Cuma, Şubat 03, 2012

CAMİ ÖNÜ ÇARŞISI

Çeşme’nin 1960 yıllarına giderek; eski hükümet konağı ve etrafında bir taraftan ticaretin diğer taraftan sosyal hayatın canlı tuttuğu “Cami önü çarşısına” düşsel bir gezi yapalım, istedim bu hafta.

Çeşme’nin yönetim ve ticari hayatının merkezi durumundaki çarşı; Merkezine aldığı “Hükümet Konağı” ve çevresindeki eğleşme ve ticarethaneleri ile hatırlanmaya değer bir yerdir. Hükümet konağı bodrum kat hapishane, üst katlar kamu hizmetlerinin verildiği mekânlar iken, bahçede Jandarma binası, hemen karşısında Kolovo’nun kıraathanesi,  kıraathanenin üst katı otel, yanındaki binada alt katı avukat bürosu iken üst katı Muhasebe i hususiye (özel idare) aittir.

Ayakkabıcılar; Osman usta ile Hacı İhsan ustalar çarşının hemen Hükümet Konağı yanında yer almakta olup, sırasıyla Damar Hakkı’nın kıraathane, Uluşanların Süleyman Efendi’nin toptancı depoları, Bekir usta’nın başta nohut hamuru ekmekleri olmak üzere her türlü simit ve peksimetin yapıldığı, yapılırken de tüm çarşıya yayılan güzelim kokuları, yanında tüm Çeşme ve köylerinin ihtiyacını karşılayan meşhur demirci Şarlak ustanın dükkânı, hemen yanında hayalimdeki tadı ile müstesna Somalı Mehmet ve Rıza ağabeylerin Somalı gazozları imalathanesi, onun yanında bugün bile aranan testere ve bıçakları yapan Kahraman testerecisi, bugün restore edilen Kervansaray’ın hemen önünde ve yanında sıralanmakta idiler.

Bugünkü haliyle tam Kale ve Hükümet Konağı karşısına gelen yerde bulunan park içinde ve şu andaki yaklaşık yerinde bir gemi heykeli bulunan alanda “Güneş saati”ni hatırlamamak olmaz sanırım. Tam karşısında bulunan ve bugünkü “Turizm bürosu”nun yerindeki, ben ne yazık ki hatırlamıyorum, “Halkevi Binası” keşke bugün duruyor olsaydı dediklerimizdendir.

Şu anda Küçük Cami arkasındaki alana denk gelen, Halkevi ile Sürücü Evi arasında kalan bölgedeki Ahmet Kaptan’ın /Ahmet Oranlı) depoları da ticaret hayatının önemli parçalarını oluşturmuştur. (ben ne yazık ki bu depoları da hatırlamıyorum). Depoların hemen yanında bulunan Sürücü evi ve narenciye bahçesi ve en önemlisi bahçe duvarına bitişik, Kervansaray ve Küçük Cami önündeki alana bakan tarihi “Çeşme” ve kendisine eşlik eden yaşını tayin edemeyeceğim selvi ağacı, bugün bile yerinde bulunuyor olmasını istediğim yapıdır.

Bu yapılardan daha sonra da olsa ticaret hayatına dâhil olan Çiftçi hali ve hayata kattığı canlılık özellikle bir yazı konusu edilebilecek bir yerdir, diye hala düşünmekteyim açıkçası. Çiftçi Hal’ine gelen o koskoca meydanı bile zaman zaman tamamen dolduran her türlü ürünün bir tanesi bile kalmadan hepsi satılırdı, üstelik yaklaşık 5.000 nüfuslu memleketimde, peki nerde şimdi o ürünler, nerde o çiftçiler bu büyük nüfusa rağmen nerdeler Allahaşkına…

Kervansaray’ın bir dönem Çeşme’nin birkaç otobüsü olduğu bir dönemde otobüs garajı olduğu da unutulmamalıdır.

Kervansaray’ın önünde unutularak geçmenin mümkün olmadığı sanki hep muhtarmış gibi hatırladığım ki ta gençlik yıllarımın sonuna kadar muhtar idi, Ali Tunar, bu büyümüzü de rahmetle anıyoruz.

Kervansaray’dan Tarihi Hamam’a doğru giderken köşede yer alan ve sırasıyla; önce Kolovo ve sonra Ayhan Abi’nin kıraathanesi, bilahare de Kuşoğlu Marangozhanesine dönüşen 2 katlı eski bina, yanında marangoz Kuşoğlu marangozhanesi, sonra 3 bakkalın yan yana kardeşçe ticareti nasıl unutulabilir, bir yanda Bakkal Atalay, Hışım Mehmet, Kizi Mehmet…

Karşıda; Camcı Yusuf, Berber Cemil büyüklerimiz de bu çarşının önemli esnaf kişileri idiler.

Hışım Mehmet’ten sonraki boşluğun yanında, hatırlayabildiğim kadarı ile muhteşem bir konut vardı, Sinan Ahmet büyüğümüzün ailesine ait, bu evin özellikle pencere detayları biraz da meslekten olmam itibariyle, hafızamda nadide bir yer teşkil etmektedir, hala.

Hemen sonrasında; 2 adet fırın daha bu şirin ve küçük kasabamızın bu bölümüne hizmet vermekteydiler, Seydi’nin fırını ve Turan Tütüncüoğlu’nun fırını…

Fırınlardan sonra da; tarihi hamam uzun yıllar yıkık dökük ve harap iken birden oraya bir şey yapalım derken ortaya çıktı bir ucube…

Bunların tam karşısında ise bugün hala hizmet veren; eski hali ile tek katlı sonra yeniden yapılan 3 katlı ilkokul halen faaliyettedir.

Bunları yazmadan önce birkaç büyüğümüzün görüşüne başvurduğumda; her birinin bazı detaylarda farklı hatırlamaları ya da zaman tayinlerinde farklılıklar olduğunu müşahade ettim, bu çalışmamım bundan önceki çalışmalara küçük bir katkı, bundan sonrakilere küçük bir öncü olmasını diler var ise yanlış hatırlamalardan ya da ifade etme hatalarından ötürü şimdiden özür dilerim.

Pazartesi, Ocak 23, 2012

ÇEŞME HİKÂYELERİ-3 KEREM ANA

Ne yazmıştım birkaç ay önceki bir yazımda; “Çeşme’nin mugalâtaya yatkın ve kıraathaneye alışkın inanılmaz şeker, muzip, abartılı bir insan ortalaması vardır. Bilindiği üzere söylenenin anlamını karıştırmak, dinleyici, izleyici veya okuyucuyu yanıltmak, şaşırtmak ve şüphelendirmek hatta zorda bırakmak için ifade edişte veya söyleyişte çok anlamlı bir kelime kullanmaya ve bu kelimenin farklı anlamlarını destekleyen bir veya birkaç kavramı aynı ifade içinde zikretmeye mugalâta denir. Mugalâta Çeşmelinin hayatının ayrılmaz bir parçasıdır, hele de bunun birde herkesin birbirini çok iyi tanıdığı abartmanın her türüne ve her boyutuna hatta deyim yerinde ise eşek şakalarına rağmen birbirlerine alınganlık göstermeden katlandıkları şakaların kıraathane ortamlarında tanığı olun kesinlikle şakak kemiklerinize ve ensenize ağrılar girinceye kadar gülersiniz.” demiş ve “Enişte” adında bir hikâye anlatmış ve fırsat buldukça ve yazıya aktarabildiğim ölçüde benzerlerini size anlatmağa devam edeceğim demiştim, bu yaşanmışlıklara ait.

İşte bu örneklerden biri daha bu yazının konusunu oluşturacak ve bu sefer aile içerisinde yaşanan bir olayın nasıl yönlendirildiğini ve yukarıdaki tarife nasıl uygun hale getirildiğini ve tarifin ne kadar hayatın içinden geldiğini göreceksiniz.

Çeşme’nin yerlilerinden Armağan Küçükkara’nın oğlu Mustafa’nın askere gidiş hazırlıkları yapılmaktadır, aile kendi içindeki hazırlıkları yapar iken müstakbel askerin arkadaşları ile veda törenleri yapılmaktadır. Kolaylıkla anlaşılabileceği üzere yaklaşık 1 ay önceden başlayan kutlama ya da veda törenleri genellikle müstakbel asker gençlerin yeme-içme, eğlenme safahatından ibarettir.

Müstakbel askerlerin veda törenleri yöresel farklılıklar gösterse de, her bölge de görülen kutlamaların bir kısmı da tamamen birbirine benzemektedir. Askere uğurlamalar bilindiği üzere; ilk yoklamadan itibaren başlayan, fizik ve akıl durumlarının ilgili doktorlar tarafından uygunluk kontrolünü müteakip, yavaş yavaş kendini asker hissettiren bir süreçtir, eğitim birliğinin tespiti ile de artık asker ruh haline bürünülmüştür.

Askerlik yapmayanların taa Osmanlıdan bu yana toplumsal itibarı olmaması inancı ve gençlerin adam yerine konulmaması gibi nedenlerle yapılacak kutsanmış vatan görevi için, öncelikle tüm köyde ya da kasaba da ya da mahallede uğurlamalar için hazırlıklar yapılır, büyükler ve akrabalar tarafından verilecek yolluklar; para ya da benzerleri kendilerine helallik almak için uğrayan müstakbel askerlere verilecektir. Askere gidecek adaylar 25-30 gün önceden akraba ziyaretlerine başlarlar, akrabaları, helallik için kendilerini ziyarete gelen gençlere çeşitli yemekler, yiyecekler ikram ederler ve hazırladıkları yollukları verirler.

Bölgeden bölgeye değişen ve silah tutacak ellerin kınalanması, boyunlara al tülbent bağlanması, başın üstünden tuz ve un çevrilmesi, adayın arkasından su dökülmesine, tabak, şişe ve testi kırılmasına kadar çeşitli adet ve davranışlara rastlanılır. Sıra askere gidecek adayları uğurlamaya, göndermeye, daha doğrusu ayrılığa gelince de, davul zurna eşliğinde yöresel oyunlar oynanır ve uğurlayanların arabaları ile düzenledikleri konvoylar eşliğinde kullanılacak ulaşım aracına kadar neşe içinde götürülür el sallamalar, oyunlar, halaylar, sevinç ve ayrılık gözyaşları ile hüzünlü bir ayrılık yaşanır. Artık bir yanıyla da gidip te gelmemek, gelip te görmemek hüznü de ilave olmuştur ruhlara.
Bu uzun girişten sonra, gelelim baştaki tarife uygun, Armağan Abimizin oğlu Mustafa’nın uğurlanmasına, ama bu uğurlama öncesi konunun iskeletini oluşturacak olan abimizin annesi Kerem anayı kısaca tanımakta fayda var. Kendisi dünyamızın yoksulluğun paylaşıldığı günlerinin, insanların var olma çalışmalarının tüm ağırlığını hissettikleri dönemin bir insanıdır ve tüm bunlara rağmen evde ve tarlada çalışmanın tüm ağırlığını başarı ile gerçekleştirmiştir. Ancak Çeşme’linin meraklı her kadını gibi merakı ve dedikodu takip etme isteği yüzünden başından geçen bir dolu olayın bir kısmı da komik gelişmelere sahne olmuştur.  Dünyanın içinden geçtiği yoksulluk sürecinden Kerem Anaya kalan miraslardan bir kısmı kendisinin zaman zaman nekes ya da cimri olarak anılmasına neden olmaktadır.

