Cumartesi, Mart 02, 2019

ÇİFTLİK KÖY ve SAKIZ AĞACI

Çiftlik köy “sakız ağacı” konusunda bir derya deniz ama değerlendirmede ciddi manada geri kalmış ya da olması gereken noktaya gelememiş durumda. Mübadele sonrası gelen atalarımız iki ağaca inanılmaz şekilde hoyrat davranmış görünmekte, sakız ve zeytin, her ikisi de maşallah çıralı ve reçineli olması nedeni ile en fazla tercih edilen yakacak olarak değerlendirilmiş. Sonuçta geldikleri yerde fazla bilinmeyen ağaçlar konusunda tam bir sıfırı tüketme noktası. Sonradan komşunun adaları ile münasebetler geliştikçe görülüyor ki “sakız” ağacı ciddi bir ekonomik değer, yeni yerleştikleri yerin yerli ağaçlarından zeytin ve ürünü zeytinyağını tanıdıkça da sakıza ve zeytine meyilleri artar, ama meyil hızlı olmaz. Çok sonraları iki ürün konusunda da ne yazık ki tüm çalışmalara rağmen rakipleri; Lübnan, İtalya, Yunanistan ve İspanya’nın çok gerisinde kalmaya devam etmişlerdir. Ve görünen o ki trend böyle giderse geride kalınması mukadderat olacaktır.

Sakız ağaçları üstüne Çiftlik Köy başta olmak üzere eski Belediye Başkanlarından Nuri Ertan döneminde bir envanter oluşturulması ve koruma çalışması başlatılır bazı ağaçlar dikenli teller ile korumaya da alınır ancak konunun bir toplumsal faaliyet olmaması halinde ne olacaksa o olur, tespit ve tasnifi yapılan bu ağaçların büyük bölümü heder olur malum faaliyetler çerçevesinde. Zaten def-i bela kabilinden yürütülen faaliyet de sönümlenir gider zaman içinde.

Sonra Çiftlik Köyde bir dernek kurulur, “Çiftlik Köy Eğitim Çevre ve Dayanışma Derneği” adı ile; kurucuları arasında Başkan Nadir Türken, İzzet Albayrak, Muhittin Aydın, Süleyman Atagöz, Metin Gemici’nin de bulunduğu ekip, imar uygulaması neticesinde Çeşme Belediyesi mülkiyetine geçmiş bir alanı kısa sürede sakız ağacı ile donatırlar. Mülkiyeti Belediyeye geçmiş olan bu alan, Belediye Başkanı Nuri Ertan’ın başta tüm itirazlarına rağmen sonradan kabullenmesi ile, Çiftlik Köyün ilk sakız bahçesi olarak zımnen tescillenir, sakız ağaçları Çiftlik Köy içindeki eski sakız bahçesinden alınan çelikler Ege Üniversitesinden Doç. Dr. Murat İSFENDİYAROĞLU tarafından saksılarda köklendirilir, ağaç çukurları Abdullah Çandıroğlu ve Seyfi Yurttaş tarafından makine ile hazırlanır, Dernek tarafından seferber edilen Köy İlkokul Öğrencileri marifetiyle her birisinin birer adet ağaç dikimine katkı sunduğu ilaveten dikimine katkı verdikleri ağaçlara kendi isimlerini de vererek gerçekleştirilir,  şimdi o ağaçlar kocaman kocaman sakız ağaçları halinde olup, çevre yolu üzerinde plajlara gidiş istikametinde yolun sağında kalmaktadır. Zımnen tescili yerleştirilen bir tabela ile de yarı resmiyet kazanır. Tabelada Dernek, Belediye ve Metin Gemici isimleri ortak yer alır başlarda. Sonra yerel iktidar değişir, tabeladan derhal dernek adı çıkarılır çünkü yeni Belediye Başkanı Faik Tütüncüoğlu ile Dernek üyeleri arasında eleştiriye dayalı anlaşmazlıklar oluşur, eee yetki kimde Belediyede, hooopppp dernek adı silinir, sadece Metin Gemici adı bırakılır… Peki sakız ağacı konusunda mezkur başkan ile başka bir atılım yapılır mı, zinhar… Ama onlar da, yeni yapılan inşaatların oturma ruhsatı alınması aşamasında her bağımsız bölüme birer adet sakız ağacı dikilmiş olması şartı getirerek yeni bir karar oluştururlar, katkısı olur mu, evet, şüphesiz olur ama uyanık müteahhitlerle baş etmek kolay mı onlar bir yolunu bulurlar, kimisi mevcut sakız ağaçlarından dallar koparır toprağa dikerler, tıpkı sakız ağacı dikilmiş gibi, kimisi ise küçük küçük ağaçlar satın alır ve dikerler, doğası gereği nazik olan bu ağaçlar yetersiz bakım neticesinde kısa sürede kurur giderler.

Bilahare; yerel yönetim aynı partide kalmak kaydı ile değişir, artık Muhittin Dalgıç vardır Belediye Başkanlığında. O günden sonra gerek Başkanın inisiyatif ile gerekse sakız ağacı farkındalığı oluşması gerekse de toplumsal bilincin yükselmesi ile, sakız ağaçlıklarının kurulmasında kamunun yeniden “baş rol” alması gereği öne çıkar. Çiftlik Köye bu dönemde ilaveten 4 adet daha sakız bahçesi ilave edilirek toplam sayı 6 ya çıkarılır. Dönemin Çiftlik Köy yetkilisi Turgay Soykan’ın da çabaları asla unutulmamalıdır, bu manada emeği geçen herkese teşekkür etmek boynumuzun borcudur. Bundan sonra gelecek yönetimlerden de bir önceki dönemden daha da fazla çaba sarf ederek sakız bahçelerini çoğaltmasını bekliyoruz, istiyoruz ve sürekli de isteyeceğiz.

Çiftlik Köy “sakız festivalinde” öğrendiğimiz teknik ve ekonomik bilgilerin üstünden bir kez daha geçmekte fayda vardır. Bu anlamda sakız reçinesi (mastika) ve sakız uçucu yağı üretiminin merkezi durumundaki Yunanistan’ın Sakız Adası üretimin olduğu her köyde kooperatif marifeti ile örgütlenmiş ve üst birlik olarak ta Sakız Üreticiler Birliği oluşturulmuş, kilogram fiyatı 90 ila 100 euro arasında bir fiyattan satılmak üzere yıllık yaklaşık 150.000 kilogram üretime ulaşılmıştır. Peki; yapılan ihracatın 2 önemli hedefi neresi derseniz, Ameri Birleşik Devletleri ve Türkiye… Canım Yurdumun ne kadar sakız, ne kadar sakız yağı ya da sakız reçeli aldığı konusunda bilgi varsa da ben ulaşamadım. Bu arada sakız yağının piyasa fiyatının da yaklaşık 900 euro olduğunu da ilave etmeliyim. Bu üretim miktarları, bu piyasa fiyatları ile ciddi üretim seviyelerine ulaşılabilirse Çiftlik Köy’ün ekonomisine nasıl bir rakamın girebileceği aşikardır. Bu nedenle teşvik ve destek konusunda kamu yöneticilerinin rol hatta başrol almaları kaçınılmazdır. Aaa sakız ağacı bakımının ve sakız üretiminin ne kadar meşakkatli ve sıkıntılı olduğunu bilmiyor muyum, ziyadesi ile biliyorum, lakin kolay olan ne kaldı ki?

12 ay yeşil kalan sakız, çalı görünümlü olmakla birlikte, gösterilen ihtimam ile ağaç haline dönüşen, tüm Akdeniz ülkelerinde bulunmakla birlikte, “damla sakızı” üretimine uygun olanının doğası, Sakız Adası ile Çeşme ve de özellikle Çiftlik Köy olarak belirtilmektedir, bilim insanlarınca… Daha çok şey yazılabilir ama benden bu kadar, ileri ve teferruatlı bilgi için doğru adres Ege Üniversitesi ve ilgili bilim insanı Murat İSFENDİYAROĞLU ve Çeşmenin yerli üreticilerinden de Çoşkun Vural’dır.

