Cumartesi, Mart 29, 2014

STAY BEHIND


Stay-behind, ki bu terimin İngilizce kelime anlamı “geride duranlar-gölgede kalanlar” olarak tercüme edilebilir, Amerikan emperyalizminin vurucu ve askeri görünüşlü siyasi gücü NATO bünyesinde ve hemen yakınlarındaki ülkelerde devrimci örgütlenmelere ve emperyalizm karşıtı halk iktidarı taleplerine karşı kurulan ve bu saikler çerçevesinde her türlü operasyon kabiliyetine haiz donatılan halka karşı olması nedeniyle de yasadışı ilan edilmesi gereken silahlı-külahlı kuvvetlerin genel ve gayri hukuki adıdır. Emperyalistlerin Soğuk Savaş diye adlandırdıkları 2. paylaşım savaşından sonra, sosyalist blok temsiliyetini üstlenen Sovyetler Birliğinin işgal ihtimali öne sürülerek; aslında bağımsızlıkçı ve Devrimci halk hareketlerine karşı oluşturulan, NATO çalışması imiş gibi gösterilerek sanki üye ülkelerin iradelerinin yansımasıymış görüntüsü ile ama aslında, ABD Emperyalizminin esaret ve zulmünün devamının temin garantisi ABD’nin dış kirli operasyonlarını yöneten CIA ve İngiltere’nin dışarıdaki kirli faaliyetlerini yürüten SIS ve Mİ 6 tarafından sıkı şekilde kontrol ve idare edilen, faaliyet yürütülen ülkelerde, siyasi ve ekonomik hayatı şekillendirmek için insanoğlunun aklına gelme ihtimali çok düşük ama sadece şeytanın aklına gelen her türlü karanlık ve gayri ahlaki işler çevirmişlerdir. Peki; nedir “stay-behind” konsepti ve onu yaratan koşullar emperyalistler açısından, NATO kapsamındaki bir ülkenin, kendi tanımlamalarına göre kötülüklerin kaynağı “Sovyetler Birliği” ya da müttefikleri tarafından işgale uğraması halinde kendi topraklarını işgale karşı direnerek savunmak ve daha ileri giderek işgalcileri püskürtmek gibi sunulan ve ülke insanının itiraz etmesini engelleme noktasında gizli örgütlenmeler toplamıdır. Bu toplam, tek tek ülkeler bazında planlandığı gibi blok ülkeler bazında da planlanarak, daha geniş kapsama erişmiş ve günün moda deyimi ile “paralel ordular-paralel silahlı kuvvetler” oluşturulmuştur. Bu “paralel orduların” olası bir Sovyetler Birliği işgali durumunda aktif olacağı savına rağmen mezkûr ülkedeki Devrimci, Sosyalist ya da bağımsızlıkçı hareketlerin demokratik seçimlerle bile olsa iktidarlarına katlamayan bir yapıda olduğunu yaşanan pratik göstermiş olup, gizli orduların işgallere karşı kullanması için saklanmış gizli silah depoları kullanılarak da iç siyasette aktif tutum alınmış ve ülkenin yarı-işgal ya da gizli işgal altında olduğu öne sürülerek itham edilenlere karşı ciddi katliamlar yapılmıştır. Mezkur “paralel orduların” Yunanistan ve Türkiye’deki örneklerinde olduğu üzere askeri darbeler düzenleyip faşizmin açık icrası cihetine yönelerek hazırlıklarının ve cesaretlerinin boyutlarını topluma gösterme fırsatlarını hep değerlendirmişlerdir.

Bulanık suda balık olarak her türlü ahlaksız ve akla hayale gelmeyecek manipülasyon, korku ve terör bazlı fırıldaklar çeviren bu takım, Avrupa ülkelerinde çökertildi iddialarına rağmen gerçek anlamda hiç dokunulamamış durumda kalmaya devam etmiş ve sadece kişisel çekişmelerin yarattığı kayıkçı kavgası misali birkaç kişinin açığa çıkması ile sınırlı kalmış, anlaşıldığı kadarıyla… Hala dokunulamamış olması iddiasının doğru olma ihtimalinin artan bir ivme ile devam ediyor olmasının en çarpıcı ve ciddi örneğini, ABD’de gerçekleştirilen 11 Eylül saldırıları teşkil etmekte olup konsept uyarınca önce bir türlü açıklanamayan ve açığa çıkarılamayan terör saldırısı ve ona karşı girişilen savaş ile yaratılan korku ve sindirme sarmalıdır ve açıkça görüleceği üzere içine Afganistan’ı alarak Ön Asya’ya, Ortadoğu’ya ve Kuzey Afrika’ya sıçramış durumdadır.

Auxiliary Units (İngiltere), Gladio (İtalya ve diğer bir çok ülke),  Seferberlik Tetkik kurulu sonradan da Özel Harp Dairesi (Türkiye),  GAL (İspanya), I&O (Hollanda), Lochos Oreinon Katadromon, LOK ya da Koyun postu (Yunanistan), OWSGV (Avusturya), Plan Bleu, La Rose des Vents, Arc-en-ciel (Fransa), ROC (Norveç), SDRA8, STC/Mob (Belçika), Bund Deutscher Jugend - Technischer Dienst, TD BJD (Almanya), Nihtilä-Haahti plan (Finlandiya), Projekt-26, P-26 (İsviçre) ve Werwolf (Nazi Almanyası) gibi isimler altında mezkur ülkelerde organize olmuşlar ve yaptıkları her operasyondan sonra buhar olduklarını anlıyoruz, Daniel Ganser’in “NATO'nun gizli orduları - Batı Vvrupa'da gladio operasyonları ve terör” adlı kitabından. Daniel Ganser isinli İsviçreli araştırmacı akademisyen; mezkûr yapılanmaların ülke ülke şemasını çıkararak, bizzat resmi evraklarına, ilgili kurumlarla yazışmalarına, mahkeme kayıtlarına ve de çeşitli tanıklıklara dayanılarak yazdığı konunun çok önemli yayınlarından biri sayılabilecek kitabını yazıyor ve konu biraz daha şekilleniyor toplum gözünde ve hafızasında…

Stay-behind; canım yurdumda ise, organize edenlerin bizatihi tanımlamalarına göre, “maskelenmiş ismi”, STK (seferberlik tetkik kurulu” ve bilahare de “Özel Harp Dairesi” olmuş ve yer yer, tam kendilerini tanımlamasa bile, Kontrgerilla, Gladio, Ergenekon gibi isimlerle de maruftur. Kısa tarihi açısından, NATO'nun Özel Harp talimnamelerine göre, üye ülkelerde kurulan NATO birimleri Türkiye'de, hemen Kore savaşı sonrası belki de canım yurdumun rüşt ispatını müteakip oluşturuldukları kesin olup, 6-7 Eylül olayları, Kanlı Pazar, 12 Mart Faşist askeri darbesi, 12 Eylül faşist askeri darbesi, Kızıldere katliamı, Kanlı 1 Mayıs 1977, 16 Mart İTÜ Katliamı, Bahçelievler Katliamı, Kahramanmaraş katliamı, Savcı Doğan Öz cinayeti, Bedrettin Cömert cinayeti, Abdi İpekçi suikastı, Kemal Türkler suikastı gibi ilk elde sayılabilecek ses getiren eylemler gerçekleştirilmiş ve eylem sonrası da eylemciler de buhar olmuş olmalarının vebali ile ta günümüze kadar mevcudiyetlerini sürdürdükleri izlenimi uyandırmaya devam etmişlerdir. 12 Eylül faşist askeri darbesinin lideri konumundaki Kenan Evren’in bilinen en önemli “Stay-behind” komutanlarından biri olduğu iddiası hiçbir zaman reddedilmemiş olup sanki gizli gizli de bu ünvanın keyfi çıkarılmıştır her zaman… Diğer taraftan Stay-behind örgütlenmesinin lideri konumundaki neredeyse herkesin yasal görevlerde bulunması vukuatı adiyeden bir durum oluşturmuştur adeta…

Bu karanlık yapılanmaların görevi sona ermiştir iddialarının aksine, güncellenen ve yenilenen NATO konseptine uygun olarak; küreselleşme, piyasa ekonomisi ve özelleştirmenin yaygınlaşma seviyesine paralel yeni savaş yöntemlerine terfi edilmiş ve olaylara ya da gelişmelere dayalı bilgiyi, haberi “asimetrik psikolojik savaş” kuralları mucibince kirleterek, saptırarak, önemsizleştirerek devam edilmekte olup emperyalizmin ezilen dünyadaki hâkimiyetine toplumların katlanmalarının veya rıza göstermelerinin temini cihetine gidilmiş hatta oluşturulan “yeni soğuk savaş” konsepti kapsamıyla da temin ve garanti altına alınmıştır.

 

Pazar, Mart 16, 2014

YEREL (GENEL) SEÇİMLER


Şimdilerde bakıyorum da yeni moda çıkarmış bir grup “malum” siyasi parti taraftarları “Çeşmeli olmayan birinin başkan olmasını ister misin?” sorusu çerçevesinde, mezkûr zevattan iyi tanıdığım birisi de, bir vakit yolda merhabalaştığımız anda benzer soruyu bana da yöneltti, hem de kendisini, böyle bir soruya muhatap olmanın beni rahatsız ettiğini defalarca uyarmama rağmen, samimiyetimiz çerçevesinde ne söylersem söyleyeyim ikna edemedim. Geçen haftaki yazımda uzun uzun bahsettiğim “karar kolay değişmez” önerme çerçevesinde mezkûr zatı halis bir örnek olarak tanıtmanın bir görev olduğunu bilmeme rağmen milyonlarca benzerinin çevremizde dolaşıyor olması hasebiyle de, kendisini tanıtma yerine kendisine anlattıklarımla iktifa edeceğim. Olur da, bu kadarı olmaz dedirtecek propagandanın anlamı mezkur soruya muhatap olan herkes tarafından çok açık olup, murat ve kast “Alaçatı’lı Muhittin Dalgıç’a oy verilir mi?”dir. Kadim ve anlamsız sorunun sahiplerine, Çeşme merkezde oturan birini bulup getirseniz hemen soru “filan mahalleden birine nasıl oy vereceksin”e evrilecektir emin olun, murat ve kast bizim adaya oy verin ve sorudan muaf tutuluna kadar gider, kafa bu olunca… Allah selamet versin…

Peki; bana “sen Çeşmeli olmayan bir başkan ister misin?” diye sorup aslında, bizi hafife alan, herkesin nabzına göre şerbet vermeye alışmış, kendini çok şey biliyormuş diye satmaya kalkan kardeş; sen adam olmadığın sürece Çeşme’li olsan ne yazar, Çeşme’li olmasan ne yazar, diye kendisine sorsak, gak guk deyip, patinaja devam edecek ya… Gel de söyleme “ben cahilleri çok seviyorum çünkü onlar her şeyi iyi biliyorlar” lafını bir kez daha… Peki, bu lafı dillendiren kardeş; “Büyükşehir Belediyesinde oy vermeyi bize zımmen teklif ettiğin bu davetin karşısında biz de sana soralım; oy vermeye hazırlandığın, bizi de davet ettiğin Binali Yıldırım İzmir’li mi de sen ona oy vereceksin… Peki; Alaçatı’lılar Çeşme’li Mustafa Cenger’e oy vermeyecek mi? MHP nin adayına Dalyan dışında kimse oy vermeyecek mi? Bırakın bu komedileri, kim nereli olursa olsun, önce temsil ettiği fikir sonra da başka değerler oylanacaktır, siz isteseniz de istemeseniz de…

Söylenen öyle bir ifade ediliyor ki, zannedersiniz; “efendi Amerikalı”nın yerine göz dikmiş “köle zenci” var orta yerde, kaldı ki onlar bile bunu anlamsız bularak, çok sonradan da olsa, bu kabil çatışmaları geride bırakmış hatta artık kendilerine benzetmiş olsalar bile bir zenciyi Devlet Başkanı seçmişler… Yahu bu muhteremlere göre sanki biz taş devrinde yaşıyorduk ta bunlar sayesinde memleket gün yüzü gördü, fesuphanallah… Hasbinallah…

Diğer taraftan artık; “Alaçatı” Çeşme’nin bir mahallesi ise eğer, herhangi bir Alaçatı’lı da Çeşme’lidir, nasıl ki Dalyan Çeşme’nin bir mahallesi ise ve tam da bu yüzden herhangi bir Dalyanlı Çeşme’li ise, herhangi bir Çeşme’li de Alaçatı’lıdır. “Muhittin Dalgıç Alaçatı’lıdır, bir Alaçatı’lıya oy verme, Çeşme’li Mustafa Cenger’e oy ver” diyen bu kardeşime sormak gerek acaba; Çeşme’li AKP adayı Mustafa Cenger’e Alaçatı’lılardan oy isterken ne diyorsunuz?