Şimdi geldi Torun Mustafa’yı askere uğurlamaya, Kerem Ana düşünür taşınır ve helallik istemeye gelen torunun arkasından mutlaka kendi adetleri olduğundan testi kırması gerekmektedir ya, bu konuda da para harcamak gibi niyeti de yoktur, ne yapsın ne etsin diye düşünürken evlerine yakın bir mezarlıktan testilerden alıp kırmayı planlar ve mezarlığı biraz geçince oturan kızına gitmeyi ve dönerken de çökecek karanlıktan da yararlanarak mezarlıktan testi alıp dönmeye karar verir. Karanlıktan yararlanarak aldığı testileri eve getiriyor ama evin içine sokmaktansa avlulu evinin sokak kapısı tarafına saklıyor, testilerin saklandığı yeri annesini birgün sonra sabah kahvaltısına davet etmek amacıyla eve gelen Armağan abimiz tarafından görülmesi üzerine, kız kardeşi ile yapılan kısa bir mütalaa neticesinde konu anlaşılır ve sahnelenecek hikâye kurgulanır, hemen İzmir’deki diğer kız kardeşe konu telefonla detaylı anlatılır, yine kurgulanan oyun gereği İzmir’deki kızkardeş sabaha karşı telefon edecek ve yıllar önce vefat eden babasını rüyasında gördüğünü ve annenin testileri anlatmasını sağlayacak şekilde rüyayı anlatarak paylaşacaktır, annesi ile.

Telefonun edileceği saatte Armağan abimizde; annenin kız kardeşi ile yapacağı telefon görüşmesinde söyleyeceği sözleri ilk ağızdan dinlemek ve bilahare de kullanmak üzere annenin evinin penceresinin altında yerini alacaktır. Nihayet beklenen telefon sabaha karşı saat 4 civarında gelir, kızkardeş;

-         Anneciğim kusura bakma seni bu saatte rahatsız ediyorum ama sabahı bekleyebilecek durumda değilim vallahi,

-         Kızım lafı mı olur, hayırdır

-         Anne rüyamda babacığımı gördüm, kan ter içerisinde de uyanarak hemen sana anlatmak istedim,

-         Hayırlara vesile olur inşallah kızımmmm

-         Valla anne babam sana doğru bağırıyor, “Kerem elindekileri bırak, bırak elindekileri” diye,

Anne bir gün önce akşamüstü mezarlıktan aldığı testileri hatırlar ve birden heyecanlanır ve telaşa kapılır, birden korku ve heyecan karışımı bir his ile,

-         Ahhh kızım ahh, sorma demek ki babana malum oldu,

-         Hayırdır anne ne malum olmuş olabilir babacığıma,

-         Ahh ahh kızım sorma, gördün mü başımıza gelenleri şimdi,

-         Hayırdır anne ne oldu ne geldi başına Allahaşkına,

-         Kızımmmm biliyorsun, Armağan’ın Mustafa askere gidiyor, bana helalleşmeye gelecek, eee adettendir testi kırmam gerekiyor ya, işte bende o testileri, para harcamayayım diye mezarlıktan aldım idi, gördün mü babacığına malum oldu geldi senin rüyana girdi de bana iletmek üzere “kerem bırak o elindekileri” dedi.

Tabii bu telefon görüşmesini pencerenin altında, annenin kulaklarının da az işitmesinden ötürü bağıra bağıra konuşmasından tüm detayları ve tonlarıyla dinleyen Armağan abimiz zevkten dört köşe eve gider, artık sabahın olmasını bekler.

Sabah erkenden daha önce kararlaştırıldığı üzere sabah kahvaltısı yapmak üzere anneyi davet etmeye gider, Armağan abimiz, annesinin koluna girmiş kendi evine doğru giderken de, anneden hararetli ve heyecanlı bir şekilde tüm yaşananları, sanki haberi yokmuşcasına ve hayretle dinler ama gülmemek için de kendini zor tutar.

Eve varılmıştır ve kahvaltı başlar ama tekrar anneye sorulur sanki büyük ve hayret edilecek bir konuymuş gibi, anne tekrar anlatır, ama artık makaralar koyverilmiştir, herkes kahkaha atmaktadır.

Anne anlamıştır nasıl bir ketenpereye geldiğini ve;

-         Kalk git şurdan, yıkıl git şurdan diye vurmaktadır, yumruğu ile Armağan abimizin omzuna, bağırarak.






Çarşamba, Ocak 18, 2012

MÜMTAZ BİR ER

Kendi konuşurken herkesin kendisini sözünün hiç kesilmeden dinlemesini isteyen, başkası konuşurken konuşmayı kesme, sabote etme hakkını kendinde gören, sürekli işkembeyi kübradan atmasını iyi bilen, rolünü iyi ezber eden, izleyenleri gıcık eden bir TV ve gazeteci modeli vardır bilirsiniz, Nazlı Ilıcak, işte bu şahsın bir de erkek modeli vardır, kendisi gerçekten mümtaz bir erdir. Bu mümtaz bir er olan çocuk; içinde öncülleri gibi 3 siyasi eğilimi birden barındırır, duruma göre, dönemsel çıkarları neyi gerektirmişse mutlaka o eğilim öne çıkar, bazen milliyetçi, bazen mukaddesatçı ve bazen her ikisi birden ya da bazen nema ve mama durumuna bağlı olarak, liberal olur, aslında ve temelinde bu 3 değer birbirinden farklı imiş gibi gösterilse de hem hayatın içinde hem de bu mümtaz bir er’in içinde uyum içinde bulunurlar.

Bu mümtaz er’imizin bence bir eksiği var, o da hani şu Müslüman ülkelere yönetici yetiştirme amacıyla 19. yüzyılda İngiltere’de kurulmuş meşhur Exeter Üniversitesinde okumamış olması, en azından biz öyle biliyoruz belki de yerli exeter’ciler tarafından tedris ve teçhiz edilmiştir ya da başka bir isimle burayı bitirmiştir, kim bilir, kariyerini incelediğimizde bu üniversite görülmemektedir ya, bende tam bir hayal kırıklığı yarattı oysa ne kadar da uygun düşüyor çocuğa. Bu üniversitenin nasıl bir yer olduğunu öğrenmek için, bazı mezunlarını ve canım yurdumun bazı önemli zevatlarını anlattığım eski yazılarıma bakmalısınız. Tipik son 30 yıl profesörlerinden biri olduğu aşikâr olup, tıpkı benzerleri gibi yazdığı tüm kitapların ve tezlerin tamamının intihal olduğu iddia edilmekte olup kendisinin de intihalciler tarikatı mensubu olduğu her yerde söylenmektedir.

Mehmet Bey milletvekili yapıldığı için milletvekili yapılmayan bu şahsiyet, zor katlanılır olmasından ötürü ve meclisin yağa gark olmaması için ve aynı tipten 2 tane olmasın gerekçesiyle milletvekili bile yapılmamıştır, ama hala yağcılıktan da vazgeçmemiştir ve biliyorum ki vazgeçmeyecektir.

Yahu bir de bu adama bilim adamı demiyorlar mı, kanıma o çok dokunuyor vallahi, herif bilimden çok film ile uğraşıyor, vallahi tam bir film adam. Birde bu şımarık ve haylaz intihalci çocuğa aydın demiyorlar mı, artık bunu Aydın Belediye başkanı ya da Valisi hakaret sayar mı bilmiyorum ama bizim Aydın çok kızar tahmin ediyorum, yahu bu aydınlık bu kabil şakirtlere kaldıysa bu memlekette mum bile satılmaz be… Bu mümtaz bir er olan çocuğumuz her zaman “Türk Geri” diye anılacaktır, bakın siz göreceksiniz, dediydi dersiniz sonra…

Mümtaz bir er olan bu zat; 70 lerde ülkücü ağabeydir, hatta o kadar ülkücüdür ki ülkücülerin ayrıcalıklı bir durumda tutulmalarını ve özellikle korunmalarını savunmuş kişidir, Doğru Yol Parti iktidarında Türk-İslam sentezinin ünlü savunucusu olarak; iktidarın başına “devlet için kurşun atan da yiyen de şereflidir” sözünü söyletecek kadar etkili bir danışman olmuş, kulağına yapılan sufle ve cebe yapılan takviyeden olsa gerek Doğru Yolu da terk etmiştir. Şimdi en güvenli limanı seçmiş, fırtınasız iktidar gemisine binmiş, eeee tabii ki kimin gemisine binersen onun dümenini çevirirsin misali pozisyon alıp, istikbalini ilelebet yüksek güvence ve muhafaza altına almıştır.

Yalpalamalar kralının ve densizliğin daniskasının profesörü olan bu zat densizliği “Deniz Gezmiş” in darbecilerin sembolü demeye kadar vardırmış ya, tabii çocuk bilir kimin darbecilerin sembolü olduğunu kendi öyle ya işte ne diyelim, Deniz hiç rüzgârgülü olmadı ama senin hayatının ve bedenin tamamı rüzgârgülüdür, sen kim oluyorsun da bu lafı söylüyorsun utanmaz adam diyen de olmuyor buna, buldu köpeksiz köyü geziyor değneksiz.

O kadar güçlü efedir ki kendisi emin olun tıpkı kıptinin merdosudur, defalarca 1. karısına dayak atmaktan şikâyet edilmiştir, konu itibari ile de sicili de bozuktur ve 2. karısının da “maddi durumumuz düzelsin” öngörüsü ile milletvekili olmasına rıza gösterdiğini beyan etmiştir, işte böylesine amaca varmak için her yol mubahtır formülünün canlı temsilcilerinden en önde gelenlerinden biridir.

Çok önemli bir kurumun başına getirildiğinde de kuruma adına veren önderin ve fikriyatının bu ülkenin geri kalmasında en büyük etken olduğunu söylemekten çekinmemiş, çekinmediği bir kenara bu fikriyatın takipçisi olması gerekir iddiasının da kendisine hakaret sayıldığını beyan etmiştir, vay vay lafa bakarmısınız Allahaşkına. Sen zaten tersini söyleseydin de biz anlardık ne demek istediğini, niye zahmet edip tercümesini yapıyorsun aa dangalak derler adama. Sonra da büyük tepkiler oluşunca da “maksat hasıl olmuştur” diyerek görevinden istifa etmiştir ya, zannedersiniz ki utandı sıkıldı ve istifa etti ne gezer, atayan makamın elini rahatlatmak adına istifa ettiğini açıklayarak tarafgirleri gözünde daha da ulu bir hale gelmiştir.

İstifa edince onurlu davranış gösterdiğini söyleyen, yazan kişilere şunu sormak lazım, peki bu görevi kabul ederken onursuz davranış mı gösterdi de böyle diyorsunuz, böyle mi anlayalım sizin dediğinizi, yoksa bilmiyormuydu hangi makama atandığını, atandığı yerde kasaplık mı yapılıyordu, bırakınız bu şebeklikleri Alalahaşkına… İnsanların Atatürk’ü sevmeleri ve Kemalist olmaları şüphesiz ki gerekmemektedir, şüphesiz sevmeyenler de olabilir, gerçekleştirdiklerine saygı da duymuyor olabilirler, bu onların kişisel düşünceleridir, beğenmesek te, katılmasak ta onlara katlanmalıyız, aykırı fikirler olarak normal karşılanmalı ve bu fikirlerin beyanı içinde normal iklim yaratılmalıdır ancak saygısızlık yapılması da ayıplanmalıdır. Ama Atatürkçülük te “kuzu postuna girmiş kurt” timsali 12 Eylül faşist darbe önderleri gibilerine bırakılırsa olacağı da budur işte…

Bakın aklıma ne geldi, bu mümtaz çocuğun bu kurumun başına atanması vakası sırasında; hani meşhur hikâyedir ya, kümese müdür aranıyormuş ve tilki de müracaat etmiş, görüşmede Tilkiyi çok beğenmişler ve işe almak istemişler, “ne maaş istersin?” diye sormuşlar da tilki: “ben gülmekten söyleyemeyeceğim, artık siz ne verirseniz, verin...”  demiş ya, işte tamda böyle bir şey aklıma geldi ve başladım gülmeye…

Bir yazısında “devlet benim” deme cüretini gösteren bu hormonlu megaloman intihalci profesöre bir rivayete göre atalarımız “kendini fasulye gibi nimetten” saymaktadır sözünü bu zata bakarak sarf ettiği şamata kulislerinde kulaktan kulağa fısıldanmaktadır.

