Cumartesi, Mart 26, 2011

AKSIRINCAYA KADAR TIKSIRINCAYA KADAR İÇİYORLAR

“8 yıldır bizim samimiyetimiz test ediliyor. Birileri ısrarla bize gizli hedefler izafe ediyor. Soruyorum. 8 yıldır hangi özgürlüğü kısıtladık. 8 yıldır kimin yaşam tarzına müdahale ettik. Herkes istediği gibi giyiniyor. Herkes istediği gibi içiyor. Aksırıncaya tıksırıncaya kadar içiyorlar.” diye buyuruyor bir Türk büyüğü, bilahare de “Dinim emrettiği için bu konulara girmiş değiliz, 58. ve 59. madde açık. Bize hemen damgayı vuruyorlar. Peki din güzel bir şey emrediyorsa, onu yapmak da mı suç? Trafik kazalarının sebepleri, cezaevine girilmesi, suç işleme olaylarında alkolün etkisi ortada. Aksırıncaya, tıksırıncaya kadar demişim. Ben de insanım. Benim de gerilimli dönemlerim, stresli ve sinirli anlarım oluyor… Benim de hatam olur. Hatasız kul değiliz ya…” diyerek kendisini masum göstererek savunmaya çalışıyor.

Ne diyor bu ulu Türk büyüğü trafik kazalarını alkollüler yaparmış, trafik polisleri her kazada alkollüleri yakalarmış, peki bir ulu Türk büyüğünün mahdumunun yaptığı trafik kazasında hem de ehliyetsiz araba kullanma hali varken, kaza kapatılmış, müştekiler bir şekilde şikâyetçi olamaz hala getirilmiş belki de ikna edilmiş ise, bu durumu nasıl izah etmek gerekecektir? Akıllara durgunluk veren, beyne spazm geçirten bu gelişmeler karşısında insanın deliliğe vermesi gerekiyor herhalde ruhi çıkış olarak, aksi taktirde maazallah…

Ayrıca ve ilaveten ne diyor bu ulu Türk büyüğü; girişimin hedefi Anayasanın 58. ve 59. maddelerinin amir hükümleri çerçevesinde gençliğin korunmasıdır. Evet, evet bu gençleri korumak gerek ama kimden ve neden korunmalıdır işte oda yine mezkûr Anayasanın 58. maddesinde çok açıktır, “müspet ilimin ışığında, Atatürk ilke ve inkılâpları doğrultusunda eğitilmelidir” bu gençler ki, asıl koruma oluşsun; ama ne gam… Siz gençleri koruyacağınıza eğitim ve öğretimi korusanıza bu yobaz, bu dış mihraklı baskı, bu çağdışı saldırıdan, eğer bu yapılmış olsa gençleri herhangi bir şeyden korumaya gerek kalmaz… Ama ne gam ne keder…

Peki, gerçekten amaç, gençliği korumak ise, neden kumardan korumuyorlar acaba? Alkol ve seks gibi takıntıları var bunların kesinlikle gençleri korumak gibi bir dertleri yok, öyle olsa neden pıtırcık gibi sayısal lotocular, iddiacılar artıyor acaba? Neden acaba; Milli Piyangonun özelleştirilmesi gereğini açıklarlarken yeni oyunların ihdas edilmesi kaçınılmaz olmuştur gibi açıklamalarda bulunurlar ve hatta iddia oyunları hariç günde ortalama 3 kez devlet eliyle bahis oynatılmasına rağmen…

Alkol konusundaki pozisyon almaları; önce düğünlerde daha önce hiç kullanılmamış bardaklarla şerbet dağıtmak, kırmızı hatlar oluşturarak alkollü restoran ve lokantaları bu hatların gerisine çekmek vs. gibi masum görünen ve kamuoyunda tepki oluşturmayacak yaklaşımlar göstererek bilahare de asıl amaç olan alkolün külliyen yasaklanmasıdır, görünen…

“Hem bize ne milletin yaptığından” denilerek koro halinde propaganda yapılmakta, hem de milletin içtiğine karışıyor “aksırıncaya, tıksırıncaya kadar içiyorlar” diyerek Kasımpaşa ya da Eşrefpaşa’nın magandaları edasıyla seviyesiz yorum yapılmaktadır ki, bu şekilde bir ifade ile milletin ne kadar içtiklerini biliyor havası yaratıp ama karışmıyor görüntüsü ile de kendilerini aklamaya çalışıyorlar, yahu ayıptır bu kadar aptallığımızı yüzümüze vurmak be.

Evet, bu Sn. Ulu Türk büyüklerinin “kısıtlama yok” dediklerine katılmıyorsam namerdim, kesinlikle kısıtlama yok, direkt olarak toptan yasaklamanın idmanları yapılmaktadır.

Gençlerin alkolden korunmaları gerekmiyor bana göre, ama acilen yobaz saldırılardan, acilen beyin yıkama seanslarından, acilen trafik teröründen, acilen uyuşturucudan, acilen kumar ve şans oyunu tutkunluğundan korunma yollarının bulunması ve uygulanması gerekmektedir. Ama asıl olan ise de; bedava öğrenim, bedava yurt temini, kolay ve bedava yiyecek, kolay ve ucuz ulaşım, bedava sağlık ve tedavi, hülasa kolay ve ucuz hatta bedava yaşam sunulmalıdır gençlere.

Ama en önemlisi de çocuk yaştaki kızların evlendirilmelerine karşı çıkın, canım yurdumun önemli bir bölümünde hala kız çocuklarının para karşılığı satılarak, babaları ve dedeleri yaşındaki heriflerle evlenmeye zorlanmalarına karşı çıkın…

Kızların 13 yaşında evlendirilmesine sesin çıkmasın, 18 yaşına gelen yurdum insanının beline ruhsatlı silah takabilmesi için yasa çıkarılmasına sesin çıkmasın, ama alkol alımı için canım yurdumun genci ancak 24 yaşında içki satın alıp içebilecek, bu kafayı ben iyi biliyorum ama canım Yurdumun canım insanını bunları anladığı için anlayamıyorum, hayret doğrusu… Bu adamları anlamasak ta olur ama vatandaşı anlamak gerek bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan halkın gideceği nokta neresi olur bilemiyorum vallahi…

Çok merak ediyorum Zafer Üskül hoca ne diyor, ne yapıyor acaba bu gelişmeler karşısında…

Aslında bu gelişmeyi de şamata ile karşılayıp, ciddi ciddi önümüze dayatılan bu hikaye karşısında gülüp geçmek gerekiyor ama… Hadi biz de dalgaya vuralım ve durumdan şakalar üretelim…

BİR ŞAKA: Belki de, ya sadece lokanta ve restoran çalıştıranlar ile gençler arasında bir referandum yapılmalı ya da lokanta ve restoranların 12 Haziran 2011 e kadar %42 si alkolsuz %58 i de alkollü olsun, daha demokratik olmaz mı acaba? Sonrasında da yeni seçimlere göre yeni bir kompozisyon çıkar ortaya nasıl olsa…

BAŞKA BİR ŞAKA: Uzun yıllardan beri Türkiye'nin alkol tüketimi istatistiklerinde, ilk sıralardaki İllerimizin genellikle muhafazakârların (siz anladınız tam kimleri kastettiğimi) hep tulum çıkardığı İller olduğu düşünülürse bu tariflerdekilerin aslında kendi siyasi tabanları olduğu açıktır… Ne yapsın adamcağızlar tabanlarını korumak istiyorlar, zaten bize ne dediler “gavur İzmir”, demek ki derdi bizimle değil, gavur içer zaten, ona da mı karışacak adamcağızlar, ayrıca gavurlar aksırarak, tıksırarak değil; adam gibi içerler. Bu nedenle herhalde biz hedef sayılmayız değil mi?

Yahu bırakın bu beyhude girişimleri ve çabaları… Suudi Arabistan’da yasaktır, peki ne oluyor biliyormusunuz, her ev bir içki imalathanesine, fabrikasına dönüşmüş ve ciddi bir Filipinli evde alkol üreticisi işçi de ithal edilmiş vaziyettedir, diğer taraftan ise herkesin ağzında özellikle Yemen sınırına yakın bölgelerde yetişen ve uyuşturucuya yakın bir ot, korkarım bunlar burada bizi Maraş otu bağımlısı yapmak istiyorlar galiba, yorumu da yapabilir bazıları, maazallah…

Adamcağızlar, şiirsever tabii, Tevfik Fikret’ten şiirlerle hitap ediyor, ne desinler yani, “işeyene sıçana” kadar içiyorlar mı deseydiler…

Bizde bir diğer Tevfik’ten (Neyzen Tevfik) bir şiir ile sona erdirelim.
Rakı şarap içiyorsam sana ne.
Yoksa sana bir zararım, içerim.
İkimiz de gelsek kıldan köprüye,
Ben dürüstsem sarhoşken de geçerim

BİR ANI: Geçtiğimiz yaz Yunanistan’ın Sakız adasına geziye gitmiştim, tam da o günlerde Ramazan ayı idi. Tekneden indiğimizde pasaport kontrolünün her ülkede olduğu üzere 2 kapıdan birinde EU vatandaşları ve diğerinde ise diğerleri yazılmaktaydı diğerleri kapısı çok kalabalık olunca bende EU vatandaşları kapısına gittim polis bana anlamlı anlamlı ama özellikle de neden bu bölümdesin edasıyla bakarak kaç gün kalacağımı sorduğunda ben de karşıda ramazan var burada bu gece içip yarında döneceğimi söylemiştim adam da gülmüştü. İstermisiniz bu şaka yollu yaptığım şey gerçek olsun ve bugün Suudilerin yaptığı gibi içki içmek için yurtdışına gidelim…

Ne yapalım şimdi;
“Alkol bütün kötülüklerin anasıdır
“Cennet anaların ayakları altındadır”
Hadi izah edin bakalım edebilirseniz…









Pazar, Mart 20, 2011

SİZİ SAVUNMAK NE YAZIK Kİ BİZE DÜŞTÜ

Bugünlerde kamuoyunu önemli ölçüde meşgul eden ve toplumsal polarizasyonu artıran “Balyoz darbe planı davası”, 1. Ordu Komutanlığı tarafından hükümeti devirmek amacıyla Balyoz isimli bir askeri darbe planı hazırlandığı iddiasına dayanarak Özel Savcılıkça başlatılan soruşturma sonucu Ağır Ceza Mahkemesinde yürütülen bir dava konusu olduğu herkesin malumudur. Hükümeti güç kullanarak düşürmek (cebren ıskat) ve vazife görmekten men etmeye teşebbüs girişimi olarak Çarşaf, Sakal, Suga ve Oraj kod adlı eylem planları hazırlayarak darbe ortamı oluşturmak en önemli suçlamadır. Peki, böyle bir ihtimal olabilir mi acaba? Bunu ben bilemem şüphesiz, belki olabilir belki de olmayabilir… Ancak bu kabil gücü elinde bulunduran ve harekete geçirme yetkisini kendinde görenler buna benzer organizasyonlar içinde bulunabilirler, şüphesiz… Aslolan ise bu çaplı gücü elinde bulundurduğunu düşünenlerin sürekli cunta oluşturma girişimlerin kaçınılmazlığıdır ve tüm dünyada silahlı kuvvetlerde rastlanılacak bir durumdur, ne yazık ki. Ancak ülkedeki diğer kurumların gücü ve etkisi ile siyasilerin ve toplumun kararlılığı, direnci ve uyanıklığı karşısında bu kabil çabaların defedilmesi mümkün görünmektedir.

Şimdi; bu yargılama sürecinde kamuoyunda, basına yansıdığı kadarı ile hukukun ayaklar altına alındığı konusunda yaygın bir kanı oluşmuş bazı kesimlerde ise de infiale varan gelişmeler yaşanmaktadır. Kişisel kanaatim odur ki; bu dava da hukukun dışına çıkılmış, ciddi hukuk ihlalleri yaşanmaktadır.

Halk arasında sürekli olarak “bu hukuk herkese gerek” lafı çok sık kullanılır ama özellikle de hukuku çiğnenenler bu konuda feryat figandırlar. Sürekli “bu hukuk bir gün herkese gerek olabilir” lafını söyleyenleri gücü elinde bulunduranlar sürekli muhalif, muarız diye suçlarlar ya, bu sefer de bu kural değişmedi. Dünün muktedirleri bugünün mağdurları oldular, gerçi bu devran böyle sürer gider kimsenin kuşkusu olmasın. Güç ellerinde iken yapmadıklarını bırakmazlar güç elden gidince de mağdur duruma düşünce hukuk katlediliyor diye ortalığı kaldırırlar…

Gelelim dünün güçlülerine; dün herkese her şeyi yapmayı kendilerinde hak görenler, reva görenler, dün hukuk çiğneniyor feryatlarına kulak tıkayanlar bugün kendi feryatlarına kulak verilmesi bekliyorlar… Haklılar onların hukuklarının çiğnenmesine bizim kulak tıkamamamız gerekiyor, onlar için hukuk kurallarının layığı ile işlemesi için çaba sarf etmemiz gerekmekte olduğuna canı gönülden inanıyorum… Hukuk herkes için olmalı, herkese aynı uygulamalar yapılmalı.

Ama ne yazık ki bugünün mağdurları; hukuk düzeninin bozulması, takdirlerin güçlüden yana yapılması, hukukun güçlüleri gözetmesini sağlayacak o kadar çok düzenlemeye karar verdiler, destek verdiler ya da göz yumdular ki, gelinen noktada kendileri için yapılabilecek çok şey bırakmadılar, zannettiler ki bu düzen 1000 yıl (yazıyla bin yıl) böyle gidecek. Şimdi destek verdikleri ucubenin mağduru oldular.

