Çarşamba, Şubat 13, 2019

TOROĞLU BAŞKA ÜLKELERDE OLSA İDİ

TOROĞLU BAŞKA ÜLKELERDE OLSAYDI
AlmanyaTorstein
ArapEbu el Tor 
ArnavutlukTorolosh
BelçikaTorolki
Bosna HersekTorkach
BrezilyaTorinyo
BulgaristanTorov
ÇeçenistanTormaşal
Çek CumhuriyetiTorelek
ÇinTorai
DağıstanToroçvili
DanimarkaTorolson
ErmenistanTorolyan
EskimoTorasshole
FinlandiyaTorpink
FransaToroj
GürcüstanTorovili
HırvatistanTorolevski
HindistanTorolanje
HollandaTorkrijk
İranTorşems
İskoçyaTorkichus
İspanyaToroles
İsrailTorgud
İsveçTorkechi
İtalyaTorelli
İzlandaTorkiluss
JaponyaTorohomo
KamboçyaTorokiri
KazakistanTorkoch
KoreTorsumi
Kürt - KırmançiTorolmerdo
Kürt - ZazaToreşk
LatinceTorinçiyus
LazToruşak
LitvanyaTordelyus
MacaristanTorfolosh
MoğolistanTorpusht
MoldavaTorkichyus
NijeryaToroche
NorveçTorkis
ÖzbekistanTorbogk
Papau Yeni GineTorkinos
PolonyaTorkodosh
PortekizTorpero
RomanyaTorolesku
RusyaTorolov
SibiryaTorçanka
SlovakyaTorlesku
TaylandTorpich
TürkmenistanTorbeg
UkraynaTordanos
YunanistanTorolaki
ZuluToru
KızılderiTortop

Pazar, Şubat 10, 2019

EVİM - 4


Çocukluğumun geçtiği evin hallerine yönelik yazdığım; yaşam zorluklarının bolluğu yanında huzur, bereket ve mutluluk dolu sürecin tüm sokağımıza, hatta kentimize, hatta hatta tüm yurdumuza şamil bir durum oluşturduğunu söylemeye gerek yoktur sanırım. Sosyal ve ekonomik imkanların çok sınırlı ve kısıtlı olmasına rağmen hayatın tariflenemez kadar keyifli olmasının hayatiyeti bizim mutluluk tarifimizin kısıtlı ya da sınırlı olmasına mı bağlı idi bilemem ama insanların daha mutlu olduğu tüm beşerî ilişkilerin seviyesi ve kalitesinden bilinir ve anlaşılırdı. Yokluk ve mutluluk ile varlık ve mutluluk kıyaslaması yapıldığında görülecektir ki bu tuhaf tezat durum ve tenakuzun ne tarafında durursanız durun mutlaka karşının durumu daha özlenesi ve daha hedeflenesi bir cazibesi bulunacaktır. Şimdi çok çeşitli işlemleri oturduğumuz yerden kalkmadan bir tuş ile halledebildiğimiz bir üst teknolojik seviyede yaşıyoruz, herkesin cebinde yeterince para var, harika adalet saraylarında adalet dağıtıyoruz da ne oluyor, bir bakın Sağlık Bakanlığı verilerine, antidepresan kullanımı bir önceki yıla göre %25 artmış, son 10 yılda yaklaşık 2,5 kat artan bir sakinleştirici ilaç kullanımı söz konusu, yani istikrarlı bir ruh hali bozulmasının artışı, örneğin 2016’nın ilk 9 ayında 33 milyon 368 bin 916 kutu antidepresan tüketilmiş, bir önceki yıl yaklaşık 10 milyon kişi ruh ve sinir hastalıkları doktorlarına başvurmuş, demek ki tenakuz devam ediyor!!! Peki nedir bu kesif mutsuzluğun sebepleri; artan yoksulluk ve yolsuzluk, işsizlik, gelecek kaygısı, göç, tabii ve insani travmalar, madde ve alkol kullanım kaynaklı bozukluklar, toplumsal çatışma ve bölünmeler, belirsizlikler, vs vs… Neymiş demek ki “para ile saadet olmuyormuş” … Neyse; bu detaylar bu yazının hedeflediği konuyu aşmaya ve başka disiplinlerin iştigal alanını işgale başlamadan duralım. Aslolan beşerin beşer ve tüm doğa  ile iletişimi diyerek, çocukluğumun komşuluk ilişkilerine ve o güzelim komşularımıza gelmek istiyorum. İnsanlar o zamanlarda farklılıklarının beşerî ilişkilerinin önünde engel oluşturmadığını, amasız ve fakatsız salt “hemşehri” salt komşu olduğu için iletişmenin zorunluluğunu “komşu komşunun külüne muhtaçtır” atasözü ile formüle etmiştir. Bahse konu devir, “çat kapı misafirlik” devridir, kimse kimseye önceden haber vermeden misafir olur, habersiz gelinmesine rağmen büyük bir hoşgörü ile misafir edilirdi. İşte bu şeraitte çocukluğumdaki komşularımız ve komşuluk ilişkilerimiz üstüne hatırladıklarımı yazmak istiyorum.

Daha önceki bir yazımda tek başına kendisini konu ettiğim ve kendisine “cici” dediğim Leyla Kabasakal ve ile “dede” diye hitap ettiğim Tevfik Kabasakal en yakınımızdaki komşumuz idi ve nerede ise karşılıklı hakkımızda bilinmeyen birkaç mahrem şey dışında herhalde hiçbir şey yoktu. Yakın komşumuz olmamasına rağmen, günde en az 2 kez gördüğüm ve selamlaştığımız, babamın akranı İbrahim Tütüncüoğlu (Topal İbrahim), ki oğlu yaşında olmama rağmen bana bir yetişkin adam muamelesi yapan hatırladığım ilk kişi, ama mutlaka karşılıklı hitabımız “hemşehrim” idi. Ne güzel ve ne çalışkan bir abimiz, bir amcamız idi İbrahim abi, hergün sabah erken saatte sahibi olduğu “katır”ın sırtında bahçesine/tarlasına gider gün boyu orada çalışır ve eğleşir, akşam da geç saatte tekrar evine dönerdi. Başta enginar olmak üzere mevsimine göre her türlü sebze yetiştirme işini çok başarılı bir biçimde gerçekleştirdi tüm hayatı boyunca.

Yine bana yetişkin adam muamelesi yaptığını hatırladığım 2. önemli kişi ve komşumuz Marangoz Nuri Sağırbay abimiz/amcamız idi. Büyük bahçe içerisinde sulama havuzunun üstünde inşa edilmiş bir evde yaşar iken 1969 depreminde evin hasar görmesi nedeni ile bu sefer sokağa daha yakın bir yerde yeni inşa edilen bir evde oturmakta idi. Ancak, sağlık nedenleri ile uzunca bir süredir hukuki değil ama fiili emekli hayatı yaşar iken, tüm sokağımızı kedere boğan 1971 yılında elim uçak kazası olur ve oğlu pilot üsteğmen Ali Rıza Sağırbay abimiz vefat eder, bu vahim gelişme zaten ciddi sağlık sorunları yaşayan Nuri abimiz daha da çöker artık sadece evinin penceresinin önünde oturur, gelen geçen ile merhabalaşır, bazen de kısa sohbetler eder idi. Her görüşmemizde bana mutlaka “birader” diye hitap eder, bizde kendisine ve yaşamına hürmeten büyük saygı besler idik. Ailenin diğer fertleri aracılığı ile narenciye ve enginar tarımını da sürdürdüler uzunca bir süre, 2. oğlu, Zafer Sağırbay da havacı oldu ama şu anda gerekçelerini hatırlamadığım bir şekilde erken emekli olarak yurt dışına çıktı. 3. oğlu ise benim akranım Danış Sağırbay idi ve halen arkadaşlığımız tıpkı çocukluğumuzdaki gibi sürmektedir. Ne güzel ve iyi bir insan idi, Nuri Sağırbay abimiz. Şimdi görüyorum ki biz o tarihlerde babamızın akranlarına hatta daha da büyüklerine bile “abi” diye sesleniyormuşuz, bilemem gayri onlara kendilerini genç hissetmeleri için yardım mı ederdi bu yaklaşım yoksa çok ta anlamı olmayan bir yaklaşım mı idi.

Ama hatıralarımda en müstesna yerlerden birini de; komşumuz Nazikter Teyze ve Osman Amca tutar. Onlarda büyük bir bahçe içerisindeki evlerinde oturur, narenciye üretimi ile ilgilenirlerdi, başka bir ekonomik faaliyetleri var mı idi hatırlamıyorum. Bir torunlarını hatırlıyorum, adı Remzi, akranım idi ve Urla’da yaşıyorlardı, sonraları hiç yolumuz kesişmedi ve görüşemedik. İmar denen illetin mahallemizi yok etmesine kadar onların taş evi orada durmuş idi. Sonra ne mi oldu, hepimiz imarın nimetlerinden yararlanarak, narenciye ve sebze üretiminden vaz geçtik, evler yapıp kiraya vermeye başladık, durum bu… Bize deyim yerinde ise “çat kapı” gelen 2 büyüğümüz idi, Osman Amca ve Nazikte Teyze, bakmayın amca ve teyze dediğime aslında onlar dedem ve nenem yaşlarında idi. Ama bu misafirliklerin benim için en keyifli yanı, Osman Amca ile oynadığımız iddialı “dama” oyunları idi, zekâ, sabır, taktik, strateji, suhulet, hızlı düşünme, oyun planlama ve gerçekleştirme gibi disiplinleri gerektiren dama benim ileride satranç sevgisine dönüşecek ilk oyunum idi. Dama sevgisi, daha sonraları bizim gerçek dama ustası olarak ilk tanıdığımız İsmail Denizli abimiz ile dama oynamak için komşu şehirlere ve kasabalara gidişimize bile neden olmuş idi.