Vallahi ne o ne bu, ama illaki Neyzen Tevfik, sanki adam bu dangalakların geleceğini görmüş on yıllar öncesinden sesleniyordu, bunlara hitaben, tarihe not düşmek adına…

İşgaldeki hali sakın unutma,
Atatürk'e dil uzatma sebepsiz.
Sen anandan yine çıkardın amma,
Baban kimdi bilemezdin şerefsiz...


NOKTA başka söze gerek var mı? ya da KAPAK




Cumartesi, Ocak 14, 2012

ÇEŞME’DE KRUVAZİYER TURİZMİ OLUR MU?

Çeşme, rüzgârı, termali ve plajları ile dünya cenneti bir yer ancak turizmde de bir türlü vaat edilen, arzulanan ve beklenen patlamayı yapamıyor, olmuyor, olmuyor. Bir şeyin ilgili tüm tarafların tamamının istemesi halinde olmaması için, açıklayıcı bir neden olmalı değil mi teorik olarak, ancak buna rağmen olmuyorsa mutlaka ters giden bir şeyler olmalı, ya gerçekten istenmiyor, ya istenmesi hayat ile uyumlu olmamasından ötürü gerçekçi değil, ya hem istenmiyor ve istenmesi de gerçekçi değil ya da sahip olunan şartlar yeterli değil, vs. vs.

Son dönemde Çeşme turizmine ciddi katkı yapacağı iddiasıyla ortaya atılan ve turizmin, otelcisinden bakkalına kadar ilgili tüm taraflarının ağzına sürülen bal misali, hani çok eskiden eczanelerde ilaç olmadığı dönemde, o ilaç yok ama size şu gözlüğü ya da şu terliği verelim şamatası misali, bugüne kadar dediklerimizin hiç birini gerçekleştiremedik ama şimdi “kruvaziyer turizmini” gerçekleştireceğiz iddiası yapılmaktadır.

Turizmci değilim, sektörü hemen hemen hiç bilmem, turizm ile ilgili ciddi bir bilgi birikimim olmadığı gibi, turizmin bacasız sanayi olduğu palavrasına da yaşamım boyunca hiç inanmadım, tüm bunlara karşın bulunduğum ortam gereği sürekli aynı teraneleri dinlemekten usanmış bir adamın hariçten gazel okuması misali bakın bu yazıya lütfen. Ancak, anlatılanın akla uygunluğuna bakmadan, mantık süzgecinden geçirmeden, anlatılanların hayat ile uygun düşüp düşmediğine bakmadan, kendisine anlatılan her hikâyeye de kolaylıkla inanan tiplerden değilim. 

2012 yılını Çeşme için kruvaziyer yılı ilan eden Ulusoy Holding Yönetim Kurulu Başkanı Yılmaz Ulusoy, ''2012'de kruvaziyeri getireceğiz. Buraya kruvaziyerlerin geldiğini düşünün, Çeşme'nin çehresi değişecek. Bir kruvaziyerden 4 bin kişi çıkıyor, Çeşme'nin sosyal ve ekonomik yapısı değişir.'' demiş ve Çeşmelilerin özellikle de turizmle yatıp turizmle kalkan kesimin; Çeşme turizmi adına, ruhlarının tekrar şaha kalkmasını sağlamıştır. Bu kesim adına kendisine; yarattığı umut rüzgârlarının yarattığı dingin beklenti için sonsuz teşekkürler…

Peki; Allah aşkına nedir bu kruvaziyer turizmi, iyi işleyebilmesi için hangi şartların yerine getirilmiş olması gerekir, bu turizmin uğrak limanı haline gelmek için neler yapmak gerekir, ne tür olanaklara sahip olmalısınız, tarih, kültür ya da güneş yeterlimidir, diye düşünmeye başlayınca aşağıda yazacaklarım oluşuverdi kafamda…

Kruvaziyer turizminde amaç yolcuların sadece hedeflenen destinasyona taşınması olmayıp, planlanan süre içinde, belirlenen rota ve program kapsamında bir taraftan seyahat süresince, her türlü kültürel ve sosyal etkinliği gerçekleştirirken, taşınan turist açısından önemi olabilecek limanların ziyareti, bu limanlarda çeşitli aktiviteler gerçekleştirilmesi şeklinde tarif edilmekte ve klasik ve bilinen turizmin dışında ağırlıklı olarak ta kültür turizmi sayılabilecek yeni bir konsept olup, bu lüks gemilerde restoran, bar, yüzme havuzu, güzellik merkezi, spor, tiyatro ve sinema salonu, çocuk parkı, golf sahası ve hatta buz pateni pisti gibi birçok özellik bulunmaktadır. Bu tariften de anlaşılacağı üzere; bu olanaklarla donatılmış adeta yüzer 7 yıldızlı tatil köyleri haline getirilmiş olan bu kruvaziyerlerin müşteri profilinin de ne olabileceği önem arz eder ki, onlara yönelik cazibe merkezi haline gelip, onları cezp edebilesiniz. Kolaylıkla anlaşılacağı üzere profil konusuyla ilgili odaların istatistiklerine ve konunun uzmanlarının aktardıklarına baktığınızda genellikle 45 yaş üstü ve oldukça ekonomik refaha sahip bir profil ile karşı karşıyasınızdır. Peki ya bu profilin bu turizmden beklediği ne ola ki diye sorarsanız, kısa bir araştırmayla da,  beklenti sırasının; tarihi ve kültürel değere haiz ören yerleri, müzeler, eski şehirler, tarihi yapılar başta olmak üzere, dini binalar, kompleksler, ibadethaneler olarak inanç turizmi, arkeolijik alanlar, su altı dalış merkezleri, yerel termal ve SPA merkezleri, alışveriş alanları vs. vs. gibidir ve kolaylıkla anlaşılacağı üzere ya bunlara sahip olacaksınız ya da bunlara yakın olacaksınız. Ama yine kolaylıkla anlaşılacağı üzere bunlara sahip ya da yakın olmak “gerek şart” olmakla birlikle “yeter şart” değildir, diğer bu olanaklara sahip çevre il ya da ilçelerinde rekabet alanına girmeden ya da girerseniz rekabet gücünüzün yüksek olmasını temin ederek, siyasi mevzilenmenizin gücünü iyi bilerek, alt yapınızın gücünü her yerle rekabet eder hale getirmek gibi yurtiçi şartları ve bilinen bir yer haline gelmeniz için ciddi paralar harcayarak tanıtım yapmanız başta olmak üzere, iyi ve anlamlı siyasi ilişkiler oluşturmanız, kruvaziyer işletmecilerini bir şekilde ikna etmeniz gerekmektedir.

Diyelim ki Çeşmede, Kruvaziyer turizmi gelişecek, buna Kuşadası, İzmir esnafı başta olmak üzere diğer turizm aktörleri ne diyecektir, olumsuz etkilenirse ki mutlaka etkilenecektir, ne tür çalışmalar yapacaklardır, Kruvaziyer işletmecisi yine diyelim ki Agora meydanı, tarihi kent, Meryemana, St. John Kilisesi, İsabey Cami, Artemis Tapınağı ya da Şirince köyü gibi değerlere sahip İzmir ve Kuşadası dururken Çeşme’yi her şeye rağmen tercih etti, müşterisine nasıl izah edecektir bu sakil durumu ya da hem Çeşme hem de İzmir ve Kuşadası’nı kendisine destinasyon seçerse birbirine karadan bu kadar yakın bu 3 alanda da durmayı nasıl izah edecektir konunun uzmanlarına, vs. vs. Konunun akıl terazisinden geçirilmesi durumunda hiçte söylemek kadar kolay durmadığı aşikardır, peki tüm bu şartlar altında bile başarmak mümkün müdür diye soracak olursanız bana, evet mümkündür ama çalışmak ve çalışırken aklı ve bilimi ve hatta siyaseti kullanmanın kaçınılmazlığıdır ilk şart. Mısır da Asuan Baraj gövdesine ki hiçbir teknik özelliği ve günümüzde de azameti kalmamış durumdadır, turist taşınıp her turistten yaklaşık 1 dolar alındığını bilen birisi olarak azimle büyük abdest edenin betonu delebileceğini de iyi bilirim.

Çeşmenin böyle bir planı varsa; ki var denilmesine rağmen var olduğunun samimiyet seviyesini gerçekten bilmiyorum, evvelemirde 12 İon kentinden en önemlilerinden biri olan Erythrai; ki bir dönem de başkent olduğu yazılmaktadır, kazı ve araştırma çalışmaları tamamlanarak canlandırılmalıdır, Termal konusunda, Topan ılıcalar başta olmak üzere güzellik çamuru ve termal aqua parkı düşünülmeli ve Çeşme’nin bu konuda bir marka haline dönüşmesi çalışmaları yapılmalıdır, Termal konusunda Yeni Çeşme Gazetesinde uzunca bir süredir sürekli taktire şayan yazılar yazan Dr. Ilgaz Nacakoğlu görüşleri dikkate alınmalıdır, ayrıca unutmayalım ki; restorasyonu devam eden Avios Haralombos Kilisesi dışında, ne kilise ne de sinagog bırakmış bir ırkın afatıyız, nerde Çeşme Belediyesinin başta başkan Faik Tütüncüoğlu olmak üzere Fen İşleri Müdürü Fatih Taylan’ın planladığı ve gerçekleştirmeye çalıştığı “Çeşmenin çeşmeleri” projesi, yok mülkiyettir yok şudur budur diye bekletiliyor, nerde eski Çeşme evleri ile dolu olan sokaklar hepsi nerdeyse yıkıldı yerine ucubeler inşa edildi, hani tarihi Çeşme hamamı, yerinde eski hamamı canlandırıyoruz diye gerçekleşen sıradan bir ucube, Rus-Osmanlı savaşı batıkları çerçevesinde araştırma çalışmaları nerde, hani profesyonel çalışmanın yanında amatörlere de dalış için kontrollü açılamaz mı bu alanlar, hani nerde Çeşme Köyünün ihya edilmesi, Çiftlik köy’deki kiliseler, sinagog ve maşatlık’ın ihya edilmesi, bir inşaat çalışması sırasında her zamankine benzer şekilde tesadüfen rastlanan eski tunç çağına ait olduğu savlanan Çeşme Bağlararası Yerleşkesi konusunda sonuç alıcı çalışmalar nerde, çevirdik etrafını bıraktık mevla kayıra, nerde “yalnızlığın paylaşıldığı ve aşkın timsali” Nezir’in kulesi, daha yazabileceğim çok şey var kuşkusuz ama yer sınırlı…

Gerçi konunun uzmanı bir büyüğümüzden bir konuşmamız esnasında artık Dünya’nın İon uygarlığı konusunda merak ettiği ya da daha ileri araştırma yapma isteği kalmadığını çünkü İon uygarlığına yönelik bilinmesi gereken her şeyin bilindiğini, araştırılarak yeni şeylerin bulunma ihtimalinin kalmadığını ve bu gerekçe ile de artık yeni kazı çalışmaları için ne kamu ne de özel çevrelerin finansman desteği sunmadıklarını öğrendim, anlaşılan Çeşme Erythrai bu konuda da geç kalmış. Ancak bu görüşe fazlaca katılabilmem mümkün değil ama dedik ya konunun uzmanı değilim.