Cumartesi, Şubat 23, 2019

ÇİFTLİK KİLİSE ve MAŞATLIK


Çiftlik köy kilisesi ve hemen yanındaki “maşatlık” dahi, bir dönemi yok edici diye tanımlayanlar tarafından maalesef yok edilmiş kültürel miras listemize dahil edilmiştir. Kilisenin yerinde artık yeller estiğinden sadece Maşatlık Çeşme Belediye Başkanı Muhittin Dalgıç tarafından diğer birkaç kültürel mirasta olduğu üzere yeniden ayağa kaldırılmış bulunmaktadır. Kilisenin yerinde yeller esiyor dememe rağmen sadece bahçesindeki “kotarina” taşlarından zemin kaplamasının minik bir tarafı bulunmaktadır. Mezkûr kaplama Çiftlik 69. Sokak üzerinde yer alan parkın hemen güney-batı tarafında görülebilir durumdadır. Ne yazık ki elimizde konuya yönelik yazılı bir eser yok, varsa da ben bilmiyor olabilirim, şu ana kadar edindiğim tüm eserlerde ne yazık ki bu kiliseden hiç bahsedilmez. Şu ana kadar edindiğim ve Çeşme İlçesindeki Kiliseleri konu alan en derli toplu eser, “Bizans sanatı doktora seminer çalışması” alt başlıklı, danışmanlığını Doç. Dr. Zeynep Mercangöz’ün yaptığı ve Yüksek Arkeolog Aytekin Erdoğan tarafından kaleme alınan “Çeşme İlçesi sınırları içerisinde bulunan kiliseler” adlı çalışmadır. Ne yazık ki burada da Çiftlik Köy’de bulunan hiçbir kilise olmadığı gibi sanki Çiftlik Köy de hiç olmamış gibi davranılmış durumdadır. Mezkûr eserde kayıt altına alınmış, Çeşme içi, Dalyan, Ildırı, Germiyan köylerindeki kiliselerin yapım tarihlerine bakınca 18. Ve 19. Yüzyıllar olduğunu görmekteyiz. “Katopanaya” adı ile maruf alttaki fotoğraflardan ne müthiş bir kilise olduğu kolaylıkla anlaşılacak yapının envantere girememiş olması inanılmazdır. Diğer taraftan Çiftlik Köyün, sadece yörenin 10. ya da 11. büyük ve önemli kilisesi diye bahsedilen “Katopanaya”nın dışında da birçok kiliseye ev sahipliği yaptığı, bugün bile kısa bir arazi ziyareti ile anlaşılabilir. Ayrıca Altınkum’a gider iken denizin ilk göründüğü yerde yani TEDAŞ’a ait trafonun hemen ardındaki tepenin bile “Kum kilise” mevkii diye anılması bile söylediklerimin bir kanıtı olsa gerektir. İlaveten özellikle Pırlanta Plajından sonraki Karaabdullah Mevkiine giden yol üstünde bile hala şapel kalıntılarına rastlanmaktadır. Aşağıdaki fotoğraflarda “Katopanaya” Kilisesinin çok uzaktan, Değirmen Dağı yönünden çekilmiş bir fotoğrafından anladığımız kadarı ile yukarıda verdiğim lokasyon doğru görünmektedir. Bugün tam orada tescilli 2 adet muhteşem taş bina bulunmaktadır ki, çok muhtemeldir kilise yetkililerinin ikamet ettiği binalardır. Bir diğer fotoğraftan anladığımız kadarı ile
bir ayin sonrası ya da öncesi kalabalığın yerel olma ihtimali düşüktür bu da Pazar ayinleri için mezkûr kilisenin adalardan ziyaretçileri olduğu söylentileri olup fotoğraf karesinde bulunanların fotoğrafın çekildiği yöne bakıyor olmaları da bu durumun teyididir diye düşünüyorum. Madem ki iddia o ki; tarlalarda ve çiftliklerde çalıştırılmak üzere adalardan çalışkan ve iş ihtiyacı olan Rum kökenliler buralara getirilmiş, neden acaba “Melek Paşa Çiftliği” diye bilinen bu topraklarda olmasınlar. Diğer taraftan bir dönem nüfusu yaklaşık 4.000 civarında olan, hatta Çeşme’nin 2 nahiyesinden biri olan ve dahi “Belediye” olarak sokaklarında gece aydınlatması için gaz lambaları olan bu yerleşimde kiliseler olmasın, olmaması akla aykırı. Yine fotoğraftan hareket ile; 2 katlı ve bir hayli geniş ve dikdörtgen kesitinde ve beyaz mermer kaplı, çan kulesi dahi görkemli olsun bu büyük bina sadece gösteriş için yapılmış olsun, mümkün değil. Beyaz mermer kaplı olması bilgisi tabii ki fotoğraftan anlaşılmıyor, sözlü tarih kapsamında kayıt altına alınmamış olsa bile, mübadele ile gelen atalarımızın anlatımlarından biliyoruz, ilaveten bugün hala balıkçı barınağının orada, sahipsiz atık vaziyetteki sütunlarından kalan parçalar ile Çiftlik Köy meydandaki Atatürk heykelinin kaidesi içine yerleştirilmiş olan “Çeşme fasadlarından” anlıyoruz.

Bilindiği üzere; Çeşme Belediyesi, Çeşme'nin tarihi değerlerine sahip çıkma iddiasıyla, Çeşme merkezindeki tarihi hamam ve Çiftlik Mahallesi'ndeki eski Hıristiyan mezarlığı ile Kemik Odası'nı restore etti. Ama aynı Belediye, yukarıda detaylarını verdiğimiz kilise artıklarına aynı ilgiyi göstermedi, mutlaka bilmediğimiz başka haklı gerekçeleri vardır… Yıkmak veya sahiplenmemek kısa vadede maliyetsiz bir davranış olmakla birlikte uzun vadede nasıl bir maliyeti olduğunu görüyoruz, ve dahi göreceğiz… Mesela mezkur kiliseyi yıkıp taşlarından parti binası inşaatı yapmak ile sahip çıkmamak şüphesiz aynı şey değil ama lütfen ilgi… Efendim sorumluluk filan kurumlarda denilerek aradan sıyrılmak kolay olsa bile doğru değildir ve kabul görmeyecektir ve de görmedi de…

Diğer taraftan; hemen şu anda yerinde yarım yamalak bir parkın bulunduğu kilisenin güney-doğusunda ve Çiftlik Köy mezarlığının tam karşısında kalan Rum mezarlığı “maşatlık” ve kemik odasının restorasyonu önemli bir çalışma idi, emeği geçenler hep hatırlanacaktır. Kemik odasının kitabesinden yapım tarihinin 1876 yılı olduğu anlaşılmaktadır. Mezarlıkta yer açmak adına eski mezarlardan kemikler toplanıyor, kemik odasına konuluyor ise ve Rum nüfus belirttiğimiz düzeyde ise demek ki kilise en az bundan 100 yıl önce inşaa edilmiştir demek akla pek aykırı gelmez. Çocukluğumdan itibaren maşatlık olarak bildiğimiz bu yer; Türkçe Etimoloji sözlüğüne göre Arapça “Maşhad” kelimesinden türetilen “şehitlik” anlamında zaman ve mekân ismi olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır da maşatlığın neden şehitlik olduğunu biz bir türlü anlayamamaktayız. Mezar taşlarından günümüze ne yazık ki bir şeyin intikal etmediği mezarlığın dış duvarları tamamen eski haline getirilmiş olmakla birlikte mezarlık giriş kapısı konusunda ne eskiden günümüze bir bakiye var ne de bir çalışma. Kemik odası mezarlığın güney-doğu köşesinde yer alır ve tonoz yapılı bir taş bina olup içinde kemiklerin toplandığı bir kemik kuyusu bulunmaktadır.

Cumartesi, Şubat 16, 2019

EVİM - 5


Evet, güzel komşularımız ile devam ediyoruz bu haftada ne kadar detaylı hatırlayıp, ne kadar detaylı anlatsak anlaşılır bir şey olmaktan biraz uzak kalır, bu komşuluk, bu seviyeli ilişkilerin sadece yaşanılarak anlaşılabilir bir şey olduğu aşikardır. Komşular arası çekişmeler olmaz mı idi, şüphesiz vardı. Ama bugünkü kadar mekanik olmayan ilişkiler içinde mutlaka bir sosyal damar öne çıkar idi. O günler canım yurdum insanının “komşuda pişer bize de düşer” sözlerini yarattığı günlerdir, komşu bilirdi ki mutlaka komşuda pişenden ihtiyaç halinde kendisine de bir şey aktarılır idi. Eyyy gidi günler, bakın şimdi yolda yere düşene yardım etmekten imtina eder bir toplum haline gelindi, gelişme bu olmalı ya da olmamalı herhalde… Aaaa biri de çıkar “komşunun tavuğu komşuya kaz görünür” ya da “kötü komşu insanı mal sahibi eder” sözünü de bu komşular yaratmadı mı derse ona da itiraz etmem ama yaygınlığı ve kapsama alanı konusundaki ısrarımı sürdürürüm.

Kendisini tanımadığım ama eşinden bir kahraman gibi bahseden ve bizim de “Horoz Kaptan” (Ahmet Poyraz) olarak birçok macerasını kendisinden dinlediğimiz bir Affa Nine komşumuz var, Affa nine kısa boylu, beyaz saçlı, yaşına göre dinamik, hafızası güçlü birisi olarak sürekli benim de yaş dönemim itibari ile hoşlandığım, eşi Horoz Kaptan’ın özellikle Hindistan taraflarına yönelik yelkenli gemi ile seyahatlerini ve maceralarını dinlemenin tadına doyamazdım. Bize her gelişinde mutlaka sorar ve anlatması isterdim, o da hiç üşenmez bir babaanne şefkati ile sürekli değişik bir macera anlatırdı. Horoz Kaptan’ın oğlu aynı lakap ile “Horoz Halil” olarak bilinirdi, kendisine ait bir tekne ile Fener ve Döküntü Fenerlerinin tüplerini değiştirir, bakımlarını yapar ve fener lambalarının sürekli çalışıyor olmasını temin ederdi. Halil abimiz Sevim ablamız ile evlendi, 2 de çocukları oldu. Artık, Affa nine, Halil abi ve Sevim abla sadece anılarımızda yaşıyorlar. Nurlar içinde olsunlar. Ama özellikle Affa ninenin bana bir torun edası ile Horoz Kaptan’ın maceralarını anlatması daha dün imiş gibi gelmektedir.  

