Salı, Haziran 12, 2012

SADECE DİYARBAKIR CEZAEVİMİ

İnsanın Kürt olarak doğmuş olmasından yani kendisinin hiçbir şekilde dahli olmamasından ve asla değiştiremeyeceği bir özelliğinden ötürü zulüm ve işkence görmesini normal bir insanın normal görmesi normal değildir, ilaveten bu olanları normal görenlerde normal değildir. Mevzubahis olan 12 Eylül zindanlarında işkence ve zulüm görenlerin sadece Kürt olup olmadığı ise, nereden baktığınıza bağlı olarak bu soruya evet te hayır da demek mümkündür. Örneğin; “Türkçe konuş çok konuş” gibi aptalca ve hatta alçakça konulan bir kuraldan hareketle evet demek mümkün iken, Türkiye solunun tamamen yok edilmesi için yapılan işkencelerin ve zulümlerin boyutu hatta savaş hali uygulamaları ile yok etme politikalarından hareketle, Mamak, Mersin, Adana, İstanbul Metris ve İzmir Buca’dan bakarsanız kaçınılmaz olarak hayır dersiniz, işte bu karmaşa içerisinde asıl gözlerden uzaklaştırdıkları külliyen solu Kürt ya da Türk ayrımı yapmaksızın yok etme taarruzu idi.

Tutuklamalarda ve gözaltılar da savaş hali koşullarını uygulayarak yarattıkları iç savaş koşullarını zımmen kabul ederlerken, gerçekte de yüzlerce fersah üzerinde uygulamalar yapıldı, hatta cezaevlerinin tamamı Nazi toplama kamplarını aratır hale getirildi, Nazi toplama kamplarından tek farkı krematoryumun olmaması olmuştur, hani meşhur “geceyarısı ekspresi” filmi var ya o dönemin cezaevleri yanında yıkanmış yunmuş kalır, “asmayalım da besleyelim mi” diyen leş özlemli kişilerin devleti yönetmesi söz konusuysa eğer, varın zindanları yöneten iktidarsızların yapabileceklerini hayal edin gayri siz, şeytanın bile aklına gelmez bunların yaptıkları ve bunu reva gören alçakların dışında bunu herkes anlayabilir.

Mamak cezaevindeki Raci Tetik, Metristeki Adnan Özbay, Adana cezaevindeki Selçuk Değer gibi yüzlerce de benzerleri olanlar özel olarak seçilmedi de sadece Diyarbakır’daki bu işkenceci Esat Oktay Yıldıran özel olarak seçildi havası verilmek isteniyor ve ne yazık ki bu da çok bilinçli bir yaklaşım ve de başarıya ulaştı maalesef; oysa hedef olarak, tüm devrimci, demokrat, yurtsever güçlere şiddetin bütün biçimleriyle saldıran bu azgın işkencecileri yöneten, bunun plan ve politikalarını yazan-çizen, tüm toplumu kişiliksizleştirme konusunda toplum mühendisliği yapan tüm bu faşist darbecileri ve yandaşlarını ve bunları bilipte görüpte ses çıkarmayanları görmek gerekir

Evet, kabul etmek gerekir ki Diyarbakır cezaevi işkencenin doruk noktasıydı, işkencecilerin ise kendilerini atayanları mahcup etmemek adına hızlı bir şekilde işkence konusunda doktora yapabilmeleri için en uygun zemindi. İşkencenin her türlüsünün hatta işkence şeytanının bile aklına gelmeyenlerin 24 saat devam ettiği bu medreselerde Türklerin bile Kürtleştirildiği bir vakadır.

Kim unutmuştur cezaevlerinin bodrum katlarındaki hücreleri; kocaman Cardonları (büyük fare), lağım suları içinde sürünerek yenilen dayakları, memleketine doğru eğilerek sokulan copları, kazma sapları ile yenilen dayakları, susuz bırakılmaları vs. vs.
Kim unutmuştur, Mamak cezaevindeki tabutlukları ve orada ancak bu alçak işkencecilerin yapabileceği işkenceleri;
Kim unutmuştur yakınları ya da avukatları ile görüşmeye giderken yüzlerce metrelik koridorlarda sağlı sollu gardiyan ve askerlerin attığı dayağı, bu anlamda avukatın ve görüşmecinin gelmesi tam bir işkencedir bu dönemde tutuklular için görüşmeye gidip gelirken sağlı-sollu sıralanan gardiyan ve askerlerin sürekli salladıkları coplardan aldıkları darbeleri, artık öyle bir hale geliyor ki ne avukat ne de görüşmeci istiyorsun aman gelmesinler de yenilen dayaklar bir nebze azalsın diye düşünüyorsun;
Kim unutmuştur, günde onlarca kez söyletilen harbiye, ordu marşlarını ve beğenilmediği gerekçesiyle de atılan meydan dayaklarını, kitlesel işkenceleri;
Kim unutmuştur neredeyse hergün “herkes eşyalarının tamamını alsın ve havalandırmaya (dışarıya) çıksın” denilerek yapılan aramaların ve bu esnada giyim eşyalarının üstüne ayakkabılarla basılmasını, duruşmalar için gerekli dokümanlara el konulmasını ve bunun gün içinde defalarca kez tekrarlanmasını;
Kim unutmuştur gözler bağlı iken yüksek bir yere çıkarılmış hissi yaratılarak itelenmeyi ya da aşağıya atlanmasını isteme ve bekleme eylemlerini,
Kim unutmuştur insanlara yemeğin içine fare konularak yedirilmesini,
Kim unutmuştur bit ilaçlaması bahane edilerek belediyeden getirilen insanlar vasıtasıyla gözaltındakilerin anadan doğma soyundurularak arkadan ve önden ağaç ilaçlar gibi ilaçlanmasını ve gözaltındakilerin kendilerini insan hissetmemeleri için yapılan her türlü uygulamaları,
Kim unutmuştur geceyarısından sonra Adana Taşköprü’süne götürülüp soğuk suya iple sarkıtılarak sıra ile sallandırılmasını,
Kim unutmuştur, İnsanların insanlığından utanması gereken bu durumları bu yaşananları, kim?
Peki; kimdi bu alçak işkenceciler ve onların arkalarını sıvazlayanlar, ya da onları aklayanlar paklayanlar, neydi Türkiye’nin dört bir yanında hapishanelerde, nezarethanelerde, işkencehanelerde, tabutluklarda uygulanan insanlık, akıl, izan dışı zulmün sebebi…

Duruşmalarda Hâkim komutanların emri üzerine askerler tarafından atılan meydan dayaklarına seyirci kalan hatta büyük bir keyifle izleyen başta sözde mahkeme heyeti üyeleri olmak üzere, basın mensupları ve o dayağı atan askerler şimdi ne yapıyorlardır acaba? Duruşmalara elleri kolları bağlı çıkan, zincirlenmiş vaziyette çıkan sanıkları yargıladıklarını zanneden sözde mahkeme heyeti üyeleri şimdi ne yapıyorlardır, ne düşünüyorlardır acaba? Acaba onlarda şimdi 12 Eylül anayasasına ve darbecilere karşı olduklarını mı söylüyorlardır, bir yerlerde??? Acaba darbecilerden hesap sorulması gereğini mi anlatıyorlardır çevrelerindekilere?

Amaç kişiliksiz ve itirazsız bir toplum yaratmaktı, dönem için başardılar hatta kalıcı kıldılar, ama ne yazık ki “ileri demokrasi döneminde” de kişilik kazanma mücadelesi veren topluma da savaş açılmıştır, şimdilerde.

Tüm bu reva görülen uygulamalar önce şiddetle reddedildi, sonra sadece reddedildi, sonra reddetmeden dinlenildi, sonra sessizce karşı çıkılmadan dinlenildi, şimdi kabul edildi ama tüm bu süreç sonunda kimse cezalandırılmadı her şeyden önemlisi dönem ile de hesaplaşılmadı daha da kötüsü böyle bir niyetin olmadığı da açığa çıkmış olmasıdır.

Peki, neden sadece Diyarbakır öne çıkarılıyor acaba?

Meseleyi ele alış biçimi ne yazık ki sınıfsal olmaktan çok uzaklaştırılarak yapılırsa olacağı buydu ve oldu işte… Ama bilin ki bu işkenceciler ve onları yönetenleri ve destekçileri; asla ve kata Türk Kürt ayrımı yapmadan bu ülkenin yüzü aydınlık insanlarına kıydılar, onları aldıkları emirler gereği yok ettiler, insanlıktan çıkarmak için her yolu denediler…

İşte bu nedenle asla bu yaşananları unutmamak, unutturulma çabalarına da şiddetle karşı çıkmak gerekir.

Pazartesi, Haziran 04, 2012

SOKAK İSİMLERİNİN DEĞİŞTİRİLMESİ

Canım yurdumun Belediyelerinin kaldırım yenileme faaliyetleri dışındaki en aktif oldukları alanlardan biri de, cadde, sokak ve mahalle isimlerinin değiştirilmesidir. Yerel iktidarlar bu işleri yaparken, aynı zihniyetin taşındığı merkezi iktidarlar da İl, ilçe, köy, mezra, havaalanı, okul isimlerini değiştirmekten asla geri durmaz ve siyasi meşreplerine uygun değişikliklere devam ederler.  Maksat iş yapıyor görünmenin yanında, değiştirilmesi karara bağlanan ismin değerinin düşürülmesi ya da silinmesi, hatta aşağılanması hedef olurken yerine konulması karara bağlanan isme de değer katmak, hatta ne kadar muteber olunduğunun taraftarlara yansıtılmasıdır, en düşük ihtimal de tabelacılara iş yaratma düşüncesidir.

Büyük medeniyetlerin temelleri kentlerde atılmıştır tarih boyunca, kentler bu medeniyetlerin yaratıcıları vasıtalarıyla da bir ruha bürünürler, bu ruh insanların, etik, ahlak temelli sosyal davranışları üstünde inanılmaz bir katkı yapar. Medeniyet, bilineceği üzere anlamı şehir olan Arapça “Medine” kelimesinden gelir ve “şehirleşmek” anlamında yaygınca kullanılmaktadır. İngilizcedeki karşılığı ise; Latince kökenli civis yani yurttaş, kentli den türeyen civilization olup, medeniyet sözcüğünün tam karşılığını veremiyor ve bu sözcüğü tam tamına kuşatamıyor bence, gerçi dil uzmanı değilim boyumdan büyük kelam etmek istemiyorum ama yine de böyle.

Tarih boyunca da şehirler daima edebiyat, kültür ve sanatın merkezi olmuş olup, şehirler insanların ortak paydasını oluşturmuş ve insanlar canlı olmanın keyfine varabilmişlerdir bu sayede, bunun böyle olmaması durumunda şehirler birer canlı mezarlığı ya da binlerce robotun sadece kapitalizmin istediği ucuz iş gücünü karşılayabilmek adına çalışma kamplarına döneceklerdir. İnsanlar şehirlerde kaynaşırlar, iletişirler ve sonuçta daha rafine bir hayat ortaya çıkar, insanı insan yapan bu en temel özelliklerin gelişememesi, birlikte yaşama kültürünün dibe vurması demektir, dibe vuran “birlikte yaşam” kültürü ne yazık ki biyolojik anlamda milyonlarca canlı içinde yalnızlıktan kıvranan bireyler ortaya çıkarır.

Şehirler; mahalle, sokak, semt, havaalanı, okul, park, karakol, hastane vb. gibi yerlerin adları ile birlikte canlı görünürler, bir ruha sahip olurlar, daha sıcak olurlar, kulağa daha hoş gelen sözcüklerle yaşarlar, bu isimler şehrin tarihini ve estetik değerlerini gösterir, diğer taraftan bu hayatiyetin ve ruhun insan ömürleri ile sınırlı oluyor olması, ya da yeni seçilmiş belediye meclisleri ile son buluyor olması, şehirlerin medeniyetin beşiği olması ruhunu zedelemektedir.  Ayrıca; Sokaklara ruhsuz bir görüntü veren numara yerine kesinlikle isimler verilmeli ki sokaklar ve caddelerde birer ruh sahibi olsunlar ve verilen bu isimler sokak başlarına yerleştirilecek panolara yazılmalıdır, bu panolar sadece isimleri yazıyor da olmamalıdır ayrıca, bu kişiyi tanıtacak detaya haiz olmalı ve ne zaman, neden ve nasıl bu sokağa bu isim verildi gibi teferruatları da taşımalıdır.

Son dönemde; Canım Yurduma deli gömleği giydirmek suretiyle, 12 eylül faşizminin mimarları, içimizdeki Amerikan çocuklarının nadide örneklerinden olan, Kenan Evren önderliğindeki çeteninde isimleri okullardan, parklardan, caddelerden ve sokaklardan kaldırılıyor olması da bu kapsamda değerlendirilmeli ve behemehal bu işleme son verilmelidir ve Kenan Evren’in ve yol arkadaşlarının isimleri korunmalıdır ama yukarıda bahsettiğim üzere yerleştirilecek panolara Kenan Evren ve ekibinin Canım Yurduma ne kötülükler ettiğini tek tek yazıp, olası unutmalara karşın bir akıl defteri niyetine herkesin her an okuması ve asla kat’a unutmaması temin edilmelidir.