İstanbul, Antalya, İzmir ve Kuşadası kruvaziyer turizmine rakip olabilmenin şartları bence sarihtir ve başarmak için sadece çalışmak gerektirmektedir, yukarda sıralanan sahip olunan bu büyük potansiyeli değerlendirmek için, yurt içi ve yurt dışı şartların, Çeşme’nin fiziki şartlarının, yerel ve ulusal siyasi iklimin müsait hale gelmesi, siyasi linç ve hasım tanımlamasının değişmesi, yeterince bütçe harcanması ile olgun kafanın buluşması halinde olmayacak bir şey yoktur.

Bu şartların hazır olması ve bu işten para kazanılacağının anlaşılması halinde Ulusoy Holding derhal kruvaziyer işletmecisi olur merak etmeyin, patronlar para nereden kazanılırın kokusunu en iyi alan kişilerdir, ehven şartlar yoksa da, Çeşmeyi çok seven biriyim söylemi lafta kalır ve Kruvaziyer işletmecisi olsa bile zarara katlanmazlar.

Cumartesi, Ocak 07, 2012

SÜLEYMANNAME KÜLLİYATI Bölüm 5 “Yazın biz Bulgaristan'dan elektrik alıyoruz. Kışın Bulgaristan bize elektrik veriyor.”


İçimizdeki Amerikalılara örnek teşkil etmesi bakımından en önemli kişilerden birisi olan pek muhterem ve muhteşem zat; devri iktidarında ki 7 kez gelmiştir, başta takipçilerine ve kendisine inananlara yönelik olmak üzere ama aslında tüm ülkemizi yönetebilmek adına, zaptı raptı adına, devletin her kademesini ve mevkiini ve canım yurdumun her noktasını babasının malı kabulü ile hareket ederek, teşkil ettiği örneğe aykırı düşmeden kendisine umut bağlayarak yatırım yapanları hiç üzmemiş ve bu yüzdende canım yurduma asla ve kata gün yüzü göstermemiştir. Gençliğinin en güzel yılları; gaz, şeker, tüp, yağ, benzin, mazot kuyruklarında geçen birisi olarak, BABA en müstesna köşesini işgal eder beynimin ve kendine bir şey olmadığı sürece memlekete ne olduğunu önemsemeyen, bu durumda vurdumduymazlığın profesörü, şapkasını alıp gittiği darbelerden sonra bile durumu “bana verilmedi” “sana verildi” lakaytlığına vardıran, ancak rolünün demokrasi havarisi olduğu durumlarda da darbe bana yapıldı deme pişkinliğinden de çekinmeyen muhteşem ve muhterem zat, binanaleyn diyerek necip milletimizi uyutup, cambaza bak derken de yandaşlarının kasalarını gırtlağına kadar doldurmasını, hayret ve ibretle izlemişimdir hep. 

Adana Seyhan Barajı inşaatında inşaat mühendisi olarak çalışırken dönemin Başvekili Adnan Menderes'in dikkatini çeker ve 1954 yılında Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü'nde Barajlar Dairesi Başkanlığı'na atanır hemen arkasından da 1955 yılında da Türkiye’nin en genç genel müdürü olarak DSİ’nin başına tayin edilecektir. Yüce rabbim artık kendisine “Yürü be Süleyman” demiştir artık… Tüm dünyada ABD Büyükelçiliklerinin tavsiyesi ile seçilen özellikle siyasal alanlarda o ülkede etkili olmaya aday ve ayrıca kendilerine uzun vadede sırt dönmeyecek ve sürekli ABD çıkarları ile ters düşmeyecek işler yapacak gençlere, gerekli tüm harcamaların ABD tarafından karşılanması kaydıyla ve ABD de de bu amaçlara uygun olarak çok uluslu ve amaçlı programlarından geçirilmek üzere burs vermesiyle tanınan Eisenhower Vakfı'nın; ki canım yurdumda bu vakfın en önemli temsilcisi de Rahmi Koç’tur, kendisini seçmesiyle yürüme süreci artık koşma moduna geçer ve taçlandırılmış olur.

Devri iktidarında; "İmam-hatipler, imam yetiştirsin diye açılmayacak, Dinini bilen doktorlar, avukatlar, mühendisler yetiştirmek için açılacak" diyerek imam-hatip okullarının önünü açıp devletin tüm kadrolarının imam ve hatiplerle doldurulmasının tertipçisi olduğunu, nerdeyse ev başına bir imam ve bir hatip düşmesine yol açmış olduğunu ve memleketin bağrına aslan gibi bir türban sorunu dikmiş olduğunu dil çabukluğuyla savuşturup, türbanlı kızların Suudi Arabistan’a gitmelerini isteyebilecek kadar bir anda bu duruma karşı çıkma becerisi gösterebilen ve böylece yaklaşık 35 sene önce sarf ettiği “dün dündür bugün bugündür” lafıyla da kıvırmaya haklılık sağlamak adına yarattığı sığ felsefeye bağlılığını gösteren, bu haliyle de adı “fırıldak kubi” ye çıkmış eski bir milletvekilimizi ne kadar haksızca konuyla ilgili sıralamada 1. sıraya koyduğumuzu bir kez daha gözden geçirmemize sebep olduğundan da kendisine müteşekkir olmamız gerekmektedir. Aslında sorarlar adama yahu bu kadar hızlı bel hareketi yapıp ta bu kadar kalın bele nasıl sahip olunabilir diye ama bu bizim konumuzu oluşturmamakta olup, konuyu üniversitelerin ilgili bölümlerine bırakıyoruz. Canım yurdumda sadece seçmenlerinin değil demagojinin de babası olan, benzin olmayınca “benzin vardı da ben mi içtim”, devletin parasını İLKSAN üstünden yandaşı medya patronuna aktarıp “verdiysem ben verdim”, “askeri darbeler bana karşı yapılmıştır” deyip, 28 Şubat darbesinin başdüzenleyicisi olduğunu gargaraya getirerek unutturmaya çalışmaktadır ya, kimsenin şüphesi olmasın ki tarih bunları yazacaktır bir, bir… Bakın bugün; dünün kahraman vatanseverlerinin ipliği nasıl çıkmaktadır ortaya…

Şimdi gelelim; muhterem ve muhteşem zatın başlıkta ki sözüne; öncülü olduğu zatın kendisine “su müdürü” iltifatıyla yarattığı tılsımın etkisiyle ve aldığı bursun sahiplerinin verdiği gazın yarattığı cesaretle yaptığı çıkışlar neticesinde necip milletimizin hafızasına “barajlar kralı” olarak nakşedildi ya; bunu gerçek bir oluşum olarak algılama hatasıyla böbürlendi durdu ömrü boyunca, kendisine tanınan ya da verilen her fırsatta. Bu böbürlenmeyi büyük desteğini aldığı necip milletimizi alaya alacak kadar ileriye götürerek öne çıkardığı ya da parlattığı “su akar Türk bakar” sözü üstünden de, suyun özelleştirmesinin ve maalesef bugünkü rezalet su politikamızın önünü açan kişi olma onurunu da taşımaktadır kendisi. Takipçisi, tarafgiri ve nema dağıttığı kişilere göre akarsulara baraj oldu gibi gösterilse de, iktidar dönemlerinde sürekli bir su ve elektrik üretim sorunu yaşanmıştır, bu nedenle akarsulara değil de olsa olsa “demokrasiye baraj kralıdır” kendisi, o kadar ki siyasetçiliğinin de, mühendisliğinin de yarım asırdan fazla olmasına rağmen, Cumhurbaşkanlığı döneminde müdahalesi neticesi ülkemizde yaşanan elektrik krizleri hiç unutulmayacaktır. Ama bu yaklaşımın “nükleer santral satıcılarının” ajandalarını ve sonuçta da tekliflerini güçlendirmesi hasebiyle de hiçte su müdürü ya da barajlar kralı olma hakkına sahip olamamalıdır…

Devri iktidarında yaşanan önemli elektrik krizlerinin olmadığını büyük gerdan hareketleriyle reddedebilir şüphesiz ama Bulgaristan gibi topoğrafyası ve akarsu potansiyeli bize göre daha az elverişli bir ülkeden sürekli elektrik ithalinin gerçekleştirilmesinin mimarı olmasını reddetme şansı olamayacaktır kolaylıkla, barajlar kralı olarak böbürlendiği dönemde kendisine, bir tarafıyla da müstehzi yaklaşımla sorulan Bulgaristan’dan neden elektrik alındığı yönündeki soruya; “Yazın biz Bulgaristan'dan elektrik alıyoruz. Kışın Bulgaristan bize elektrik veriyor” diyerek ordinaryüsü olduğu laf ebeliğini bir kez daha göstermekteydi, diğer taraftan da makinenin komünisti olduğuna milleti inandırmaya çalışırken “Elektriğin komünisti olur mu?” diyerek önceki cevabıyla birlikte sanki aklımız ve zekâmız ile dalga geçiyordu.

İşte adı bazı çevrelerce de “Bir bilen” e çıkan muhteşem ve muhterem zatın tüm bildiği; ABD de aldığı diksiyon, düzgün konuşma ve hızlı okuma kursları adı altındaki eğitimin yarattığı “cambaza bak” becerileridir. Yoksa ABD de sulama ve elektrik konularında gördüğü öğretimin ve eğitimin başarıları çok sınırlıdır ve ancak mikroskopla fark edilebilmektedir, tabii ki anlayana, yoksa kendisini yüzlerce sıfat ile taltif edenlere söylenecek fazlaca bir şey yoktur.


Perşembe, Aralık 22, 2011

2012 DEN NE BEKLENMELİDİR?

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, internet kullanıcılarının sorularını yanıtlarken, soruların en önemli bölümünü teşkil eden “Dersim” olaylarıyla ilgili olarak, ''Arşivlerin açılmasında hiçbir mahsur olmadığı kanaatindeyim. Büyük devletler, ülkeler, milletler tarihlerinden korkmazlar. Daha tartışmalı konularda da arşivlerimizi açıyoruz. Yeter ki bu konular, günlük polemik mevzusu yapılıp bunların üzerinden başka yerlere ulaşmak, başka amaçlar peşinde koşmak olmasın'' dediğini anlamaktayız, Habertürk gazetesinin yazdığına göre. Peki, arşivlerin açılması konusunda “hayır” diyen var mı, mutlulukla ifade etmeliyiz ki; Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakanlar, tüm Hükümet, bundan önceki tüm Hükümetler ve üyeleri, tüm Askeri Erkan açılsın diyor da, neden açılmıyor acaba… 2012 nin en önemli sorusu bu olmalı, açılması halinde koro halinde bunu seslendiren iç ve dış çevrelerin, artık konunun edebiyatını yapmaktansa araştırmasını yapsınlar seslendirdikleri konuların ve ortaya ne çıkacaksa da çıksın, hep beraber görelim, hani diyoruz ya necip milletimizin tarihinde korkulacak ve utanılacak şeyler yoktur, haydi o zaman hodri meydan, açın da görelim.

