TOROĞLU BAŞKA ÜLKELERDE OLSAYDI | |
Almanya | Torstein |
Arap | Ebu el Tor |
Arnavutluk | Torolosh |
Belçika | Torolki |
Bosna Hersek | Torkach |
Brezilya | Torinyo |
Bulgaristan | Torov |
Çeçenistan | Tormaşal |
Çek Cumhuriyeti | Torelek |
Çin | Torai |
Dağıstan | Toroçvili |
Danimarka | Torolson |
Ermenistan | Torolyan |
Eskimo | Torasshole |
Finlandiya | Torpink |
Fransa | Toroj |
Gürcüstan | Torovili |
Hırvatistan | Torolevski |
Hindistan | Torolanje |
Hollanda | Torkrijk |
İran | Torşems |
İskoçya | Torkichus |
İspanya | Toroles |
İsrail | Torgud |
İsveç | Torkechi |
İtalya | Torelli |
İzlanda | Torkiluss |
Japonya | Torohomo |
Kamboçya | Torokiri |
Kazakistan | Torkoch |
Kore | Torsumi |
Kürt - Kırmançi | Torolmerdo |
Kürt - Zaza | Toreşk |
Latince | Torinçiyus |
Laz | Toruşak |
Litvanya | Tordelyus |
Macaristan | Torfolosh |
Moğolistan | Torpusht |
Moldava | Torkichyus |
Nijerya | Toroche |
Norveç | Torkis |
Özbekistan | Torbogk |
Papau Yeni Gine | Torkinos |
Polonya | Torkodosh |
Portekiz | Torpero |
Romanya | Torolesku |
Rusya | Torolov |
Sibirya | Torçanka |
Slovakya | Torlesku |
Tayland | Torpich |
Türkmenistan | Torbeg |
Ukrayna | Tordanos |
Yunanistan | Torolaki |
Zulu | Toru |
Kızılderi | Tortop |
Çarşamba, Şubat 13, 2019
TOROĞLU BAŞKA ÜLKELERDE OLSA İDİ
Pazar, Şubat 10, 2019
EVİM - 4
Çocukluğumun
geçtiği evin hallerine yönelik yazdığım; yaşam zorluklarının bolluğu yanında huzur,
bereket ve mutluluk dolu sürecin tüm sokağımıza, hatta kentimize, hatta hatta
tüm yurdumuza şamil bir durum oluşturduğunu söylemeye gerek yoktur sanırım. Sosyal
ve ekonomik imkanların çok sınırlı ve kısıtlı olmasına rağmen hayatın tariflenemez
kadar keyifli olmasının hayatiyeti bizim mutluluk tarifimizin kısıtlı ya da
sınırlı olmasına mı bağlı idi bilemem ama insanların daha mutlu olduğu tüm beşerî
ilişkilerin seviyesi ve kalitesinden bilinir ve anlaşılırdı. Yokluk ve mutluluk
ile varlık ve mutluluk kıyaslaması yapıldığında görülecektir ki bu tuhaf tezat
durum ve tenakuzun ne tarafında durursanız durun mutlaka karşının durumu daha
özlenesi ve daha hedeflenesi bir cazibesi bulunacaktır. Şimdi çok çeşitli
işlemleri oturduğumuz yerden kalkmadan bir tuş ile halledebildiğimiz bir üst
teknolojik seviyede yaşıyoruz, herkesin cebinde yeterince para var, harika
adalet saraylarında adalet dağıtıyoruz da ne oluyor, bir bakın Sağlık Bakanlığı
verilerine, antidepresan kullanımı bir önceki yıla göre %25 artmış, son 10
yılda yaklaşık 2,5 kat artan bir sakinleştirici ilaç kullanımı söz konusu, yani
istikrarlı bir ruh hali bozulmasının artışı, örneğin 2016’nın ilk 9 ayında 33
milyon 368 bin 916 kutu antidepresan tüketilmiş, bir önceki yıl yaklaşık 10
milyon kişi ruh ve sinir hastalıkları doktorlarına başvurmuş, demek ki tenakuz
devam ediyor!!! Peki nedir bu kesif mutsuzluğun sebepleri; artan yoksulluk ve
yolsuzluk, işsizlik, gelecek kaygısı, göç, tabii ve insani travmalar, madde ve
alkol kullanım kaynaklı bozukluklar, toplumsal çatışma ve bölünmeler,
belirsizlikler, vs vs… Neymiş demek ki “para ile saadet olmuyormuş” … Neyse; bu
detaylar bu yazının hedeflediği konuyu aşmaya ve başka disiplinlerin iştigal
alanını işgale başlamadan duralım. Aslolan beşerin beşer ve tüm doğa ile iletişimi diyerek, çocukluğumun komşuluk
ilişkilerine ve o güzelim komşularımıza gelmek istiyorum. İnsanlar o zamanlarda
farklılıklarının beşerî ilişkilerinin önünde engel oluşturmadığını, amasız ve
fakatsız salt “hemşehri” salt komşu olduğu için iletişmenin zorunluluğunu “komşu komşunun külüne muhtaçtır” atasözü
ile formüle etmiştir. Bahse konu devir, “çat kapı misafirlik” devridir, kimse
kimseye önceden haber vermeden misafir olur, habersiz gelinmesine rağmen büyük
bir hoşgörü ile misafir edilirdi. İşte bu şeraitte çocukluğumdaki komşularımız
ve komşuluk ilişkilerimiz üstüne hatırladıklarımı yazmak istiyorum.
Daha
önceki bir yazımda tek başına kendisini konu ettiğim ve kendisine “cici” dediğim
Leyla Kabasakal ve ile “dede” diye
hitap ettiğim Tevfik Kabasakal en
yakınımızdaki komşumuz idi ve nerede ise karşılıklı hakkımızda bilinmeyen birkaç
mahrem şey dışında herhalde hiçbir şey yoktu. Yakın komşumuz olmamasına rağmen,
günde en az 2 kez gördüğüm ve selamlaştığımız, babamın akranı İbrahim Tütüncüoğlu (Topal İbrahim), ki
oğlu yaşında olmama rağmen bana bir yetişkin adam muamelesi yapan hatırladığım
ilk kişi, ama mutlaka karşılıklı hitabımız “hemşehrim”
idi. Ne güzel ve ne çalışkan bir abimiz, bir amcamız idi İbrahim abi, hergün
sabah erken saatte sahibi olduğu “katır”ın sırtında bahçesine/tarlasına gider
gün boyu orada çalışır ve eğleşir, akşam da geç saatte tekrar evine dönerdi.
Başta enginar olmak üzere mevsimine göre her türlü sebze yetiştirme işini çok
başarılı bir biçimde gerçekleştirdi tüm hayatı boyunca.
Yine
bana yetişkin adam muamelesi yaptığını hatırladığım 2. önemli kişi ve komşumuz Marangoz Nuri Sağırbay abimiz/amcamız
idi. Büyük bahçe içerisinde sulama havuzunun üstünde inşa edilmiş bir evde
yaşar iken 1969 depreminde evin hasar görmesi nedeni ile bu sefer sokağa daha
yakın bir yerde yeni inşa edilen bir evde oturmakta idi. Ancak, sağlık
nedenleri ile uzunca bir süredir hukuki değil ama fiili emekli hayatı yaşar
iken, tüm sokağımızı kedere boğan 1971 yılında elim uçak kazası olur ve oğlu pilot
üsteğmen Ali Rıza Sağırbay abimiz vefat eder, bu vahim gelişme zaten ciddi sağlık
sorunları yaşayan Nuri abimiz daha da çöker artık sadece evinin penceresinin
önünde oturur, gelen geçen ile merhabalaşır, bazen de kısa sohbetler eder idi.
Her görüşmemizde bana mutlaka “birader”
diye hitap eder, bizde kendisine ve yaşamına hürmeten büyük saygı besler idik. Ailenin
diğer fertleri aracılığı ile narenciye ve enginar tarımını da sürdürdüler
uzunca bir süre, 2. oğlu, Zafer Sağırbay
da havacı oldu ama şu anda gerekçelerini hatırlamadığım bir şekilde erken
emekli olarak yurt dışına çıktı. 3. oğlu ise benim akranım Danış Sağırbay idi ve halen arkadaşlığımız tıpkı çocukluğumuzdaki
gibi sürmektedir. Ne güzel ve iyi bir insan idi, Nuri Sağırbay abimiz. Şimdi
görüyorum ki biz o tarihlerde babamızın akranlarına hatta daha da büyüklerine
bile “abi” diye sesleniyormuşuz, bilemem gayri onlara kendilerini genç hissetmeleri
için yardım mı ederdi bu yaklaşım yoksa çok ta anlamı olmayan bir yaklaşım mı
idi.