Kardeşim ihtiyaç mı oluştu Ülkemiz büyüklerinden kaybedilenlerin adını koymak gibi, her yıl yüzlerce yeni sokak ve parklar, karakol, okul, hastane vs vs tesis ve ihdas edilmektedir yapın oralarda istediğinizi ne diye uğraşırsınız milletin onlarca yıldır kullandığı isimleri, illaki bir şey mi değiştirmek istiyorsunuz gidin başka şeyleri değiştirin, ama bu işin yolunu maalesef şimdi unutturulmak istenen ya da halkımız tarafından unutulmak istenen ve birileri tarafından da ısrarla kafamıza çakıldığı biçimiyle demokrasi kahramanı Adnan Menderes açmış, durup dururken salt siyasi muhalifi Osman Bölükbaşı’nı cezalandırmak adına ama aslında onun nezdinde ona oy veren Kırşehirlileri cezalandırmak adına, Nevşehir’i il yapıp Kırşehir’i oraya bağlayıp ilçe yapmak suretiyle kendince cinlik yapıp, tıpkı bugün yaşananlar gibi, koca milletin zekâsıyla dalga geçmiştir. Al sana bir değiştirme furyası ile gelen değiştirme kültürü, kimi heykelin içine tükürür ve değiştirir, kimi yerleşmiş köşeli tarifi olan konuları değiştirir, yandı gitti gülüm keten helva…Unutmayalım ki her değiştirdiğimiz bir isim başka birilerini üzmekte hatta kinlendirmekte bile olabilir ve sonrası kan davası gibi gider, değiştir baba değiştir…

Benim bugün eski havasından, görüntüsünden ve estetik zenginliğinden çok uzaklarda olan ve şu anda yaşadığım sokak, ahir ömrümde; Sü El Maksud Efendioğlu Sokağı, Nazmi Keskin Sokağı, Şehit Teğmen Ali Rıza Sağırbay Cad., 1034 sokak vs. vs. gibi bir dolu isim ve numarayla anıldı, ama benim gönlümde hala kendisi ile ilgili kısıtlı bilgilere sahip olmama rağmen burayı yansıtan en güzel ve dolu görünen isim ise; Sü El Maksud Efendioğlu Sokağı dır. Artık bu değiştirme gayretkeşliğinden tüm ülke olarak vazgeçmeliyiz. Gittiler canım “Cumaovası”nı yaptılar “Menderes”, kardeşim hadi havaalanını yaptınız “Menderes Havaalanı” tamam, derdiniz nedir de ilçenin de adını değiştirdiniz.

Bu şekilde yapılan adres değişikliklerinin; Polise yapılan imdat çağrı ve ihbarları konusunda karışıkları, kısa sürede anlatılması gereken dertlerin uzun zamanda anlatılması, Ambulans çağrılması anında yaşanan telaşla verilen yanlış adresleri, telefon, elektrik, su faturaları vb. gibi daha yüzlerce yazışmanın adreslenmesini olumsuz etkilediğini yazmaya bile gerek yoktur herhalde.

Acaba bu sokak adlarını değiştirenler, ne demek istendiğini anlarlar mı?

Salt bu yüzden yaşadığım bir acı anımı da anlatayım bu vesileyle; 12 Eylülün sıkıntılarını direk yaşamış biri olarak, o zaman ki örfi yasalara göre 90 gün olmasına rağmen 104 günlük gözaltı dönemi bitti denildiği gün (kolayca anlaşılacağı üzere 5 li çetenin düşündükleri ve açıkladıkları yasa yerine geçiyordu o dönem); bu döneme aslında zulüm dönemi demek daha doğrudur ya, savcılığa sevk edilme öncesinde parmak izi alınması esnasında her şeyi bilmelerine rağmen belki laf olsun diye, belki de onlara da bir komünist olmamamıza rağmen komüniste dayak atma bahanesi gerektiğinden, adresimiz soruluyor, “Sü. El Maksud Efendioğlu Sokağı” dediğimde de, vay sen misin polis efendilere yanlış bilgi veren, eşek sudan gelene kadar dayak yine, meğerse sokak adları yine o tarihlerde Canım Yurdumun genelinde değiştirilip numarataja geçilmesi karar bağlanmış, nerden bileceksin ki, ama cennetten çıkma dayağı yedikten sonra, bu kabil hatalara düşmedik gayri, gerçi bundan sonra da soran da olmadı ya, neyse…

Şehirlere kimlik, can ve kişilik kazandıran şeyler, elektrik ve aydınlatma direkleri, kanalizasyon kapakları, kaldırımların taşı ve rengi, otobüs durakları, telefon kulübeleri, eğer bunlar sık sık değişirse kimlik ve kişilik değişimi yaşanır. Kent ve kentlilik kültürü nasıl oluşur elbette kentin kimlik ve kişiliği mezkûr ruhundan kaynaklanır. Hala ne demek istediğimizi anlamayan varsa, gider görür, Paris’i, Barcelona’yı, Londra’yı, Münih’i, Zürih’i, Amsterdam’ı, Moskova’yı, Budapeşte’yi, Prag’ı, Viyana’yı, vb…

Aidiyet Duygusu yaratabilmek ve “Benim Şehrim” diyebilmek için yalanlara ve kara propagandaya karşı uyanık duralım, diyeceğim ama biliyorum ki, çoğunluk uyumaktan yana…

Günümüzde birde muhtemelen büyük rantları dönüştürmek adına kentsel dönüşüm projeleri adıyla alıp başını giden ve takip edebilmekten uzak, Yerel ve Merkezi otoriteler tarafından kentsel dönüşüm hamleleriyle, şatafatlı ifade ile de “marka şehirler” yaratarak, yine kendilerince “ben ders almam ders veririm” ruh haliyle yarattıkları şehirleri kurtaracaklarını söylemiyorlar mı, gülmekten geberiyorum. Geleneksel ya da çağdaş şehircilik ve mimariden, yerli motiflerden uzak düşünülen bu dönüşüm gayretlerinin ağababaları, “kentsel dönüşüm” adı altında, Ankara, Yıldız ve Söğütözü’nde neleri dönüştürdüler, hep beraber biliyoruz…

Pazartesi, Mayıs 21, 2012

MÜTEAHHİT NİHAT ÖZDEMİR

“BU İŞİ EN İYİ MÜTEAHHİTLER BİLİR” başlıklı yazımda ne yazmıştım müteahhitler için; bu mesleğin “en mahir, en yetenekli, ellerinin-kollarının en uzun olduğu, en cesur, en korkusuz temsilcilerinin yine en iyi becerebildiği konu ise, insanı hayrete düşürecek ölçüde, devletin yetkili ve ilgili kurumlarının ihalelerini kimlerin kazanacaklarını, ağırlıklı olarak ihale gününden bir ya da birkaç gün önceden tespit edebilmeleridir. Bu uğurda gerekli olan her türlü; organizasyon, örgütlenme ve mobilize olma hak ve yetkisi kendilerinden menkul olup, düzenlenen seferberlik adına gerekli atış ve ateş gücüne bağlı olarak ta başarı liginde sıralanmaktadırlar.
İşin gerçekleştirilme aşamalarında da bu meslek erbaplarının yapabilecekleri sınırlı olmayıp, akıllara ziyan, şeytana pabucunu ters giydirecek uygulamalara sahne olur yine bu faaliyet alanı. Mesafe tutanakları mı dersiniz, yeni birim fiyat zabıtları mı dersiniz, özellikle yaratılan yıllara sarih işlerde oluşan fiyat farkları mı dersiniz, ne derseniz deyin ama mutlaka kadayıfın altı da üstü de kaymaklı hale getirilir.”

Fenerbahçe Yönetiminin 3 Temmuz 2012 den bu yana; bir istifa ettiğini açıklayan, bir görevinin başında olduğunu beyan eden, kah CAS davasının namusları olduğunu kah CAS taki davayı geri çekerek, bir taraftan fairplay deyip bir taraftan her türlü melanet çevirerek yaptığı manevralarla başta kendi tarafları olmak üzere ortalığı geren Müteahhit Nihat Özdemir; ne diyor ortalığın savaş meydanına döndüğü Fenerbahçe-Galatasaray maçından sonra; “Rakip takım futbolcuları, sahanın ortasında şampiyonluk sevinci yaşarken Fenerbahçe taraftarı, ’Bu taraftar sizinle gurur duyuyor’ diyerek takımımızı tribünlere çağırdı, alkışladı…
Sporcularımız ve hocamız rakip takımı tebrik ederken, hafta boyunca planlanan, maçtan önce, maç sırasında ve maç sonunda devam eden tüm bu barış, destek hissiyatının tam aksine belki çok ufak bir kıvılcım sonucunda ortaya çıkan hiç istemediğimiz, üzücü olaylarla karşı karşıya kaldık.”

Şimdi yaşanan olaylar tüm izleyenlerin gözü önünde oldu; bu yönetici çıksa dese ki, ne yazık ki istenmeyen ve kontrol edilemeyen olaylar yaşandı, bundan ötürü üzüntülüyüz, ancak orada olaylara karışan yaklaşık 500 kişi ya vardır ya yoktur, stada gelen yaklaşık 50.000 kişi içinde yaklaşık % 1 lik bir bölümü teşkil eden bu serseriler Fenerbahçe taraftarı olamaz ya da ne yazık ki aramızdan bu kadar serseri çıktı, bu oranda serseri her takım taraftarı arasından çıkabilir dese, belki konu asayiş dışında bu kadar alevlenmeyecek, büyümeyecekti. Ama ne yaptı, müteahhitlik geleneğinden gelen alışkanlığı ile bu müteahhit beyefendi, Galatasaray seyircimizi provoke etti, polis durup dururken seyircimize saldırdı, Galatasaraylı futbolcu Yekta Kurtuluş elindeki bayrağı sahamıza dikecekti vs. vs. gibi çokta anlamı olmayan bir dolu laf edip, bu sahada sadece kupa bizim tarafımızdan alınabilir gibi aptal sepet bir noktaya konuyu getirip, sahanın göle çevrilmesi, ışıkların kapatılması, soyunma odalarına girip Galatasaraylı futbolculara saldırma gibi yaşananları görmezden gelmemizi istedi. Futbol dünyamız; yok en önemli rakibi olduğu için Galatasaray Fenerbahçe sahasının 5-6 maç kapanmasını planlayarak bu olayları çıkardı demeye kadar getirilen bu heyezan durumuna artık, tıp ta çare bulamaz diyorum. Böylesi bir yaklaşım, davranış, değerlendirme, sonuçlandırma ve kabullenme içinde; ahlak ve etik, fairplay kuralları ve en önemlisi de Türkiye Futbol Federasyon’u kararları ayaklar altına alınmış, çiğnenmiş ne gam, kimin umurunda FENERBAHÇE CUMHURİYETİ ne bir şey gelmesin, yeter.

Ama dedik ya, müteahhitlik eyler iken edinip te kullandıkları, kafa-kol, ayarlama ya da yuvarlamalarla; “mezkur meslek erbaplarının en mahir, en yetenekli, ellerinin-kollarının en uzun olduğu, en cesur, en korkusuz temsilcilerinin yine en iyi becerebildiği konu ise, insanı hayrete düşürecek ölçüde, devletin yetkili ve ilgili kurumlarının ihalelerini kimlerin kazanacaklarını, ağırlıklı olarak ihale gününden bir ya da birkaç gün önceden tespit edebilmeleridir. Bu uğurda gerekli olan her türlü; organizasyon, örgütlenme ve mobilize olma hak ve yetkisi kendilerinden menkul olup, düzenlenen seferberlik adına gerekli atış ve ateş gücüne bağlı olarak ta başarı liginde sıralanmaktadırlar. Hele ihalesi yapılan bu taahhüt konusu işler sözleşme sonrası bir de avans bahşediyorsa kazananlarına siz seyreyleyin çümbüşü, bu uğurda elden, ayaktan, cüzdandan ve kabzadan hiçbir şey eksik edilmez, ama illaki de karar vericiler kutlamaların asıl oğlanıdırlar.” (yazımın 1. bölümü) gereği ve mucibince; konumuzun bu bölümünde de; Türkiye Futbol Federasyonu, Merkez Hakem komitesi, Profesyonel Futbol Disiplin Kurulu, Tahkim kurulu ve de özellikle Medya üzerinde, müteahhitlikte edindikleri becerileri uygulayarak başarıya ulaşmaktadırlar; herhalde.