Mesela, Bülent Tercan’a oy verecekler, onun Çeşmeli olup olmadığına bakmayacak ve de bakmamalı, eğer temsil ettiği siyasi fikir ve parti, eğer yapacakları ve taahhüt ettiği proje önerileri insanları tatmin ediyorsa herkes oy verecektir, vermelidir de… Şimdi mezkûr şahıslar vatandaşın önüne çıkıp, ben mensubu bulunduğum partinin fikrini yerel iktidara taşıyacağım, şu şu projelerin gerçekleştirilmesi için partimin belediye başkan adayı ile birlikte elimden gelen her şeyi yapacağım diyorsa, vatandaş da temsil edilen siyasi fikrin, parti anlayışının ve önerilen projelerin kendisini tatmin ettiğini ya da edeceğini düşünüyorsa oyunu verecektir, bu kadar, daha azı ya da daha fazlası yoktur… Tıpkı;  Esnaf odası seçimlerinde Alaçatı’lı olan Osman Köfüncü’ye Çeşme’li esnafın oy vermesi doğallığında olmalıdır bu, oy vermedi mi, verdi hem de 2 rakibinin oy toplamının 2 katından fazlasını verdi, verecekte bundan daha normal ne olabilir?

Kimse unutmasın ki; bu memleketin her santimetre karesine hepimiz müteselsilen ortakız… Tam da bu yüzden hepimiz heryerliyiz, hepimiz buralıyız, hepimiz oralıyız…

Ayrıca “yerel seçim” diye yapılan bu seçimde partiler ve genel politikalar oylanmayacaksa, genel politik tercihler oylanmayacaksa neden adaylar bir partiden aday olurlar, soruları karşısında anlaşılmaz bir duruma düşülür aksi takdirde… Adaylar bir siyasi parti adının altında seçime girerler çünkü kendi bakış ve davranışları bakımından eklemlendikleri fikrin uygunluk arz ettiklerine inandıkları ve takip ettikleri siyasi benzerlerinin fikirlerine şahsi fikirlerini blok ve tehvit ederler ve uygun partileri seçerler kendilerine… Demek ki burada nereli olduğunudan ziyade siyasi ve ahlaki meşrebi ve disiplini nedir, iş kabiliyeti nedir, yaptıklarının nasıl sonuçlar verdiği bilinen insanlara ve dolayısıyla da artık son dönemde yaşananların bir “güvenoyu” niteliği taşıdığından şüphe duyulmayan bu seçim de başta temsil ettiği siyaset ve parti ile yerel yapılabilecekler oylanacaktır.

Nihayetinde, bu seçimler ne anlamına mı geliyor; bunun cevabını tamamıyla katıldığım biçimiyle Başbakan Tayip Erdoğan’ın ağzından söyleyeyim; “bu seçimler güvenoyu olacaktır”… Aynen katılıyorum bu seçimlerde genel politikayı onaylıyorsanız ya da onaylamıyorsanız buna göre pozisyon alacaksınız… Bir yanda Hür aklın, hür fikrin, Hür vicdanın, diğer yanda sevginin, merhametin, lehinde ya da aleyhinde bir referandumdur bu… Berkin’in öldürülmesi bile, onun ekmek almaya giden çocuk mu, yoksa elinde sapan, polise çelik bilye atan terörist mi oylaması biçiminde algılanacaktır, bakın göreceksiniz… AVM yapacağım diye tutturmanın, Gezidekiler teröristtir, Camiye ayakkabı ile girdiler, başörtülü kızımıza saldırdılar demenin bu seçimde oylanmayıp vareste tutulması beklenebilir mi? Aleyhte ya da başka bir anlamda istenildiği gibi davrandığı konusunda şüphelenilen savcıların yerlerinin değiştirilmesi, neredeyse basından anladığımız kadarıyla yaklaşık 8.000 polisin yerinin değiştirilmesi, fezlekelerin bir türlü meclise gelememiş olması, devletin paralelinin varlığının, varlığı halinde halen kimsenin bu nedenle yargılanmamış olması, para kasalarının, para sayma makinelerinin, ayakkabı kutularının vs gibi konulardaki vatandaşın tavrının bu seçimde değil de hangi seçimde ölçüleceği sorusu havada kalır aksi takdirde… Peki, nasıl diyeceğiz vatandaşa, yaşanan problemlerin yaratıcısından çözüm beklenir mi diye, yerel de dolayısıyla genelde…

Aklın, önyargının önüne geçeceği ve hâkim olacağı günleri görmek arzumuz hiç bitmedi bitmeyecekte, umarım bir gün olacak rüyalar gerçek…

Belki de; mezkur zevat tarafından çok sevilen ve sık sık atıfta bulunulan Mecelle kuralı; “Def'i Mefasid Celb-i Menafiden Evladır”ın hayatiyet bulması en güzel tarafı olacaktır bu seçimlerin…

 

Cumartesi, Mart 08, 2014

KARAR KOLAY DEĞİŞMEZ

Mesleğe başladığımız yıllarda; çalışmaktan büyük onur duyduğum, mesleki ve sosyal yaşamıma büyük katkıları olması nedeniyle müteşekkir olduğum ve her zaman olacağım, mesleğimizin adeta yegâne okulu sayılan STFA bünyesinde çalışanların teknik ve idari gelişimleri için yoğun yürütülen eğitim çalışmaları kapsamında “Beşeri ilişkiler semineri”ne katılmış ve seminer çerçevesinde bir dolu konu başlığı içinde karar oluşumu üstüne bir çalışmadan bahsetmek istiyorum bu yazımda…

İnsan karar oluşturma sürecinde, ilk verdiği kararı tekzip etmeye yönelik ilave olarak kaç veri değişirse değişsin, asla değiştirmediğine tanık olunan bir konuda; semineri veren kişinin “bir şirkette bir bölüm şefinin iş akdinin feshi” üzerine, iş akdinin feshini gerçekleştiren yetkilinin kararını açıklayan ve

Bölüm şefi, tüm uyarılara rağmen iş disiplinini bir türlü tesis edememiş olup birlikte çalıştığı kişilere liderlik yapamadığı, yapılan çalışmaların değerlendirmeleri sonucunda kendisinden beklenen performansı bir türlü gösteremediği tespit edildiğinden iş akdi feshedilmiştir” biçimiyle özeti verilebilecek uzun bir gerekçe yazısı okur.

Bilahare; saha mühendislerinden Genel Müdür Yardımcılarına kadar değişik yetkililerden oluşan 21 kişilik katılımcı grubundan, “a-karar doğru, b-karar yanlış ve c-çekimser” cevap şıklarından uygun görülen birini oylamalarını ister, cevaplar “a–17, b–1 ve c–3” şeklinde oluşur.

Çalışmanın ilerleyen bölümünde de; semineri veren kişi iş akdi fesh edilen bölüm şefinin birlikte çalıştığı personelden birkaç kişinin konuyla ilgili görüşünü aktaran;
Bölüm Şefimiz, son derece başarılı idi, mesai başlama saatinden önce mutlaka işinin başında olur, bir gün önceden yapılan günlük planın detaylarını bizler gelmeden bir kez daha gözden geçirir, bizler işe başlayınca güncellenmiş plan bilgisi, bizleri müşfik ve pozitif enerji dağıtan görünüşü ile işe dört elle sarılma konusunda teşvik ederdi. Bir önceki döneme göre bölümün üretimi artmış olmasına rağmen iş akdinin fesh edilmiş olmasını kesinlikle anlayamadık” biçiminde kaleme alınmış yazılı metinler okur ve yeniden aynı şıklar kapsamında bir oylama yapılır.
“a–17, b–3 ve c–1”

Semineri veren kişi; Şirketin ölçme, değerlendirme bölümünden gelen ve iş akdi fesh edilen kişinin bölümünü değerlendiren; “mezkûr bölüm bir önceki döneme göre üretim performansını master planda %20 lik bir artış planlanmasına rağmen %35 lik bir artışla tamamlamıştır. Ayrıca bölümler arası ilişkilerde ve bilgi akışında bir önceki döneme göre ciddi bir hız ve kalite temin edilmiştir.” mealinde bir raporu okuyarak, aslında iş feshi kararını veren kişiyi tekzip eden bir tespit gerçekleştirir. Yine bir ara oylama; sonuç;
“a–17, b–3 ve c–1”

Semineri veren kişi; iş akdi fesh edilen bölüm şefinin işe alınmasında aracılık yapan insan kaynakları şirketinin mezkûr kişi ile ilgili işe alınması aşamasında hazırladığı sunumu da; “münhal kadro için yapılan başvuruların değerlendirilmesi sırasında tarafınızca verilen tüm kriterler açısından bakıldığında en uygun başvurunun bu olduğu kanaatindeyiz. Geçmiş çalışmalarının performans değerlendirmeleri ile başarılı plan uygulamalarının ve iş disiplininin gereklerine göre sıralamada en önde değerlendirilmesi gerekmektedir” gibi bir özeti içermektedir. Yine bir ara oylama; sonuç;
“a–17, b–3 ve c–1”