Cuma, Şubat 01, 2019

EVİM - 3


O zamanlar kamu kurumları şimdiki gibi iyi değillerdi, o zaman her şey büyük oranda bedelsiz olarak gerçekleştirilirdi, buna “hara” diye bildiğimiz İlçe Tarım Şefliği ya da Müdürlüğüne bağlı şimdiki “Migros”un yerinde bulunan hayvan ıslah, aşılama ve tohumlama merkezindeki tüm hizmetler de dahildir. Zamanın “Sakız Koyunu” türünün ıslahı ve daha verimli ve yararlı bir ortak haline getirilmesine yönelik çalışmaların üretici ile yüz yüze geldiği bu yer fazlaca hatırlamamama rağmen önemli bir yer idi biliyorum. Bazı çiftçiler, koyunlarını, keçilerini, ineklerini, beygirlerini getirirken eşeklerini bile getirenleri hatırlıyorum… Orada çalışan bir İsmail abimiz var idi, şimdilerde emekli ve zaman zaman karşılarız yolda, selamlaşır hâl hatır soruşuruz. Biz koyun ve keçilerimiz için hizmet alırdık oradan. Tavuklarla ilgili hizmet veriliyor mu idi hatırlayamıyorum. Sonradan kamunun hizmet anlayış ve şekli değişti ve artık oraya ihtiyaç ta kalmadı, zaten hayvancılık ta kalmadı, Belediye marifeti ile yıkılıp yerine bugün düğün salonu başta olmak üzere diğer hizmet alanları inşa edildi, çok şükür. Gelişme dediğin budur işte. Emeği geçenleri kutluyorum. O zamanlar ortaokulda tarım dersi diye bir ders vardı ve mecburi idi. Her çocuk asgari ve imkanlar ölçüsünde toprak, meyve, sebze ve hayvanlar ile ilgili bilgiler edinirdi, tabii ki gelişmemiş (!!!) ama mutlu idik, şimdiki öğrenciler gelişmiş ama mutsuzlar, artık hangisini tercih ederseniz, buyurun.

Ben bu anlamda kuşağımın birçok temsilcisi gibi birçok eksiğimize rağmen doğa ile iç içe ve son derece mutlu idim. Yavrulayan keçilerin “çepiş”lerini, koyunların “kuzu”larını kucaklayarak, onları bazen de emzikli şişelerden süt ile besleyerek, tavukların kuluçka dönemlerinde altına yumurta koyarak, yumurtadan çıkan “civciv”lerin ilk seslerini duyarak, büyüme bahtiyarlığını yaşamış biriyim. Kuluçka dönemlerinde tavukların yumurtaların soğumaması için, hiç kalkmadan yumurtaları sıcacık tutma içgüdülerinin gözlemcisi olmak kadar bilahare yumurtadan çıkan civcivlerin sendeleyerek yürümelerine tanıklık etmek, daha da sonra görece büyüyen civcivlerin “badi badi” yürümelerinin, annelerinden kırık buğday tanelerinin nasıl yenileceğinin, altlarındaki samanların nasıl eşeleneceğinin, suyun nasıl içileceğinin öğrenilme süreci ise tam bir eğitimdir. Horozun geniş aileye reislik etmesi, kocaman bahçede gezerek beslenilmesi, civcivlere sahiplenilmesi, kedilerin civcivlere bakışları, havanın kararmaya başlaması ile birlikte tamamının kümese kendiliğinden dönmesi, izlenilmesi gereken bir başka güzellik idi, şimdi bakın bakalım kimler bunlara tanıklık edebiliyor. Kümesin küçük bir pencerecik ile ayrılmış telli bölümünde ki burası da bu sayıdaki tavuğa bir hayli yeterli bir alan idi, gün içinde evde bulunmadığımız dönemlerde tavuklar, pencerecikteki kapağın açılması ile bu bölüme bırakılırlar, buraya yeşil taze otlar atılır, üstüne de buğday ya da mısır yemi de atılır, su ihtiyacı ise içinde yeterli su bulunan bir “taş yalak”tan karşılanırdı. Kümesin bu bölümüne taze ot toplayıp atmak, yalak’a su doldurmak benim görev tarifim içerisinde idi. Aynı zamanda ortaokulda İngilizce öğretmenliği yapan Veteriner (herkes baytar der idi) Süleyman Bey, tavukların aşılarını yapardı, aşı günleri mutlaka ben beklerdim gelmesini, bedel beklentisi olmaz idi bu hizmet karşılığı velev ki babam önceden ya da sonradan vermeye.

Hayvanların damındaki, haydi gübre diyelim, gübreleri temizlemek, toparlamak ve bahçede uygun bir yere taşımak görevlerim arasında olup bilahare de sık sık gübre aktarma denilen işleri de yapardım. Şimdi gerekçesi ne idi, neden yapılırdı hatırlayamıyorum ama gübre yığını uygun bir örtü ile örtülürdü, zaman zaman bu örtü kaldırılır, kürek ile gübre hemen yan tarafına kürek kürek atılarak aktarılır idi, aktarma işinin “gübrenin yanmasının” önüne geçmek içindi, öyle denirdi, onu hatırlıyorum. İçindekilerin organik atıklar olması hasebi ve oluşan mikroorganizmaların biyolojik ve kimyasal parçalanmaları ile inorganik hale dönüşen gübrenin yeterince bekletilmesi gerekir çünkü yabancı ot ve hastalık yapıcı unsurların yok olması hedeflenir. Tüm bu işlerin karşılığında, hazırlanan yoğurdun ve yumurtaların fazlasının satılması yolu ile elde edilen gelirin, harçlığa ilave olarak bana verilmesi de bu işlerden hoşlanmasam da, şikayetçi olma hallerimi mutedil kılıyordu.

Havuzun etrafında rengarenk boyanmış gaz tenekelerinden yapılmış saksılar içinde yetiştirilen çok çeşitli karanfillerden bahsetmiş idim önceki yazımda, orada her renk karanfil bulunur idi. Sadece kuruları ayıklanır, “çiçek dalında güzeldir” ilkesi gereğince kesilmezdi. Gerçekten şimdilerde o halleri hatırladığımda bir başka keyf kaplar içimi, dalar giderim su motoru çalışırken suyun havuza akarken çıkardığı ahenkli sesler, karanfillerin kokusu, hay Allah. Karanfillerden çiçek yürütmenin yolunu bulduğumda bile zımnen yakalanırdım babama, çok sert olmasa bile fırça yerdim, ama dinler miyim, serde gençlik var, karanfiller 2 şerli 2 şerli yürütülüp genç kızlara verilecek. Yıllar sonra artık torunlar gelmeye ve karanfillerden kesmeye başlayınca, ben “aman dedeniz kızabilir” dediğimde, dedenin adeta efelenerek “karışma çocuklara, bak çiçek seviyorlar, ne güzel” deyip beni susturur idi. Aynı şeyi ağaçtan mandalin kestiğim dönemde de mutlaka makas ile kesmemi isterdi, ben kestirmeden direk koparınca da kızardı, “neden makasla kesmiyorsun” diye, ancak ileri dönemlerde torunların makassız kesişlerine ise, “aferin çocuklar, kesin yiyin, aferin” deyişlerini de asla unutamayacağım. Bana hoşgörüsüz tutumun torunlara gösterilmemiş olması, “Tito” nun “dede”liğe terfi etmesi mi?, torun sevgisinin çok fazla oluşu mu? Yoksa yaşlanmanın oluşturduğu duygusallık mı? ne olduğu ve nasıl izah edilebileceğini bilemedim gayri. Babamın, çocuklarımın halleri…

Son söz, canım yurdumda küçük çaplı yürütülen aile tarımı ve hayvancılığı denilen “küçük üretici” faaliyetlerinin bırakın desteklenmesini, kösteklenmesi halinde geçmişin yad edilmesinin önünde burun çekmelerin eksik olamayacağı aşikardır.

