım şey gerçek olsun ve bugün Suudilerin yaptığı gibi içki içmek için yurtdışına gidelim…

Ne yapalım şimdi;
“Alkol bütün kötülüklerin anasıdır
“Cennet anaların ayakları altındadır”
Hadi izah edin bakalım edebilirseniz…









Pazar, Mart 20, 2011

SİZİ SAVUNMAK NE YAZIK Kİ BİZE DÜŞTÜ

Bugünlerde kamuoyunu önemli ölçüde meşgul eden ve toplumsal polarizasyonu artıran “Balyoz darbe planı davası”, 1. Ordu Komutanlığı tarafından hükümeti devirmek amacıyla Balyoz isimli bir askeri darbe planı hazırlandığı iddiasına dayanarak Özel Savcılıkça başlatılan soruşturma sonucu Ağır Ceza Mahkemesinde yürütülen bir dava konusu olduğu herkesin malumudur. Hükümeti güç kullanarak düşürmek (cebren ıskat) ve vazife görmekten men etmeye teşebbüs girişimi olarak Çarşaf, Sakal, Suga ve Oraj kod adlı eylem planları hazırlayarak darbe ortamı oluşturmak en önemli suçlamadır. Peki, böyle bir ihtimal olabilir mi acaba? Bunu ben bilemem şüphesiz, belki olabilir belki de olmayabilir… Ancak bu kabil gücü elinde bulunduran ve harekete geçirme yetkisini kendinde görenler buna benzer organizasyonlar içinde bulunabilirler, şüphesiz… Aslolan ise bu çaplı gücü elinde bulundurduğunu düşünenlerin sürekli cunta oluşturma girişimlerin kaçınılmazlığıdır ve tüm dünyada silahlı kuvvetlerde rastlanılacak bir durumdur, ne yazık ki. Ancak ülkedeki diğer kurumların gücü ve etkisi ile siyasilerin ve toplumun kararlılığı, direnci ve uyanıklığı karşısında bu kabil çabaların defedilmesi mümkün görünmektedir.

Şimdi; bu yargılama sürecinde kamuoyunda, basına yansıdığı kadarı ile hukukun ayaklar altına alındığı konusunda yaygın bir kanı oluşmuş bazı kesimlerde ise de infiale varan gelişmeler yaşanmaktadır. Kişisel kanaatim odur ki; bu dava da hukukun dışına çıkılmış, ciddi hukuk ihlalleri yaşanmaktadır.

Halk arasında sürekli olarak “bu hukuk herkese gerek” lafı çok sık kullanılır ama özellikle de hukuku çiğnenenler bu konuda feryat figandırlar. Sürekli “bu hukuk bir gün herkese gerek olabilir” lafını söyleyenleri gücü elinde bulunduranlar sürekli muhalif, muarız diye suçlarlar ya, bu sefer de bu kural değişmedi. Dünün muktedirleri bugünün mağdurları oldular, gerçi bu devran böyle sürer gider kimsenin kuşkusu olmasın. Güç ellerinde iken yapmadıklarını bırakmazlar güç elden gidince de mağdur duruma düşünce hukuk katlediliyor diye ortalığı kaldırırlar…

Gelelim dünün güçlülerine; dün herkese her şeyi yapmayı kendilerinde hak görenler, reva görenler, dün hukuk çiğneniyor feryatlarına kulak tıkayanlar bugün kendi feryatlarına kulak verilmesi bekliyorlar… Haklılar onların hukuklarının çiğnenmesine bizim kulak tıkamamamız gerekiyor, onlar için hukuk kurallarının layığı ile işlemesi için çaba sarf etmemiz gerekmekte olduğuna canı gönülden inanıyorum… Hukuk herkes için olmalı, herkese aynı uygulamalar yapılmalı.

Ama ne yazık ki bugünün mağdurları; hukuk düzeninin bozulması, takdirlerin güçlüden yana yapılması, hukukun güçlüleri gözetmesini sağlayacak o kadar çok düzenlemeye karar verdiler, destek verdiler ya da göz yumdular ki, gelinen noktada kendileri için yapılabilecek çok şey bırakmadılar, zannettiler ki bu düzen 1000 yıl (yazıyla bin yıl) böyle gidecek. Şimdi destek verdikleri ucubenin mağduru oldular.