Konunun cılkını çıkarmak için elinden geleni yapan medya tutturmuş bir; “KADIKÖY atmosferinde bacağı titreyen bir futbolcular” masalı gidiyor, anlamak mümkün değil büyük bir çoğunluğu futbolcu eskisi, eğitimsiz oldukları bir kesinde ilaveten öğretimleri de “mahalle mektebi” düzeyini aşamamış ama adamları bir dinle abuk subuk mimiklerine ilaveten kasım kasım kasınarak; “fobi”, “korku” ile “büyük baskı altında insan davranışları” üzerine doktora yapmış adam edasıyla ve her biri sosyal psikolojinin üstad-ı keremi rollerinde, inanılmaz ve ne yazık ki katlanılmaz durum. (konunun öğretim ve eğitim tarafını tamamlamış ya da haddini bilen futbolcu eskilerini çok az olsalar da saygıyla tenzih ediyorum) Yahu Allahaşkına; Fenerbahçe’nin gecekondu stadına gelene kadar bu adamların nerede ise tamamı; Wembley, Elland Road, Maracana, Nou Camp, Santiago Bernabeu, Giuseppe Meazza, Roma olimpiyat Stadı, Stade de France gibi stadlarda oynamışlar ayakları titrememiş, Manchester United FC, FC Bayern Münich, Liverpool FC, Real Madrit, Milan FC, Roma FC, Paris Saint Germain FC, Barcelona FC, Atletico Madrit gibi dünya çapında takımlarda ya da onlara karşı futbol oynamışlar ayakları titrememiş ama gelmişler Fenerbahçe’ye karşı ayakları titremiş, “tuzlayayım da kokmayasınız”. Hani bu işkembeyi kübradan atışlarını evlerinde çoluk-çocuk otururken yapsalar kendi ailelerinden başkasına zarar vermeyecekler ama bunlar eğitim-öğretim seviyesi yeterince yüksek olmayan milletimize 7 gün 10 saat esası ve ulusal çapta yayın yapan yaklaşık 50 TV kanalında sınırsız ve fütursuzca hitap edince ortalık karışıyor, tüm hafta boyunca yani maçın ikincisine kadar sürmek kaydı ile tüm kahvehanelerde, ofislerde, fabrikalarda ve restoranlarda; “yandı gülüm keten helva”. Kaybolan işe mi yanarsın yoksa gereksiz sinirlenmeler neticesinde kırılan kalplere mi yanarsın, gereksiz kavga ve küfürleşmelere mi yanarsın, artık gel de karar ver.

Tabii hiçbir tarafın işine gelmiyor, Fenerbahçe’nim Ali menfaatlerine dokunulacak korku ve telaşı ile; hemen bu palavra devreye giriyor, kimse bunlara “buldunuz köpeksiz köyü geziyorsunuz değneksiz” diyemiyor, gazeteci iseniz gazeteden atılmanıza sebep olurlar, TV yorumcusu iseniz sizi de attırırlar, gerçi artık TV lerde yorum yapabilmek için Fenerbahçe akreditasyonunuz yoksa zaten size iş te yoktur ya, daha da dikseniz kimliği meçhul kişilerden kurşun da yiyebilirsiniz, yaratılan bu korku ortamında kimse diyemiyor tabii ki 03.04.1989 tarihinden itibaren, maalesef Fenerbahçe dışındaki maalesef başta Galatasaray olmak üzere tüm kulüplerinde inandığı ya da inanmak zorunda kaldığı, Türkiye futbolunu 25.07.1997 tarihine kadar yöneten, Fenerbahçeliliğinin kararttığı gözlerle yarattığı hakem taifesi ile yaklaşık 15 yıldır başta Galatasaray olmak üzere rakip olabilecek her takımın dize getirilişini hazırlayan Şenez Erzik’ten kimse bu yönüyle bahsetmiyor, yahu bu adamın bulup çıkardığı ve hakemlik eden bu kişileri incelemek kimsenin de işine gelmiyor. Ve ne yazık ki bu taraflı, memur zihniyetli, çabuk etki altında kalan taife hakem çocuğu hakem Oğuz Sarvan ile başlayan Ali Aydın gibi gözü kara yüzlerce kişiye ulaşmış ve Fenerbahçe’nin tüm rakiplerini sindirmiş, kimin umurunda, sonra çıkacaksın ortaya Galatasaray Fenerbahçe’yi 15 yıldır yenemiyor diyeceksin ve buna da bahane Galatasaraylı futbolcuların dizleri titriyor, yok bu saha da büyü var gibi sadece köşe başlarını tutmuş bu zevatın inandığı ve bizim de inanmamızı isteyeceksin, güldürmeyin bizi… “Yalan ne kadar büyükse inanan o kadar çok olur” demişti ya propagandanın profesörü Faşist Goebbels ama bunlar bu durumu daha da geliştirip daha veciz hale getirerek "bir şeyi ne kadar uzun süre tekrarlarsanız insanlar ona o kadar fazla inanırlar” ordinaryüslüklerini ilan etmişlerdir. Şenez bey ile ilgili Fenerbahçe maçı öncesi başarılar dilemek için aradığı hakem konusunu daha sonra yazmak üzere ayrı tutuyorum.

Sonuçta; Müteahhitler Türkiye Futbolunun organize işlerini ayarlamaya uyarlamaya devam ediyorlar. Hayırlı olsun.

Salı, Mayıs 15, 2012

BU İŞİ EN İYİ MÜTEAHHİTLER BİLİR - Günün önemine binaen yeniden

Müteahhit için; taahhüt sözcüğünden türeyen ve "taahhüt eden kişi" anlamına gelen ve iş dünyasında "ben bu işi şu kadar paraya şu kadar sürede yapmayı taahhüt ediyorum" diyen yani kısaca zaman ve bedel taahhüdünde bulunan kurum ya da kişidir demektedir sözlükler.

Ancak; zaman zaman haklı ve doğru açıklamaları bulunsa dahi; halkın dilinde üçkağıtçı ve sürekli olarak çalan çırpan ve genel olarak ta en çok kazanan mesleklerin başında gelen bir meslektir. Bir dönem Karadenizliler ile özdeşleşmişse de; 1980 ve de özellikle de Turgut Özal’dan sonra Doğu ve Güneydoğuluların en fazla rağbet edip ve o ölçüde de başarılı oldukları bir iş koludur. Ayrıca erbapları tarafından “elin taşı ile elin kuşunu vurmak” ya da “derenin taşı ile derenin kuşunu vurmak” gibi veciz sözlerle tariflenir bu faaliyetler ve herkese uygun ve açık bir alan gibi görünse ve herhangi bir eğitim, bilgi, birikim, deneyim sürecinden geçmesine gerek duyulmayan özellikle bilek, atış ve ateş gücü yüksekliğine dayalı olduğundan mezkur bölgenin yetiştirdikleri alanın en meşhurlarıdır bu günlerde.

Bir kişiye ne işle iştigal ettiği sorulduğunda mühendisim diyorsa görmüş olduğu öğretimi hemen bilir ve anlarız. Berber, tamirci çırağı bile çıraklık eğitim merkezlerinde öğretim görerek, berber ve tamirci sıfatını ancak alabilirken, hemen hemen her meslek sahibi belli bir eğitim ve öğretimden, bu anlamda bir süreçten geçerek mesleğin sıfatını kazanır ancak müteahhitlik babadan oğula geçen bir meslek olup, müteahhitlik gibi belirli özelliği, eğitimi olmayıp yapılabilen başkaca meslekler de vardır, kolayca anlaşılacağı üzere ama yinede acemilik sürecinin iyi pişme ve eğitilme süreci olarak değerlendirilmesi kaydıyla. Genellikle insanların gözünde; iki gözü fer fecir edip gözleri yerinde durmayan, daha çok para nasıl kazanılırın yolunu arayan, bir keçi’den birden fazla deri çıkarmaya çalışan, ama sonuçta da bunu şartlar ne olursa olsun mutlaka başaran kişidir, dünyanın en eski mesleğinin dışında bir zamanlar karnesi de olup, tarihe ikinci karneli meslek erbabı olarak altın harflerle yazdırmıştır kendini, Müteahhit. Bu konuda kendilerine en büyük destek ve bir anlamda da ortak, maalesef öğretim ve eğitim görmüş, mürekkep yalamış Mimar, inşaat, makine, elektrik, elektronik ve harita Mühendisi, jeolog, içmimar gibi meslek erbapları olup, her türlü teknik ve yasal kılıf bulunarak ve hatta yaratılarak kendilerine bu konuda derin ve eşsiz olanaklar sunmaktadırlar.

Hülasa; kelimenin sonundaki iki harf durumun en anlamlı ve önemli safhası oluşturmaktadır; MüteahhİT.

Mezkur meslek erbaplarının en mahir, en yetenekli, ellerinin-kollarının en uzun olduğu, en cesur, en korkusuz temsilcilerinin yine en iyi becerebildiği konu ise, insanı hayrete düşürecek ölçüde, devletin yetkili ve ilgili kurumlarının ihalelerini kimlerin kazanacaklarını, ağırlıklı olarak ihale gününden bir ya da birkaç gün önceden tespit edebilmeleridir. Bu uğurda gerekli olan her türlü; organizasyon, örgütlenme ve mobilize olma hak ve yetkisi kendilerinden menkul olup, düzenlenen seferberlik adına gerekli atış ve ateş gücüne bağlı olarak ta başarı liginde sıralanmaktadırlar. Hele ihalesi yapılan bu taahhüt konusu işler sözleşme sonrası bir de avans bahşediyorsa kazananlarına siz seyreyleyin çümbüşü, bu uğurda elden, ayaktan, cüzdandan ve kabzadan hiçbir şey eksik edilmez, ama illaki de karar vericiler kutlamaların asıl oğlanıdırlar.

İşin gerçekleştirilme aşamalarında da bu meslek erbaplarının yapabilecekleri sınırlı olmayıp, akıllara ziyan, şeytana pabucunu ters giydirecek uygulamalara sahne olur yine bu faaliyet alanı. Mesafe tutanakları mı dersiniz, yeni birim fiyat zabıtları mı dersiniz, özellikle yaratılan yıllara sarih işlerde oluşan fiyat farkları mı dersiniz, ne derseniz deyin ama mutlaka kadayıfın altı da üstü de kaymaklı hale getirilir. Mezkur meslek erbaplarının, yukarıda sayılan mürekkep yalamış işbirlikçilerinden biri olarak; meslek hayatım boyunca duyduğum en önemli söz : “müteahhit yaptığı işten değil, yapmadığı işten para kazanır” olmuştur, vardır herhalde bir kıymet-i harbiyesi ya da hikmet-i harbiyesi. Hele bu meslek erbaplarının konut sektöründe faaliyet yürütenleri; imar kurallarına ve kanunlarına uygun hazırlanmış imar planlarını asla ve kata sevmezler, bu uygulamalara karşı çıkanlar olursa da gerekirse bizzat politikaya atılarak saf dışı ederler ve imar rantının nasıl yaratılacağını da uygulamalı olarak göstermekten geri durmazlar, Bina yapmayı pek iyi bilmezler ama ne gam ne keder… Buna itiraz edenlerinize her depremden sonra hasar gören binalardaki sayısal fazlalığı ve ölen vatandaşlarımızı örnek verebilirim, ayrıca 1999 yılı depremi sonrası oscar’ı son anda kaçırmışlardır maalesef. Çimentosuz betonarme icadı konusunda uzunca bir mesafe katettikleri ve pek yakında konu ile ilgili uygulamalara başlayacakları konusunda ciddi ciddi haberler yayılmaktadır. Kendilerine başarılar dileyelim.

Peki ben bu herkes tarafından çok iyi bir şekilde bilinen konuları neden mi yazdım.

Son 20 yılda kendi mesleki faaliyetlerindeki başarılarını (!!!) spor alanları ve klüplerine de taşımış olmaları idi benim asıl derdim ama giriş o kadar uzadı ki detayları bir başka yazının konusu olmayı gerçekten çok hak etti. Spor klüpleri konusundaki en önemli ve görkemli örneği Fenerbahçe teşkil etmekte olup, bildim bileli mezkur klübü müteahhitler yönetmektedirler. Peki acaba; ihaleleri gününden önce ve yeterli karlılıkta sonuçlandırabilme kabiliyeti ve meziyeti mi, yoksa bu faaliyetler sayesinde edindikleri diplomasi becerileri mi, mezkur meslek erbaplarının, gerek Futbol Federasyonu nezdinde ve bünyesinde bulunan “Merkez Hakem Komitesi” nezdinde bu çaplı başarılı olmaların doğurmaktadır? Ancak, ister öyle ister böyle Türkiye’nin güzide klübü Fenerbahçe bu konuyla da ilgili olarak, liderliğini sürdürmekte olup, gerekli övgüyü yeterince almakta ve her şeyin “en” ini oluşturmaktadır.