Turgut Usta ve Kâşife Abla, hemen yan komşularımız idi, Turgut Abi, inşaat ustası/kalfası idi, hatırladığım kadarı ile Çeşme’deki birçok evin yapımında alın teri vardır. Şimdilerde yıkılmış, önünde merdivenle ulaşılan geniş pundi (teras)si olan bir evde kiracı olarak oturmakta olan Turgut usta sonradan deniz kenarında uzunca sayılacak bir sürede bizzat kendisinin inşa ettiği eve taşınmışlardı. Özellikle Kâşife abla ve annemin samimi sohbetlerini hatırlamaktayım şimdilerde. Turgut abimizin kirada oturduğu ev, Ilıca’lı Yılmaz abilerin evi idi, bildiğim kadarı ile. Bu evde altındaki damdan geçilerek girilen dar ve dereye kadar uzanan, içinde narenciye, badem, incir ve zeytin ağaçları bulunan bir bahçeye açılırdı.

Turgut abilerin kendi evlerine taşınmasından sonra mezkûr eve Mersin Silifkeli olan ve “Sahil Sıhhiye”de görev yapan Mehmet Abi (Kurt) ve ailesi taşınmış idi, uzunca yıllar komşuluk ettiğimiz bu aile emekliliklerini müteakip memleketleri Silifke’ye geri dönmüşler idi. Bu komşuluk esnasında ilk defa tanık olduğumuz bir olay gerçekleşmiş idi, Mehmet Abinin buraya taşındıktan sonra bir oğlu doğmuş ve adını da Mehmet koymuşlar idi, şimdilerde çok yaygın olmamakla birlikte kullanılan babanın oğul ile aynı adı taşıması, bizim için dönem itibari ile çok şaşırtıcı olmuş idi. Oysa ki bizim alışkanlığımız ve davranışımız olsa olsa oğula babanın adını vermek ile sınırlı idi. Ama sonraları bunun da normal ve makul bir tutum olduğunu yaşayarak öğrenmiş idik. Yıllar sonra Silifke ziyaretimde, Mehmet abinin kendisini görememiş olsam bile kızları ile görüşüp, sağlık ve afiyette olduklarını öğrenmiş idim, tabii ki şimdilerde durum nedir, bilemiyorum.

Cici “Leyla Kabasakal” kışları İzmir yazları da Ilıca’da yaşamaya başlayınca, evlerine Fevzi abi (Ergun) ailesi ile taşındı. Oğlu Nadir Ergun ve kızı Ülkü ile o yıllara dayalı tanışıklığımız var ve Nadir ile halen devam eden arkadaşlığımız bulunmaktadır. Fevzi abi o zaman Namık Kemal ilkokulunda çalışır, ama muhtemelen bütçe kaygıları ve hedef tutturma gerekçeleri ile, yaz aylarında akşamları yakın zaman önce yitirdiğimiz Tansık Usta (Erte) ile birlikte harika hazırlanmış çerezler satarlardı, sonraları bu ekibe Ahmet Erküçük katılmıştır. Çok çalışkan ve becerikli Fevzi abimiz birkaç sinemada da makinist olarak ta görev üstlenmiştir. Bir gün denk getirebilir isem sinemadaki makinistlik günlerine ilişkin anılarını ilk elden dinleyip, yazmak istiyorum. İlerlemiş yaşına rağmen hala deyim yerinde ise dipçik gibi dolaşan abimize uzun ve sağlık dolu bir yaşam diliyorum bu vesile ile de.

Fevzi Abinin bacanağı ve sokağımızın köklü ailelerinden Öztin ailesinden Uğur Öztin ve Ayşe abla ve Uğur abinin annesi Halide Teyze ile birlikte yaşarlar idi, ailenin diğer fertlerinden önemli bir doktor olan, Namık Öztin, sonradan havacı general olan Avni Öztin, sonradan Çeşme belediye başkanı olan Hulusi Öztin, hep güzel komşularımız idi, 3. nesil Öztin’lerden, Uğur abinin çocukları torun Halide ve Hüsamettin halen sokağımızda oturmaktadırlar. Öztin ailesi de büyük bir bahçe içindeki bugün artık tescilli ve korunan bir binada yaşamışlar idi.

Diğer komşumuz, Mustafa Soma ve eşi Tasvip abla, inanılmaz derece çalışkan olup narenciye ve sebze yetiştirdikleri büyük bir bahçe içerisindeki evlerinde yaşamışlar idi, ne yazık ki artık hayatta değiller. Mustafa abinin 75 yaşında bahçede yorulmadan adeta dinlemeden çalıştığı hali dün gibi gözümdedir.

Hemen yanlarındaki evde; Şerif Soma ve eşi Havva abla yaşarlardı, oğulları Hasan Soma artık ne yazık ki hayatta değil. Hasan Soma çok değerli bir futbolcu olup Altay Spor Kulübünde de futbol oynadı ancak yaşanan talihsizlikler neticesinde futbol hayatı uzun süreli olmadı. Aynı evde daha önce Ali Sağdıç ve Ailesi, yaşamışlar idi. Oğlu Mustafa Sağdıç akranım ve okul arkadaşım idi.

Evet bu haftalık ta bu kadar, dip komşumuz Turan için ayrı bir yazı yazmayı planlamaktayım.

 

 

Çarşamba, Şubat 13, 2019

TOROĞLU BAŞKA ÜLKELERDE OLSA İDİ

TOROĞLU BAŞKA ÜLKELERDE OLSAYDI
AlmanyaTorstein
ArapEbu el Tor 
ArnavutlukTorolosh
BelçikaTorolki
Bosna HersekTorkach
BrezilyaTorinyo
BulgaristanTorov
ÇeçenistanTormaşal
Çek CumhuriyetiTorelek
ÇinTorai
DağıstanToroçvili
DanimarkaTorolson
ErmenistanTorolyan
EskimoTorasshole
FinlandiyaTorpink
FransaToroj
GürcüstanTorovili
HırvatistanTorolevski
HindistanTorolanje
HollandaTorkrijk
İranTorşems
İskoçyaTorkichus
İspanyaToroles
İsrailTorgud
İsveçTorkechi
İtalyaTorelli
İzlandaTorkiluss
JaponyaTorohomo
KamboçyaTorokiri
KazakistanTorkoch
KoreTorsumi
Kürt - KırmançiTorolmerdo
Kürt - ZazaToreşk
LatinceTorinçiyus
LazToruşak
LitvanyaTordelyus
MacaristanTorfolosh
MoğolistanTorpusht
MoldavaTorkichyus
NijeryaToroche
NorveçTorkis
ÖzbekistanTorbogk
Papau Yeni GineTorkinos
PolonyaTorkodosh
PortekizTorpero
RomanyaTorolesku
RusyaTorolov
SibiryaTorçanka
SlovakyaTorlesku
TaylandTorpich
TürkmenistanTorbeg
UkraynaTordanos
YunanistanTorolaki
ZuluToru
KızılderiTortop

Pazar, Şubat 10, 2019

EVİM - 4


Çocukluğumun geçtiği evin hallerine yönelik yazdığım; yaşam zorluklarının bolluğu yanında huzur, bereket ve mutluluk dolu sürecin tüm sokağımıza, hatta kentimize, hatta hatta tüm yurdumuza şamil bir durum oluşturduğunu söylemeye gerek yoktur sanırım. Sosyal ve ekonomik imkanların çok sınırlı ve kısıtlı olmasına rağmen hayatın tariflenemez kadar keyifli olmasının hayatiyeti bizim mutluluk tarifimizin kısıtlı ya da sınırlı olmasına mı bağlı idi bilemem ama insanların daha mutlu olduğu tüm beşerî ilişkilerin seviyesi ve kalitesinden bilinir ve anlaşılırdı. Yokluk ve mutluluk ile varlık ve mutluluk kıyaslaması yapıldığında görülecektir ki bu tuhaf tezat durum ve tenakuzun ne tarafında durursanız durun mutlaka karşının durumu daha özlenesi ve daha hedeflenesi bir cazibesi bulunacaktır. Şimdi çok çeşitli işlemleri oturduğumuz yerden kalkmadan bir tuş ile halledebildiğimiz bir üst teknolojik seviyede yaşıyoruz, herkesin cebinde yeterince para var, harika adalet saraylarında adalet dağıtıyoruz da ne oluyor, bir bakın Sağlık Bakanlığı verilerine, antidepresan kullanımı bir önceki yıla göre %25 artmış, son 10 yılda yaklaşık 2,5 kat artan bir sakinleştirici ilaç kullanımı söz konusu, yani istikrarlı bir ruh hali bozulmasının artışı, örneğin 2016’nın ilk 9 ayında 33 milyon 368 bin 916 kutu antidepresan tüketilmiş, bir önceki yıl yaklaşık 10 milyon kişi ruh ve sinir hastalıkları doktorlarına başvurmuş, demek ki tenakuz devam ediyor!!! Peki nedir bu kesif mutsuzluğun sebepleri; artan yoksulluk ve yolsuzluk, işsizlik, gelecek kaygısı, göç, tabii ve insani travmalar, madde ve alkol kullanım kaynaklı bozukluklar, toplumsal çatışma ve bölünmeler, belirsizlikler, vs vs… Neymiş demek ki “para ile saadet olmuyormuş” … Neyse; bu detaylar bu yazının hedeflediği konuyu aşmaya ve başka disiplinlerin iştigal alanını işgale başlamadan duralım. Aslolan beşerin beşer ve tüm doğa  ile iletişimi diyerek, çocukluğumun komşuluk ilişkilerine ve o güzelim komşularımıza gelmek istiyorum. İnsanlar o zamanlarda farklılıklarının beşerî ilişkilerinin önünde engel oluşturmadığını, amasız ve fakatsız salt “hemşehri” salt komşu olduğu için iletişmenin zorunluluğunu “komşu komşunun külüne muhtaçtır” atasözü ile formüle etmiştir. Bahse konu devir, “çat kapı misafirlik” devridir, kimse kimseye önceden haber vermeden misafir olur, habersiz gelinmesine rağmen büyük bir hoşgörü ile misafir edilirdi. İşte bu şeraitte çocukluğumdaki komşularımız ve komşuluk ilişkilerimiz üstüne hatırladıklarımı yazmak istiyorum.