Sahi; bir ülkede, kuruluşundan bu yana, Cumhurbaşkanından başlayıp en sade vatandaşından bile aksi ses ya da itiraz olmamasına rağmen, neden açılmaz acaba bu arşivler? Acaba “açılsın” diyenler aslında sadece işin edebiyatını mı yapıyor da açılmıyor? Sanki öyle gibi, aksi takdirde açılması konusunda bu kadar geniş mutabakat oluşmuş ve hala açılmıyor ise, bu işte bit yeniği vardır mutlaka. Hele de canım yurdumu ta başından beri yöneten siyasilerimiz ya da askerlerimiz, icraatlarını sadece ve sadece muhaliflerini mat etmeye, yüzlerini kara çıkarmaya endekslemiş iseler ve son 60 yılın iktidarları da sürekli bundan muzdarip olduklarını açıklamış ve ardılı oldukları CHP yi suçlamakta iseler, hazır bitmeye ramak kaldığını iddia ettikleri mezkûr partiyi bitirmek üzere neden son hamleyi yapmazlar acaba? 

Bunun cevabı, tamtamlar çalınarak girdikleri; Genelkurmayın kozmik odası, Özel harbin kayıtlarının tutulduğu arşivin, girilmesi halinde de canım yudumun karanlık dönemine ışık tutulacağı iddiası ile böbürlenen siyasilerimiz tarafından behemehâl açıklanmalıdır ki diğer konularda şikayetlenmelerin haklılığı kamuoyu nezdinde yer bulsun. Evet, girdiniz ne buldunuz, suç delili buldunuz mu, bulduysanız hangi suç delillerini buldunuz, bulamadıysanız neden bulamadınız tüm bulacağınıza yönelik anlı şanlı iddialarınıza rağmen, yoksa buldunuz da ses çıkarılmıyor olabilir mi, yoksa ilgilileri ile pazarlık malzemesi olarak kullanılmak adına yedeklendi mi, yoksa birden karşı iddia sahipleride mi devlet sırrı olması gerektiğine karar verdi, ne oldu Allahaşkına, detay söylemeyin, açıklamayın ama kabaca sonucu açıklayın yeter. Yandaş basın eliyle de olabilir direkte, ilgililerin ve yetkililerin takdirine…

İşte bu konudaki sınav sonucu bir samimiyet testi olacaktır, gerisi hava ile civa, vs. vs. …

Bende bu arşivlerin behemehâl açılmasının taraftarıyım ve bunu kim gerçekleştirirse de toplumsal alkışı hak edecektir. Orta yerde gerçek anlamdaki sayıları mahdut olan bilim adamlarını bir kenarda tutarsak ki, (onları daha muhafazalı yerlerde tutmayı bizatihi devletin kendisi tercih etmektedir), arta kalan sözde araştırma ve bilim camiası bölünmüş, sanki bir futbol maçındaki gibi, ya bu takım ya şu takım misali yanlı konuşuyorlar, yazıyorlar ve çiziyorlar. Biz okuyucuların kafası karışıyor, sınırlı zekâmız bulanıyor, dün kahraman denilenlerin bugün hain oldukları, dün hain ilan edilenlerin bugün kahraman gösteriliyor olması da bizi açıkçası çok yaralıyor, zekâmızla alay ediliyor olması da akli dumur oluşturuyor.

Diğer taraftan da aklımdan hiç çıkmayan bir şey var, acaba hangi yetkili, hangi görevli yapılan yasadışı, ahlakdışı davranışı kayıt altına alır da arşivler, acaba var mıdır böyle insanlar, olabilir mi böyle yöneticiler bilmiyorum? Açıkçası da ben konuyu bilmeyen biri olarak çok merak ediyorum, bu arşiv açılması işinden ne çıkar diye… Umarım ki şu ahir ömrümüzde şu arşiv açılması işi gerçekleşir de bizde merak etmekten kurtuluruz, beynimizdeki merak kurtları da huzur bulur…

Ermeni meselesi tehcir mi? soykırım mı?, tehcirse 400.000 küsür mü yollarda can verdi, bu insanlar neden can verdi, hastalıktan mı öldüler, yoksa sahip oldukları 3 kuruşa el koymak isteyenler tarafından mı öldürüldüler, yoksa ölenler atlarından düşerek mi öldüler, vs. vs. Ama ortada 398.000 ile başlayan 1.500.000 ile biten rakamlar uçuşuyor, belki doğrusu çıkar ortaya,

Trakya olayları, Türk Milliyetçiliğinin üstadı Nihal Adsız’ın “Yahudi denilen mahlûku dünyada Yahudiden ve sütü bozuklardan başka hiç kimse sevmez” ana temasıyla yazdığı yazıların yarattığı altyapı sayesinde; yaşanılan şiddet olayları tüm Trakya’yı kapsamış ve Yahudileri korumaya çalışan emniyet görevlileri ve askerlerin de ölmesi ve sonuçta da tüm bölgenin Yahudiden azade duruma getirilmesi ve yüzlerce ölüm ve 13.000 ile 15.000 arasında sürgün ile sonuçlanan olayların nedenlerine ve gelişimine ait tüm detaylar çıkar ortaya,

Varlık vergisi sürgünleri, 6-7 Eylül olayları, Dersim olayları, Kahramanmaraş katliamı, Çorum ve Sivas olayları ve en önemlisi de, 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinin planları, tatbikat planları, etüdleri ve ABD ile yapılan yazışma ve görüşmelerde “içimizdeki Amerikalıların” durumu başta olmak üzere yer darlığından yazamadığımız daha binlerce bize dayatılan ve yaşatılan olay ile ilgili tüm belgeler ve bilgiler ile tüm detaylar çıkar ortaya da tüm taraflar rahatlar.

Peki, böyle bir ihtimal var mı diye soracak olursanız da; cevabım kocaman bir hayırdır. Çünkü bu olayların tamamında; muktedirlerin bazen etnik, bazen dini, bazen sınıfsal arınma düşüncelerinin pratiğe dönüşme plan ve uygulamaları açık bir şekilde sırıtmaktadır. 

Hadi diyelim ki; Genelkurmay Başkanlığının arşivini açmaya malum nedenlerden ötürü tek başına muktedir değilsiniz, peki Maliye Bakanlığı ile Tapu Kadastronun arşivlerini açın da, Trakya olayları, Varlık vergisi ve 6-7 Eylül olayları sayesinde yurttan atılan Rumların ve Yahudilerin mülklerini kimler almış, sermaye nasıl el değiştirmiş görelim.

Arşivlerin açılması işi, biliyorum ki; muktedirler tarafından yine “tavuk mu yumurtadan yumurta mı tavuktan çıkar” muamelesi ile konu sündürülecek, uzatılacak ve sulandırılacaktır, belki kötü niyetten değil ama iyi saatte olsunların etkisiyle…

2012 Tüm insanlığa; başta ilaç tekellerinin azgın saldırılarına rağmen sağlık, tüm askeri endüstrinin savaş tahriklerine rağmen barış, tüm emperyalist dayatmalara rağmen anti-faşist yaşam alanları yaratması başta olmak üzere, mutluluk, huzur getirir umarım…


Pazar, Aralık 18, 2011

SÜLEYMANNAME KÜLLİYATI bölüm 4

“Meşruiyet içinde çareler tükenmez”

İçimizdeki Amerikalılara örnek teşkil etmesi bakımından en önemli kişilerden birisi olan pek muhterem ve muhteşem zat; devri iktidarında başta takipçilerine ve kendisine inananlara yönelik olmak üzere ama aslında tüm ülkemizi yönetebilmek adına, zaptı raptı adına, “uydururuz bir kılıf merak etmeyin canım” mealinde bir laf eder ve bu söz dillere pelesenk olur; “Meşruiyet içinde çareler tükenmez”.

Ülkemizin sömürgeleştirilme sürecinde hiçbir beis görmeyen hatta bunu nemaya dönüştürme mahareti gösteren ve içimizdeki Amerikalıların en önemlisi dedim ya; Morrison’luk mertebesine ulaşmış olması da, Johnson fotosuyla propaganda da bu kabil bir delilidir iddiamızın. Hatta o kadar güzel bir delildir ki; "Dostlar Arasında: 1923-2007 Arasında Türk-Amerikan Diplomatik İlişkileri" adı altında ABD Büyükelçiliği'nin Türk-Amerikan Derneği merkezinde düzenlenen sergide; ABD Başkanı Lyndon Johnson ile 1962 yılında çektirdiği fotoğrafın altında; “ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı onuruna düzenlenen törende, Başkan Yardımcısı Lyndon Johnson, Süleyman Demirel ile birlikte. O tarihte Morrison Knudsen mühendislik firmasında çalışan Demirel, daha sonra “Morrison Süleyman” lakabı ile anılmıştır” yazmakta olduğunu basından da öğrenmiş ve canım yurdum adına tekrardan üzülmüştük. Hatta hatırlanacağı üzere mezkûr muhteşem zat bu fotoğrafı delegelere dağıtarak AP’ye (Adalet Partisi) genel başkan bilahare de Necip Türk milletine dağıtarak başbakan olmuştur. Bahse konu fotoğraf sergisini gezerken fotoğrafın altında yazan bu notu kendisine gösteren gazetecilere “İngilizcesinde böyle bir not yok” diyerek te dalga geçmiştir. İşte bu muhteremin bu sözü üzerine ne desek azdır, vallahi…

Muhteşem zatın takipçileri ve ardılları bu sözün ısrarla “demokrasilerde çareler tükenmez” biçimiyle söylendiğini ifade ve iddia ederler ama ne yazık ki bu iddia doğru değildir, zaten doğru olması da eşyanın tabiatına da aykırıdır, çünkü mezkûr zat sözün edildiği 70’li yıllarda asla demokrasiden yana olmamıştır ki bunu yalancıktan bile olsa telaffuz etsin, lakin 90’lı yıllarda kendisi açısından tekrar hükümet etme isteği gündeme gelince, sözü eğerek, bükerek günün cilalı ifadesi “demokrasilerde çareler tükenmez” haline getirmiştir. Muhterem ve muhteşem zat bu sözü; sürekli “Meşruiyet içinde çareler tükenmez” biçimiyle söylemiştir ki, zaten niyette budur, asla ve kata muasır medeniyetin ulaştığı demokrasi değil adamcağızın hedefi ve beklediği ki kastı bu olsun, peki; niyet ve kasıt nedir? Meşruiyet; yine muhteşem zatın ifadesiyle bulun 226 yı yapın yapacağınızı yani mecliste bul çoğunluğu yap yasayı olsun sana meşruiyet, işte bu kadar. Efendim yasal olmuş ahlaki olmamış ne gam, ne keder, yeter ki meşru olsun, yeter ki resmi olsun, meşruiyet, resmiyet adına, devlet rutinler dışına da çıkara vardırmıştır ahlaki olmama durumunu, çareler tükenmez diye diye, oysa ümit’in yerine ümitsizliğin aldığını göre göre bunları gerçekleştirmiştir.   

Muhteşem zatın meşruiyet, resmiyet içinde ürettiği çareler ne yazık ki memleketin temeline dinamit koymuş ve canım yurdumun aydınlanma hareketi başından itibaren boğulmuş ve boğdurulmuştur. Yaratılan it izinin at izine karıştığı ortamda, itler karınlarını atlarla doyurmuş, doyurmakla kalsa iyi de, ilaveten bu davranış gelenek haline dönüştürülmüştür sayesinde.