Çarşamba, Ocak 23, 2019

EVİM 2


Bir önceki yazımda bahsettiğim üzere ütüler “kömür ütüsü” ile yapılırdı. Ancak ütülerin tipi, ağırlığı, hangi malzemeden imal edildiği, kaplamasının olup olmadığı da bir statü ifadesi olduğundan çok çeşitlidir. Bizim evdeki ütü en hafifi, kaplamasız ve en basitinden idi, çünkü biz sıradan bir aile olup alttakilerden sayılırdık. Şimdilerde antika sayılıp, ilgili dükkanların vitrinlerini süsleyen ütülerin bir hayli değerli olduğu anlaşılmaktadır. Genelde gömlek yakaları kolalanır olmakla birlikte bizim evde sadece benim “önlük yakam” kolalanırdı, babamın zaten böyle bir derdi olamazdı, annemin ise gömleği var mı idi, varsa yakaları var mı idi, vallahi hatırlamıyorum. Bitkisel, hayvansal ve sentetik kolaların olduğunu hatırlıyorum, ancak bizimkilerin en ucuzu olan pirinç kolasını tercih ettiğini hatırlamaktayım. Önlük yakalarının bile çeşitliliği bir statü farkına tekabül etmekle birlikte, kolalama konusunda da değişiklikler ve çeşitlilkler söz konusu idi. Yakalar içine kola konulmuş su içinde yıkanır, kurutulur ve ütülenirdi, al sana harika bir beyazlık ve görüntü… Ama ilk kavgaya kadar, çocukların arasındaki kavgalarda ilk zarar gören malzeme önlük yakaları olurdu...

Bahçenin deniz kenarındaki sınırında; yaklaşık 50 cm aralıklarla kara selviler dikilmiş idi, gerçi sayısını şimdilerde hatırlamıyorum ama bahçenin mezkûr yanını 20 mt yüksekliğinde bir duvar gibi sınırlamış bir hali olup sert poyraz rüzgarlarına karşı ağaçları korumakta idi. Onlar ne zaman kesildi, neden kesildi onu hatırlayamıyorum ama yazık olduğu konusunda fikrimin değişmesi mümkün değildir. Narenciyenin sert poyraz rüzgarlarına hele denizden estiği için getireceği deniz suyunun zararlarına dayanamayacağı söylenirdi ve bu yüzden bir hayli sık dikilir ve adeta bir duvar oluşturulur idi. Şimdilerde bu rüzgarlardan korunamayan “Çeşme Limonu” ve “Çeşme Mandalini” ağaçları hayata zor tutunmakta olup tutunanların ise bu kez de yok limonun kabuğu kalın, mandalinin çekirdeği çok gibi “burun kıvırmalara” maruz kalmaktadır. Baba emaneti ve yadigarı kabilinden kalan ağaçları da bugün de yaşatabilmek için ciddi ve yoğun bir çaba yürütmekteyim ve de sonuna kadar da yürüteceğim. Çünkü gerek Çeşme limonu ve de gerekse Çeşme mandalini aroması ve lezzeti açısından bulunmaz ve tarif edilemez durumdadır. Bu iki ürünün de detaylı hikayesini başka yazılarımda anlatmak istiyorum, kökeni, değeri, kalitesi ve kantitesi açısından. Hele imar uğruna ki maalesef hepimiz nemalandık bu uygulamadan, mandalin ve limon bahçeleri heder edildi ya, yanarım da ona yanarım. Şimdilerde birçok kişinin korumaya çalıştığı bu ürünleri, tadanların yana döne bunları neden tekrar tekrar aradıklarına şaşırmamak gerektir. Tabii ki bu heder oluşta sadece imarı suçlayıp kurtulmak mümkün değildir, konu çok parametreli izaha muhtaç durumdadır, yeraltı sularının bozulması, kimyasal gübrelerin ve zirai ilaçların fahiş miktarda kullanılması, toprak kalitesinin bu şartlara bağlı bozulması, artan kömür tüketiminin, araç trafiğinin, belki gülünecektir ama ağaçlara yüklediği stresi göz ardı etmemek gerekir.

Bir adet badem ağacımız vardı, hayli büyük bir ağaç olup ilk başlarda pek anlayamadığım biçimde “diş bademi” şeklinde adlandırılması bana tuhaf gelirdi, sonraları kuru badem de yemeye başlayınca anlamış idim ne manaya geldiğini. Bademlerin tamamının toplanması için küçük ve az kilolu olduğumdan dallara tırmanarak toplamak bana düşerdi. Ancak ben çağla dönemlerini daha çok severdim ve bu dönemde badem ağacına tırmanmayı tercih ederdim, eee ne yapacaksınız biri zevk biri görev ikisi de yerine getirilmeliydi. Annemin kurutulmuş incir içine badem koyup üstüne de susam serpip bahçedeki fırında pişirmesinin tadını da unutmadığımı söylemeden geçemeyeceğim. Kolayca anlaşılacağı üzere, çok olmamakla birlikte nerede ise tüm meyve ve sebzeler, nerede ise “sıfır” ilaç ve kimyasal gübre ile yetişmiş olup doğal bir şekilde yenirdi evimizde. Her meyve ve sebze kendi doğasındaki yetişme mevsiminde yenirdi, şimdi ki gibi değil idi. Mesela domates artık tükenmek üzere iken yeşil halde toplanır, babamın depoda hazırladığı birkaç katlı ranzada saman içinde saklanır, bu yeşil domatesle zaman içinde kızarır ve oradan hemen sofraya… Domates çekirdekleri ayıklandıktan sonra küp şeklinde kesilir, nasıl yapıldığını şimdilerde annemin bile hatırlamadığı şekilde “şişe domatesi” olarak kış hazırlığı kapsamında saklanır ve tabii ki kesinlikle ev salçası da olmazsa olmazı idi evimizin. Yine kendi yetiştirdiğimiz buğdayın, un haline getirilmesi ile kendi tarhanamız, eriştemiz (ev makarnası), kendi domatesimiz, kendi yumurtamız ve kendi yoğurdumuz ile hazırlanır ve saklanırdı. Kendi mısırımızdan elde edilen mısır unundan imal edilen mısır ekmeğinin benzerlerinin bugün artık olma ihtimali yoktur sanırım. Çünkü önce tohumlar değişti sonra ilaveten zirai ilaç ve kimyasal gübre devreye ağırlıklı girdi ama esasen de insanlar yetiştirmek yerine satın almayı tercih eder hale geldiler. Gerçi kimileri buna zenginleştik artık yetiştirmeye ne gerek var, satın alalım, daha az zahmetli ve ucuz oluyor diyor ama neyse, ABD’nin canım Yurduma attığı kazığın mikro düzeyde benzerini konfor adına kendi kendimize atıyoruz. Bahçenin her türlü gübre ihtiyacı ağırlıklı tarafımızca yetiştirilen keçi, koyun ve eşek hatta tavuklarımızdan temin edilirken eski Ovacık yolundan geçen gerek köylülerin gerekse de tarlaya giden yerlilerin hayvanlarından dökülen gübrelerin toplanması da en temel görevlerimizden biri idi, elimizde bir kürek ve uyduruk bir süpürge günün belli saatlerinde çıkar toplardık. Hele akşam saatlerinde tavukların kümeslerine girmiş olmalarının son kontrolünün yapılması gibi ciddi ama önemli bir görevim daha vardı gerçekten çok önemli idi, yaklaşık 30’a yakın tavuk bulunur ve her birine bir şekilde ad vermişiz, öncelikle bu adlarından dolayı oluşan muhabbet ve ekonomik değerimiz olmalarından ötürü nerdeyse ödümüz patlardı tilkiye kurban olacaklar diye. O zamanlar devletin tarım müdürlüğü ya da şefliği marifetiyle tavuklara bedelsiz aşılama yaptığını hatırlarım ama nasıl bir periyot izlenirdi hatırlayamadığım, aşılama dönemlerinde ne olursa olsun bekleme görevi bana ait olurdu, hatta okula gitmeme pahasına bile…

Hay Allah yine yer kalmadı, civciv yetiştirme, bizim “hara” dediğimiz bugünkü Migros’un bulunduğu yerdeki hayvan aşılama ve tohumlama çalışmaları, gübre aktarımı, doğal ilaç yapımı, tütün fidanı yetiştirme çalışmaları için… Haftaya devam.

Pazartesi, Ocak 21, 2019

EVİM – 1

Bir önceki yazıma, doğduğum evin halleri ve hatıralarım üstüne yazmaya kaldığım yerden devam ediyorum.

Bahçede; tam da damın arkasına gelen yerde, babamın kendisinin inşa ettiği bir fırınımız vardı, ağırlıklı kendi üretimimiz olan buğdaydan elde edilen un ile ekmek yapımı için kullanılırdı ama fazla olmasa da çeşitli börekler de pişirilirdi orada. Odun ateşi ile ısıtılan fırında, tepsilerin içinde pişirilen “göçmen ekmeği”nin kokusuna, tadına doyamazdım, hele fırından yeni çıkmış tazecik ekmeğin, kalın bir dilimine sürülen salça ya da damlatılan zeytinyağının üstüne de azıcık tuz serpilince oluşan tat, bugün sadece anılarımızı süslemekte, ne yazık ki. Fırın için hazırlanan odun ateşinden maksimum fayda temini ise olmazsa olmaz idi. Soğan ve patatesin külün içine yerleştirilerek pişirilmesi kadar, artan külün sonradan çamaşır yıkamada hatta banyo yaparken kullanılmak üzere biriktirilmesi ise bugün birçok insanın bilse bile hatırlayamayacağı şeyler idi. Külün, su kaynatılan kazana atılması, suyun üstünde kalan tarafının süzgeçlerle toparlanması ve nihayetinde da kalan duru küllü suya çamaşırların atılıp, çitilenmesi insan için çok zor ama doğa için çok faydalı bir işlemi oluştururdu. Küllü suyun doğa dostu olması yanında mucizevi bir steril ve yumuşatıcı görevi görmesi de cabası idi işin. Diğer taraftan, banyo yapımı sırasında da kullanılması halinde de en az şimdiki şampuanlar kadar saçlara parlaklık ve pırıl pırıl bir ışıltılı hal verirdi. Annemin bu zor işler karşısında ne kadar çalışkan ve azimli olduğunu görmekten hep ayrı bir yaşam sevinci hissederdim. Zor ama doğa ile uyumlu hepsinden de tüm yokluk ve yoksulluğa rağmen müthiş bir mutluluk. Kolay mı idi, küllü su elde edip çamaşır yıkamanın bu insanları yıldırması, nerde. Hatta odun kömürünün bittiği dönemlerde, kömürlü ütü için bu fırından kömürde alınırdı. Fırın deyip geçilmesin, faaliyetinin her aşamasından farklı bir fayda…