Ama
hatıralarımda en müstesna yerlerden birini de; komşumuz Nazikter Teyze ve Osman Amca tutar. Onlarda büyük bir bahçe içerisindeki
evlerinde oturur, narenciye üretimi ile ilgilenirlerdi, başka bir ekonomik
faaliyetleri var mı idi hatırlamıyorum. Bir torunlarını hatırlıyorum, adı Remzi,
akranım idi ve Urla’da yaşıyorlardı, sonraları hiç yolumuz kesişmedi ve
görüşemedik. İmar denen illetin mahallemizi yok etmesine kadar onların taş evi
orada durmuş idi. Sonra ne mi oldu, hepimiz imarın nimetlerinden yararlanarak,
narenciye ve sebze üretiminden vaz geçtik, evler yapıp kiraya vermeye başladık,
durum bu… Bize deyim yerinde ise “çat kapı” gelen 2 büyüğümüz idi, Osman Amca
ve Nazikte Teyze, bakmayın amca ve teyze dediğime aslında onlar dedem ve nenem
yaşlarında idi. Ama bu misafirliklerin benim için en keyifli yanı, Osman Amca
ile oynadığımız iddialı “dama” oyunları idi, zekâ, sabır, taktik, strateji, suhulet,
hızlı düşünme, oyun planlama ve gerçekleştirme gibi disiplinleri gerektiren
dama benim ileride satranç sevgisine dönüşecek ilk oyunum idi. Dama sevgisi,
daha sonraları bizim gerçek dama ustası olarak ilk tanıdığımız İsmail Denizli abimiz ile dama oynamak
için komşu şehirlere ve kasabalara gidişimize bile neden olmuş idi.
Cuma, Şubat 01, 2019
EVİM - 3
O
zamanlar kamu kurumları şimdiki gibi iyi değillerdi, o zaman her şey büyük
oranda bedelsiz olarak gerçekleştirilirdi, buna “hara” diye bildiğimiz İlçe
Tarım Şefliği ya da Müdürlüğüne bağlı şimdiki “Migros”un yerinde bulunan hayvan
ıslah, aşılama ve tohumlama merkezindeki tüm hizmetler de dahildir. Zamanın
“Sakız Koyunu” türünün ıslahı ve daha verimli ve yararlı bir ortak haline
getirilmesine yönelik çalışmaların üretici ile yüz yüze geldiği bu yer fazlaca
hatırlamamama rağmen önemli bir yer idi biliyorum. Bazı çiftçiler, koyunlarını,
keçilerini, ineklerini, beygirlerini getirirken eşeklerini bile getirenleri
hatırlıyorum… Orada çalışan bir İsmail abimiz var idi, şimdilerde emekli ve
zaman zaman karşılarız yolda, selamlaşır hâl hatır soruşuruz. Biz koyun ve
keçilerimiz için hizmet alırdık oradan. Tavuklarla ilgili hizmet veriliyor mu
idi hatırlayamıyorum. Sonradan kamunun hizmet anlayış ve şekli değişti ve artık
oraya ihtiyaç ta kalmadı, zaten hayvancılık ta kalmadı, Belediye marifeti ile
yıkılıp yerine bugün düğün salonu başta olmak üzere diğer hizmet alanları inşa
edildi, çok şükür. Gelişme dediğin budur işte. Emeği geçenleri kutluyorum. O
zamanlar ortaokulda tarım dersi diye bir ders vardı ve mecburi idi. Her çocuk
asgari ve imkanlar ölçüsünde toprak, meyve, sebze ve hayvanlar ile ilgili
bilgiler edinirdi, tabii ki gelişmemiş (!!!) ama mutlu idik, şimdiki öğrenciler
gelişmiş ama mutsuzlar, artık hangisini tercih ederseniz, buyurun.
Ben
bu anlamda kuşağımın birçok temsilcisi gibi birçok eksiğimize rağmen doğa ile
iç içe ve son derece mutlu idim. Yavrulayan keçilerin “çepiş”lerini, koyunların “kuzu”larını
kucaklayarak, onları bazen de emzikli şişelerden süt ile besleyerek, tavukların
kuluçka dönemlerinde altına yumurta koyarak, yumurtadan çıkan “civciv”lerin ilk seslerini duyarak,
büyüme bahtiyarlığını yaşamış biriyim. Kuluçka dönemlerinde tavukların yumurtaların
soğumaması için, hiç kalkmadan yumurtaları sıcacık tutma içgüdülerinin
gözlemcisi olmak kadar bilahare yumurtadan çıkan civcivlerin sendeleyerek
yürümelerine tanıklık etmek, daha da sonra görece büyüyen civcivlerin “badi
badi” yürümelerinin, annelerinden kırık buğday tanelerinin nasıl yenileceğinin,
altlarındaki samanların nasıl eşeleneceğinin, suyun nasıl içileceğinin
öğrenilme süreci ise tam bir eğitimdir. Horozun geniş aileye reislik etmesi,
kocaman bahçede gezerek beslenilmesi, civcivlere sahiplenilmesi, kedilerin
civcivlere bakışları, havanın kararmaya başlaması ile birlikte tamamının kümese
kendiliğinden dönmesi, izlenilmesi gereken bir başka güzellik idi, şimdi bakın
bakalım kimler bunlara tanıklık edebiliyor. Kümesin küçük bir pencerecik ile ayrılmış
telli bölümünde ki burası da bu sayıdaki tavuğa bir hayli yeterli bir alan idi,
gün içinde evde bulunmadığımız dönemlerde tavuklar, pencerecikteki kapağın
açılması ile bu bölüme bırakılırlar, buraya yeşil taze otlar atılır, üstüne de
buğday ya da mısır yemi de atılır, su ihtiyacı ise içinde yeterli su bulunan
bir “taş yalak”tan karşılanırdı. Kümesin bu bölümüne taze ot toplayıp atmak,
yalak’a su doldurmak benim görev tarifim içerisinde idi. Aynı zamanda
ortaokulda İngilizce öğretmenliği yapan Veteriner (herkes baytar der idi)
Süleyman Bey, tavukların aşılarını yapardı, aşı günleri mutlaka ben beklerdim
gelmesini, bedel beklentisi olmaz idi bu hizmet karşılığı velev ki babam
önceden ya da sonradan vermeye.
Hayvanların
damındaki, haydi gübre diyelim, gübreleri temizlemek, toparlamak ve bahçede
uygun bir yere taşımak görevlerim arasında olup bilahare de sık sık gübre
aktarma denilen işleri de yapardım. Şimdi gerekçesi ne idi, neden yapılırdı
hatırlayamıyorum ama gübre yığını uygun bir örtü ile örtülürdü, zaman zaman bu
örtü kaldırılır, kürek ile gübre hemen yan tarafına kürek kürek atılarak
aktarılır idi, aktarma işinin “gübrenin yanmasının” önüne geçmek içindi, öyle
denirdi, onu hatırlıyorum. İçindekilerin organik atıklar olması hasebi ve
oluşan mikroorganizmaların biyolojik ve kimyasal parçalanmaları ile inorganik
hale dönüşen gübrenin yeterince bekletilmesi gerekir çünkü yabancı ot ve
hastalık yapıcı unsurların yok olması hedeflenir. Tüm bu işlerin karşılığında,
hazırlanan yoğurdun ve yumurtaların fazlasının satılması yolu ile elde edilen
gelirin, harçlığa ilave olarak bana verilmesi de bu işlerden hoşlanmasam da,
şikayetçi olma hallerimi mutedil kılıyordu.
Havuzun
etrafında rengarenk boyanmış gaz tenekelerinden yapılmış saksılar içinde
yetiştirilen çok çeşitli karanfillerden bahsetmiş idim önceki yazımda, orada
her renk karanfil bulunur idi. Sadece kuruları ayıklanır, “çiçek dalında
güzeldir” ilkesi gereğince kesilmezdi. Gerçekten şimdilerde o halleri
hatırladığımda bir başka keyf kaplar içimi, dalar giderim su motoru çalışırken
suyun havuza akarken çıkardığı ahenkli sesler, karanfillerin kokusu, hay Allah.
Karanfillerden çiçek yürütmenin yolunu bulduğumda bile zımnen yakalanırdım
babama, çok sert olmasa bile fırça yerdim, ama dinler miyim, serde gençlik var,
karanfiller 2 şerli 2 şerli yürütülüp genç kızlara verilecek. Yıllar sonra
artık torunlar gelmeye ve karanfillerden kesmeye başlayınca, ben “aman dedeniz
kızabilir” dediğimde, dedenin adeta efelenerek “karışma çocuklara, bak çiçek
seviyorlar, ne güzel” deyip beni susturur idi. Aynı şeyi ağaçtan mandalin
kestiğim dönemde de mutlaka makas ile kesmemi isterdi, ben kestirmeden direk
koparınca da kızardı, “neden makasla kesmiyorsun” diye, ancak ileri dönemlerde
torunların makassız kesişlerine ise, “aferin çocuklar, kesin yiyin, aferin”
deyişlerini de asla unutamayacağım. Bana hoşgörüsüz tutumun torunlara
gösterilmemiş olması, “Tito” nun “dede”liğe terfi etmesi mi?, torun sevgisinin
çok fazla oluşu mu? Yoksa yaşlanmanın oluşturduğu duygusallık mı? ne olduğu ve
nasıl izah edilebileceğini bilemedim gayri. Babamın, çocuklarımın halleri…
Son
söz, canım yurdumda küçük çaplı yürütülen aile tarımı ve hayvancılığı denilen “küçük
üretici” faaliyetlerinin bırakın desteklenmesini, kösteklenmesi halinde
geçmişin yad edilmesinin önünde burun çekmelerin eksik olamayacağı aşikardır.