Cuma, Mayıs 11, 2012

SÜLEYMANNAME KÜLLİYATI: BÖLÜM 6 3 e 3

Soğuk savaşın saha uygulamasının 1. etabını uygulayan ama ne yaptıysa da bir türlü Zulüm İmparatorluğu ABD ye yaranamayan ve mezkûr imparatorluk tarafından askeri cunta marifetiyle iktidardan uzaklaştırılan DP iktidarından sonra, Canım Yurdumdaki 2. etabı yönetme görevi alan muhterem ve muhteşem zat, tarihe “iti ite kırdırma” politikası diye geçen, özgürlük ve adalet arayışları karşısında, ABD başkanı ile çektirdiği fotoğrafın kazandırdığı seçimin sarhoşluğuyla öncülünün başına gelenleri de aklının bir kenarında tutarak ama asla misyonuna aykırı düşmeyerek, devletin koruması altında palazlanan, destelenen ve hatta örgütlenen paramiliter güçlerin ortalığı kasıp kavurduğu karanlık sürecin baş mimarıdır. Siyasi çizgisinde hiçbir zaman bir değişiklik olmamasına rağmen, günün gerektirdiği popüler lafları etmekten geri kalmamış ve imtina etmemiş ama asla bu kapsamdaki herhangi bir sözünün arkasında da durmamış, sıkışınca da “dün dündür bugün ise bugün” gibi ucuz, hiçbir siyasetçiye yakışmayacak ve çok sıradan bir 3. dünya ülkesi TV lerinde gösterilen dizilerden fırlamış gibi duran sığ felsefe yapmış ancak asla kendisini ne pahasına olursa olsun desteklemiş ABD’ye sırt dön(e)memiştir, o kadar ki Irak işgalini gerçekleştiren ABD’ye işgal öncesi “büyük güçlerin geri vitesi yoktur” diyerek büyük destek vermiş, barışçı yollar arayanların çabalarını eleştirmiş ve boşa çıkması için her yolu denemiştir.

12 Mart 1971 Askeri faşist darbesi neticesinde, Başbakanlığa getirilen Nihat Erim’in kulağına fısıldanan talimatları yüksek sesle ve herkese ders olması bakımından, herkesin her an başına gelebileceğini hissettirdiği “balyoz harekâtı” canım yurdumun üstüne bir karabasan olarak çöküyor ve hedefi düşünen ve yurdunu seven insan olan sürek avı başlatılıyor, özgürlük ve bağımsızlık talebiyle yola çıkan herkese yönelik susturma ve kan kusturma layık görülüyor, bu çerçevede ülkemizin onurlu geleceği için mücadele eden yüzlerce insan kurşunlanıyor, işkencelerde yok ediliyor ama Canım Yurduma ders olması bakımından da, bakın ayağınızı denk almazsanız her zaman sizin de başınıza gelir kabilinden olmak üzere ilave bir ders verilmesi ABD Emperyalizminin ulvi çıkarları açısından da kaçınılmazdır. Kendileri için bir şey istememiş, sadece ve sadece ülkelerinin bağımsızlığını isteyen ve sömürüye karşı mücadele ettiklerini haykıran 3 fidanın idam sehpasına gönderilmesini, hem ders hem de 1960’ın intikamı çerçevesinde değerlendiren, içimizdeki Amerikalıların en meşhuru, muhteşem ve muhterem baba önderliğindeki “Türkiye Sağı”, bazı yalakaların yok şu katılmadı yok bu hayır oyu kullandı gibi kafa bulandırmaya yönelik söylemlerine rağmen blok halinde, büyük bir sevinçle evetlemişlerdir/onaylamışlardır. O günün meclis görüşmelerinin basına yansıyan fotoğraflarında; Canım Yudumun sömürgeleştirilme sürecindeki katmerleşmede hiçbir beis görmeyen hatta bunu nemaya dönüştürme mahareti gösteren bu zat, oyunu açıklama sırası kendisine geldiğinde, inanılmaz bir keyifle, müsamere çocuğu edasıyla büyük bir heyecanla ayağa fırlayıp, 2 elini de birden havaya kaldırarak, daha önce defalarca tekrarladığı “Üçe üç, bizden üç gitti, sizden de üç gidecek” edasıyla evet demiştir.

Tabii ki bu ülkede; sadece Süleyman Bey gibiler yoktu, TBMM ye yansımasa da önemli bir miktarda insan bu idamlara karşı olduklarını, yapılan tüm baskılara rağmen düzenlenen imza kampanyaları ile göstermişlerdir, ne yazık ki bütün bu çabalara rağmen, Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan 6 Mayıs 1972 sabaha karşı, mevzuat ve yasalara uygun ama hukuka aykırı bir şekilde idam edilerek katledilmişlerdir. “Yaşasın tam bağımsız Türkiye, yaşasın halk, yaşasın işçiler, köylüler. Yaşasın halkların kardeşliği. Kahrolsun emperyalizm” diyerek, gözlerini kırpmadan idam sehpasına çıkan, bu yurtseverlerin geçen zaman içinde, bu hukuksuz idamları toplum vicdanında rahatsızlık uyandırmış ve dün büyük bir sevinçle idamlarına evet diyenlerin başındaki bu zat; “O devir içerisinde benim siyasi sorumluluğum yok. Benim gücüm yok. Çünkü benim elimden de hükümet alınmış. O gün ülkeye hâkim olan güç benim elimden de hükümeti almış” diyerek, ne kadar masum olduğunu göstermeye çalışmış ancak yine zekâmızla adeta alay ederek ve çok iyi bildiği balık hafızamıza da güvenerek; “Bu hadise devletin tasarrufudur, yani mahkemeden geçmiştir, Meclis tasdiklemiştir. İcra edilmiştir. Durup durduğu yerde de olmuş değildir. Onun içindir ki o tasarruf seçilmiş Meclisindir. Zaman içerisinde meclislerin birtakım kararları yadırganabilir. Ama karar meşrudur, meşruiyet tartışması yapılamaz. Bundan kötüleme tartışması çıkartamazsınız, o zaman devlet işlemez.” diyerekte fikri kıvırmanın üstadı azamı olduğunu kanıtlamıştır.

Oysa, bu takipçileri ve taraftarları tarafından bize çok önemli bir devlet adamıdır diye yutturulmaya çalışılan zat, bir taraftan “Askeri idareydi, biz ne yapabilirdik ki, hâkimler bu cezayı vermek zorundaydı, biz de onaylamak zorundaydık” diyerek toplum vicdanında aklanma beklentisi içinde, diğer taraftan da nasıl kinci ve intikamcı bir ruh hali içinde “Evet siyasi kararlar verdim, Deniz Gezmiş'leri astırdım” diyen mahkeme başkanı Ali Elverdi’yi kaptan köşkünde bulunduğu Adalet Partisinden milletvekili yaparak aslına rucü ettiğini, taraftar ve tarafgirlerine göstermiştir. Peki, yaşanan bu hukuksuz idam süreçlerinin hemen ertesinde böylesine duygusal kararlar alınmıştır deyip kendisini sürekli aklamaya çalışanlara; “mahkemede iyi davransalardı, idam edilmezler, cezaları müebbete çevrilirdi” diyen bir başka tescilliyi, Baki Tuğ’u 1990 larda kaptan köşküne geçtiği Doğru Yol Partisinden milletvekili yaparak konuya nasıl sahip çıktığını göstermiştir, tüm görebilenlere.

Günümüzde artık Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın idam kararlarının hukuki değil ama “siyasi” olduğu konusunda idam kararlarına imza atanlar bile dâhil olmak üzere hemen hemen herkes hemfikir durumdadır. Üç Fidan’ın avukatı Halit Çelenk de 12 Mart Faşist darbesinin askeri mahkemelerinde verilen kararının siyasi olduğunu ve hukuka aykırı olduğunu, “Bu karar asla hukuki değildi. Mahkeme de tarafsız değil, yanlıydı. Talimat ve intikam duygularıyla verilen bir karardı. Anayasayı savunan gençler, anayasayı değiştirmek suçundan asıldılar. Oysa sivil mahkemelerde en fazla 15 yıl ceza alırlardı” diyerek durumun vahametine hep vurgu yapmıştır.

Artık Dünya, cezalandırmalarda idam taleplerini, yaşama hakkına saygı ve telafisinin olmaması başta olmak üzere bir dolu nedenden ötürü, kamu gücünü elinde bulunduranların intikam hırsının yarattığı ve yol açtığı acılara son vermek adına, yasalarından çıkarmıştırlar ve çıkarmaktadırlar. Ancak ne yazık ki ülkemizde hala idam gibi çağdışı bir cezanın tekrar yasalarımızda yer almasını isteyen bir grup insan bulunmaktadır maalesef ve tüm bu yaşananların kendilerine ders oluşturamamış olması da kendilerini iflah olmazlar sınıfına sokmaktadır.  Ama ne yazık ki, tecavüzcülerin, dolandırıcıların, kravatlı banka soyguncularının, karşılıksız çek vererek insanların paralarını ya da emeklerini çalanların, kamuyu soyanların, her türlü mafiozi ilişkiler içindekilerin serbest dolaşabildiği, sanki paralı eğitim istemeleri gerekirken parasız ve eşit eğitim hakkı istiyorlarmış gibi gösterilerek hapislerde gençlerimiz çürüten ve muhalif siyasi görüş sahiplerini idam etme geleneğinden geliyoruz ya, her türlü kelamın bittiği noktadayız işte.

Pazartesi, Mayıs 07, 2012

ÇERNOBİL FACİASI VE TÜRKİYENİN ÇIKARDIĞI DERSLER

Geçtiğimiz hafta içerisinde 26 Nisan’da; geçen yüzyılımızın en büyük felaketlerinden biri kabul edilen ve şu ana kadar yaşanmış en büyük nükleer felaket olan; o dönem Sovyetler Birliği, bugün Ukrayna’nın sınırları içerisinde kalan ve başkent Kiev yakınlarındaki Çernobil Nükleer Santralinin patlamasının 26. yılı nedeniyle bugüne ışık tutabilmesi, bugünkü muktedirlerin ders alabilmesine olanak tanımak adına tüm duyarlı kesimlerce konu gündeme tekrar getirilmiş ve getirilmeye de devam edilecektir.

Bilindiği üzere; 30 Nisan 1986 tarihinde; 1972 yılında, bir hayli de yeni inşa edilmiş sayılabilecek ve her biri 1.000 (MW) gücünde dört reaktörden birinde deney yapmak isterken güvenlik sistemlerinin devre dışı kalması ve art arda hatalar meydana gelmesi neticesinde; binlerce insan felaketin etkisiyle direk ölüyor, yüzbinlerce insan ise rakyoaktivitenin yarattığı felaket neticesinde başta troid kanseri olmak üzere çeşitli kanser vakalarında ölüyor, yaşanan ağır füzyonun etkisinin ise uzmanlar tarafından 2065 yılına kadar sürecek ölümleri tetikleyeceği söyleniyor. Aynı dönemde yaşanan bu felaketten; Canım Yurdumda, özellikle tükettiği besin maddelerinden ötürü binlerce insanın kanser hastalığına yakalanmasının yanında, takip edecek 50 ya da 60 yıl içerisinde milyonlarca insanın maruz kaldığı radyasyon neticesinde hayatını kaybetme riski taşıdığı bilim çevrelerince açıklanmış olmasına rağmen, bu ülkede ne yazık ki bir şekilde görev almış bazı alçaklar da halkımız ile adeta dalga geçmekteydi, Türk çayı içiyorum diye Hindistan’dan gelen çayı içerek.  

O günleri hala dün gibi hatırlıyorum, gençliğimin ve nükleer karşıtlığımın üst seviyede olması ve tam o yıl bir çocuk babası olmam nedeniyle de hiçbir şeyi kaçırmamaya özen göstererek her tartışmayı, görüşü, konuşmayı ve açıklamayı takip ediyordum. Soğuk savaşının kapitalist dünya tarafından kazanılmaya yüz tuttuğu bu acımasız ve her türlü yalanın mubah sayıldığı dönemde, kapitalist dünyanın düşmanı sosyalist Sovyetler Birliği hedef olduğundan bu felaketten de, geri teknoloji, gelişmemiş teknoloji ve sosyalizm sorumlu ilan edilmiş ve kapitalistlerin nükleeri aklanmıştı.