Şöyle kısaca bir hatırlayalım, verdikleri kararları, verdikleri destekleri ya da göz yummalarını;

12 Mart’çılar astılar kestiler
Ziverbey köşkü bir işkence üniversitesi haline getirilmesine rağmen ses çıkarmadınız, Anayasanın rafa kaldırılmasına göz yumdunuz, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan idam edilirken üstelik bugünden geriye baktığımızda çok ta komik bulunabilecek suçlamalar neticesinde yine kılınız kıpırdamadı, sürek avları düzenlenerek yabancı avcıların da tatminlerini sağlayacak şekilde başta Mahir Çayan ve arkadaşları olmak üzere bu ülkenin geleceği olan yüzlerce genç dağlarda, ovalarda ve evlerde katledildiler, ama ne gam ne keder …
68 Kuşağının mağdurları ağabeylerimizin “yapmayın efendiler bir gün bu hukuk size de gerekebilir” feryatlarına kulak tıkadınız…
Tabii bunlara hemen koro halinde “ama onlarda komünisttiler, devleti yıkmaya çalışıyorlardı” bizde devleti koruduk diyebilirsiniz ama artık bunların kocaman birer palavra olduğunu bizatihi üst düzey mensuplarınızın beyanlarından anlıyoruz.

12 Eylülcüler astılar kestiler
1 Mayıs 1977 de yapılan katliamda bir sürü unsurunuzun rol aldığı söylendi yazıldı hatta kısmen ispat edildi ama sadece ve sadece sizden ses çıkmadı,
1.000.000’a yakın insan gözaltına alındı, inanılmaz işkencelerden geçirildi, yıllarca yargılanıyorlar palavrası ile tutuklu kaldılar, ama hiçbiriniz “yahu bu adamlar suçlarını bilmeden yatıyorlar” sözünü Allah rızası için bir kez bile söylemediniz, söyleyenleri de YAŞ kararları mucibince bir güzel saf dışı ettiniz ya da edilmesine göz yumdunuz ya da ses çıkarmadınız…
Kendinize lider tayin ettiğiniz bir Türk büyüğünün “bu kış komünizm gelecek” sözünü kendinize şiar edindiniz sürek avları başlatılmasına ses çıkarmadığınız kabak gibi ortada iken, tam tersine “şartların oluşmasını bekledik” sözünün arkasına sığınılmasına sessiz kaldınız…
“Our boys” gibi çok ağır bir yaftadan rahatsız olmadınız ya da oldunuz ama sessiz kaldınız
78 liler olarak bizlerin “yapmayın efendiler bir gün size de gerekebilir” feryatlarımıza kulak tıkadınız…

28 Şubatçılar hükümeti düşürdüler
O zaman ki üstleriniz tarafından “Balans ayarı” yapıldı sesiniz çıkmadı, O zaman ki Komutanlarınız ABD de görüşmelerde bulunup geldikten sonra bu operasyonları yapmış olmalarına rağmen hiçbir zaman illiyetleri ve rabıtaları görmediniz ya da gördünüz ama sesiniz çıkmadı. Tüm bunların emir komuta zinciri içerisinde olduğunun tarafımızca anlaşılmasını ve üzerlerine de fazlaca gidilmemesini beklediniz ve hatta arzuladınız
Temelde bütün darbeleriniz (tabii ki kurumsal yapınız itibariyle) “sosyal gelişmeler ekonomik gelişmelerin önüne geçmiştir” anlayışının ürünü olmasına rağmen sesiniz çıkmadı şimdi sosyal yönünü bitirdiğiniz toplumdan sizi anlamasını hatta desteklemesini beklemektesiniz, isteseler de yapamayacaklarını bile bile…

Her “milli güvenlik kurulu” toplantılarından sonra sürekli “irtica ve bölücülükle mücadeleye devam edilecektir” açıklamasının yapılmasına rağmen ne hikmetse her darbeden, her müdahaleden sonra artarak gelen irticanın sorgulanmasının takipçisi olmadınız, olmadığınız gibi her seferinde de kaçanları bulup garantiler vererek geri getirdiniz ve partiler kurdurdunuz…

Şimdi kendileri yargılanıyorlar ve hukuk bekliyorlar
Şimdi bakıyorum “ben 2 yıldır tutuklu bulunuyorum ama ne ile suçlandığımı bilmiyorum” diye haklı olarak şikâyetçi oluyorsunuz da, mensuplarınızca yapılan her darbeden sonra bir sürü insan “neden ceza aldık bilmiyorum” ya da “neden bu insanlar idam edildi anlamıyoruz” diyenleri hep horladınız, hep görmediniz ya, işte buna şaşıyorum.

Ama şimdi biz sizlerin (onların) haklarını savunuyoruz

Son söz de bugün bu hukuk dışı uygulamaları gerçekleştirenlere ve savunanlara belki yarın size de gerek olabilir, lütfen hukuk devletini militanca savunun…
İlerde bir de sizin haklarınızı savunmak durumunda bırakmayın bizi… Sakın bu; AB’ye ve ABD’ye güvenmeyin, özellikle bakın İslam Dünyasına, dün desteklediklerini şimdi terk ettiler…

Salı, Mart 08, 2011

BİR MANDOLİN HİKÂYESİ

Okulların görece hala Eğitim Kurumu olduğu yıllarda şimdiki gibi sadece öğretim kurumu haline getirilmeden önce demek istiyorum kolayca anlaşılacağı üzere… Bugün ne yazık ki eğitimin artık önemi kalmamış görünmekte ve yeter ki öğretimi yüksek toplum olalım yaklaşımı öne çıkmıştır.
 
Eğitimin önde tutulduğu, okullarda müzik ve tarım derslerinin seçmeli ders olmadığı mezkûr senelerde insanın bir tarafta kulağı diğer tarafta eli eğitilmek üzere uygulamalı dersler yapılırdı. Özellikle de elişi dersleri insan elinin ehilleştirilmesi adına önemli bir ders idi. Zamanla bu derslerin önemi azaltıldı sonra da tamamen kaldırıldı ya da seçmeli ders haline getirildi ya yanarım bu duruma.

Çeşme ortaokulunda aslında coğrafya öğretmeni olmasına rağmen belki de mandolin çalmasını bilmesinden ötürü müzik öğretmeni olarakta ders veren Kostarika lakaplı Ahmet Uğur, derslere sürekli mandolini ile gelir dersin önemli bir bölümünde mandolin çalar ve ders kitabındaki müzik parçalarını hep beraber icra ederdik. Aslında ne yüz ifadesi ne de davranışları bir müzik öğretmeni olmasına uygun bir durum oluştururdu benim için, çünkü çok sert görünümlü ve öğrencilere çok sert davranan hatta bol miktarda dayak atan birisiydi. O dönemde okulun müdür muavini olması nedeniylede davranışları terör boyutuna ulaşırdı zaman zaman… Ders saatleri dışında elinde tahta 1 mt lik cetvel olurdu, attığı dayakların bir kısmında aletli dayak kabilinden olmak üzere de bunu sıkça kullanırdı, özellikle de ellerin parmaklarını yukarı gelecek şekilde birleştirdikten sonra olanca gücüyle cetvel ile vurması neticesi öğrenciler parmaklarının koptuğu hissine kapılırdı. Bunun böyle sürüp gitmesinde de velilerin çocuklarını öğretmenlere “eti sizin kemiği bizim” diyerek teslim etmelerinden kaynaklanırdı büyük ölçüde kanımca… Neden bu öğretmene Kosta Rika denirdi şimdi onu hatırlamıyorum açıkçası ama büyük ihtimalle coğrafya öğretmeni olması nedeniyle muhtemel bir çam devirmesi ya da öğrencilerin bir takması neticesinde olmuş olabilir.
 
Ahmet Uğur öğretmenin zamane Neron’u veren görüntü ve davranışına rağmen inanılmaz bir şekilde müzik derslerini sevmiş idim ve salt bu yüzden de mandolin sahibi olabilmenin ve çalabilmenin dayanılmaz bir özlemi oluşmuştu içimde… Çobanların kavalı, düğünlerdeki davul zurna ve okullarımızın, belediyemizin bando takımlarının yaptığı müzik dışındaki canlı müzikten başka tecrübesi olmayan benim için bu durum muhteşem bir durumdur. Pena ile çalınan ve öğrenilmesinin kolay olduğu söylenilen, gitar öncesi bir çalgı aleti olan mandolin artık hayallerimi süslemekte idi…

Şu anda hayatta olmayan, rahmetle andığım, benim bildiğim kadarıyla Çeşme’de 2. Müzik Öğretmeni Milli Eğitim Müdür Yardımcısı Ahmet Aykın, ki çocukluk arkadaşımın babası ve kendisi de babamın yakın arkadaşı idi. Ahmet Aykın öğretmende son derece sert mizaçlı birisi olup, bildiğim kadarıyla da en başta ve en fazla da kendi oğlu olmakla birlikte neredeyse benim dışımda dayağını yemeyen bir öğrenci kalmamıştır ve zaten babasından miras “atom” lakabı ile anılırdı. Ancak bu sert mizaçlı arkadaşımın babası, babamın arkadaşı başöğretmen ile inanılmaz samimi bir iletişime sahip olduğumu hep hissetmişimdir, bende bu hissi yarattığı için kendisini de sürekli minnetle ve özlemle, şimdi de rahmetle anmaktayım… Toprağı bol olsun…

Bir gün samimi iletişime sahip olduğum başöğretmen Ahmet Aykın’a, mandolin çalabilmenin benim için ne kadar büyük bir önem taşıdığını ve bunu ne kadar büyük bir özlemle istediğimi anlattım, bilahare de bana bu konuda yardımcı olup olamayacağını sordum, bana hitap ederken sürekli “birader” diyen hocamdan “tamam birader, sen mandolini aldır” cevabını alınca bir etap daha geçmenin sevincini yaşadım.

Şimdi sıra en son etaba gelmişti, babama bir mandolin satın aldırmanın yolunu bulmalıydım, bu nasıl olacaktı işte bunu bilemiyordum…

Her çocuğun başvurduğu ilk yol olan anne üzerinden girişim benim de çaremdi ama süreç içinde anladım ki benim özelimde bu bir başarı getirmeyecekti, bu nedenle kendim direk babamı ikna edebilmenin bir yolunu bulmalıydım. Her türlü girişimde bulunmama rağmen bir süre sonuç alamadım.

Ve Babam Mandolin almaya karar verir bir gün, ne oldu da satın alma kararı verdi hiçbir zaman öğrenemedim. Ama her çocuğun yaşadığını düşündüğüm çok isteyip gerçekleşen bir şey karşısında önce şaşkınlık, sonra sevinç duygularını ben de yaşamıştım. Ve babam ile birlikte İzmir’e gittim, sora sorula nereden mandolin bulabileceğimizi öğrendik, adresi öğrenilen bugün Kemeraltı’nda olduğunu düşündüğüm dükkâna gittik, ve işte şimdi hatırlamadığım ama önemli bir miktar olduğunu hatırladığım bedel ödenerek mandolini satın aldık.

Artık bir mandolinim vardı, bir mandolin sahibiydim, özlem büyük ölçüde gerçekleşmekte idi. Son bir etap daha kalmıştı artık, mandolin çalma derslerine gelmişti sıra, bu heyecanla Çeşme’ye dönüldü hemen ilk fırsatta başöğretmen Ahmet Aykın’a başvurdum, ama o da ne, hayret bizim birader “birader, sinirlerim artık kaldırmıyor ben ders vermeyi bıraktım” dedi ya bende bir şok oluştu. Ama yapılacak bir şey yok, binbir türlü dil dökerek babamı ikna edip mandolin aldırabildiğime mi yanayım, babamın gözünde bu başarısızlığın nedeni olarak görüleceğime mi yanayım, bilemedim…
 
Artık hayallerin sonu gelmişti, düş kırıklığı, mandolin bir kenara kaldırıldı, ara sıra açarak tek başına çalmayı becerebilme denemesi yaptıktan ve kah pena kırılması kah tel kopması ve sonuçta da becerememekten ötürü de tamamen unutmaktan başka da çare kalmamıştı. Gerçi bu sürecin sonunda lise çağı gelmişti, İzmir’e yatılı okumaya gidildi, yeni meşgaleler, ilişkiler ve başka konsantrasyonlar beni mandolin çalmayı öğrenme fikrinden uzaklaştırmaya başladı ve süreç içinde de unutuldu gitti.
 
Yine hayatta halen devam ettiği üzere ıslık dışında bir müzik aleti çalamayan bir adam olarak kalmıştım.

Yıllar sonra güzelim mandolinim gitti komşumuz Marangoz Necati Abi’nin oğlu Hüseyin’e ama o çalmayı öğrenebildi mi bilmiyorum…





Cumartesi, Şubat 05, 2011

İLK YAP İŞLET DEVRET ÇEŞME’DE PAFTOS MESELESİ

1914-1918 yılları arasında Çeşme Kaymakamlığı yapmış Hilmi Uran’ın anılarını topladığı “Meşrutiyet, Tek Parti, Çok Parti Hatıralarım (1908-1950)” adlı kitabında Çeşme bölümünde “Paftos meselesi” adlı başlık altında yazılmış enteresan bir bölüm vardır. Burada; benim bugüne kadar okuduğum kaynaklar içinde, bugün literatüre “Yap-işlet-devret” adıyla girmiş bulunan bir uygulamanın bulunması dikkatimi çekti.