Çarşamba, Ocak 23, 2019
EVİM 2
Bir
önceki yazımda bahsettiğim üzere ütüler “kömür
ütüsü” ile yapılırdı. Ancak ütülerin tipi, ağırlığı, hangi malzemeden imal
edildiği, kaplamasının olup olmadığı da bir statü ifadesi olduğundan çok
çeşitlidir. Bizim evdeki ütü en hafifi, kaplamasız ve en basitinden idi, çünkü
biz sıradan bir aile olup alttakilerden sayılırdık. Şimdilerde antika sayılıp,
ilgili dükkanların vitrinlerini süsleyen ütülerin bir hayli değerli olduğu
anlaşılmaktadır. Genelde gömlek yakaları kolalanır olmakla birlikte bizim evde
sadece benim “önlük yakam” kolalanırdı, babamın zaten böyle bir derdi olamazdı,
annemin ise gömleği var mı idi, varsa yakaları var mı idi, vallahi
hatırlamıyorum. Bitkisel, hayvansal ve sentetik kolaların olduğunu hatırlıyorum,
ancak bizimkilerin en ucuzu olan pirinç kolasını tercih ettiğini
hatırlamaktayım. Önlük yakalarının bile çeşitliliği bir statü farkına tekabül
etmekle birlikte, kolalama konusunda da değişiklikler ve çeşitlilkler söz
konusu idi. Yakalar içine kola konulmuş su içinde yıkanır, kurutulur ve
ütülenirdi, al sana harika bir beyazlık ve görüntü… Ama ilk kavgaya kadar,
çocukların arasındaki kavgalarda ilk zarar gören malzeme önlük yakaları olurdu...
Bahçenin
deniz kenarındaki sınırında; yaklaşık 50 cm aralıklarla kara selviler dikilmiş
idi, gerçi sayısını şimdilerde hatırlamıyorum ama bahçenin mezkûr yanını 20 mt
yüksekliğinde bir duvar gibi sınırlamış bir hali olup sert poyraz rüzgarlarına
karşı ağaçları korumakta idi. Onlar ne zaman kesildi, neden kesildi onu
hatırlayamıyorum ama yazık olduğu konusunda fikrimin değişmesi mümkün değildir.
Narenciyenin sert poyraz rüzgarlarına hele denizden estiği için getireceği
deniz suyunun zararlarına dayanamayacağı söylenirdi ve bu yüzden bir hayli sık
dikilir ve adeta bir duvar oluşturulur idi. Şimdilerde bu rüzgarlardan
korunamayan “Çeşme Limonu” ve “Çeşme Mandalini” ağaçları hayata zor
tutunmakta olup tutunanların ise bu kez de yok limonun kabuğu kalın, mandalinin
çekirdeği çok gibi “burun kıvırmalara” maruz kalmaktadır. Baba emaneti ve
yadigarı kabilinden kalan ağaçları da bugün de yaşatabilmek için ciddi ve yoğun
bir çaba yürütmekteyim ve de sonuna kadar da yürüteceğim. Çünkü gerek Çeşme
limonu ve de gerekse Çeşme mandalini aroması ve lezzeti açısından bulunmaz ve
tarif edilemez durumdadır. Bu iki ürünün de detaylı hikayesini başka
yazılarımda anlatmak istiyorum, kökeni, değeri, kalitesi ve kantitesi
açısından. Hele imar uğruna ki maalesef hepimiz nemalandık bu uygulamadan,
mandalin ve limon bahçeleri heder edildi ya, yanarım da ona yanarım. Şimdilerde
birçok kişinin korumaya çalıştığı bu ürünleri, tadanların yana döne bunları
neden tekrar tekrar aradıklarına şaşırmamak gerektir. Tabii ki bu heder oluşta
sadece imarı suçlayıp kurtulmak mümkün değildir, konu çok parametreli izaha
muhtaç durumdadır, yeraltı sularının bozulması, kimyasal gübrelerin ve zirai
ilaçların fahiş miktarda kullanılması, toprak kalitesinin bu şartlara bağlı bozulması,
artan kömür tüketiminin, araç trafiğinin, belki gülünecektir ama ağaçlara
yüklediği stresi göz ardı etmemek gerekir.
Bir
adet badem ağacımız vardı, hayli büyük bir ağaç olup ilk başlarda pek anlayamadığım
biçimde “diş bademi” şeklinde adlandırılması bana tuhaf gelirdi, sonraları kuru
badem de yemeye başlayınca anlamış idim ne manaya geldiğini. Bademlerin
tamamının toplanması için küçük ve az kilolu olduğumdan dallara tırmanarak
toplamak bana düşerdi. Ancak ben çağla dönemlerini daha çok severdim ve bu
dönemde badem ağacına tırmanmayı tercih ederdim, eee ne yapacaksınız biri zevk
biri görev ikisi de yerine getirilmeliydi. Annemin kurutulmuş incir içine badem
koyup üstüne de susam serpip bahçedeki fırında pişirmesinin tadını da
unutmadığımı söylemeden geçemeyeceğim. Kolayca anlaşılacağı üzere, çok
olmamakla birlikte nerede ise tüm meyve ve sebzeler, nerede ise “sıfır” ilaç ve
kimyasal gübre ile yetişmiş olup doğal bir şekilde yenirdi evimizde. Her meyve
ve sebze kendi doğasındaki yetişme mevsiminde yenirdi, şimdi ki gibi değil idi.
Mesela domates artık tükenmek üzere iken yeşil halde toplanır, babamın depoda
hazırladığı birkaç katlı ranzada saman içinde saklanır, bu yeşil domatesle
zaman içinde kızarır ve oradan hemen sofraya… Domates çekirdekleri
ayıklandıktan sonra küp şeklinde kesilir, nasıl yapıldığını şimdilerde annemin
bile hatırlamadığı şekilde “şişe domatesi” olarak kış hazırlığı kapsamında
saklanır ve tabii ki kesinlikle ev salçası da olmazsa olmazı idi evimizin. Yine
kendi yetiştirdiğimiz buğdayın, un haline getirilmesi ile kendi tarhanamız,
eriştemiz (ev makarnası), kendi domatesimiz, kendi yumurtamız ve kendi
yoğurdumuz ile hazırlanır ve saklanırdı. Kendi mısırımızdan elde edilen mısır unundan
imal edilen mısır ekmeğinin benzerlerinin bugün artık olma ihtimali yoktur
sanırım. Çünkü önce tohumlar değişti sonra ilaveten zirai ilaç ve kimyasal
gübre devreye ağırlıklı girdi ama esasen de insanlar yetiştirmek yerine satın
almayı tercih eder hale geldiler. Gerçi kimileri buna zenginleştik artık
yetiştirmeye ne gerek var, satın alalım, daha az zahmetli ve ucuz oluyor diyor ama
neyse, ABD’nin canım Yurduma attığı kazığın mikro düzeyde benzerini konfor
adına kendi kendimize atıyoruz. Bahçenin her türlü gübre ihtiyacı ağırlıklı tarafımızca
yetiştirilen keçi, koyun ve eşek hatta tavuklarımızdan temin edilirken eski
Ovacık yolundan geçen gerek köylülerin gerekse de tarlaya giden yerlilerin hayvanlarından
dökülen gübrelerin toplanması da en temel görevlerimizden biri idi, elimizde
bir kürek ve uyduruk bir süpürge günün belli saatlerinde çıkar toplardık. Hele
akşam saatlerinde tavukların kümeslerine girmiş olmalarının son kontrolünün
yapılması gibi ciddi ama önemli bir görevim daha vardı gerçekten çok önemli
idi, yaklaşık 30’a yakın tavuk bulunur ve her birine bir şekilde ad vermişiz,
öncelikle bu adlarından dolayı oluşan muhabbet ve ekonomik değerimiz
olmalarından ötürü nerdeyse ödümüz patlardı tilkiye kurban olacaklar diye. O
zamanlar devletin tarım müdürlüğü ya da şefliği marifetiyle tavuklara bedelsiz
aşılama yaptığını hatırlarım ama nasıl bir periyot izlenirdi hatırlayamadığım,
aşılama dönemlerinde ne olursa olsun bekleme görevi bana ait olurdu, hatta
okula gitmeme pahasına bile…
Hay
Allah yine yer kalmadı, civciv yetiştirme, bizim “hara” dediğimiz bugünkü
Migros’un bulunduğu yerdeki hayvan aşılama ve tohumlama çalışmaları, gübre
aktarımı, doğal ilaç yapımı, tütün fidanı yetiştirme çalışmaları için… Haftaya
devam.
Pazartesi, Ocak 21, 2019
EVİM – 1
Bir
önceki yazıma, doğduğum evin halleri ve hatıralarım üstüne yazmaya kaldığım
yerden devam ediyorum.
Bahçede;
tam da damın arkasına gelen yerde, babamın kendisinin inşa ettiği bir fırınımız
vardı, ağırlıklı kendi üretimimiz olan buğdaydan elde edilen un ile ekmek
yapımı için kullanılırdı ama fazla olmasa da çeşitli börekler de pişirilirdi orada.
Odun ateşi ile ısıtılan fırında, tepsilerin içinde pişirilen “göçmen ekmeği”nin kokusuna, tadına
doyamazdım, hele fırından yeni çıkmış tazecik ekmeğin, kalın bir dilimine
sürülen salça ya da damlatılan zeytinyağının üstüne de azıcık tuz serpilince
oluşan tat, bugün sadece anılarımızı süslemekte, ne yazık ki. Fırın için hazırlanan
odun ateşinden maksimum fayda temini ise olmazsa olmaz idi. Soğan ve patatesin
külün içine yerleştirilerek pişirilmesi kadar, artan külün sonradan çamaşır yıkamada
hatta banyo yaparken kullanılmak üzere biriktirilmesi ise bugün birçok insanın
bilse bile hatırlayamayacağı şeyler idi. Külün, su kaynatılan kazana atılması,
suyun üstünde kalan tarafının süzgeçlerle toparlanması ve nihayetinde da kalan
duru küllü suya çamaşırların atılıp, çitilenmesi insan için çok zor ama doğa
için çok faydalı bir işlemi oluştururdu. Küllü suyun doğa dostu olması yanında
mucizevi bir steril ve yumuşatıcı görevi görmesi de cabası idi işin. Diğer
taraftan, banyo yapımı sırasında da kullanılması halinde de en az şimdiki
şampuanlar kadar saçlara parlaklık ve pırıl pırıl bir ışıltılı hal verirdi.