O dönem Sovyetler Birliği’nin teknolojisine atıf yaparak konuyu geçiştirmeye çalışanlar; 10 Mart 2011 tarihinde Japonya’nın Fukuşima nükleer felaketi karşısında da bu sefer depremi ve tsunamiyi bahane ederek durumu kurtarmaya çalışıyorlar ya, yuh bunların hepsine, başka diyecek söz yok. Hatırlanacağı üzere bu kaz kafalıların kıt zekâ nedeniyle öykündüğü, nedenini bilmem ama savunduğu, teknolojisini sürekli parlattığı, güvenlik önlemlerine çok güvendiği kapitalizmin parlak yıldızı ülke Japonya’da da yaşandı ya, artık teknolojiye çamur atmak olmazdı, güvenlik süreçleri ehven idi ve ayrıca dinen de caizdi. Bilindiği üzere Fukuşima Nükleer Santrali felaketi; 2011 yılında Tohoku’da meydana gelen deprem ve sonrası oluşan tsunami ardından, 11 Mart 2011 de başlayan ve halen devam eden, atmosfere radyoaktif madde salınması neticesinde ciddi ölümler, kansere yakalanmalar ve yakın süreçte kanser vakalarının artma riski yanında asla telafi edilemeyeceği çok açık olan çevre felaketine yol açılmış olundu. Bilim adamı kisvesi altında birtakım şarlatanların tüm teknolojik parlatma ve aklama çabalarına rağmen, bugüne kadar yaşanan bu en karmaşık nükleer kazanın önüne geçilememiş, kaza sonrası alınan önlemler yeterli olamamış hülasa felaket sonrası süreç doğru yönetilememiş, o kadar ki kapitalizmin parlak ülkesi Japonya Başbakanı bile koparılan vaveylanın etkisiyle uzunca bir süre durumun ayardına varamamıştır. Ancak her şeye rağmen Japonya Başbakanı için; felaketin doğru yöneltilememiş olması ve yanıltılmış olmasının geç farkına varmış olması karşısında her namuslu politikacının yapması gereken şey kaçınılmaz hale gelmiş ve behemehâl istifasını vermiş, Nükleer enerjinin kendisine ve kamuoyuna sunulduğu gibi olmadığını anlayınca da nükleer karşıtı görüşü desteklemeye ve hatta ciddi anti-nükleer eylemcisi haline dönüştüğü büyük bir cesaretle açıklamıştır.

Peki; yaşanan Çernobil felaketinden sonra gerçek radyasyon ölçüm sonuçlarını kamuoyuna açıklamayan, tam tersine kamuoyunu yanıltmak amacıyla farklı sonuçları ölçüm değerleri gibi açıklama talihsizliği hatta ihaneti yaşanmış canım yurdumda durum yetkili ve sorumlular açısından balık hafızamıza sığınarak nasıl savuşturulduğu dün gibi hatırlanmaktadır. Sakın yanlış anlaşılmasın bu sadece ufku dar, palavrası geniş, ahlaki erozyonu sonsuz, çapsız ve kemiksiz politikacıların bol olduğu ülkemize has bir davranıştır demiyoruz, diyemeyiz, bakmayın kendi ülke dinamiklerinin farklılığından ötürü farkıymış gibi açıklamalar yaptıklarına bu sadece biçim farkıdır ancak özünde aynı biçimde davranan pek çok kapitalist ülke bulunmaktadır, hele bir de bunu halkı paniğe sürüklememek adına yaptıklarını açıklamıyorlar mı, lanet olsun bu gibilere.

Çernobil Nükleer felaketi ile özdeşleşen, Turgut Özal’ın Anavatan Partisi hükümetinde Sanayi Bakanı Cahit Aral’ın TV lerde boy göstererek çay içmesi olmuştur hatırlanacağı üzere, Bakan, radyasyonun ülkemiz topraklarını etkilemediğini savunarak tarihe kara bir leke gibi düşen şu konuşmayı yapmıştır; “Bu Karadeniz'de değil bir, 17 tane Çernobil'i eritseniz, ancak radyasyon burada etkili olabilir. İnsan vücudu radyasyonsuz yaşayamaz. Bunun azı faydalı, çoğu zararlıdır. Bir de çaydaki radyasyonun suya geçmemesi Allah'ın bir vergisi. Çok düşük oranda geçiyor”.

Diğer taraftan, tek yanlı propagandaya dayalı yalan bilgilendirme ve kandırmacalar neticesinde yaratılan “nükleer enerji ucuz ve temiz enerji kaynağıdır” yalanı var ya, bu kadar çok insanın da buna inanıyor olması beni kahretmektedir. Açar bakarsınız teklif edilen ve kabul edilmiş Akkuyu nükleer santrali çıkışlı enerjinin birim fiyatına ve aynı zamanda nelerin bu fiyata dâhil olduğuna ilkokul aritmetiği ile bir göz atarsınız, her şey anlaşılır, ama nerde öyle yurttaş… Özellikle güvenlik konusundaki muafiyetler ve kapsam dışı unsurlar birer dehşet unsuru gibi bulunmakta, ama ne gam, hadi anlıyorum güvenlik necip Türk milleti için önemli değil, Türk milletine radyasyon işlemez vs. vs. nükleer atıkların çözümü hala herhangi bir dünya ülkesinde bulunamamış iken, bugünümüzü çok belirgin olmamakla birlikte geleceğimizi ve bizden sonraki nesilleri önemli ölçüde tehdit ederken, bugünümüzü tüketmiş ve geleceğimizi ipotek altına almaya kimin hakkı olabilir.

Ve Canım Yurdumun çıkardığı dersleri yaklaşık 35 yıldır bizi yönetenlerin ağzından verelim ki; ne kadar önemli dersler çıkardığımızı 7 den 77 ye herkes anlasın.

Kenan Evren: Radyasyon kemiklere faydalıdır. %92
Turgut Özal: Radyoaktif çay daha lezzetlidir %42
Cahit Aral: biraz radyasyon iyidir % 42
Tayyip Erdoğan: mutfak tüpü de nükleer kadar tehlikelidir %53

Pazartesi, Nisan 30, 2012

HAVANA’DA 1 MAYIS KIRMIZISI



2010 yılında Jose Marti Küba Dostluk Derneği’nin düzenlediği Küba gezisi çerçevesinde katıldığım “Uluslararası Che Çalışma Tugayları” programı dâhilinde, uzun yıllardan beri katılma hayalini kurduğum mübarek 1 Mayıs işçi ve uluslararası dayanışma bayramını Havana’yı kırmızıya gark eden inanılmaz bir şölen ile kutladık.  Hem ne kutlama, Küba'nın başkenti Havana'daki Jose Marti Devrim Meydanı'ndaki törenlere tüm ülkelerden başta sendikacılar olmak üzere yüzbinlerce insan katılırken Kübalılarında Bayraklar ve pankartlarla mitinge çok yoğun katılımı ile yaklaşık 1.600.000 insan büyük bir coşkuyla Havana’nın kırmızı rengine yeni bir zirve yaptırmıştır. Peki, sadece kırmızı mı zirve yapıyor tabii ki hayır bir başka zirve de Che afişlerinde yaşanıyor. Biz de kendimizi çok da özel hissettiğimiz tribünde; Honduras, El Salvador, Şili, Peru, Nikaragua, Venezüella, Arjantin, Brezilya, Nijerya, İngiltere, Kanada, Avustralya, Rusya, Tacikistan, Yunanistan, Paraguay, Meksika, İrlanda, Fransa gibi ülkelerden katılan ve kampdaşlarımız olan sevdalılarla birlikte kimimizde kırmızı kimimizde mavi olan dağıtılmış üstünde yaşasın 1 Mayıs yazan fanilalarımızla, kimimizde gözyaşları kimimizde de büyük bir sevinç ama hepimizde büyük bir gurur; önümüzden kilometreler halinde ve yine öğrendiğimiz kadarıyla 34 ülkeden ve 159 organizasyon ve dayanışma hareketinin temsilcileri akıyor, hem de nasıl akmak bir renk ahengi ve cümbüşü… Ah birde; zulme ve emperyalizme karşı ezilen halkların direnişinin bayrağı ve devrimin efsanevi lideri Fidel Castro orada olsaydı ve “Hasta la Victoria siempre” ve “patrio o muerte” diyerek şiirsel İspanyolcayla o müthiş konuşma üslubu ile bizlere seslenseydi. Açıkçası bende çok istememe rağmen gidemediğim bu mübarek törenlere katılır iken umuyordum, bekliyordum, çok istiyordum katılmasını ama mümkün olmadığı yönünde de haberler duyuyorduk ama umut fakirin ekmeği işte... 1 Mayıs işçi ve uluslar arası dayanışma bayramı mitingine katılmak için güneş doğmadan yollara dökülen Küba halkının heyecanını ve kıpır kıpır oluşunu güneş doğmadan yollara düştüğümüz için çok yakından izledik, yine Küba halkının yabancı delegelerle omuz omuza coşkulu, ahenkli ve renkli kortejler oluşturarak Devrim Meydanı'na ilerleyerek geçiş yapmaları ise görülmeye değer bir olay idi.

Diğer taraftan bu geçit törenindeki benim için en büyük sürpriz ise; bol miktarda Türk bayrağı ile canım yurdumun burada da temsil edilmesi olmuştur. Duyduğum kadarıyla; isimleri zikredilince Beşiktaşlı olmamama rağmen kendilerinin hayranı olduğumu gizleyemediğim Beşiktaş spor Kulübü taraftar grubu “Çarşı” da yerini almış ama ben göremedim bu açıdan da üzüldüm diyebilirim.

Kırmızı; bana göre Devrimin özgün ve tılsımlı rengi olmalı ve böyle de tescil edilmelidir. Edilmelidir; çünkü benim hayatımda sürekli olarak kırmızı beni yansıtan temsil eden en iyi renk olmuştur diyebilirim, tamda bu yüzden siyasal hayatımda olduğu gibi sporda, futbolda bile tercihlerimde etkili hatta yönlendirici olmuştur. Zaten kırmızı yanlışa isyan ve yanlışı kabullenmeme ifadesi yanında aynı zamanda tutkulu aşk ifadesi, canlılık, dinamizm, ataklık, sonuna kadar gitme vs. gibi olarakta genel kabul görmüştür. Bunun sadece benim için değil herkes için böyle olduğunu zannediyorum. Yukarıda bahsettiğim üzere ülkemin bayraklarını da görmüş olmam belki bu yüzden beni sevindirmiştir. Eee ne diyelim kırmızı olsun işte.

Kapitalist dünyada devletler kutlamaların önüne geçilmesi ya da engellenemiyorsa da sönük geçmesi için bu da olmuyorsa kamuoyunu fazlaca meşgul etmemesi ve medyada fazlaca yer almaması için ellerinden geleni yaparlarken ve de en önemlisi geçen yıllara kadar bizim ülkemizde “iç harb önlemleri” ile geçiştirilirken Küba’da ise en önemli fark olarak devletin “1 Mayıs işçi ve Uluslar arası dayanışma bayramının” kutlanabilmesi için her türlü ehven ortamı yaratmasıdır. Diğer taraftan ise ülkem hala, aradan geçen 35 yıla ve değişen onlarca değişik parti hükümetlerine karşın 1 Mayıs 1977 katliamının düzenleyicilerinin ve tetikçilerinin açığa çıkarılamaması daha da önemlisi bu uğurda hiçbirisinin en ufak bir çaba göstermemesinin utancını yaşamaya devam etmektedir.


Pazartesi, Nisan 23, 2012

BAĞLARARASI ARKEOLOJİK ALANI ve SİT ALANI UYGULAMALARI

Çeşme Bağarası (Bağlararası) arkeolojik kazı alanı; Çeşme limanının dün 50 mt. bugün 100 mt. uzağında yer almakta ve denizle başlayan Çeşme ovasının tam merkezini oluşturmaktadır. Denize dik, ovanın tam merkezinden geçen ve etrafından kendisine onlarca karışan derelerin oluşturduğu hemen hemen 12 ay içinden su akan bir dere vardı, bu dere bugün otoyoldan Çeşme’ye girişteki yolun refüjünü oluşturan alanda ıslah edilmiş hali ile bulunmakta, ancak artık içinde sadece güçlü yağmurlar döneminde suyu bulunan hale gelmiştir. Bu dere etrafında yer alan ve gençliğimizde tamamen narenciye tarımına ayrılmış arazilerde yer alan evlerden oluşan bir yerleşim alanıydı, bugün ise birkaç kişinin direnmesine bağlı olarak birkaç bahçe tam eskisi gibi olmasa da korunabilmektedir. Ne yazık ki; bu mezkûr derenin binlerce yıldan beri taşıdığı alüvyonlar sayesinde oluşmuş verimli tarım arazisi bugün artık imar uygulamalarına tabi tutularak konut alanına açılmış bulunmaktadır.

Ege denizinin mezkûr ovaya bir bıçak gibi saplı limanı ise etrafındaki yüksek tepeler nedeniylede tarihin bilinen en eski devirlerinden beri fırtınalarda gemilerin sığınmaları için ehven bir alan oluşturmuştur. 2000 li yılların başında Bağarasında (Bağlararası) konumuzu oluşturacak arsa üzerinde mahalle ve çocukluk arkadaşlarımızdan Tümer Tütüncüoğlu nihayet artık benim de bir evim olacak sevinciyle planladığı konut inşaatı için temel kazılarını yaptırmaya başlayınca bazı duvar ve arkeolojik buluntuları bulunuyor, hemen haber verilen Çeşme Müze Müdürlüğü yetkilileri kazı çalışmalarını durduruyor ve duvar kalıntılarının ve arkeolojik buluntuların Tunç çağına ait olduğu anlaşılıyor, İzmir Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu tarafından mezkûr arsa ile etrafındakiler SİT alanı ilan ediliyor ve inşaat yasağı konuluyor.

