Pazar, Haziran 27, 2021

LATİF ÇELEBİ – 2

 

Latif Çelebi dostumuzun kaybı sonrası kendisini anmak adına birlikte oynadığımız, yaptığımız, konuştuğumuz ve gözlemlediğimiz şeyler üstüne yazmaya devam…  

Latif’in tüm iyi yaptıkları yanında en iyi yaptığı işlerden biri de balık avı için serpme kullanması idi, gerçekten müthiş serpme kullanırdı… Gerçi baba büyük usta balıkçı Rasim Abi ile usta – çırak ilişkisi içinde maharet ve beceri depoluyor, bu az bir şey değil. Hani benim babam da iyi bir olta balıkçısı idi lakin bana herhangi bir şey intikal etmemiş. Gerçi her ikisinin de olta balıkçılığı konusunda bağlılık ve başarı manasında son derece iyi olduğunu söylemek gerekir. Adliye Binasının Çeşme Sahilinde olduğu dönemde, Rasim Abinin mutlaka birkaç oltası denizdedir, öyle hatırlıyorum. Latif ise tatillerde ve emeklilikten sonra bu konuda daha da ileri gitmiş durumda idi.

Çeşme’de “Parafani” diye adlandırdığımız ve Ekim Kasım aylarında “Ayın Karanlık” olduğu 15 günün gecelerinde yani Ay karanlığında, sığ sulara beslenmek ya da dinlenmek ya da temizlenmek için gelen geçit yapan balıkların, lüks lamba ışığı ile hareketsizleştirme ve serpme vasıtası ile bir avlanma faaliyeti vardır. Belki aynı faaliyet Canım Yurdumun başka yerlerinde de belki aynı adla belki farklı adla yürütülmektedir, bilmiyorum. Parafani ekibi 3 kişiden oluşan bir ekip olup biri ki ekibin en önemli parçasıdır ve serpme atma işinde mahir olmak durumundadır, ikincisi ise ışık taşıyan elemandır ki o da görece iyi olmak durumundadır ki balık hareketlenmesin, kaçmasın gibi değerlendirme yapacak olabilmelidir, üçüncüsü ise hamal niteliğinde olması yeterli olan olup sadece yakalanan balıkları taşıma görevi vardır ki bu ekip içinde balık taşıma işi hep benim olmuştur.

“Parafani” kelimesinin etimolojisi için araştırma yaptığımda ne yazık ki, herhangi bir şey bulamadım. Bileşik bir kelime olması kesin, Türkçe olmadığı bir daha kesin lakin görünen o ki çok fazla söylene değişe günümüze gelmiş. Rumca kökenli olduğu da kesin lakin böylesine Türkçeleşince de iz takibi çok zor. Edebiyat, Genel kültür ve Dil konusunda başarılı Kaya Erdal Çapan ve Hüsnü Karaman dostlarım aracılığı ile bir şeyler öğrenebilir miyim diye baktım, ne yazık ki, henüz bir gelişme kat edemedik… Hatta bu konuda Yunanistan’daki tanıdıklarına bile yazdı Erdal, sonuç şimdilik yok… Çok muhtemel ki, “para” kelimesinin her ne kadar da “çok” manasında olduğu bilinse de, bazı yerlerde “dışarı, dışarıda” manasında kullanıldığı da görülmektedir, “fani” ise yine “fenari-fanari” kelimelerinden türetilmiş ve günümüze hem Türkçeleşerek hem de değişe dönüşe, “dışarıda fener kullanımı” gibi gelmiş olabilir. Belki de değil, bilemiyorum.