Görüldüğü üzere; seminere katılanların çok önemli bir bölümü değerlendirme ve karar için kendilerinin önüne konulan ilk veri ile yetinmişler, artık ilk verinin tam tersi olarak gelen diğer bilgileri göz önünde tutmaksızın ve ilave hiçbir değerlendirme yapmaksızın karar sahibidirler ve karar değişikliğini asla düşünmemişlerdir. Tek bilgi ile karar vermekte beis görmeyen bir toplum olduğumuzun şahane görüntüsü olabilecek bu yaşanmışlıktan hareketle, insanların ve toplumların yaptıkları seçimleri, aldıkları kararları cansiperane savunduklarını ve kolay kolay değiştirmedikleri bilim çevrelerinin de tespit ve teslim ettiği bir gerçektir bilineceği üzere… Kararında ısrar edenlerin durumunu izah ederken, durumu “kalp gözleri kapalı”, “akıları sağır” gibi tılsımlı ve uhrevi tanımlamalarla açıklamaya çalışan yaklaşımlar konuyu hafife almaktan başka bir şey olmamakla birlikte muktedirlerin değirmenine su taşımaktır aynı zamanda da… Kafamızda, bebeklikten çocukluğa, çocukluktan büyüklüğe evrilirken, ebeveynlerimizin, öğretmenlerimizin, siyasi partilerin, devlet büyüklerinin ya da takip ettiğimiz gazetelerin ya da yayınların sürekli aynı şeyleri tekrarlayarak ve tekrarlatarak, ezberleterek; oluşturduğu algılama düzeneği ya da filtresi, hülasa neyi nasıl algılamamıza, neyi kendimize daha yakın hissetmemize, benimsememize ya da reddetmemize yol açan “bakış açısı”dır bu. Bu bakış açısına “paradigma” da denilmekte ve insanın, bir olayı ve durumu ya da kavramı, anlaması ve yorumlaması esnasında kendine özgü olan akli ve ahlaki değerler dizisidir… Ahlak, özgürlük, eşitlik ve sevgi üstüne oluşturduğumuz tüm yaklaşımlar sahip olduğumuz bu akli filtrelerin eseri olup tüm hayatımız buna uygun bir biçimde sürmektedir…

Gerçeğin ne olduğu ve ne olmadığı ile nelerin nasıl olması ya da olmaması gerektiği konusunda sahip olduğumuz algılama filtrelerimiz yani paradigmalarımız; neyin iyi, neyin kötü, neyin önemli, neyin önemsiz olduğunu tayin etmemizi temin eden süreçte öne çıkar günlük hayatımızı şekillendirir ve genel tutum ve davranışlarımız ile beşeri ilişkilerimizin temelini oluşturur. Çevremizi, olayları ve dünyamızı olduğu gibi değil “ayaklarımızın dibi dünyanın merkezidir” yorumuyla-algılamasıyla, kendi bakış açımızla ve görebildiğimiz kadarıyla anlayabilir, anlayabildiğimiz kadarıyla yorumlar ve anlatır ve aktarırız. Bir bakıma da; “medeniyetler beşiği Anadolunun” yarattığı ve durumu anlatmak üzere kullandığı “at gözlüğü takma” sözü durumun tercümanıdır. Tüm bu bilimsel yaklaşımlar ve hayatın içinden imbiklenen atasözlerinin bize verdiği yegâne ders ise; insan hep nakıstır ve çaba göstermediği sürece bunun katmerleşeceğidir. Cehaletin katmerleşmesinin yaratacağı sonucun ne olduğu konusu ise herkesin malumudur.

Dünya gerçeğinin; bizim algılama düzeneğimizdeki defolar neticesinde, tam tersine varacak bir biçimde algılanıyor olmasının en canlı, en güncel ve en muhteşem örneği ise; “Abi çalıyor ama Allah var çalışıyor”, yaklaşımıdır, Allah selamet versin… Şu günlerde en çok ihtiyaç duyulan şeyin, özgür kafa, özgür vicdan ile merhamet ve sevgi duyguları olduğunu zinhar unutmadan, herkeste bulunan bu duyguların üstüne çöreklenen sevgisizliğin, merhametsizliğin, akıl ve vicdan esaretinin son bulması dileğiyle, bugünlerde bir dostumdan öğrendiğim güzel bir sözle yazımı sonlandırıyorum: “cahilleri çok seviyorum çünkü onlar her şeyi biliyorlar”…

Bilmem tam anlatabildin mi; yoksa kararlar kolay değişmez…

Pazar, Mart 02, 2014

NE VAR NE YOK


Rüşvet yok…
Komisyon yok…
Hırsızlık yok…
Çalmak yok…
İhale yolsuzluğu yok…
Nüfus ticareti yok…
Soygun yok…
Sahtekârlık yok…
Gerçek yok…
Yolsuzluk yok…
Ayakkabı kutusu yok…
Ayakkabı kutusunda para yok…
Evde para kasası yok…
Evde para sayma makinesi yok…
Hizmet hareketi yok…
Ses kaydı yok…
Euro (avro) yok…
Dolar yok…
Zam yok…
Demokrasi yok…
Yalan yok…
Hile yok…
Desise yok…
Çevre yok…
Çevreci yok…
Biber gazı yok…
Portakal gazı yok…
Tazyikli su yok…
Suda kimyasal yok…
Polis dayağı yok…
TIR da kaçak yok…
Cemaat yok…
Sansür yok…
Alo fatih yok…
Yasama yok…
Yargı yok…
Yoksulluk yok…
Döverek öldürme yok…
Şike yok…
Fişleme yok…
Dinleme yok…
Makamı kötüye kullanmak yok…
Dadı yok…
Havuz yok…
İn yok…
Gemi yok…
Ada yok…
Baba yok…
Masraf yok…
Haram yok…
Haramzade yok…
Kul hakkı yok…
Tahsis yok…
Âlim yok…

 

Faiz lobisi var…
Vaiz lobisi var…
Kaset lobisi var…
Seks lobisi var…
Dinleme lobisi var…
Yahudi lobisi var…
Yol lobisi var…
Yalan lobisi var…
Fitne lobisi var…
Pensilvanya var…
Dedikodu var…
Yol var…
Paralel devlet var…
Ajanlar var…
Dublaj var…
Piyes var…
TlR var…
İHL parası var…
Komplo var…
Fiyat ayarlaması var…
İleri demokrasi var…
Anarşist var…
Terörist var…
Vandal var…
Ateist var…
TIR’da devlet sırrı var…
Özgürlük var…
Hür irade var…
Alo Bilal var…
Yargı var…
Yürütme var…
Bolluk var…
Öldürerek dövme var…
Operasyon var…
İHH var…
Kadı var…
Havuz problemi var…
İnletme var…
Gemicik var…
Adacık var…
Babacım var…
Masraftan kaçma var…
Montaj var…
Helal var…
İhale var…
Âlim müsveddesi var…
Kahraman polis var…

Şimdi birileri kızacak ama ben mi diyorum, onlar diyor… Siz de kendinize uygun söylemleri tutturun be kardeşim… İstediğin gibi davranabilirsin, kim karışabilir ki, bugün “o” var de, yarın “o” yok de… İstersen “var”lar ile “yok”ların yerini değiştir, değiştir dur söylemi, değiştiremedikten sonra durumu… 3 gün önceyi anımsayamadıktan sonra denilenin ne anlamı var ki…

Vallahi hani övünüyorlar ya; Fatihlerin torunuyuz diye, bende soruyorum herkes Fatihlerin torunu ise, Deli İbrahim’in torunları nerede?

Cumartesi, Şubat 22, 2014

İMO İZMİR ŞUBE SEÇİMLERİ

İnşaat Mühendisleri Odaları bu yıl seçimli “Genel Kurul”larını tamamlıyor, bu süreçte özellikle Genel Hükümetlerin bir türlü hoşlanamadığı, sindiremediği ve dayanamadığı açıktır; üstelik Mühendis ve Mimar Oda yönetimlerin de tıpkı kendileri gibi seçimlerle yönetime gelmelerine rağmen, her gelen ama her gelen, ilgili odaların görev, yetki, sorumlulukları konusunda, biraz daha nasıl zapturapt altına alabiliriz saikiyle hareket ederek, üstelik depremler her geçen gün canım Yurdumu bu boyutta tehdit ederken, yasal düzenlemeler ile Mühendislik mesleğinin, sağlıklı ve yaşanabilir konut üretimine, çağdaş şehirciliğe ve ulaşıma, yeterli ve sağlıklı ve de düzenli su ve elektrik teminine katkılarının önüne set çekmişlerdir. Ama her şart ve ahvalde Mühendis odaları genelinde olduğu üzere, bidayetten beri edinilen katılımcı ve demokratik geleneklerine uygun bir biçimde, muhalif ya da muvafık tefriki yapılmaksızın görüş açıklayarak yaratılan demokrasi şölenine yani yetkili kurulların oluşumuna yönelik eşit ve adil seçime, her defasında olduğu üzere bir kez daha tanıklık ettik. Muhtemelen diğer Mühendis Odalarında da olduğu üzere, mensubu olduğum odamızın genel kurulunda, daha önce belirttiğim demokratik şölen ortamında, tüm meslektaşlarımızın mesleki ve teknik alandaki sıkıntıları üzerine ve mesleğimiz dolayısıyla canım Yurdum adına yeni kazanımların edinilmesine yönelik görüşlerin açıklanmasının asıl olmasının yanında, yönetime aday olanların ilaveten de, yurt ve yurttaş sorunları üzerine hassasiyetlerine binaen, canım Yurdumun içinde bulunduğu siyasi, ekonomik ve toplumsal durum ve seviyenin kamu yararına uygun olarak nasıl tavır alınması gereğinin vurgulandığı bir süreçtir.

Yukarıda da bahsedildiği üzere; Meslektaşlarımızın mesleklerini icra ederken, hür irade ve vicdan ile mesleki bilgi, birikim ve ahlakının proje üretme ve uygulamasına yansımasının gücünü zayıflatan, anti-demokratik yasa ve yönetmeliklerle, muktedirlerin ruh halini ve siyasal ahlakını tariflediği ölçüde ve de mezkûr zevatın ihtiyaçlarına binaen hatta kuşatma zannı yaratan durumun sonucu, zorlu ve sıkıntılı günler yaşadığımızın analizi neticesinde, örgütsel dayanışmanın ve evrensel yaklaşımların ete kemiğe büründüğü değerlendirmeler manzumesi oluşmuş, Odamız ve üyelerine ve de mesleğimizin itibarına yakışır bir süreç yaşanmıştır. Bu ortamın yaratılmasını temin eden, buna katkı sunan muhalif olsa da sonuçlarına demokrasi gereği katlananlar kocaman bir teşekkürü hak etmekte olup, başka şubelerimizdeki süreçlerde ise, içlerindeki kini bir türlü yok edemeyenleri, kini kusanları, öfkelerini unutmayanları da, kazanmak adına her türlü fırıldağı çevirme, hile, hurda ve desise peşinde olanları ise asla ve kata unutmamak gereğini aklımızdan çıkarmamalıyız. TMMOB (Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği)ne bağlı Mühendis, Mimar ve Şehir Plancıları Odaları Belediyeler ile uzun yıllardır birlikte çalışarak, işbirliği yaparak başarılı uygulamalara imza atmışlardır, ancak mezkûr oda üyelerinin muktedirlerin rant yaratma uğruna her türlü kuralsızlığına başvurmasına muhalif tavırlarından ötürü de hep hedef olmuşlardır.