Bu muhteşem zatın demokrasiyi konu edinecek kapsamda söyleyebileceği laf olsa olsa “Demokrasilerde bahaneler tükenmez” olabilir, hatta o kadar mahirdir bahane üretmekte her şeye rağmen halkımız da eksilmeyen bir şeklide teveccühünü kendisinden yana göstermiştir ve fareli köyün kavalcısı misali dönmüştür devran; ama muhteşem zatın önderliğinde bulunan çarelerle demokrasi tüketilmiştir, sıkışan ekonomi ve sosyal hayat tüketildiğinden kalmayan bahanelerle de dama olmuştur bahane üretme. Muhteşem zatın ürettiği çareler sayesinde; faili meçhuller gündemimizi işgal etmiş, darbecilerin yolunu hızlı yol alabilmeleri için düzeltmiş, işsizlik kader haline gelmiş, kalitesiz eğitim ve okuldan fazla dershane ortaya çıkmış, adam-yandaş kayırma ayyuka çıkmış çıkmakla kalsa iyi bir de kendisinden sonrakilere refleks olarak sirayet etmiş, işe adam yerine adama iş maalesef değiştirilemeyecek davranış haline gelmiş, rüşvet vukuatı adiyeden sayılıp ardılı ünlü Türk büyüğü tarafından rüşvet bedelleri muhasebeleştirilir hale gelmiş, depremlerde can ve mal kayıpları kaderimiz olmuş, dinsel ve cinsel ayrımcılık tavan yapmış, yıllık 5.000 ölüm ile trafik keşmekeşi yaratan politikalar baş tacı edilmiş hatta Cumhurbaşkanlığı sırasında otomobil fabrikası kuracaklarsa Çankaya Köşkünü de tahsis ederime vardırmış andülüplüğü vs vs diyerek noktayı koyalım yoksa sayfalar dolusu olumsuzluk sıralamak mümkün. 

Evet, sonuçta çareler tükenmez diye diye, ne çare kalmıştır tüketilmeyen ne de tükenmemiş bir kaynak ve takat, canım yurdum artık ardıllarının da kendisinden aldığı rahle i tedrisat ile dizlerinin üstünde doğrulmaya çalışmaktadır halen, ama ne yazık ki üretilen çareler de artık kar etmemektedir.

Peki, şimdi mezkûr sözü demokrasilerde çare tükenmez haline dönüştürmek istiyorsak eğer acilen neler yapmalıyız, yukarıda bahsedilen zulümleri bize yaşatanları ve ardıllarını behemehâl teşhis ve tespit etmeli ve sırtımızdan atmalıyız, buradan başlarsak arkası çorap söküğü gibi gelecektir.

Son söz

Sayenizde sadece çareler tükenmedi, deniz de tükendi.


Cumartesi, Aralık 03, 2011

KIZIL MEYDAN

Sovyetler Birliği ya da Rusya denilince ilk akla gelenlerden birisidir, Kızıl Meydan; bazılarına göre de, Dünyayı altüst eden, Kapitalist batının tüm husumet ve saldırganlığının hedefi haline getirilen Sovyet Devriminin sembolü gibi gösterilmekte olup, gerçekte de önemli günlerde önemli gösterilere ya da törenlere sahne olmasından ötürü de bu kabil anılmayı da hak etmiştir. Ancak; “Kızıl Meydan” ın kızıllığının kaynağı; emperyalist batının Sovyet Devrimine atfen tahkir edici ifadesi değildir, çok önceleri çok farklı isimlerle anılmış olmasına rağmen; 17. yüzyıldan itibaren Rusça’daki bir anlamı da “güzel” olan Красная (krasnaya) sözcüğünün diğer anlamı “kızıl” adı ile anılmaktadır, “площадь Красная” (krasnaya ploşad) yani kızıl meydan bugün Moskova’nın sembol alanlarından biri olup Dünyada da bir meydan olarak en fazla bilinen meydanlardan biridir.

Kızıl Meydan; (Rusça: Кремль), "kale", "hisar" anlamlarına gelen Kremlin sarayının doğusunda yer almakta ve kuzeyindeki Devlet Tarih Müzesi, güneyindeki Vasili Blajenni Katedrali ve Moskova Nehri, doğusundaki inşaatı 1893 te bitirilmiş, devrim sonrasında her Sovyet başkentinde olduğu üzere düzenlenerek Devlet Satış Mağazalarına dönüştürülmüş yapının (Glavni Universalni Magazin) arasında kalmış vaziyette ve yaklaşık 75,000 m²'lik bir alanı kaplamaktadır.

Kızıl Meydan’ın en önemli yeri ise bana göre; Lenin’in mozolesidir ve hemen Kremlin duvar mezarlığının önünde ve tam ortasına gelecek biçimde konuşlanmış olup, girerken kesinlikle çanta, cep telefonu ve fotoğraf makinesi gibi eşyaların alınmadığı ve mozolenin içinde bulunurken de tam ve mutlak bir sessizliğin temin edildiği bu anlamda da dünyadaki benzerleri gibi bir anıt mezardır. Kızıl ve siyah renkli Ural granitlerinden yapılmış ve alçak bir piramit şeklindeki Mozolenin tam ortasında, 1924 yılında, ölümünden yaklaşık 2 ay sonra mumyalanan Sovyet ve dünya devriminin en önemli liderinin mumyalanmış vücudu kristal bir tabut içinde bulunmaktadır. Mozolenin hemen üstünde, resmigeçit ve merasim törenlerinde yöneticilerin çıktıkları ve törenleri izledikleri bir tribün bulunmaktaymış.

GUM; Lenin'in 1930'da tamamlanan anıtmezarının tam karşısında kalmakta ve bugün Lenin’e nazire yaparcasına ünlü tekstil markaları başta olmak üzere Kapitalist dünyanın en ünlü markalarının buluştuğu bir alışveriş merkezine dönüşmüş durumdadır. Ömrünü kapitalizm ile savaşa adamış, Sovyet ve Dünya devriminin önderi Lenin’in mozolesinin tam karşısında kapitalizmin temsilcilerinin bu ölçekte sergileniyor olması da başlı başına bir ironidir.

Gerçi bugünlerde hummalı bir biçimde; Stalin üstünden saldırıların hedefi haline getirilmeye çalışılan Sovyet ve Dünya devrim önderinin mozolesinin buradan kaldırılabilmesi için bolca idmanlar yapılmakta ve bu fikrin fazlaca tekrarlanmasının sağlayacağı düşünülen haklılıkla da halkın gözünden düşürülmeye çalışılmaktadır. Bizdeki İnönü üstünden Atatürk’e yapılan saldırılara ne kadar da benzemektedir aslında, konunun doğruluğu yanlışlığı bir kenara ahde vefanın nasıl ayaklar altına alınabileceğinin de çok önemli bir manevrası sahne almaktadır. Klasik taktiğidir hakim çevrelerin, önce içini boşaltmak ve ruhsuz hale getirmek sonra da oluşan bu ruhsuzluğu bahane ederekte nihai saldırıyı gerçekleştirmek.

Kremlin Duvarı boyunca yine Dünya ve Sovyet devrim önderi Joseph Stalin başta olmak üzere, Uzaya ilk çıkan kozmonot Yuri Gagarin ve “Dünyayı sarsan 10 gün” adlı kitabın yazarı Amerikalı yazar John Reed gibi insanların mezarları bulunmaktadır.

Kızıl Meydan’ın kuzeyinde Devlet Tarih Müzesi bulunmakta olup; burada paha biçilmez sanat eserleri sergilenmekte olup müze severlerin mutlak uğrak yerlerinden olduğu söylenmektedir.

1400’lü yıllarda; Kremlin'in duvarlarının tamamlanmasını müteakip inşa edilen Kızıl Meydan, tarihi boyunca idamlara, gösterilere, geçit törenlerine ve mitinglere sahne olmuş olup, Çar ve Patriklerin halka burada seslendiği ya da buyruklarının halka burada duyurulduğu bir alan olarak bilinmektedir. Önceleri, büyük bir pazar alanı olan meydan, farklı dönemlerde farklı amaçlara uygun olarak düzenlenmiş olup, güneyindeki etrafı taştan bir duvar ile çevrili olan taştan bir platform bulunmaktadır  (Lobnoye Mesto), Patriklerin ve Çarların duyuruları buradan ilan ediliyor ve ibretlik müessesinin çalışması içinde halkın seyrettiği ya da daha doğru bir ifade ile halka seyrettirilen ölüm cezaları burada yerine getiriliyormuş.

Kızıl Meydan’ın güneyinde yer alan Aziz Vasil Katedrali soğana benzeyen, rengârenk ve kubbemsi çatılarıyla ünlü bir katedral olup, 1555 - 1561 yılları arasında Rusya’nın Kazan ve Astrahan hanlıklarına karşı kazandığı zaferlere ithaf edilmek üzere Korkunç İvan tarafından yaptırılmış ve değişik şekilde tasarlanan sekiz kubbe, sekiz ayrı zaferi simgelemektedir.

Aziz Vasil Katedrali’nin hemen ön tarafında; Minin ve Pozharski’nin anıt heykeli bulunmakta olup, Polonya işgaline karşı verilen savaşın önderliğini yürütmüş bu 2 insan için tasarlanmış ve önceleri Kızıl Meydanın ortasında bulunurken, 1930’larda Stalin döneminde, heykelin geçit törenlerine engel teşkil ettiğini tespiti ile bugün bulunduğu yere taşındığı bilinmektedir.

Bir dönem Sovyetler Birliğinin, toplumsal ve siyasal tarihinde çok önemli yer tutan ve Emperyalist Batının basın organlarında da özellikle askeri gösterileri ön plana çıkarılarak tanıtılan bu meydan, bugün artık Emperyalist batının kontrolü altındaki UNESCO tarafından bile “UNESCO Dünya mirası” listesine alınmış olup korunmasında özen gösterilmektedir.

Sonuçta “Kızıl Meydan”; söylendiğinde kafamızda canlanan meydan kavramının tam karşılığıdır, kocamandır, görkemlidir, etkileyicidir ama fizik yapısından öte bir ağırlığı da insana hissettirmektedir, açıkçası.


Pazartesi, Kasım 28, 2011

MOSKOVA METROSU


Moskova’yı ziyaret eden turistlerin neredeyse tamamının yaratılan sanat içerikli yapısını ve tarihi dokusunu görmek, yüksek anlamını hissetmek için ziyaret ettiği, ve diyelim ki bunların hiçbirisi ile ilgili değilse de ulaşım ihtiyacı nedeniyle mutlaka bir şekilde kullandığı, Dünyanın en eski ve büyük metrolarından biridir, Moskova metrosu.

Metronun yapımı; Josef Stalin tarafından 1931'de inşaatı başlatılmış, Komünist Parti önderliğinde ağırlıklı olarak ta gençlik teşkilatları komsomollar tarafından yoğun çalışmalar neticesinde ilerletilmiş, yeni yerleşim bölgeleri için ilave inşaatları halen devam etmekte olup, günümüzde büyüklük bakımından New York, Paris veya Londra metroları ile karşılaştırılsa da işlevsellik, iç mimari ve dekorasyon bakımından dünyanın en güzel metrosu olduğu hemen herkes tarafından ittifakla kabul edilmektedir. Moskova Metrosu için dünyanın en çok yolcu taşıyan metrosu denilmektedir ve her gün yaklaşık 10 milyon kadar kişi yolculuk yapmaktaymış ve en önemlisi de kamu tarafından işletilmektedir. Yaklaşık 180 istasyonu bulunan ve hiçbir istasyonunun diğerine benzemediği Moskova Metrosu, her biri sanat galerisi görünümlü olup, özellikle de Mayakovskaya (1938), Ploşçad Revolyutsii (1938), Kropotinskaya (1935), Komsomolskaya (1935), Novoslobotskaya (1952), Novokuznetskaya (1943) adlı istasyonlar içlerinde öne çıkmaktadır, ayrıca istasyonların temizliği de dikkat çekmektedir.