Kocaman kocaman uzmanların konu ile ilgilenmeleri, Devletin ilgili birimlerinin bütçe tahsis ederek kazıları ve koruma uygulamalarını gerçekleştirmeleri ilk zaman ben dâhil tüm görenlerin takdirini kazanıyor ancak geçen zaman içinde klasik “Türk gibi başla ama İngiliz gibi bitir” atasözündeki önerme gerçekleşiyor, yasak bölge ve ona gerekçe oluşturan ilk etap kazı gerçekleşiyor, arsaların etrafına dikenli teller çekilerek çevriliyor, şimdilerde görünen o ki, konu hatta bu alan unutuluyor.

Çeşme’nin şimdilerde prestijli konut alanı durumundaki Bağarasında (Bağlararası) bir evim olacak hayalini kuran ancak malum nedenlerle gerçekleştiremeyen, çocukluk ve mahalle arkadaşımız Tümer Tütüncüoğlu uzunca bir süre burayı ilgili bakanlığa devretmek ya da başka bir arsa ile değiştirmek gibi girişimlerde bulunuyor ancak sonuç yok, ne yazık ki hayalini gerçekleştiremeden aramızdan ayrılıyor Tümer, şimdilerde yıldızlardan bakarak hala bir gelişme olmadığı için de orada da rahat olamıyordur. Bu ve benzer binlerce hazin öykü vardır canım yurdumda biliyorum, bir kısmı asla sonuçlanmayan davalarını takip ederken mahkeme koridorlarında, bir kısmı mevzuat efendilere derdini anlatmaya çalışırken ilgili kurumların koridorlarında ömür tüketiyorlardır, ama yok ise yüksek siyasi iltimas, madeni haz ne yazık ki tüm maçlar beraberlik umudu bile olmaksızın sonuçlanmaktadır.

Neden bu ülkede benzer durumlarda ki benim de katıldığım hızlı ve doğru şekilde davranan mevzuat efendiler, her şeye para bulan deve dişi gibi kocaman yetkililer, bulunan ya da ilan edilen doğal SİT, Arkeolojik SİT vs. gibi alanlardaki özel mülkiyet hakkı konusunda duyarsız olurlar, sorunu aslında yurttaşın sorununu, çözümü duyuna havale ederek çözmezler, anlamak kesinlikle mümkün değildir. Deve dişi gibi yetkililer; siyasi otoritenin çıkardığı yasalara rağmen ki bu yasalar trampa, kamulaştırma gibi çözümleri öngörür ama bir türlü sonuç alınmaz, ya müracaatınız kabul edilmez, müracaatınız kabul edilir talebiniz bir yerde dondurulur, talebiniz dondurulmasa sonuçlandırılsa bile, kamulaştırma için ödenek bulunamadı ya da ödenek beklenmekte, trampa için uygun arsa bulunamadı ama aranmaya devam edilmektedir hatta sizin bildiğiniz yerler varsa bize bildirin gibi trajikomik bir dolu hendek oluşturulur, atlat atlatabilirsen deveye durumu anlayacağınız. Ayrıca bir de “daha da ucubesi” olabilir fonundan bugün SİT yarın SİT değil kabilinden nabza göre şerbetli bilimsel ölçüler de vardır, siyasi rüzgârlara sizin rüzgârlara karşı nasıl durduğunuza, rüzgârın sizi ne kadar eğdiğine, rüzgârın arkanızdan mı, önünüzden mi estiğine bağlı, rüzgârı sevip sevmediğinize, rüzgârda ne kadar uzağı görebildiğinize bağlı durumlar vardır ki bunlar SİT ilan edilmiş arsanın/arazinin gerçek durumuna hiç bağlı değildir. Hatta teorik olarak mevzuat; kamunun ihale yöntemiyle satışa sunduğu arazilerin satım sürecinde para gibi kullanılabilecek, ihalelerde teminat olarak kullanılabilecek “sertifika” gibi bir enstrüman icat etmiş ama kimin umuruna, maksat sorun çözülmesin de ne olursa olsun. Tamam, anladık canım yurdumun toprağından tarih fışkırıyor ve bunlara sahip çıkılmalı, yok sayılmamalı, etrafı çevrilerek koruma altına alınmalı, evet aynen katılıyorum bu sahiplenmeye hatta çokta doğru buluyorum ancak buluntuların sizin amacınıza uygun ise tarih, değil ise taş parçası gibi nitelenmesine de bilimsel bir ölçü bulunmalı ve bu kararların destekleyicisi çıkar odaklarının taleplerine prim verilmemelidir. Yani kolayca anlaşılacağı üzere; Arkeolojik SİT alanlarına inşaat yapılabilen insanlarımız ile hiçbir endemik değeri olmayan ve yalnızca kültür bitkisi yetiştiriliyor olmasına rağmen arazilerinin doğal SİT alanı yapılmış insanlarımızın birbirlerin durumunu nasıl algıladıklarını uzun uzun anlatmamıza gerek yok, “zengin arabayı dağdan aşırır fakir ise düz ovada yolunu şaşırır” hikâyesi, tabii ki bu film çok tutulunca sınırsız sayıda devamı çekilmektedir.

Ne diyelim;

Devlet-i Osmanî ahalide terfi-i temayüz ilim irfan ile olmaz,
TERFİ ya olacak kuvvetli iltimas,
ya olacak madeni haz,
ya da olacak ten ile temas...


Salı, Nisan 17, 2012

OLMADI BE USTACIM İSMAİL DENİZLİ

Herkesin Mustafa Denizli’nin abisi, bizim ise sadece İsmail Denizli diye andığımız, fikri dayanıklılık ve derinlik gerektiren futbol ve damanın üstadı, abimizi kaybedeli yaklaşık 4 yıl oldu. Futbol ve dama tutkusu ise asla unutulamayacak boyutlardadır, Çeşme’nin o yıllarında çok az kişide bulunan otomobillerden birisi de kendisine aitti, Citroën deux chevaux (Citroen döşöva) marka küçük otomobili ile dama oynamak için Egenin yakın bir sürü kasabasına, bir keresinde de gece geç saatlerde Söke’ye gittiğimizi hatırlamaktayım, hele hele oyunda 14 taşı karşı tarafa verip, rakibin tüm taşlarını toplayarak oyunu kazandığı “mısır kapanı” oyununu asla unutamam. Otomobil hepimizin isteyip ancak sahip olamadığı ve sadece filmlerde hayranlıkla seyrettiğimiz bir araç idi o günlerde, o günkü para ile 5 Tl. lik benzinle günlerce gezdiğimizi dün gibi hatırlıyorum, inanılmaz ekonomik oluşu yanında bizim otomobil gereksinimimizi karşılamıştı ya, değmeyin keyfimize gayri idi durumumuz. Bir keresinde birkaç arkadaş ile birlikte, hatırladığım kadarı ile de bir sonbahar akşamı idi, tavuk yemememe rağmen tavuk almış (belki de sahibi görmeden biryerlerden alınmıştı bu detayı tam hatırlamıyorum), bakkalda alkollü içecek olarak ta sadece likör olduğundan likör alınmış ve Tursite’ye gidilmiş, yerde bulunan kalıp tahtalarından ateş yakılmış sıra tavuğu takacak şişe gelmiş ama ne yazık ki şiş yoktu yanımızda ve işte o anda Citroën deux chevaux’ın (Citroen döşövo) açılır tavanındaki çubuğu sökmüş ve sorunu çözmüştüm ya, arabaya dönünce asıl sorun başlamıştı ama her şeye rağmen çelebi gönlü burada da devreye girdi, ne mızmızlandı ne de kızdı, sadece keşke yapmasaydın dedi.

Futbol ve dama tutkusu ve bilgisi kendisini inanılmaz ölçüde analitik düşünür hale getirmişti, bu sayede kazandığı hızlı ve isabetli düşünme yetisi bizlere de yol gösterir hale gelmiştir, her zaman.

Çeşmespor önüne her zaman “Büyük Altay”ı örnek olarak koymuş ve sürekli kendi taraftar ve destekçileri de Çeşmespor için “Küçük Altay” demiş ve tezahüratlarında da bu sözcükleri kullanarak destek vermişlerdir o dönemde, Çeşmespor için renkdaşı Altay gibi olabilmek, oynayabilmek, büyüyebilmek, yükselebilmek bir hedeftir. Futbolun bugünkü gibi olmadığı bir dönemdir, futbol bir tutkudur, futbol adına bugünkü gibi paralar dönmez, bu işte insanlar daha amatör, daha bir gönüllüdür ama bir o kadar da isteklidir, Altay kulübü yakın çevresinde futbol oynanan yerlerde sürekli kendi adına futbolcu arayışları içindedir ve bu kapsamda Mustafa Denizli kabiliyeti ve becerisi ile derhal Altay kulübüne kazandırılır. Artık Çeşmespor ile Altay arasında ilişkiler daha bir sıcaktır, Altay bulduğu her fırsatta Çeşme’ye kamp için gelir ve Çeşmespor ile hazırlık maçları yapar, yeni gençlere yeni kapılar açmaya ehven bir ortam oluşmuştur artık, işte böyle bir hazırlık maçı yapılmakta, Altay’da Mustafa Denizli Çeşmespor’da ise İsmail Denizli oynamakta ama Büyük Kaptan İsmail Denizli kısa bir süre sonra oyundan alınmasını ister, duysallığın zirvesinde gözyaşları arasında kardeşine karşı oynamasının mümkün olamayacağını ifade ederek oyundan çıkmıştır, işte ince ruhunun ve duygusallığının seviyesidir bu…

Gönüllerimizin yenilmez armadasının bir dönem parçası bir dönem antrenörü ve yöneticisi olarak İsmail Denizli; Futbol sezonu öncesi kondisyon çalışmaları için bugünkü Altınkum kumsalını seçmesi her zaman futbolcular tarafından itici ve nefret edilir bulunmuş ama sezonun ilerleyen haftalarında kazanılan kondisyonun faydaları da ortaya çıkınca, teknik direktörlerine minnetle bakmışlardır.

Teknik direktörlük yaşamından anlatabileceğimiz binlerce anı vardır şüphesiz ama futbolunun gelişmesinde katkısının büyük olduğunu düşündüğüm Kadri Karataş’ın topa bakarak oynamasından ötürü, başını öne eğerek topa bakmadan oynaması halinde büyük futbolcu olacağına inandığı için boynuna karton bağlayarak topa bakmasını engelleme düşüncesi ne düzeyde bir arayış konsantrasyonuna sahip olduğunun bir göstergesidir.

Kendisine hiç söyleyemediğim ama birgün yetkili olacağımın hayalleri içerisinde kendisine milli takım teknik direktörlüğü takdim edeceğim planım hep vardı, olabilseydi de canım yurdumun, hiç şüpheniz olmasın ki, en önemli teknik direktörü olurdu, muhteşem futbol bilgi birikimine sahipliğini muhteşem dama oyunculuğu mu; yoksa tam tersi muhteşem dama oyunculuğu becerisi mi muhteşem futbol analiz yeteneği oluşturmuştu bilmiyorum ama her iki oyunun öncelikle fikri dayanıklılık ve derinlik ve kıvrak zekâ gerektirdiği son derece aşikârdır ve her ikisi de tıpkı İsmail Denizli’de olduğu üzere iyi yapıldığı takdirde taktik ve stratejik düşünmenin zirvesidir.

iyi yaşama üzerine yaptığımız uzun konuşmalar içinde en fazla üzerinde durduğumuz ayrıntı ise bol gezmek idi, bol gezmenin ekonomik kaynaklarını çok miktarda ev yapıp kiraları ile geçinme olarak belirlemiş idik, kendisi bu görüş doğrultusunda bir dönem ciddi mesafeler de kat etmişti.

Uzun süren münazara tarzındaki muhabbetlerimizin sıklıkla konusunu oluşturan siyasette birbirimize çokta yakın düşmeyen siyasi yaklaşım ve analizlerimize rağmen, bizim gençliğimizin verdiği heyecanı yatıştırmak adına ve ayrıca bir abimiz olması hasebiyle de; siyasi yaklaşımlarımızda sakin olmayı bizlere telkin ederken, sola çok yatkın olmamasına rağmen hatırlayabildiğim kadarıyla Mehmet Ali Aybar’ı omuzlarda taşıma ortaklığının üzerine sık sık basarak detayını şimdi çok fazla hatırlamadığım anılarını anlatırdı, genellikle konuşmalarımız görüş birliktelikleri ile sonuçlanmazdı, ama her konuşmamızda aynı şeyleri tekrar tekrar konuşmaktan da geri durmazdık. Ancak aynı şeyleri düşünmememize rağmen inanılmaz hoşgörüsü ve sabrı ile kendisini sürekli aranılır bir kişi haline getirmiştir bizler için.