Annemin bu zor işler karşısında ne kadar çalışkan ve azimli olduğunu görmekten
hep ayrı bir yaşam sevinci hissederdim. Zor ama doğa ile uyumlu hepsinden de
tüm yokluk ve yoksulluğa rağmen müthiş bir mutluluk. Kolay mı idi, küllü su
elde edip çamaşır yıkamanın bu insanları yıldırması, nerde. Hatta odun
kömürünün bittiği dönemlerde, kömürlü ütü için bu fırından kömürde alınırdı.
Fırın deyip geçilmesin, faaliyetinin her aşamasından farklı bir fayda…
Kuyudan
su çekilmesi için elektrikli motor ve türbine geçildikten sonra, yeni uğraşılar
ve ustalıklar söz konusu idi. Elektrik motoru ve türbin birbirinden yaklaşık 1
mt lik bir aralık ile düzgün bir seviyede atılmış beton bir kaide üstüne çelik
bulonlarla monte edilmiş, elektrik motoru, türbini aradaki bir lastik kasnak
marifeti ile çevirmektedir. Türbinin bir süre kullanılmaması halinde suyu
kaçar, yeniden devreye alınması istenince de hemen üstündeki cıvata kapak
açılır, içine su doldurulur idi. Kasnak kayışın yine uzun aralıklarla
kullanılmaması halinde, fazlaca kurumaya bağlı kırılmaları sık sık tamir edilir
idi, tam da bu amaçla bir kutu içerisinde ek malzemeleri ve ek çivileri
saklanır, kayışın koptuğu yer düzgün kesilir, eğer fazla ise araya yeni parça
eklenir, ek yerine karşılıklı erkekli-dişili kelepçeler çakılır ve
erkekli-dişili bu ek malzemesi de içinden geçirilen bir tel (çivi) ile
sabitlenir idi. Şimdi artık elektrik motoru ile türbin direk birbirine bağlı
imal edilmektedir. Bu düzeneğin kesintisiz 1 ya da 1,5 saat çalışması halinde
havuzu doldurduğunu hatırlatmalıyım.
Havuz;
bir önceki yazımda belirtiğim üzere yılda bir kez temizlenir, badanası yapılır
idi. İşte bu temizlikten sonraki ilk doldurulmasında, hatta balıkların küçük
havuzdan büyük havuzu aktarılmasından önce, yüzmek sanki bir gelenekti. Eee ne
yapalım yoksulun havuz keyfi de böyle olurdu herhal. Sonra balıklar taşınır,
havuzun içine çalılar yerleştirilir, çalıların temel görevinin balıkların
yumurtlaması halinde yumurtaların korunabilmesinin bir aracı olduğunu
biliyorum. Aslında yumurtlamaya hazır balıklar fark edilir edilmez hemen küçük
havuza alınır, yumurtlamasını takiben hemen oradan alınır tekrar büyük havuza
atılırdı ki, yumurtaların yem olmasının önüne böylelikle geçilirdi. Bunun çok
keyifli bir uğraş olduğunun söylenmesine gerek yoktur sanırım. Yumurtadan çıkan
balıkların da belli bir boya gelmesinin ardından ivedilikle büyük havuzu
alınışını hatırlarım, bu balıklar öncelikle siyah kahverengi, bilahare kırmızı
en sonunda da beyaz renge dönüştüklerini de söylemeliyim. Beyaz renk artık
yaşamın son demlerine gelindiğinin belirtisi olarak değerlendirilmelidir. Gerek
bizim kedinin gerekse de komşuların kedilerinin havuzun duvarına çıkıp ta,
balıkları seyrederken nasıl ağızlarının sularının aktığını nasıl anlatmalıyım
bilemedim. Bazen havuzun suyunun çok azaldığı dönemlerde türbinden gelen suyun
havuzun dibine direk düşmesini ve taban betonuna zarar vermesini engellemek
için yerleştirilmiş bir taşın üstüne inip balıklara bir hayli yakın olmanın
keyfini yaşadıklarını da hatırlamaktayım. Ancak, havuzun suyu ile salma su
şeklinde bahçe sulanması esnasında, havuzdan kaçıp göremediğimiz balıkların su
arıklarında mezkûr kediler tarafından afiyetle yenildiğine de tanıklığım
vardır. Hayat işte her canlı rızkının peşindedir.
Havuzun
suyu ile bahçede bulunan dönem itibari ile yaklaşık 100 ağaçlık narenciye ki
başta Çeşme Limonu, Çeşme Mandalinası ve portakal ağaçları yanında, sadece
kendi ihtiyacımıza yönelik, badem, birkaç çeşit erik, incir, kayısı ve önemli
miktardaki yazlık ve kışlık sebze sulanırdı. Bahçede yazlık, taze fasulye,
domates, biber, patlıcan, kabak ve mısır yetiştirilir iken kışlık ise kereviz,
pırasa, karnabahar, turp gibi sebzeler başta olmak üzere her türlü sebze
bulunmakta idi. Tüm bu sebzeler üretici haline götürülüp satılırdı, benzer işi
yüzlerce insanın yapması ve nüfusun bugünküne göre katlarca az olmasına rağmen,
tamamı satılır, üreticinin de yüzü gülerdi. Şimdi aynı şeylerin
gerçekleşmesinin olanaksızlığı ayan beyan ortadadır, kim ne derse desin.
Mevsimine göre toplanan domatesin 2 günde bir olmak kaydı ile onlarla kasa
olduğunu hatırladıkça bugün aynı verimin neden alınamadığını bir türlü kabul
edememekteyim. Ancak gübrenin ve ilacın bugünkünün yüzlerce kat azının
kullanılmasına rağmen tohumun üretici tarafından üretilmesi, fidenin tamamen
kendi tohumundan üretilmesi gibi yerli kaynakların varlığı işin sırrı idi
herhalde. Ne yazık ki yerli ve milli politikalar izliyoruz diye diye, ne o
tohumlar, ne o verimler kaldı üstüne üstlük de sağlığımızdan olduk, bu elin
gavurunun tohumunu ve ürününü ithal eden zihniyet yüzünden.
Haftaya
kaldığım yerden devam….
Cuma, Ocak 11, 2019
EVİM
Çamlı
Pansiyonun oradan Ovacık Eski Yoluna sapınca yaklaşık 150 mt sonra sağda,
girişinde kocaman bir dut ağacı bulunan ve bahçesine de buradan girilen bir ev
idi, doğup büyüdüğüm ev, yanında sulama havuzu, küçük bir balık yetiştirme
havuzu, havuz duvarı üstünde sayısını ne yazık ki tam hatırlayamadığım lakin
yaklaşık 70 teneke saksılık karanfil çiçeği olan, havuza suyu bir dolap
marifetiyle çekilen bir kuyunun bulunduğu, yaklaşık 5 dönümlük bir bahçe
içerisinde yer alırdı. Dönem; imar planı, plan notları, inşaat ruhsatı, inşaat
projeleri, kontrol mühendisleri, Belediye denetimi, iskân raporu, beton
santralı, transmikser, beton pompası, nervürlü demir, vs gibi kavram ve
ihtiyaçların bilinmediği, istenmediği bir dönem idi. Ev mi ihtiyaç, ev mi inşa
ettirecektiniz, proje mi çizdirecektiniz, Neşet Kalfa ya da Ahmet Pala
mecburiyetiniz idi öncelikle, sonra da İbrahim Kalfa… Malzeme de, yerli taş ve
ahşap idi, kum ve çakıl mı, Fener Koyu ne güne. Söylerdiniz arabacı Çelebi’ye 2
büyük tekerlekli at arabası ile gelirdi. Çimento ile demir ise en zoru idi, taa
son zamanlara kadar.
İhtiyaca
binaen, zaman içerisinde, geliştirilmeye açık ve de geliştirilen ev, içeriden
ahşap bir merdiven ile 2. katına çıkılan gelişmiş bir gecekondu görüntüsü
verirdi. Tüm duvarlar taş, kat döşemeleri ahşap, çatı ahşap ve çatı örtüsü de
babamın en öğündüğü bölüm idi sanki kendi yapmışçasına, Marsilya kiremit’i idi.
