Pazar, Mart 04, 2018

KEMALİZM

Atatürkçülük veya Kemalizm, öncelikle emperyalizme karşı bağımsızlık savaşı veren halkların, “milliyetçi-devrimci” saiklerle ulusal kurtuluş mücadelesinin tezahürüdür. Mustafa Kemal Atatürk ve Kemalizm ile ilgili olarak, Türkiye Devrimi üzerine sarsılmaz analizler yapan, seven sevmeyen, hemen hemen herkesin ittifakla, büyük devrimci, teorisyen ve eylem adamı dediği, Türkiye devrim tarihine, direnen ve teslim olmayan bir önder olarak geçen Mahir Çayan; “Kemalizm, emperyalizmin boyunduruğu altındaki bir ülkede doğu halklarının milli kurtuluş bayraklarını yükselten, emperyalizmi yenerek milli kurtuluş savaşlarını açan bir küçük-burjuva milliyetçiliğidir. Türkiye'deki küçük-burjuvazinin en radikal çizgisi olan Kemalizmi karakterize eden yalnızca “Milli Kurtuluşçuluk” ve “Laiklik” öğeleridir. Kemalizm’i bugüne kadar ayakta tutan, ona ruh veren milli bağımsızlıkçı niteliğidir. Kemalizmin anti-emperyalist niteliği bir tarafa bırakılırsa, ortada Kemalizm diye bir şey kalmaz. Bu nedenle ancak emperyalizmin karşısındaki saflarda yer alanlar, Kemalizme sahip çıkabilirler.”diyerek, Kemalizm değerlendirmesi konusunda devrimcilerin görüşlerinin nasıl olması gerektiğini belirlemiştir. Diğer taraftan da; “1919'da Amerikan mandası isteyenler ne kadar milli bağımsızlıkçı ve Kemalistlerse, 1969'da anti-amerikan hareketleri sabote etmeye çalışarak anti-emperyalist safları dağıtmak hevesinde olanlar, milli kurtuluşçulara “gözü dönmüş demokrasi düşmanları” “halka inanmayan yobaz aydınlar” diye kara çalarak Amerika'ya taviz verme politikasında işbirlikçilerle yarış halinde olanlar da o kadar Kemalisttirler. Ve bu Kemalistler ne kadar devrimci iseler, onları Kemalist saflara sokan görüş de bir o kadar devrimcidir!..”diyerek te kimlerin Kemalist olup olamayacaklarının da tarifini vermektedir.


Evet, Mustafa Kemal, ama kimin tariflediği ya da kimin temsil ettiğini söylediği Mustafa Kemal ve Kemalizm… İsmet İnönü’nün mü? Celal Bayar ve Adnan Menderes ikilisinin mi? Cevdet Sunay’ın mı? Demirel’ in mi? Kenan Evren’in mi? Kimin… Kimin… Çünkü sayılanların ve sayılamayan ve dönem aralarında yönetimde bulunanların tamamı, evet istisnasız tamamı, Kemalist oldukları iddiasındaydılar. Bunların en keskin savunucu görünenleri de 12 Eylül askeri faşist darbesinin, içimizdeki “Amerikan çocuklarının” baş temsilcisi olan, eski “NATO’nun gizli ordusu” komutanlarından olduğu iddiasını yalanlayamayan Kenan Evren idi… Hem de nasıl… Atatürkçülüğü sürekli olarak asıl amaçlarını maskelemek için kullanarak, Atatürk ilke ve inkilaplarına bağlı oldukları görüntüsü ve savunusu içinde, Atatürkçülükte birlikte tariflenen ve tertiplenen ve son derece olumlu nitelenecek, “Türk Tarih Kurumu”, “Türk Dil Kurumu” başta olmak üzere tüm kurumları kapatmakta, Atatürk’ün bağımsızlıkçı şiarının aksine, adeta canım yurdumu dizlerinin üstüne çökertecek şekilde, Amerikan emperyalizmine bağımlı hale getirmekte bir beis görmemişlerdir.


Bugün; müstevlilerin emperyal politikalarının Türkiye mümessilleri, aldıkları pozisyonlara bağlı olarak, gerek göğüs gererek gerekse de mahçup şekilde, Kemalist olduklarını beyan ede dursunlar, hedefteki halk yığınları üstüne zerkettikleri anti-komünist politikalar mucibince, yarattıkları politik rüzgârlara bakılarak yapılacak tespit, ne yazık ki canım yurdumu çok uzun yıllardır yönetenlerin hiç birisi, bağımsızlıkçı olamamışlardır. Yani hiç birisi Kemalist olamamışlardır ya da herkes kendi keyfine göre bir Kemalizm tarifi yapmıştır.


Gelinen nokta itibariyle canım Yurdumda; sahte Kemalistlerin “Atatürkçülük” demagojileri nedeniyle kafalar çok karışık olup, “gardrop Atatürkçülüğü” ile “Kemalizm” birbirine karıştırılmakta ve emperyalizme teslim olanlarla, emperyalizmle işbirliği içinde olanların her geçen gün etkilerinin artması nedeniyle de, bağımlılık Cumhuriyet tarihinin en üst noktalarına ulaşmış bulunmaktadır.


Her ne kadar da, “Kemalizm”; yaşanılan dönemin koşullarına uygun olarak, kâh özel sektörcü, kâh devletçi davranışlar göstermiş olsa da, emek-sermaye ikileminde gel-gitlerle bocalasa da, temelde “İzmir İktisat Kongresi” kararları mucibince yönünü çok açık şekilde tayin etmiş ve sermaye yanlısı olacağını göstermiştir. Bu iktisadi tercihine rağmen, anti-emperyalist ve bağımsızlıkçı tercihleri ve uygulamalarının ciddiyetle takip edilmesi gerektiğine inancımızı bir kez daha belirtmeliyiz. Diğer ülkelerdeki “Milli Kurtuluş” mücadelelerine örnek teşkil etmesi bakımından da, Kemalizm’in önemi ortadadır ve salt bu nedenle bile bu ruha sahip çıkılmalıdır.


Atatürk’ün bu yılki sene-i devriyesi nedeniyle kendisini bir kez daha saygı ile anıyor ve yazımı büyük üstat Nazım Hikmet’ten bir Atatürk tarifi ile bitiriyorum…


 


BÜYÜK TAARRUZ
Dağlarda tek tek
Ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı öyle ferahtılar ki
Şayak kalpaklı adam
Nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
Güzel, rahat günlere inanıyordu
Ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
Birden bire beş adım sağında onu gördü.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saati sordu.
Paşalar `üç' dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun kenarına kadar,
Eğildi durdu.
Bıraksalar
İnce uzun bacakları üstünde yaylanarak
Ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe'den Afyon Ovası’na atlayacaktı...   

Pazar, Ocak 28, 2018

YETMEZ AMA EVET. ALLAH VERDİKÇE VERİYOR


Futbolcu Rıdvan, Arda gibilerine kızanlara, kızdıkları noktanın üstünde duranların tekmili birden kısa bir hikâyesini yazmak şart oldu, gerçi bu bir anlamda kendime de bir telkin manasındadır ya…

Tek Parti’den kurtulma planları yapılan dönemde “demokrasi” ve “özgürlük” vaat edilerek, siyaseten yedeklediği, dümen suyuna çekilen aydın geçinen zümrenin sefaleti, ne yazık ki belli dönemlerde canım Yurdumun gündemini oluşturma gayretindeki bir kısım aydınların makûs talihi olmuştur, “benim oğlum okur döner döner okur” döngüsü kırılamamış, memleketin de siyaseten mümbit topraklarının katkısı ile tarihten de hiç ders alınmayarak devam etmiştir. Aslında bu bir “yetmez ama evet” başarı hikâyesi olup, bu cenahtan da nasıl sözde muhalefet ede ede güç odaklarının yedeğine düşünülürün, acıtan, iç burkan bir özetidir.

Evet, DP (Demokrat Parti) saflarında direk yer almaksızın, perde arkasında, en azından bugünküler kadar cesaret göstermeksizin, utangaç ve mahcup görüntülü sınırlı ve sorumlu desteklerini esirgemeyip, “erbabı yaparsa çarşaf bile kıpırdamaz” babından oluşan tuzağı bile görememişlerin ve onların bugüne taşınan ardıllarından bahsediyorum. İlgili kaynakların bulunup, bahse konu bilgilerin teyidinin çok kolayca yapılacağı üzere, dönemin birçok sosyalist eğilimli, demokrat veya tek parti baskılarından bıkmış, usanmış ama asla muhafazakâr olmayan, faşist olmayan muhteremleri, kâh finansmanı iyi saatte olanlar tarafından yapılacak dergilerde sözde bağımsız yazılar yazmak, kâh başka bazı ikballer ya da ehven koşullar önerilmesi numaraları ile yedeklenmiş, anlı şanlı muhteremleri görmek mümkündür. “Tek parti ve Milli Şef İnönü’ye karşı, özgürlük ve demokrasiyi savunan yeni bir siyasal hareket ortaya çıkıyor. Senin de bizimle olmanı istiyoruz” oltasının peşinden, kimileri başlangıçta birlikte olmak kaydı ile kimileri sonuna kadar, yeni bir tarz ve ABD’ye bağımlı despotik rejimin oluşmasının yelkenine rüzgâr olmuşlardır. Peki, kim mi idi bunlar, Zekeriya Sertel, Mehmet Ali Aybar başta olmak üzere Niyazi Berkes, Pertev Boratav, Behice Boran gibi geniş kitlelerce bilinen isimler sayılabilir.