Rahatsızlığını öğrenince ilk paylaştığı kişilerden biri idim, ancak tüm çabalarımıza rağmen bu rahatsızlığın karşısında çok az kişi galibiyet tadını biliyor olması nedeniyle de, abimiz ve dostumuz ne yazık ki hayatının en önemli mağlubiyetini yaşamaktaydı bu baş edilmez rahatsızlığa karşı. Uzun yıllara dayanan dostluğumuz içinde kendisinden en fazla duyduğum kelime olan “usta” ile aramızdan hayli erken ayrılışına dair kendisine bir kez daha veda etmek istiyorum, “olmadı be ustacım olmadı”

Salı, Nisan 10, 2012

PIRLANTA PLAJI YAZA HAZIRLANIYOR


Çeşme’nin güney batı ucunda Çiftlik köy/mahallesi sınırları içerisinde bulunan ve Çeşme’ye yaklaşık 7 km uzaklıkta yer almakta olup hiç durmadan ve genellikle de kuzeyden kuvvetli ve sabit esen rüzgârlarıyla ve dalgalarıyla meşhur bir plajdır, Pırlanta plajı. Mezkûr rüzgârlar nedeniyle de kitesurf meraklılarının ideal sorf alanı diye tanımladıkları Pırlanta plajı, bu tanımı ve ünü sonuna kadar hak ettiğini her yıl artan sayıda sporcu ve meraklının gösterdiği ilgiden anlaşılmaktadır. Rüzgârın tılsımı ve gücü sayesinde rüzgâr sporları yapanlar ve izleyenler açısından rüzgârın başkenti durumundaki bu plaj mutlaka işin uzmanları ve yöneticileri tarafından “kitesurf” için daha geniş kullanımlı ve yaygın kullanılır hale getirilmeli ve bu konuda kamu; Belediye ya da herhangi bir bakanlık ayrımı yapmaksızın buraya çok geniş destek vermelidir. Plaj, adını aldığı Pırlanta benzeri kumları ve pırıl pırıl parlayan denizi ile tanımsız bir doğa harikası olup yer aldığı yarımadanın diğer tarafındaki çocukluğumuzun “arka denizi” Altınkum plajına rüzgârı ve güzelliği ile nazire yapmakta olup yaklaşık 40 yıldır günübirlikçilerin ve çadırlı kampçıların tercihi olmaktan da kurtulamamıştır ya da iyi ki böyle olmuş. Yunanistan’ın Sakız adasının tam karşısında yaklaşık 1,5 km lik bir uzunluğa ve kısa aralıklarla derinleşen ve sığlaşan ama kesinlikle 250 mt boyunca da ortalama insan boyunu geçmeyen bir derinliğe sahip olan bu nadide plaj, ağırlıklı olarak SİT alanı ilan edilmiş olmasının, gururu ve değişmeyen duruşu ve sahip olduğu mavi bayrağı ile yaşamımızda yer almaktadır.

Çocukluğumuz döneminde; ovasından ötürü Pırlanta plajlarına Çayırova plajları denilirdi, küçük ama verimli bir ova olan Çayırova’dan ötürü bu isim ile belirtilirdi. Ne zaman Çeşme ve de özellikle Çiftlik dışından insanlar bu plaja gidip gelmeye başladılar, plajın muhteşem görüntüsü ve müthiş güzel kumları nedeniyle plajın adı Çayırova’dan Pırlantaya evrildi, iyi ki de öyle olmuş, ilk defa bir yerin uzun yıllardan beri kullanılan adının değişmesinden ötürü bir rahatsızlık duymadım. Pırlanta plajı yarımadanın hemen arkasında yer alan Altınkum plajı ile birisi kuzey rüzgârlarında diğeri güney rüzgârlarında denize girmek isteyenlerin tercihini kullandığı 2 güzel plaj yine Necip Milletimizin isabetli atıcılığımı yoksa muzipliğine mi dayalı olarak, insanoğlunun kullandığı ve asla vazgeçemediği önemli 2 mücevher ismiyle anılmaya başlamıştır.

Asırlık ardıç ağaçları şu anda da Pırlanta plajında günübirlikçilere ve kampçılara/çadırcılara gölge temin etmeye devam etmekte olup umarım bu durumu da asla değişmez. Alanın bu kadar geniş ve büyük olması, plajı tercih edenlerin de günübirlikçiler ve kampçılar olması nedeniyle gerek atıklar yüzünden kirlenmeye karşı gerekse de işletme sonuçlarından ötürü korunmaya gereksinim duyulduğu çok açıktır. Bir süredir plajın girişinde bir tabela bulunmakta ve üstünde de plajın Kültür ve Turizm Bakanlığı ile Çeşme Kaymakamlığı tarafından Sörf alanı olarak tahsis edildiği belirtilmektedir. Umarım ki buda plajlar üzerinde bir hâkimiyet kavgası ifadesi değildir, eğer böyle bir durumun ilk belirtileri ise bu, yandı gülüm keten helva sonucu doğurur kesinlikle. Bu tür çekişmelerin, Çeşme’de yaşanan ve maalesef nedeni bir türlü anlaşılamayan SİT alanları ihdası ya da kararın kaldırılması gibi bir sonucu bir tarafı ile ortaya çıkarırken diğer tarafı ile de mülkiyeti sana aittir yok bana aittir kavgası neticesinde de sahip olunan değerlerin yok olmasına neden olunmaktadır. Arkeolojik SİT alanlarına inşaat yapılabilmesini becerebilen insanlarımız ile hiçbir endemik değeri olmayan ve yalnızca kültür bitkisi yetiştiriliyor olmasına rağmen arazilerinin doğal SİT alanı yapılmış insanlarımızın birbirlerine nasıl baktıklarını anlatmamıza gerek yoktur sanırım, işte tipik bir “zengin teknesini dağdan aşırır fakir ise düz yolda yolunu şaşırır” hikâyesi. Çeşme’nin de içinde bulunduğu yarımadanın blok halinde herhangi bir tefrik işlemine tabi olmaksızın SİT alanı ilan edilmesi sürecinde bulunmuş ve çalışmış bir Kültür ve Turizm Bakanlığı yetkilisi olduğunu öğrendiğim bir muhterem ile Ankara’ya son gidişim sırasında bir dostumun ofisinde karşılaşmış ve SİT alanları ilanı konusunda hararetli bir tartışma neticesinde anladığım kadarı ile de ihdasın herhangi bir bilimsel kriterinin olmaması ya da benim öyle algılamam neticesinde; bu yüksek mevkideki zata Çeşmelilerin kendileri hakkında “SİT tir” dediklerini söylemiştim de zoraki gülümsemişti kendisi ve sonuç olarak ta anlamıştım ki konunun bilimsellikten ziyade siyasallıkla ilintili olduğunu.

Yeni bir sezona girerken Pırlanta plajında Çeşme Belediyesinin Çiftlik Birimi eliyle başta Turgay Soykan olmak üzere, tüm ekip yaklaşık 10 gündür sürdürdüğü hummalı bir temizlik ve hazırlık döneminin başarılı bir turizm hasadına dönüşmesi gerçekleşir ve bizim kaygılarımız ise sadece bir kuruntu olarak kalır. İyi sezonlar, iyi hasatlar…

Çarşamba, Nisan 04, 2012

OLACAĞI BUYDU 12 EYLÜLÜNDE MAĞDURU BUNLAR OLDU


Zulüm İmparatorluğu Amerika Birleşik Devletleri; genelde Dünyayı zaptı rapta özelde de Doğu Akdeniz, Orta Doğu ve Orta Asya’ya yönelik yeni sömürgecilik politikaları çerçevesinde planlanan “yeşil kuşak” projesi öngörülerine denk gelen coğrafyadaki ülkelerden biri olan Türkiye’de 12.Eylül 1980 de; “içimizdeki Amerikan çocukları” eliyle ve tarihe elleri kanlı 5’li çete olarak tescil edildiği iyice bilinen ve tüm dünyada sadece bu kabil operasyonlardan nemalananlar hariç büyük bir nefretle hatırlanan bir darbe gerçekleştirmiş ve Amerikan emperyalizminin çıkarlarına aykırı davranmayacağı taahhüdünü veren/yenileyen islamist politikaların ve politikacıların önü açılmıştır.

Kemalizm’den başlayarak solun tüm renklerine kadar geniş bir yelpazede hülasa tüm halka, insan hayalini zorlayan, bugün ülkemizde yaşanan tüm sorunların temelini ve nedenini oluşturan bu tescilli faşist darbe, bugün temsilcileri konumundaki iktidar sahiplerine dikensiz gül bahçesi bırakma hesabıyla, yarattıkları dehşetengiz uygulamaları bu ülkenin insanları asla ve kata unutulmamalıdır, unutulmamalıdır ki, ülkemizde son yüzyılda yaşanan bu en büyük siyasi ahlaksızlık ve travma iyice anlaşılabilsin ve gelecek kuşaklara anlatılabilsin. Yarattıkları tenkil, tedhiş ve tedip ortamı ile emperyalist talan, soygun ve yağmaya daha uygun ortam hazırlayan “içimizdeki ABD’nin çocuklarından”, darbecilerinden, kontrgerillacılarından, gladiocularından hesap sorulmalıdır ve bugünkü ardılları olanlara da gerekli cevap verilmelidir.

12 Eylül sadece ve basit bir darbe değildir öyle; “İti ite kırdırma” ile alevlenen ve “Bana milliyetçiler adam öldürüyor dedirtemezsiniz” ile de zirve yapan bu siyasi yaklaşımın “sosyal gelişme ekonomik gelişmenin önüne geçmiştir” saptamasının bir sonucu olarak canım yurdumun üstüne bir karabasan gibi çöken bu saldırı ve emperyalizmin ve yerli temsilcilerinin kurduğu veya göz yumduğu çeteler eli ile büyük boğazlamaya zemin hazırlanmış ve bu zeminde de başta CIA olmak üzere uluslararası her türlü karanlık güç ile büyük bir travma yaşatılmıştır, halka…

Bugünlerde; Amerikan Emperyalizminin ulvi çıkarları uğruna canım yurdumun dizlerinin üzerine çökertilmesi operasyonunun yüzü olarak görünen 12 Eylül Faşist darbesinin 5’li çetesinin hayatta olanlarından Ahmet Kenan Evren ile Ali Tahsin Şahinkaya mahkemeye çıkarılacak ve muhtemelen de gerek ABD Emperyalizminin bugünkü temsilcileri ile yerli ortakları tarafından feda edilecek ve yaşanan kapkara bir geçmiş aklanmaya çalışılacak gibi görünmektedir. Bugün; bu kahrolası faşist darbenin siyasi ve ekonomik ardılları olanların, bugünler için oluşturulan nemaların üstüne çöreklenenlerin, “Aydınlar Ocağının” şanlı önderleri olduğu çekinmeden beyan edenlerin bu işi çözmek gibi bir düşünceleri olmadığı gibi kendilerine tevdi edilmiş böyle bir görevleri de yoktur olamaz da…

12 Eylül’ü yargılamak demek; Emperyalizmi ve Faşizmi yargılamak demektir, ABD emperyalizminin bu olayda oynadığı rolü görmezden gelen, bu faşist darbeyi yapanlarla, emperyalizmin beklentileri ve talepleri doğrultusunda gerçekleşen darbe gerekçelerini teşkil eden ehven ortamın oluşturulması sürecinde rol alan; ABD Başkanından başlayarak, CIA Başkanına, Ortadoğu staretejilerini yapanların, ülkemizde büyükelçi ve büyükelçilik görevlileri ile yerli ortakları, “12 Eylül olmasaydı 24 ocak kararlarının neticelerini alamazdık” diyerek sermaye kesiminin istediklerinin yapıldığının teyidini yapan Turgut Özal başta olmak üzere tüm siyasiler ile dönemin Danışma Meclisinin tüm üyeleri, Vehbi Koç ve Sakıp Sabancı’dan başlayan, TİSK ve MESS üyeleri, TÜSİAD üyeleri ile devam eden sermaye kesim ve temsilcileri ile bu saldırının fiilini yüzünü oluşturan, tüm asker ve polis işkenceciler, bunlara yardım ve yataklık yapan bilim adamları, başta doktorlar olmak üzere, tüm kamu görevlileri, darbeye destek veren başta Nazlı Ilıcak olmak üzere sözde gazeteciler ile tüm aktör ve figüranların tespit edilip onlara bu faşist saldırıyı azmettirenler, yardım eden, yataklık yapanlar ile bu menfur saldırının Ortadoğu’ya ve Türkiye’ye yönelik amaçları, hedefleri, stratejileri ve uygulamalarının açıklığa kavuşturulmaları gerekmektedir.

Aksi takdirde gerisi laf ı güzaftır… Zaten bu açıdan bakınca da; davaya müdahil olmak için başvuranların başını AKP gibi konudan hemen hemen hiç zarar görmemişlerin hatta sonuçlarından faydalanmışların çekmesi de konunun sulandırılması amacını gütmektedir gibi bir görüntü vermekte olup belki de başkalarına yer kalmaması adına bir doldurma yapılmaktadır. Peki; bu yargılama girişimi hiç mi bir şey ifade etmiyor diye sorabilirsiniz, evet bende bu gelişmeyi önemsiyorum, ama bu defa ben yetmez diyorum.