Daha önceki bir yazımda tek başına kendisini konu ettiğim ve kendisine “cici” dediğim Leyla Kabasakal ve ile “dede” diye hitap ettiğim Tevfik Kabasakal en yakınımızdaki komşumuz idi ve nerede ise karşılıklı hakkımızda bilinmeyen birkaç mahrem şey dışında herhalde hiçbir şey yoktu. Yakın komşumuz olmamasına rağmen, günde en az 2 kez gördüğüm ve selamlaştığımız, babamın akranı İbrahim Tütüncüoğlu (Topal İbrahim), ki oğlu yaşında olmama rağmen bana bir yetişkin adam muamelesi yapan hatırladığım ilk kişi, ama mutlaka karşılıklı hitabımız “hemşehrim” idi. Ne güzel ve ne çalışkan bir abimiz, bir amcamız idi İbrahim abi, hergün sabah erken saatte sahibi olduğu “katır”ın sırtında bahçesine/tarlasına gider gün boyu orada çalışır ve eğleşir, akşam da geç saatte tekrar evine dönerdi. Başta enginar olmak üzere mevsimine göre her türlü sebze yetiştirme işini çok başarılı bir biçimde gerçekleştirdi tüm hayatı boyunca.

Yine bana yetişkin adam muamelesi yaptığını hatırladığım 2. önemli kişi ve komşumuz Marangoz Nuri Sağırbay abimiz/amcamız idi. Büyük bahçe içerisinde sulama havuzunun üstünde inşa edilmiş bir evde yaşar iken 1969 depreminde evin hasar görmesi nedeni ile bu sefer sokağa daha yakın bir yerde yeni inşa edilen bir evde oturmakta idi. Ancak, sağlık nedenleri ile uzunca bir süredir hukuki değil ama fiili emekli hayatı yaşar iken, tüm sokağımızı kedere boğan 1971 yılında elim uçak kazası olur ve oğlu pilot üsteğmen Ali Rıza Sağırbay abimiz vefat eder, bu vahim gelişme zaten ciddi sağlık sorunları yaşayan Nuri abimiz daha da çöker artık sadece evinin penceresinin önünde oturur, gelen geçen ile merhabalaşır, bazen de kısa sohbetler eder idi. Her görüşmemizde bana mutlaka “birader” diye hitap eder, bizde kendisine ve yaşamına hürmeten büyük saygı besler idik. Ailenin diğer fertleri aracılığı ile narenciye ve enginar tarımını da sürdürdüler uzunca bir süre, 2. oğlu, Zafer Sağırbay da havacı oldu ama şu anda gerekçelerini hatırlamadığım bir şekilde erken emekli olarak yurt dışına çıktı. 3. oğlu ise benim akranım Danış Sağırbay idi ve halen arkadaşlığımız tıpkı çocukluğumuzdaki gibi sürmektedir. Ne güzel ve iyi bir insan idi, Nuri Sağırbay abimiz. Şimdi görüyorum ki biz o tarihlerde babamızın akranlarına hatta daha da büyüklerine bile “abi” diye sesleniyormuşuz, bilemem gayri onlara kendilerini genç hissetmeleri için yardım mı ederdi bu yaklaşım yoksa çok ta anlamı olmayan bir yaklaşım mı idi.

Ama hatıralarımda en müstesna yerlerden birini de; komşumuz Nazikter Teyze ve Osman Amca tutar. Onlarda büyük bir bahçe içerisindeki evlerinde oturur, narenciye üretimi ile ilgilenirlerdi, başka bir ekonomik faaliyetleri var mı idi hatırlamıyorum. Bir torunlarını hatırlıyorum, adı Remzi, akranım idi ve Urla’da yaşıyorlardı, sonraları hiç yolumuz kesişmedi ve görüşemedik. İmar denen illetin mahallemizi yok etmesine kadar onların taş evi orada durmuş idi. Sonra ne mi oldu, hepimiz imarın nimetlerinden yararlanarak, narenciye ve sebze üretiminden vaz geçtik, evler yapıp kiraya vermeye başladık, durum bu… Bize deyim yerinde ise “çat kapı” gelen 2 büyüğümüz idi, Osman Amca ve Nazikte Teyze, bakmayın amca ve teyze dediğime aslında onlar dedem ve nenem yaşlarında idi. Ama bu misafirliklerin benim için en keyifli yanı, Osman Amca ile oynadığımız iddialı “dama” oyunları idi, zekâ, sabır, taktik, strateji, suhulet, hızlı düşünme, oyun planlama ve gerçekleştirme gibi disiplinleri gerektiren dama benim ileride satranç sevgisine dönüşecek ilk oyunum idi. Dama sevgisi, daha sonraları bizim gerçek dama ustası olarak ilk tanıdığımız İsmail Denizli abimiz ile dama oynamak için komşu şehirlere ve kasabalara gidişimize bile neden olmuş idi.

Cuma, Şubat 01, 2019

EVİM - 3


O zamanlar kamu kurumları şimdiki gibi iyi değillerdi, o zaman her şey büyük oranda bedelsiz olarak gerçekleştirilirdi, buna “hara” diye bildiğimiz İlçe Tarım Şefliği ya da Müdürlüğüne bağlı şimdiki “Migros”un yerinde bulunan hayvan ıslah, aşılama ve tohumlama merkezindeki tüm hizmetler de dahildir. Zamanın “Sakız Koyunu” türünün ıslahı ve daha verimli ve yararlı bir ortak haline getirilmesine yönelik çalışmaların üretici ile yüz yüze geldiği bu yer fazlaca hatırlamamama rağmen önemli bir yer idi biliyorum. Bazı çiftçiler, koyunlarını, keçilerini, ineklerini, beygirlerini getirirken eşeklerini bile getirenleri hatırlıyorum… Orada çalışan bir İsmail abimiz var idi, şimdilerde emekli ve zaman zaman karşılarız yolda, selamlaşır hâl hatır soruşuruz. Biz koyun ve keçilerimiz için hizmet alırdık oradan. Tavuklarla ilgili hizmet veriliyor mu idi hatırlayamıyorum. Sonradan kamunun hizmet anlayış ve şekli değişti ve artık oraya ihtiyaç ta kalmadı, zaten hayvancılık ta kalmadı, Belediye marifeti ile yıkılıp yerine bugün düğün salonu başta olmak üzere diğer hizmet alanları inşa edildi, çok şükür. Gelişme dediğin budur işte. Emeği geçenleri kutluyorum. O zamanlar ortaokulda tarım dersi diye bir ders vardı ve mecburi idi. Her çocuk asgari ve imkanlar ölçüsünde toprak, meyve, sebze ve hayvanlar ile ilgili bilgiler edinirdi, tabii ki gelişmemiş (!!!) ama mutlu idik, şimdiki öğrenciler gelişmiş ama mutsuzlar, artık hangisini tercih ederseniz, buyurun.

Ben bu anlamda kuşağımın birçok temsilcisi gibi birçok eksiğimize rağmen doğa ile iç içe ve son derece mutlu idim. Yavrulayan keçilerin “çepiş”lerini, koyunların “kuzu”larını kucaklayarak, onları bazen de emzikli şişelerden süt ile besleyerek, tavukların kuluçka dönemlerinde altına yumurta koyarak, yumurtadan çıkan “civciv”lerin ilk seslerini duyarak, büyüme bahtiyarlığını yaşamış biriyim. Kuluçka dönemlerinde tavukların yumurtaların soğumaması için, hiç kalkmadan yumurtaları sıcacık tutma içgüdülerinin gözlemcisi olmak kadar bilahare yumurtadan çıkan civcivlerin sendeleyerek yürümelerine tanıklık etmek, daha da sonra görece büyüyen civcivlerin “badi badi” yürümelerinin, annelerinden kırık buğday tanelerinin nasıl yenileceğinin, altlarındaki samanların nasıl eşeleneceğinin, suyun nasıl içileceğinin öğrenilme süreci ise tam bir eğitimdir. Horozun geniş aileye reislik etmesi, kocaman bahçede gezerek beslenilmesi, civcivlere sahiplenilmesi, kedilerin civcivlere bakışları, havanın kararmaya başlaması ile birlikte tamamının kümese kendiliğinden dönmesi, izlenilmesi gereken bir başka güzellik idi, şimdi bakın bakalım kimler bunlara tanıklık edebiliyor. Kümesin küçük bir pencerecik ile ayrılmış telli bölümünde ki burası da bu sayıdaki tavuğa bir hayli yeterli bir alan idi, gün içinde evde bulunmadığımız dönemlerde tavuklar, pencerecikteki kapağın açılması ile bu bölüme bırakılırlar, buraya yeşil taze otlar atılır, üstüne de buğday ya da mısır yemi de atılır, su ihtiyacı ise içinde yeterli su bulunan bir “taş yalak”tan karşılanırdı. Kümesin bu bölümüne taze ot toplayıp atmak, yalak’a su doldurmak benim görev tarifim içerisinde idi. Aynı zamanda ortaokulda İngilizce öğretmenliği yapan Veteriner (herkes baytar der idi) Süleyman Bey, tavukların aşılarını yapardı, aşı günleri mutlaka ben beklerdim gelmesini, bedel beklentisi olmaz idi bu hizmet karşılığı velev ki babam önceden ya da sonradan vermeye.