Kocaman bir mutfaktan girilirdi eve, ama bugün bilinen cinsten bir mutfak
değil, içinde “ocak” bulunan, yemeklerin yendiği hatta ağırlıklı eğleşme mekanı,
bulaşıkların içinde yıkandığı, mozaik’ten dökme bir eviye, su temini ise
elbette taşıma su… Ocakta yakılan odun, günün bölümlerine uygun görevler
üstlenmiş idi, yemek pişirme, eğleşilen mekanın ısıtılması ve yanan odunun
kömür haline gelişi ile oluşan malzemenin genellikle akşam saatlerinde mangala
taşınarak diğer odaların ısınmasını temini gibi. Gerçi mangalda yakılacak kömür
ihtiyacı Uzunkuyu’da üretici İrfan Amcadan her yıl çuval çuval gelen bedava
odun kömürü ile karşılanırdı ama bitince istenilmezdi ki, yeniden yeniden,
müracaat ocak olurdu. Sonradan bize tüp gazlı ocakları öğrettiler, sobaları
öğrettiler, yani daha fazla tüketim, daha fazla konfor ki buna da konfor
denilirse işte. Mezkûr mekânda duvarın bir hayli üstlerinde oluşturulan küçük
bir raf üstünde, evin en prestijli aleti “radyo” bulunurdu, ajanslar, arkası
yarınlar, radyo tiyatroları takip edilirdi. Çok sonraları Dede Torununa oynasın
diye verdiği radyonun sökülebilecek en küçük parçasına kadar söküldüğünü üzülerek
görmüş idim. Ne radyo idi be, ne önemli bir alet idi, dinlenilen ajanslar üstüne
komşular ile yapılan zevkli ve çekişmeli siyasi tartışmalarını izlerdim babamın,
konular ne idi, kim hangi mevzuda neyi savunurdu çok hatırladığımı söyleyemem.
Ama babamın DP (demokrat parti) ve devamı AP (Adalet partisi) taraftarı
olduğunu hatırlıyorum lakin namus ve dürüstlük konusunda taviz verilebileceği
asla kabul görmezdi. Hay Allah ne günlerdi…
Bir
sabah, bahçe (avlu) kapısının önündeki dut ağacının kesildiğini gördüğümde çok
üzülmüş idim bunun üstüne babam yere dökülen dutların nasıl böcek ve haşere
ürettiğini, yerleri nasıl kirlettiğini anlatırken yaşadığı içten mahcubiyetini
unutamam. Dutun sonradan eşek semerine dönüştüğünü de öğrenmiş idim babamın
final savunmalarından. Hay babacığım, evde her şeye muktedir gördüğüm adamın dutu
kesmesi sonrası mahcubiyeti unutulacak gibi değildir vallahi.
Ön
avlunun en önemli parçası ise, dolap kuyusudur, bilenler bilir de bilmeyenlere
anlatayım, kuyu yaklaşık 6 mt derinliğinde olup, tabanı kil tabakası idi
hatırladığım. Üstünde kovaların bulunduğu bir çarkın dönerek kuyudan suyu alıp,
yukarıya çıkarıp havuza bağlı bir ahşap kanalete döküldüğü çarkı döndüren güç
ise “dolap beygiri” adı verilen bir at ya da bir eşek idi. Sonradan dolap
bozulunca, taa 90 lı yıllara kadar kullanılacak “Yugoslav” malı bir elektrik
motoru ve türbini satın alınmış, eşek ise bu sayede nakliye ve taşıma işine
terfi ettirilmiş idi. Kuyu buz dolabı görevi de görür, içine büyük sepetlerle
sarkıtılan et ve peynir gibi gıdalar selametle korunurdu. Kuyunun suyunun
kalitesi de bir hayli iyi idi, ben tadı, kokuyu kaliteyi şimdilerde çok net
hatırlamasam bile, testileri ile su almaya gelen insanların sayısın fazlalığı
bu anımsamayı teyit eder niteliktedir. Avlunun bahsettiğim 5 dönümlük bahçeye
açılan bölümünde, bir ahır var idi, bu ahır başta eşek olmak üzere, keçi, koyun
ve tavukların mekânı idi. Keçilerin “Malta”, koyunların ise “Sakız” olduğunu
söylememe gerek yoktur sanırım, anacığımın sağdığı sütlerle yaptığı peynir,
yoğurt ve tatlıların tadını sonraki hayatımda bir daha asla bulamadım, belki
vardır da ben bulamadım, bilemiyorum gayri. Kendi tavuklarımızın yumurtalarını
ne kadar anlatsam beyhude, koca bahçede gün boyu serbest dolaşır, beslenir,
ilaveten buğday, arpa ve mısır ile de takviye edilirdi bu beslenme.
Kuyudan
çekilen suyun boşaltıldığı havuz, yaklaşık 7 ya da 8 mt kenar uzunluğu olan
kare bir yapı olup derinliği de yaklaşık 1,5 mt idi. Havuz her yıl boşaltılıp,
içine bir yıl içinde havadan gelen toz toprak çökeltilerinden temizlenir,
duvarları kireç ile boyanır, tertemiz hale getirilirdi. Bu temizlik faslında da
içinde bulunan balıklar, hemen yandaki yavru balık yetiştirme amaçlı, babamın
yaptığı küçük havuza aktarılır idi. Benim balık yakalama yeteneklerimi bu havuzda
geliştirdiğimi hemen söyleyeyim, ama nedense olta yerine başka bir çengel gibi
bir şeyin ucuna ekmek takar yakalardım, çünkü yakalanan balığa zarar vermemek
esas idi, her yakaladığım balığı da hemen tekrar suya atardım. Babam neden bu
konuda bir de küçük havuz yapmış ve bir profesyonel gibi balık yetiştirirdi tam
hatırlamıyorum ama çok muhtemel ki bunları havuzlarına balık isteyenlere
satıyordu. Bu balıklar sulama havuzunun istenmeyen misafirleri sivrisineklere
ve oluşacak yoğun yosuna karşı bir önlem olarak ta görev yaparlardı öğrendiğim
kadarı ile.
Evet,
ne yazık ki bana ayrılan yerin sonuna geldim yine, havuzun kenarındaki çok çeşitli
karanfiller, bahçedeki ekmek fırını, akşamları çatı arasına çıkarılan ve her
sabah geri alınan kedimiz, balık yavrusu havuzu, Ovacık
eski yolundan hayvan gübresi toplayışımız, komşularımız konusunda bir yazı daha
yazacağım.
Cuma, Ocak 04, 2019
SİSTEM DEDİKLERİ
Siyasi
Partiler Kanununa göre, siyasi partilere her yıl Hazine tarafından ödenmek
üzere, genel seçimlerde yüzde 10 barajını aşan partilere aldıkları oy oranında
devlet yardımı yapılıyor. Ayrıca bu partilerin dışında yüzde 3'ün üzerinde oy
alan partilere de en az yardım alan partinin hak ettiği yardım miktarı
üzerinden yapılan hesaplamayla ayrıca ödeme yapılıyor. Yardım miktarı, o yılın
genel bütçe gelirlerinin 5 binden 2'si oranında belirleniyor. Bu tutar, genel
seçimlerin yapılacağı yıllarda üç kat, yerel seçim yıllarında ise iki kat
olarak ödeniyor. Görünen o ki mevcut sonuçlara yani 24 Haziran 2018 seçimlerine
göre, %10'luk barajını aşan 4 siyasi parti, sırası ile, AKP %48,35, CHP %25,74,
HDP %13,28 ve MHP %12,62 oy almışlardır. Bu oy dağılımı dikkate alınarak, AKP
önümüzdeki yıl en geç 10 Ocak'ta 290.867.000 TL, CHP 154.808.000 TL, HDP 79.906.000
TL, MHP 75.942.000 TL alacaktır. Nasıl sistem değil mi? Hem kafalarına göre
paramızı harcayacaklar hem de kafalarına göre sloganlar üretecekler ve bunları
gözümüze sokarak, beynimize kazıyarak ve hatta inanmamızı bekleyerek kulağımıza
üfleyecekler, üstüne üstlük inanmadığımız zamanda kızıp azarlayacaklar, açıktan
ya da çaktırmadan. Bütçeden destek ile seçim yap, seçimden sonra kanun yap, oh
harika bir düzen, nefis sistem… Siyasi partilere para yardımı yapılması 12
Eylül Askeri darbesinin canım Yurduma deli gömleği giydirme operasyonlarının
birisidir… Ama ondan sonra gelenler de konu para olunca değiştirme isteği ve
niyeti göstermediler… Eeee beleş para, ne diye ret edilecek, olur mu? Bu
topraklar “nerde beleş oraya yerleş” sözünü boşuna mı yaratmış… Zinhar…
Bakın
sistem için aklın yarattığı en adaletli biçimi üstüne bildiğim birtakım
detayları yazmak istiyorum. Nerede is tamamı Küba’dan olacak bu detayların.
Peki en iyisi midir tüm bunlar, şüphesiz daha iyisi olabilir ancak
uygulanabilir olması açısından aklın yarattığı en iyilerdir. Asıl mesele; hani
politikacı büyüklerimizin sık sık tekrarladıkları bir şey vardır ya; politika
için “memleket sevdası”, “millete hizmet vesilesi” … Madem ki öyle, mesela
politika yapmak için herhangi bir bedel yani maaş ödenmese, politikacılık
tamamen gönüllü bir hizmet olsa nasıl olur acaba? Mesela politikacı başına
hesaplanan oyun %50 si ile geriye çağrılma imkânı olsa nasıl olur acaba? Yerel
meclislerden onay almayan yasalar uygulanmasa nasıl olur acaba? Gerek yerel
gerek genel meclis üyelerinin doğrudan vatandaş tarafından seçilse, herhangi
bir delege sistemi ve tercihi gözetilmeksizin, acaba nasıl olur? Vatandaşların
her konuda görüşü sorulsa, görüş alınması da gönüllü olsa, mecburi olmasa?
Mesela yeni imara açılacak yerlerin öncelikle vatandaş görüşünden geçirilmesi
gerçekleşse nasıl olur acaba? RES, HES, JES, KES vs gibi vatandaşların onayı
ile yapılsa nasıl olur acaba? Maden ocakları yerleri ve işletme kararları
vatandaş onayı olmadan olsa nasıl olur acaba? Vs vs…
Şimdi
gelelim Küba’daki seçim sistemi üstüne bildiklerimize, duyduklarımıza ve
okuduklarımıza. Evvelemirde; Küba’da “milletvekilliği” kesinlikle bir meslek
haline dönüştürülmemiştir, dönüşmesine de izin verilmemiştir, yani para
karşılığı yapılan bir uğraş değildir.