Latif bizim ekibin 1 numarası ve serpme uzmanı, takım kaptanı, şimdi adını anmak istemediğim arkadaşımız fenerci ve bendeniz ekibin nitelik gerektirmeyen tek işi hamallık yaparak, Çeşme’de ay karanlığı olan gecelerde çok balık yakaladık. Zaten; Çeşme’nin bu işe uygun yerleri, en azından bize göre en uygun, Ilıca Plajı, Boyalık Plajı ve Çiftlik Pırlanta plajı idi. En azından konunun büyük ustaları Hafız Ahmet’in Cemal (Işık) ve Rasim Çelebi abilerimizden fikri mirasımız bu idi. Burada bir haksızlık oluşmaması için, bir başka iyi serpmeci arkadaşımızdan da bahsedeyim, Nail Barutçuoğlu, birlikte hiç parafani yapmamamıza rağmen aldığı sonuçlar itibari ile konunun bir diğer iyisidir. Gerçi bizim ekip hatırladığım kadarı ile Ilıca Plajını hiç kullanmamış idi, bizim iştigal ve ihtisas alanımız Pırlanta Plajı ve Boyalık Plajı idi. Boyalık Plajını ikiye bölen, denizin makul derinliğine kadar dikenli tel çit oluşturarak bölen dönemim ünlü iş adamı Durmuş Yaşar’ın villasının önündeki engel dışında mezkûr faaliyete uygun bir alandı. “Atila Polat Sitesinin” oradan girip, diz boyu derinlikte, taaaa Altın Yunus Oteline kadar su içinden, ışıkçı ve serpmeci koordinasyonu altında ve en arkada da taşıyıcı olmak esası ile yürür, süreci tamamlar idik, geriye dönüş ise karadan görece daha hızlı olurdu. Şimdilerde bu faaliyet için ne hukuki durum ne de fiili yapılaşma durumu uygundur. Denizlerde büyük çaplı balıkçılık yapanlar bilmem kaç bin volta uygun lambalar kullanarak balık avlamaya hakkına ve hukukuna sahip lakin kıyıdan, diz boyu suda “lüks lambası” ile balık avlamak yasak. Trol tekneleri yanılmıyorsam 10.000 volta (yazı ile onbin volt) kadar ışıklandırma ile balığı topluyorlar, sorun olmuyor lakin sen kıyıda en fazla 70 ya da 80 voltluk bir lamba ışığı ile balık avla, “yasssakkk hemşerim” ... Yasa koyucu ya da yönetmelik tanzim edici kendine göre bir yol tutturmuş gidiyor işte… Tam; Neyzen Tevfik’lik bir vaka, lakin nesine ve neresine laf edeceksin… Oysa Kuzeyden Güneye balık geçit yaparken, kâh beslenmek kâh dinlenmek kâh üzerindeki parazitleri defetmek için kumlara sürünmek maksadı ile diz boyu derinlikteki kumsal alana gelir, burada zinhar yumurtlama ya da yuva yapma gibi bir maksat yok ve de olamaz… Yasaktan murat nedir bilinmez ama her türlü yasal engele rağmen artık denize kadar girmiş evlerinin önünde kimseyi rahatsız edici bir şart kalmamıştır. Oysaki, parafani mevsimi itibari ile, yazlıkçılar artık kışlıklarına dönmüşlerdir, ama ne gam ne keder…

7 İğdelerden (Atila Polat Sitesi yanı) başlayan tüm “Boyalık” plajını ya da Pırlanta Plajını boydan boya geçerek Ekim Kasım ayı boyunca sadece “ay karanlığında” yaptığımız “parafani” avcılığı faaliyetimizin kaptanı Latif Çelebi, faaliyetin en zahmetli görevini üstlenmesine hatta “aslan payı” hak etmesine rağmen yakalanan balığın paylaşımında son derece mütevazi davranan bir arkadaşımız idi ona göre öncelik biz tali görevleri yapanlarda idi, tam ve mütekamil kaptan. Bir kez, Pırlanta Plajında, ilerler iken, hafif dalgalı olan deniz ve tam uygun ışık da olmamasından ötürü olsa gerek hemen önümüzde bir hayli “uzun kara kara oduna” benzer şeyler görünce aman serpmeye dikkat önde odun var dedi içimizden biri… Meğerse onlar bayağı büyük bir grup sarı kulak kefal değil miymiş, birden Latif Usta salladı serpmeyi, her biri kocaman dal zannedilen kefalleri topladık… Havada, hem mevsim itibari hem de gecenin doğallığı içinde bir hayli soğuk ve üşütücü olup üstüne üstlük traktör ile yapılan seyahatin de arttırıcı faktörü ile bir hayli titremiştik… İnanılmaz güzel bir serüven, Parafani artık yapılamıyor, artık denizlerimizi layıkı ile koruyabiliyoruz demek ki… Bu vesile ile tekrardan ve bir kez daha, muhtemelen şu anda cennet ırmaklarından en güzel balıkları yakalayan arkadaşım Latif Çelebi’yi saygı ve sevgi ile anıyorum… Latif ile anlatacağım birkaç şey daha var lakin yer kalmadı, bir dahaki sefere…