Hayvanların damındaki, haydi gübre diyelim, gübreleri temizlemek, toparlamak ve bahçede uygun bir yere taşımak görevlerim arasında olup bilahare de sık sık gübre aktarma denilen işleri de yapardım. Şimdi gerekçesi ne idi, neden yapılırdı hatırlayamıyorum ama gübre yığını uygun bir örtü ile örtülürdü, zaman zaman bu örtü kaldırılır, kürek ile gübre hemen yan tarafına kürek kürek atılarak aktarılır idi, aktarma işinin “gübrenin yanmasının” önüne geçmek içindi, öyle denirdi, onu hatırlıyorum. İçindekilerin organik atıklar olması hasebi ve oluşan mikroorganizmaların biyolojik ve kimyasal parçalanmaları ile inorganik hale dönüşen gübrenin yeterince bekletilmesi gerekir çünkü yabancı ot ve hastalık yapıcı unsurların yok olması hedeflenir. Tüm bu işlerin karşılığında, hazırlanan yoğurdun ve yumurtaların fazlasının satılması yolu ile elde edilen gelirin, harçlığa ilave olarak bana verilmesi de bu işlerden hoşlanmasam da, şikayetçi olma hallerimi mutedil kılıyordu.

Havuzun etrafında rengarenk boyanmış gaz tenekelerinden yapılmış saksılar içinde yetiştirilen çok çeşitli karanfillerden bahsetmiş idim önceki yazımda, orada her renk karanfil bulunur idi. Sadece kuruları ayıklanır, “çiçek dalında güzeldir” ilkesi gereğince kesilmezdi. Gerçekten şimdilerde o halleri hatırladığımda bir başka keyf kaplar içimi, dalar giderim su motoru çalışırken suyun havuza akarken çıkardığı ahenkli sesler, karanfillerin kokusu, hay Allah. Karanfillerden çiçek yürütmenin yolunu bulduğumda bile zımnen yakalanırdım babama, çok sert olmasa bile fırça yerdim, ama dinler miyim, serde gençlik var, karanfiller 2 şerli 2 şerli yürütülüp genç kızlara verilecek. Yıllar sonra artık torunlar gelmeye ve karanfillerden kesmeye başlayınca, ben “aman dedeniz kızabilir” dediğimde, dedenin adeta efelenerek “karışma çocuklara, bak çiçek seviyorlar, ne güzel” deyip beni susturur idi. Aynı şeyi ağaçtan mandalin kestiğim dönemde de mutlaka makas ile kesmemi isterdi, ben kestirmeden direk koparınca da kızardı, “neden makasla kesmiyorsun” diye, ancak ileri dönemlerde torunların makassız kesişlerine ise, “aferin çocuklar, kesin yiyin, aferin” deyişlerini de asla unutamayacağım. Bana hoşgörüsüz tutumun torunlara gösterilmemiş olması, “Tito” nun “dede”liğe terfi etmesi mi?, torun sevgisinin çok fazla oluşu mu? Yoksa yaşlanmanın oluşturduğu duygusallık mı? ne olduğu ve nasıl izah edilebileceğini bilemedim gayri. Babamın, çocuklarımın halleri…

Son söz, canım yurdumda küçük çaplı yürütülen aile tarımı ve hayvancılığı denilen “küçük üretici” faaliyetlerinin bırakın desteklenmesini, kösteklenmesi halinde geçmişin yad edilmesinin önünde burun çekmelerin eksik olamayacağı aşikardır.

Çarşamba, Ocak 23, 2019

EVİM 2


Bir önceki yazımda bahsettiğim üzere ütüler “kömür ütüsü” ile yapılırdı. Ancak ütülerin tipi, ağırlığı, hangi malzemeden imal edildiği, kaplamasının olup olmadığı da bir statü ifadesi olduğundan çok çeşitlidir. Bizim evdeki ütü en hafifi, kaplamasız ve en basitinden idi, çünkü biz sıradan bir aile olup alttakilerden sayılırdık. Şimdilerde antika sayılıp, ilgili dükkanların vitrinlerini süsleyen ütülerin bir hayli değerli olduğu anlaşılmaktadır. Genelde gömlek yakaları kolalanır olmakla birlikte bizim evde sadece benim “önlük yakam” kolalanırdı, babamın zaten böyle bir derdi olamazdı, annemin ise gömleği var mı idi, varsa yakaları var mı idi, vallahi hatırlamıyorum. Bitkisel, hayvansal ve sentetik kolaların olduğunu hatırlıyorum, ancak bizimkilerin en ucuzu olan pirinç kolasını tercih ettiğini hatırlamaktayım. Önlük yakalarının bile çeşitliliği bir statü farkına tekabül etmekle birlikte, kolalama konusunda da değişiklikler ve çeşitlilkler söz konusu idi. Yakalar içine kola konulmuş su içinde yıkanır, kurutulur ve ütülenirdi, al sana harika bir beyazlık ve görüntü… Ama ilk kavgaya kadar, çocukların arasındaki kavgalarda ilk zarar gören malzeme önlük yakaları olurdu...

Bahçenin deniz kenarındaki sınırında; yaklaşık 50 cm aralıklarla kara selviler dikilmiş idi, gerçi sayısını şimdilerde hatırlamıyorum ama bahçenin mezkûr yanını 20 mt yüksekliğinde bir duvar gibi sınırlamış bir hali olup sert poyraz rüzgarlarına karşı ağaçları korumakta idi. Onlar ne zaman kesildi, neden kesildi onu hatırlayamıyorum ama yazık olduğu konusunda fikrimin değişmesi mümkün değildir. Narenciyenin sert poyraz rüzgarlarına hele denizden estiği için getireceği deniz suyunun zararlarına dayanamayacağı söylenirdi ve bu yüzden bir hayli sık dikilir ve adeta bir duvar oluşturulur idi. Şimdilerde bu rüzgarlardan korunamayan “Çeşme Limonu” ve “Çeşme Mandalini” ağaçları hayata zor tutunmakta olup tutunanların ise bu kez de yok limonun kabuğu kalın, mandalinin çekirdeği çok gibi “burun kıvırmalara” maruz kalmaktadır. Baba emaneti ve yadigarı kabilinden kalan ağaçları da bugün de yaşatabilmek için ciddi ve yoğun bir çaba yürütmekteyim ve de sonuna kadar da yürüteceğim. Çünkü gerek Çeşme limonu ve de gerekse Çeşme mandalini aroması ve lezzeti açısından bulunmaz ve tarif edilemez durumdadır. Bu iki ürünün de detaylı hikayesini başka yazılarımda anlatmak istiyorum, kökeni, değeri, kalitesi ve kantitesi açısından. Hele imar uğruna ki maalesef hepimiz nemalandık bu uygulamadan, mandalin ve limon bahçeleri heder edildi ya, yanarım da ona yanarım. Şimdilerde birçok kişinin korumaya çalıştığı bu ürünleri, tadanların yana döne bunları neden tekrar tekrar aradıklarına şaşırmamak gerektir. Tabii ki bu heder oluşta sadece imarı suçlayıp kurtulmak mümkün değildir, konu çok parametreli izaha muhtaç durumdadır, yeraltı sularının bozulması, kimyasal gübrelerin ve zirai ilaçların fahiş miktarda kullanılması, toprak kalitesinin bu şartlara bağlı bozulması, artan kömür tüketiminin, araç trafiğinin, belki gülünecektir ama ağaçlara yüklediği stresi göz ardı etmemek gerekir.