Küba’daki
siyasi yürütme sistemi, 3 kademeli olup, yerelde belediye meclis üyelikleri,
eyaletlerde eyalet meclisleri, genelde de en yüksek meclis ulusal meclisten
oluşmaktadır. Yerel meclisler, ülke genelindeki 169 belediye özelinde organize
olur, belediye sınırları içerisindeki vatandaşların sosyal, siyasal ve ekonomik
talep ve beklentilerinin tespiti, hal olunmasının yöntemi, planı,
bütçelendirilmesi, gerekiyor ise eyalet ya da ulusal meclislerden gerekli onay
ve kaynak aktarılmasının temini, bunların yürütme organınca gerçekleştirilmesi
konularında faaliyet yürütürler. Yerel meclisler “her 500 Küba vatandaşına bir
temsilci” esasına göre yapılandırılmış olup temsili sistem içerisinde çok
önemli bir yer teşkil ederler, neden mi, eyalet ve ulusal meclislere gidecek
temsilcilerin bu meclislerden onay almaları gerekmektedir. Peki bu neden çok
önemli bir detaydır, çünkü, vatandaşın ülke yönetimine doğrudan ve son derece
etkili katılımını getirmektedir. Ayrıca yerel meclislere seçilecek vekiller,
seçin bölgelerini kapsayan tüm alanlardaki vatandaşın direk ve açık oyu ile
belirlenmekte olup 2,5 yıllık bir süre için seçilmektedirler. Politik
manevralar, hile, hurda ve desise yapılarak oyların çalınması, oyların iç
edilmesi söz konusu olamaz, biliyor musunuz neden, çünkü “sandıkların bekçisi çocuklardır” da ondan, haydi kediler trafolara
girsin de görelim, haydi oylar parti değiştirsin de görelim. Genelde seçme ve
seçilme 16 yaşını doldurmuş her vatandaşın hakkı olup, ayrıca 16 yaşında olan
her vatandaş yerel meclislere, 18 yaşını doldurmuş her vatandaş ta ulusal
meclise aday olma hakkına sahiptir. Hem de aday göstermek öyle bir zümrenin,
bir partinin, bir grubun tekelinde olmaksızın, her vatandaş aday olma hakkına
sahiptir hem de gerçek manada öyle kâğıt üstünde değil.
Milletvekilleri,
Eyalet veya Belediye Meclislerinde “Meclis Başkanlığı” veya “Meclis Başkan
Yardımcılığı” görevine seçilmesi hali ile Ulusal Mecliste Daimî Çalışma
Komisyonlarında görevlendirilmesi gibi istisnai durumlar hariç, Eyalet ve
Belediye Meclisleri Milletvekilleri/Delegeleri, halk temsilcisi olarak
gerçekleştirilen bu görevler için hiçbir maaş almamaktadır. Üstüne üstlük,
vatandaş seçtiği milletvekillerin icraat ve performanslarından memnun değiller
ise imza toplayıp derhal geriye çağırma, milletvekilliklerini düşürme yetkilerine
de haizdirler. Bu faaliyetin tamamen halka hizmet etmek için gönüllü yapılan
bir iş olduğunu bilirler. Herkes daha önce çalıştığı yerlerdeki maaşlarını
alırlar, Meclis faaliyetlerinden ötürü maaş alanlar da daha önce aldıkları
maaşlardan fazlasını almazlar, alamazlar… Kayıtlarda, kanunlarda, yönetmelikte,
iç tüzükte ve dış tüzükte ne yazdığına bakılmaksızın, yani kâğıt üstünde ne
denildiğine bakılmaksızın ne şekilde uygulandığı ve hayata geçişi önem arz
eder.
“Partilere
seçim yardımı ödeneği ne demek kardeşim ekonomik savaş veriyoruz” da demiyor
kimse, maşallah. Madem ki öyle, belediye başkan adayları olsun, genel
seçimlerde milletvekili adayları olsun, vatanını milletini çok seviyorlarsa
kendileri karşılasınlar seçim masraflarını, evet, devlete yük oluyor, bunlar ne
şimdi, el insaf…
Çarşamba, Aralık 19, 2018
GOLF YATIRIMI
Şimdilerde
bakıyorum, tekrardan bir “Golf Sahaları”
yapalım gibi vaatler ön plana geçmeye başladı, umarım bu konudaki yatırım
planları ya da vaatleri sadece sözde kalır ve bizde bir vade sonra unuturuz
zaten, konu da kendiliğinden kapanır. Yoksa sonu maazallah… Golf bırakın Çeşme’yi,
Türkiye’nin değil, hatta Dünyanın bundan böyle tercih etmesi gereken bir spor
dalı değildir, o da spor ise eğer, ilaveten uygun bir yatırım da değildir, bir
sürü nedenle. Bildiğimiz konuları paylaşacağım aşağıda, aaa biliyorum bu yazıyı
kim okur, kim umursar, kim doğru bulur, söylenenler doğru mudur diye kim araştırmaya
girer, Emin olun; kimsenin umurunda değil, söyleyeceğim bu kelamlar… Aynen,
abuk subuk açık deniz balıkçı barınağında, RES’lerde, JES’lerde, ne oldu ise
bunda da aynısı olur. Bizimkisi “Güncel Politika” değil, ilaveten karar
vericiler ile birlikte politika da yapmadığımıza göre, yazıldığı ile kalır
eminim. Kaygımız sadece ve sadece memleket, sevdamız memleket, hedefimiz doğayı
korumak. Zinhar başka bir derdimiz yok. Aaa biliyorum, deniz kenarında dalganın
kıyıya vurduğu deniz yıldızını denize tekrar göndermenin de faydası yok ama, ne
yapayım elimden başka bir şey gelmiyor. Yine de yazalım, yazalım ki, hani Firavun’a
sormuşlar “nasıl firavun oldun” diye o da cevaben “kimse itiraz etmedi de ondan”
denmesin, en azından tarihe not düşelim…
Golf’ün
çevreye ve doğaya vermiş olduğu zararlar, artık tüm dünyada görülmüş,
öğrenilmiş ve anlaşılmıştır, tam da bu nedenle başta golf’ün çok yaygın olduğu ABD,
Kanada ve Japonya’da, başını çevrecilerin çektiği golf karşıtı büyük lobiler
oluşmuş ve mezkûr spora karşı inanılmaz büyük çaplı tepkiler organize
edilmiştir. Bakmayın siz, bu kabil çevre ve doğa tahribatına gözünü kapamış
medyanın bu konuları gündeme taşımıyor olmasına, bu para babalarının sahibi
olduğu medya kuruluşları yazmıyor, söylemiyor ya da haber etmiyor diye, herkes
sağır, kör ve dilsiz değil… Ciddi protestoların olduğu kesin olup sadece
yansıtılmıyor, o kadar…
Bir
de Golf prestij yatırımı ve sporu imiş gibi kelam ediyor olanları da çok
ciddiye almamak gerektir herhalde ya bilmiyorlardır ya da bilmiyorlardır (!!!),
tekrarladığıma bakmayın, oraya yazacağım kelimenin hukuki sonuçları olabilir
diye düşünüyorum. Ayrıca bu “prestij” kelimesi, “itibar” kelimesi ile başlayan
ve savunulan bir dolu yatırım bize yabancı değil ilaveten de doğru da değil.
Allah muhafaza, sizin için golf itibar projesi olur, başkası için kasr itibar
projesi olur ve de etrafımızda itibar projesinden geçilmez. Terminoloji
seçiminde de dikkatli olunması mutedil politika yürütmenin önemli bir aracıdır,
çok gergin gündemimize de katkısı olmaz.