Pazar, Haziran 20, 2021

16 EYLÜL İLKOKULU

Yeni Çeşme Gazetesinde “16 Eylül İlkokulu yıkılıyor” başlıklı bir haber görünce içimde bir şeylerin kırıldığını hissettim. Pandemi koşullarından ötürü artık sokaklarda zaruri ihtiyaçlar dışında bulunmayınca, görmemişim, haberi görünce derhal okula gittim. Evet, yıkım başlamış… Geçen yıl Ekim ayında Seferihisar merkezli deprem nedeni ile “riskli bina” tespit ve tayini ile yıkımına karar verilmiş. Evet, bir tarih yok oluyor lakin çocuklarımızın da riskli bir binada bulunmalarının önüne geçiliyor. Diğer taraftan “güçlendirme” yapılarak sorun aşılabilir mi idi, şüphesiz konu öyle de çözülebilirdi. Karar verici elindeki bilgilere göre ya da önündeki etkilere göre bir karar üretmiş, doğru desek ne olur yanlış desek ne olur, durum bu… Haberin devamında restorasyonu bitirilen “tarihi hamamın” önüne küçük de olsa bir meydan bırakabilmek adına yeni bir bina yapılmayıp boş bırakılacağı yazıyor. Boş bırakılacak bu alanın “Tarihi Hamamın” değerini katlayacağı aşikâr olup esasen de isabetli bir karar olduğu kanaatindeyim.

Ben; “16 Eylül İlkokulu” inşaatı süresince Namık Kemal İlkokuluna gittim. Okul inşaatı tamamlandığında dönem itibari ile Çeşme’nin en afili binalarından biri olmuş idi, hatırladığım. Mesela; bizlerin gördüğü ilk mozaik kaplama olup çekiçlenmiş hali ile de ciddi manada albenisi olmuş idi. 60’lı yılların yanılmıyorsam da 1966 yılının sonu inşaat tamamlanmış Okul öğretime açılmış idi. İkinci yarı yıl için artık bu okula geliyorduk. Bana en cazip gelen odası ise en üst katta, müdür odası yanındaki “Harita Odası” idi. Vay be, okul yeni lakin yeni imkânların da olması muhteşem idi. Bu güzelim “Harita Odasında” sonradan yaşadığım ve hala unutamadığım bir dayak yeme sahnesi var… Kâmil Hoca; Annemin Köyünden, köyden komşumuz, Müdür Muavini idi. Şimdi ne olduğunu hatırlamadığım bir nedenle, muhtemelen de bizim sınıfın yaptığı bir yaramazlık üzerine sınıfın tüm erkek çocuklarını Harita Odasına aldılar. Kimler yok ki, Pejo Recep, Çekirge İbrahim, Gazeteci Mahmut, Pçi Mehmet baş rollerde olmak üzere sıralandık o güzelim haritaların önünde… Kâmil Hoca; Anneme de öğretmenlik yapmış birisi ve sert, ters, asla gülmez, asla dinlemez, sürekli kaşlar çatık, öğretmenden ziyade askeri disiplin ile yoğrulmuş görüntüsü veren biri… Lakin köylümüz, annemin öğretmeni olmasına rağmen aradaki birkaç yaş farkına binaen annemin de “Abi” diye hürmet ettiği, Babamın Arkadaşı, Dayımın Arkadaşı lakin tüm bu yakınlıklar Kamil Hocadan, “cennetten çıkarılan hizmetten” muaf olmasına yetmeyeceği sarihtir, bilenler bilir… Sınıfın birkaç çalışkan çocuğundan biri olmam hasebi ile Kamil Hoca’nın servisinden azade tutulduğumu hatırlıyorum lakin ismi geçen arkadaşlarım azade kalamadıkları gibi ademoğlunun her salvoyu silleden sonra uçabileceğini ispat etmişlerdir. Neyse, bu konu uzun, yer kısa…  