Bir adet badem ağacımız vardı, hayli büyük bir ağaç olup ilk başlarda pek anlayamadığım biçimde “diş bademi” şeklinde adlandırılması bana tuhaf gelirdi, sonraları kuru badem de yemeye başlayınca anlamış idim ne manaya geldiğini. Bademlerin tamamının toplanması için küçük ve az kilolu olduğumdan dallara tırmanarak toplamak bana düşerdi. Ancak ben çağla dönemlerini daha çok severdim ve bu dönemde badem ağacına tırmanmayı tercih ederdim, eee ne yapacaksınız biri zevk biri görev ikisi de yerine getirilmeliydi. Annemin kurutulmuş incir içine badem koyup üstüne de susam serpip bahçedeki fırında pişirmesinin tadını da unutmadığımı söylemeden geçemeyeceğim. Kolayca anlaşılacağı üzere, çok olmamakla birlikte nerede ise tüm meyve ve sebzeler, nerede ise “sıfır” ilaç ve kimyasal gübre ile yetişmiş olup doğal bir şekilde yenirdi evimizde. Her meyve ve sebze kendi doğasındaki yetişme mevsiminde yenirdi, şimdi ki gibi değil idi. Mesela domates artık tükenmek üzere iken yeşil halde toplanır, babamın depoda hazırladığı birkaç katlı ranzada saman içinde saklanır, bu yeşil domatesle zaman içinde kızarır ve oradan hemen sofraya… Domates çekirdekleri ayıklandıktan sonra küp şeklinde kesilir, nasıl yapıldığını şimdilerde annemin bile hatırlamadığı şekilde “şişe domatesi” olarak kış hazırlığı kapsamında saklanır ve tabii ki kesinlikle ev salçası da olmazsa olmazı idi evimizin. Yine kendi yetiştirdiğimiz buğdayın, un haline getirilmesi ile kendi tarhanamız, eriştemiz (ev makarnası), kendi domatesimiz, kendi yumurtamız ve kendi yoğurdumuz ile hazırlanır ve saklanırdı. Kendi mısırımızdan elde edilen mısır unundan imal edilen mısır ekmeğinin benzerlerinin bugün artık olma ihtimali yoktur sanırım. Çünkü önce tohumlar değişti sonra ilaveten zirai ilaç ve kimyasal gübre devreye ağırlıklı girdi ama esasen de insanlar yetiştirmek yerine satın almayı tercih eder hale geldiler. Gerçi kimileri buna zenginleştik artık yetiştirmeye ne gerek var, satın alalım, daha az zahmetli ve ucuz oluyor diyor ama neyse, ABD’nin canım Yurduma attığı kazığın mikro düzeyde benzerini konfor adına kendi kendimize atıyoruz. Bahçenin her türlü gübre ihtiyacı ağırlıklı tarafımızca yetiştirilen keçi, koyun ve eşek hatta tavuklarımızdan temin edilirken eski Ovacık yolundan geçen gerek köylülerin gerekse de tarlaya giden yerlilerin hayvanlarından dökülen gübrelerin toplanması da en temel görevlerimizden biri idi, elimizde bir kürek ve uyduruk bir süpürge günün belli saatlerinde çıkar toplardık. Hele akşam saatlerinde tavukların kümeslerine girmiş olmalarının son kontrolünün yapılması gibi ciddi ama önemli bir görevim daha vardı gerçekten çok önemli idi, yaklaşık 30’a yakın tavuk bulunur ve her birine bir şekilde ad vermişiz, öncelikle bu adlarından dolayı oluşan muhabbet ve ekonomik değerimiz olmalarından ötürü nerdeyse ödümüz patlardı tilkiye kurban olacaklar diye. O zamanlar devletin tarım müdürlüğü ya da şefliği marifetiyle tavuklara bedelsiz aşılama yaptığını hatırlarım ama nasıl bir periyot izlenirdi hatırlayamadığım, aşılama dönemlerinde ne olursa olsun bekleme görevi bana ait olurdu, hatta okula gitmeme pahasına bile…

Hay Allah yine yer kalmadı, civciv yetiştirme, bizim “hara” dediğimiz bugünkü Migros’un bulunduğu yerdeki hayvan aşılama ve tohumlama çalışmaları, gübre aktarımı, doğal ilaç yapımı, tütün fidanı yetiştirme çalışmaları için… Haftaya devam.

Pazartesi, Ocak 21, 2019

EVİM – 1

Bir önceki yazıma, doğduğum evin halleri ve hatıralarım üstüne yazmaya kaldığım yerden devam ediyorum.

Bahçede; tam da damın arkasına gelen yerde, babamın kendisinin inşa ettiği bir fırınımız vardı, ağırlıklı kendi üretimimiz olan buğdaydan elde edilen un ile ekmek yapımı için kullanılırdı ama fazla olmasa da çeşitli börekler de pişirilirdi orada. Odun ateşi ile ısıtılan fırında, tepsilerin içinde pişirilen “göçmen ekmeği”nin kokusuna, tadına doyamazdım, hele fırından yeni çıkmış tazecik ekmeğin, kalın bir dilimine sürülen salça ya da damlatılan zeytinyağının üstüne de azıcık tuz serpilince oluşan tat, bugün sadece anılarımızı süslemekte, ne yazık ki. Fırın için hazırlanan odun ateşinden maksimum fayda temini ise olmazsa olmaz idi. Soğan ve patatesin külün içine yerleştirilerek pişirilmesi kadar, artan külün sonradan çamaşır yıkamada hatta banyo yaparken kullanılmak üzere biriktirilmesi ise bugün birçok insanın bilse bile hatırlayamayacağı şeyler idi. Külün, su kaynatılan kazana atılması, suyun üstünde kalan tarafının süzgeçlerle toparlanması ve nihayetinde da kalan duru küllü suya çamaşırların atılıp, çitilenmesi insan için çok zor ama doğa için çok faydalı bir işlemi oluştururdu. Küllü suyun doğa dostu olması yanında mucizevi bir steril ve yumuşatıcı görevi görmesi de cabası idi işin. Diğer taraftan, banyo yapımı sırasında da kullanılması halinde de en az şimdiki şampuanlar kadar saçlara parlaklık ve pırıl pırıl bir ışıltılı hal verirdi. Annemin bu zor işler karşısında ne kadar çalışkan ve azimli olduğunu görmekten hep ayrı bir yaşam sevinci hissederdim. Zor ama doğa ile uyumlu hepsinden de tüm yokluk ve yoksulluğa rağmen müthiş bir mutluluk. Kolay mı idi, küllü su elde edip çamaşır yıkamanın bu insanları yıldırması, nerde. Hatta odun kömürünün bittiği dönemlerde, kömürlü ütü için bu fırından kömürde alınırdı. Fırın deyip geçilmesin, faaliyetinin her aşamasından farklı bir fayda…

Kuyudan su çekilmesi için elektrikli motor ve türbine geçildikten sonra, yeni uğraşılar ve ustalıklar söz konusu idi. Elektrik motoru ve türbin birbirinden yaklaşık 1 mt lik bir aralık ile düzgün bir seviyede atılmış beton bir kaide üstüne çelik bulonlarla monte edilmiş, elektrik motoru, türbini aradaki bir lastik kasnak marifeti ile çevirmektedir. Türbinin bir süre kullanılmaması halinde suyu kaçar, yeniden devreye alınması istenince de hemen üstündeki cıvata kapak açılır, içine su doldurulur idi. Kasnak kayışın yine uzun aralıklarla kullanılmaması halinde, fazlaca kurumaya bağlı kırılmaları sık sık tamir edilir idi, tam da bu amaçla bir kutu içerisinde ek malzemeleri ve ek çivileri saklanır, kayışın koptuğu yer düzgün kesilir, eğer fazla ise araya yeni parça eklenir, ek yerine karşılıklı erkekli-dişili kelepçeler çakılır ve erkekli-dişili bu ek malzemesi de içinden geçirilen bir tel (çivi) ile sabitlenir idi. Şimdi artık elektrik motoru ile türbin direk birbirine bağlı imal edilmektedir. Bu düzeneğin kesintisiz 1 ya da 1,5 saat çalışması halinde havuzu doldurduğunu hatırlatmalıyım.

Havuz; bir önceki yazımda belirtiğim üzere yılda bir kez temizlenir, badanası yapılır idi. İşte bu temizlikten sonraki ilk doldurulmasında, hatta balıkların küçük havuzdan büyük havuzu aktarılmasından önce, yüzmek sanki bir gelenekti. Eee ne yapalım yoksulun havuz keyfi de böyle olurdu herhal. Sonra balıklar taşınır, havuzun içine çalılar yerleştirilir, çalıların temel görevinin balıkların yumurtlaması halinde yumurtaların korunabilmesinin bir aracı olduğunu biliyorum. Aslında yumurtlamaya hazır balıklar fark edilir edilmez hemen küçük havuza alınır, yumurtlamasını takiben hemen oradan alınır tekrar büyük havuza atılırdı ki, yumurtaların yem olmasının önüne böylelikle geçilirdi. Bunun çok keyifli bir uğraş olduğunun söylenmesine gerek yoktur sanırım. Yumurtadan çıkan balıkların da belli bir boya gelmesinin ardından ivedilikle büyük havuzu alınışını hatırlarım, bu balıklar öncelikle siyah kahverengi, bilahare kırmızı en sonunda da beyaz renge dönüştüklerini de söylemeliyim. Beyaz renk artık yaşamın son demlerine gelindiğinin belirtisi olarak değerlendirilmelidir. Gerek bizim kedinin gerekse de komşuların kedilerinin havuzun duvarına çıkıp ta, balıkları seyrederken nasıl ağızlarının sularının aktığını nasıl anlatmalıyım bilemedim. Bazen havuzun suyunun çok azaldığı dönemlerde türbinden gelen suyun havuzun dibine direk düşmesini ve taban betonuna zarar vermesini engellemek için yerleştirilmiş bir taşın üstüne inip balıklara bir hayli yakın olmanın keyfini yaşadıklarını da hatırlamaktayım. Ancak, havuzun suyu ile salma su şeklinde bahçe sulanması esnasında, havuzdan kaçıp göremediğimiz balıkların su arıklarında mezkûr kediler tarafından afiyetle yenildiğine de tanıklığım vardır. Hayat işte her canlı rızkının peşindedir.