Hadi bunları anlayalım diyelim ki son güne kadar tek parti yönetiminin ve onun baskıcı rejiminin kadrine uğradılar ve demokrasi havarisi gördükleri muhteremin peşine takıldılar, tıpkı fareli köyün kavalcısının peşine takılan çocuklar gibi ama bugüne yansıyan ardılları nasıl izah edilir tüm bu yaşananlara rağmen, bu kadar entelektüel birikimi olan kendilerine bir şeyler vehmedenler nasıl bu trene binerler, anlaşılır gibi değil. Bunların önemli bir kısmı akademik kariyerleri ile insanları fikren ve ruhen ezecek durumdadırlar, çocuklarımıza üniversitelerde ders verirken, yazdıkları kitapları bize sunarken ettikleri cilalı laflara bakarsanız… Strateji, Taktik, Ahlak, Etik gibi değerlerin öne çıktığı yüzlerce eser yaz, tek eserin esirine teslim ol… Demezler mi adama, yahu siz daha bu küçücük ayak numaralarını göremiyorsunuz, farkında değilsiniz şu basit çalımların…

Hani bizi etkilemese, geleceğimizi ipotek altına alma riski taşımasa, çok komik olur bu koca koca akademik ünvanlı heriflerle maytap geçmek ama mesele ciddi, gelecek kaygılı…

Ne diyor anlı şanlı matematik profesörü Ali Nesin; “Tabii ki “Yetmez ama evet” diyecektim. Ben doğrusunu yaptığıma inanıyorum. Bugün olsa bugün de aynısını derim”… Süper laf yok… Ne diyor, anlı şanlı siyaset bilimi, uluslararası ilişkiler profesörü Baskın Oran “ne kadar değişse o kadar sevap”… Bravo, şimdi hala daha utanmadan panelist oluyor konuşuyor sağda- solda, utancından adam yerin dibine girer be… Ne diyor anlı şanlı, yazar, akademisyen ve siyaset aktivisti Murat Belge “merkezinde Kemalistlerin olduğu cephe nefretlerini hayır diyerek kusuyor”, vay ki vay… Eeee tabii ki böyle yapacaksın, pigme boyun ve aklınla, kimselerin erişemeyeceği süslü kelamlar edeceksin… Ne diyor anlı şanlı gazeteci ve yazar Ahmet Altan “her çıkan evet bu zalim düzenin temeline şahmerdan gibi vuracak”… Vay ki vay aşk romanları yazarı, babasının yolunda… Ne diyor anlı şanlı gazeteci Mehmet Altan; “hayır diyenlerini ayıplıyorum” eee vallahi doğru… Uzatmadan özetleyelim, yeniden, Şahin Alpay “bin kere evet”, Cengiz Çandar “hukukun üstünlüğü için evet demekten başka yol var mı”, Orhan Pamuk “evet diyeceğim, darbecilerle hesaplaşmanın yolu açılıyor”, Adalet Ağaoğlu “evet diyerek hakkımızı aramanın yolunu açıyoruz” ,Sezen Aksu “tabii ki evet diyeceğim ve evet demeye de devam edeceğim”, Sinan Çetin “bir daha darbe olmasının önüne geçmek için evet diyorum”… Yaaa işte sahip ol böyle aydına, düşme hiçbir kaygıya… Bu zevat bu işin sıradan ve sunulduğu biçimi ile bir anayasa referandumu olmadığını bile anlayamadı, bravo… Herkes tarafından kandırılanlar sadece bu muhteremleri kandırıyor… Bükemediğin bileği öpmek gerek ama biz yine de yapmayalım… Ama Rıdvan’a, Arda’ya, Burak’a, ben dâhil kızarız ya, aslında bunları akılları bu kadar ve çaktırmadan büyük para kazanmaktan başka hiçbir özelliği olmayan bu çocuklar kabulü ile kızmadan ve de kıyısından kenarından eleştirmeliyiz.

Unutmamalıyız ki; ÖDP’nin ilk genel başkanı Ufuk Uras’un “örtünme insanın özgürleştirmektedir” yaklaşımı ile başlayan, HDP’nin tarafsız kalma manasındaki boykotuna uzanan bir sürecin geleceği nokta her zaman kaçınılmaz olarak burası olur.

Bizim gazetenin patronu Aydın Korkmaz; “ben 12 Eylülde hayır dediğim anayasaya neden şimdi değişmesin diyeyim” diyerek lafzi parlak ama muhteva kofti açıklamalar yapmış idi… Üstelik adı bile Aydın… Yahu aklımız karıştı bu kafalardan yorulduk vallahi… Ancak canım yurdumun toprakları da mümbit be, verdikçe veriyor…

 

Pazar, Ocak 21, 2018

ÖLÜMÜN ARDINDAN SÖYLENENLER


Ölüm; hangi yaşta olursa olsun zordur, ama ne yazık ki bu zorluk ölen için değildir, geride kalanlar içindir. Diğer taraftan; doğum ile başlayan süreç, ölüm ile kaçınılmaz ve doğal olarak sonlanan süreç, inançları gereği öteki dünyaya inananlar için, tanımlanmış sonsuz ve kutsal âleme göç ebedi yaşama merhaba, inanmayanlar için de sonsuz sessizlik ve yıldızlara yolculuk, başka bir şeye dönüşüm manasında son olarak tanımlanmakla birlikte, kimileri için toprağın altında kalmak, kimileri için yakılmak mukadder son olmaktadır. Ama her canlının başına, er geç, ama mutlaka gelen korktukça yaklaşan, omuz silktikçe nispeten uzaklaşan ya da umursamadıkça çok ta kötü görünmemeye başlayan bir vaka… Ayrıca ölümün kutsanması da, başta gerek siyasiler, gerek din adamları, gerekse de şair ve ozanlar tarafından kutsanması da, ne yazık ki engellenir bir şey olmaktan çok uzak. “Şehadet şerbeti içmek” için cihat bir tarafı gaza getirmenin, öne sürmenin şiarı olurken, diğer tarafta bağımsızlığın, sömürüye karşı dik duruşun şiarı “Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin… Savaş ve zafer naralarıyla cenazelerimize ağıt yakacaklarsa ölüm hoş geldi, safa geldi” olarak öne çıkmaktadır. “Kır kalemi, kes cezamı, yaşamayı neyleyim” gazına gelmeden, Nazım Hikmet ustanın “yaşamak güzel şey be kardeşim” noktasına terfi edilmesi farz olunmalıdır.

Gerçekte, ölen bir yakınınızsa teskin etmek üzere taziye babında söylenenler, sizce kocaman bir hiçtir… Çünkü bıçak ağzınızı açmamaktadır,  beyniniz öylesine ağırdır ve zonklamaktadır ve çenenize öylesine basınç yapar ki, kulaklar işitmez, gözler görmez ve diller söylemez olur… Taziyelerden, teskin edici sözlerden sonra yalnız kalmaya başladığınız anda, 3 duyunuzun başına gelenlere ilaveten her şey farklılaşır, kaybettiğiniz yakınınızla konuşur gibi kendi kendinize konuşmaya, gözyaşlarınız arasında boğulmaya başlarsınız. An itibariyle son görüşmeniz gerçekleşiyor gibi düşünerek, söylemek istediğiniz ya da gerektiğinde ve zamanında söyleyemediklerinizi usta bir şair kabiliyetiyle anlatmaya çabalarsınız.

İnsan hayatının 3 önemli evre ile tanımlandığı söylenir ya,
1.    Anaaaa ne kadar da büyümüş
2.    Aaaaaa vallahi hiç değişmemişin
3.    Hay Allah hiç haberimiz olmadı, tam da o durum, ama başkaları için…

Neyse; konuya yönelik söyleyeceklerimizi söylemeye geçelim… Ve taziye babında toplumumuzda taziye ve baş sağlığı için söylenen sözlere geçelim. Cenaze mazından itibaren başlayan, kimisi dualarla, kimisi alkışlarla uğurlanırken, 7’si, 40’ı ve 52’si ve de seneyi devriyelerinde söylenen sözler;