Okulun bahçesi şimdiki gibi etrafı duvarlarla çevrili değil zemini de beton değil, daha doğal ve insani idi… Okulun bahçesi, her türlü korumasızlığı altında özellikle hafta sonları biz çocukların bu baptan tam teşekküllü oyun alanı idi… Futbol, Uzun Eşek, Kaptan Çukuru başta olmak üzere bildiğimiz her oyun ya da bulunan insan sayısına göre faaliyet… Futbol konusunda ciddi manada sorun yaşıyorduk… Özellikle Ortaokula gittiğimiz dönemde hafta sonu burada futbol oynar iken yakalanır isek, zaptiye ve hafiye vazifesi ile donatılmış Ahmet Uğur’a, yandı gülüm keten helva… Pazartesi sabahı ilk iş ve ilk anons; “filan, filan adlı öğrenciler İdareye”… Manası, siz oynanması yasaklanmasına rağmen futbol oynar iken sobelendiniz, eee o kadar “hoşluğun” finali de hoş olacak değil ya, şüphesiz azıcıkkk “nahoş” olacaktır. Elindeki 1 mt’lik tahta cetveli ile açılan avuçlarımıza kılıçlamasına, sanki evde alınmamış ya da tamamlanmamış zevklerin ikmali dairesinde, kuvvet denemesi ile cetvel dayanıklılığı testinde imişcesine, vur ha vur… “Dayak cennetten çıkmadır” şiarı uyarınca öğretim sistemi kuran kafanın tezahürü olan bu öğretmenler az mı idi, nerde, maşallah Allah verdikçe vermiş babında idi… Sevgi, saygı ve hoşgörü sahibi öğretmenlerimizin sayısı ne yazık ki az idi. Gerçi biz öğrenciler de, aile ve eğitim sisteminin bizi formatladığı biçimde, suç ve ceza ikilemi içinde değerlendirme yapmaya mahkûm edilmiş durumdaydık ve tam da bu yüzden itirazımız dayağın kendisine değil de “orantısız” olmasına yönelik idi, dayak orantılı olsa rıza göstermenin öğretim gereği olduğunu bilmek insanı rahatlatırmış gibi… Ne yazık ki bugün matah bir şeymiş edası ile yeniden tahkim edilmeye çalışıldığı üzere biz suçluyuz onlar da bizi cezalandırıyor abukluğu ve sarmalı içindeki sistem bizleri kuşatmış idi. Neyse ve çok şükür ki; sonradan çağdaş eğitim ve öğretim müjdecisi devrimci öğretmelerimiz geldi de; “dayağın cennetten çıkma”dığını ve insana ait olmadığını öğrendik hep beraber.

Haberden anladığım kadarı ile mezkûr okulun arazisi boş bırakılıp, restorasyonu tamamlanmış Tarihi Hamamın mücavirini, dolayısı ile de kendisini değerli kılmak ya da öne çıkarmak gibi murad oluşmuş… Gerçi Tarihi Hamamın henüz “tarihi” olmadığı dönemde de orada bir okul bulunmakta imiş lakin şimdiki gibi çok katlı değil, tek katlı bir bina imiş ve şehircilik açısından mütemmim cüz gibi uyum içinde imişler. Alınan karar için muvafık olup musakdıkım, sonuç itibari ile… Hayırlara vesile olsun…