Havuzun suyu ile bahçede bulunan dönem itibari ile yaklaşık 100 ağaçlık narenciye ki başta Çeşme Limonu, Çeşme Mandalinası ve portakal ağaçları yanında, sadece kendi ihtiyacımıza yönelik, badem, birkaç çeşit erik, incir, kayısı ve önemli miktardaki yazlık ve kışlık sebze sulanırdı. Bahçede yazlık, taze fasulye, domates, biber, patlıcan, kabak ve mısır yetiştirilir iken kışlık ise kereviz, pırasa, karnabahar, turp gibi sebzeler başta olmak üzere her türlü sebze bulunmakta idi. Tüm bu sebzeler üretici haline götürülüp satılırdı, benzer işi yüzlerce insanın yapması ve nüfusun bugünküne göre katlarca az olmasına rağmen, tamamı satılır, üreticinin de yüzü gülerdi. Şimdi aynı şeylerin gerçekleşmesinin olanaksızlığı ayan beyan ortadadır, kim ne derse desin. Mevsimine göre toplanan domatesin 2 günde bir olmak kaydı ile onlarla kasa olduğunu hatırladıkça bugün aynı verimin neden alınamadığını bir türlü kabul edememekteyim. Ancak gübrenin ve ilacın bugünkünün yüzlerce kat azının kullanılmasına rağmen tohumun üretici tarafından üretilmesi, fidenin tamamen kendi tohumundan üretilmesi gibi yerli kaynakların varlığı işin sırrı idi herhalde. Ne yazık ki yerli ve milli politikalar izliyoruz diye diye, ne o tohumlar, ne o verimler kaldı üstüne üstlük de sağlığımızdan olduk, bu elin gavurunun tohumunu ve ürününü ithal eden zihniyet yüzünden.

Haftaya kaldığım yerden devam….

Cuma, Ocak 11, 2019

EVİM


Çamlı Pansiyonun oradan Ovacık Eski Yoluna sapınca yaklaşık 150 mt sonra sağda, girişinde kocaman bir dut ağacı bulunan ve bahçesine de buradan girilen bir ev idi, doğup büyüdüğüm ev, yanında sulama havuzu, küçük bir balık yetiştirme havuzu, havuz duvarı üstünde sayısını ne yazık ki tam hatırlayamadığım lakin yaklaşık 70 teneke saksılık karanfil çiçeği olan, havuza suyu bir dolap marifetiyle çekilen bir kuyunun bulunduğu, yaklaşık 5 dönümlük bir bahçe içerisinde yer alırdı. Dönem; imar planı, plan notları, inşaat ruhsatı, inşaat projeleri, kontrol mühendisleri, Belediye denetimi, iskân raporu, beton santralı, transmikser, beton pompası, nervürlü demir, vs gibi kavram ve ihtiyaçların bilinmediği, istenmediği bir dönem idi. Ev mi ihtiyaç, ev mi inşa ettirecektiniz, proje mi çizdirecektiniz, Neşet Kalfa ya da Ahmet Pala mecburiyetiniz idi öncelikle, sonra da İbrahim Kalfa… Malzeme de, yerli taş ve ahşap idi, kum ve çakıl mı, Fener Koyu ne güne. Söylerdiniz arabacı Çelebi’ye 2 büyük tekerlekli at arabası ile gelirdi. Çimento ile demir ise en zoru idi, taa son zamanlara kadar.

İhtiyaca binaen, zaman içerisinde, geliştirilmeye açık ve de geliştirilen ev, içeriden ahşap bir merdiven ile 2. katına çıkılan gelişmiş bir gecekondu görüntüsü verirdi. Tüm duvarlar taş, kat döşemeleri ahşap, çatı ahşap ve çatı örtüsü de babamın en öğündüğü bölüm idi sanki kendi yapmışçasına, Marsilya kiremit’i idi. Kocaman bir mutfaktan girilirdi eve, ama bugün bilinen cinsten bir mutfak değil, içinde “ocak” bulunan, yemeklerin yendiği hatta ağırlıklı eğleşme mekanı, bulaşıkların içinde yıkandığı, mozaik’ten dökme bir eviye, su temini ise elbette taşıma su… Ocakta yakılan odun, günün bölümlerine uygun görevler üstlenmiş idi, yemek pişirme, eğleşilen mekanın ısıtılması ve yanan odunun kömür haline gelişi ile oluşan malzemenin genellikle akşam saatlerinde mangala taşınarak diğer odaların ısınmasını temini gibi. Gerçi mangalda yakılacak kömür ihtiyacı Uzunkuyu’da üretici İrfan Amcadan her yıl çuval çuval gelen bedava odun kömürü ile karşılanırdı ama bitince istenilmezdi ki, yeniden yeniden, müracaat ocak olurdu. Sonradan bize tüp gazlı ocakları öğrettiler, sobaları öğrettiler, yani daha fazla tüketim, daha fazla konfor ki buna da konfor denilirse işte. Mezkûr mekânda duvarın bir hayli üstlerinde oluşturulan küçük bir raf üstünde, evin en prestijli aleti “radyo” bulunurdu, ajanslar, arkası yarınlar, radyo tiyatroları takip edilirdi. Çok sonraları Dede Torununa oynasın diye verdiği radyonun sökülebilecek en küçük parçasına kadar söküldüğünü üzülerek görmüş idim. Ne radyo idi be, ne önemli bir alet idi, dinlenilen ajanslar üstüne komşular ile yapılan zevkli ve çekişmeli siyasi tartışmalarını izlerdim babamın, konular ne idi, kim hangi mevzuda neyi savunurdu çok hatırladığımı söyleyemem. Ama babamın DP (demokrat parti) ve devamı AP (Adalet partisi) taraftarı olduğunu hatırlıyorum lakin namus ve dürüstlük konusunda taviz verilebileceği asla kabul görmezdi. Hay Allah ne günlerdi…  

Bir sabah, bahçe (avlu) kapısının önündeki dut ağacının kesildiğini gördüğümde çok üzülmüş idim bunun üstüne babam yere dökülen dutların nasıl böcek ve haşere ürettiğini, yerleri nasıl kirlettiğini anlatırken yaşadığı içten mahcubiyetini unutamam. Dutun sonradan eşek semerine dönüştüğünü de öğrenmiş idim babamın final savunmalarından. Hay babacığım, evde her şeye muktedir gördüğüm adamın dutu kesmesi sonrası mahcubiyeti unutulacak gibi değildir vallahi.  

Ön avlunun en önemli parçası ise, dolap kuyusudur, bilenler bilir de bilmeyenlere anlatayım, kuyu yaklaşık 6 mt derinliğinde olup, tabanı kil tabakası idi hatırladığım. Üstünde kovaların bulunduğu bir çarkın dönerek kuyudan suyu alıp, yukarıya çıkarıp havuza bağlı bir ahşap kanalete döküldüğü çarkı döndüren güç ise “dolap beygiri” adı verilen bir at ya da bir eşek idi. Sonradan dolap bozulunca, taa 90 lı yıllara kadar kullanılacak “Yugoslav” malı bir elektrik motoru ve türbini satın alınmış, eşek ise bu sayede nakliye ve taşıma işine terfi ettirilmiş idi. Kuyu buz dolabı görevi de görür, içine büyük sepetlerle sarkıtılan et ve peynir gibi gıdalar selametle korunurdu. Kuyunun suyunun kalitesi de bir hayli iyi idi, ben tadı, kokuyu kaliteyi şimdilerde çok net hatırlamasam bile, testileri ile su almaya gelen insanların sayısın fazlalığı bu anımsamayı teyit eder niteliktedir. Avlunun bahsettiğim 5 dönümlük bahçeye açılan bölümünde, bir ahır var idi, bu ahır başta eşek olmak üzere, keçi, koyun ve tavukların mekânı idi. Keçilerin “Malta”, koyunların ise “Sakız” olduğunu söylememe gerek yoktur sanırım, anacığımın sağdığı sütlerle yaptığı peynir, yoğurt ve tatlıların tadını sonraki hayatımda bir daha asla bulamadım, belki vardır da ben bulamadım, bilemiyorum gayri. Kendi tavuklarımızın yumurtalarını ne kadar anlatsam beyhude, koca bahçede gün boyu serbest dolaşır, beslenir, ilaveten buğday, arpa ve mısır ile de takviye edilirdi bu beslenme.