Eğer zamanlı ve sıralı bir son ise, genellikle, Allah taksiratını affetsin, Mekânı cennet olsun, Allah rahmet eylesin, Nur içinde yatsın, Toprağı bol olsun, Hakkın rahmetine kavuştu, İyi bilirdik, Hepimizin gideceği yer orası, Rahmetli efendi adamdı, Nurlarda yatsın, Allah gani gani rahmet eylesin, Allah sevenlerine sabırlar versin, Ruhu şad olsun,
Eğer yaşamın erken döneminde yaşanmış bir son ise, Yolun açık olsun, Acımız büyük, Derslerinde çok başarılıydı, Okumayı çok seviyordu, Doktor olmak istiyordu, İçimizde,
Eğer amansız bir hastalık nedeni ile yaşanmış bir son ise; Ölenle ölünmez, Çok hastaydı kurtuldu acılarından, Allah'tan çok çekmedi rahmetli, Kurtuldu be adam, Seni çok özleyeceğiz,
Eğer sanatçı birinin vefatı ise; Son şakasını yaptı, Işıklar içinde uyusun, Yıldızlar yoldaşı olsun, Işıklarda kalsın, Yıldızlara uğurluyoruz, Yapma be Niyazi, Ah ulan Rıza, İyi insanlar güzel atlara binip gittiler,
Gibi başta olmak üzere daha da birçok şey söyleniyor, bugün bizlerin söylediği bu sözler, mutlaka eninde sonunda bir gün bizim de arkamızdan söylenecek olan sözlerdir. İyi de bu sözler, söyleyenin ve söylenenin nezdinde nasıl karşılanmaktadır, işte asıl mesele bu. Başkasına söyleyeceğiniz sözü söylüyorsunuz, çekip gidiyorsunuz, söylenen dinleyip geçebiliyor mu peki, nerde… Ahhh “ateş düştüğü yeri yakıyor”. Söyleyenler için, bir ölüm, bir mefta, bir şehit ama söylenenler için bir ateş topu…

Genel manada; “Arap hava yollarına bindi”, “imamın kayığına binmek” ile başlayan tanımlamalar yapılırken, “daha dün beraberdik”, “insan şaşırıyor”, “inanılır gibi değil”, “sanki gelecekmiş gibi”, “Allah’ın takdiri” tanım ve tarifleri ile ölümü kısaca ve fikrimce toparlamaya çalıştım. Ne gereği vardı dediğinizi duyar gibi oluyorum, bence tam da gereği ver… Çünkü; “pisi pisine gitti Niyazi” sözü de sıkça kullanılan bir sözdür.

“Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder.
Dante gibi ortasındayız ömrün.”
Diye başladığı şiirinde Cahit Sıtkı Tarancı, şiiri şöyle bitirmekte,

“Neylersin ölüm herkesin başında.
Uyudun uyanamadın olacak.
Kim bilir nerde, nasıl, kaç yaşında?
Bir namazlık saltanatın olacak,
Taht misali o musalla taşında.”

Son olarak büyük Şair Nazım Hikmet’in Taranta Babu’ya mektuplar başlıklı şiirinde, onuncu mektupta anında ruhuna uygun olarak şöyle sesleniyor;

Ne tuhaf şey Taranta-Babu;
bizi kendi topraklarımızda öldürmek için
kendi topraklarımızın
                      baharını bekliyorlar.
Ne tuhaf şey Taranta-Babu;
belki bu yıl Afrika'da
yağmurların dinişi,
renklerin, kokuların
gökten yere bir şarkı gibi inişi
ve güneşin altında ıslak toprağımızın
derisi tunç yaldızlı Gallalı bir kadın gibi gerinişi,
bize senin
                memelerin
                              gibi tatlı yemişlerle beraber
                              ölümü getirecek.
Ne tuhaf şey Taranta - Babu!
Kapımızdan içeri ölüm
kolonyal şapkasına
               bir bahar çiçeği takıp girecek...

Salı, Ocak 16, 2018

ZEKİ, ÇEVİK ve AYNI ZAMANDA İYİ AHLAKLI…


Yıllar önce, Can Dündar’ın şu anda adını hatırlayamadığım bir kitabını okurken, tam da bir ibretlik farikası kabilinden bir hisse, sonraları başka kaynaklarda da bulunan bu hikâye, “takıldığı zaman karşınızdaki kızları çırılçıplak gösteren gözlük” spotu ile satışa arz edilen ve satıcılarını anladığım kadarı ile ticari olarak bir hayli mutlu eden bir çalışma…
Abuk subuk gazetelere verilen reklamda; “Karşınızdakileri çıplak görmek istemez misiniz? Bu hayalinizi bir gözlük satın alarak gerçekleştirmeniz mümkün!..” spotu ile bir reklam kampanyası yürütülür… Aslında kül yutmadığını zanneden canım yurdumun zeki, çevik ve iyi ahlaklı insanlarını yoldan çıkarma hedeflenir… Aslında canım Yurdumun insanı, asla böyle bir beklenti içinde değildir ama ahlaksız ticaret erbabı insanlar vardır ve zeki, akıllı, bilgili, iyi huylu, müşfik, temiz duygulu, safiyane düşünceli, yüksek ahlaklı, namuslu insanımızı yoldan çıkarmaya ahdetmişlerdir ve şimdi onlar sahnededir. Yoksa bizim zeki, çevik ve iyi ahlaklı insanımızın aklında ve fikrinde bu tür sapıkça düşünceler barınamaz, zaten söylendiğine göre toplumumuzun %90’ını da Müslüman, Müslüman toplumlarda bu olmaz, siz bakmayın öyle pedofili, zoofili, nekrofili, ensest durumların anlatıldığına, olmaz zinhar olmaz bu topraklarda… Su damacanası ile olan ilişki bile ziyadesi ile yalan ve abartıdır… Varsa yoksa kötü niyetliler, ajanlar, provokatörler ve yoldan çıkarıcılar… Ne yapıyorsa onlar yapıyor… Yalancı ve abartıcı basın da üstüne üstlük…

Neyse bu faslı fazla uzatmayalım, bana yalaka diyen olursa şimdiden söyleyeyim ki kendileri benim tam iki katımdır… Gelelim yaşananlara…
İsmi saklı bir şirket, büyük boy gazete ilanları ile veriyor bu güzel müjdeyi... Reklam “Karşınızdakileri çıplak görmek istemez misiniz? Bu hayalinizi bir gözlük satın alarak gerçekleştirmeniz mümkün!...” Reklama bakınca, istenilen miktar paraya kıyıp üstelikte filan tarihe kadar acele davranıp sipariş verişeniz büyük tenzilat ta cabası, satışa sunulan bu özel gözlükten satın alıyorsunuz, etrafınızdaki insanları giyinikken, takıyorsunuz bu özel ve tılsımlı gözlüğü, aniden insanları çıplak görme şansına kavuşuyorsunuz. Artık kimsenin giyinik olması size sökmüyor, bu özel gözlüklerle kıyafeti delip geçecek gözleriniz, karşınızdakinin teninin en mahrem ayrıntılarıyla buluşturacakmış sizi... Hayatı bütün çıplaklığıyla görebilecekmişsiniz… Canım yurdumun insanına ne hoş bir hayal, ne hoş bir fantezi… Gazete bu ilanı yayınlayamayız, ahlaki, sosyal ve ticari sakıncaları vardır demiyor, yayınlıyor, ilanı gören ya da bu tür abuk subuk ilanları takipten keyif alan bir grup abuk subuk insan da, yahu böyle bir şey olur mu sorgulaması yapmadan, yahu etrafımda anam var, bacım var, komşum var, teyzem var, kardeşim var demeksizin, sunumun tılsımına kapılıp derhal satın alıyor… El insaf… Tabii ki bir de böylesine seviyesiz, terbiyesiz ve utanmaz, gözü paradan başka bir şey görmeyen, ticaret erbabı var… Peki tüm bunlar olurken, kanun uygulayıcıları neler yapmış, bilmiyoruz ama muhtemelen serbest piyasa biz bir şey yapamayız denilip, izlenmiştir olay aman aman bir arbede, bir kavga ve bir cinayet olmasın diye…

Şimdi de satın alanların, satın aldıktan sonra neler yaşadıklarına bakalım. Bu tılsımlı gözlük yaklaşık 125 bin kişi tarafından satın alınıyor, sadece 16’sı gözlüğü iade ediyor, işe yaramadığı, dolandırıldıkları nedeni ile 587 muhterem ihbarda bulunuyor, peki ya kalan yaklaşık 124 bin 500 kişi ne yapıyor? Bence onlar açısından dört ihtimal görünmekte;  

Birinci ihtimal; tılsımlı gözlük gerçekten işe yaradı ve etrafındaki insanları çıplak gösteriyor. Mutlular. Bu başarıya ulaşan on binlerce vatandaş şu anda yurdumun sokaklarını bir çıplaklar kampında bulunuyor gibi adımlıyor. Onlara göre bu 16 kişi “gözlüğü kullanmayı beceremediğinden, başarılı olamadı” ya da “gözlükler bozuk çıktı” dediler ve gözlükleri iade ettiler.

İkinci ihtimal; Gözlükler, ne yazık ki vaat edileni göstermiyor ama gözlük gelene kadar “röntgen yapma” fikri onları teslim alıyor, fikrin ağır basması nedeniyle sunum-beklenti gazının kudretiyle hala gözlüğün çalışmasını bekliyorlar.

Üçüncü ihtimal; muhteremler, gözlükleri takıp, çıplak görmeyi hayal ettikleri kişinin yanına gittiklerinde nasıl bir kazık yediklerini anladılar, ama “aptal” ya da “keklenmiş” diye damgalanmamak için seslerini çıkarmadılar.

Dördüncü ihtimal; eee bu işlerde böyle iş kazaları olur, ya çalışsaydı, yaşamıştım, edasıyla verdikleri paranın da üstüne, kayıp-kazanç kardeştir düşüncesi ile bir bardak soğuk su içtiler.