İnşaat Mühendisleri Odası; özellikle “Gezi parkındaki” önderlik tavrı nedeniyle son dönemde bir kez daha cezalandırılıp, Şehircilik Bakanlığının bir birimi haline getirilmeye çalışılmış olup, muktedirlerin bidayetten beri meşreplerine uygun tavrı gereği, her yaptığı açıklama, her açtığı yürütmenin durdurulmasına yönelik dava, sadece bir meslek odası davranışı dışında ülke sorunlarına karşı ülkenin aydın tavrını göstermesi nedeniyle hep itilmiş, hep itibarsızlaştırılmıştır ne yazık ki… Şimdi birileri de çıkar “efendim, Mühendis ve Mimar Odalarının denetimi bakanlık tarafından sadece mali ve idari bir denetlemedir” diyebilirler, böyle bir savunma tutturabilirler, ama asla samimi davranmadıklarının izlerini silemezler, çünkü siz kendinize yönelik hiçbir denetim kabul etmeyeceksiniz ve bunu yaparken de seçilmiş olduğunuzu söyleyeceksiniz sonra da buna inanılmasını bekleyeceksiniz, adama sorarlar yahu buralardaki yönetimlerde seçimlerle geliyorlar üstelik herhangi bir baraj ve kota olmaksızın… Mühendis ve mimar odalarının bu iddialar ve niyetlerle denetlenmek istenmesi neresinden bakarsanız bakın, kanuni yaptırımların elde tutularak siyasi, teknik ve ahlaki bir vesayet rejimi oluşturmaktır.

Kimse topluma, bu denetimin arkasında, HES, RES, Termik ve Nükleer Santralara karşı olmanın, Kentsel Dönüşüme karşı adil olmadığı gerekçesiyle itiraz edilmesinin, Otoyolların geçeceği yerlere karşı durmanın, tarihi kültürel değerlerimiz ile arkeolojik alanların talanına karşı çıkmanın, Gezi Parkında planlanan talana karşı çıkmanın olduğunu gizlemeye kalkmasın, tüm bunların karşısında biz böyle bir plan yapmadık mavalını anlatmamalıdır, tüm halkın sahibi olduğu aşikar olan; madenlere, sulara, ormana, ovalara, denizlere ve dağlara yönelik bu tutumun adı dünyanın her yerinde aynıdır… Siz bu siyaset kurumunun tasarrufuna karşı liderlik mi yapıyorsunuz, ahaa bizde katliniz vacip içgüdüsüne türban giydirerek canınıza ot tıkayacağız demenin Tunguzcasıdır bu yapılanlar, bizi aptal yerine koymayı bırakıp, delikanlıca bunu ifade etmek gerekir…

Günümüzün moda deyimi ile “Mücahitlerin Müteahhite evrildiği” bu süreçlerde, müteahhitlik jargonundan mülhem olduğu aşikar yaklaşımla yapı denetiminin piyasalaştırılarak kamusal denetim sayılmasının önüne geçilmesinin, Anayasadan, yasalardan, yönetmeliklerden, kendi iç mevzuatından, bilimsel ve teknolojik araştırmalardan, birikimlerden edindikleri uzmanlıklarını icra etmenin men edilmesinin, muktedirlerin ihtiyaçlarına binaen tekrar tekrar ihya edilen anti demokratik tüm uygulamaların behemehal durdurulması gereğinin, genel siyasi atmosferin yarattığı sorunların mesleki sorunlarımızın da kaynağı olduğunun bilinmesinin her yerde ve ortamda açıklanmasının, daha fazla kar edinilmesi adına ve uğruna yaratılan imar rantına, kent kültürü ve kimliğinin yok edilmesi sonucunu doğuran çapulculuğa sessiz kalınmayacağının, boyun eğilmeyeceğinin sürekli ve cesur olarak açıklanmasının bir mühendislik ve yurtperverlik görevi olduğu bilincinin yaratılacağı gün, daha iyi bir güne gidişin başlangıcı olacaktır.

Dünyanın ve Ülkemizin an itibariyle yaşadığı ağır koşullar bu kadar açık seçik iken, Mühendislere ve Mimarlara dayatılan görünürde anlamsız ve salt bir inat uğruna yapılan bu düzenlemelerin, olsa olsa yoğun talan ve rant yaratma ve sömürü düzeninin yürütülmesi için dikensiz gül bahçesi yaratmak olduğunun bilinmediğini ve görülmediğini zannetmesin kimse.

Cumartesi, Şubat 15, 2014

12 EYLÜL TÜRKİYE’SİNİN MENGELELERİ

İçimizdeki Amerikalılar tarafından 12 Eylül 1980 de; “halkın sosyal ve siyasal gelişmesinin işbirlikçi burjuvazinin ekonomik gelişmesinin önüne geçmesi” gerekçesi ile yapılan faşist darbe neticesi halktan yana kim varsa, gözaltına alınmış, Pentagon ve Panama’daki özel harp enstitülerinde rahle-i tedrisattan geçmiş işkenceciler tarafından şeytanın bile aklına gelmeyecek yöntemlerle yok edilmeye çalışılmıştır. Bu alçak işkencecilerin görevlendirildiği tüm cezaevlerinde icraatlarını rahat rahat icra ederlerken, kendilerine bu alçak faaliyetleri esnasında bir grup alçak doktor da lojistik destek vererek, sözde insanların işkencede ölmeden, sağ kalarak olabildiğince uzun yaşayıp sorgulanabilmesi için sahipleri adına hizmet vermişler, doktor gözetiminde, işkence görenlerin maksimum ne kadar tuzlu maya yiyebileceği, elektrik akımına ne kadar dayanabileceği, falakaya ne kadar dayanabileceği, Filistin askısında ne kadar süre kalabileceği, ne kadar jop darbesine direnç gösterebileceği konusunda fiziki dayanım, işkence görenlerin iradelerinin ne zaman kırılabileceği, ne zaman bülbül kesilecekleri konusunda ise psikolojik “derin çalışmalardan” geçirilmişlerdir.

Ahlaklarının ve akıllarının, ceplerinin doldurulması iştahına ve isteğine yenilmesi neticesinde, ruhunu satmış bu doktor müsveddeleri işkencehanelerde verdikleri hizmetler yetmezmişçesine, tutsakları yıldıramayacaklarını, yok edemeyeceklerini anlayınca, tutsakların rızaları hilafına ya da habersiz olarak sistematik şekil ve yöntemlerle “kobay” olarak kullanma projelerini gerçekleştirmenin çok önemli bir parçası sayılabilecek hafıza derinliğine sızma amacıyla “zihin kontrolü ve yönlendirmesi” başlıklı bir kimyasal müdahaleler ve mücadeleler zincirine girişmişlerdir. Tüm bunların yanı sıra, utanmadan, arlanmadan daha henüz patenti alınmamış ilaçların ve radyoaktif elementlerin devrimci tutsaklar üzerinde denenmesi konusunda herhangi bir tereddüt göstermeden sözde bilimsel deneyler yapma konusunda yoğun çalışmalar götürmüşlerdir. Bunlara tanıkmısınız diye bir soru olursa da, maazallah, sonra adama siz daha neler var neler, tanıklık gerektirmesine rağmen inandığınız diye sorarlar… Bu konuda çok ciddi yayınlar vardır, ne yazık ki hiçbir şekilde de itiraz ve temyiz edilmemişlerdir.

İçimizdeki Amerikalıların başı Kenan Evren ve 5li çeteyi oluşturan generaller, bir tarafıyla aldıkları eğitimler ve telkinler ya da başkaca da olabilecek gerekçelerle yaratılan kanlı diktatörlüğün 2000li yılara kadar varlığını sürdürebildiği ehven ve vasatta, muhtemelen ve ilaveten de hiyerarşideki şefleri sayılabilecek gizli misyon şefleri tarafından yönlendirme neticesinde, bir taraftan yeni yöntemler ihdas edilirken diğer taraftan da öncülleri olan faşistlerin eskimiş yöntemlerine de başvurmuşlarıdır. Kimyasal uygulamaların babası sayılan ve Nazi –Faşist Almanya’sının başta Yahudiler olmak üzere komünistleri, sosyalistleri, sendikacıları hülasa kendilerine biat etmeyen her kim varsa topladıkları toplama kamplarında cansiperane çalışan ve normal bir insanın aklına asla ve kata gelemeyecek, insan vicdanının ve aklının asla kabul edemeyeceği, isyan edeceği yöntemleri uygulayan ve tarihe “ölüm meleği” diye geçen Nazi doktoru Joseph Mengele şahsında tüm işkenceci doktorları da örnek almaktan geri kalmamışlardır.

Bilindiği üzere; Nazi-Faşistlerin organize ettiği en önemli toplama kampı Auschwitz’te görevlendirilen Doktor Joseph Mengele, gaz odalarında ölen insanın davranışının nasıl olduğu, narkoz kullanmadan insanların bazı organlarını keserken nasıl davrandığı, böbreksiz insanın, kalbi çıkarılan bir insanın, karaciğeri alınan bir insanın davranışının, suyun içerisinde nefes almadan bir insanın ne kadar yaşayabileceğinin tespiti ile tüm bunların nasıl olacağı gibi alçakça yapılan ölümcül deneylerin baş sorumlusu olarak tarihe geçmiştir. Tüm bu insanın kanını donduranlar yapılırken de utanmadan arlanmadan bu olanların adına “bilimsel çalışma ve araştırma” diyen, bunları kabul eden, bu ahlaksız ve namussuzca elde edilen verilere bilimsel veri diyen, tüm bu alçaklıklara ses çıkarmayan bir grup ta, sözde bilim adamı endamı ile ortalıkta gerdan kırıyorlardı, tarihi kayıtlara göre… Sözde bilimsel çalışmaların en önemli finansal destekçileri de dev ilaç tekelleri olup, en başında da “Bayer” gelmekteydi, en azından kayıtlar böyle diyordu…

İçimizdeki Amerikalıların başı Kenan Evren ve 5li çeteyi oluşturan generaller tarafından, CIA’nın Türkiye kuruluşu olduğu büyük ölçüde ispatlanmış HZİ (Hafize Zehra İtil) vakfı ve başındaki Prof. Dr. Turan İtil ve Prof. Dr. Ayhan Songar görevlendirilmiş olup, kendilerine salt bu nedenlerle “12 EYLÜL TÜRKİYE’SİNİN MENGELELERİ” adı verilmiştir, İlerici, Demokrat ve Devrimci çevrelerde… CIA marifeti olan bu kuruluş eliyle cezaevlerindeki tutsaklar üzerinde, Nazi –Faşist Alman doktoru Mengele’yi aratmayacak, bir dolu yöntemi denemişlerdir. 5Lİ çete tarafından mezkur bilim adamlarının yetkilendirilmesini müteakip, HZİ Vakfına getirilen tutsaklara, başta da kullanıma çıkmamış ilaçların testlerinin yapıldığı, elektroşok uygulamalarına dayalı testler yapıldığı uzun süre iddia edilmiş ve bilahare de gerek Sağlık Bakanlığı gerekse de TBMM ilgili komisyonlarınca yapılan incelemeler sonucunda mezkur suçun işlendiği tespit edilmiş ve, bunu engelleyecek bir yasa yoktur denilerek konunun üstü örtülmüştür.