Moskova'da şehrin merkezine direk gelen ve kolay transfer yapılabilmesi için tüm bu hatları kesen ring hattı ile birlikte toplam 12 hattı, yaklaşık 300 km lik uzunluğu olan ve her yeri her yere bağlayan, en önemlisi kril alfabesini bilmek kaydıyla da yol iz bilmezlerin bile şehirde kaybolmadan ve adım başı yol sormadan rahatça gezmesini sağlayan, eskiliği kadar işlevselliği ile de insanları çok etkileyen bu sistem başlı başına bir turizm gelir kaynağıdır.

Metronun tamamı nerdeyse yeraltında bulunmaktadır hem de öyle yeraltındadır ki inanılmaz biçimdedir. Savaş dönemlerindeki sığınak ihtiyaçlarını karşılamak, sonraları da emperyalist batının çabalarıyla yaşanan soğuk savaş döneminde olası nükleer saldırılarda da nükleer sığınak olarak kullanılmak üzere SSCB Komünist parti liderleri tarafından planlanmıştır. 2. paylaşım savaşının zaferle sonuçlanmasının anısına yapılan parkla aynı taşıyan metro istasyonu; “Park Pabedu” yaklaşık 85 mt derinliğiyle en derin istasyon olup, diğerleri de bundan çok aşağı sayılmazlar. Josef Stalin 1941 kışında Faşist Alman işgal planı çerçevesinde Moskova’nın tehdit edilmesi döneminde de başkenti terk etmemiş ve derin metro istasyonlarında oluşturduğu karargahından ayrılmayarak savaşmakta olan Sovyetler Birliğinin kızıl ordusuna ve toplumuna moral vererek, savaşın kazanılmasında önemli bir rol oynamıştır, bu rolün oynanmasında metronun derin istasyonlarının önemi büyük olmuş anlaşıldığı kadarıyla.  

Metronun bence en öne çıkan tarafı da anons sistem ve düzenidir, bindiğiniz trenin yönü şehrin merkezine doğru ise, sanki sabah evinizden merkezdeki işinize giderken patronun ya da müdürün sizi “hadi işe” diye davet eder anlamındaki erkek sesi, şehrin dışına doğru ise de akşam eve giderken “seni bekliyorum hayatım” tadındaki ve anlamındaki kadın sesi anonsu; bir başka tılsım yaratmaktadır. Ring hattı için erkek anons sesi saat yönünde, kadın anons sesi saatin ters yönünde yol aldığınızı göstermektedir. Her hattın bir farklı renkle gösterildiği metroda, eğer renkleri karıştırırsanız ve hele de kril alfabesini bilmiyorsanız ya da Rusça bilmiyorsanız, sağa sola bakarken durumunuza acıyan ve İngilizce bilen bir Rus’un size yardım etmesini beklemekten başka çareniz yoktur, yoksa metronun dışına bile çıkamayabilirsiniz.

Metroda seyahatlerim süresince; sürekli insanları izledim, bol miktarda hatta sabah saatlerinde bile baktığım yüzlerin, gençler dışındakileri elbette, çok yorgun görüntü verdiklerini maalesef gördüm, yaşları biraz ilerlemişlerin bende bıraktıkları izlenim ise değişen sistemin yarattığı mutsuzluktur. Yeni sistemin kalabalıklar arasında yalnız insanlar yaratma ve böylece daha kolay yönetme politikalarının ne kadar başarılı olduğu da bir şekilde hissedilmektedir.

Metroda insanlar, o kadar bize benzemektedirler ki anlatmak çok kolay değil, görmek gerekir açıkçası; itiyorlar kakıyorlar, sırayı bozuyorlar hele birde merdiven önlerindeki kalabalıkların nasıl davrandıkları anlatmak zor. Kalabalık bir gündeki seyahatlerimin birinde yaşı yaklaşık bana yakın birisinin bana yer vermesini yaşıma değil ama elimdeki çantaya binaen olduğu düşüncesiyle yorumladım. Bu kalabalıkların trenin saatteki yaklaşık 45 km hızla giderken ayakta iken kitap ve gazete okumaları hem de hiçbir yere tutunmaksızın büyük bir hayranlıkla izledim ve şimdi de  “e-book”  yaygınlığı inanılmaz boyutta. İnsanlar hiçbir yere tutunmadan ayakta duruyor iken bazen yapılan ani frenlerde hiç istifini bozmadan duruyor olması ise bir başka maharet noktasıdır.

Yukarıda sıralanan tüm övgülere rağmen son derece rahatsız edici bir gürültü çıkmaktadır raylardan/hatlardan, ama gördüğüm kadarıyla yer yer kullanılmaya başlanan yeni vagonların devreye girmesiyle de bunun da önüne geçilebileceği anlaşılmaktadır. Kesinlikle halledilmelidir de, çünkü bazen bazı noktalarda yanındakinin konuşmasını hatta anonsları bile duymakta zorluk çekilmeye devam edilecektir.

Dünyanın en önemli şairlerinden Bertolt Brecht'in üzerine şiir yazabileceği kadar da saygı duyulan bir metrodur sonuçta, Moskova Metrosu.




Pazartesi, Kasım 14, 2011

BÖYLE BİR ÇEŞME HAYAL EDİYORUM Bölüm -1

Şu anda Çeşme meydanında Belediyenin tam karşısında bulunan Ertan’lara ait tek katlı taş binanın; mezkûr ailenin mülkiyetine geçmeden önce, karşılıklı ve sağlı sollu kasaplara ve balıkçılara mekân olarak hizmet vermiş olduğunu ve tam ortasında da denizden geliri olan bir kanalcık bulunduğunu büyüklerimden öğrenmiş idim. Mülkiyet değişikliğini bir başka yazının konusu yaparak detaylarını sizlerle paylaşmayı planlamaktayım. Ancak bu yazının konusu o eski Çeşme’yi hayal etme kapsamında olup, yazının mihverini de bu binanın oluşturacağı görünmektedir.

Şimdi gözlerinizi kapatın ve bu binanın ortasında deniz suyu ile beslenen bir kanalın olduğunu, derenin üstünden karşıya geçmek üzere konuşlanmış ahşap küçük yaya köprülerinin olduğunu, dere etrafında ise balıkçıların, manavların ve kasapların bulunduğunu hayal edin bakalım. Çeşme’nin muhteşem balıklarının balıkçı tezgâhlarını doldurduğunu düşünün, mevsimine göre de Çeşme’nin tadına doyulamayan kavunu, bazılarının fazla acı bulduğu muhteşem tadı olan soğanı, enginarı, mandalini, kalın kabuklu diye bazılarının burun büktüğü güzelim limonu, bamyayı, enginarı, hurma denilen yöreye has zeytini, çeşit çeşit salamura zeytini, yöreye has yemyeşil otları düşünün ve bu cümbüşün haftada 1 kez de Pazar yerinin Çeşme meydanında kurulmasının bir cüzü olduğunu gözlerinizi kapatarak bir kez daha düşünün bakalım, nasıl duygulara kapılacağınızı görün. Pazar yerinin haftada bir gün; mezkur binanın hayalimdeki düzenlemesi olmazsa bile neden Çeşme’nin meydanında yapılmadığının bilemediğim bir cevabı olmalı şüphesiz ama bence acilen bu yönde bir karar alınmalı, bununla da yetinmeyerek mutlaka Pazar içeriğinin genişlemesi ve deyim yerindeyse haftalık festival haline gelmesi temin edilmelidir. Doğu Avrupa ülkeleri hariç hemen hemen her batılı ülkede pazarlar şehrin meydanlarında kurulmaktadır, Çeşme’de bu kabil bir kararın çarşı içindeki yerleşik esnafa da bir katkısı olacağını düşünmekteyim ama diyelim ki hissedilir bir katkı yok o taktirde bu yönde gelişme temin edecek çalışmalar yapılmalıdır.

Çocukluğumda bugünkü “Methan dondurmacısı”nın yerinde olduğunu hatırladığım çeşmenin gerçek anlamda bu şirin İlçemizi temsil edebileceğinden ve Çeşme Belediyesinin bir hayli de beğendiğim “Çeşme restorasyon” projesi kapsamında yapıldığını bir hayal edin bakalım, hemen arkasında bugün sayısı bire inmiş yüksek selvi ağaçlarının eski haliyle birlikte size sevimli gelmeyecek mi acaba? Hemen çeşmenin dibinde küçük ama son derece bulunduğu alanla uyumlu olan “Ali Ağa”nın çay ocağının olduğu yerde; “Ali Ağa 3 çay” gibi siparişlere “gelor beyim gelor” cevaplarını hala kulaklarımda hissediyor gibiyim. Çay ocağının tam karşısında kale dibinde Çeşme-İzmir arası çalışan otobüslerin hareket noktasının varlığının yarattığı canlılığın çay ocağına da katkısı önemliydi o dönemde. Hele yaz sonları kuzenlerimin Çeşme’den ayrılırken anne ve babaları ile otobüse binmiş iken tam otobüsün hareket edeceği sırada otobüsten aşağıya inip kalenin burcunun altındaki küçük kapıdan içeriye dalıp, bulmaktan ümit kesen ailesinin mecburen otobüse binip kuzeni yanımızda bırakmış olmalarının mekânı ya buralar, onları kandırıp birlikte olma zamanlarımızı arttırmış olmamıza vesile olmuştu ya, daha bir farklı şekilde anıyorum bu alanı…

Bu çeşmenin tam arkasına denk gelen geniş alanda; bugün kafeterya olarak hizmet veren bölümde 3 adet tek katlı, su basman yüksekliği yaklaşık 1 mt olan, muhtemelen de Osmanlıdan bu yana hizmet veren, Sahil Sıhhiye, PTT ve Gümrük binaları ki ben ne yazık ki sadece 2 sini hatırlayabiliyorum, 3 bina olduğunu hem büyüklerimden hem de Çeşmenin eski fotoğraflarından biliyorum. Bu binalar Çeşme Meydanı anılarımın ayrılmaz ve en önemli ayrıntılarıdır, binaların yerinde olmaları da, hayal ettiğim Çeşme’nin nostaljik bir parçasıdır.

Bugün bile ayakta duran ve Çeşmenin mimarisini yansıtan ancak ne yazık ki bilemediğim nedenlerle de kullanılmayan ama bir dönem otel olarak önemli hizmetler vermiş olan “Akdeniz Otel” i; mülkiyet ya da miras hukuku ya da bir başka nedenle metruk hale getirilmiş olabilir, sahipleri bu karışık hukuki düzen içinde çözüm bulamıyor olabilirler ancak Çeşme meydanının çok önemli bir figürü olduğu unutulmadan, ama açıkçası nasıl çözüleceğini de pek bilemeden sadece özlediğim biçimiyle bu bitap halinden kurtarılması gerektiğini düşünmekteyim. Konuyla ilgili; en son çare kamulaştırma olmak kaydıyla, kredi verilerek yine cıvıl cıvıl eski haline dönebilecek sonuç alıcı girişimleri yapmalıdırlar yetkililer, belki de yapıyorlardır da sonuç alamıyorlardır bilmiyorum ancak bu hali ile de Çeşmelileri üzdüğü muhakkaktır.