Satın alan uyanıkların ne kadar zeki, çevik ve ahlaklı olduğu bir kenara, kimse satın alan bu puştlara “yahu utanmıyor musun da insanları çıplak görmeyi arzuluyorsun” dememiş te anlaşılan. Çok muhtemeldir ki, parayı denk getirip satın alamayanlar ise hala hayıflanıp durmakta ve bunu alacakları güne yönelik hayal kurmaya devam etmektedirler.

Sonra sen, Aziz Nesin, çoğunluğa bir sıfat yükledi diye mahkemelere koşacaksın, yine bir film aktristi ya da manken bir kızcağız, kendini çoban ile kıyaslayınca kızacaksın, hadi oradan…

Bu minvalde son günlerde dinlediğim en güzel hikâye de; Gazeteci Yılmaz Özdil’den; “Playboy yıldızı Anna Nicole Smith, haftada bir gün sırf zevk için Edirne Genelevi’nde ücretsiz hizmette bulunuyor sayın seyirciler” diye haber yaptılar. Kapıda kuyruk oldu iyi mi? Hâlbuki... Özel televizyon furyasıyla başlayan abuk sabuk habercilikle alay ediyorlar, programın başında sonunda, bangır bangır “bu bir şaka programıdır, mizahtır” diye anons yapıyorlardı. Ahaliyi ikna edemediler kardeşim... Hatta şaka olduğunu Vali’ye bile inandıramadılar. Edirne Valisi, Anadolu Ajansı aracılığıyla resmi açıklama yaptı: “Öyle bir hanım Edirne genelevinde çalışmamaktadır...”

Yer kalmadığından “sokak röportajları” adlı programda “Mısır Piramitlerinin” canım Yurdumun limanlarından Mısır’a nasıl kaçırıldığını tarih öğretmeni ağzından anlatamadım… Bir daha ki sefere inşallah… Yine de “deli olmak” güzel be, düşünsenize akıllısınız bu ortamda… Hay Allah…

Pazartesi, Ocak 08, 2018

TENİMDEKİ ÜLKE NİKARAGUA


Adım attığı genç kızlık girişinin küçük burjuva, nihayetinde de Nikaragua’nın özgürleşme sürecinde başından sonuna devrimci yaşam, deyim yerinde ise bluejean ve tshirtle başlayan, haki askeri elbise ve postallarla nihayetlenen bir yaşam ve şair ve yazar, Gioconda Belli’nin “Tenimdeki Ülke Nikaragua” kitabını okuyorum, konu devrim, silahlı mücadele, propaganda ve kadın ve kadının büyümesi, anneleşmesi ve aşk, bir sevdalı ve nihayetinde de kadın ve iktidar ilişkisinin hikâyesi… Kadının postalları ile devrime katkısı ve romantizmi ve de Nikaragua’nın 70’li yıllar boyunca yaşadığı iç savaş ve bu iç savaşı dün gibi hatırlayan, kendisini emperyalizmin jandarması tayin eden ABD’nin kayıtsız şartsız desteklediği faşist Somoza iktidarı ve onun ordusu ve askerileşmiş sivil kontralar eli ile yaptığı katliamları yüreğinde ve vicdanında hissetmiş,  devrimin başarısı ile de gururlanmış, bizlere de nostaljisini yaşatmaktadır mezkûr kitap… Dünyaya, “dünya’nın beş’ten” büyük olduğunu gerçek manada ispatlamış olan, dünyayı değiştirmenin mümkün olduğunu ya da hiç değilse bunun için hayatın vakfı, bilahare de devrimin kendi çocuklarını yemesi ve sonra da belki de çoğumuza ironik gelecek bir şekilde bir ABD’li ile evlilik ve mezkûr ülkede yaşamaya başlamak… Halkına ve Devrime aşık Gioconda Belli, devrimci bir yazar ve şair olarak, pek çok devrimci hareket önderleri yanında Küba lideri Fidel Castro’dan, Panama Diktatörü General Omar Torrijos’a önemli pek çok ülke lideri ve Gabriel Garcia Marquez gibi önemli yazarlarla tanıştı, onların dönemine ve önderliklerine tanıklık etti, günün ruhuna uygun sohbetleri oldu, işte bu yaşanmışlıkların önemli bölümü de bu kitapta yer almaktadır.

“Hayatımda iki şeyin kaderimi belirlediğini düşünüyorum; ülkem ve cinsiyetim” diye hayat özeti çıkaran Yazar Gioconda Belli; kitabın önsözünde, “Çok ağladım bir o kadar da güldüm. “Ben”den feragat ederek “Biz”i kucaklamanın sevincini keşfettim. Hiçbir değere bağlı kalmamamızın vaaz edildiği, kolayca yılgınlığa kapıldığımız, inancımızı yitirdiğimiz ve hayallerimizi inkâr ettiğimiz bugünlerde hayatı -hatta ölümü- değerli kılan türden bir mutluluğu savunmak adına bu anıları yazıyorum." demektedir. Nikaragua’daki Sandinista hareketinin, hareketi oluşturan eğilim ve unsurların birlikteliğinin yarattığı müthiş enerji ile yerle bir edilen ABD emperyalizmi ve yerli ortakları, siyasi liderliğini Somoza’nın üstlendiği oligarşi, Sandinista hareketi tarihinin yeniden ve içtenlikle, yükselişi ve çöküşü, nihayetinde de kişiselleşmesi temelindeki gelişimi, Gioconda Belli’nin siyasi hayatı, devrimin yüklendiği propaganda faaliyetlerinin iç içe geçmişliği çerçevesinde son derece öğretici bir biçimde yazılmıştır mezkûr kitapta. Kitaptan akılda kalanlar, “Herkesin mutluluğu için verilen mücadelede, her şeyden önce insan kendi mutluluğunu buluyordu.” İle bir adanmışlık, “Dünyayı değiştirmek gibi bir hayaliniz varsa, onu gerçekleştirebileceğinizi hissetmenizden daha üstün bir güç yoktur ve o gün, orada her şey mümkündü, gerçekleşmeyecek hiçbir hayal yoktu. İle bir inanmışlık, “Birden düşünme, düşüncelerimi yansıtma özgürlüğüne sahip olmuştum. Mutluluk arayışının devrim yapmak kadar meşru bir amaç olduğu fikrindeydim; aklımı kendi mutluluğumu kazanmakta kullanamazsam, dünyayı kurtarmaya nasıl kalkışabilirdim? ile idealistlik, “Asıl üstesinden gelinmesi gereken kendine uygun eşi bulmak değil, bir yere yerleşmeyi, eksiğiyle, kusuruyla birbirini kabullenmiş iki varlığın özverili emeğiyle toprağı işlemeyi, köprüler kurmayı ve toprağın ilk titreyişinde kaçmamayı göze almaktı. İle bir mutlu gelecek tarifi yapılmasındadır, bana göre…

Kitaptan altını çizdiğim bölümlerle baş başasınız.

Devrim’in olumlu yanlarını göstermeye çalışıyorduk. Küçük başarılar bile enerjimizi yenilemeye yetiyordu. Kimin yazdığı bilinmeyen bir Vietnam şiiri benim düsturum oldu.
"Bombaların açtığı çukurları dolduruyoruz
Yeniden şarkılar söylüyoruz
Yeniden ekip biçiyoruz
Hayattan ümit kesilmez çünkü."

Öylesine bir yalnızlıktı ki ölüm! Ölülere başkalarıyla yola çıkma tesellisi bahşedilemezdi. Hayatta kalanlara ise nihai, mutlak çaresizliğin ıstırabını tahayyül etmek düşüyordu sadece.

Kitap düşüncedir. Toplumun içinde özgürce dolaşması gerekir. Bilginin sadece onu satın alabilenlerin tekelinde olmasından büyük rezalet olamaz. Bilgi evrenseldir. Hepimizindir.

Bir fikir uğruna, başkalarının özgürlüğü için canlarını vermelerini mümkün kılan nasıl bir dürtüydü? Kahramanlık güdüsü nasıl böylesine güçlü olabiliyordu? En çok hayret ettiğim ve olağanüstü bulduğum, adanmışlıkla birlikte gelen gerçek mutluluk ve doyumdu. Hayat, benzersiz bir anlam, amaç ve yön kazanıyordu. Dört başı mamur bir duygu, olağanüstü bir dayanışma, içten, duygusal bir bağ, tanımadığın yüzlerce insanla, kalabalıklarla paylaşılan, yalnızlığın ya da tecrit edilmişliğin buharlaştığı bir yakınlık,

İktidar, erkekleri hak sahibi olduklarına inandırıyor. Başlarını döndüren bu güçlü inançla göğüslerini şişirip halklara ve kadınlara saldırıyorlar.

Barışın ve dirliğin doğasında var olan ulaşılabilir, gündelik, bizi her an ölümle tehdit etmeyen, ama hayatın her imkânını değerlendirmemiz, aynı zaman içinde bir değil birkaç hayat yaşamamız için mücadeleyi gerektiren bir kahramanlık türü de vardı. Kişinin zaman ve uzamda çok yönlü bir varlık olduğunu kabul etmesi modern hayatin bir gereği, teknolojinin yabancılaştırıcı değil özgürleştirici bir güç olarak benimsendiği bir çağda yaşayanların faydalandığı imkânlardan biriydi.