Kuyudan su çekilmesi için elektrikli motor ve türbine geçildikten sonra, yeni uğraşılar ve ustalıklar söz konusu idi. Elektrik motoru ve türbin birbirinden yaklaşık 1 mt lik bir aralık ile düzgün bir seviyede atılmış beton bir kaide üstüne çelik bulonlarla monte edilmiş, elektrik motoru, türbini aradaki bir lastik kasnak marifeti ile çevirmektedir. Türbinin bir süre kullanılmaması halinde suyu kaçar, yeniden devreye alınması istenince de hemen üstündeki cıvata kapak açılır, içine su doldurulur idi. Kasnak kayışın yine uzun aralıklarla kullanılmaması halinde, fazlaca kurumaya bağlı kırılmaları sık sık tamir edilir idi, tam da bu amaçla bir kutu içerisinde ek malzemeleri ve ek çivileri saklanır, kayışın koptuğu yer düzgün kesilir, eğer fazla ise araya yeni parça eklenir, ek yerine karşılıklı erkekli-dişili kelepçeler çakılır ve erkekli-dişili bu ek malzemesi de içinden geçirilen bir tel (çivi) ile sabitlenir idi. Şimdi artık elektrik motoru ile türbin direk birbirine bağlı imal edilmektedir. Bu düzeneğin kesintisiz 1 ya da 1,5 saat çalışması halinde havuzu doldurduğunu hatırlatmalıyım.

Havuz; bir önceki yazımda belirtiğim üzere yılda bir kez temizlenir, badanası yapılır idi. İşte bu temizlikten sonraki ilk doldurulmasında, hatta balıkların küçük havuzdan büyük havuzu aktarılmasından önce, yüzmek sanki bir gelenekti. Eee ne yapalım yoksulun havuz keyfi de böyle olurdu herhal. Sonra balıklar taşınır, havuzun içine çalılar yerleştirilir, çalıların temel görevinin balıkların yumurtlaması halinde yumurtaların korunabilmesinin bir aracı olduğunu biliyorum. Aslında yumurtlamaya hazır balıklar fark edilir edilmez hemen küçük havuza alınır, yumurtlamasını takiben hemen oradan alınır tekrar büyük havuza atılırdı ki, yumurtaların yem olmasının önüne böylelikle geçilirdi. Bunun çok keyifli bir uğraş olduğunun söylenmesine gerek yoktur sanırım. Yumurtadan çıkan balıkların da belli bir boya gelmesinin ardından ivedilikle büyük havuzu alınışını hatırlarım, bu balıklar öncelikle siyah kahverengi, bilahare kırmızı en sonunda da beyaz renge dönüştüklerini de söylemeliyim. Beyaz renk artık yaşamın son demlerine gelindiğinin belirtisi olarak değerlendirilmelidir. Gerek bizim kedinin gerekse de komşuların kedilerinin havuzun duvarına çıkıp ta, balıkları seyrederken nasıl ağızlarının sularının aktığını nasıl anlatmalıyım bilemedim. Bazen havuzun suyunun çok azaldığı dönemlerde türbinden gelen suyun havuzun dibine direk düşmesini ve taban betonuna zarar vermesini engellemek için yerleştirilmiş bir taşın üstüne inip balıklara bir hayli yakın olmanın keyfini yaşadıklarını da hatırlamaktayım. Ancak, havuzun suyu ile salma su şeklinde bahçe sulanması esnasında, havuzdan kaçıp göremediğimiz balıkların su arıklarında mezkûr kediler tarafından afiyetle yenildiğine de tanıklığım vardır. Hayat işte her canlı rızkının peşindedir.

Havuzun suyu ile bahçede bulunan dönem itibari ile yaklaşık 100 ağaçlık narenciye ki başta Çeşme Limonu, Çeşme Mandalinası ve portakal ağaçları yanında, sadece kendi ihtiyacımıza yönelik, badem, birkaç çeşit erik, incir, kayısı ve önemli miktardaki yazlık ve kışlık sebze sulanırdı. Bahçede yazlık, taze fasulye, domates, biber, patlıcan, kabak ve mısır yetiştirilir iken kışlık ise kereviz, pırasa, karnabahar, turp gibi sebzeler başta olmak üzere her türlü sebze bulunmakta idi. Tüm bu sebzeler üretici haline götürülüp satılırdı, benzer işi yüzlerce insanın yapması ve nüfusun bugünküne göre katlarca az olmasına rağmen, tamamı satılır, üreticinin de yüzü gülerdi. Şimdi aynı şeylerin gerçekleşmesinin olanaksızlığı ayan beyan ortadadır, kim ne derse desin. Mevsimine göre toplanan domatesin 2 günde bir olmak kaydı ile onlarla kasa olduğunu hatırladıkça bugün aynı verimin neden alınamadığını bir türlü kabul edememekteyim. Ancak gübrenin ve ilacın bugünkünün yüzlerce kat azının kullanılmasına rağmen tohumun üretici tarafından üretilmesi, fidenin tamamen kendi tohumundan üretilmesi gibi yerli kaynakların varlığı işin sırrı idi herhalde. Ne yazık ki yerli ve milli politikalar izliyoruz diye diye, ne o tohumlar, ne o verimler kaldı üstüne üstlük de sağlığımızdan olduk, bu elin gavurunun tohumunu ve ürününü ithal eden zihniyet yüzünden.

Haftaya kaldığım yerden devam….

Cuma, Ocak 11, 2019

EVİM


Çamlı Pansiyonun oradan Ovacık Eski Yoluna sapınca yaklaşık 150 mt sonra sağda, girişinde kocaman bir dut ağacı bulunan ve bahçesine de buradan girilen bir ev idi, doğup büyüdüğüm ev, yanında sulama havuzu, küçük bir balık yetiştirme havuzu, havuz duvarı üstünde sayısını ne yazık ki tam hatırlayamadığım lakin yaklaşık 70 teneke saksılık karanfil çiçeği olan, havuza suyu bir dolap marifetiyle çekilen bir kuyunun bulunduğu, yaklaşık 5 dönümlük bir bahçe içerisinde yer alırdı. Dönem; imar planı, plan notları, inşaat ruhsatı, inşaat projeleri, kontrol mühendisleri, Belediye denetimi, iskân raporu, beton santralı, transmikser, beton pompası, nervürlü demir, vs gibi kavram ve ihtiyaçların bilinmediği, istenmediği bir dönem idi. Ev mi ihtiyaç, ev mi inşa ettirecektiniz, proje mi çizdirecektiniz, Neşet Kalfa ya da Ahmet Pala mecburiyetiniz idi öncelikle, sonra da İbrahim Kalfa… Malzeme de, yerli taş ve ahşap idi, kum ve çakıl mı, Fener Koyu ne güne. Söylerdiniz arabacı Çelebi’ye 2 büyük tekerlekli at arabası ile gelirdi. Çimento ile demir ise en zoru idi, taa son zamanlara kadar.

İhtiyaca binaen, zaman içerisinde, geliştirilmeye açık ve de geliştirilen ev, içeriden ahşap bir merdiven ile 2. katına çıkılan gelişmiş bir gecekondu görüntüsü verirdi. Tüm duvarlar taş, kat döşemeleri ahşap, çatı ahşap ve çatı örtüsü de babamın en öğündüğü bölüm idi sanki kendi yapmışçasına, Marsilya kiremit’i idi. Kocaman bir mutfaktan girilirdi eve, ama bugün bilinen cinsten bir mutfak değil, içinde “ocak” bulunan, yemeklerin yendiği hatta ağırlıklı eğleşme mekanı, bulaşıkların içinde yıkandığı, mozaik’ten dökme bir eviye, su temini ise elbette taşıma su… Ocakta yakılan odun, günün bölümlerine uygun görevler üstlenmiş idi, yemek pişirme, eğleşilen mekanın ısıtılması ve yanan odunun kömür haline gelişi ile oluşan malzemenin genellikle akşam saatlerinde mangala taşınarak diğer odaların ısınmasını temini gibi. Gerçi mangalda yakılacak kömür ihtiyacı Uzunkuyu’da üretici İrfan Amcadan her yıl çuval çuval gelen bedava odun kömürü ile karşılanırdı ama bitince istenilmezdi ki, yeniden yeniden, müracaat ocak olurdu. Sonradan bize tüp gazlı ocakları öğrettiler, sobaları öğrettiler, yani daha fazla tüketim, daha fazla konfor ki buna da konfor denilirse işte. Mezkûr mekânda duvarın bir hayli üstlerinde oluşturulan küçük bir raf üstünde, evin en prestijli aleti “radyo” bulunurdu, ajanslar, arkası yarınlar, radyo tiyatroları takip edilirdi. Çok sonraları Dede Torununa oynasın diye verdiği radyonun sökülebilecek en küçük parçasına kadar söküldüğünü üzülerek görmüş idim. Ne radyo idi be, ne önemli bir alet idi, dinlenilen ajanslar üstüne komşular ile yapılan zevkli ve çekişmeli siyasi tartışmalarını izlerdim babamın, konular ne idi, kim hangi mevzuda neyi savunurdu çok hatırladığımı söyleyemem. Ama babamın DP (demokrat parti) ve devamı AP (Adalet partisi) taraftarı olduğunu hatırlıyorum lakin namus ve dürüstlük konusunda taviz verilebileceği asla kabul görmezdi. Hay Allah ne günlerdi…  