Kuyudan çekilen suyun boşaltıldığı havuz, yaklaşık 7 ya da 8 mt kenar uzunluğu olan kare bir yapı olup derinliği de yaklaşık 1,5 mt idi. Havuz her yıl boşaltılıp, içine bir yıl içinde havadan gelen toz toprak çökeltilerinden temizlenir, duvarları kireç ile boyanır, tertemiz hale getirilirdi. Bu temizlik faslında da içinde bulunan balıklar, hemen yandaki yavru balık yetiştirme amaçlı, babamın yaptığı küçük havuza aktarılır idi. Benim balık yakalama yeteneklerimi bu havuzda geliştirdiğimi hemen söyleyeyim, ama nedense olta yerine başka bir çengel gibi bir şeyin ucuna ekmek takar yakalardım, çünkü yakalanan balığa zarar vermemek esas idi, her yakaladığım balığı da hemen tekrar suya atardım. Babam neden bu konuda bir de küçük havuz yapmış ve bir profesyonel gibi balık yetiştirirdi tam hatırlamıyorum ama çok muhtemel ki bunları havuzlarına balık isteyenlere satıyordu. Bu balıklar sulama havuzunun istenmeyen misafirleri sivrisineklere ve oluşacak yoğun yosuna karşı bir önlem olarak ta görev yaparlardı öğrendiğim kadarı ile.

Evet, ne yazık ki bana ayrılan yerin sonuna geldim yine, havuzun kenarındaki çok çeşitli karanfiller, bahçedeki ekmek fırını, akşamları çatı arasına çıkarılan ve her sabah geri alınan kedimiz, balık yavrusu havuzu, Ovacık eski yolundan hayvan gübresi toplayışımız, komşularımız konusunda bir yazı daha yazacağım.

Cuma, Ocak 04, 2019

SİSTEM DEDİKLERİ


Siyasi Partiler Kanununa göre, siyasi partilere her yıl Hazine tarafından ödenmek üzere, genel seçimlerde yüzde 10 barajını aşan partilere aldıkları oy oranında devlet yardımı yapılıyor. Ayrıca bu partilerin dışında yüzde 3'ün üzerinde oy alan partilere de en az yardım alan partinin hak ettiği yardım miktarı üzerinden yapılan hesaplamayla ayrıca ödeme yapılıyor. Yardım miktarı, o yılın genel bütçe gelirlerinin 5 binden 2'si oranında belirleniyor. Bu tutar, genel seçimlerin yapılacağı yıllarda üç kat, yerel seçim yıllarında ise iki kat olarak ödeniyor. Görünen o ki mevcut sonuçlara yani 24 Haziran 2018 seçimlerine göre, %10'luk barajını aşan 4 siyasi parti, sırası ile, AKP %48,35, CHP %25,74, HDP %13,28 ve MHP %12,62 oy almışlardır. Bu oy dağılımı dikkate alınarak, AKP önümüzdeki yıl en geç 10 Ocak'ta 290.867.000 TL, CHP 154.808.000 TL, HDP 79.906.000 TL, MHP 75.942.000 TL alacaktır. Nasıl sistem değil mi? Hem kafalarına göre paramızı harcayacaklar hem de kafalarına göre sloganlar üretecekler ve bunları gözümüze sokarak, beynimize kazıyarak ve hatta inanmamızı bekleyerek kulağımıza üfleyecekler, üstüne üstlük inanmadığımız zamanda kızıp azarlayacaklar, açıktan ya da çaktırmadan. Bütçeden destek ile seçim yap, seçimden sonra kanun yap, oh harika bir düzen, nefis sistem… Siyasi partilere para yardımı yapılması 12 Eylül Askeri darbesinin canım Yurduma deli gömleği giydirme operasyonlarının birisidir… Ama ondan sonra gelenler de konu para olunca değiştirme isteği ve niyeti göstermediler… Eeee beleş para, ne diye ret edilecek, olur mu? Bu topraklar “nerde beleş oraya yerleş” sözünü boşuna mı yaratmış… Zinhar…

Bakın sistem için aklın yarattığı en adaletli biçimi üstüne bildiğim birtakım detayları yazmak istiyorum. Nerede is tamamı Küba’dan olacak bu detayların. Peki en iyisi midir tüm bunlar, şüphesiz daha iyisi olabilir ancak uygulanabilir olması açısından aklın yarattığı en iyilerdir. Asıl mesele; hani politikacı büyüklerimizin sık sık tekrarladıkları bir şey vardır ya; politika için “memleket sevdası”, “millete hizmet vesilesi” … Madem ki öyle, mesela politika yapmak için herhangi bir bedel yani maaş ödenmese, politikacılık tamamen gönüllü bir hizmet olsa nasıl olur acaba? Mesela politikacı başına hesaplanan oyun %50 si ile geriye çağrılma imkânı olsa nasıl olur acaba? Yerel meclislerden onay almayan yasalar uygulanmasa nasıl olur acaba? Gerek yerel gerek genel meclis üyelerinin doğrudan vatandaş tarafından seçilse, herhangi bir delege sistemi ve tercihi gözetilmeksizin, acaba nasıl olur? Vatandaşların her konuda görüşü sorulsa, görüş alınması da gönüllü olsa, mecburi olmasa? Mesela yeni imara açılacak yerlerin öncelikle vatandaş görüşünden geçirilmesi gerçekleşse nasıl olur acaba? RES, HES, JES, KES vs gibi vatandaşların onayı ile yapılsa nasıl olur acaba? Maden ocakları yerleri ve işletme kararları vatandaş onayı olmadan olsa nasıl olur acaba? Vs vs…

Şimdi gelelim Küba’daki seçim sistemi üstüne bildiklerimize, duyduklarımıza ve okuduklarımıza. Evvelemirde; Küba’da “milletvekilliği” kesinlikle bir meslek haline dönüştürülmemiştir, dönüşmesine de izin verilmemiştir, yani para karşılığı yapılan bir uğraş değildir.

Küba’daki siyasi yürütme sistemi, 3 kademeli olup, yerelde belediye meclis üyelikleri, eyaletlerde eyalet meclisleri, genelde de en yüksek meclis ulusal meclisten oluşmaktadır. Yerel meclisler, ülke genelindeki 169 belediye özelinde organize olur, belediye sınırları içerisindeki vatandaşların sosyal, siyasal ve ekonomik talep ve beklentilerinin tespiti, hal olunmasının yöntemi, planı, bütçelendirilmesi, gerekiyor ise eyalet ya da ulusal meclislerden gerekli onay ve kaynak aktarılmasının temini, bunların yürütme organınca gerçekleştirilmesi konularında faaliyet yürütürler. Yerel meclisler “her 500 Küba vatandaşına bir temsilci” esasına göre yapılandırılmış olup temsili sistem içerisinde çok önemli bir yer teşkil ederler, neden mi, eyalet ve ulusal meclislere gidecek temsilcilerin bu meclislerden onay almaları gerekmektedir. Peki bu neden çok önemli bir detaydır, çünkü, vatandaşın ülke yönetimine doğrudan ve son derece etkili katılımını getirmektedir. Ayrıca yerel meclislere seçilecek vekiller, seçin bölgelerini kapsayan tüm alanlardaki vatandaşın direk ve açık oyu ile belirlenmekte olup 2,5 yıllık bir süre için seçilmektedirler. Politik manevralar, hile, hurda ve desise yapılarak oyların çalınması, oyların iç edilmesi söz konusu olamaz, biliyor musunuz neden, çünkü “sandıkların bekçisi çocuklardır” da ondan, haydi kediler trafolara girsin de görelim, haydi oylar parti değiştirsin de görelim. Genelde seçme ve seçilme 16 yaşını doldurmuş her vatandaşın hakkı olup, ayrıca 16 yaşında olan her vatandaş yerel meclislere, 18 yaşını doldurmuş her vatandaş ta ulusal meclise aday olma hakkına sahiptir. Hem de aday göstermek öyle bir zümrenin, bir partinin, bir grubun tekelinde olmaksızın, her vatandaş aday olma hakkına sahiptir hem de gerçek manada öyle kâğıt üstünde değil.

Milletvekilleri, Eyalet veya Belediye Meclislerinde “Meclis Başkanlığı” veya “Meclis Başkan Yardımcılığı” görevine seçilmesi hali ile Ulusal Mecliste Daimî Çalışma Komisyonlarında görevlendirilmesi gibi istisnai durumlar hariç, Eyalet ve Belediye Meclisleri Milletvekilleri/Delegeleri, halk temsilcisi olarak gerçekleştirilen bu görevler için hiçbir maaş almamaktadır. Üstüne üstlük, vatandaş seçtiği milletvekillerin icraat ve performanslarından memnun değiller ise imza toplayıp derhal geriye çağırma, milletvekilliklerini düşürme yetkilerine de haizdirler. Bu faaliyetin tamamen halka hizmet etmek için gönüllü yapılan bir iş olduğunu bilirler. Herkes daha önce çalıştığı yerlerdeki maaşlarını alırlar, Meclis faaliyetlerinden ötürü maaş alanlar da daha önce aldıkları maaşlardan fazlasını almazlar, alamazlar… Kayıtlarda, kanunlarda, yönetmelikte, iç tüzükte ve dış tüzükte ne yazdığına bakılmaksızın, yani kâğıt üstünde ne denildiğine bakılmaksızın ne şekilde uygulandığı ve hayata geçişi önem arz eder.

“Partilere seçim yardımı ödeneği ne demek kardeşim ekonomik savaş veriyoruz” da demiyor kimse, maşallah. Madem ki öyle, belediye başkan adayları olsun, genel seçimlerde milletvekili adayları olsun, vatanını milletini çok seviyorlarsa kendileri karşılasınlar seçim masraflarını, evet, devlete yük oluyor, bunlar ne şimdi, el insaf…