Nasıl anlatıyor bu uygulamanın kilometre taşlarını Hilmi Uran; “Çeşme’nin yakın tarihi hakkında sonraları edindiğim bilgiye göre, vaktiyle Çeşme’de de arazi büyük parçalar halinde idare edilir” ve devamında “İnsan elinin azlığından ve himmetsizliklerinden bu çiftlikler sahiplerine pek az fayda sağlarlarmış. Fakat Çeşme bu durumda iken adalar da, nüfus fazlalığından muzdarip bulunuyorlarmış, oralardan da nüfus kendine taşacak yer aramakta imiş. İşte adalardan bazı çalışkan ve becerikli Rumlar ihtiyaç sevkiyle Çeşme’deki çiftlik sahiplerine müracaat ederek, kendilerine ayrılacak küçük arazi parçaları üzerinde bağ tesisine izin almışlar ve uzunca bir müddet faydalanacakları bu bağları bu müddetin hitamında bağ olarak aynen çiftlik sahiplerine bırakmayı taahhüt etmişlerdir” (shf 67-68)

Ancak burada; bu uygulamanın tarihi ile bahse konu Rumların yaklaşık hangi tarihlerde adalardan gelmiş olabileceği konusunda bir fikir sahibi olamıyoruz, bu konuda Çeşme Belediyesi tarafından 15-17 Eylül 1997 yılında düzenlenen “II. Uluslararası Çeşme tarih ve kültürü sempozyumununa” Nahide Şimşir tarafından sunulan bildiriden anladığımız kadarı ile III. Selim’in padişahlığı döneminde gelmiş olduklarından bahsedilmektedir ki buda 18. yüzyıla denk gelmektedir. Yine mezkûr bildiride gördüğümüz gerekçe ise şöyle anlatılmaktadır. “Rumların Çeşme yöresine gelişleri hakkında muhtelif rivayetler bulunmaktadır. Bunlardan ilki Hacı Memiş Ağa’nın çiftlik işlerinde çalıştırılmak üzere Sakız adasından bir miktar Rum’u getirmesi ile ilgilidir. Bunlar daha sonra kendi akrabalarını da getirmek suretiyle çoğalarak, Çeşme kazasının bir kısmını işgal etmişlerdir. Zamanla bu Rumlar köylere de yerleşerek, kayalık arazileri set yapmak ve başka yerlerden toprak taşımak suretiyle bağlıklar kurmuş ve Sakız Adasından koyun getirerek yetiştirmeye başlamışlardır”

Gerçi zaman içinde bir dolu nedenle Rum nüfusun artması sonucu, yaşadıklarının yarattığı kendine güvenin artması neticesinde Rumlar Çiftlik sahiplerine karşı taahhütlerini yerine getirmemişler, sürelerin dolmasına rağmen arazilerin sahiplerine iade edilmesinden imtina etmeleri, bir hukuk davasını oluşturmuş ve yine aynı eserlerden anladığımız kadarıyla; Rumcada kiralama anlamına gelen “Paftos” kelimesinden hareketle, paftos meselesi adıyla tarihteki yerini almıştır. İlk önce birkaç açıkgöz Rum’un cesaretle gerçekleştirdiği bu girişim, bilahare tüm camiaya sirayet etmiş ve bir uyanıkla başlayan girişim bir başka uyanıklıkla sonuçlanmıştır.

Tıpkı bugün de kamuya ait olması gereken değerlerin özel sektöre tamamen peşkeş çekilerek deyim yerindeyse çok da çakalca “yap-işlet-devret” aganiki-naganiki düzeni kurulması gibi… Ne diyelim bugün girişimin mi yoksa sonucunun mu kopyalandığını anlamak mümkün değil tabii. Ama galiba son 25 yıldaki uygulamasına bakarsak zaten çakalca bitmesi, başlangıcında kurgulanmış gibi duruyor.

Peki, günümüzde bu çakalca yaklaşıma giydirilen türban nedir; efendim devletin; mali, teknolojik ve teknik nedenlerle yetemediği, köprü, yol, baraj ve tünel vs gibi projelerin özel sektör tarafından yapılması deniyor ya, işte o… Hani birde demiyorlar mı bunu bize anlatırken; ileri teknoloji transferi olacak, yabancı sermaye girişini artıracağız, her şey çok güzel olacak, piyasa her şeyi düzenleyecek işte o zaman anlıyorum, asıl piyasaya bizim düştüğümüzü ve başımıza neler geleceğini… Hani bir de biliyorsanız ki bu tarz yaklaşımlarda yapacaklar, işletecekler ve asla devretmeyecekler ya da en iyimser hali ile yatırımın canı çıkınca defin işlemleri için devredeceklerini, daha bir kötü oluyor insan… Eeeeee tabiî ki yasa yapıcılar da oyunun ve sürecin parçaları ise eğer zaten hepten kaybedilmiştir bu oyun… Tabii ki ve aslında bir yatırım modelidir, kapitalist kalkınma model vaadine göre, tek anlaşılamayan şey kim kalkınır kim yatırır ve kim yatırılır…

O gün Çeşmedeki çiftlik sahipleri Rumların bu dayatması karşısında birer tas soğuk su içmişler, eeeeeeee tabi teknoloji o günlerde çiftlik sahiplerinin bardak kullanmasına olanak vermemiş ve o gün olmayan ama teknoloji bugün bu çakallar karşısında talanın da büyüklüğüne mütenasip bize soğuk değil çok soğuk su içmemizi temin etmiştir.

Ne demiş Neyzen Tevfik: “Eskiden sormadan asarlardı, şimdi sorarak”

Neymiş; değişen tek şey sadece şekli bir durumdur… O kadar… Talan o günde var bu günde, tedbir var mı peki bu çakallara karşı, ne yazık ki yok…

Belli ki Tanrı bu dünyayı yapmış ve işletmeyi de bu şeytanlara devretmiş görünüyor…

Geçmiş olsun…



Perşembe, Şubat 03, 2011

KORKUYORUM BAY BAŞKAN KORKUYORUM

AKP Konak İlçe Başkanı Latif Özkan yaşam tarzlarına müdahaleden korkan İzmirlilere “Bizden korkmayın” demek üzere bir internet sitesinin kurulmasına ön ayak oluyor. Burada amacın, kendilerine asla istedikleri kadar oy vermeyen, sürekli aydınlıktan yana durmaya çalışan ve bu yolda direnen İzmirlilerin oylarını alabilmek olduğu açıktır. Amaç, Bay Başkanın ifadesine göre “korku tüccarların ekmeğine yağ sürmemek” ise, gereğini de yapmak yine kendisine düşer, değil mi?

Bay Başkan belli ki son derece iyi niyetle böyle bir girişimde bulunuyor olabilir, eğer iyi niyetle başlamış bir girişim ise, Bay Başkan ülkemizde olanların farkında değil galiba, en iyimser ifadeyle… Daha çok şey diyebilirim ama işte bundan da korkuyorum…

Gel de korkma göreyim seni; gel AKP dışındaki bir partiye destek verde göreyim seni…

Bakın gerçekten korkmamamızı istiyorsanız, size ne tür açıklamalar yapmanızı hassaten öneririz.
1. Eskiden sık sık dile getirdiğiniz; “demokrasi tramvaydır, varılacak noktada inilecektir” sözü için bir özeleştiri yapın ve bunu kamuoyuna açıklayın;
2. “Anıtkabir’de insanlar sap gibi duruyorlar” açıklamasının bir hata olduğunu ve bundan sonra beğenmeseniz bile yaptıklarından ötürü Atatürk’e gerekli saygıyı göstereceğinizi açıklayın ve aksine davranışları behemehâl cezalandırın;
3. “Elhamdülüllah şeriatçıyız” diyenleri hemen ayıplayın;
4. “İstanbul'u Medine yapacağız” diyenlere hemen yuh deyin, hatta olmazsa çüş deyin;
5. “Bütün okullar İmam Hatip yapılacak” diyen zihniyete, olmaz kardeşim bu ülkede Müslüman olmayanlar var, ateistler var, Müslümanlığın 4 değişik yorumuna inanan ve ona uygun ibadet edenler var, “bu laf çok anlamsızdır” diye açıklayın;
6. Sanata ve sanatçıya beğenmezsek bile “içine tükürürüm” ya da “ucube” demenin en hafif deyimle ayıp olduğunu açıklayın ve aksine davranışların takip edileceğini gösterin;
7. “deniz feneri” yolsuzluğu konusunda kim konuyu savsaklarsa, Hâkim ya da Savcı fark etmez derhal haklarında başta bakanlık olmak üzere tüm denetleme kurulları seferber olacaktır açıklamasını kamuoyuna yapın, aksi gelişmeler halinde de behemehâl gereğini yapın;
8. Tarafınızca belirlenen Belediye başkanlarının saman altından su akıtmaya çalışıp, şeytanın bile aklına gelmeyen yöntemlerle bir taraftan kırmızı hat içerisine almaya çalıştığı alkollü içecekler satan yerlere karşı bu tutumlarından vazgeçtiklerini bir açıklama yaparak kamuoyuna duyursunlar, yapmıyorlarsa da siz de bu bir genel çalışma ve plan değildir yaklaşımı ile, bir daha aday olamayacakları kamuoyuna açıklayın;
9. Gençleri içkiden koruyoruz denilerek alkollü içeceklerin yasaklanması girişimini desteklerken, iddia oyunları hariç günlük 3 (yazıyla üç) adet devlet eliyle kumar oynatılmasına ses çıkarmadığınız için pişmanlığınızı behemehâl açıklayın;
10. Gemicik meselesi açıklanırken “sermayenin özgürlüğü” söylemiyle kocaman bir toplumla dalga geçilmesine karşı çıkın, kocaman gemiye gemicik açıklaması ile “ne olur canım tarzı” Türkiye siyasi hayatının klasik yaklaşımını ret eden açıklama yapın;
11. 13.000.000 (yazıyla onüçmilyon) işsizin olduğu ülkede birilerinin oğulları yumurtadan milyoner (eski parayla trilyoner) olurken “ne yapalım yani çocuklar çalışmasın mı?” söylemiyle ince ince dalga geçilme konusunda doktora tezi hazırlanmasına karşı çıkın;
12. Oruç tutmayanların “dine karşı saygısızlık yapılıyor” açıklaması ile hedef haline getirilmesinin karşısında durun, bunu yapanları ayıplayın;
13. Anayasa Mahkemesi eski Raportörü Doç. Dr. Osman Can Diyarbakır’da katıldığı “Anayasa Paneli”nde “Örneğin Anayasanın değiştirilemez maddeleri diye ilginç şeyler var. Ya başkentin Ankara olmasını kim bize sordu. Babalarımız ve dedelerimiz karar vermedi bildiğim kadarıyla” demiş ya, bu zata ileri demokrasinin mimarı diye sarılmak yerine demokrasi düşmanı deyin;
14. Sivas’ta alenen ve açıktan insanların yakılması davasının sanıklarına dönemin Adalet Bakanının avukatlık yapmasının ahlaki ve etik olmayacağı konusunda Allah rızası için bir itiraz edin;
15. Irak’ta yaklaşık 1.500.000 (yazıyla birbuçukmilyon) Müslüman öldürüldüğünde; Müslümanlar yerine Amerikalı askerler için dua edildiğini beyan eden büyüklerimiz varsa bunları kınayın;
16. Benzin 4 TL olunca “zammı biz mi yapıyoruz” diye açıklama yapan muktedirleri ayıplayın;
17. Abdullah Öcalan ile görüşüldüğü ortaya çıkınca “biz görüşmüyoruz devlet görüşüyor” diyen, kaldı ki görüşülmesine bende itiraz etmem ama bu takiyyeci zihniyeti kınayın;
18. YÖK’e karşıyım deyip, YÖK Başkanını kendisi tayin edince YÖK ten yana olan takiyyeci anlayışa karşı durun;
19. Darbenin yapılmışı varken vesvesesi ile uğraşılması karşısında azıcık ses verin;
20. Bazı darbecilerin ya da darbe girişimcilerinin neden korunduğunu sorgulayın;
21. Kendisini destekleyen basını özgür, eleştireni çıkar odaklı mihrakların sesi şeklinde açıklayan zihniyete hiç olmazsa şeklen ve sözde karşı çıkın;
22. İzmir kötü yönetiliyor, gidin Ankara’yı görün, Kayseri’yi görün diyen zihniyete, kaldı ki bende İzmir’in kötü yönetildiğini düşünüyorum, ama her türlü desteğe ve göz yummaya rağmen Ankara ve Kayseri de çok, hem de çok kötü yönetiliyor, bunu görün ve açıklayın;

Daha binlerce soru sorulabilir ama Bay Başkan şimdilik bununla iktifa edelim, bu kadarı bize yetecektir…

Yoksa… Yoksa…

Adım adım bize İslami yaşamı dayatmanın arayışını dar alanda paslaşarak göstermeye çalışanları da görünce…

Vallahi korkuyoruz Billahi korkuyoruz.

Korkmayı da istemiyoruz hani, kim korkmak ister Allahaşkına

Vallahi korkuyoruz Billahi korkuyoruz.

Çarşamba, Ocak 26, 2011

BİZDE DEMOKRATİK ÖZERKLİK İSTİYORUZ

24 Ekim 2007 tarihinde Diyarbakır'da yapılan Demokratik Toplum Kongresi'nde "Demokratik Özerklik Projesi" paketi hazırlanmış 8 Kasım 2007 tarihinde ise DTP'nin 2. Olağan Kongresi'nde kabul edilmiş ve bilahare de mevcut AKP hükümetince önce “Kürt açılımı” devamında da baskılar karşısında ricat ederek “demokratik açılım”a dönüşen projesi ile büyük kesişmeleri içeren yaklaşım hala kamuoyunda tartışılmaktadır.