Bir sabah, bahçe (avlu) kapısının önündeki dut ağacının kesildiğini gördüğümde çok üzülmüş idim bunun üstüne babam yere dökülen dutların nasıl böcek ve haşere ürettiğini, yerleri nasıl kirlettiğini anlatırken yaşadığı içten mahcubiyetini unutamam. Dutun sonradan eşek semerine dönüştüğünü de öğrenmiş idim babamın final savunmalarından. Hay babacığım, evde her şeye muktedir gördüğüm adamın dutu kesmesi sonrası mahcubiyeti unutulacak gibi değildir vallahi.  

Ön avlunun en önemli parçası ise, dolap kuyusudur, bilenler bilir de bilmeyenlere anlatayım, kuyu yaklaşık 6 mt derinliğinde olup, tabanı kil tabakası idi hatırladığım. Üstünde kovaların bulunduğu bir çarkın dönerek kuyudan suyu alıp, yukarıya çıkarıp havuza bağlı bir ahşap kanalete döküldüğü çarkı döndüren güç ise “dolap beygiri” adı verilen bir at ya da bir eşek idi. Sonradan dolap bozulunca, taa 90 lı yıllara kadar kullanılacak “Yugoslav” malı bir elektrik motoru ve türbini satın alınmış, eşek ise bu sayede nakliye ve taşıma işine terfi ettirilmiş idi. Kuyu buz dolabı görevi de görür, içine büyük sepetlerle sarkıtılan et ve peynir gibi gıdalar selametle korunurdu. Kuyunun suyunun kalitesi de bir hayli iyi idi, ben tadı, kokuyu kaliteyi şimdilerde çok net hatırlamasam bile, testileri ile su almaya gelen insanların sayısın fazlalığı bu anımsamayı teyit eder niteliktedir. Avlunun bahsettiğim 5 dönümlük bahçeye açılan bölümünde, bir ahır var idi, bu ahır başta eşek olmak üzere, keçi, koyun ve tavukların mekânı idi. Keçilerin “Malta”, koyunların ise “Sakız” olduğunu söylememe gerek yoktur sanırım, anacığımın sağdığı sütlerle yaptığı peynir, yoğurt ve tatlıların tadını sonraki hayatımda bir daha asla bulamadım, belki vardır da ben bulamadım, bilemiyorum gayri. Kendi tavuklarımızın yumurtalarını ne kadar anlatsam beyhude, koca bahçede gün boyu serbest dolaşır, beslenir, ilaveten buğday, arpa ve mısır ile de takviye edilirdi bu beslenme.

Kuyudan çekilen suyun boşaltıldığı havuz, yaklaşık 7 ya da 8 mt kenar uzunluğu olan kare bir yapı olup derinliği de yaklaşık 1,5 mt idi. Havuz her yıl boşaltılıp, içine bir yıl içinde havadan gelen toz toprak çökeltilerinden temizlenir, duvarları kireç ile boyanır, tertemiz hale getirilirdi. Bu temizlik faslında da içinde bulunan balıklar, hemen yandaki yavru balık yetiştirme amaçlı, babamın yaptığı küçük havuza aktarılır idi. Benim balık yakalama yeteneklerimi bu havuzda geliştirdiğimi hemen söyleyeyim, ama nedense olta yerine başka bir çengel gibi bir şeyin ucuna ekmek takar yakalardım, çünkü yakalanan balığa zarar vermemek esas idi, her yakaladığım balığı da hemen tekrar suya atardım. Babam neden bu konuda bir de küçük havuz yapmış ve bir profesyonel gibi balık yetiştirirdi tam hatırlamıyorum ama çok muhtemel ki bunları havuzlarına balık isteyenlere satıyordu. Bu balıklar sulama havuzunun istenmeyen misafirleri sivrisineklere ve oluşacak yoğun yosuna karşı bir önlem olarak ta görev yaparlardı öğrendiğim kadarı ile.

Evet, ne yazık ki bana ayrılan yerin sonuna geldim yine, havuzun kenarındaki çok çeşitli karanfiller, bahçedeki ekmek fırını, akşamları çatı arasına çıkarılan ve her sabah geri alınan kedimiz, balık yavrusu havuzu, Ovacık eski yolundan hayvan gübresi toplayışımız, komşularımız konusunda bir yazı daha yazacağım.

Cuma, Ocak 04, 2019

SİSTEM DEDİKLERİ


Siyasi Partiler Kanununa göre, siyasi partilere her yıl Hazine tarafından ödenmek üzere, genel seçimlerde yüzde 10 barajını aşan partilere aldıkları oy oranında devlet yardımı yapılıyor. Ayrıca bu partilerin dışında yüzde 3'ün üzerinde oy alan partilere de en az yardım alan partinin hak ettiği yardım miktarı üzerinden yapılan hesaplamayla ayrıca ödeme yapılıyor. Yardım miktarı, o yılın genel bütçe gelirlerinin 5 binden 2'si oranında belirleniyor. Bu tutar, genel seçimlerin yapılacağı yıllarda üç kat, yerel seçim yıllarında ise iki kat olarak ödeniyor. Görünen o ki mevcut sonuçlara yani 24 Haziran 2018 seçimlerine göre, %10'luk barajını aşan 4 siyasi parti, sırası ile, AKP %48,35, CHP %25,74, HDP %13,28 ve MHP %12,62 oy almışlardır. Bu oy dağılımı dikkate alınarak, AKP önümüzdeki yıl en geç 10 Ocak'ta 290.867.000 TL, CHP 154.808.000 TL, HDP 79.906.000 TL, MHP 75.942.000 TL alacaktır. Nasıl sistem değil mi? Hem kafalarına göre paramızı harcayacaklar hem de kafalarına göre sloganlar üretecekler ve bunları gözümüze sokarak, beynimize kazıyarak ve hatta inanmamızı bekleyerek kulağımıza üfleyecekler, üstüne üstlük inanmadığımız zamanda kızıp azarlayacaklar, açıktan ya da çaktırmadan. Bütçeden destek ile seçim yap, seçimden sonra kanun yap, oh harika bir düzen, nefis sistem… Siyasi partilere para yardımı yapılması 12 Eylül Askeri darbesinin canım Yurduma deli gömleği giydirme operasyonlarının birisidir… Ama ondan sonra gelenler de konu para olunca değiştirme isteği ve niyeti göstermediler… Eeee beleş para, ne diye ret edilecek, olur mu? Bu topraklar “nerde beleş oraya yerleş” sözünü boşuna mı yaratmış… Zinhar…

Bakın sistem için aklın yarattığı en adaletli biçimi üstüne bildiğim birtakım detayları yazmak istiyorum. Nerede is tamamı Küba’dan olacak bu detayların. Peki en iyisi midir tüm bunlar, şüphesiz daha iyisi olabilir ancak uygulanabilir olması açısından aklın yarattığı en iyilerdir. Asıl mesele; hani politikacı büyüklerimizin sık sık tekrarladıkları bir şey vardır ya; politika için “memleket sevdası”, “millete hizmet vesilesi” … Madem ki öyle, mesela politika yapmak için herhangi bir bedel yani maaş ödenmese, politikacılık tamamen gönüllü bir hizmet olsa nasıl olur acaba? Mesela politikacı başına hesaplanan oyun %50 si ile geriye çağrılma imkânı olsa nasıl olur acaba? Yerel meclislerden onay almayan yasalar uygulanmasa nasıl olur acaba? Gerek yerel gerek genel meclis üyelerinin doğrudan vatandaş tarafından seçilse, herhangi bir delege sistemi ve tercihi gözetilmeksizin, acaba nasıl olur? Vatandaşların her konuda görüşü sorulsa, görüş alınması da gönüllü olsa, mecburi olmasa? Mesela yeni imara açılacak yerlerin öncelikle vatandaş görüşünden geçirilmesi gerçekleşse nasıl olur acaba? RES, HES, JES, KES vs gibi vatandaşların onayı ile yapılsa nasıl olur acaba? Maden ocakları yerleri ve işletme kararları vatandaş onayı olmadan olsa nasıl olur acaba? Vs vs…

Şimdi gelelim Küba’daki seçim sistemi üstüne bildiklerimize, duyduklarımıza ve okuduklarımıza. Evvelemirde; Küba’da “milletvekilliği” kesinlikle bir meslek haline dönüştürülmemiştir, dönüşmesine de izin verilmemiştir, yani para karşılığı yapılan bir uğraş değildir.