Şimdi
gelelim; Golf yatırımının nasıl bir çevre ve doğa katliamına neden olduğunu
dilimiz döndüğünce anlatmaya. Bilindiği üzere Golf sporu çok kaliteli bir çim
saha gereksinimi gösterir, bu nedenle yatırım maliyetinin yanında işletme
maliyeti de önemlidir. Evvelemirde sporun doğası gereği çimin bir hayli kısa kesilmesi
gerekmektedir, bunun teknik anlamda manası ise, kısa kesilen çimin kendisi için
gerekli “fotosentezi” layığı ile yapamamasına neden olur, binaenaleyh normal
çimin besin ihtiyacına göre daha fazla beslenmeye ihtiyaç göstereceği aşikardır,
bunun da anlamı gereğinden nerede ise 5 ya da 6 kat fazla gübre kullanılma
ihtiyacı doğar. Tabii ki gübre ihtiyacı da doğal gübre ile karşılanamamakta
olup kimyasal gübreye müracaat edilmektedir. Kimyasal gübrenin bu dozda yani aşırı
miktarda fazla kullanılmasının ise yeraltı sularına verdiği zarar gayet açıktır,
zaten sınırlı ve sıkıntılı olan yeraltı su rezervimiz bu manada risk altındadır
ve bu riskin oluşması halinde de telafisi mümkün değildir. Haydi mümkün
değildir demeyelim ama oldukça güç ve pahalı sonuçlar doğurur. Uzmanların
yaptığı araştırma ve yazdıkları raporlara bakılma lütfu gösterilirse eğer, görülecek
ki, ilaç kullanımı da bir o kadar tehlikeli sonuçlara gebedir, normal tarım ve
çime göre 6 kat daha fazla ilaçlama yapılması kaçınılmazdır. Diğer taraftan;
yine yaklaşık 1.000 dönümlük bir golf sahasının su ihtiyacı da yaklaşık yıllık
1.000.000 m3 (metreküp) olup neredeyse 15.000 kişilik bir kentin 1 yıllık su
ihtiyacına tekabül etmektedir. Saydığım bu 3 adet gerekçenin yanında sosyal
tarafları da şüphesiz vardır ve birazdan onlara da değineceğim. Ancak; bu
teknik izahlara rağmen hala “golf yatırımını” bir turistik ve ticari yatırım
olarak görür ve ısrar edersek eğer doğal kaynaklarımızın sürdürebilir olmasına
yönelik ettiğimiz kelamların ya manasını bilmediğimiz anlaşılır ya da takiye’ye
devam durumudur. Bugün dünyada yaklaşık 60.000.000 (altmış milyon) golf
oyuncusu olduğu ve bunun yaklaşık 40.000.000’nunun (kırk milyon) da ABD de
olduğu düşünülür ise gerek ülkemize gerekse de ilçemize gelen ABD’li turist
sayısını söylemeye bile gerek yoktur herhalde. Yani dünyada dünya nüfusunun %1’inin
Golf ile ilgili olduğu bunun da %66’sının ABD’de olmasının, mesafe ve tercihler
açısından nasıl turistik katkı sunacağı da takdire şayandır. Ayrıca ülkemize
gelen ABD’li turistlerin bir istatistik değer olarak sunulmasının bize faydası
olamayacağını da nerede ise tamamının “Kruvaziyer
turisti” olmasından bilmekteyiz. Geriye kalan ise zaten bizi az tercih eden
kuzey Avrupa ülkeleri turistleridir. Ayrıca; diğerleri de Çeşme’ye golf oynamaya
neden gelmeliler acaba?
Golf;
Dünyadaki kabulü ile mutlu azınlığın sporudur, aaa tercihiniz mutlu azınlık
spor yapsın ise eğer, golf doğru yatırımdır ama yaygın kitleler hatta geliri
çok düşük olanlar bile yapsın diyorsanız zinhar yanlış ve hatta bu manada bile zararlı
bir yatırımdır… Bırakın bu bireysel sporların altyapılarını hazırlamayı, bırakın
bireysel spor yatırımlarını, ülkemizin ihtiyacı “sosyal” olmanın gereği olarak
kitle sporlarıdır, destekleyin kitle sporlarını lütfen… Valla illaki yapacağız
diye bir inada da sahipseniz bari doğal çim yerine sentetik ya da suni çim
yapın…
Haa
bir de istihdam yaratılacak gibi kelamlar edilirse de bu işi hiç bilmeyenlerin
konuştuğu söyleyebilirim, çünkü personel istihdamı açısından bir hayli cimri
bir organizasyondur, golf yatırımı… 1600 – 1700 dönüm araziye yaklaşık 600-700
dönüm çim bölge gerekir, böyle bir tesiste de maksimum 25 bilemediniz 30
personel çalışır. Gerisi laf-ı güzaf… Ben görevimi yaptım, kendimce bildiğim
doğruları yazdım. Söz, yetki ve karar sahiplerinindir. O zaman da benim ki laf
ola beri gele…
Pazar, Aralık 16, 2018
SİNYALİZASYON
Ankara-Konya
seferini yapan YHT’nin (Yüksek Hızlı Tren) kılavuz lokomotifle çarpışması
sonucu 3’ü makinist 9 kişi hayatını kaybetti, 47 kişi de yaralandı. Haber böyle
geçti. Haber geçti ama bizim yüreğimizi deldi geçti, bazıları için bu ölümler
bir istatistik olabilir ama bizler için değil, tüm ülke kahroldu… Bunun üstüne Sn.
Bakan çıktı dedi ki; “demiryolu işletmeciliğinde sinyalizasyon olmazsa olmaz değildir”
… Bizdeki bilgiler böyle olmamakla birlikte, köprünün altından çok sular
geçmiştir diyelim ve tabii ki kendisi Bakandır ve en son bilgiler kendisindedir
ve her şeyi biliyordur ki böyle konuşuyor diyelim.
Yıl
1990 Eskişehir-Ankara arası sinyalizasyon projesinin gerçekleştirilmesi ihalesi,
çalıştığım STFA firmasının da içinde
olduğu bir konsorsiyumunca üstlenilmiş, şimdi adını hatırlayamadığım bir
Japonya firması ve Almanya firmaları da sırası ile proje ve malzeme tedarikçisi
idi. İnşaat işleri tamamen bizim firmanın sorumluluğunda yürütülüyor ve Şantiye
Şefi olarak sahadaki tüm uygulamalardan sorumlu idim. Bu projenin
gerçekleştirilmesi aşamasında, sinyalizasyon üstüne bazı basit kural ve tespitleri
öğrenmiş olmam itibari ve proje bilgisi çerçevesinde bunlarla birlikte birkaç
anımı paylaşmak istiyorum…
Sinyal
ile kontrol edilen hatlarda, kazaların ancak “makinist, sinyalizasyon, dispatcher” (merkezdeki hareket memuru) üçlüsünün
aynı anda aynı hataları yapması netcesinde olabileceğini öğrenmiştik evvel emirde,
yani aynı anda aynı hatalar gerçekleşecektir ki kaza olsun, yoksa kaza olma ihtimalinin
nerede ise sıfır olduğu bilgisi aktarılmış idi yetkililer tarafından… Üstüne
üstlük bizim gerçekleştirdiğimiz projenin en önemli kısmı ise, Dispatcher
tarafının tamamen compütürize (CTC) edilmesi esasına dayalı olduğundan, sistem
ve sistemi oluşturan üçlü daha güvenli yönde tahkim edilmiş bulunuyordu. Yani;
diğer teknik altyapı problemlerinin tamamen giderilmesi ve çözülmesi ile
altyapının hızlı ulaşıma cevaz verecek hale getirilmesi, esasen tren trafiğini
daha da arttıracaktır bilindiği üzere, tam da bu nedenle güvenli seyrüsefer
önceliği önem kazanacaktır. Demiryolu (tren yolu) sürat ve fren mesafesi korelasyonu
mucibince “blok” adı verilen esasen de sinyal düzenlemesi yapılacak mesafelerde
bölümlere ayrılmaktadır. Yolların bloklara bölündüğü ve her bloğun ayrı ayrı
sinyal kontrolü yapıldığı bu alanlar, basit elektrik prensiplerine (hatta
ortaokul fizik bilgisi) göre düzenlenir, blok ray giriş ve çıkışları izolatör contaları
(düzenekleri) ile bölünür, bir yandan karşılıklı 2 ray da birbirinden izole
edilerek ayrılır iken diğer taraftan da bloklar birbirlerinden bağımsız
çalışmaya başlarlar. Blok içindeki tek taraflı raylar elektrik iletimi için
birbirleri ile ortak çalışacak düzeyde olmak kaydı ile iletime uygun tellerle birbirleri
ile irtibatlandırılır. Blok bir taraftan bir batarya ile seri akım direnci ile
beslenir, bloğun diğer ucundaki raylarda bir röleye bağlanır, yol (blok) boş
olduğunda rölede enerji bulunmaktadır. Eğer blok içine giren bir tren olur ise,
bloktaki karşılıklı 2 ray arası devre kurulur ve kısa devre oluşumu nedeni ile
röledeki enerji kesilir, sinyal sistemi kontrole başlayacaktır. Blokların bu
meşguliyeti trenlerin birbirleri ile karşılaşmasının önüne geçmektedir en basit
anlatım ile. Yol üzerinde çalışan personelin ya da geçen yayaların ya da
hayvanların güvenliği ve raylar arasındaki kaçak dirençte harcanacak enerjinin
düşük seviyede tutulabilmesi için ray devresini beslemekte düşük gerilimler
kullanılmaktadır. Ray kırılmalarında bile bu sistem erken uyarı görevini
yapmaktadır vs vs. Nokta… Hatta 3 nokta… Bilmeyenler ortaokul fizik dersinde
öğrendiklerini hatırlamaya çalışsınlar…
Diğer
taraftan, “Yolcu” (farklı bir ismi
de olabilir) diye bir eleman olur onların bir menzili vardır, o menzili yaz,
kış, kar, soğuk ve rüzgâr deneden her gün yürürler, neden çünkü hattın emniyeti
önemlidir. Basit vida sıkma işlerini yapar, daha önemlilerini anında merkez
bakıma bildirir, bu amaçla direk merkez irtibatlı belli mesafelerde telefonlar
bulunmaktadır, şimdi personel tasarrufu diye bunların işine son verirseniz, ya
da bu kabil zor şartlarda yürütülen işlere son verir, personele kolay iş verirseniz,
maazallah…
Bir
de komik bir hikâye, çalıştığımız hattın “Beylikköprü”
bölümünden, zamanın beherinde bir Demiryolu İşçisi evinin uzağındaki bir
istasyona sürülür, gittiği çalışma yeri ile evinin bulunduğu arasında tek
ulaşım yolu demiryoludur, topoğrafya bir başka ulaşıma el vermemektedir. Adamcağız
sabah işine gitmek üzere istasyona geliyor, tren ile işe gidiyor ancak akşam
dönüşlerinde istasyona gelip oradan evine gitmesi halinde de haddinden fazla
zaman kaybı oluyor. Arıyor, tarıyor bir çözüm üretemiyor. Yetkililerden tekrar
eski çalışma yerine atamasının yapılmasını yalvar yakar istiyor ama mevzuat ve
müdüriyet bir türlü insafa gelmiyor, aile durumdan çok muzdarip… Hemen devreye ailenin
ortaokula giden çocuğu devreye girer, babası ile irtibatlı ve destekli fizik
bilgilerini konuştururlar, her akşam babasının geldiği treni evlerinin önündeki
bloğu karşılıklı rayları irtibatlayıp kısa devre oluşturmak sureti ile blok
meşgule düşürülünce, tren mezkur 3lü tarafından otomatik durdurulur ve baba
trenden çaktırmadan iner, artık zamandan tasarruf devrine geçilmiştir. Ancak
bir süre sonra hep aynı trenin hep aynı blokta otomatik durması dikkat çeker,
yapılan gözlem ve araştırmalarda bu cingözlük anlaşılır, gerekli cezalar
verilir vs… Çocuğun fizik bilgisi ile babanın demiryolu işletmeciliği bilgisi ceza
almalarına engel olmaya yeterli olamamıştır…
Sinyalizasyonun
çok önemli olduğu söylenirdi o zamanlar, gerçi tarih 1990 gibi idi üzerinden
yaklaşık 30 yıl geçmiş, tabii ki teknolojik gerekler ve gerçekler de değişmiş
olabilir. Bir başka anı ve hissesi ile sonlandıralım; bir akşam şantiye personelden
biri dönmeyince arazide arama çalışması yaptırmış idim, ne görelim bizim
sürveyan arkadaşımız arazide köpeklerin saldırısına uğramış, korkudan “sinyal” direğinin üstüne tırmanmış ve
orada oturmaktadır, anlayacağınız sinyal direkleri o tarihte de sinyal dışında
da hizmet sunmakta idi, uygulamalı bunu da görmüş idik. Yani bu anlamda bile
olsa sinyalizasyon gereklidir diyelim… İyi haftalar.