Bu konu daha da çok tartışılır bu ülkede, bu kafayla, bu yaklaşımla, bu niyetle… Emperyalistler ve yerli ortakları Muktedirler de konunun bu şekli ile tartışılmasının sözde olmasa bile özde olması işlerine geliyor ya, durmak yok yola devam…

Bu konu ile ilgili görüşlerim şüphesiz var; ama bunu tartışmak değil derdim bugün, konu ile ilgili konunun ustaları “ulusların kaderlerini tayin etme” ve “konunun sınıf temelli çözümü” üzerine yıllarca kafa yorarak binlerce makale yazmışlar, binlerce kitap yazmışlardır, dolayısıyla haddimi bilerek bu konuda daha fazlaca laf söylemek istemiyorum.

Uzun yıllar önce Bülent Ecevit yanılmıyorsam 1974 yılı yazı idi, “Ayşe tatil çıksın” lafından önce idi, Çeşme’yi ziyaret etmiş ve basına verdiği demeç içinde “serbest bölge” kavramı geçmiş, ilk defa duyduğumuz bu kavram karşısında o yıllardaki yaşımız ve bilgimiz itibariyle konunun bize çok yabancı olması nedeniyle de, mezkûr konu üzerine arkadaşlarımız ile Çeşme’nin bağımsızlığına kadar varan binlerce fikir üretip, bağımsızlık ya da özerklik hayalleri kurmuş idik, safça ve çocukça…

Geçenlerde “Yeni Çeşme Gazetesi”nde 12.01.2011 tarihinde çok Sevgili Dostum Aydın Korkmaz’ın “Özelden genele” adlı köşesinde “Bölücülükse. Bölücülük. Ben de bölüyorum” başlıklı yazısında, neredeyse arkadaşlarımızla 35 yıl önce özerklik-bağımsızlık üzerine çocukluk-gençlik hayali kurduğumuz günlere gittim ve bunları paylaşmaya karar verdim. Ayrıca mezkûr yazıdan öğrendiğim kadarıyla, bizim bu anlamdaki bölücülük ya da özerklik üzerine kurduğumuz hayali ilk defa ve en kallavi biçimde Büyük İskender düşünüyor ve Smirna’yı (İzmir) kurduğu zaman, Urla-Seferhisar arasındaki vadiden kanal açarak bugünkü yarımadayı tam anlamıyla adaya dönüştürmeyi planlıyor.

Yine mezkûr yazıdan öğrendiğim bir başka şey ise; 1989 yılında Çeşme Belediye Başkanlığına DSP den aday olan ve sevgili dostum Aydın Korkmaz’ın ifadesiyle “Kızılcık Şükrü” platonikte olsa konu ile ilgili görüşler ileri sürmüş… Bu görüşler; Şifne deresi ile Alaçatı Azmağını bir kanal marifetiyle birleştirerek Çeşme ve Alaçatı’yı bir ada üzerinde tutmakla başlıyor, bağımsızlığa kadar uzanıyor. Sevgili dostumun “akıllara zarar” dediği projeye göre Çeşme il oluyor Alaçatı ise ilçe ve sonra da bağımsızlık ilanı… Rüya görmenin, hayal kurmanın zararı da yok, devam… “ne güzel değil mi? Ufacık ama güpgüzel bir adacık. Giriş-çıkışa bir de gümrük binası. Gelene gidene pasaport ve vize. İşi olmayana iş, evi olmayana ev. Gerisine ise; kusura bakma kardeşim kontenjanımız doldu. Bayrak mı? Gökkuşağı düşünmüştük. Yani doğanın tüm renkleri.” Diye devam ediyor sevgili dostumun yazısı…

Ütopyada olsa, hayalde olsa; ben de yazının girişinde belirttiğim hükümet yaklaşımı gereğince, düşünmeye devam ediyorum… Pasaportumuz uluslar arası kabul görmüş olacak, az nüfusu ile işsizlik, küçük bir ada olması nedeniyle ulaşım sorunu olmayacak, para ise Türk Lirasını kullanmaya devam ederiz, maliyesini döndürmek adına da turizm başta olmak üzere, Çeşmenin meşhur kumrusu, meşhur Çeşme kavunu, Çeşme soğanı, Çeşme üzümü, Çeşme Barbun ve Çipura balığı, Çeşme sakızı, Çeşme Hurma zeytini başta olmak üzere zeytincilik, Çeşmenin meşhur sakız koyunu vs. vs. tarım ve hayvancılık planlanır… 10 dönüm bostan yan gel Osman… Ohh. Ohh.

Hayal kurmanın da sağlığımıza solluğumuza da zararı yok ya, kur baba kur…

Hazır medyanın; her seçim sonunda seçim sonuçlarını değerlendirirken bizim ilçemizi kırmızıya boyamışken, Gâvur İzmir’in bir parçasıyken, varın bizden kurtulun.

Aman ha sakın bana yahu Çeşme kim bağımsızlık kim demeyin… Çeşmenin bağımsızlık geçmişine bir bakalım… MÖ III yüzyılda İyonya’daki 12 bağımsız başkentten biridir ve merkezide Erythrai’dir. Bilahare Pers işgaline ve egemenliğine karşı; diğer İyon kentleri ile birlikte ayaklanmış, Büyük İskender’in Persleri Anadolu’dan uzaklaştırması ile bağımsızlığını tekrar kazanmıştır.

Şimdi bunlar hayaldir diye ısrarla yazıyorum ya birileri de bunun suç olduğunu söyleyebilir ama Anayasa Mahkemesi eski Raportörü Doç. Dr. Osman Can, ki kendileri şu an yaşadığımız ileri demokratik ortamın mimarlarındandır, Diyarbakır’da katıldığı “Anayasa Paneli”nde “Örneğin Anayasanın değiştirilemez maddeleri diye ilginç şeyler var. Ya başkentin Ankara olmasını kim bize sordu. Babalarımız ve dedelerimiz karar vermedi bildiğim kadarıyla” demiş ya. Oda kocaman ve pek parlak hukukçu ve muktedirlerin akıldanesi ya, kesinlikle suç işlemez diye düşünüp, cesaretlenip bu kelamları ettim. Affola…

Haydi, hoş geldiniz Çeşme Cumhuriyetine…

Çarşamba, Ocak 12, 2011

İÇKİ YASAĞINA TÜRBAN: ÇOCUKLARI KORUMA

Tütün ve Alkollü İçkiler Piyasası Düzenleme Kurulu’nun (TAPDK) çıkardığı “Tütün Mamulleri ve Alkollü İçkilerin Satışına ve Sunumuna İlişkin Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik” ile muktedirlerin uzun yıllardır çaktırmadan idmanları yapılan içki içilen yerlerin şehir dışlarına çıkarılması denemelerine yeni bir boyut kazandırdı.

Haydi, hep beraber kısaca bu günlere nasıl geldik, yakın geçmiş üzerinden bunun bazı kilometre taşlarına bir bakalım…

Bir Gazete haberi; Ankara Çankaya İlçe Emniyet Müdürlüğü’nde görev yapan polisler “Kurtuluş Parkı’nda el ele dolaşan, bank ve çimlerde oturan genç çiftleri Genel Bilgi Tarama'ya GBT) tabi tuttu, “Uygunsuz oturuyorsunuz” uyarısında bulundu”. Peki gerekçe ne idi, Polis vazife ve salahiyetleri yasasına göre Polis bu tür konularda gençlerin kötü yola düşmesini engelleyecek önlemleri hemen almalıydı, hemen çocukları ayrı ayrı evlerine göndermeli idi, ve hemen gereğini de yaptı. Eeee tabi bu gençler tabi bilmezler ya, elele tutuşurlarsa kötü yola düşerler maazallah, hemen gereği yerine getirilmeli idi Maşallah. Peki, kamuoyunda ciddi ve kalıcı tepkiler oluştu mu? Hayır.

Bir hatırlama; Ankara Büyükşehir Belediyesi Başkanı İ. Melih Gökçek 1994 yılında heykeltıraş Mehmet Aksoy tarafından yapılmış "Periler Ülkesi" heykelini müstehcen bulduğu gerekçesiyle “tükürürüm böyle sanatın içine” demiş ve heykeli parçalatmak için yerinden kaldırtmıştı. Gerçi sonrasında Mehmet Aksoy Ankara 6. Asliye Hukuk Mahkemesinde açtığı dava neticesinde eserin eski yerine konulmasına karar vermiş ve İ. Melih Gökçek’i tazminat ödemeye mahkum etmişti ya. Demek ki heykele karşı olmak öyle bazı ahmakların bize anlattığı gibi pek öyle kişisel bir tutum değil kurumsal bir yaklaşımmış, gelinen nokta da da bu gayet net biçimde anlaşılmaktadır. Bu kurumsal ve örümceksel yaklaşımdan tam tamına 16 yıl sonra Başvekil; “yıkın bu ucubeyi” söylemi ile Kars’taki İnsanlık Anıtı heykelini hedef alıyor yeniden hem de bir vites arttırarak, kafanın ardındaki kurumsal nefreti açığa çıkarıyor. Ama tepkiyi görünce klasik yöntem devreye giriyor, yanlış anlaşıldığı, bu lafın ruhunun anlaşılmadığı anlatılıyor masal dinleyicisi bizlere Kültür Bakanı Ertuğrul Günay tarafından, “Heykeli değil gecekonduları kastetti” diye savunuldu. Tabii ki biz de her şeyi yanlış anlıyoruz ya, Allahtan başımızda her türlü tuzağı anlayan bir iktidar var da, yırtıyoruz…

Bir başka hatırlama; Cumhuriyet Gazetesinde yıllar önce karikatürist Musa Kart tarafından Başvekil Erdoğan'ı ''kedi'' şeklinde betimleyen bir karikatür yayınlanmıştı. Bunun üzerine Başvekil kopardı bir vaveyla kopararak “haysiyetim ayaklar altına alındı” gerekçesi ile hemen her gün toplantılarda konuyu abartarak anlattı durdu, ama kafanın ardı tabiî ki sanat düşmanlığı ile dolu olunca bu kurumsal ve kuramsal yaklaşım kaçınılmaz olmaktadır. Sanata ve sanatçıya hoşgörü dinin yasakladığı sanat olunca başka, dinin karşı olmadığı sanat olunca başka, klasik takiye… Eeeeeeeeee nede olsa takiye dar ül harb te mübahtır.

Bir başka hatırlama; Başvekil Tayyip Erdoğan kendisiyle takışan medya patronu Aydın Doğan’a anlaşılmayan bir nedenle ya da bazı mahfillerde söylendiği üzere de danışıklı dövüş nedeniyle kızar ve her toplantıda sevenlerine ve seçmenlerine, cephe aldığı Aydın Doğan’a ait gazetelerin okunmamasını tavsiye etti (emretti).
Peki, bununla kaldı mı, hayır sonra da bazı gazete ve gazetecileri hedef alarak başta Hürriyet Gazetesinde iktidarı hedef alan yazılarıyla tanınan Emin Çölaşan olmak üzere bir sürü gazeteciyi işinden etmiştir. Diyelim ki muhalefet etmeyi sonlandırmıyorsa bu medya patronları ve gazete yazarları yani susmuyorlarsa, bir taraftan vergi cezaları ile yola getirmeyi deniyor yine de olmuyorsa bu sefer de Kanaltürk TV de olduğu üzere satın alma yoluyla dize getirildi…

Bir başka hatırlama; Ankara'da polis bir restoran basarak, çocukları ile yemek yemekte olan ailelerin kimliklerini topluyor, nedeni ise içki satılan restoranlara 18 yaşın altındakilerin alınması nedeniyle “mahalle baskısı” ile “devlet baskısı” birlikte olunca konunun nerelere varacağı bile bizi kendimize getiremedi. Takıldık fareli köyün kavalcısının peşine…

Bir başka hatırlama; Kadına ve gençliğe bakışı göstermesi açısından çok önemli bir karar Mersin’deki Nevit Kodallı Anadolu Güzel Sanatlar ve Spor Lisesi Müdürü, erkek ve kız öğrencileri sürekli sözlü şekilde uyararak, birbirlerine 45 santimetreden fazla yaklaşmalarının yasak olduğunu söylemiştir. Peki, müdür deyince konunun çok ta kurumsal ve kuramsal boyutu anlaşılamıyor ya, bakıyoruz muktedirler ne diyecekler diye; Milli Öğretim Bakanı ne diyor “ben inceledim ve müdürü haklı gördüm” işte size, zarfa değil mazrufa bakın…

Bütün bu yaşananların kesinlikle iyi bitmeyeceğinin her türlü emaresi ortada bu kadar ayan beyan dururken, muktedirlere göbeklerinden bağlı olan bir takım tosunların “siz bu yapılanların ruhunu anlayamıyorsunuz” ya da “dananın altında buzağı aramayın” diye ortaya çıkması bizi en hafif ifadeyle şapşal yerine koymaktır. Hele yine bu ahmakların, bizi ahmak yerine koyarak “gençleri alkollü içeceklerden uzak tutmak amacı görülmüyor” demeleri ise tam bir bühtandır. Şimdi bizim sağlığımızı düşünerek bu kadar çalışılıyor ama biz bunu anlayamıyoruz ya yuh olsun bize be… Ama GDO lu ürünlere de biz karşı çıkıyoruz ama bu sefer onlar yasa çıkararak GDO yu yasallaştırıyorlar, ama bu konuda mezkur tosunlardan ses yok… Bunların öncülleri Çernobil’den dalga dalga radyasyon yayılırken utanmazca terbiyesizce ve ahlaksızca TV lerde boy göstererek elinde çay bardağı ile “bak ben içiyorum bir şey olmuyor” da diyebilmişti ya. Radyasyon ve GDO sağlığa zararlı ama kılları kıpırdamıyor ama alkol zararlıymış, yuh be vallahi bak bunu da fark etmiyoruz ya…

Eeeeeeeee artık “yetmez ama evetçiler” için kına ithalatına gidilmesi kaçınılmaz olmuştur… Bu da onlara HSYK seçimlerinden sonra da kapak olsun ne diyelim…

Almanya 3. Reich hükümetinin “Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı Joseph Goebbels” ne diyor bir kez daha hatırlayalım “Bir şeyi ne kadar uzun süre tekrarlarsanız insanlar ona o kadar fazla inanırlar” ve “Söylenen yalan ne kadar büyükse, inanan o kadar çok olur.”. Başka söze gerek var mı?