Küba’daki siyasi yürütme sistemi, 3 kademeli olup, yerelde belediye meclis üyelikleri, eyaletlerde eyalet meclisleri, genelde de en yüksek meclis ulusal meclisten oluşmaktadır. Yerel meclisler, ülke genelindeki 169 belediye özelinde organize olur, belediye sınırları içerisindeki vatandaşların sosyal, siyasal ve ekonomik talep ve beklentilerinin tespiti, hal olunmasının yöntemi, planı, bütçelendirilmesi, gerekiyor ise eyalet ya da ulusal meclislerden gerekli onay ve kaynak aktarılmasının temini, bunların yürütme organınca gerçekleştirilmesi konularında faaliyet yürütürler. Yerel meclisler “her 500 Küba vatandaşına bir temsilci” esasına göre yapılandırılmış olup temsili sistem içerisinde çok önemli bir yer teşkil ederler, neden mi, eyalet ve ulusal meclislere gidecek temsilcilerin bu meclislerden onay almaları gerekmektedir. Peki bu neden çok önemli bir detaydır, çünkü, vatandaşın ülke yönetimine doğrudan ve son derece etkili katılımını getirmektedir. Ayrıca yerel meclislere seçilecek vekiller, seçin bölgelerini kapsayan tüm alanlardaki vatandaşın direk ve açık oyu ile belirlenmekte olup 2,5 yıllık bir süre için seçilmektedirler. Politik manevralar, hile, hurda ve desise yapılarak oyların çalınması, oyların iç edilmesi söz konusu olamaz, biliyor musunuz neden, çünkü “sandıkların bekçisi çocuklardır” da ondan, haydi kediler trafolara girsin de görelim, haydi oylar parti değiştirsin de görelim. Genelde seçme ve seçilme 16 yaşını doldurmuş her vatandaşın hakkı olup, ayrıca 16 yaşında olan her vatandaş yerel meclislere, 18 yaşını doldurmuş her vatandaş ta ulusal meclise aday olma hakkına sahiptir. Hem de aday göstermek öyle bir zümrenin, bir partinin, bir grubun tekelinde olmaksızın, her vatandaş aday olma hakkına sahiptir hem de gerçek manada öyle kâğıt üstünde değil.

Milletvekilleri, Eyalet veya Belediye Meclislerinde “Meclis Başkanlığı” veya “Meclis Başkan Yardımcılığı” görevine seçilmesi hali ile Ulusal Mecliste Daimî Çalışma Komisyonlarında görevlendirilmesi gibi istisnai durumlar hariç, Eyalet ve Belediye Meclisleri Milletvekilleri/Delegeleri, halk temsilcisi olarak gerçekleştirilen bu görevler için hiçbir maaş almamaktadır. Üstüne üstlük, vatandaş seçtiği milletvekillerin icraat ve performanslarından memnun değiller ise imza toplayıp derhal geriye çağırma, milletvekilliklerini düşürme yetkilerine de haizdirler. Bu faaliyetin tamamen halka hizmet etmek için gönüllü yapılan bir iş olduğunu bilirler. Herkes daha önce çalıştığı yerlerdeki maaşlarını alırlar, Meclis faaliyetlerinden ötürü maaş alanlar da daha önce aldıkları maaşlardan fazlasını almazlar, alamazlar… Kayıtlarda, kanunlarda, yönetmelikte, iç tüzükte ve dış tüzükte ne yazdığına bakılmaksızın, yani kâğıt üstünde ne denildiğine bakılmaksızın ne şekilde uygulandığı ve hayata geçişi önem arz eder.

“Partilere seçim yardımı ödeneği ne demek kardeşim ekonomik savaş veriyoruz” da demiyor kimse, maşallah. Madem ki öyle, belediye başkan adayları olsun, genel seçimlerde milletvekili adayları olsun, vatanını milletini çok seviyorlarsa kendileri karşılasınlar seçim masraflarını, evet, devlete yük oluyor, bunlar ne şimdi, el insaf…

Çarşamba, Aralık 19, 2018

GOLF YATIRIMI


Şimdilerde bakıyorum, tekrardan bir “Golf Sahaları” yapalım gibi vaatler ön plana geçmeye başladı, umarım bu konudaki yatırım planları ya da vaatleri sadece sözde kalır ve bizde bir vade sonra unuturuz zaten, konu da kendiliğinden kapanır. Yoksa sonu maazallah… Golf bırakın Çeşme’yi, Türkiye’nin değil, hatta Dünyanın bundan böyle tercih etmesi gereken bir spor dalı değildir, o da spor ise eğer, ilaveten uygun bir yatırım da değildir, bir sürü nedenle. Bildiğimiz konuları paylaşacağım aşağıda, aaa biliyorum bu yazıyı kim okur, kim umursar, kim doğru bulur, söylenenler doğru mudur diye kim araştırmaya girer, Emin olun; kimsenin umurunda değil, söyleyeceğim bu kelamlar… Aynen, abuk subuk açık deniz balıkçı barınağında, RES’lerde, JES’lerde, ne oldu ise bunda da aynısı olur. Bizimkisi “Güncel Politika” değil, ilaveten karar vericiler ile birlikte politika da yapmadığımıza göre, yazıldığı ile kalır eminim. Kaygımız sadece ve sadece memleket, sevdamız memleket, hedefimiz doğayı korumak. Zinhar başka bir derdimiz yok. Aaa biliyorum, deniz kenarında dalganın kıyıya vurduğu deniz yıldızını denize tekrar göndermenin de faydası yok ama, ne yapayım elimden başka bir şey gelmiyor. Yine de yazalım, yazalım ki, hani Firavun’a sormuşlar “nasıl firavun oldun” diye o da cevaben “kimse itiraz etmedi de ondan” denmesin, en azından tarihe not düşelim…

Golf’ün çevreye ve doğaya vermiş olduğu zararlar, artık tüm dünyada görülmüş, öğrenilmiş ve anlaşılmıştır, tam da bu nedenle başta golf’ün çok yaygın olduğu ABD, Kanada ve Japonya’da, başını çevrecilerin çektiği golf karşıtı büyük lobiler oluşmuş ve mezkûr spora karşı inanılmaz büyük çaplı tepkiler organize edilmiştir. Bakmayın siz, bu kabil çevre ve doğa tahribatına gözünü kapamış medyanın bu konuları gündeme taşımıyor olmasına, bu para babalarının sahibi olduğu medya kuruluşları yazmıyor, söylemiyor ya da haber etmiyor diye, herkes sağır, kör ve dilsiz değil… Ciddi protestoların olduğu kesin olup sadece yansıtılmıyor, o kadar…

Bir de Golf prestij yatırımı ve sporu imiş gibi kelam ediyor olanları da çok ciddiye almamak gerektir herhalde ya bilmiyorlardır ya da bilmiyorlardır (!!!), tekrarladığıma bakmayın, oraya yazacağım kelimenin hukuki sonuçları olabilir diye düşünüyorum. Ayrıca bu “prestij” kelimesi, “itibar” kelimesi ile başlayan ve savunulan bir dolu yatırım bize yabancı değil ilaveten de doğru da değil. Allah muhafaza, sizin için golf itibar projesi olur, başkası için kasr itibar projesi olur ve de etrafımızda itibar projesinden geçilmez. Terminoloji seçiminde de dikkatli olunması mutedil politika yürütmenin önemli bir aracıdır, çok gergin gündemimize de katkısı olmaz.