2005–2012 tarihleri arasında Amerikan Hava Kuvvetleri Araştırma Merkezi'nde, Nörofizyoloji ve Psikofarmakoloji araştırmaları İkinci Başkanı olarak görev yapmış Prof. Dr. Turan İtil; “Bunların elinde olmayan bir şey var, içgüdüleri var, bunu anlayabilmek için iki tanesini görmeniz kafi, üç taneye gerek yok. Öyle bir şey ki bunlar, buluttan nem kapan insanlar, kontrol edilemeyen bir kızgınlıkları var. Terörist olmasalardı da katil olurlardı. Bir araştırma yaptık, Türkiye’nin çeşitli hapishanelerindeki teröristlerle görüştük, üstelik bu araştırmanın güvenilir yanı kim terörist kim değil diye bir kuşkunun olmayışı. Bu teröristler için kesinlikle en iyi ilaç yaştır. Kimse 40 yaşından sonra terörist olmaz. O halde kırka kadar beklemek gerek. 40 yaşına kadar içeride hapishanelerde tutulmaları gerekir. Pahalı bir yöntem ama idamdan daha iyi.” benzeri bir rapor hazırlarken, bir “terör semineri”nde ise, “Hapishane düzeni değiştirilmeli. Koğuş sistemi yerine teröristlerin küçük topluluklar halinde 5-6 kişilik hücrelerde tutulması uygundur.” diyerek bilahare oluşacak ve tarihe büyük bir ayıp diye geçecek F tipi cezaevlerinin fikir babası olmak gibi bir şerefe haizdir. Bir başka şeref te; “solcuların genetik olarak suçlu olduğunu” gibi garabet saptamalar yapan Prof. Dr. Ayhan Songar’a aittir. Tüm bu subuklukları aklı başında olan herkes tereddütsüz reddetmelidir.

Ama Kapitalist düzene satılmış bu kabil anlı şanlı sözde “bilim adamlarının” gerçek yüzleri, neye hizmet ettikleri ortadadır ve 12 Eylül faşist darbesinin bir karabasan gibi tüm halkın üzerine çöktüğü mezkûr süreçte, tutsaklara cuntacıların işkencehane ve zindanlarında insanlık onurunun ayaklar altına alındığı testleri uygulayanları tarih unutmayacaktır. 

 

Pazar, Şubat 09, 2014

ÇEŞME ANASONU ve RAKI ÜRETİMİ


“Uluslararası 1. Çeşme tarih ve kültürü sempozyumuna” sunulan ve Ege Üniversitesi İzmir Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürü Prof. Dr. Necmi Ülker tarafından kaleme alınan “Aydın vilayeti salnamelerine göre XIX. Yüzyılın sonlarında Çeşme Kazası” adlı bildiride; Salname-i Vilayet-i Aydın 1296 shf. 97 referansı ile, “Çeşme’de üretilen arak’ın (rakı)  kalitesinin tecrübeyle ispatlandığı iddia edilmektedir” şeklinde aktarılan bilgi bizleri rakı üretim sürecinin en önemli 2 ayağı olan Anason ve Üzüm konusunda, Çeşme’nin önemine bir kez daha dikkat etmemizi gerektirmektedir. Daha önceki yazılarımda da aynı kaynaklardan aktardığım bilgiler ile mezkûr ürünlerin üretim rekoltelerindeki tespitler, Çeşme’yi sadece bu ürünlerin ihracatçısı olmaktan öteye taşımış olmalıdır fikrini doğurmaktadır nitekim konu gerek yazılı gerekse de sözlü kaynaklardan incelendiğinde müthiş bir rakı üretim çeşitliliğinin söz konusu olduğu görülmektedir. Çeşme’nin mikroklima ortamının önemini anlayan ve üretimde buna uygun atılımların yapılması gerektiğini sürekli öne çıkaran, Coşkun Vural büyüğümüzün, konu ile ilgili anlatımları daha derin incelemelerin yapılmasının zaruretine işaret etmektedir.

Çeşme’nin özellikle de Çiftlik’in, dünyada bir eşinin sadece ABD de Kaliforniya yakınlarındaki bir bölgede olduğu söylenen, mikroklimatik ortamının Rakının önemli katkılarından anason için çok uygun bir ortam oluşturduğu bilinmektedir. Zaten biraz literatür karıştırıldığı, özellikle “Büyük Larousse” ilgili maddesine bakıldığı zaman da Çeşme Anasonunun kıymetli bir ürün olduğu ortaya çıkmaktadır. Çok eski devirlerden bu yana; anason, tıbbi nedenlerle mide bağırsak rahatsızlıklarında, hazımsızlık giderici, idrar söktürücü, iştahsızlık giderici ve sakinleştirici gibi rahatsızlıklarda doğal tedavi aracı olarak kullanılmasının yanında rakı başta olmak üzere bazı alkollü içkilerde tatlımsı tadı ve özgün kokusu nedeniyle çeşni katmak amacıyla kullanılmaktadır. Bilindiği üzere anason tohumlarındaki yağ, anasonun mezkûr tadını ve kokusunu temin eder ve alkolde kolaylıkla çözünür ve bu nedenle de anasonlu içkiler suyla karıştırıldığında beyazlaşır. 

Çeşme’nin bu güzel esanslı ve aromalı anasonu Rakı üreticilerinin her zaman tercihi olmasına rağmen neden yok olmuştur ya da yok edilmiştir, burada bir plan varmıdır, yoksa kendiliğinden turizmin öne çıkması ile birlikte geneldeki Çeşme tarımının gerilemesine paralel bir gerilememidir sorun, çok bilemiyoruz, belki hepsi… Yine araştırmalardan anlayabildiğimiz kadarı ile Dünyanın en kaliteli olan bu anasonunu ki, rakının 100 kg sine 4 ya da 4,5 kg ilave edilirken, Denizli anasonundan aynı miktara 11-12 kg ilave edilmesi gerekmekte olup dünyanın en büyük üreticilerinden olan İspanya’nın anasonundan da yaklaşık miktarlar kullanılmaktadır.

Diğer taraftan; yine bilinen başka bir gerçek daha, Çeşme’nin kaliteli üzüm yetiştiriciliğine en uygun iklime sahip olduğu ve üzüm yetiştirilen arazilerin teraslanmış tepeler olması hasebiyle de denizden esen rüzgârların üzüm üzerine eşit miktarda etkisinden ötürü de bu üne kavuştuğudur. Kaliteli üzüm üreticiliğinde de gerek şart olan bu klimatik ortamın, üzümün fermantasyonu ile mezkûr anason birlikteliği olan rakı imalatına uygun bir coğrafya oluşturduğu da aşikârdır.

Bu bilgilerin toparlanması sırasında öğrenebildiğim kadarıyla; Osmanlı’da Çeşme bir arak(rakı) üretim merkezi iken, aynı yoğunluk Cumhuriyet döneminde de devam etmektedir ve başta “Kabadayı”, “Gelincik” gibi markalar olmak üzere tam tamına 12 adet üreticinin varlığı tespit edilmektedir. Ayrıca; kayıtlara göre merkezi İzmir Bornova olan ve Çeşmeli Behçet adlı bir üreticinin varlığı da anlaşılmaktadır, üretilen “hayat rakı” Çeşme’nin ünlü anasonundan imal edilmiştir ibaresiyle satışa sunulmakta imiş ama bu imalatçının Çeşme ile olan bağı tarafımca anlaşılamamıştır.

1925 tarihli bir gazetede Alman İmparatoru Wilhelm’in, Almanya’da severek içtiği Halk Rakısını, yerinde doya doya içmek üzere İzmir’e gideceğine dair sözlerinin yer aldığından bahsedilmektedir ancak bunun doğruluğu kanıtlanmış değildir.

Moskova’da “votka müzesini” gezerken, ev üretimlerinden, küçük imalathanelere oradan da kocaman bir sanayiye dönüşümün muhteşem tarihini öğrenme fırsatını bulmuştum. Türkiye’de de benzer gelişmelerin Osmanlı’dan itibaren yürütülememesinin bugünkü oluşan vurdumduymazlığa ve savsaklamaya kadar gelmesinin sosyal, kültürel ve dini izahları vardır şüphesiz, ama halen Fransa’dan etil alkol ithalatının, canım Yurdumun üzümün üretim miktarları açısından 2. si iken, ihracaatçı olarak da 74. sü olma gerçeğinden bihaber dolaşmaktadır ortalık yerde kasım kasınarak, bu tarımı geliştirdik diyenler… Ayrıca; muhtemelen genç Cumhuriyet ekonomik tercihleri nedeniyle ve ülkenin yeni yöneticilerinin sermaye sahipleri arasında tercih yapma hissiyatlarından olsa gerek 1926 yılına kadar devam eden üretimler, çıkarılan “İnhisar kanunu” ile oluşan “Tekel” tarafından özel sektöre verilen üretim serbestliğini bitirmiştir. 2000li yıllarda alkollü içeceklerin üretimi üzerinden tekelin nihayetlendirilmesi ve kamuya ait işletmelerin özelleştirilmesi neticesinde rakı üretimine yönelik özel sektör ilgisi canlanmış iken, bu seferde siyasi ve dini mülahazalarla önce reklâmına, sonra satışına kısıtlamalarla ve nihayetinde de oluşturulacak kırmızı alanlarla kent dışına taşınmak istenen alkollü içecek satan yerler yaklaşımı ile konu gündemdeki yerini korumaktadır. Ama özelleştirmeler sırasında, 180 milyon dolara satılan fabrikaların sonra 800 milyon dolara yabancılara satışına bilahare de bir başka yabancıya yaklaşık 2 milyar dolara satılması gibi kısa sürede oluşabilen büyük rantların komisyonlarının iştah kabartmaları insanoğlunun aklında hep canlı kalacaktır, biline…

Bu yazıda aslında rakı ve alkollü içecek üretimini öne çıkarmak istemedim ama Çeşme tarımının dünyaca ünlü anasonunun giderek yok olmasına dikkat çekmek ister iken mecburen anasonun ilgili süreçlere katılımı ve katkısını da anmak gerekmekteydi. Bazı rakı şişelerinin üzerinde “Çeşme anasonu” ibaresi var ise bu bizim için öne çıkarılabilecek bir detaydır çünkü Çeşme tarımının kurban edilmiş olması beni çok üzmektedir, hele de konu dünyanın en güzel esanslı ve aromalı anasonu ise.

Rakı zararlıdır diyenlere, önce bize rakıya katmak üzere daha az zararlı su kullanma imkânı vermeleri gerektiği söylenmelidir. İlaveten de, sakın birileri çıkıp ta alkol kötüdür zararlıdır gibi subuk kelamlar etmeye adama sorarlar, sizin alkol ve domuz eti konusundaki hassasiyetiniz neden, altın madenciliği yüzünden doğanın arsenik zehrine gömülmesine, imar rantı uğruna direk insan hayatını tehdit eden derelerin kapatılarak sel baskınları tehdidine, radyasyon tehlikesi ile insan hayatının tehdidine, vs. vs. gelince birden ortadan kalkıyor…

Pazar, Şubat 02, 2014

ÇEŞME ILICA ve KAPLICALARI


Tarih boyunca ve de özellikle Roma İmparatorluğu ve Osmanlı döneminde öne çıkan, şifalı su ve çamur banyolarından faydalanılan Çeşme-Ilıca, kayıtlardan anlaşıldığı kadarı ile çok sayıda hastanın şifa bulduğu bir yer olarak anılmaktadır, o kadar ki karayolu ile ulaşımın bir hayli zor ve meşakkatli olduğu bu alana düzenli “Gemi seferleri”nin yapıldığı anlaşılmaktadır. Bu şifa bulanlardan en ünlüsünün de Mısır Hidiv’inin oğlu Tosun Paşa olduğu bilinmekte olup, yürüyemez vaziyette geldiği Ilıca’lardan gayet sağlıklı ayrıldığı ve bulduğu sağlığın hürmetine binaen de kendi adıyla anılan bir çeşme ve cami yaptırdığı yine bu kayıtlardan anlaşılmaktadır. Zaman içinde buranın ününün çok arttığını ve önemine mukabil cazibe alanı olduğunu tevsik edecek miktarda otel yapılmıştır ki bunların bir kısmı hala o günlerdeki adları ile anılmakta ve restorasyonlarını müteakip halen hizmet vermektedirler.