Sonu her daim Ahmet Uğur hocanın tecziyesi ile sonuçlansa da asla sonlandırılmayan futbol oynama arzumuz vardı. Mahallemizin yetiştirdiği önemli futbolcuların bir kısmı ile tüm yetersizliğime rağmen yeterli insan sayısı olmaması hasebiyle kurulan takımlarda birlikte o küçük alanda da top koşturmuş olmanın keyfi hala aklımdadır. Çok güzel günlerdi… Takım kurarak oyun oynayamayacak sayıda isek, derhal ceplerde taşıdığımız ve çiklet ya da çikolata içinden çıkan futbolcu resimlerinin cami duvarının belli bir yüksekliğinden serbest bırakılarak bir öncekinin duvara dayayıp serbest bırakarak yere düşmüş fotoğrafına temas ettirebilme olasılığına dayalı futbolcu resmini kazanma kurallı oyun devreye girerdi. Tüm bu oyunlar halen sahayı süsleyen palmiye ağaçları gölgesinde oynanırdı… Hele biz çocukların “bebbe” dediği, gerçekte palmiye üzümü diye bilinen saçma büyüklüğündeki küçük siyah meyveleri toplayıp, kamışlardan kestiğimiz kaval benzeri aletleri, dudaklar arasına alarak bebbeleri püskürtme yöntemiyle, karşıdaki kişiyi rakip tayini ile hedefleyen, harpçilik oyunları da unutulmazlar arasındadır. Heyyy gidi günler heyyyy…  






 

Perşembe, Haziran 10, 2021

CENGİZ DEMİR’DEN ALİ UYGUR’A

Cengiz Demir, ne yazık ki artık hayatta değil lakin fizik olarak yok ismi ve anıları hep yaşayacak kendisini tanıyanlar ve sevenler var oldukça… Cengiz Demir ve Ailesi ile, Adana’da 70’li yılların sonlarında tanıştık, Cengiz ile de ömrünün sonuna kadar da hep irtibat halinde kaldık. Adana’nın karanlık 70’li yıllarının aydınlık yüzlerinden biri idi, tüm ailesi gibi… Baba “Kara Halil” anne “Fatma Ana” bana bulunduğum gurbet elde şefkatli bir aile ocağı olmuşlardı… Hem de tam teşekküllü, tam sorumlu bir aile ocağı, bitmez tükenmez, sınırsız yeme içme ikramı başta her ailedeki tüm imkanlar… Hiç mi yorulmazdınız, hiç mi tükenmezdi mutfak stokları… Evet lügatlarında yorulmak yoktu, bıkmak yoktu ve mutfak stokları da sınırsız, bitmek tükenmez cinsindendi… Aç karnımızı sıklıkla doyurduğumuz bir ocaktı… Zaman acımasızdı önce “Kara Halil” babamız sonra da “Fatma Anamız” bizleri öksüz ve yetim bıraktılar. Ve sonra hayatın farklı gerçekleri karşısında çok fazla da farklı tutumlar geliştirememiş kardeşimiz Cengiz elim bir kaza sonrası yoğun ve uzun tedavinin kâr etmemesi yüzünden aramızdan ayrıldı… Ya haberimin geç olması ya da yurtdışında bulunuşum nedeniyle yetişemediğim bu kayıpların sonsuzluğa uğurlanmalarında bulunamamıştım. Yakınlarda yolumu Adana, Karaisalı, Döşekevi Köyü, Turunçlu Mahallesine, düşürdüm, yine kadim dostum Halil ile… Neneoğullarından Omar Ağa’nın oğlu Halil ile…

Mezkûr adrese belki de 40 yıldan fazla olmuştur ilk gidişim. Tipik bir Toros Dağları köyü idi, ancak Seyhan Nehrine tepeden tıpkı bir şahin bakışı atılıveren. Olabildiğince geniş bir Ova idi hatırladığım, çeşitli tarım ürünleri dikmeye uygun, şimdilerde ise tüm bu Ova Çatalan Barajı suları altında kalmış adeta bir deniz edası ile su bahse konu tepelere kadar dayanmış. Ova’nın sular altında kalmış olmasının değerlendirmesini, Neneoğullarından Omar Ağa (Ömer Ağa), bir hayli yorucu ve ağır çiftçilik faaliyetlerinden kurtuldukları için sevinç duyarak ve mutlulukla yapmakta, ohhh işimiz iyice azaldı tadında…  