Şimdi gelelim; Golf yatırımının nasıl bir çevre ve doğa katliamına neden olduğunu dilimiz döndüğünce anlatmaya. Bilindiği üzere Golf sporu çok kaliteli bir çim saha gereksinimi gösterir, bu nedenle yatırım maliyetinin yanında işletme maliyeti de önemlidir. Evvelemirde sporun doğası gereği çimin bir hayli kısa kesilmesi gerekmektedir, bunun teknik anlamda manası ise, kısa kesilen çimin kendisi için gerekli “fotosentezi” layığı ile yapamamasına neden olur, binaenaleyh normal çimin besin ihtiyacına göre daha fazla beslenmeye ihtiyaç göstereceği aşikardır, bunun da anlamı gereğinden nerede ise 5 ya da 6 kat fazla gübre kullanılma ihtiyacı doğar. Tabii ki gübre ihtiyacı da doğal gübre ile karşılanamamakta olup kimyasal gübreye müracaat edilmektedir. Kimyasal gübrenin bu dozda yani aşırı miktarda fazla kullanılmasının ise yeraltı sularına verdiği zarar gayet açıktır, zaten sınırlı ve sıkıntılı olan yeraltı su rezervimiz bu manada risk altındadır ve bu riskin oluşması halinde de telafisi mümkün değildir. Haydi mümkün değildir demeyelim ama oldukça güç ve pahalı sonuçlar doğurur. Uzmanların yaptığı araştırma ve yazdıkları raporlara bakılma lütfu gösterilirse eğer, görülecek ki, ilaç kullanımı da bir o kadar tehlikeli sonuçlara gebedir, normal tarım ve çime göre 6 kat daha fazla ilaçlama yapılması kaçınılmazdır. Diğer taraftan; yine yaklaşık 1.000 dönümlük bir golf sahasının su ihtiyacı da yaklaşık yıllık 1.000.000 m3 (metreküp) olup neredeyse 15.000 kişilik bir kentin 1 yıllık su ihtiyacına tekabül etmektedir. Saydığım bu 3 adet gerekçenin yanında sosyal tarafları da şüphesiz vardır ve birazdan onlara da değineceğim. Ancak; bu teknik izahlara rağmen hala “golf yatırımını” bir turistik ve ticari yatırım olarak görür ve ısrar edersek eğer doğal kaynaklarımızın sürdürebilir olmasına yönelik ettiğimiz kelamların ya manasını bilmediğimiz anlaşılır ya da takiye’ye devam durumudur. Bugün dünyada yaklaşık 60.000.000 (altmış milyon) golf oyuncusu olduğu ve bunun yaklaşık 40.000.000’nunun (kırk milyon) da ABD de olduğu düşünülür ise gerek ülkemize gerekse de ilçemize gelen ABD’li turist sayısını söylemeye bile gerek yoktur herhalde. Yani dünyada dünya nüfusunun %1’inin Golf ile ilgili olduğu bunun da %66’sının ABD’de olmasının, mesafe ve tercihler açısından nasıl turistik katkı sunacağı da takdire şayandır. Ayrıca ülkemize gelen ABD’li turistlerin bir istatistik değer olarak sunulmasının bize faydası olamayacağını da nerede ise tamamının “Kruvaziyer turisti” olmasından bilmekteyiz. Geriye kalan ise zaten bizi az tercih eden kuzey Avrupa ülkeleri turistleridir. Ayrıca; diğerleri de Çeşme’ye golf oynamaya neden gelmeliler acaba?

Golf; Dünyadaki kabulü ile mutlu azınlığın sporudur, aaa tercihiniz mutlu azınlık spor yapsın ise eğer, golf doğru yatırımdır ama yaygın kitleler hatta geliri çok düşük olanlar bile yapsın diyorsanız zinhar yanlış ve hatta bu manada bile zararlı bir yatırımdır… Bırakın bu bireysel sporların altyapılarını hazırlamayı, bırakın bireysel spor yatırımlarını, ülkemizin ihtiyacı “sosyal” olmanın gereği olarak kitle sporlarıdır, destekleyin kitle sporlarını lütfen… Valla illaki yapacağız diye bir inada da sahipseniz bari doğal çim yerine sentetik ya da suni çim yapın…

Haa bir de istihdam yaratılacak gibi kelamlar edilirse de bu işi hiç bilmeyenlerin konuştuğu söyleyebilirim, çünkü personel istihdamı açısından bir hayli cimri bir organizasyondur, golf yatırımı… 1600 – 1700 dönüm araziye yaklaşık 600-700 dönüm çim bölge gerekir, böyle bir tesiste de maksimum 25 bilemediniz 30 personel çalışır. Gerisi laf-ı güzaf… Ben görevimi yaptım, kendimce bildiğim doğruları yazdım. Söz, yetki ve karar sahiplerinindir. O zaman da benim ki laf ola beri gele…

Pazar, Aralık 16, 2018

SİNYALİZASYON


Ankara-Konya seferini yapan YHT’nin (Yüksek Hızlı Tren) kılavuz lokomotifle çarpışması sonucu 3’ü makinist 9 kişi hayatını kaybetti, 47 kişi de yaralandı. Haber böyle geçti. Haber geçti ama bizim yüreğimizi deldi geçti, bazıları için bu ölümler bir istatistik olabilir ama bizler için değil, tüm ülke kahroldu… Bunun üstüne Sn. Bakan çıktı dedi ki; “demiryolu işletmeciliğinde sinyalizasyon olmazsa olmaz değildir” … Bizdeki bilgiler böyle olmamakla birlikte, köprünün altından çok sular geçmiştir diyelim ve tabii ki kendisi Bakandır ve en son bilgiler kendisindedir ve her şeyi biliyordur ki böyle konuşuyor diyelim.

Yıl 1990 Eskişehir-Ankara arası sinyalizasyon projesinin gerçekleştirilmesi ihalesi, çalıştığım STFA firmasının da içinde olduğu bir konsorsiyumunca üstlenilmiş, şimdi adını hatırlayamadığım bir Japonya firması ve Almanya firmaları da sırası ile proje ve malzeme tedarikçisi idi. İnşaat işleri tamamen bizim firmanın sorumluluğunda yürütülüyor ve Şantiye Şefi olarak sahadaki tüm uygulamalardan sorumlu idim. Bu projenin gerçekleştirilmesi aşamasında, sinyalizasyon üstüne bazı basit kural ve tespitleri öğrenmiş olmam itibari ve proje bilgisi çerçevesinde bunlarla birlikte birkaç anımı paylaşmak istiyorum…

Sinyal ile kontrol edilen hatlarda, kazaların ancak “makinist, sinyalizasyon, dispatcher” (merkezdeki hareket memuru) üçlüsünün aynı anda aynı hataları yapması netcesinde olabileceğini öğrenmiştik evvel emirde, yani aynı anda aynı hatalar gerçekleşecektir ki kaza olsun, yoksa kaza olma ihtimalinin nerede ise sıfır olduğu bilgisi aktarılmış idi yetkililer tarafından… Üstüne üstlük bizim gerçekleştirdiğimiz projenin en önemli kısmı ise, Dispatcher tarafının tamamen compütürize (CTC) edilmesi esasına dayalı olduğundan, sistem ve sistemi oluşturan üçlü daha güvenli yönde tahkim edilmiş bulunuyordu. Yani; diğer teknik altyapı problemlerinin tamamen giderilmesi ve çözülmesi ile altyapının hızlı ulaşıma cevaz verecek hale getirilmesi, esasen tren trafiğini daha da arttıracaktır bilindiği üzere, tam da bu nedenle güvenli seyrüsefer önceliği önem kazanacaktır. Demiryolu (tren yolu) sürat ve fren mesafesi korelasyonu mucibince “blok” adı verilen esasen de sinyal düzenlemesi yapılacak mesafelerde bölümlere ayrılmaktadır. Yolların bloklara bölündüğü ve her bloğun ayrı ayrı sinyal kontrolü yapıldığı bu alanlar, basit elektrik prensiplerine (hatta ortaokul fizik bilgisi) göre düzenlenir, blok ray giriş ve çıkışları izolatör contaları (düzenekleri) ile bölünür, bir yandan karşılıklı 2 ray da birbirinden izole edilerek ayrılır iken diğer taraftan da bloklar birbirlerinden bağımsız çalışmaya başlarlar. Blok içindeki tek taraflı raylar elektrik iletimi için birbirleri ile ortak çalışacak düzeyde olmak kaydı ile iletime uygun tellerle birbirleri ile irtibatlandırılır. Blok bir taraftan bir batarya ile seri akım direnci ile beslenir, bloğun diğer ucundaki raylarda bir röleye bağlanır, yol (blok) boş olduğunda rölede enerji bulunmaktadır. Eğer blok içine giren bir tren olur ise, bloktaki karşılıklı 2 ray arası devre kurulur ve kısa devre oluşumu nedeni ile röledeki enerji kesilir, sinyal sistemi kontrole başlayacaktır. Blokların bu meşguliyeti trenlerin birbirleri ile karşılaşmasının önüne geçmektedir en basit anlatım ile. Yol üzerinde çalışan personelin ya da geçen yayaların ya da hayvanların güvenliği ve raylar arasındaki kaçak dirençte harcanacak enerjinin düşük seviyede tutulabilmesi için ray devresini beslemekte düşük gerilimler kullanılmaktadır. Ray kırılmalarında bile bu sistem erken uyarı görevini yapmaktadır vs vs. Nokta… Hatta 3 nokta… Bilmeyenler ortaokul fizik dersinde öğrendiklerini hatırlamaya çalışsınlar…

Diğer taraftan, “Yolcu” (farklı bir ismi de olabilir) diye bir eleman olur onların bir menzili vardır, o menzili yaz, kış, kar, soğuk ve rüzgâr deneden her gün yürürler, neden çünkü hattın emniyeti önemlidir. Basit vida sıkma işlerini yapar, daha önemlilerini anında merkez bakıma bildirir, bu amaçla direk merkez irtibatlı belli mesafelerde telefonlar bulunmaktadır, şimdi personel tasarrufu diye bunların işine son verirseniz, ya da bu kabil zor şartlarda yürütülen işlere son verir, personele kolay iş verirseniz, maazallah…