Şöyle kısaca bir hatırlayalım, verdikleri kararları, verdikleri destekleri ya da göz yummalarını;

12 Mart’çılar astılar kestiler
Ziverbey köşkü bir işkence üniversitesi haline getirilmesine rağmen ses çıkarmadınız, Anayasanın rafa kaldırılmasına göz yumdunuz, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan idam edilirken üstelik bugünden geriye baktığımızda çok ta komik bulunabilecek suçlamalar neticesinde yine kılınız kıpırdamadı, sürek avları düzenlenerek yabancı avcıların da tatminlerini sağlayacak şekilde başta Mahir Çayan ve arkadaşları olmak üzere bu ülkenin geleceği olan yüzlerce genç dağlarda, ovalarda ve evlerde katledildiler, ama ne gam ne keder …
68 Kuşağının mağdurları ağabeylerimizin “yapmayın efendiler bir gün bu hukuk size de gerekebilir” feryatlarına kulak tıkadınız…
Tabii bunlara hemen koro halinde “ama onlarda komünisttiler, devleti yıkmaya çalışıyorlardı” bizde devleti koruduk diyebilirsiniz ama artık bunların kocaman birer palavra olduğunu bizatihi üst düzey mensuplarınızın beyanlarından anlıyoruz.

12 Eylülcüler astılar kestiler
1 Mayıs 1977 de yapılan katliamda bir sürü unsurunuzun rol aldığı söylendi yazıldı hatta kısmen ispat edildi ama sadece ve sadece sizden ses çıkmadı,
1.000.000’a yakın insan gözaltına alındı, inanılmaz işkencelerden geçirildi, yıllarca yargılanıyorlar palavrası ile tutuklu kaldılar, ama hiçbiriniz “yahu bu adamlar suçlarını bilmeden yatıyorlar” sözünü Allah rızası için bir kez bile söylemediniz, söyleyenleri de YAŞ kararları mucibince bir güzel saf dışı ettiniz ya da edilmesine göz yumdunuz ya da ses çıkarmadınız…
Kendinize lider tayin ettiğiniz bir Türk büyüğünün “bu kış komünizm gelecek” sözünü kendinize şiar edindiniz sürek avları başlatılmasına ses çıkarmadığınız kabak gibi ortada iken, tam tersine “şartların oluşmasını bekledik” sözünün arkasına sığınılmasına sessiz kaldınız…
“Our boys” gibi çok ağır bir yaftadan rahatsız olmadınız ya da oldunuz ama sessiz kaldınız
78 liler olarak bizlerin “yapmayın efendiler bir gün size de gerekebilir” feryatlarımıza kulak tıkadınız…

28 Şubatçılar hükümeti düşürdüler
O zaman ki üstleriniz tarafından “Balans ayarı” yapıldı sesiniz çıkmadı, O zaman ki Komutanlarınız ABD de görüşmelerde bulunup geldikten sonra bu operasyonları yapmış olmalarına rağmen hiçbir zaman illiyetleri ve rabıtaları görmediniz ya da gördünüz ama sesiniz çıkmadı. Tüm bunların emir komuta zinciri içerisinde olduğunun tarafımızca anlaşılmasını ve üzerlerine de fazlaca gidilmemesini beklediniz ve hatta arzuladınız
Temelde bütün darbeleriniz (tabii ki kurumsal yapınız itibariyle) “sosyal gelişmeler ekonomik gelişmelerin önüne geçmiştir” anlayışının ürünü olmasına rağmen sesiniz çıkmadı şimdi sosyal yönünü bitirdiğiniz toplumdan sizi anlamasını hatta desteklemesini beklemektesiniz, isteseler de yapamayacaklarını bile bile…

Her “milli güvenlik kurulu” toplantılarından sonra sürekli “irtica ve bölücülükle mücadeleye devam edilecektir” açıklamasının yapılmasına rağmen ne hikmetse her darbeden, her müdahaleden sonra artarak gelen irticanın sorgulanmasının takipçisi olmadınız, olmadığınız gibi her seferinde de kaçanları bulup garantiler vererek geri getirdiniz ve partiler kurdurdunuz…

Şimdi kendileri yargılanıyorlar ve hukuk bekliyorlar
Şimdi bakıyorum “ben 2 yıldır tutuklu bulunuyorum ama ne ile suçlandığımı bilmiyorum” diye haklı olarak şikâyetçi oluyorsunuz da, mensuplarınızca yapılan her darbeden sonra bir sürü insan “neden ceza aldık bilmiyorum” ya da “neden bu insanlar idam edildi anlamıyoruz” diyenleri hep horladınız, hep görmediniz ya, işte buna şaşıyorum.

Ama şimdi biz sizlerin (onların) haklarını savunuyoruz

Son söz de bugün bu hukuk dışı uygulamaları gerçekleştirenlere ve savunanlara belki yarın size de gerek olabilir, lütfen hukuk devletini militanca savunun…
İlerde bir de sizin haklarınızı savunmak durumunda bırakmayın bizi… Sakın bu; AB’ye ve ABD’ye güvenmeyin, özellikle bakın İslam Dünyasına, dün desteklediklerini şimdi terk ettiler…