Güzel ve genele mütenasip, yarınlar hayal ettiğimiz günlerde yollarımız kesişti, Cengiz Demir ve ailesi ile. Yalnız Ailesi ile mi tüm sülalesi ile… Bir aile ki; her bir ferdi, tek tek, tenlerinin esmerliklerine kazınmış yüz kıvrımları ile tepeden tırnağa insanlık kesmiş, göğüsleri insan sevgisi ile iner kalkar hale gelmiş, nefes alışlarının her biri insanlığın yüceliğini fısıldar olmuş, ayakları her adımda yere sağlam basmış, tüm bu halleri ile mutlu gelecek hayalleri kurmuş izlenimini hep vermişlerdir. Onları ve tüm sülalesini tanımanın her daim ulu kıvancıyla kendimi ayrıcalıklı hissettim ya da onlar bana bunu hissettirecek her şeyi yaptılar. Mezkûr toprakların yiğitlerinin bolluğu herkes tarafından kendi meşrebince takdim ve takdir edilebilir lakin tüm bunlara ilaveten benim dostluk ettiklerim, yaşadıkları her bir olaydan çıkardıkları ile hayatın bilgilerinden edindiklerinin harmanından her biri kendi çapında feylesof mertebesine ulaşmışlardır.

Cengiz Demir’in kabrini ziyaret ettik, çok sevdiği topraklarının bağrında idi artık ve bendeki izlenimi garip bir huzur ortamı içinde anne ve babası ile birlikte olduğu biçimindeydi. Oradan, akşamları kendine “kayrak taşları” ile taht yapıp “Çatalan baraj Gölünü” seyrettiği noktaya geldik. Ne kadar da anlamlı bir taht yapmış, kayrak taşı ile, oysaki oraya rahat bir koltuk götürüp yerleştirebilir idi lakin o kısa ömrünün tercihlerinin kendisine armağanı olmuş olan zahmetlerin, sıkıntıların, güçlüklerin ve zorlukların adeta bir temsil ve tezahürü olmuş bu yer. Bu “taht” akşamları oturup gökyüzünün sonsuzluğu altında Çatalan Baraj Gölünün sonlu maviliklerine bakarak bir türlü terk edemediği sigarasını içtiği bir huzur mekânı olmuş olmakla birlikte ahir ömrünün noktalandığı bir yer de olmuş… Bu duygularla baktığımız bu mekânın içimizi doldurduğu derin hüzünden sıyrılıyoruz oradan ayrılarak lakin buruk bir sıyrılma…

Aramızdan ayrılan Cengiz’in bir yoldaşı, 1980 Temmuz ayında Çukurova’nın sarı ve beter sıcağının insanı boğan ortamında, Mersin’de işkencede bir başka yiğit, kanun ve nizam dairesinde katlediliyor. Şimdilerde yıldızı bir memleketsever olarak parlatılmaya çalışılan önemli bir işkencecinin bu yiğidi işkencede katlettiği büyük ölçüde tanıklıklarla kanıtlanmış görünmektedir. Kimdir bu sözde memleketsever işkenceci, kim olacak anlı şanlı Hanefi Avcı’dır… Hani şimdilerde kitap yazarak iyi memur rolleri takınan muhterem. Öylesine vahşice katledilir ki Ali Uygur, katline namlı sağcılar bile şahit olmuş ve dayanamamış mahkemeler huzurunda da şahitlik etmişlerdir. Hani “kanıt yoksa suçta yoktur” yaklaşımı ile çaktırmadan bir gece yarısı kimsesizler mezarlığına gömülen ve firari diye kayıtlara not düşülen… İşte Ali Uygur’un isminin, o günlerde dünyaya gelen, şimdilerde 40’lı yaşlarını bitirmiş bir başka yiğitte yaşadığına da tanıklık ettim bu kez… Öldü Ali, doğdu Ali, dejavusu… Hülasa Ali Uygur yaşıyor… Ve yaşayacakta, bir ölür bin geliriz hasleti ile… 

Ali Uygur’un katledilişinin kahredici ruh hali içinde “Halaoğlu”nun çocuğunun doğduğunu öğrenir Cengiz Demir. “Evet bir erkek çocuk oldu” haberi gelince çocuğun adı “Ali Uygur” olsun der, Cengiz Demir… Bir tarafı ile halaoğlu diğer tarafı ile amca kızı tartışmasız ve büyük bir onurla kabul ederler teklifi. Artık yeni bir Ali Uygur vardır. Yeni çocukların ömürleri kısa olmasın, meşakkat dolu olmasın, mutlu olsunlar diye bir dilek tutalım.