Bunların yaptıkları arabanın harekete geçişi gibi önce 1. vites sonra 2. vites e geçer gibi, dozaj arttırarak getirmek şeriatı… Yavaş yavaş; alıştırmak, kanıksatmak ve kabulettirmek stratejisi…

Bütün bunları, taraf olan kişilerin kişisel yaklaşımıdır diye değerlendirir ve kabul edersek sonunda toplum kalfalarının (toplum mühendisi demiyorum çünkü fazlaca fenni ve çağdaş bir durumu arz eder) dini yaşamı bize seve seve dayatmaya çalıştığını ıskalarız, Allah muhafaza…

Cumartesi, Aralık 25, 2010

TAHKİRAT – TEDİBAT – TEVKİFAT

“Hatta öyleleri çıktı ki biraz komik olacak ama ne dediler biliyor musunuz “biz futbolda ofsaytı kaldıracağız” dediler. Hatta daha da ileri gittiler, “Boğaz Köprüsü’nün üstüne otobüs durağı yapacağım” diyenler oldu. “Her eve şebeke bağlayıp, musluklardan gazoz akıtacağım” diyenler çıktı.” diyordu başvekil Bitlis konuşmasında muhalefeti tahkir ederek… Tam bir kara mizah…

Neyi hatırladım biliyormusunuz?

1960 lı yılların sonlarına doğru yapılan genel seçimler arifesinde, seçim kampanyalarının önemli faaliyetlerinden olan açık hava mitinglerinden birinde; Zonguldak’ta kürsüde siyasi söylevini veren muhterem de dönemim iktidar partisine mensup birisi… Konuşmasının ve aldığı alkışın sarhoşluğu içerisinde, freni kopmuş yokuş aşağı giden kontrolden çıkmış araba misali, adet olduğu üzere muhalefet partisi ve onun liderine yönelik tahkir edici konuşmaya başlar, hızını alamayarak muhalefet partisi liderine yönelik “Bu kişi ki askerlik yapmaktan bile imtina etmiştir, şimdi kalkmış …” İşte artık bu noktada milletten inanılmaz bir alkış almıştır. O dönem muhalefet partisi lideri de kim; İsmet İnönü… Varın necip Türk milletinin gazlar karşısındaki durumuna bakın siz…

Şimdi bu alkışların büyüsüne kapılıp işkembe-i kübradan atışlar sınır tanımıyor ya, aklıma ne geldi; A. Nedim Çakmak’ın “İşgal günlerindeki işbirlikçiler – Hüsnüyadis hortladı” adlı kitabında Dedesi Parti Pehlivan’ın anılarına binaen; Akhisar işgaline yönelik tepki neticesinde Çerkez Ethem reisliğinde kurulan sokak mahkemesinin verdiği idam kararlarını soluksuz alkışlaması üzerine “Bu millet dün bu meydan da Yunan’ı alkışlıyordu, bugün bizi... Yarın kimi alkışlayacaktır kim bilir?...” diyor ya tam bir ibret vesikası
(http://sosyalyasamdaalternatif.blogspot.com/2008/07/akhisarin-yunanlilarca-igali.html)

Unutmayalım ki; Silahlı Kuvvetlerin muktedir paşalarını dün “paşam paşam” diye yere göğe sığdırmayan seçmen yığınları bugün aynı paşaların Ergenekon davasında yargılanmaları üzerine de, “alçaklar bak neler yapmış” demektedirler.

Günlük ve güncel siyaset yapma biçiminin tamamen Amerikan tarzı belden aşağıya vurma taktikleriyle yürütülüyor olması, yarın kimler için nasıl belgelerin piyasaya sürüleceğinin ipuçlarıdır, yaşadıklarımız. Dünün muktediri CHP eski genel başkanının bugünkü hali ne yazık ki örnek olmuyor.

Günlük ve güncel siyaset yapmanın en önemli parçası haline gelen; abartarak yalana başvurma, hele de gücü de elinde bulunduranın kullandığı yöntem ise; önce alay, sonra tahkir iken yaklaşım ve değerlendirme bir süre sonra tenkile sıçrıyor…

Durumu yığınlar gözünde meşru kılabilmenin yolu ise; maalesef, yalan ve yalanı abartma düstur oluyor. Muktedirlerin sıkça başvurdukları bu konuda, Propagandanın babası Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı Goebbels ne diyor “Bir şeyi ne kadar uzun süre tekrarlarsanız insanlar ona o kadar fazla inanırlar.”
Evet, insanlar gücü elinde bulunduranların doğru dediği şeylere yanlış deme cesaretini gösteremezler, göstermek isteseler bile kolay olanı tercih ederler, inanırlar…

Anadolu’dan bir söz “Akıllıya 40 defa deli dersen delirir”

Propagandanın babası Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı Goebbels’in 2 nolu taktiği ise "Söylenen yalan ne kadar büyükse, inanan o kadar çok olur."

Ezber böyle yaratılır işte. özellikle aktif öğrenme yerine pasif öğrenmeyi kendine şiar edinmiş ise yığınlar, kendilerine her söylenen yalanın beyninin her tarafını işgal edene ve sonuçta meşgul edene kadar direnebilir, ama sonrası işte gelinen nokta… Hiçbir deli ben deliyim demiyor…

Bir de Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı Goebbels’in yargı hakkındaki görüşlerini hatılayalım: "Yargı, devlet hayatının efendisi olamaz, devlet politikasının hizmetkârı olmalıdır."

Bugünkü muktedirlerden de benzer görüşler varsa; anlayın gelinen noktayı…

Tüm bu yaklaşımların harman edilmesi neticesinde Ziya Paşa’nın ünlü sözünü şu hale dönüştürmek mümkündür günümüzün izahı için; “tahkir ile uslanmayanı etmeli te’dib, te’dib ile uslanmayanı etmeli tevkif, tevkif ile uslanmayanı etmeli tenkil”

Ama unutmayalı ki “horoz ötse de ötmese de sabah olacaktır” diye bir söz vardır Anadolunun…

Yazımı umudu yeşil tutabilmek adına ünlü Alman feylesof Arthur Schopenhauer bir sözüyle bitireyim “Bütün gerçekler üç aşamadan geçerler. Önce alay edilir, ikinci olarak şiddetle karşı çıkılır ve üçüncü olarak da "besbelli" diyerek kabul edilir.” Bu da muktedirler için bir hatırlatma olsun, yalan ve propaganda ilanihaye işe yaramamıştır ve yaramayacaktır. Ve bekleyeceğiz canım Anadolu’nun bir başka tılsımlı lafını yaratan yığınlarının “söyleyen deli ise dinleyen akıllı olacaktır” sözüne yeniden sahip çıkmalarını

Pazartesi, Aralık 20, 2010

ALTERNATİF ÜRÜN

Ülkede daha 2001 krizinin sıkleti atlatılmamış iken yaşanan 2009 krizi insanların belini iyice bükmüştür, bu bel çöküşün etkileri en çok ta Güneydoğuda hissedilmiştir. Son 25 yılda yaşananlardan ötürü ve özellikle bir taraftan zorunlu bir taraftan da korkarak köylerden kaçış bölgedeki hayvancılığı bitme noktasına getirmiş, dolayısı ile kırsal kesimin en önemli ekonomik faaliyetine çok büyük darbe indirmiştir. Oysa eskiden hayvancılık doruk noktada iken geçim nasıl oluyordu yaşamını buradan idame ettirenler için; bir taraftan evin gıdasının temini yanında satım ya da değişim yöntemiyle diğer ihtiyaçlar karşılanıp yaşam görece normal yürütülüyordu. Ama artık bu şanslı ortam çok gerilerde kalmıştı ve bölgede başkalarının haklarının gaspı fütursuzca yapılmaya başlamıştı…

Diğer taraftan; bölgede yaşanan çatışma ortamının yarattığı duyarlılık, tarafların karşılıklı tavizsizliği, hayatı hem güvenlik güçleri için hem de halk için ziyadesiyle zorlaştırmaktadır. Bu nedenle güvenlik güçleri kendilerine gelen her türlü ihbarı oldukça ciddiye alıp, bu ciddiyete uygun hareket ediyorlardı.

Jandarma; büyük bir karışıklık yaşandığı gerekçe edilerek yapılmış bir telefon ihbarı üzerine, bu konuda hayli idman sahibi olduğundan inanılmaz bir süratle köye intikal etmiştir. Nasıl etmesin ki; bir taraftan siyasal baskılara muhatap olmak riski diğer taraftan da olabilecek can kayıplarının kendi hanelerine suç yazılması kaygısıyla son sürat hareket edilmektedir. Zaten her iki halde de başı ciddi ciddi ağrımaktadır.

Köye intikal edilir edilmez, artık refleks haline geldiği üzere, hemen köyün çevresi giriş çıkışları engelleyecek şekilde kuşatılmıştır ayrıca ihbarın kendileri için dışarıdan olabilecek bir saldırının beklenmedik bir sonuç doğurmasının önüne geçilmesi isteğiyle tedbir alan jandarmalar da bir güvenlik çemberine alınmıştır.

Köy etrafında alınan ikili önlemi müteakip, hızlı bir şeklide konunun detaylarına girilebilmesi için çalışma başlatılmıştır. İlk elde köyün Muhtarı Komutanın yanına getirilmiş, yaşanan kargaşanın ne olduğu, nasıl önlenebileceği sükûnetin nasıl tesis edileceği mütalaası yapılmaya başlanmıştır.

Köyün etrafının sarılması ve köyün içinde askerlerin dolaşır hale gelmesi kargaşanın alevini söndürmüş, tansiyonu düşürmüştür ama konunun detaylarına girip vakıf olup çözümün nasıl ve nerede olacağının kararının verilmesi gerekmektedir.

Muhtarın hemen görevlendirdiği kır bekçisi evleri dolaşıp köylünün acilen köy meydanında toplanmasını ister, köylüler aceleyle evlerinden çıkarak köyün meydanına yönelirler ve herkes meydanda toplanmıştır artık.

Jandarmanın daha önceki olaylardan çıkardığı hisse ile davranışların şeffaflaşmasının kendilerini kamuoyu nezdinde temize çıkaracaktır yaklaşımı mucibince, ulusal ve yerel medyanın elemanları da yerlerini almışlar.

Komutan taraf olduğu izlenimi veren kişileri dinlemeye başlamış ve çıkan bu kargaşanın nedenini anlamaya başlamıştır ki, tam da o sırada bir bağrışma herkesin dikkatini çeker ve gözler o tarafa dönmüştür hemen.

TV kameraları yüksek bir yere çıkmış, önüne bir sürü taş toplamış bir adama zoom yapar. Adam köyün meydanına toplanmış köylülere taş atıyor “vahşiler, vahşiler, vahşiler” diye bağırıyordu.

Medyadan birisi mikrofonu avaz avaz bağıran adama uzatır, neden böyle bağırıp çağırdığını, neden köyün meydanına toplanmış insanlara taş atarak “vahşiler” diye bağırdığını sorar, adam son derece anlaşılır bir dilde sakin ama ağlamaklı bir sesle, “alternatif ürün olsun diye timsah yetiştirelim dedik havuzlar kurduk, timsahlar getirdik” diyordu. “Amacım bölgede had safhaya çıkmış işsizliğin çözümüne de katkı sunmuş olmaktı bu girişimimizle, ama nerdeeeee bu vahşiler yüzünden bütün hayallerim yıkıldı, planlarım mahvoldu, perişan oldum tüm servetimi kaybettim” diyordu. “havuzlar yaptırdık, ithalat izinleri çıkarttık, ülke ülke gezdik, nereden timsah bulabiliriz dedik, ta Amerikalardan ithal ettik bu hayvanları, nakliyelerini büyük sorunlara rağmen gerçekleştirdik ve sonunda herkesin gıpta edeceği şekilde timsah çiftliği kurduk” diye devam ediyordu, köylüleri işaret ederek “bu vahşiler bütün timsahlarımı yemişler tüketmişler” diye bağırıyordu. “Yahu kardeşim bunlar inek mi, koyun mu ki yiyorsunuz” diyerek ağlar vaziyetteydi…

Sonradan TV kameraları köyün meydanına toplanmış köylülere zoom yapar, mikrofonlar onlara uzatılır. Jandarmalarca etrafları çevrilmiş halde büyük çoğunluğu başı önlerinde bulunan köylüler sessiz mahcubiyetleri ve kabahatli olmanın psikolojisi ile durmaktaydılar. Ama içlerinden birkaç tanesi hiç te mahcubiyet ve suçluluk duymadan pişkin pişkin mikrofonlara “yanlış üründü yanlış yatırımdı zaten” diyerek, hala dişleri arasında kaldığı anlaşılan timsah etlerini kürdan ile çıkarmaya çalışırken bir taraftan da, “ya kardeşim bunların kavurması da haşlaması iyi olmuyor, çok yağlı eti var bu hayvanların” diye konuşmaktaydılar…

O sırada adam “cüzdan yaparak satacaktım, kemer yaparak satacaktım, ayakkabı yapıp satacaktım” diye iki koluna giren adamların arasında bağıra çağıra, aklını kaçırdığı için tedavisinin yapılacağı hastaneye götürülüyordu.