“Uluslararası 1. Çeşme tarih ve kültürü sempozyumuna” sunulan ve Ege Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkilap Tarihi Bölümünden Şule Sevinç Kişi tarafından kaleme alınan “Çeşme Ilıcaları” adlı bildiride; “sözcük anlamı olarak Ilıca ya da Kaplıca, “maden sularından yararlanma amacıyla kaynarcaların çevresinde kurulan tesislere verilen genel ad” ya da “kaynak sularının tedavi amacıyla kullanılması için kurulan ve hekimlik, sağlık ve konaklama tesis ve araçlarını içeren kurum” olarak tarif edilmektedir. Bununla birlikte Ilıca, sıcak maden suyuna verilen ad olup, Kaplıca sözcüğü de ılıcanın üstüne bir hamam yapılması sonucunda ortaya çıkan tesisin “kaplı-ılıca” biçiminde tanımlanmasından türemiştir.” denilerek, konuya iyice anlaşılması açısından giriş yapılmıştır. Görüldüğü üzere, tarihin her döneminde Ilıcalar birer sağlık, şifa kaynağı ve hekimlik aracı olarak görülmüştür.

Çeşme-Ilıca’daki termal suları bence en geniş şekilde ele alan ise; “Geçmişten günümüze Çeşme Termal Suları” adlı kitabı yazan İsmail Gezgin olmuş ve mezkûr eserinden de olabildiğince ve ulaşabildiğince arşiv ve kaynak taraması yapmış olduğu anlaşılmaktadır. Bu eserde, birçok kaynak taranırken öne çıkan ise, Yusuf Cemal’in eseri gibi görünmekte olup, termal su tedavisinin tüm Avrupa’da yükselmesinin yansımaları olarak, Anadolu’da da başta Çeşme-Ilıca termal suları olmak üzere öne çıkmış bir dolu ılıca-kaplıca bulunmakta ve görece ulaşım kolaylıklarından ötürü ise de Çeşme-Ilıca’nın payitaht tarafından da tercih edilir hale geldiği anlaşılmaktadır. Aynı esere dayanılarak ulaşım içinde şu bilgiler verilmektedir; “İstanbul’dan direk olarak Çeşme ve Sakız’a uğrayan vapurlar olmasının yanı sıra İzmir’den de Çeşme’ye düzenli vapur seferleri düzenlendiğini söyleyen Yusuf Cemal bazı şirketlerin de adını vermektedir. Nemçe, Pnadeleon, Hacı Davud ve Bulgar Kumpanyalarının vapurları, İzmir-Çeşme arasında muntazam seferler düzenliyorlardı. Bu nedenle de Çeşme’ye ulaşım genellikle deniz yoluyla yapılmaktaydı. Bununla birlikte Çeşme’den Ilıca’ya ulaşımı sağlayan arabalar çalışmaktaydı. Ayrıca yoğun olan yaz aylarında Nemçe ve Bulgar vapurları yolcuları direk olarak Ilıca’ya indiriyorlardı”  Ayrıca yine başka kaynaklardan bazı Avrupalı başta da ‘Lloyd Triestino’ isimli firma olmak üzere pek çok firma vapur seferleriyle Çeşme’ye yolcu taşırdı.

Cumhuriyet döneminde ise; Ilıca’nın şifalı su ve çamuru yörenin denizgüzelliğiyle birlikte yeniden keşfedilmesi 1950li yılların sonrasına rast gelmekte olup, bu farkına varma anlamındaki keşfetme sonrası bugünlere kadar sürecek turizm çalışmalarının merkezi haline gelmiştir.

1960lar sonrası ise; Doktor Halis Temel’in yoğun çaba ve çalışmaları neticesinde, yerli şifa arayanlara Avrupalılarda katılmış bu çerçevede Ardıç Oteli, Şifne Oteli tesisleri gerçekleştirilmiştir. Sahipsiz ve bakımsız haldeki Şifne termal suları ve çamur banyoları ile şifa veren içme suları uzun bir aradan sonra yeniden yükselen değer haline gelmiş ve yerli ve yabancı turistler için bir çekim merkezi olmuştur. Doktor Halis Temel’in, Çeşme’ye katkılarından sayılacak ağaçlandırma, kamping ve termal turizmine açılma gibi çalışmaları başta olmak üzere diğer tüm çalışmalarını bir başka yazı konusu yapmak üzere bu bahsi burada nihayetlendiriyorum. Ancak termal sular konusunda mevcut tesisler yeterlimidir, uygun kalite ve teknolojik donanıma sahipmidir diye sorulacak olursa, bir ikisi dışında kayda değer bir şey yoktur, hele Çeşme Belediyesine ait olan ise tam evlere şenliktir.

Diğer taraftan; Ilıca’nın Eylül başı ile Ekim sonu arasında özellikle de Manisa, Akhisar, Turgutlu, Ödemiş taraflarından yaz hasadının tamamlanmasını müteakip gerek yazın yorgunluğunun atılması gerekse de çetin geçecek kışa daha zinde girilmesi hazırlığı için yoğun bir yerli turist akını olurdu ve bu yaklaşık 80li yılların ortalarına kadar sürmüş ancak Çeşme ve Ilıca’nın turizm profil değişikliği ve bağlı olarak burada tatil yapmanın maliyetlerinin bir hayli yükselmesi ile de nihayetlenmiş olup behemehal yeniden kazanılmalıdır.

Termal turizminin 90lı yıllarda unutulmaya yüz tutmuş olmasına karşın, başta yapılan yatırımlarla turistik otellere kadar termal sularının hazırlanan iletim şebekeleri ile dağıtılmasının yarattığı turistik reklam artışları, gerekse de başta Dr. Ilgaz Nacakoğlu gibi bu işe gönül vermiş insanların önderliğinde yoğun tanıtım çalışmalarının yapılması yeni bir trend yaratmış görünmektedir. Hele ki; Dr. Ilgaz Nacakoğlu’nun sunumlarıyla, Yunanlı coğrafyacı Pavsanyus’un Ilıcadaki bu termal suları, deniz kenarında hatta içlerinde bulunması ve ihtiva ettiği sodyum klor benzerliğinden hareketle “deniz Ilıcaları” diye tanımlaması, belki de nihai noktası olacak “thalassoterapi” gibi başlı başına bir turizm figürü ortaya çıkmıştır. Bilindiği üzere kısaca; sıcak ya da ısıtılmış deniz suyu ile tedavi olarak anılan Thalassoterapi, Roma döneminden beri kullanılan bir teknik olmakla birlikte günümüzde hem fiziksel hem de psikolojik rahatlamalar yaratması nedeniyle tekrar trend olmuştur. Konunun uzmanlarının çoklukla bahsettiği üzere, sinir ve dolaşım sistemi üzerindeki olumlu etkilerinin yanında romatizmal ağrılar, selülit ve toksin atma gibi tedavilerde 10 – 12 günlük terapilerle gayet başarılı sonuçlar alınmakta imiş. Yine Dr. Ilgaz Nacakoğlu’nun daha önceki yazılarından anladığımız kadarı ile Ilıca ve Şifne yöresindeki termal suyun; deniz suyunun magmaya kadar inmesi ve doğal yollardan ısınarak tekrar yeryüzüne çıkması nedeniyle, ısıtılmış deniz suyu tercihinde 1. sıraya oturmakta ve bu anlamdaki şifa değerinin diğer bölgelerinkilere göre yüksekliği söz konusu olup esasen de bu kaynakların denize yakın bulunmaları kıymetlerini arttırmaktadır. Stres, Gerginlik, Uykusuzluk, Yorgunluk, Enerji azlığı, Şişmanlık, Selülit, Ödem, Adale ağrıları, Kramp, Artozi Kireçlenme, Sakatlıklar, Romatizma, Astım, Hazımsızlık, dolaşım bozuklukları, Karaciğer, Pankreas, Böbrek, Şeker, Cinsel isteksizlik, Lumbago, Siyatik, Kısırlık, Sedef, Egzama, Mantar, Menepoz gibi zihinsel ve bedensel hastalıklarında önlenmesinde ve giderilmesinde ciddi katkılar sağladığı da beyan edilmektedir.

Bugün, Ilıca termal sularının yeniden öne çıkarılma çalışmalarının yerel ve merkezi yönetimler tarafından kayıtsız şartsız desteklenmesi gerekmekte olup, Çeşme’nin eşsiz ve uçsuz bucaksız plajlarının yanı sıra termal sularının da gereken ilgi ve yatırıma kavuşması sağlanmalıdır.

Cumartesi, Ocak 25, 2014

BİR OSMANLI İHRACAAT LİMANI ÇEŞME


“Uluslararası 1. Çeşme tarih ve kültürü sempozyumuna” sunulan ve Prof. Dr.          Feridun M. Emecen tarafından kaleme alınan “Çeşme İskelesi hakkında bazı bilgiler” adlı bildiride; “Bu durumu Evliya Çelebi’nin Karaburun yoluyla Çeşme’ye giderken Çarpan Boğazında karşı karşıya kaldığı bir eşkıyalık hadisesi de doğrulamaktadır. Burada Karaburun ormanlarının eşkıya yurdu olduğu vurgulanmaktadır. Çeşme sadece kara eşkıyası ve yerli-yabancı korsanların değil zaman zaman Osmanlı’larla savaş halinde bulunan Venediklilerin de saldırısına uğrama tehlikesiyle çeşitli defalar karşı karşıya kalmıştı. Bu sebeple buranın kalesine büyük önem verilmiş ve Çeşme, XVII. Yüzyıldan itibaren bir ticaret limanı oluşundan ziyade Osmanlı donanmasının bir askeri üssü olarak tanınmaya başlandı. Özellikle 1570 Kıbrıs ve ardından İnebahtı mücadelesi sırasında Batı Anadolu’nun sefere eşmekle görevli sipahileri Çeşme’den gemilere binmişlerdir.”

Yukarıdaki satırlar Evliya Çelebi’nin “Seyahatname” adlı eseri refere edilerek aktarılmaktadır ve kolayca da anlaşılacağı üzere, birkaç öneme haiz bir durum tespiti ile karşı karşıya olduğumuzu bize anlatmaktadır.