Ben de bunun için mücadele etmiştim; kızlarım Che'nin dediği gibi, "Dünyanın herhangi bir yerinde, herhangi bir insana karşı yapılan, herhangi bir haksızlığı yüreklerinde duysun." diye mücadele etmiştim.

 

Pazar, Aralık 24, 2017

CHE GUEVERA EFSANESİ ÜSTÜNDEN KAHRAMANLIK


Kalp muhteremin biri ne diyor; “Che 39 yaşında öldürülen, bizzat kendisinin infazlar yaptığı bir katil kişilik. Bir gerilla. Bolivya’da, Küba’da, Güney Amerika’da faaliyette bulunan bir eşkiya benim liseli gencimin yakasında, göğsünde olamaz. Olmamalı. Bağı yok benimle. Köküm bir değil. Tarihim bir değil. Benim kendi tarihim ve insanlarım var. Onlarla övüneceğim. Garip. Fatih’i Dünya tanıyacak ama Türkiye tanımayacak”

Bu gaflet, dalâlet ve hıyanete cevap vermeden olmaz ki; burada olsa olsa Küba diktatörü ile bir ruhi hemhal vaziyetinin defansif ve de depresif ifrazatıdır tüm bu söylenenler olsa olsa, bütün sorun bu gerisi laf-ı güzaf… Ne diyelim yalanın bu kadar kuyruklusu da bu muhterem sayesinde erişilemez kadar büyüdü büyüdü, “Fatih” tanınmıyorsa, kim tanınıyor acaba… Sayenizde, çok şükür bir tek cep telefonu icadı ihalesi Fatih’e kalmadı… Yahu neler yapmadınız ki, 2. Köprüye adını verdiniz, öğrencilere bilgisayar dağıtımı projesine adını verdiniz, Canım Yurdumda erkek isimleri sıralamasında 11. sırada bulunuyor olması bile kara propaganda yapmanıza engel değil… Yahu artık bir de doğruları söylemeyi deneseniz… Gerçi bu söylediklerinin doğruluğuna siz de inanmıyorsunuzdur büyük ihtimalle ama siyasi emel-i vehmi ve hedeflerinizin tahakkuku cahilin ferasetine müstenit olması münasebeti ile milletin akli kündesi kaçınılmazdır… Aaaa inanıyorsanız da durum daha vahimdir vallahi, Allahım sen aklımı koru yarabbim noktası, Allah selamet versin…

Bu muhteremlerin tekmili birden Che’yi anlama kurslarına yazılmalıdır bence, yazılmalıdır ki, biat kültüründen gelmek ve doğmatizm ile hayatı idame ettirmek ile ferasetin, aklın ve izanın oluşmadığı anlaşıla, aksi takdirde, haydi çocuklar doktora, derler adama maazallah… Geçen yüzyılda dünya ölçeğinde, emperyalizme canı pahasına karşı çıkan bir sözcü, bir lider, bir önder aranacaksa eğer, And Dağlarında yoksul bir yerli köyünde, yoksulluğun yeryüzünden silinmesi mücadelesinde bayrak olmuş, bu uğurda tüm bağımsızlıkçıları hedef almış ABD’nin en ünlü insan avcılarını ve kasaplarını bir araya getiren ordularca, malum organlarının yusufundan ötürü, yaralı yakalanmasına rağmen katledilen, bununla da yetinilmeyip, ola ki dirilir kâbusuyla elleri bile kesilen Che’den başkasını, ne kadar ıkınırsanız ıkının aklınıza getiremezsiniz. İsyan, karşı çıkış, direniş, kurtuluş, bağımsızlık, adalet, hak, hukuk, eşitlik, namus, onur, gurur, özgürlük gibi daha pek çok olumlu sıfatın, Che akla gelince hatırlandığını, dünyada pek çok yerde bu sıfatlar ile yola çıkanların kendisini bayrak edindiğini bilmiyor olmanıza imkân yok… Bolivya Devlet Başkanı Evo Morales’in Che’yi “özgürlüğün, egemenliğin, haysiyetin ve hepsinin üzerinde adalet ve eşitliğin simgesi” olarak selamladığını da ilaveten bir kenara not ederken 1967’deki devlet başkanını artık kimselerin hayırlarla yâd etmediğini de gayet iyi biliyoruz, tıpkı yüzde yüz yerli ve milli olan evren gibi, ilaveten ABD ile siyasi hemhal olmuşluğuna rağmen bir helikopter kazasına kurban gitmesine engel olamamıştır, yani anlayacağınız yalakalığın ve satışın kendisini kurtaramaması hali... O sizin katil dediğiniz, bir ülkenin “bakanı” olmuş, saygın bir şahsiyet olma genel kabulü, sizin nezdinizde bir mana ifade etmiyor farkındayım, bilgisizliğin, hadsizliğin ve terbiyesizliğin yarattığı müthiş cahil cesareti ve organ karışıklığı nedeniyle ağzınızdan kaçırıyorsunuz ama sizin gemilerini kıble tayini ile namaz kıldığınız ülkenin, hiçbir fedakârlıktan kaçınmayarak, ülkesinin kerhane ve kumarhane ihtiyacı karşılamak üzere sınırsız desteklediği, bir manada fikri hemhâlınız Diktatör Batista’nın karşısına çıkmış olmasını içinize sindiremiyorsunuz gibi duruyor konu… Mustafa Sabri Efendilerden el almış gafillerin, ABD’nin 6. Filosunu Canım Yurdumun bağımsızlığını tehdit ediyor olması gerekçesi ile protesto edenlere, silahlarla, bıçaklarla, baltalarla saldırıp insanları öldürüp, yaralayan güruhun liderliğini yapanların, zaten Che Guevera için “iyi adamdı” ve “Bağımsızlık benim karakterimdir” ya da “kendisini minnet ile anıyoruz” demesi abes olurdu ve de ben de şahsen alınırdım. Beni utandırmasınlar diye bu kelamları bu biçimi ile söyleyenlere teşekkürlerimi arz ediyorum.

Tabii ki ABD’nin gemilerini adeta “kıble tayini ile” hedefleyerek teşekkür namazı kılanların anlaması mümkün değil ayrıca anlamalarını da aklıselim kimsenin beklemediğini biliyoruz. CIA beslemelerinin, CIA ve devleti ABD’ye karşı bağımsızlık savaşı verenleri sevmediler, daha da ötesi bu karşı duruşu hiç unutmadılar ve kinlerini her fırsatta kusmaya devam ettiler ve ediyorlar. Zaten tek kitapla hem de onu da ciddi bir biçimde okumadan kulaktan dolma bilgilerle okumuş sayılanların bu kadar okumuş, okuma ve öğrenme sevdalısı insanları seviyor olması da beklenmez. Mesela sizin fotoğrafınızı tşirtüne basan biri var mı dünya da, çocuklarınız bile basmamışlardır, bunu böyle bilesiniz… Bop diyerek hop ettirenlerin haddine mi kalmış, dürüstlük, asalet, ahlak, etik, namus abidesi Che için laf etmek, ağızlarını 1 milyon kez çalkalamaları gerekir diye düşünüyorum.

Eeeee tabii ki, Mustafa Sabri Efendi, Dürrizâde Abdullah Efendi, Damat Ferit Paşa, Ahmet Aznavur yüzde yüz milli ve yerli ama elin gâvuru Che eşkıya, katil… Kalp kahramanlık böyle bir şey işte… Bunların derin hoca diye yere göğe sığdıramadıkları mısır püsküllü hoca ne diyor; “Beni tefe koyarlar ama keşke Yunan galip gelseydi. Ne hilafet yıkılırdı. Ne şeriat yıkılırdı. Ne medreseler lağvedilirdi. Ne hocalar asılırdı. Hiç biri olmazdı”. Nokta hatta üç nokta…

 