Cumartesi, Aralık 08, 2018
ÇEŞME SİLUET PROJESİ
Zamanın
behrinde, Çeşme’nin denizden yaklaşımda siluetini oluşturan yapıların gerek
gabari gerekse cephe özellikleri açısından bir bütünlük ortaya koymadıkları iddiası
üzerine, aralarında Çeşme Kaymakamlığı, Çeşme Belediyesi, İzmir Ticaret Odası, Mimarlar
Odası İzmir Şubesi, İzmir Ekonomi Üniversitesinin bulunduğu kurumlar vasıtası
ile “ÇEŞME MERKEZ SAHİLİ KAMUSAL
MEKANLARIN VE CEPHELERİN DÜZENLENMESİ” Projesi kapsamında gabari olarak
silueti bozan yüksek yapıların mevcut imar planında belirlenmiş olan koşullara
uygun olarak yenilenmesi, cephe kaplamalarının yenilenmesi ve cephelerde
yapının doğal uzantısı ve parçası olmayan ünitelerden temizlenmesi ve bu uğurda
da ahşap merkezli malzeme kullanılması hedeflenmiştir kapaca… Detayda ise; Proje
bağlamında temel olarak 2 yapı önerilmekte olup birincisi, “Otogar Marina
aksında Marina Meydanında yeşil çatılı zemin altında kapalı otopark planlanırken,
zemin üzerinde meydanla bütünleşecek ticari kullanım amaçlı”, ikincisi de; “kent
meydanında kente dışarıdan gelecek olan ziyaretçiler için bir bilgilendirme ve
hizmet yapısı olarak kurgulanmış Info-Exchange binasıdır”. Ancak İnfo-Exchange
binası bir tarafı ile Kale diğer tarafı ile de Atatürk anıtının algılanmasına
engel olmaması için geriye çekilmesi planlanmaktadır. Siluet Projesinin en can
alıcı öngörüsü ise; siluetin uzun mesafeli ve fazla binayı kapsıyor olması
nedeni ile, bina düzenlemeleri, ekonomik olması düşünülerek binaların fasadına
ikinci bir cidar planlanacak ve eklemlenecek ve hatta malzeme metal taşıyıcı
konstrüksiyon doğal ahşap olacak… Bahçe duvarları bile kaldırılacak, antenler,
klimalar görüntü kirliliği yaratılmaması adına kaldırılacak, doğal doku ile
uyumsuz PVC malzemelerden doğramalar kaldırılacak, Kamu binalarında krem, özel binalarda
bej ve beyaz renkler kullanılacaktır, vs vs…
Bakılınca
maşallah dedirten yaklaşımlar, bakmayın size benim özetlediğime, daha ne detaylar
var ne detaylar… Yahu bunlar bir gerçekleşmiş olsa Çeşme harika bir siluet
verecek Çeşme Körfeze denizden gireceklere… Hay Allah…
Projeyi
duyunca dönemin şehremenisi beyefendi ile konuşuyoruz, daha doğrusu soruyoruz, muhterem
cevaplıyor;
-
Sahili merkez alan bir proje çalışması başlamış
“siluet düzenlemesi” adı altında, hayırlara vesile olsun, ne diyorsunuz?
-
Sahil düzenlenecek, “Yerel yönetim, Meslek
Odaları ve Üniversite iş birliğinde geleceğe bir iz bırakmak amacıyla ortak akıl
ile hayata geçirilecek” bir projedir. Harika işler yapacağız.
-
Peki bu düzenlemede “gabari” konusunu delen
binaların fazla katları kamulaştırılıp yıkılacak mı?
-
Onun kolay olduğumu zannediyorsunuz?
-
Hayır, ama bu olmayacaksa bu projeden ve uygulamalarından
bir sonuç elde edemezsiniz, beyhude bir çalışma olur ayrıca proje
ortaklarınızın bir kısmı çok ta uygun ortak gibi görünmüyor.
-
Saçmalamayın, bildiğiniz bir şey yok, sadece konuşuyorsunuz.
-
Peki başkan hep birlikte görürüz sonuçlarını,
umarım bizi yanıltırsınız.
-
Haydi hoşçakalın…
-
Güle güle başarılar.
Derken;
ne görelim, hiç düşünmediğimiz, İzmir Ticaret Odası Başkanı ile İzmir Ekonomi
Üniversitesinin Mütevelli Heyetinin Başkanının aynı kişi olması ve Tekke
Plajının arkasında ağaç kesimleri ve inşaat çalışmaları başlamış…
Yolda
rast geldiğimiz Meclis Üyesi bir başka muhtereme soruyoruz
-
Sn Vekil’im Tekke Plajında ağaçlar kesiliyor,
galiba emsali de bir hayli yüksek inşaatlar da başlayacakmış.
-
Ya evet, adam, Bakanlık’tan işi çözmüş, tüm
izinlerini Ankara’dan halletmiş.
-
Emin misin, Ankara’dan çözüldüğüne.
-
Evet.
Bu
diyaloğun sonrasında; Şehremeni ile karşılaştığımızda, Siluet Projesinin nasıl
ilk sonuçlar verdiğini soralım dedik;
-
Başkanım, sizin Proje galiba takdiminde hiç
olmayan bir sonuç verdi, Tekke Plajı elden gidiyor.
-
Adamın hakkı, kullanmak istedi, biz de verdik.
Senin de yerin varsa gel sana da verelim.
-
Hayırlısı olsun, ama yapılanlar bir tarih,
kültürel değer ve doğa katliamı ve asla unutulmayacak ve asla telafisi olmayacak.
-
Bildiğiniz bir şey yok, sadece konuşuyorsunuz.
Konuşma
Şehremeninin dama yapması ile nihayetlendi. Dama Tekke Plajı ve tepesi
verilerek alınmış galiba. Ama Şehremeni herkesi, “bir şey bilmiyorsunuz” diye
suçluyor, zannedersiniz ki, kendisi her bir şeyi biliyor. Aslında zaten tüm
iktidarı boyunca yaptıklarına bakınca kendisinin de bildiği yanıldığına
yetmemiş, her şey ayan beyan ortada…Allahtan bu muhteremin gudubet “Fener Burnu
Açık Deniz Balıkçı Barınağı” destekçisi olması da Merkezi İktidarın hamlesi ile
sonuçsuz kaldı da bizleri aptal olmakla itham edişi de askıda kaldı… Tekke katliamının sonuçları ile ilgili diğer söylentiler
de bu yazının konusu olamaz, şüphesiz… Duyanlar, duyduklarını araştırabilirler…
Ona karışamam tabii ki…
Zamanın
behri dedik ama 2012 yılının ilk ayları idi zaman… Sonuçta; elde kalan 2 somut şey, bir Karakori Dağına
açılan abuk subuk yolun beton istinat duvarının yeşile boyanmış ve iki Tekke
Plajının üstünün binaya boğulmuş gark olmuş hali ve de Çeşme Merkez Sahili
Kamusal Mekanların ve Cephelerin Düzenlenmesi Ulusal Fikir Projesi Yarışması
sonuçları… Tepe tepe övünebilir kendisi, yaratılmasındaki başat rolü ile… Sonra
biliyorum diye övün, hay Allah…
Efendim adamın hakkı imiş
savunmaları da tam bir gudubet durum oluşturuyor, nerede Orman, nerede 100 mt
kıyı kenar çizgisi uygulaması kimin umuruna… Kamulaştırılarak korumak kimin
umurunda… Kentin karakter mekanları yok olmuş kimin umuruna…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)