Eşkıya varsa, ciddi bir hedef yani konu özeline göre de soyulacak kervan var demektir, iddia ve diyalektiğinden hareketle kolayca anlaşılacağı üzere, büyük ormanlık alana yayılmış bu şekavet hareketini, üstelikte Osmanlı’nın çok büyük önem verdiği güvenlik oluşumuna rağmen, tatmin edecek, miktar ve büyüklüklerde kervan trafiğine sahip olunmuştur. Bu kabil büyüklük ve miktarlarda kervan hareketi mevzuubahis ise, varılacak yerinde çok önemli bir merkez olması gerekmektedir doğal olarak, ya nüfusu ve endüstrisi bu ihtiyacı doğurmuştur ya da bir toplama ve dağıtım merkezi olması hasebiyle… Yine mezkûr eserler ve bildirilerden anlaşıldığı üzere, Osmanlı salnamelerinde tespit edilen gerek nüfus, gerekse de gümrük vergilerinin büyüklükleri göz önüne alındığında Çeşme’nin çok önemli bir ihracat limanı olduğu çok açıktır. Yine mezkûr bildiride “Çeşme’ye ait gümrük gelirlerinin XVI. asır boyunca geçirdiği değişim, iskelenin ticari kapasitesi hakkında belirleyici bir unsurdur. Yapılan tespitlere göre gümrük gelirleri 1547’de 600.000 akçeyi geçmiştir” tespiti yapılarak ihracat büyüklüğüne de vurgu yapılmaktadır. Burada, sarp ve sıkıntılı bir yol izleyerek, üstelik daha kolay ulaşımı olan diğer İzmir civarı limanlar mevcut iken, Çeşme’nin öne çıkmış olmasının izahı yapılırken, Sakız Adasının fethedilmemiş olması ve ihracatının talepkarı yabancıların bu adada ikamet ediyor olması enteresandır. Diğer taraftan bir ihracat merkezi olan Çeşme Limanının bu önem ve ehemini teyit edecek 2 önemli unsur daha öne çıkmaktadır, Çeşme Kervansarayı ve Çeşme Kalesi; biri konaklamaların yoğunluk ve büyüklüğüne, diğeri güvenlik unsurunun önem ve büyüklüğüne delalet etmektedir. Ayrıca bu ticari büyüklüğün ve önemin uluslararası güçler tarafından dikkatten kaçırılmayacağı da aşikârdır, Osmanlı ile sürekli bir savaş hali içinde bulunan ve yer yer de deniz korsanlarının hamiliğine soyunan Venediklilerin de hedefi olmuştur sürekli olarak.

Tüm takip ve tedibe rağmen eşkıyaların saklandığı, barındığı ve üs olarak kullandığı alanların ciddi bir orman alanı olduğu vurgulanmaktadır ki, bugüne kadar çeşitli nedenler gösterilerek defalarca yakılmış olmasına ve bir vadedir de sanki başka yer kalmamışçasına ve yangından mal kaçırırcasına RES (rüzgâr enerji santrali) yapacağız adı altında kesile kesile yok edilmeye yüz tutmuş olsa bile bakiyesi bile ciddi bir öneme haiz çam ormanları mevcuttur.

Diğer taraftan; kayıt altına alınan ihracat ve ithalatın varlığı kadar kaçak ve gayri yasal ticaretinde geliştiğini anlıyoruz mezkûr bildiri ve benzer yayınlardan, zengin tacirlerin ve bu zenginliğe mütenasip kervanların varlığının yarattığı iştah, her daim olduğu ve olabileceği üzere kolay geçinme yolu arayan eşkıyanın hedefi olmuştur ve gasp edilen mal ve eşyaların kendi ihtiyaçlarını karşılamanın ötesinde bir durum oluşturduğu da aşikârdır ayrıca. Gasp edilen bu zenginliklerin ve emtianın gayri yasal ticaretini yapmak üzere depolandığı ve yabancı bandıralı gemiler ile sevk edildiğini tarih itibari ile merkezi otoritenin yerel kadılara yazdığı talimatlar ve araştırma ve takip taleplerinden anlaşılmaktadır. Nitekim mezkûr bildirinin 27 sayılı dipnotunu oluşturan paragrafta; “sekban, eşkıya ve firketecilerin faaliyetlerinden ve bunların yöredeki kasabalarda sakin yatakçılarından söz edilmektedir” denilerek dipnotta da;  Osmanlı devlet işlerine ait sadr olan hükümlerin ve fermanların tarih sırasına göre özetlenerek kayıt altına alındığı Mühime defteri LXXI sayı sahife 258 refere edilerek “Seferhisarlı Muslihitdin’in kara ve deniz eşkiyası ile işbirliği yaptığı, bunların çaldığı malları depolayıp sattığı ve eşkiyayı koruduğu belirtilmektedir. Aslında bu zatın eşkiyanın başı olduğu söylenebilir” bilgisi verilmektedir.

Çeşme Limanının; mezkûr sempozyumda ihracat limanı olarak öne çıkmasının yanında, başka kaynaklardan öğrendiğimiz kadarı ile sahip olunan, kaplıca ve ılıcalar nedeniyle de gerek tedavi gerekse de rehabilitasyon açısından önemli bir destinasyondur aynı zamanda. İzmir merkezli Gemi Acentelerinin Çeşme Ilıcaları hedefli turlar düzenlemelerinin yanında, Ege Adalarından da yoğun bir trafiğin olduğunu anlamaktayız kayıtlardan, yayınlardan… Bu amaçla yapılan ve işletilen, bugün hala izleri ve işleri olan otellerin varlığı da bu görüşleri teyit etmektedir.

Çeşme Limanı; İonia’nın önemli kenti Erythrai’inin limanı olduğu tarihlerden itibaren, bir taraftan Osmanlının Sakız Adası fethinin yarattığı atalet diğer taraftan da 17. yüzyıl ortalarında İzmir’in muhteşem yükselişine kadar önemini korumuş olup bilahare de askeri bir üs olarak hizmet vermeye devam etmiştir. Şimdilerde ise, Çeşmelilerin çok benimsememesine rağmen birkaç oldubitti, deyim yerinde ise, tam bir cinlik ile ihale ve özelleştirme numaralarının ihdas edilmesi sonucu, ULUSOY tarafından RORO iskele işletmeciliğinin önemli bir merkezi haline getirilmiştir. Şimdi bir kesim zevat ta çıkar der ki; bu sayede Çeşme otoyola kavuşmuş ve kolay ulaşılabilir bir yer olmuştur ve bu yüzden de turistik değeri artmıştır, bu da bir tercihtir ama katılmasam da katlanırım.

 

Cumartesi, Ocak 18, 2014

ÇEŞME KENT MÜZESİ


Bir vadedir, Çeşme’nin ihtiyaç projeleri arasında sayılan, Kent Müzesinin gerçekleşmesine kendimizi yakın hissetmemize neden olan sıcak gelişme ve konuşmalar yapıldığı herkesin malumudur. Bilindiği üzere, kentlinin kent hakkını gözetmeyen, oluşacak kent ve kentli belleğini hiçe sayan, tepeden bakan, nobran bir anlayışın yansıdığı bir alan değildir kesinlikle kent müzesi… Çünkü kent müzesi aslında ve esasen diğer müzelerden farklı olarak kentliyi ve kentli ruhunu birleştiren, farklı unsurları birbirine bağlayan bir volan kayışı işlevi görür, bize geçmişi anlatırken, bugünü belgeleyerek arşivler ve gelecek için nasıl bir kent olmalı hayalini kurmamıza olanak sağlar ve Kent insanına ve olma niyetinde olana kentin geleceğine dair senaryolar kurma şansı tanır.

Kent müzesi her şeyden önce ve esasen ve de öncelikle kentliye ait olmalı ve bağımsız bir yapısı, bilim insanlarından, bilge ve çelebi insanlardan oluşan bir yaşatma, danışma ve yönetim yapısına sahip olmalıdır. Aksi takdirde başka hesapları olan kimselere ve kurumlara, varolan ilişkisi ve alış verişi nedeniyle göbeğinden bağlı hale gelir ve maazallah bugünkü nobran anlayışın yarattığı rüzgârla da mezkûr kişi ve kurumların cüzü haline gelebilir. Bu kabil gerekçe ve çekincesi olmayan kent müzelerinin de kent müzesi olabilme imkân ve ihtimali yoktur. Bugün artık modern dünyanın geldiği nokta itibariyle kent müzelerin, genel olarak insanı ve özel olarak ta kentliyi ilgilendiren her konunun ve unsurun yer alabildiği bir çalışma alanı olduğu aşikâr olup, adeta kentli için birer toplumsal yaşam ve bellek alanı olarak ta, “bu alanımıza girer şu girmez” tefriki yapmaksızın ilgili her temayı içselleştirir ve forumuna dâhil eder ve etmelidir de… Geçmişin bugüne, bugünün geleceğe taşınarak geleceğin şekillendirmesine kentlinin tanıklığında, katılımcı, paylaşımcı ve demokratik, özgür bir yaklaşımdır kent müzesi, en önemli sunusu bizatihi kentin kendisi ve kendini kente ait hisseden insanlar olmalıdır mutlaka. Müzeler, sahip oldukları tarih, doğa, kültür içeriklerinin; genel manada çoluk-çocuk, yaşlı, genç için, en önemli buluşma, öğrenme, paylaşma, hatırlama ve bilgi mekânları olup, geçmişimizi geleceğimize taşıdığımız ve bu uğurda geleceğimize bıraktığımız yaşam renk ve ahenklerinin yansıtıldığı yegâne miras mekânlardır.

Kent müzeleri kentliyle birlikte kurulur, onları kucaklar, katılımcı olmayan bir mantığa teslim edilemeyecek kadar yaşamımızda etkin ve önemli mekânlardır, değilse de mutlaka olmalıdır. Kentliyi dinleyen daha da önemlisi kentin önemli bir parçası kabul eden, kentliyi şekillendirmeye yönelmeyen, tam tersine kentliyi kabul eden bir yaklaşım göstermelidir kent müzesi… Tabulara sığdırmaya çalışmayan, kentlinin değişkenliğini kabul eden bir öngörü ile hareket etmelidir yani… Bilgiyi işlemenin kaçınılmazlığını bilen, antropoloji ve sosyoloji bilimini göz ardı etmeyen, kentin bellek ve ruhunu yansıtan değerlerin korumacılığını asla ve kata göz ardı etmeyen bir yaklaşım olmalıdır bu yaklaşım… Hülasa halk, ama tamamı “şucu ve bucu” terfiki yapılmaksızın bu projede bulunması, projenin içinde olması, olmazsa olmazdır…

Peki; bu değerlendirme peşrevi neticesinde, “Kent Müzesi” nerede yani hangi mekânda bulunmalıdır sorusunun cevabına geldi sıra… Kent müzeleri genellikle bulundukları kentlerde simge olmuş, kentlinin hafızasında yer etmiş, hikâyesi çok bilinen ve kentliyi yok saymayan, üzmeyen ve bezmeyen, dışlamayan ve bölmeyen mekânlarda kurulması gerekirden hareketle, Çeşme’nin bu kabil binasının tayini yapılmalıdır.

Bu uğurda; Belediye yönetimine aday olan başta, Hakan Kerman, Mehmet Görgün, Reşat Akbaykal, Ekrem Oran gibi arkadaşlarımızla yaptığımız sohbetlerin bu boyutunda hem fikir olduğumu büyük bir sevinçle gördüm ve sizlerle de paylaşıyorum. Diğer adaylarında mezkûr konuda fikri ve projesi olabilir ama bir kısmı ile hiç ve bir kısmıyla da bu konuyu konuşma fırsatımız olmamıştır, eğer konu ile ilgili bir proje ya da fikirleri var ise buradan duyurmanın görevimiz olduğunu da biliyor olmaları gerekir. Fikri ve projesi olanlar arasında Ekrem Oran bir adım daha ileri hamle yaparak nereyi ve nasıl bir kent müzesi olarak hazırlayacağını söyleyerek konuyu ne kadar sahiplendiği hissettirmiştir.