Cumartesi, Aralık 16, 2017

MECBURİYETİMİZE KUŞ KONDURMAK


Geçtiğimiz yıl CHP Çeşme İlçenin düzenlediği sabah kahvaltısına katıldım. Büyük dayanışma ile hazırlanan yiyecekler, gayet münasip bir düzen içinde davetlilere sunulmak üzere masalara dağıtılmış idi. Gerek geç kalmamdan kaynaklanan kısa süreli katılımım, gerekse de gündemdeki başka konuların diğer misafirler ile paylaşılması nedeniyle yapılan konuşmalara çok fazlaca muttali olamadım, ancak CHP’nin Çeşme ve İzmirli ağır toplarının, CHP’li hemşerilerimi ve katılımcıları nasıl damardan etkiledikleri, ben fazla anlamasam da varolan coşkudan ötürü çok açıktı… Zaman artık ayrılma zamanı idi, tam ayrılır iken, çok sevdiğim ve saygıdeğer bulduğum bir büyüğümüz sandalyesinden ayağa kalkarak koluma girip, beni İzmir CHP milletvekili, haydi adını vermeyeyim, ama basından Çeşme ile çok ilgili olduğunu bildiğim muhterem ile tanıştırdı. Beni tanıtır iken de, beni honore edeceğini düşündüğünü düşündüğüm bir şekilde, “Çeşme’nin iyi bir CHP’lisi ve gazetecisidir” biçimi ile takdim etti. Karşılıklı memnun oldum muhabbeti arasında, “Sn. Vekilim, abimiz sağ olsun, var olsun, beni yüceltmek istediğinden olsa gerek, hem CHP’li hem de gazeteci olarak takdim etti ama her ikisi de doğru değildir, ne CHP’liyim ne de iyi bir gazeteciyim. Ben sadece düşündüğü gibi yazan birisiyim, ama daha da önemlisi torpil ile de bir gazetede bir köşe buldum, idare ediyorum” dedim ve devamla “eğer CHP İlçenin kahvaltısına neden katıldınız diye düşünecek olursanız da, mecburiyetimize kuş konduruyorsunuz” dedim. Bu lafın hangi anlamda kullanıldığını anlamamış gibi bakınca, bakın manasını ben size söyleyeyim diyerek, “Cumhurbaşkanı adayı olarak kitlelerin önüne getirdiğiniz kişiye, kitleler istemeye istemeye, çaresizlikten ya da mecburiyetten oy verdiler, ama siz aday olarak gösterilen kişiye hiç itiraz etmediniz, HDP’lilere yönelik “dokunulmazlıkların kaldırılması” konusunda bu kadar düşünmeden verdikleri desteğin, aldıkları kararın kendilerini de vuracağını söylediğimde, vekil hemen sözümü keserek, ateşli bir şekilde, “o konu başka” demiş idi, “hep beraber yaşayarak göreceğiz bakalım” dedim “Sn. vekilim göreceğiz bakalım başka mı, başka değil mi? Sarı öküzü verince artık yapacağınız bir şey kalmayacaktır, göreceksiniz” diyerek veda ederek ayrıldım oradan…

Bir başka gün, yine dönemin kifayetsiz muktedirlerinden birinin gündemi germek ama nihayetinde fikrini dökmek adına ve açıktan bir Atatürk saldırısı için, başta CHP İlçe başkanı ve yukarıda tanıştığımı beyan ettiğim muhterem vekil birlikte, yanlarında birkaç muhterem daha, Çeşme Adliyesine suç duyurusunda bulunmak için giderler iken karşılaştık, Başkan beni mezkûr vekil ile tanıştırmak için durdurunca, baktım ve de karşılıklı bakıştık. Başkanın tanıştırayım söz üstüne ben tanıdığımı beyan edince, baktım vekil de ben tanıyorum, “bu mecburiyetine kuş kondurduğumuz arkadaş” dedi. Derin manasına karşılıklı vakıf oluş hasebi ile gülüştük… Ben hemen tutuklanan milletvekilleri konusunda rahat olup olmadığını kendisine sorduğumda, ne yazık ki ve muhtemelen söyleyeceği bir şey olmamasından ötürü, yorum yapmadan, nasılsın iyi misin faslına devam etti. Belli ki o da, tutulan yoldan olmasa bile gelinen noktadan son derece rahatsız ama çare yok…

Yalnız bu kabil fikriyata yatkın olanlara hiçbir şey ders olmuyor, sadece karşıtların aldanmaları ile eğlenirken kendi aldanmaları da diz boyu… Bir de hatırlamada bulunalım bu muhteremlere, artık mecburiyetine kuş kondurduklarınız sizinle birlikte daha fazla olmak istemeyebilirler aman dikkat… Artık çaresiz olmadıklarının farkına varırlar maazallah… Dikkat… Kuş kondurmanın da bir sınırı olmalı, kendilerine gelmeliler ve kuş kondurma yerine daha münasip olanı ikame etmeliler.

Hani meşhur hikâyedir ya. Muhtemelen herkes biliyordur ama bir kez daha tekrarlamanın zararı yoktur umalım.

Bir öküz sürüsü varmış, çevredeki birkaç aslanın ağızlarının suyu akarak ama asla erişemediği bir durumda otlamaktadırlar, sonra bir gün, aslanlardan biri, açlığa çare bir hinlik düşünür ve sürünün yanına gelerek, “biz aslında size ilişmek istemiyoruz ama içinizdeki şu sarı öküz çok sinirimize dokunuyor, onu bize verirseniz siz de kurtulursunuz, biz de rahatlar ve size ilişmeyiz” demiş. Sürünün önde gelenleri toplanıp “sürünün âli menfaatleri adına” sarı öküzü vermeye razı olurlar ve saldırıdan kurtulacaklarını sanırlar ama aslan kısa bir süre sonra benzer bir bahaneyle kapılarına dayanıp başka bir kurban isteyene kadar… “âli menfaatler adına” kurban vere vere öyle bir noktaya gelinmiş ki, sürü küçülmüş ve sonunda aslanlara tamamen yem olmuş. O son anda, aslanlara sürekli kurban vererek kurtulacağını zanneden sürü liderleri, “biz bu savaşı ne zaman kaybettik?” sorusuna cevap aramış. Ve bu savaşı “sarı öküzü verdikleri gün” kaybettiklerini anlamışlar. Nokta… Üç nokta hatta…
 
Ah ki ah, hani yaşananlardan yeterince ders alınabilse idi, hiç bunlar böyle bir daha, bir daha yaşanır mı idi? “Benim oğlum bina okur döner döner yine okur” durumu devam anlayacağımız…

Pazar, Aralık 10, 2017

YURDUMUN İNSANLARI


Otobüste en öne oturdum yolun uzunluğundan ötürü, otobüse binen her yurttaşı göreyim diye, ne kadar sevinçli, ne kadar memnun, ne kadar hüzünlü, ne kadar düşünceli, ne kadar kızgın, ne kadar kederli, ne kadar nefret ile bakıyor, ne kadar aydın, ne kadar gerici, ne kadar yobaz, vs. vs… Hülasa canım yurdum insanının ortalamasını görmek adına…

Yolculara bakayım derken, asıl bakılacak tam da günümüzün insanı bir şoför var, evlere şenlik, ne kadar az bildiği ne kadar çok bildiğini gösterme çabasından anlaşılıyor… Tam da “cahilleri çok seviyorum çünkü onlar her şeyi çok iyi biliyorlar” sözünün tecrübe edilerek imbiklendiği bir muhterem görüntüsünde, cahil ama mağrur… Cehalet paçalarından sökün etmiş, tam günümüzün ruhuna uygun yurttaşımız… Taksim tarafından geldiğini ve geç kalmasının nedeni olarak oradaki bir gösteriyi söyleyerek başlıyor söze, “hayırdır birader, ne gösterisi varmış dediğimde de, “kadınlar özgürlük istiyorlarmış” dedi ve “daha nasıl özgür olacaklar anlamıyorum, bundan daha nasıl özgür olunurmuş, ne istiyorlar da yapamıyorlarmış” gibisinden işkembe-i kübradan sallamaya başladı… Belli ki, akşamları full izlediği televizyon dizilerinden, müzik-show programlarından aklınca çıkardığı özet gereği, rolmodeli Tatlıses gibilerin ağız artığı kelamı papağanlamakta idi… Ancak özgüven patlaması muhteşem idi… Görmüştü kurs, almıştı ders… Neymiş kadınlar daha ne özgürlüğü istiyormuş, daha ne kadar özgürlük olurmuş… Kendisine Taksim’deki gösterinin özgürlük talebinden ziyade, “25 Kasım kadına şiddete karşı dayanışma günü” nedeni ile şiddet aleyhtarı bir gösteri olduğu ve çok haklı ve meşru bir şey olduğunu lisanı-ı münasip ile ifade edince, kapadı çenesini ve şoförlüğe devam etti. Tabii nereden bilecek beyefendi (aslında zavallı), canım yurdumda nerede ise her gün bir kadının katledildiğini ve kendisi gibi bir kalabalık güruhun da cinayet ikliminin hazırlayıcısı olduğunu… Bu ebleh ortalama yurdum insanı için bunlar vukuatı adiyeden idi besbelli… Aslında bakmayın, özgüven gösterisinin bir milyon olduğuna, birazdan yaptığı uzun telefon konuşmasından anladığım, kendisinin İlgisiz, bilgisiz ve sorumsuz ilaveten saygısız, sevgisiz ve kin sahibi biri olduğunu ve ne yazık ki canım yurdumun vasati insan tiplemesini oluşturduğunu…