Pazar, Aralık 12, 2010

POZANTI HİKÂYELERİ- ÇILGINA DÖNMÜŞLER

Büyüklerinden öğrendiği namazlığından başka öğretimi olmayan, okul yüzü görmeyen Ali Ağa yıllarca yaptığı çobanlık ve keçi satışından elde ettiği getirinin rahatlığı, dürüstlüğü, yardımseverliği ile çevresinde sevilen, sayılan, arabuluculuk yapan, dargınları barıştıran yapısıyla ahalinin akil adam, ehil adam olarak tarif ettiği saygın bir şahsiyet olup dertlerinin sıkıntılı geçen uzun yaşamının yarattığı karalığın rengi yüzüne gözüne vurmuş haldedir.
19 yaşında 105 kilo gelmesine rağmen kilosunu göstermezdi. Bir gün kasabanın Fransız işgalinden kurtuluşunun yıldönümü törenini merak eder ve gidip töreni izlemeye karar verdi. Davarı Gâvur Dağına sürer, köpekleri davara nöbetçi bırakır, Kasabaya iner. Kurtuluş Töreni Tren istasyonunun önündeki meydanda yapılacaktı. Kasaba pırıl pırıl temizlenmiş, Zafer Takı hazırlanmış, öğrenciler, memurlar, eşraf ve halk tören alanındaki yerini almıştı. Tren düdüğünü çalarak metalik fren sesiyle istasyonda durur, Adana Belediyesi şehir bandosu, Kuvay-i Milliyeci çeteler ve Adana’dan gelen konuklar istasyona inerler. Halkı selamladılar. Boş bir vagon üzerindeki iki pehlivan halka tanıtıldı. Tören bitiminde güreş yapılacak, galip gelenler ödül olarak kasabanın tek olan berberinde tıraş ettirilecekti. Ali Ağa 19 yaşında olmasına rağmen berberde hiç tıraş olmamış, saçı uzadıkça hep kırklık (keçi kılı kesilen demir makas) ile kesilmişti. Adana’dan gelen pehlivanları tören boyunca izler, onları gözüne kestirdiği anda daha önceki talebine binaen, Cazgır; Ali Ağa ile yapılacak güreşin duyurusunu yapar, pehlivanlar er meydanına çıkar. 5 dakika ara ile Ali Ağa her iki pehlivanın sırtını yere getirir. Doğruca berbere götürülür, ilk kez berber koltuğuna oturan Ali Ağa Kara Mehmet’in fırınından aldığı 2 somunu koltuğunun altına alarak mutlu bir vaziyette sürüsünün peşine gider…
Ali Ağa sürekli olarak eyerlenmiş genç tayına biner, Atı 5-6 yaşına geldiğinde genç bir atla değiştirilirdi. Ağa ancak ağır kış şartlarında köyde kalır, diğer günler kasabaya iner, ekibi ile her gün sohbet eder, ev ihtiyaçlarını heybesine koyar, ikindi üzeri köye dönerdi. Ali Ağa kasabada da herkes tarafından tanınır, sevilir ve sayılır, sözüne itibar edilirdi. Ağır kış şartlarına rağmen evinde soba bulunmaz, şömine şeklindeki kara ocakta yakılan ateşte ısınırdı.

Ali ağa her sabah yaptığı üzere erkenden ama bu kez ilk defa evin yanındaki kümeste öten horozun sesini duymadan uyanarak, sabah namazını eda etmek üzere kalktı, doğrudan ayakyoluna giderek sabah hacetini ettikten sonra, Toros’ların buz gibi suyu ile elini yüzünü yıkayıp dualarını mırıldanarak abdestini aldı. Ezan’ı bekledi, can kulağı ile ezanı dinledi, Seccadesini açıp kıbleye doğruldu ve Sabah namazını, namazın kendisine ne kadar da huzur verdiğini düşünerek tamamladı. Tüm bedenini kaplayan iç huzuru ile birlikte evin kapısının önüne çıkarak duvara dayanarak yüzünü doğmakta olan güneşe çevirdi. Güneşin doğuşunun yeni bir güne işaret etmesinin yanında dünyanın yeniden aydınlandığını düşünerek, bereketin en önemli kaynağının kendileri için ne kadar büyük bahşedilmiş bir şey olduğunu içinden geçirdi. Ali Ağa sağ elini gözüne siper edip gözlerini kısarak sanki gözleriyle düşünürcesine önünde Demirkazık dağına kadar uzanan araziye ve Karanfil ve Karınca dağlarından aşağıya doğru Kamışlı boğazına göz gezdirerek baktı. Yeni sararak hazırladığı sigaradan bir iki duman çektikten sonra, ivil ivil esen rüzgârın kavak yapraklarında çıkardığı hışırtının tılsımı ve gece daldığı düşüncelerden ötürü geç uyumasının vücudunda yarattığı yorgunlukla dalıp gitti. Dağlara tekrar baktı, keçi güttüğü günleri hatırladı. Gâvur dağındaki tüm çam ağaçlarını ezberlemişti yıllar boyu.

Gerek yaşlılıktan, gerekse de eşekten düştükten sonra nasıl olsa geçer kabilinden doktora da götürülmediğinden 90 derece beli bükülmüş karısı Rukiye’nin akşamdan ıslatıp sabah kaynattığı bol sarımsaklı, salçalı tarhana çorbasının hazır olduğunu belirten sesini duyunca içeriye girip çorbalarını birlikte içtiler.

Ali Ağa, kaybettiği birinci eşinden sonra yakın köydeki akrabalarının aracılığı ile evlendiği Rukiye olabildiğince zayıf, kısa boylu ama bir köylü kadınının kuvvetini her haliyle yansıtan canlılığı ile kendisinin de ikinci kocası olan Ali Ağa’nın bütün beklentilerini karşılayan ve namazında niyazında akça pakça bir kadın olmuştur sürekli…
Genelde; hemen evin yanındaki tarladaki dikilen ekilen her türlü yıllık bitkilerinin dikimi, bakımı ve ürünlerinin toplanması ile kiraz ağaçlarından toplanması gereken kirazların da toplanması kendisine aittir. Ayrıca bahçede; köydeki her ailede olduğu üzere, 7 tavuk 2 horozdan oluşan hayvanların bakımı ile Ali Ağanın bizzat ustalığını yaptığı fırında ekmeklerin pişirilmesi görevi de kendisine aitti. Ama asıl görev ise kendilerinin neredeyse tüm taşıma işlerinde kullandıkları eşeklerin bakımı idi, bir zamanlar…

Tabiatın köylerine cömert davranıp her türlü zenginliğini bahşederken, yaşamlarının bu kadar fakirliği karşısındaki çaresizliğinin yükü omuzlarına yüklenmiş bir vaziyette yavaşça oturduğu yerden doğrularak kalktı, Ali Ağa. Köyün yukarısındaki evinden düşünceli bir vaziyette, genç atını eyerleyen Ali Ağa neredeyse motorlu vasıta hızında kasabaya indi. Atını tren istasyonunda bir ağaca bağlayıp yem torbasını takarak, hemen Caminin karşısındaki kaldırımda saraçlık yapan dostu Hacı İbrahim’in yanına oturdu. Çaylarını içtiler, gelenlerle şakalaşıp, sohbet ettiler. Ezan okununca abdestleri alarak öğle namazını kıldılar. Camiden çıkışta Müftü Efendi ile eşraftan Tahsin Efendi Ali Ağa’nın koluna girdiler. Durumu anlattılar. Kasabanın nüfusunun arttığını, tek caminin yetmediğini, ikinci bir camiye ihtiyaç duyulduğunu, yerini belirlediklerini, Resmi görevlilerin durumdan haberdar olduğunu, bir dernek kurduklarını, paraya ihtiyaçları olduğunu, bunu elbirliği ile yapacaklarını, ihtiyaç duyulan paranın ancak Ali Ağa gibi Ehl-i Kamil insanlarca toplanabileceğini v.s. anlattılar. Ali Ağa bu işe gönüllü talip oldu. Yanına iki de din görevlisi verilen Ali Ağa makbuzları da çantasına koyarak düştü yollara.

Körüklü bir otobüsle Adana’ya gelinir, Maraş otobüsüne binilir, öğle namazı olmadan Maraş’a varılır, İmam efendiye durumu arz edilir, Namazı müteakip imam efendinin duyurusu ile makbuz mukabili para toplanmıştır. Para Ali Ağa’nın çantasına yerleştirildi. Onca yol gelinmiş, çok acıkmışlar ve lokantaya gidip yemeklerini yediler. Akil adam Ali Ağa sadece kendi hesabını öder ve yanındakiler Ağanın bu davranışına anlam veremediler. Yol paralarını Ağa karşılamış, tüm giderlerinin de öyle olacağını düşünmüşlerdi. Çok gücendiler. Dışarı çıkıp yemek, yol ve gündeliklerinin toplanan paradan karşılanmasını Ali Ağadan talep ettiler. Ali Ağa onlara sadece gülümsedi. Para toplama faaliyeti muhtelif camilerde 3 gün sürdü.

Kasabaya döndüler. Dernek yöneticileri toplandı. Para sayıldı. Makbuz yekünü ile karşılaştırıldı. Tutanak tutularak para teslim edildi. Heyetin diğer üyeleri çılgına dönmüştü. Akil Adam Ali Ağa’ya:
“Yemek içmekten vazgeçtik de sen şimdi bizim yolluklarımızı da mı vermeyeceksin” diye çıkıştılar.

Akil adam tebessüm ederek evin yolunu tuttu.

Heyet; masraflarının kimlere ödetileceğini düşündü ve bir daha yolluk ve giderlerinin karşılanmayacağı bir heyette yer almamak üzere sözleştiler.


Perşembe, Aralık 02, 2010

KABADAYI ve MAFYA

Şener Şen’in başrolünü üstlendiği “KABADAYI” adlı filmi izlediniz mi bilmiyorum ama ben çok geçte olsa izledim ve daha önce izlediğim “EŞKİYA” filmi ile birlikte Ülkemizde yaşananları yansıtması açısından fazlaca önemsiyorum. Film; dünün bilek gücüyle ve yürek gücüyle fakir, fukara, düşkün ve yoksul dostu babayiğit kabadayılığı ile bugünün arkasına derin abiler ve güçler almış haksız kazanç peşinde koşan mafya tipi teşkilatların karşı karşıya gelişlerinden meydana gelen zımmi bir karşılaştırma yapıyor ve günümüzde artık resmi destekler ya da en azından göz yummalar olmaksızın kanunsuz işlerin yapılamayacağını anlatmaya çalışmış.

Kabadayılık şüphesiz ki yeni bir oluşum değildir Türkiye yaşamında ve tamamen bireysel ya da son derece sınırlı bir arkadaşlık kapsamında bir örgütlenmeyi kapsar ve güçleri bir yana kalıcılıkları yani uzun süre yaşabilmelerinin/hatırlanabilmelerinin tılsımını da; gözlerinin tok olması, yiğit olmaları, gözlerini budaktan esirgememiş olmaları, küçük hesaplar peşinde olmamaları ama en önemlisi de yardımsever olmaları oluşturmuştur. Kabadayılık hiçte sözcüğün başındaki “kaba” hecesi ile izah edilemeyecek ya da sınırlandırılamayacak bir mefhum olup tamamen bir semt ya da kasaba ölçeğinde bir örgütlenmeyi ifade etmektedir. Asla külhanbeyi gibi itlik-kopukluk yaptığı, sadece kendisinden güçsüzlere yüklendiği, sokak serseriliği yaptığı görülmemiştir ve tüm bu haliyle de romantik bir kahraman gibi rüyaları süslemekte ve asıl olarak ta fakir-fukara, düşkün ve gariban dostu ve hamisidir.

Ancak mafya öylemi; hayır kabadayılık mefhumu da ne yazık ki hayatımızın diğer alanlarındakine benzer şekilde Amerikanlaşmıştır ve bazı kabadayılar artık daha fazlaca ekonomik güç devşirebilmek, daha çok çalabilmek için Siyasi ve İdari yani Emniyetçi ve Politikacı desteğini de yanına almıştır ve de almak zorundadır aksi taktirde yaşama şansları yoktur. Modern hayatın ve kapitalist anlayışın dünyanın her tarafında hâkimiyetini ilan etmesi ve hayatın her alanını bir rant ve kar alanı olarak görmesi ile birlikte geçmişin kabadayılığı şekil ve içerik değiştirmiş artık yozlaşmış bu ilişkilerin yarattığı yozlaşmış organizasyonlar olarak mafyalar sahne almışlardır. Bu konuda bugün hayatta olmayan ama bir dönem Türkiye’nin en önemli mafya babası olarak bilinen birisi; “Bütün dünya ülkelerinde‚ bilhassa demokrasi ülkelerinde mafya teşkilatları vardır. Türkiye'de de vardır‚ ama mafya kimdir‚ işte bu tartışılır. Mafya bir teşkilat olayıdır. Mafyanın Meclis'te milletvekilleri olur‚ bakanları olur‚ polis müdürleri olur‚ her kesimi‚ hatta fahişeleri bile olur. Bu teşkilatlara sahip olan insanlardır mafya” diyerek ilk ağızdan konunun tarifini yaparak sınırları çizmiştir. Bu yaklaşımdan kolayca anlaşılacağı üzere siyasi ve idari derin ilişkilerin oluşması ve bunun sırasıyla güce ve ranta dönüşebilmesi için devletin bazı faaliyet alanlarında zafiyet yaşaması, hadi daha yumuşak bir ifade ile bazı alanlarda yetersiz kalması gerektiği açıktır. Açıktır; çünkü çek-senet ödemeleri zora girerse tahsilâtı da zora dayanmalıdır, benzer olarak ihale, kara para aklama, oto hırsızlığı, fuhuş vs. gibi konularda da aynı durumlar geçerli olmakta ve gereğinin yerine getirilmesi süreci de hiç müsamaalı davranmaya olanak tanımamaktadır, sonuçta mafiozik ortam bir ekonomik düzen oluşturur ki bu düzen mafyaları artık birer şirket haline getirmiştir.