Bu sürecin mağdurlarından birisi olarak, bu konuda söyleyebileceğim, yazabileceğim çok şey var ama kapsam, eli kanlı, beyni özürlü, ruhu satılık, vatan haini oldukları her hallerinden belli olan 3-5 çeteci ile sınırlı kalacağından, bugünün muktedirlerinin ve onların denizler ötesinden destekçilerinin başı olan kişinin 12 Eylül için “Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe, istihâlelerin (dönüşüm) son kertesine varabilmesi dileğimizi arz ediyoruz” deyişinden hareketle, dün alkış bugün kavga görüntüsü altında post kavgası sürdürülmesinin neticesi olan Ordu ile kavganın başlarına ördüğü çorapların perdelenmesi adına alevlenen bu görüntüden bir şey çıkmaz. Bu böyle biline…

Ancak yinede birkaç küçük anı anlatarak konunun ne kadar büyük ve kapsamlı olması gerektiğine dokunmak isterim.

İzmir Emniyet Müdürlüğünü 9 Mart 1981 de ziyaret eden her türlü kanlı olayının direk sorumlusu konumundaki ve muhtemelen de dehşetengiz katil görünümünden ötürü seçilmiş olduğu izlenimi veren dönemin İçişleri Bakanı, Emekli General “içimizdeki Amerikalılardan biri” Selahattin Çetiner “buradan hiç kan çıkmadı daha” dediğinde aynı gece genellikle devrimci tutsakların gözlerinin 24 saat esasıyla bağlı olarak tutuldukları 5. ya da 6. kattan 3 tutsağın atılarak öldürülmesi ve ailelerin her türlü baskıya rağmen takibi neticesinde mecbur kalınan açıklama ile “tutsaklar kaçmak için pencereden atladılar ve öldüler” açıklaması yapılması adeta halk ile dalga geçiliyordu.

Adana Emniyet Müdürlüğünde; benim de dâhil olduğum davanın ön hazırlığı kapsamındaki işkence sürecinde iyi görev yapsınlar diye Özellikle darbeciler ve MİT teki en önemli temsilcisi ya da MİT in cunta içindeki en önemli temsilcisi Baş darbeci Kenan Evren’in damadı Erkan Gürvit tarafından kurdurulan ve elemanları tek tek mezkûr kişi tarafından atanan meşhur ve kıdemli işkencecilerden, başta da Kemal Yazıcıoğlu gibi sicili bu anlamda çok bozuk olan elemanlardan oluşturulan bir ekip olan yok etme timi sayılabilecek DAL grubuna tahsis edilmiş sadece kanalizasyonda yaşayacak hayvanlara ait olabilecek hücreler bölümünde bulunduğumuz dönemde yaşanan çok yoğun ve ölümcül bir işkence sürecine tanık oldum. Adım Dilaver demekten başka bir şey söylemeyen tüm ölümcül işkencelere rağmen sadece gülümseyen bir devrimci yiğit, yaralı yakalanmasına rağmen tedavisi yapılmayan, hatta hücrenin demir kapısına ellerinden ve ayaklarından kelepçelenerek gerilen ve bu halinde bile kanayan yaralarına ellerindeki kalemi sokup kıvırarak ve yaptığı bu işkenceden zevk alan işkenceciler gördüm, hatta o kadarki kan kaybının ölüme yol açacağından korkulduğu anlarda hastaneye götürülüp yaraları dikilen ve bilahare de yeniden kalemle başlayan aynı işkencelere tanık oldum. Bahse konu hücrelerde uzunca zaman kalınması, aynı yerlerin tuvalet olarak kullanılması, ailelerin binbir güçlükle içeriye gönderebildikleri yiyeceklerin aynı yerlerde yenmesi neticesinde bir süre sonra ortalığı bit sarmıştı bir keresinde, tüm hücrelerdeki insanlar Emniyet Müdürlüğünün garajına çıkartılıp, anadan doğma soyundurularak, Adana Belediyesinden getirtilen birkaç ilaç tulumbası ile arkadan, önden ve yandan olmak üzere tüm vucut baştan ayaklara kadar her cepheden çok güzel bir şekilde ilaçlanmıştık, bu da kara mizah tarafıdır, bu sürecin.

Şüphesiz bu alçakların yaptıkları insan havsalasının almayacağı daha binlerce işkence var ama bunlar yeterince yazıldı çizildi, artık pehlivan tefrikasına dönüştürmemek için konuyu, bu kadarla iktifa ediyorum.




Salı, Mart 27, 2012

NEREDE BU BİLİM ADAMLARI

Demokratik Katılım Grubu, “İstanbul Üniversitesi’nin Kenan Evren’e vermiş olduğu “Fahri Hukuk Profesörlüğü ve Hukuk Doktorluğu” unvanları daha fazla gecikmeksizin geri alınmalıdır” talebiyle bir imza kampanyası başlattı. Mezkûr grup Üniversite yönetimini muhatap tutarak; insanlığa karşı suç işlemiş bu diktatör Generalin duvarında asılı bulunan Üniversite Senatosunun onayı ile verilmiş “Fahri Hukuk Profesörlüğü ve Hukuk Doktorluğu” belgesinin behemehâl iptal edilmesi ile halkımızın demokrasiye ve hukuk devletine inancının artacağını ve aynı zamanda Hukuk Fakültesinde yetiştirilen hukukçuların durumlarından sevinç duyulacağını açıklamıştır.

Bilindiği üzere; İstanbul Üniversitesi Senatosu, her fakültenin dekanı ve birer öğretim üyesi, yüksekokul müdürleri ve rektör yardımcılarının katılımı ile toplanır 12 Eylül faşist darbesinin başı Ahmet Kenan Evren’e 2 Aralık 1982 tarih 4943 sayılı “Fahri Hukuk Profesörlüğü ve Hukuk Doktorluğu (Honoris Causa)” verilmesini ittifakla kararlaştırmıştı. Bu payeleri bilim adamı ama kendileri müsvette olan şakşakçıbaşları utanmadan ve sıkılmadan kararın gerekçesini, “Haiz olduğu ahlaki faziletler ve meziyetler yanında vatana hizmet ve yurtta ilmin yayılmasında büyük hizmetler ifasıyla temayüz etmiş olan Cumhurbaşkanı Sayın Kenan Evren'e ilmi kıymet ve meziyetlerinin tebcili için "fahri profesörlük" payesinin tevcihine karar verilmiştir.” Şeklinde açıklamışlardır.

Bu sözde bilim ama gerçekte şakşakçıbaşı olan adamların 12 Eylül faşist darbesi ile çeşitli biçimlerde işbirliği içinde bulunup, hatta işkencelere tıp hekimi rütbesiyle katılan, işkencecilere yol gösteren, işkenceleri gizleyecek düzmece raporlar hazırlayarak payanda olanların yanında bazıları da konuyu; şeref ve haysiyet yoksunu olduğunu gösterir kesin emareler bulunduğu düşünülen, insanlıktan nasibini kapasitesinin elvermemesi nedeniyle alamadığı anlaşılan Prof. Dr. Kemal Balcı gibi; “sorgulamalarda işkence yerine insanda otokontrolü kaybettiren ve yaşanan olayları hatırlatan “sodyum pentothal” adlı ilaç kullanmalı”  diye önerilerde bulunmaya, Prof. Dr. Turan İtil gibi bazıları ise Nazi Almanya’sının hapishanelerindeki araştırmacı doktorlar benzeri, 12 Eylül Faşist darbecileri ve onların hâkimleri tarafından inanılmaz ve tarifsiz facialara gark ederek yarattıkları “savaş esiri” varsayımı ile tutukladıkları insanları suç tefriki yapılmaksızın pahalı ama idamdan iyidir savıyla minimum 40 yaşına kadar mapushanelerde tutulmaları konusunda fetvalar vermişlerdir. Ayhan Songar gibi müsvettelerinde Cerrahpaşa Psikiyatri Kliniğine getirttiği bazı esirler üzerinde derin çalışmalar yürütmüş(!!!) ve elde ettiği bilimsel verileri destek olması amacıyla da 12 Eylülün faşist generalleri ile paylaşabilmiştir ve bugünlerde bu müsvettelerin ardılları TV kanallarında görüş bildirmektedir ve ne yazık ki bu adamları bilim adamı diye de bu TV kanalları tanıtmaktadır.

Peki, bu yağcılar, bu şakşakçıbaşılar bununla sınırlı mı, hani sınırlı olsa gam yemeyeceğim, hiçte üzülmeyeceğim ama bunlar ne yazık ki küçük bir örnek demeti oluşturmaktadırlar; bakın gerisine;

16 Eylül 1980 tarihinde Üniversitelerarası Kurul Başkanı Prof. Dr. Nihat Balkır, diktatör General Kenan Evren'e bir kutlama mesajı göndermiş.

15 Eylül 1980 tarihinde İstanbul'da toplanan bazı Üniversite ve Akademilerin Senato ve Yönetim Kurulları, diktatör General Kenan Evren'e gönderdikleri telgraflarında bağlılık ve başarı dileklerini sundular.

14 Eylül 1980 tarihinde; Atatürk Üniversitesi Yönetim Kurulu diktatör Kenan Evren’e kutlama telgrafı gönderdi.

Ölümüne kadar 12 Eylül faşizmine bağlı olduğunu açıklayan İhsan Doğramacı’ya artık söylenecek bir şey kalmamış ve yukarıda sayılanların başı olduğunu söylemekle iktifa edelim, şimdilik…

Üstelik 12 Eylülün Faşist Diktatörü Ahmet Kenan Evren kısa bir süre önce “Üniversite hocaları para almazsa bayrağın ucundan tutmaz” diyerek bu yardakçı ve şakşakçıları da suçlamış olmasına rağmen, bu alçaklar hiç sesini çıkarmamaları bir kenara yağcılık ve şakşakçılıkta sınır tanımaz tutumlarını devam ettirmişlerdir. Diğer taraftan bu Faşist 5 General bunları söyleyerek yaptıkları aşağılama ile yetinmişler midir, tabii ki hayır bu tür tahkir edici açıklamaları ile yetinmeyip, hemen ardından 1983 yılında, 1402 sayılı yasayla; kendilerini kutlamayan muhalif görülen çok sayıda öğretim üyesi üniversitedeki görevlerinden uzaklaştırmışlardır. Bu şakşakçıbaşılara ne gam, insanlar üniversiteden atılmış, kendilerine hakaret edilmiş bunların umurunda mı, varsa yoksa kendilerine bir şey olmasın…

Bu bilim adamı kisvesindeki alçaklar ve vatan hainleri, diktatör General Kenan Evren’in sürekli tekrarladığı “darbe zeminini hazırlamak için şartların olgunlaşması beklenmiştir” açıklamalarına, şartların oluşması esnasında da; 1978 yılında 900 ölüm 7000 yaralı, 1979 yılında 1100 ölüm 5500 yaralı, 1980 yılında 2100 ölüm 4500 yaralı yurttaşımıza mâl olmuş, bilahare de diktatör General Kenan Evren’in emir ve talimatlarıyla 12 Eylülde gerçekleştirilmek üzere 6 ay öncesinden “Bayrak Harekât Planı” hazırlanmış, hiçbir şey görmemişler, ama haklılar canım yurdumun insanları bunların anlattıklarını yedikçe bunlar cesaretle bu pespaye tutumlarına devam etmişlerdir ve görünen o ki edeceklerdir de…

Evet, sizce bu vatan hainleri ve kendilerinin yetiştirdikleri nerededirler acaba şimdilerde, acaba bir yerlerde Hukukçu mu yetiştiriyorlar, yoksa “Yetmez ama evetçi” mi olmuşlardır, yoksa “ileri demokrasi” nin nimetleri konusunda canım yurdumun insanlarına fetva mı veriyorlardır. Bu diktatör Generaller sağcı-solcu-adli demeden hatta denge adına sıra ile bir onlardan bir bunlardan astık diyerek, canım yurdumun tüm insanlarına “bakın hepinizi her an asabiliriz” mesajı vererek yarattıkları korku imparatorluğu sayesinde yerli ve yabancı sponsorlarına güven verirlerken, bu bilim adamı müsvetteleri bir köşeye sinmiş, şakşaka ve yağcılığa devam etmişlerdir.

12 Eylül faşizmine karşı daha ilk günden itibaren direnen, direnememesi halinde ise en azından alkış tutmayan bilim adamlarını ki onlar gerçek bilim adamlarıdır ve salt bu yüzden de üniversitelerinden atılmışlardır, onları tenzih eder, önlerinde saygı ile eğilir ve bu vesile ile Demokratik Katılım Grubunun, “İstanbul Üniversitesi’nin Kenan Evren’e vermiş olduğu “Fahri Hukuk Profesörlüğü ve Hukuk Doktorluğu” unvanları daha fazla gecikmeksizin geri alınmalıdır” talebine canı gönülden katılır ve bu yazımızın imza kampanyasına katılım olduğunu beyan ederiz.