Varacağımız yere olan sürenin yaklaşık 2 saat olduğunu söylersem, geçilen durak sayısının, binen insan sayısının akılda tutulmasının bile imkânsız olduğu da aşikârdır. Birkaç durak sonra, şoför durak harici ama durağa yakın sayılacak bir yerde durdu, kapıyı açtı dışarıdaki büfeye gitti ve bir hışımla otobüse döndü, döner dönmez de; “200 Tl veren yolcu kimdi” diyerek çift katlı özel halk otobüsünün içini koltuk koltuk dolaştı, kendisine 200 Tl yi vereni bulamayınca, bir taraftan uzaktan belli belirsiz delikli zımba ile delinmiş 200 Tl yi sallarken, diğer taraftan hemen cep telefonuna sarıldı ve merkezi arayıp kamera kayıtlarından 200 Tl yi veren şahsın tespitini istiyordu. Bu arada da otobüs kapıları kapalı biçimde hareket etmeden duruyordu… Nihayet tüm gün çalışmış ve bir an önce evine dönmek isteyen insanların, neden hareket edilmediğini yüksek sesle sormaya başlaması neticesinde, kamera görüntülerini beklediğini yüksek sesle tüm yolculara duyurdu… Hemen kendisine, görüntülerin gelmesini beklerken bir polis karakolu önüne çekmesini en önde oturan yolcu olmam sorumluluğu ile önerdim, çünkü gelecek görüntülerden sahte para verdiği söylenen kişi tespit edilse bile kendisinin bir hukuk adamı, bir kolluk kuvveti olmaması nedeni ile yaşanacak kargaşanın önüne geçilemeyeceğini söyledim. Yurdumun vasati insanı hiç duymamazlığa geldi, söylediklerimi… Neyse otobüste polis olduğunu söyleyen ve polis kimliklerini gösteren 3 kişi geldi yanına, 155 polis imdat arandı ve uzun süren tartışmalardan sonra bir polis karakolu karşısına gidildi, otobüsten karakoldan yardım istemeğe bir polisin gidişi dışında kimsenin inmesine müsaade edilmeksizin beklendi, bu arada görüntüler geldi, artık 200 Tl yi veren biliniyordu. Arandı tarandı mavi kazaklı kişi ama öyle biri otobüste yoktu, bu arada yaklaşık 1 saatlik süre de geride kalmış idi, derken yolculardan 3 tane delikanlı geldi, şoföre kapıyı açmasını istedi, o açmadı direndi derken, iş nerede ise kavgaya dönüşecek iken, artık 155 polis imdat ve polis karakolundan bir yardım gelmeyeceği de anlaşılmış idi delikanlılar da çok sert bastırınca kapı açıldı, gençler gittiler… Şoförün de artık sabrı ve ümidi tükendi ve teslim oldu, bu arada şişkin ego ve karizma da çizilmiş oldu ve nihayetinde yola koyulduk… Artık, özgüven patlaması yaşayan şoföre, özgürlükler ülkesinde yeterince gözünü açmaması, canını uyandırmaması halinde böyle özgürce 200 Tl sahte paranın iteleneceğini hatırlatmak gerekiyordu… Yani bu kadar da özgürlük olmazdı canımmmm, durumu…

Asıl hikâye bundan sonra başladı, kulaklığını çıkardı, telefona taktı ve annesi olduğunu anladığımız kişi ile başladı konuşmaya… Başlardaki her şeyin güllük gülistanlık olduğu memleket ahvali dama demişti abinin gözünde… Kaç günlük çalışmasının karşılığını kendisine sahte para vererek almışlardı daha doğrusu çalmışlardı elinden, zaten bu parayı da kazanabilmek için sabahtan akşama kadar direksiyon sallıyormuş, canı çıkıyormuş, memlekette para kazanmanın ne kadar zor olduğunu birilerine anlatılmasının zamanı gelmiş, sabahtan akşama kadar yolcu diye ne kadar kötü insanlarla muhatap oluyormuş, iyi insanın dürbün ile arandığı devir yaşanıyormuş, hayatın ne kadar zor olduğunu kimleri kast ederek söylüyordu, vs vs… Son olarak ta annesine karının da kendisini terk ettiğini söyledi, muhtemelen annenin karısından yana savunma yapması üzerine, karısından şikâyetlerini sıraladı durdu… Nerdeyse 1,5 saat telefonda her şeyden ama her şeyden yakındı durdu, artık sanki başta savunduğu güllük gülistanlık ülke gitmiş, rezalet bir ortam gelmiş idi son 2,5 saatte… Zaten polis bile sahte para ile ilgilenmiyormuş, ne olacakmış bu memleketin hali diye diye giderken, benim ineceğim durağa geldik… Allah diğer yolculara sabır ihsan eylesin dedim ve indim… Canım yurdumun halleri…

Büyük şair Nazım Hikmet ile nokta…

Akrep gibisin kardeşim,
korkak bir karanlık içindesin akrep gibi.
Serçe gibisin kardeşim,
serçenin telaşı içindesin.
Midye gibisin kardeşim,
midye gibi kapalı, rahat.
Ve sönmüş bir yanardağ ağzı gibi korkunçsun, kardeşim.
Bir değil,
           beş değil,
                      yüz milyonlarlasın maalesef.
Koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.
Dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,
hani şu derya içre olup
                            deryayı bilmiyen balıktan da tuhaf.
Ve bu dünyada, bu zulüm
                                    senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
                      kabahat senin,
                                     — demeğe de dilim varmıyor ama —
                      kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!

Salı, Aralık 05, 2017

EY GALATASARAYLILAR


Galatasaray; teknik direktör Tudor ile yaklaşık 1 yıllık görev süresince hiçbir büyük maç kazanamadı ya, koptu kıyamet, “Tudor go home” (tabii benim yazdığım biçimi ile asla söylenmeden, küfür diz boyu, din iman, mor mintan)… Bu yaklaşımın neresine ne diyeyim, kıyıdan da taraftar böyle celallenince, yöneticiler ise avuçlarını ovuşturarak, durumu izliyorlar… Maksat ciro olsun, gelsin mamalar misali… Alıver, satıver ticarete can veriver… Bu arada, 02.12.2017 tarihinde yapılan olağanüstü genel kurul toplantısında ne diyor Başkan bey; “Riva ve Florya arsalarımızın değeri 508 milyon. Riva 388 milyon, Florya için 120 milyon TL ekspertiz değeri çıktı… Emlak Konut'tan 508 milyon TL'den 341 milyon TL aldık, Hesaplarımıza 41 milyon TL faiz geldi. Biz aldığımız 341 milyon TL'den 315 milyon TL'yi Sportif A.Ş'ye koyduk. Sportif A.Ş de 1 dakika beklemeden mevcut borçlar için bankalara aktardı.” Bravo bay Başkan bravo… Gitti, Riva, gitti Florya… Bu kafa ile Galatasaray da gider… Hatırlıyorum da buna benzer bir kafa Galatasaray’ı 1970 lerin sonunda da yönetiyordu, dua etsinler de öne sürüldüğü üzere Beşiktaş şikesi ile o zaman ki 1. Lig’de kalabildiler. Adnan Polat ile başlayan tek adamlı yönetim sonunda da Galatasaray tam anlamı ile batma noktasına geldi… Nasıl mı, diyeceksiniz, işte öyle… Önce o dönemdeki Galatasaray yöneticisi Bülent Tulun’un, tek adama sorduğunu hatırlayalım; “Şoförünüzün Galatasaray kasasından makbuz karşılığında aldığı 1,5 milyon dolar da umarım Galatasaray menfaatleri için alınmış ve harcanmıştır”… Nokta… Nokta dediğime bakmayın, daha diyecek çok şey var da, konu o değil, konu Galatasaray yıllardır çok kötü yönetiliyor, ama her seferinde teknik yönetim harcanarak durum geçiştirildi, durdu… Taktik belli, bunun adı düpedüz başarısızlıkların faturası kesilirse kimden ses çıkmaz ya da en az ses kimden çıkar ve o da kuru gürültüye gider, durmak yok, yola devam… Ama herkes, her yöneticide olduğu kadarı ile analiz yapıyor ve üflüyor, isabet var mı, yok, peki isabetli analize gerek var mı, o da yok, ehhh o zaman, ver gazı gitsin… 10.11.2013 tarihinde yazıp https://sosyalyasamdaalternatif.blogspot.com.tr/2013/11/galatasaray-degerleri.html
 linkinde yayınladığım, 01.03.2016 tarihinde yazıp https://sosyalyasamdaalternatif.blogspot.com.tr/2016/03/galatasarayin-perisanligi-ve-yonetim.html linkinde yayınladığım, 17.12.2012 yazıp         https://sosyalyasamdaalternatif.blogspot.com.tr/2012/12/inadin-telasin-ve-hayalkirikliginin.html yayınladığım, yazılarıma bakılırsa murat ve meramımın ne olduğu çok net anlaşılır.