Çeşmenin meydanını geçen yüzyılın başından bu yana şenlendiren; sonradan neden olduğunu pek anlayamadığımız şekilde kaldırılan saat kulesinin tekrar yerinde olduğunu ve bir harika siluet olarak de durmaya devam ettiğini de hayallerimizin içine katmalıyız bence… Tarihi geçmişi ile ilgili herhangi bir bilgiye sahip olmamama, insanlarımızın ne kadar işine yaradığını pek ölçemememe rağmen, çok sevmiştim, daire kesitli, yaklaşık 5 ya da 6 mt yüksekliğindeki metal sütun üstünde kare kesitli ve her yönden görülmeyi sağlayan 4 ekranlı ve simsiyah saat kulemizi, şimdi de Çeşme meydanındaki yerini alıyor olması hayalini kurmaktayım. Kaldırma kararı verip uygulayanların da eminim ki çok özel anıları vardır mezkûr saat kulemizle ilgili olarak, çocukluğumuzda saat sahibi olma hissimizi arttırdığını ve zamanı bilme merakımızı pekiştirdiğini hatırladığım, muhtemelen de büyüklerimizin zamanı bilme gereksinimini karşıladığını düşündüğüm, meydanımızın da en önemli ayrıntılarından biri olduğu için mutlaka kaldırıldığı yerden çıkarılmasını eğer bir şekilde yok olduysa da tıpkı yapımının acilen yerine yerleştirilmesi önemli bir eksikliği giderecektir, hayallerim açısından.

Hangi gereksinimi karşılayamadı da kaldırıldı pek bilemediğim “Atatürk heykeli”, hadi diyelim ki gerçek “Atatürk” ü yansıtmıyordu da kaldırıldı peki yeri neden değiştirildi acaba yakınlarındaki birilerinin mi talebi oldu, bilemiyorum. Eski haliyle bana daha sevimli gelmekteydi “Atatürk” büstü, hatta yeri de çok uygundu, efendim sırtı oraya, buraya dönüktü de değiştirdik de denilebilir, peki şimdiki konumunda sırtı nereye dönük, ya da büst yerine yapılan yeni hali daha mı güzel vs. vs. diyerek konuyu uzatmak mümkün, ama şimdilik bu kadarla yetiniyorum. Bu heykel ile ilgili hatırladığım ve bizim kuşak ve daha büyüklerinin bildiği ve pek te sevimli karşıladığı, “Ahmet Sinan” büyüğümüzün mutat her akşam gelip “Atam kalk ta gör memleketi ne hallere getirdiler” şikâyetname törenleridir. Bu konu ile ilgili detayları ve nedenleri konusundaki iddiaları bir başka yazımın konusu yapmayı planlamaktayım. Hayalimdeki Çeşme meydanında “Atatürk heykeli” aynı boyut ve şekliyle aynı yerde olmaya da devam edecektir.

Neden insanlarımız sahip olduğumuz ve salt bu yüzden de manevi değerinin sınırsız olması gereken nesneleri, daha iyisini yapacağız iddiasıyla yıkarlar ya da kaldırırlar bunu anlamak olanaksızdır, bu biçimde davranarak öykündüğümüz muasır medeniyete de ters düştüğümüzü bir anlasalar, işte o zaman hayat bayram olacaktır galiba…

Çarşamba, Kasım 09, 2011

OLMAZSA YENİDEN DENE

Bir kitap “Olmazsa yeniden dene”, yazar Erdal Aykaç. Yazar yaşadıklarından yola çıkarak yazmış bu kitabı.

Canım Yurdumun sancılı 1970 li yıllarında; yeşil kuşak projesi uyarınca ABD emperyalizminin ulvi çıkarları doğrultusunda ve yerli “iti ite kırdırma politikası” uyarınca, Canım Yurdumu ABD li ajanlar ve yerli ortakları içimizdeki Amerikalılar vasıtasıyla kan gölüne çevirme çalışmaları yoğun bir şeklide sürdürülmüştür. Nihayet maksat hâsıl olmuş, enternasyonal düzeyde ABD emperyalizminin ve yerelde de ekonomik çıkmazların ara çözümü gibi görünen 24 Ocak kararlarının uygulanması için ehven ortam ihtiyacına binaen, NATO’nun gizli ordu komutanlarından da olduğu bilinen Kenan Evren önderliğinde Askeri Darbe yapılıp açık faşizm uygulamasına geçilmiştir. Şeytanın bile aklına gelmeyecek provokasyonlarla darbe ortamı hazırlanmış, planlar yapılmış ve darbe sonrasında da provokasyonlara devam edilerek, yaklaşık 2.000.000 kişi gözaltına alınmış ve işkenceden geçirilmiş, yaklaşık 10.000 kişinin idamı istenmiş, 52 kişi idam edilmiş, buradan da anlaşılacağı üzere faşist darbe toplumun üzerine bir karabasan gibi çökmüş ve silindir gibi de ezmiş geçmiştir.

Aslında kitap; henüz 20 li yaşlarında Devrimci bir Adana gencinin 1980 ve 1988 yıllarında birincisi Adana Cezaevi'nden, ikincisi Kırşehir Cezaevi'nden kaçışının eksen oluşturduğu bir yaşam öyküsüdür ama kitapta öyle kesitler vardır ki insan olanın kanını dondurur açıkçası.  Ama ben bu kaçışlarla ilgili kelam edecek durumda değilim ayrıca edilecek kelamın günümüze ışık tutmayacağı da çok açıktır. Çünkü her mapusun kaçma gibi hülyaları ve macera yaşama istekleri vardır, hele ki salt siyasi düşünce ve görüşlerinden ötürü haksız yere 100 lerce yıllık cezalarla karşı karşıya ise ve hatta kellesini kaybetme riski taşıyorsa neden kaçmasın ki. Orada kocaman kocaman yargıçlar vardır ve adaletçilik oynuyorlar, oynuyorlar diyorum çünkü benzer o kadar fazla öykü okudum ve dinledim ki, artık bana bunlar “vukuatı adiyeden” görünmektedir. Aslında bu yargılama süreç ve aygıtları daha darbe öncesi planlanmış ve şimdi uygun zaman gelince de icra edilmeye başlamıştır. Kitapta yer almayan ama tarihe büyük acılar olarak kayıt edilmiş; işkence tespit talepleri, işkencecilerin yargılanması talebi, doktor ve tedavi talepleri, adil yargılama talepleri, savunma için yeterli zaman ve uygun koşulların yaratılması talepleri karşısında hiçbir şey yapmayan, tüm insanlık dışı muameleleri görmezden gelerek, adeta onaylayan mahkemelere tanık olunmuştur. “Asmayalım da besleyelim mi” derin felsefesini, amirlerinden aldığı ilim, irfan ve feyz ile uygulayan, insanlık duygularından tamamen sıyrılmış, aklını ve ruhunu ne yazık ki kullanmaktan azade durumdaki insan yığınları arasında; bazen de, çaresizliklerini itiraf ederek,   devrimcilerin onurlu yaşam ve siyasal kimlik mücadelelerine içten içten en azından şekli olarak ta olsa saygı duyan hâkimlere de rastlanmış, bu kitapta aktarılanlara göre…

Evet; 12 Eylül mahkemeleri; emir ile karar verir, emir ile kararı uygulardı, Mahkemelerde hukuk sadece emirdi, uygulama yukarıdan gelen emirlere dayalı kararlarla hukuki şeklini alırdı, yukarıdan beslemeyelim denirdi, hukuk katli vacip kanı helaldir derdi, yukarıdan gelen emirlere dayalı nice kalem kırdılar, bu hukuk uygulayıcıları. Sonuçta; suç yokken, suç yaratan, suçlu yaratan 12 Eylül mahkemeleri ve bu mahkemelerin hakimleri, en büyük suçu işleyenlerden emir alarak ve emri yerine getirerek devam etti. Aslında hukuk adına tüm bu yaşananlar o kadar normaldi ki; 12 Eylül faşist darbesi ve NATO’nun gizli ordularının komutanı olduğu bilinen liderine yemeden içmeden apar topar aldıkları karar ile “Hukuk doktoru” ve bununla yetinmeyerek sonra da “hukuk profesörü” ünvanı veren hocaların rahle-i tedrisatından geçen öğrencileri de 12 Eylül mahkemelerinde hocalarına yakışır vaziyet almaktaydılar. İşte tüm mesele buydu…

İşte kitaptan 2 ayrı enteresan bölüm;

“10 Kasım 1981 günü karar duruşmasına başlanıyor. Her zaman olduğu gibi avukatlarımız, ailelerimiz, tutuksuz sanıklar ve savcı duruşma salonunda. Bu arada mahkeme heyeti de içeriye giriyor. Duruşma yargıcı Kıdemli Hâkim Yarbay Ayhan Ulusoy kararın okunmasına başlamak için herkesin ayağa kalkmasını istiyor. Herkes ayağa kalkıyor ancak mahkeme savcısı Mahmut Çalışkan oturuyor. Duruşma hâkimi savcıya dönüyor ve ayağa kalkmasını söylüyor. Savcı yerinden kıpırdamıyor. Duruşma yargıcı istemini tekrarlıyor. Savcı hala yerinde oturuyor. Bu kez duruşma yargıcı Ceza Muhakemeleri Usul Yasasını okuyor. Kararın okunması sırasında tarafların kararı ayakta dinlemeleri gerektiğini, savcının da taraf olduğunu, mahkemenin yüce Türk milleti adına bağımsız olarak karar verdiğini söylüyor. Savcı, yine de ayağa kalkmıyor ve “bildiğinizi yapın, kalkmayacağım” diyor. Duruşma yargıcı mahkemeye ara verildiğini açıklıyor. Hâkimler ve savcı duruşma salonunu terk ediyorlar. İlk kez duruşmamız henüz başlamadan ara verilmiş oluyor.

Yaklaşık yarım saatlik aradan sonra savcı ve mahkeme heyeti salona giriyorlar. Hepsinin yüzleri kıpkırmızı. Anlaşılan Sıkıyönetim komutanı tarafından tokatlanmış ya da tokatlanmaktan beter edilmişler. (shf. 98)

Bu arada Gaziantep Devrimci Yol davasına da katılmaya başlıyorum. (shf. 106) Ayda bir ya da bir buçuk ayda bir duruşmalar yapılıyor. Yine bu duruşmaların birine getiriliyorum. Duruşma salonlarının bulunduğu üst katlarda bulunan koridordaki bankta oturuyorum. (shf. 107)

O sırada bana idam cezası veren mahkemeye başkanlık eden Albay Ahmet Arısüt’ü görüyorum. Bir duruşmadan çıkmış odasına doğru yürüyor. Bankta oturduğumu fark ediyor. Yanıma gelip selam veriyor. Sonra yanıma oturuyor. Hal hatır soruyor. İyi olduğumu başka bir mahkeme nedeniyle orada bulunduğumu anlatıyorum. Ceza aldığım davanın hangi aşamada olduğunu soruyor. Dava dosyasının Askeri Yargıtay’da bulunduğumu henüz duruşma tarihinin belirlemediğini söylüyorum.
- “Kafanı yorma aldığın ceza bozulur” diyor.
- “Madem öyle peki siz neden idam verdiniz” diyorum.
Elini omzuma koyuyor, samimi bir tavırla
-         “Erdal sanki sen bilmiyormusun, elimize listeyi tutuşturdular. Biz de isteneni yaptık” diyor. (shf. 107)”

Peki; Canım yurdum tüm bu yaşananlardan ders çıkardı mı diye soracak olursanız? Nerdeeeee. Baksanıza son birkaç yılda hukuk alanında yapılanlara…