Kent müzesi oluşumuna tartışmasız siyasi destek yapılmalı ancak, yönetimine “biz destek veriyoruz, biz her şeyine karışırız” demeden olmalı, siyasi ve ekonomik gücü elinde bulunduranın canının çektiği biçimde yönetebileceği değil tam tersine kentsel ve toplumsal bellek oluşturmak adına bilinen geçmişten bugüne her şeyi ama her şeyi içine alan kollektif bir sonuç oluşturmalıdır.  Çünkü bugüne kadar yaşanılan pratik, ister yerel ister genel olsun, tüm yönetimlerin bir türlü vazgeçemediği vesayetçi ve dayatmacı tavrın hiç eksik olmadığını göstermiştir, işte tam da bu nedenle, bari ve en azından oluşacak kent müzesinde karar alma süreçlerinin şeffaf tutulması ve katılımcı bir yönetim anlayışının temin edilmesi en büyük beklentidir ve hedef olmalıdır. Kent müzesinin ilgi alanına giren ve konusunu oluşturan her detayın, rakiplerle mücadele aracı olmadığı bilinciyle yapılmalıdır tüm planlar, tüm detay ve düzenlemelerin ideolojik yakınlık ve uzaklıklarla illiyeti kurulmaksızın özenli bir çalışma yürütülmelidir.

Peki, yönetime aday olanların bahse konu detaylarda kafa yorması yeterlimidir acaba, yanıt şüphesiz ki hayırdır ve kent müzesi kurulması ile yetinilmeden, behemehal “Kent Konseyi” adam gibi ve ahlaklı çalıştırılmalıdır. Kent müzesinin oluşturulmasının bir boyutuyla lokomotifi olacak bu konseyin çalıştırılma süreci, yönetime seçilmiş insanların kendilerini, seçilme gerekçelerini kendilerinin her haltı iyi bildiklerinden değil de, kendilerine ayak takımları tarafından süreli ve görev bölümü mucibince tevdi edilen bir ödev gözü ile bakmaları biçimi ile mütenasip olmalıdır. Aksi takdirde ve bugüne kadar ki pratik benzeri olacaksa tüm bu olacaklar, olmaması evla sayılabilir.

Pazar, Ocak 12, 2014

ÇİFTLİK - KATOPANAGİA


“Uluslararası 1. Çeşme tarih ve kültürü sempozyumuna”, Prof. Dr. Necmi Ülker tarafından sunulan “Aydın vilayet salnamelerine göre XIX. Yüzyılın sonlarında Çeşme Kazası” başlıklı bildiriden, Çeşme’nin 2 adet nahiyesi olduğunu öğreniyoruz; biri alaçatı diğeri de Çiftlik ki, “Aşağı Çiftlik” ya da “yeni nahiye” ya da “Çiftlik-i kebir” ya da  “Katopanagia” adıyla bilinmektedir. Tüm adlarda bir şekilde çiftlik geçmekte olup, bunun da Osmanlı İmparatorluğu döneminde başlamış ve son döneme kadar yörede bazı insanların tapularında “Melek Paşa vakfiyesi” şerhi de taşımasına neden olan, Melek Paşa’nın büyük arazilerinin olmasının neden olduğu bilinmektedir. Yine aynı bildirinin ilerleyen bölümünde, “Çeşme’nin güneyinde, Alaçatı’nın batısında, kuzeyi Adalar Denizi, batısı Sakız Boğazı ile sınırlanmıştır. Köyü yoktur. Belediyesinin geliri 15.000 guruştur. Nahiye merkezinde gece aydınlanması için 15 fener vardır. Diğer adı Çiftlik-i kebir olan nahiye araba ile Çeşme’ye 4 mil, denizden 6 mil uzaklıkta ve batı tarafındadır. Nüfusu 1.691’i erkek, 1.562’i kadın olmak üzere, 3.253’dür.” şeklinde verilen bilgilerden, Çiftlik’te “Belediye” teşkilatının olduğu da anlaşılmaktadır. İlerideki yazılarımda, Çiftlik’in nasıl bir belediyecilik ile yönelmiş olmasının izlerinin; gördüklerim, duyduklarım ve okuduklarımın eşliğinde, yazmayı planlamaktayım.

Çiftlik; dönem itibariyle ve bugüne aktarılan izlerinin sağlıklı, adam gibi ve ahlaklı takibi neticesinde görülür ki, Çeşme merkez limanının askeri amaçlar için kullanılması nedeniyle adalar denizine açılan çok önemli bir limandır ve tam da bu nedenle daha 40 yıl öncesine kadar izleri dimdik ayakta bulunan, şimdilerde ise ancak ve ne yazık ki her yere kalkınma adına balıkçı barınağı yapma sevdalısı yönetimler tarafından balıkçı barınağı dolgularının altında kalmasına neden olunan, muhteşem iskelesinin bir benzeri yakınlarda bulunmamaktadır. Yine kayıtlardan anlaşıldığı kadarıyla; “Gümrük Kompleksi” ki bugünlere arta kalan cüzü olan ve bugün artık kültürel ve eğitim faaliyetleri için kullanılan antrepo niteliğindeki binasıyla hayale değer bir durumdadır. Çeşme bölgesinin ticari bir limanı olması görüntüsü yanında mezkûr kayıtlardan anlayabildiğimiz kadarıyla da “Çiftlik” aynı zamanda yukarıda “Melek Paşa Çiftliği” olarak belirtildiği üzere sahip olduğu mikroklimatik özelliklerle de nicelik olarak olmasa bile nitelikli bir tarım bölgesi olup üzüm ve anason ön plana çıkmaktadır. Diğer taraftan belki de dikkatlerden kaçan bir başka ama önemli tarafı da, bazı evlerde halı dokumacılığının, iplikten bez, peşkir ve perde üretiminin de yapıldığı anlaşılmaktadır. Bu ekonomik faaliyetlerin niteliğinin şehircilik ve imar faaliyetlerine birebir yansıdığına da tanıklık etmemizi sağlıyor bu kayıtlar, ağırlıklı taş olmakla birlikte Bağdadi denilen kompozit yapılarında bir hayli yüksek olması, Melek Paşanın buraya sadece bir Çiftlik gözüyle bakmadığının da bir göstergesi gibi durmaktadır sanki… Şimdilerde sokaklarda bir yürüyüş yapmanız halinde mezkur evlerin, cumbaları, balkonları, pencere ve kapılarının restorasyon bekleyen hallerinin imdat seslerine tanıklık etmenize vesile oluştururlar adeta…

Köyün merkezine su taşıyan ve Değirmen dağından döşenen ve pişmiş topraktan mamul künklerle döşenmiş su hattının ve mezkûr çeşmenin yerinde yeller esmektedir şimdilerde, çocukluğumuzda “yukarı çeşme” dediğimiz Çeşme ise Çeşme Belediyesi tarafından restore edilmiş olup meraklılarına nostalji yaratmaya devam etmektedir. Yine son yıllara kadar yolların güzelim “Arnavut kaldırımı” taş kaplaması ile kaplanan yüzlerinin beton sevdalılarınca tahrip edilmesi de gerçekten hayıflanacak bir durum oluşturmaktadır.

Gayrimüslim Osmanlı Tebaası tarafından ağırlıklı bir nüfus oluştuğu yine kayıtlardan anlaşılmakta olup nüfusa mütenasip şekilde de ibadethane dağılımı da söz konusudur. Pencere ve kapı sövelerinin mermer kesme taşlarla yapıldığı ve kaplamaların da ağırlıklı mermer olduğu yaşı 60’ın üstündeki herkes tarafından bilinen 2 adet kilisesinden bugün geriye ne yazık ki bir şey kalmamıştır. Geriye sadece “Maşatlık” olarak bilinen mezarlığın, kemik saklama odasının ve mahzeninin bir bölümü yıkık dökük olarak muktedirlerden restorasyonu adına merhamet beklemektedir ancak kültür bitkisi tütün ve kavun tarlalarını uzun vadede yatırımlarının ikbaline evrilmesi adına koruma altına almaktan fırsat bulunamayacağı da aşikâr görünmektedir.

İşte Nezir’in kulesini yıkan anlayış görev başındadır üstelikte “Ecdadımızı ve Osmanlı’yı günümüze taşıyan biziz, Osmanlıyı yaşatan ve yaşatacak biziz” diye diye her türlü geçmiş bağımızı koparmaktadırlar, peki bu konuda sadece onlar mı böyle düşünüyor, ne yazık ki hayır, bu örümcek kafaya uygun bir de seçimden seçime noter görevi yapan geniş kitleler yaratılmış durumdadır. Allah selamet versin, onlara ve şakşakçılarına…

Çiftlik, bugün artık üzüm, buğday, arpa, yulaf, anason ve tütün üretilmeyen, sadece meşhur “Çeşme kavunu” üretiminin yapıldığı buna mukabil geçimin yazlıkçı turizmi ve balıkçılık ile yürütüldüğü bir konumdadır. Ama Allah vergisi, denizi ve kumu da bu beklentileri fazlası ile karşılamaktadır.

Karşıda Yunanistan’a ait Sakız adasının yüksek dağları, keraat vakti dediğimiz güneşin kavuşmasına mızrak boyu kaldığında, inanılmaz bir şekilde mor renge bürünür, Çiftliğin akşamını yavaş yavaş erguvandan eflatun’a dönüştürür, Herodot’un Ege Denizi üstüne şarabın rengi Ege ve renklerin dansı tanımlamalarını adeta günümüze taşıyarak, denizin şarkılarını balık restoranların içine getirir… Mezkûr renkli akşamları denizin şarkıları ile yaşamanın ayrıcalığını tadanların bu anının tutkuya dönüştüğü yerdir işte burası… Günün ortasındaki deniz lacivertinin akşamüstü eflatuna dönüşmesinin keşfedilmesi insanoğlunun kendisine en büyük ikramı olacaktır ki bunun yegâne mekânı da Çiftlik’tir dersek fazla abartmış olmayız herhalde… Gün batımı rengi diye bir renk bilmiyenler açısından Çiftlik kaçınılmaz ve kaçırılmaz bir destinasyondur… Akşamüzeri keraat vaktinde denizi işgal eden “şarap renginin tanığı olun Çiftlik’te” demenin bir reklâm olduğunu bilmeme rağmen yazıyorum ve yazacağımda, çünkü çok şükür ki böyle… Bu yazdıklarımı sadece bir güzelleme diye nitelendirenler olacaktır şüphesiz ki, ancak, inanıyorum ve biliyorum ki bu güzelliklerden nasiplenenlerin, kesinlikle hem fikir olacağı bir yaklaşımdır tüm bu kelamlar. Canım Yurdumda, Barbun balığının en güzeli Çeşme’dedir, Çeşme’nin en güzel Barbun balığı da Çiftlik’tedir diye iddiaların olduğunu duymayan kalmamıştır kanımca, sizlerde duymuşsunuzdur, bunun test edilmesi herkesin elindedir, bu konuda çok iyi olmasam da bende aynı görüşteyim…

İster tüm yaz sezonu, isterse kısa süreli tatil sezonu olsun, sahiden insanın ömrüne ömür katabilecek bir yerdir Çeşme ve özellikle de Çiftlik, her şeyden önce zaman burada sanki diğer yerlere göre daha yavaş akıyor ve siz akışı gözlerinizle izliyorsunuz adeta bir güneş saatini izlercesine… Çeşme’de sürekli yaşamaya başladığım andan itibaren saatinde akışını takip etmiyorum artık, hatta saat ta takmıyorum, hatta saatin akmış olmasını da kafama takmıyorum.