Sonuçta; evlerimizi sitelere, dükkânlarımızı süpermarketlere, berberimizi kuaförlere çeviren bu yoz ekonomik ilişkiler içerisinde inanılmaz kuşatılmışlığın baskısı ve kahrediciliği altında herkese; babayiğit, haksız davranışı olmayan, haksız davranışı olana ise hayat tanımayan fakir fukara ve düşkün dostu “kabadayı” figürü çok hoş ve cana yakın gelmekte hatta hayatlarını kuşatan; İhale mafyası, Otopark mafyası, Dilenci mafyası, Hal mafyası, Çöplük mafyası, Siyasal mafya, Esnaf mafyası, Spor mafyası, Futbol mafyası, Otogar mafyası, Plaj mafyası, Arsa mafyası, Çek-senet mafyası, İmar mafyası, Sit alanı mafyası, Göçmen mafyası vs. gibi sayılabilecek yapılanmalarına karşı da nostaljik ve romantik bir unsur olarak görülmektedir.

Hangi yana dönersen dön sürekli senin hayatının nasıl göçertildiğini, nasıl çökertildiğini görerek kahrolursun. Kimse ben bunları hissetmiyorum diyemez, çünkü bir şekilde eğer şehirde yaşıyorsanız, mutlaka el temasınız, göz temasınız ya da cep temasınız oluşmaktadır. Ama siz ısrarla karşı çıkarsanız ya da kör olma konusunda çok kararlı iseniz kimsenin yapacak bir şeyi yoktur tabii ki. İnsanların bunu görmemiş gibi davranması ya da insanların bu mefhumla temas etmemiş olmaları, olayın olmamış olmasını doğurmadığı gibi yazının ana temasını da oluşturmamaktadır. Asıl değinilmesi gereken ise; kabadayılığın nasıl mafyaya dönüştüğüdür.

Eğer siz de bu yazılanların hedefi tarafında iseniz demek ki sizde bu tür kabadayı tarifindekileri özlemişsiniz demektir. “Eşkıya” ve “Kabadayı” filmindeki şövalye ve kahramanları garibin ve fukaranın beyaz atlısıdır.

İşte Türkiye’yi dönüştürdüler ama bu şekliyle dönüştürdüler hani suikasta uğrayan bir başbakan vardı ya onun deyimi ile TRANSFORMASYON budur işte. Övünün övünebildiğiniz kadar bu işe katkı verenler… Sayenizde kabadayılar mafyaya dönüşmüşlerdir artık.

Perşembe, Kasım 25, 2010

ÇEŞME HİKÂYELERİ-ENİŞTE

Çeşme’nin mugalâtaya yatkın ve kıraathaneye alışkın inanılmaz şeker, muzip, abartılı bir insan ortalaması vardır. Bilindiği üzere söylenenin anlamını karıştırmak, dinleyici, izleyici veya okuyucuyu yanıltmak, şaşırtmak ve şüphelendirmek hatta zorda bırakmak için ifade edişte veya söyleyişte çok anlamlı bir kelime kullanmaya ve bu kelimenin farklı anlamlarını destekleyen bir veya birkaç kavramı aynı ifade içinde zikretmeye mugalâta denir. Mugalâta Çeşmelinin hayatının ayrılmaz bir parçasıdır, hele de bunun birde herkesin birbirini çok iyi tanıdığı abartmanın her türüne ve her boyutuna hatta deyim yerinde ise eşek şakalarına rağmen birbirlerine alınganlık göstermeden katlandıkları şakaların kıraathane ortamlarında tanığı olun kesinlikle şakak kemiklerinize ve ensenize ağrılar girinceye kadar gülersiniz.

Çocukluğumun da geçtiği Bağlararası (Bağarası) Mahallesinde, herkes yaklaşık 5 er dönümlük bahçesi olan evlerde yaşamaktaydılar ve hemen hemen her bahçede mandalin-portakal-limon ağaçları ağırlıklı olmak üzere insanların zati ihtiyaçlarına yönelik her türlü ağaç bulunmaktaydı. Tamamı yaklaşık 14 aileden oluşan bizim şirin ve mevsiminde tamamen limon ve portakal çiçeği kokusuyla dolup taşan sokağımızın yaşayanları birbirlerinin her türlü sevinç, dert ve keder anlarını bilirler, bu duyguları ne mutlu ki hep beraber yaşarlardı. Sokağın bağlandığı Ovacık köyünün günde bir defa gidip gelen minibüsü dışında sadece eşekleri ile geçen insanlar olurdu burada…

Çeşme o zamanlar çok fazla insanın bildiği, geldiği, kaldığı ve gelmek istediği bir yer değildi, aksine insanlarda büyük şehre gitme özlemi vardı ve genellikle yüksel tahsil yaparak bir iş bulmak, evlenerek gitmek gibi hayalleri olurdu… Özellikle tarıma ve toprağa bağımlılığın yarattığı kültür neticesinde erkeklerin Çeşme’ye bağlı kaldığı çok sık olan bir şey olmakla birlikte, kızlar bu konuda kendilerini daha özgür hissetmişlerdir.

Komşu bir ailenin 3 kız bir oğlan toplam 4 çocuğunun, 2 kız bireyi İzmir’e evlilik neticesinde göç etmişlerdi. Oğlan ailenin geçimlerini temin edecek olduğundan mecburen Çeşme’de kalırken, kızın biride dest-i izdivacına talip olanın devlet memuru olması hasebiyle Çeşme’den ayrılamamıştı.

Yıllar geçti, Çeşme artık başta Ege olmak üzere Türkiye’nin önemli turizm merkezi olması nedeniyle bu sefer tersine işleyen bir göç yaşanmaya başlamış ve daha önce gidenler en geç emekli olduktan sonra dönmeye başlamışlardı doğup büyüdükleri topraklara…

Bahse konu; ablalarımızın her ikisi de, güzelim bahçelerimizin imara açılarak yapılaşmanın artması neticesinde eskiden bahçe şimdilerde konut olan topraklarına Çeşme’ye dönmüşlerdi. Maalesef biri eşini yitirmiş, diğeri de eşi ile birlikte hayat sürmektedirler artık eski güzelliği ve havasını yitirmiş mahallemizde…

Genellikle Çeşme’nin sadece yaz aylarındaki yüzünü ve görüntüsünü bilenlerin zannettiği gibi geçmez kışlar burada haliyle… Kahvehane hayatının hızına ayak uyduranlar olduğu gibi, bu faaliyeti minimumda tutanlar ise daha farklı faaliyetler bulmak zorundadır ve bu faaliyetlerin başında olta balıkçılığı gelmekte olup, ahtapot avı ve şimdilerde de yaygın bir şekilde olta ile kalamar avcılığı da yapılmaktadır.

Son derece sessiz, sedasız ve kendi halinde halim-selim olan bu eniştemizde kendisine faaliyet alanı olarak ahtapot avcılığını seçmiş bulunmaktadır. Yılların gözlerinde yarattığı yorgunluğun neticesinde artık ilerlemiş numaralı gözlüklerini ve teknolojik gelişimlere ayak uydurmanın Türkiye’licesi olan cep telefonunu koruma ve kollama gayreti içinde eniştemizi sıkça ahtapot avlarken görebilirsiniz. Yine ahtapot avına derinden daldığı bir gün; artık avcılığın heyecanı mı yoksa ahtapot salatası ya da ahtapot güveç’i ya da ahtapot şişini büyük bir keyifle hazırlayacak ve yiyecek olmanın ve yanında da ateş suyunu içerek “ne olacak bu memleketin hali” diyerek kahırlanmanın ve girilecek derin konuşmalar neticesinde bulunacak çözümün ya da çıkış yollarının rahatlığı içinde olmanın dalgınlığı ile gözlüklerini ve telefonunu suya düşürmesin mi… Haydi, gözlüğü ve telefonu düşürdün değil mi, neden gelirsin de bunu kahvehanede Çeşme’nin mukallitleri ile paylaşırsın, paylaşırsan yaşadığın bu olay üstüne yüzlerce hikâyecik yazılır ve bulunduğun ortamda da sahnelenir.

Gelelim; sevgili eniştemizin bulunduğu bir ortamda yazılan ve sahnelenen en komik hikâyeye…

Konuyu bilen birisi kahvehaneye girer ve eniştenin oturduğu yerin biraz uzağına oturur ve oradakilerle başlar balık, ahtapot satışları üzerine atıp tutmaya…
“Azizim, bugün bir ahtapot 15 Tl ye satıldı”
Diğerleri ise buna inanmaz davranıp biraz da yüksek perdeden konuşarak ana gaye de enişteye duyurmak olan bir hararetli konuşma başlar.
“Ya kardeşim sen dalga mı geçiyorsun geçen gün senin dediğin ahtapotun 2 katı büyüklüğünde olanı 5 Tl ye zor sattılar”

Diğer tarafta bu hararetli ama ahtapot özneli konuşmayı duyan enişte duramaz ve hemen o grubun oturduğu masaya gelir ve muhabbetin ucundan dalar konuşmaya, bu mukallitler enişte yanlarına gelince konuyu daha da ballandırıp dururlar. Muhabbet ilerledikçe yok pahalıydı-ucuzdu, yok olurdu-olmazdı erketeciliği içinde mukallitler enişte merkezli bir muhabbete dönüştürürler konuyu ve enişte en büyük “olmazcı” olur çıkar. En sonunda enişte konuşma içinde kendi vaziyetini güçlendirince, esas taaa başından beri planlanan noktaya gelinmiştir artık mukallit ekip için; son sözü görevini üstlenmiş kişi enişteye döner ve
“ya kardeşim bir saattir olmaz diyorsun ama sen biliyormusun ki bu ahtapot yakalandığında, yanında okuma gözlüğü bir kolunun altında da gazetesi varmış yani anlayacağın bu ahtapot okuma biliyormuş o yüzden bu kadar para vermişler” der…
İşte enişte bahsedilen gözlüğün kendi gözlüğü olduğunu anlar ama artık yüzü kıpkırmızı olmuştur…

Siz bitti mi zannediyorsunuz? Yanılıyorsunuz işte…

O sırada eniştenin sadece bildiği ama iletişimi olmayan birisi kahvehaneye girer ve “Arkadaşlar, biraz önce Sakız adasından bir ahtapot beni telefonla aradı ve kendisinde bir cep telefonu varmış havanın kötü olmasından ötürü bugün gelememiş iade etmeye ama sahibi merak etmesin yarın gelecekmiş nasipse, ama kimin telefonu olduğunu anlayamadım vallahi” der.

Tabii ki bütün kahvehane kahkahadan yıkılır
.

Pazar, Ekim 24, 2010

ATIN ORDUDAN BU ALBAY ve BİNBAŞIYI

Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’a suikast konusu unutuldu gitti, neden, çünkü o gün gündem yaratmak adına öyle bir senaryoya ihtiyaç duyulmakta idi ve bu iddialar ortaya atıldı, peki şimdi nedir durum, muhtemelen her konuda olduğu üzere buda araştırılıyor, soruşturuluyor hatta derin bir araştırma söz konusudur, yani anlayacağınız yani Türkçe meali tam tamına bir unutturulma süreci yaşatılıyor.

Unutturulma süreçlerinde en etkili yöntem olan; “Bir acıyı bastırmanın en ideal yolu daha büyük acılar yaratmaktır” yöntemi kullanılmaktadır, eee ne yapacaksınız iktidar olmak ta böyle bir şey herhalde ve canım yurdumda da malzeme çok, gündem belirleme periyodu artık dakikalar düzeyine inmiş ve necip milletimin hafıza kaydı da balık hafıza kayıt süresinin altına düştüğüne göre, değiştir baba değiştir, kim tutar seni…

Milli Savunma Bakanlığı ve Silahlı Kuvvetler yetkilileri; bu albay ve binbaşıyı atın gitsin ordudan, suikast yapmaya gidiyorlar ama suikast yapacakları kişinin; hem de başbakan yardımcısı ve onun evinde olmadığını hatta şehirde bile olmadığını bilmiyorlar bunlar hem de kontrgerilla grubunun elemanları, bunlar ya bu kurumu zavallı ya da beceriksiz gösterme çabalarıdır ya da “özel harp dairesini” tiye alıyorlar ama ne olursa olsun her iki halde de ordudan derhal uzaklaştırılmalıdırlar ki ordunun itibarı kurtulsun aksi takdirde ciddi töhmet altındalar benden söylemesi….

Ya bu “Seferberlik Tetkik Kurulu=Özel Harp Dairesi=Özel Kuvvetler Komutanlığı” efsanesi bir şehir efsanesi ya da bu iddiaları ortaya atanlar durumu bilmiyorlar, ya da bu yakalananlar da bilerek isteyerek taammüden bu durumda yakalanıyorlar ki bu da onların da şaibeli görev yapan kişiler olduğunu göstersin.