Şimdi araya girip bugüne kısa bir göz atalım, sanki Başakşehir'den 5 yememiş, Trabzon'dan 2 yememiş, Antalya'ya karşı tel tel dökülmemiş, Kardemir Karabük çok zor geçilmemiş, Bursa’da tel tel dökülmemiş gibi yapılmasın lütfen... İleri ve dikine ve de hızlı oynayan takımlara karşı hiçbir çıkış yolu bulamamış, ya da kendisine lazım gelen galibiyeti kazanacak yolu bulmakta zorlanıyordu ama her şeye rağmen süper ligde liderliğini sürdürüyordu…

Ey Galatasaraylılar, bilin ve emin olun ki, Tudor'a kızarak konu temizlenmez... Adnan Polat'ı başkan yaparken, Fatih Terim'i imparator yaparken, hazırlandı bugünler, hem de birçoğunuzun alkışları ile... Artık anlayın lütfen, mesele Tudor meselesi değil, bir yönetim felsefesi meselesidir... Yıllarca dedik durduk, herkes ya oyuncuya kızdı, ya hocaya... Galatasaray genelde iyi yönetilmiyordu, sanki Basketbol, voleybol iyi gidiyor da sadece futbol mu kötü gidiyor, zinhar, her taraf ama özellikle genel yönetim çok kötü…

Ne oldu “GS’nin 1,5 milyon doları inşallah GS’nin faydasına harcanmıştır” sözünün hesabı, ne oldu stadı 3 paraya TOKİ’ye verip matah bir iş yapılmışçasına göğüslerini kabartan dürzülere, vs vs... Mesele artık anlayın ki, toptan ve topluca bir yönetim anlayışı ve icrası iflasıdır... Kimse Fatih efendinin 4 yıl GS’yi şampiyon yaptığını söylemesin herkes biliyor gerekçelerini, taaa Derwall'den ve Feldkamp’tan gelen ve onlara dayanan yatırımların semeresi ve faizi yenmiştir... Sonra Adnan paşayı başkan yaptınız GS’nin ipini çekti... Şimdi başta her sene girişi ve flaş (aslında perişan) kadro kurulmasını alkışlayanlar olmak üzere herkes ağlamalıdır ve de kara kara düşünmelidir... Nerdesiniz eyyyy kongre üyeleri, neredesiniz eyyyy GS severler... Haydi, gün sizin, de haydi buyurun...

Yere göğe sığdıramadığınız, her krizde akla getirilen ama krizin yaratıcısından çözüm beklenmeyeceğinin bilinmesine rağmen, tıpkı yine olduğu üzere, hep akla gelen ya da getirilen Fatih Terim 2004’te Almaguer gibi emeklilerden çok büyük paralarla kurduğu kadro neticesi GS borç batağına sokarken, anahtarlar bana verilmezse takımı çalıştırmam dediğinde susanlar, dilsiz şeytanlar şimdi medyada tuttukları köşelerden Tudor’a zehirlerini kusuyorlar, ayıptır, adama kötü gün bekleyen harami derler maazallah, bir susun gayri… Aslında Tudor’un bu takıma getirilmesi meselesinden başlarsak kötü yönetimi bir kez daha net görürüz ama nerde…

Cuma, Aralık 01, 2017

BUNLARIN CEMAZİYE’L EVVELİ -9


Siyaset ve fikir adamı Abidin Nesimi’nin “yılların içinden” isimli kitabını okuyorum.  Yazarın iyi tanıdığı Demokrat Partinin Bayındırlık Bakanı Tevfik İleri’ye, 8. Mayıs.1960 Canım Yurdumu getirdikleri noktaları ve buradan gerek kendilerinin gerekse de ülkenin ciddi yaralar almadan çıkabilmesi adına, yazdığı mektubu aktarmak istiyorum. Çok uzun olması hasebiyle birkaç bölümde aktaracağım mektubu, geçmişi ve bugünü anlamak adına önemsiyorum. Kıssadan hisse babından… 3. Bölüm…

 

Aziz dostum,

1946’da Bilecik’ten, Menderes’e bir mektup yazmıştım. O mektubumda hülasaten şöyle demiştim; DP’nin bir muvazaa partisi olduğu söyleniyor. Gerçi, bu partinin kurucuları arasında mütareke yıllarının muvazaa komünist partisini kuranlarda var. Köprülü de İnönü’nün azad kabul etmez kölesidir. Fakat buna rağmen, DP’nin bürokratik kadronun teşkilinde, CHP ile, mutabakata varmış olacağına inanamam.

Siz hariç, diğer kurucuların konsekan bir demokrat olduklarından da şüpheliyim. Size gelince, politikaya serbest partiyle girdiğinize göre liberalist olmanız lazımdır.

Bana gelince, ben liberal değilim. Fakat toplumda azınlıkta olduğum için bana çeşitli imkânlar bahşeden liberallerle, ideolojik mülahazalarla değil, stratejik düşüncelerle işbirliği etmek zorundayım. Bu yönden partinizle anlaşmaya hazırım, diye yazmıştım.

Fakat bir taraftan, insan hak ve hürlüklerine saygı gösteren Nitti ve Krenski idarelerinin feci akıbeti, diğer taraftan Peker’in DP ve İnönü’yü tasfiye teşebbüsü, DP’yi İnönü'ye yakınlaştırmıştır. 12 Temmuz beyannamesiyle de DP İnönü’nün emrine girmiştir.

Şimdi DP’nin Türkiye’nin terakkisever kuvvetleriyle yapacağı anlaşma, 1946’da Menderes'e yazdığım ve yukarıda telhisen arzettiğim esaslar üzerinden olamaz. Zira bu hususlar şimdi güç birliği tarafından bayrak edilmiştir. Bunlar muayyen bir cephenin değil, bütün Türkiye’nin müşterek prensipleridir. Türkiye’nin terakkici unsurlarıyla yapılacak işbirliği, insan hak ve hürriyetleri mahfuz tutulma şartıyla, iktisadi cihazlanmayı sağlama, sosyal adaleti tahakkuk ettirme, kollektif barışa samimi olarak inanma, milli kurtuluşlara saygı gösterme şartıyla mümkündür.

Gerek CHP ve gerekse DP bu esaslar üzerinden Türkiye’nin terakkici unsurlarıyla lşbirliğine yanaşmazlar. Çünkü DP şimdi, tamamıyla bir açmaz içindedir ve kelleleri CHP tehdidi altındadır, bu sebepten DP ne yapıp yapıp CDP ile anlaşmak zorundadır. CHP’ye gelince, o kendini iktidara seçim yoluyla namzet görmektedir. İnisiyatif elindedir. DP hariç hiç bir kuvvetle anlaşmak zorunda değildir ve ihtiyacı da yoktur.

CHP mevcut seçim kanunuyla silme secimi kazanacağı için DP’nin nispi seçime yanaşmaması için çeşitli tazyiklerde bulunacaktır. Hâlbuki DP nispi seçimle, belki 200 kadar mebusluk kazanabilir. Hâlbuki mevcut seçim kanunuyla 50'den fazla mebus çıkaramaz. Eğer mevcut seçim kanunuyla yeni seçimlere gidilirse, DP tamamıyla tasfiyeye uğrar. Türkiye, seçim yoluyla tek parti rejimine döner, İnönü de Türkiye’nin Sukarno’su olur. DP liderlerinden intikamını alır. CHP’nin mecliste mutlak ekseriyeti sağladıktan sonra teröre geçeceğinin delilleri pek çoktur.

“Nerden buldun” veya, “neye yaptın” kanunları bunun ilk işaretleridir. Aşırı sağ ve sollara hürriyet verilmeyeceği hakkında Falih'in yazı yazması, Feyzioğlu’nun Batı Almanya’nın komünist partisini kanun dışı ilan etmesinin insan hakları evrensel beyannamesiyle kabili telif olduğunu yazması, bu keyfiyetin ilk işaretleridir. Hele seçimleri müteakip 6 ay içerisinde nispi temsille yeni seçimlere gidilmesinden bahsedilmesi şayanı dikkattir.

Mevcut seçim kanunuyla yeni seçimlere gidilirse, demokrasiye veda edilecektir. O zaman Türkiye’nin terakkisever kuvvetleri yeniden demokrasi savaşına çıkacaklardır. Bu yeni savaşa DP’nin tarihi mes'uliyetlerine iştirak etmemiş olanlar da katılacaklardır. Fakat o zaman atı alan Üsküdar’ı geçmiş olacaktır. Onun için daha imkan ve zaman varken, şimdi bu uyanıklığı gösteriniz! Türkiye’nin terakkiseverleriyle işbirliği ediniz! Veya bu işbirliği manilerini yıkınız!

Tekrar ediyorum; yukarıda dört maddede hülasa ettiğim esaslar üzerinde karşılıklı anlayışla bir mutabakata, ilk gençliğimin mücadele arkadaşlarıyla, varacağından eminim. Bu takdirde faal politikaya karışacağım; Neşriyata başlayacağım. Yukarda saydığım dört hususa, ek olarak, siyasi suçlar için umumi affı savunacağım. Terakkici unsurların arzusuna uyarak, siz de bir af çıkarırsanız, yarınımızı teminata almış olursunuz. Artık, bir hukuk devletinde, 6-7 eylül suçluları, Kore sanıkları, tahkik komisyonu üyeliği... ilh. gibi suçlular afla kurtulmuş olurlar. Pek tabiidir ki, ( . . . ) hiç bir zaman adli takipten kurtulamaz.

DP’nin yukarda yazdığım dört hususu yerine getirdikten sonra, onun da üye olacağı -hükmü şahsiyet olarak- bir terakkici cephe kurulur, beş, altı ay içinde bu cephe teşkilatını tamamlar, nispi seçimle yeni seçimlere gidilir. Demokratik yoldan, lider DP iktidarı, terakkici cephenin bir üyesi olarak, koalisyon kabinesini kurar.

Kanaatimce DP için çıkar yol budur. Mamafih, takdir ve tayin hakkı sizindir. Sana ve Birlikçi arkadaşlarıma selam ve hürmetler ederim.

8 Mayıs 1960