Bir de komik bir hikâye, çalıştığımız hattın “Beylikköprü” bölümünden, zamanın beherinde bir Demiryolu İşçisi evinin uzağındaki bir istasyona sürülür, gittiği çalışma yeri ile evinin bulunduğu arasında tek ulaşım yolu demiryoludur, topoğrafya bir başka ulaşıma el vermemektedir. Adamcağız sabah işine gitmek üzere istasyona geliyor, tren ile işe gidiyor ancak akşam dönüşlerinde istasyona gelip oradan evine gitmesi halinde de haddinden fazla zaman kaybı oluyor. Arıyor, tarıyor bir çözüm üretemiyor. Yetkililerden tekrar eski çalışma yerine atamasının yapılmasını yalvar yakar istiyor ama mevzuat ve müdüriyet bir türlü insafa gelmiyor, aile durumdan çok muzdarip… Hemen devreye ailenin ortaokula giden çocuğu devreye girer, babası ile irtibatlı ve destekli fizik bilgilerini konuştururlar, her akşam babasının geldiği treni evlerinin önündeki bloğu karşılıklı rayları irtibatlayıp kısa devre oluşturmak sureti ile blok meşgule düşürülünce, tren mezkur 3lü tarafından otomatik durdurulur ve baba trenden çaktırmadan iner, artık zamandan tasarruf devrine geçilmiştir. Ancak bir süre sonra hep aynı trenin hep aynı blokta otomatik durması dikkat çeker, yapılan gözlem ve araştırmalarda bu cingözlük anlaşılır, gerekli cezalar verilir vs… Çocuğun fizik bilgisi ile babanın demiryolu işletmeciliği bilgisi ceza almalarına engel olmaya yeterli olamamıştır…

Sinyalizasyonun çok önemli olduğu söylenirdi o zamanlar, gerçi tarih 1990 gibi idi üzerinden yaklaşık 30 yıl geçmiş, tabii ki teknolojik gerekler ve gerçekler de değişmiş olabilir. Bir başka anı ve hissesi ile sonlandıralım; bir akşam şantiye personelden biri dönmeyince arazide arama çalışması yaptırmış idim, ne görelim bizim sürveyan arkadaşımız arazide köpeklerin saldırısına uğramış, korkudan “sinyal” direğinin üstüne tırmanmış ve orada oturmaktadır, anlayacağınız sinyal direkleri o tarihte de sinyal dışında da hizmet sunmakta idi, uygulamalı bunu da görmüş idik. Yani bu anlamda bile olsa sinyalizasyon gereklidir diyelim… İyi haftalar.

Cumartesi, Aralık 08, 2018

ÇEŞME SİLUET PROJESİ

Zamanın behrinde, Çeşme’nin denizden yaklaşımda siluetini oluşturan yapıların gerek gabari gerekse cephe özellikleri açısından bir bütünlük ortaya koymadıkları iddiası üzerine, aralarında Çeşme Kaymakamlığı, Çeşme Belediyesi, İzmir Ticaret Odası, Mimarlar Odası İzmir Şubesi, İzmir Ekonomi Üniversitesinin bulunduğu kurumlar vasıtası ile “ÇEŞME MERKEZ SAHİLİ KAMUSAL MEKANLARIN VE CEPHELERİN DÜZENLENMESİ” Projesi kapsamında gabari olarak silueti bozan yüksek yapıların mevcut imar planında belirlenmiş olan koşullara uygun olarak yenilenmesi, cephe kaplamalarının yenilenmesi ve cephelerde yapının doğal uzantısı ve parçası olmayan ünitelerden temizlenmesi ve bu uğurda da ahşap merkezli malzeme kullanılması hedeflenmiştir kapaca… Detayda ise; Proje bağlamında temel olarak 2 yapı önerilmekte olup birincisi, “Otogar Marina aksında Marina Meydanında yeşil çatılı zemin altında kapalı otopark planlanırken, zemin üzerinde meydanla bütünleşecek ticari kullanım amaçlı”, ikincisi de; “kent meydanında kente dışarıdan gelecek olan ziyaretçiler için bir bilgilendirme ve hizmet yapısı olarak kurgulanmış Info-Exchange binasıdır”. Ancak İnfo-Exchange binası bir tarafı ile Kale diğer tarafı ile de Atatürk anıtının algılanmasına engel olmaması için geriye çekilmesi planlanmaktadır. Siluet Projesinin en can alıcı öngörüsü ise; siluetin uzun mesafeli ve fazla binayı kapsıyor olması nedeni ile, bina düzenlemeleri, ekonomik olması düşünülerek binaların fasadına ikinci bir cidar planlanacak ve eklemlenecek ve hatta malzeme metal taşıyıcı konstrüksiyon doğal ahşap olacak… Bahçe duvarları bile kaldırılacak, antenler, klimalar görüntü kirliliği yaratılmaması adına kaldırılacak, doğal doku ile uyumsuz PVC malzemelerden doğramalar kaldırılacak, Kamu binalarında krem, özel binalarda bej ve beyaz renkler kullanılacaktır, vs vs…
Bakılınca maşallah dedirten yaklaşımlar, bakmayın size benim özetlediğime, daha ne detaylar var ne detaylar… Yahu bunlar bir gerçekleşmiş olsa Çeşme harika bir siluet verecek Çeşme Körfeze denizden gireceklere… Hay Allah…
Projeyi duyunca dönemin şehremenisi beyefendi ile konuşuyoruz, daha doğrusu soruyoruz, muhterem cevaplıyor;
-        Sahili merkez alan bir proje çalışması başlamış “siluet düzenlemesi” adı altında, hayırlara vesile olsun, ne diyorsunuz?
-        Sahil düzenlenecek, “Yerel yönetim, Meslek Odaları ve Üniversite iş birliğinde geleceğe bir iz bırakmak amacıyla ortak akıl ile hayata geçirilecek” bir projedir. Harika işler yapacağız.
-        Peki bu düzenlemede “gabari” konusunu delen binaların fazla katları kamulaştırılıp yıkılacak mı?
-        Onun kolay olduğumu zannediyorsunuz?
-        Hayır, ama bu olmayacaksa bu projeden ve uygulamalarından bir sonuç elde edemezsiniz, beyhude bir çalışma olur ayrıca proje ortaklarınızın bir kısmı çok ta uygun ortak gibi görünmüyor.
-        Saçmalamayın, bildiğiniz bir şey yok, sadece konuşuyorsunuz.
-        Peki başkan hep birlikte görürüz sonuçlarını, umarım bizi yanıltırsınız.
-        Haydi hoşçakalın…
-        Güle güle başarılar.
Derken; ne görelim, hiç düşünmediğimiz, İzmir Ticaret Odası Başkanı ile İzmir Ekonomi Üniversitesinin Mütevelli Heyetinin Başkanının aynı kişi olması ve Tekke Plajının arkasında ağaç kesimleri ve inşaat çalışmaları başlamış…
Yolda rast geldiğimiz Meclis Üyesi bir başka muhtereme soruyoruz
-        Sn Vekil’im Tekke Plajında ağaçlar kesiliyor, galiba emsali de bir hayli yüksek inşaatlar da başlayacakmış.
-        Ya evet, adam, Bakanlık’tan işi çözmüş, tüm izinlerini Ankara’dan halletmiş.
-        Emin misin, Ankara’dan çözüldüğüne.
-        Evet.
Bu diyaloğun sonrasında; Şehremeni ile karşılaştığımızda, Siluet Projesinin nasıl ilk sonuçlar verdiğini soralım dedik;
-        Başkanım, sizin Proje galiba takdiminde hiç olmayan bir sonuç verdi, Tekke Plajı elden gidiyor.
-        Adamın hakkı, kullanmak istedi, biz de verdik. Senin de yerin varsa gel sana da verelim.
-        Hayırlısı olsun, ama yapılanlar bir tarih, kültürel değer ve doğa katliamı ve asla unutulmayacak ve asla telafisi olmayacak.
-        Bildiğiniz bir şey yok, sadece konuşuyorsunuz.
Konuşma Şehremeninin dama yapması ile nihayetlendi. Dama Tekke Plajı ve tepesi verilerek alınmış galiba. Ama Şehremeni herkesi, “bir şey bilmiyorsunuz” diye suçluyor, zannedersiniz ki, kendisi her bir şeyi biliyor. Aslında zaten tüm iktidarı boyunca yaptıklarına bakınca kendisinin de bildiği yanıldığına yetmemiş, her şey ayan beyan ortada…Allahtan bu muhteremin gudubet “Fener Burnu Açık Deniz Balıkçı Barınağı” destekçisi olması da Merkezi İktidarın hamlesi ile sonuçsuz kaldı da bizleri aptal olmakla itham edişi de askıda kaldı…  Tekke katliamının sonuçları ile ilgili diğer söylentiler de bu yazının konusu olamaz, şüphesiz… Duyanlar, duyduklarını araştırabilirler… Ona karışamam tabii ki…
Zamanın behri dedik ama 2012 yılının ilk ayları idi zaman…  Sonuçta; elde kalan 2 somut şey, bir Karakori Dağına açılan abuk subuk yolun beton istinat duvarının yeşile boyanmış ve iki Tekke Plajının üstünün binaya boğulmuş gark olmuş hali ve de Çeşme Merkez Sahili Kamusal Mekanların ve Cephelerin Düzenlenmesi Ulusal Fikir Projesi Yarışması sonuçları… Tepe tepe övünebilir kendisi, yaratılmasındaki başat rolü ile… Sonra biliyorum diye övün, hay Allah…
 
Efendim adamın hakkı imiş savunmaları da tam bir gudubet durum oluşturuyor, nerede Orman, nerede 100 mt kıyı kenar çizgisi uygulaması kimin umuruna… Kamulaştırılarak korumak kimin umurunda… Kentin karakter mekanları yok olmuş kimin umuruna…