Bilindiği üzere, Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç'a suikast sonrası basılıp aranan “Seferberlik Tetkik Kurulu=Özel Harp Dairesi=Özel Kuvvetler Komutanlığı” ABD’de bu konuda eğitim alan Tuğgeneral Danış Karabelen tarafından dönemin Milli Güvenlik Kurulu olan Yüksek Savunma Kurulu kararı mucibince 1952'de “milli avcı birlikleri” adı altında, maksadı alisi ABD’nin küresel sermaye birikim-dolaşım ve yeni sömürgecilik anlayışına uygun olarak kurulmuş ve kariyerinde resmi olarak yansıtıldığı kadarıyla da; 6-7 Eylül olaylarının tertiplenmesinden tutun Kıbrıs'taki TMT'yi örgütlemeye kadar önemli çalışmalar bulunmaktadır.
1948 yılında ABD’de giden Tuğgeneral Danış Karabelen ile birlikte “özel harp” kurumları ve sonradan 12 Eylülün mimarı Kenan Evren’in de başkanlığını yürüttüğü iddia edilen “stay behind” olarak adlandırılan strateji eğitimi için gönderilen 16 subay, Özel Kuvvetlerin çekirdeğini oluşturmuş ve bu subaylar içerisinde Turgut Sunalp, Ahmet Yıldız, Alparslan Türkeş, Suphi Karaman ve Fikret Ateşdağlı gibi isimler de yer almıştır.

“Seferberlik Tetkik Kurulu=Özel Harp Dairesi=Özel Kuvvetler Komutanlığı”nın adı 1955 yılında Selanik’te Atatürk’ün doğduğu evin bombalandığı yalan ve provakatif haberi dönemim iktidar yanlısı gazetesinde yayınlanması üzerine azınlıklara yönelik başlatılan saldırılar çerçevesinde yaklaşık 6.000 ev ve işyeri yakılmış, yıkılmış ve talan edilmiş olup bu konuyla da ilgili olarak mezkûr dairenin komutanlarından olan Sabri Yirmibeşoğlu, “Özel Harp Dairesi’nin işiydi ve muhteşem bir örgütlenmeydi” ifadesini kullanmıştır.

“Seferberlik Tetkik Kurulu=Özel Harp Dairesi=Özel Kuvvetler Komutanlığı”nın kuruluş amacı ve faaliyet alanları açıklanırken de; kurumun “Gayrinizamî harp” yapmakla görevli olduğu ve ülkenin düşman işgaline uğraması durumunda, düşmanın işgal harekâtını engellemek ve bölgeye sahip olmak maksadı ile yapılacak direniş ve ayaklanma gibi eylemleri başlatacak ve gerçekleştirecek sivil kadroları barış zamanında bulup örgütlemelerden sorumlu olduğu açıklanmaktadır. Bu faaliyetler yürütülürken erler kesinlikle kullanılmayacak ve operasyon ekipleri genellikle astsubaylardan ve yönetici kadro ise yüzbaşı, binbaşı, yarbay ve albay rütbesindeki subaylardan oluşturulacak ve bu yönetim kadrosundaki subaylar ise Özel kuvvetler komutanlığı personelinden seçilecektir ve örgütlenmenin en önemli gücünü oluşturan milis kuvvetleri ise; bulanık suda balık olma düsturu gereği, partiler, sendikalar, dernekler ve sivil toplum kuruluşları içerisinde konuşlanmışlar ve bulundukları teşkilatları alınan kararlar yönünde hareketlendirmek için her türlü çabayı göstermişler ve bu kişiler her ülkede olduğu üzere genellikle milliyetçi-ırkçı ve muhafazakâr kesimden seçilmişlerdir.

Hülasa bir taraftan suikast diğer taraftan ağlayıp ağıt yakmak üzere sivilin seferber ve tetkik edilmesine sonuçta da bu uğurda savaşmasına karar alınan bir kuruldur, anlayacağınız…

Akşam gazetesi yazarlarından İlhami Soysal’ı, 60’lı yıllarda kaçırıp döven bir Albay; Raci Tekin ki bugün bu kişinin oğlu Ergenekon davasından yargılanmaktadır- iki astsubayın bu kuruluştan olduğu anlaşılmıştı.
Savcı Doğan Öz’ün de bu teşkilatın bir takım kirli operasyonlara karıştığını fark etmesine üzerine katledildiği de söylenmektedir.

Kültür Sarayının yakılması, Marmara Gemisinin batırılması, Kahramanmaraş kırımı, Çorum olayları, 1 Mayıs 1977 katliamı, Kanlı Pazar olayları, İstanbul Üniversitesi katliamı, Ecevit’e suikast girişimi, Gazi mahallesi olayları, Sivas katliamı gibi olaylar kontrgerilla eylemleri olarak ilk elden sayılabilecek eylemler olup, küçümsenecek olaylar değildir herhalde…

Son söz:
Sen şimdi bu kadar eylem gerçekleştir, kimse sana yaklaşamasın kimse seni yakalayamasın tüm bu itham edildiğin olaylardan tereyağından kıl çeker gibi sıyrıl, gel Başbakan Yardımcısı Bülent Arınç’a yönelik suikast planla ve elini yüzüne bulaştır, olacak şey değil vallahi…

Pazartesi, Ekim 11, 2010

YABANCI ASKER HAYRANLIĞININ TEZAHÜRÜ GENELEV HAZIRLAMA


Biraz dolar kazanabilmek ve bu kazançlarının ekonomik yaşamda kalıcı olabilmesi için, yabancıların önünde eğilen-bükülen hatta takla atan politikacılarımıza, İş adamlarımıza, Bürokratlarımıza, Medya mensuplarına, “keşke İngilizlerin idaresinde olsaydık” diyen o çok hanım kızlarımıza, hülasa kadın–erkek bütün vesikasız orospularımıza ithaf olunan meşhur bir hikâye vardır ya; ülkemizin yönetimini 1980 den sonra üstlenen, şişman, kısa boylu ve kalın gözlüklü yöneticinin tercüman olduğu yıllarda; Malatya’da yaşanır. Rivayet; orospu Kezban’a genelev patroniçesi, polis ve tercümanın bütün baskılara rağmen; “Ben gâvurla yatmam, polis bey” “Ben Türklerin orospusuyum, Gâvurun değil” itirazıyla bayrak açmış ve kendisinden istenileni yapmamıştır.

Geçenlerde bu hikâye gayet uzun ve IQ su 40 bile olanların anlayabileceği uzunlukta internet ortamında dolaştırılırken birden bu konuda daha önceki yöneticilerimiz neler yapmış diye şöyle biraz karıştırdım ve;
• 1881 yılında Osmanlı-İngiliz imparatorlukları arasında özellikle Kıbrıs görüşmelerinde katkı sağlayacağı öngörüsü ile İngiliz donanmasının önemli gemilerinden “Victory” gemisinin İstanbul ziyareti sırasında Şehremeni başkanlığınca hazırlanan zengin bir karşılama programı Sadrazamlık talimatı ile zenginleştirilmiş. Şehrin tüm gezi programındaki sokaklar temizlenmiş, sokaklar zararlı olabileceği düşünülen başta dilenciler olmak üzere tüm insanlar ve sokak hayvanlarından temizlenmiş, tüm dükkân camlarına “hoşgeldin Victory” dövizleri asılmış, “devlet denetimi altındaki evlerin” bulunduğu sokaklar badana ile baştan başa bembeyaz boyanmış, bu sokak çalışanlarına çeşit çeşit kokular dağıtılmış, ipekli yeni elbiseler giydirilmiş sivil zaptiyelerin denetiminde mesleklerini icra etmeleri temin edilmiştir. Bilahare meslek icra etmelerinin bedellerini de Şehremeni merkezinden almışlar ve görüldüğü üzere karşılama konusunda genelev temizliği, boyaması-badanalaması konusunda da sonraki benzerlerine örnek teşkil etmiştir.
Missouri zırhlısı ziyareti; dönemin İstanbul Valisinin talimatıyla Karaköy Zürafa sokaktaki “devlet denetimi altındaki evler” boyanmış ve hatırı sayılır misafirlerin ziyaretine uygun hale getirilmiş, Karaköy’den Beşiktaş’a kadar bütün evler aynı renge boyanmış, Yüksek Kaldırım Caddesi ve genelevler de baştan aşağı boyanmış, bütün kadınlar sağlık kontrolünden tekrar geçirilmiş, hepsinin iyi elbiseler giymesi sağlanmıştı.. Bu ziyaretin yarattığı sıcak ortamın sonucunda Türkiye, geri dönüşü olmayan bir yola girmiş ve geleceğini ABD’nin gelişmesine ve geleceğine tevhit etmiş, nihayet Truman Doktrini, Marshall yardım programı ile de Demokrat Parti bu çizgiyi daha da kökleştirmiş ve bunun sonucu ABD Türkiye’yi Kore’de komünistlere karşı savaşa çağırmış, Adnan Menderes ve Bakanlar Kurulu bu çağrıya derhal olumlu cevap vermiş, bir tugay asker ülkemizden yaklaşık 6000 km öteye hiç tanımadıkları bir ülkeye hiç tanımadıkları insanlarla savaşmaya gönderilmiş, vs. vs.
Missouri zırhlısındaki gemiciler için, tıpkı Victory gemisi ziyaretinde olduğu üzere genelevin hazırlanması ise Amerikan hayranlığının zaman içinde nasıl geliştiğini ve nerelere kadar geldiğini gösteriyor. Hani; şimdilerde o dönemi demokrasi ve bağımsızlık dönemi olarak bayraklaştıran şimdiki dönemin yöneticilerine ithaf kabilinden…

• İnanılmayacak kadar coşkulu geçen Missouri zırhlısı ziyaretinden 22 yıl sonra Amerikan 6. Filosuna bağlı independence uçak gemisi ile beş destroyer 8 günlük bir ziyaret için İstanbul’a gelmiş ve Dolmabahçe’ye demirlemişti. Uzun süredir karadan ve kadınlardan uzak kalan Amerikalı Coni`ler “ihtiyaç molası” için gelmişler ya, onları memnun etme telaşına düşen iktidar sahipleri tarafından yine hummalı bir çalışma neticesinde, bembeyaz badanalı, pırıl pırıl temizlenmiş genelevlere ve güzel giysiler giydirilmiş meslek icra edenlere gitmek üzere Dolmabahçe`ye çıkmış ve daha önceki ziyaretlerdeki mutad olduğu üzere karşılama beklerlerken, Türkiye`nin devrimci gençleri ayağa kalkmış, başını Üniversiteli Devrimci gençliğinin çektiği protestocular, Coni`lerin defolup gitmesi için sokağa dökülmüş, İstanbul bu tür ziyaretlerde alışılagelmemiş eylemlere ilk defa tanıklık ediyordu. ABD askerleri beklemedikleri bir tepkiyle karşılaşmış, emperyalizm karşıtı gençler tarafından denize atılmıştı.

Tüm bu ziyaretlerde; memleketimin demokrasi ve bağımsızlık yanlısı bu yöneticileri, memleketimizi ziyarete gelen emperyalizmin temsilcileri konumundaki bu conilere öncelikle “ihtiyaç molaları” için rahat ve huzurlu ortam sağlamayı kendilerine görev edinmişler ve “devlet denetimi altındaki evlerin” boyanması ile başlayan, meslek erbaplarının giyim kuşamına kadar özen gösterilmesini temin etmişlerdir. Bu durum karşısında ilk defa 1968 yılında beklenmedik tepkiyle karşılaşılmıştır ve bu tepkiyi ortaya koyanlarda başını üniversiteli devrimci gençlerin çektiği Türkiye devrimcileri olmuştur.

Peki; bu ülkenin onurlu devrimcilerinin “Memleketin onuru ayaklar altına alınıyor” yaklaşımı ile Coni’leri denize dökerken Coni’lerin memleketimizde rahat ve huzur içinde “ihtiyaç molalarını” gidersinler diye devrimcilere saldıranlar kimlerdi acaba?

Yobazizmin o günkü yayın organlarından Bugün Gazetesinde Mehmet Şevki Eygi; “Büyük fırtına patlamak üzeredir, Müslümanlar ile kızıl kafirler arasında topyekün savaş kaçınılmaz hale gelmiştir... Müslüman kardeşim, sen bu savaşta bitaraf kalamazsın. Ben namazımı kılar, tespihimi çekerim... Etliye, sütlüye karışmam deyip de kendine zulüm edenlerden olma, gözünü aç, bak!... Cihat eden zelil olmaz. Sağ kalırsa gazi olur, canını verirse şehitlik şerefini kazanır” şeklinde provakatif bir yazı yazarak olayların büyümesine zemin hazırlamış ve tarihe “Kanlı Pazar” olarak geçen bu olayları tertipleyen İslamcı gurubun komünizmle mücadele derneklerinde örgütlendirildiğini, cuma namazı sırasında camilerde "Amerika dostumuz, komünistler düşmanımız" şeklindeki verilen hutbeyi müteakip cami cemaatinin de Conileri sokakta kovalayan Devrimcilere karşı topyekün saldırı düzenlediği olaylarda 2 kişi ölmüş, 200 kişi yaralanmıştı.

İşte bir önceki paragraf sonundaki sorunun cevabını bulmak isteyenler; o günkü MTTB yönetimde kimler vardı, Komünizmle mücadele dernekleri yönetiminde kimler vardı, Üniversitelerde bu cenaha ait öğrenci derneklerinde kimler yönetici idiler onlara bir baksınlar ve bu gün de yaşları 60 ın üzerinde olan devletteki bazı yöneticilere baksınlar… Geldiğimiz noktanın izahı da belki kendiliğinden ortaya çıkacaktır.