Yazımın sonunda; Cengiz Demir’den Ali Uygur’a ve oradan tüm yiğitlere ithafen Mahsuni Şerif’in “yiğitler” parçasından bir bölüm…

Doğudan batıya bir ses yükselir

Yiğitler yiğitler bizim yiğitler

Gavur dağlarından Dadallar gelir

Yiğitler yiğitler bizim yiğitler

 

Yiğitler yiğitler bizim yiğitler

Onu bilir Binboğalar Ceritler

 


 

Pazar, Haziran 06, 2021

HUYSUZ İHTİYAR EROL AKYAZILI

 

70’li yılların sonu idi galiba, Erol abi bana; muhtemelen de babamın sebze yetiştiricisi olması hasebiyle, “dere otu nereden bulabilirim” diye sordu ve cevap yalın ve samimi “dereden” olunca, gözlerimizden yaşlar gelene kadar katıla katıla gülmüş idik, son günlerine kadar hep bu şamatayı hatırladık ve hep eskisi kadar güldük. Emeklilik döneminde ise artık kapı komşum idi, çok eski hali ile satın aldığı evi minimum 6 daireli bir apartmana dönüştürme hakkı olmasına rağmen yıkıp yenilemedi, eski halini koruyarak evi küçük tamirlerle geçiştirip, oturdu. Erol abi için bu kabil davranış makbul ve makul idi… Makbul görüşüne uygun davranmaktan da, bu akçalı işte bile gözünü kırpmadan geri durmadı… Beğensek te, beğenmesek te, Erol Abi nevi şahsına münhasır birisi idi, kendisini tanıdığım 45 yıldan biraz fazla zaman içerisinde de hep buna mütenasip bir hayat sürdü. 

Çeşme dışında bulunduğum birkaç gün içinde kendisini kaybetmişiz, dönünce öğrendim, çok üzüldüm. Bilgili, görgülü ve saygıdeğer bir abimizi yitirmenin derin üzüntüsünü yaşadım. İlk haberi telefonla Mustafa Ertemiz verdi, sonra da Erol Abinin birkaç fotoğrafı ile defin işlemi sırasında sadece 4 kişinin varlığını tevsik eden birkaç fotoğraf daha, bir tarafı ile pandemi diğer tarafı ile kanaat önderi olma tercihinin olmaması… Biz yine de, demek ki insanların haberi olmamış diyelim… Diğer kayıplarda olduğu üzere, sosyal medya marifeti ile aile  ya da akraba bilgi paylaşımları da yoktu haliyle… Gerçi Erol Abi yalnız kalma ve olma tercihi yapmış bir büyüğümüz idi… İlerlemiş yaşına rağmen çok dinamik bir yaşamı vardı, deyim yerinde ise dipçik gibi idi özellikle de akli melekeleri…

Kendisi ile, Yeni Çeşme Gazetesinde ya da sokakta her karşılaştığımızda mutlaka farklı bir konu üstüne, kısa da olsa muhabbet ederdik. Son dönem muhabbetimiz, Çeşme Kalesi Burçlarının gövde yüzeylerindeki deliklerin neden yapılmış olacağı üzerine olup her seferinde biraz daha çalışarak geldiğimiz ve bir öncesinde kaldığımız yerden devam ettiğimiz ne yazık ki sonunu da getiremediğimiz konu üstüne idi. Erol Abi, Çeşme’nin belki en eski ve belki de ilk “kokartlı turist rehberi” idi, belki de Canım Yurdumun da en eskileri içinde yer alırdı. Etrafına duyarlı, bir o kadar da dikkatli ve ilgili olan Abimiz, bahse konu üstüne çok düşünüp makul bir karara varamadığından bahisle “sen inşaat mühendisisin” deyip bana sormuş idi esasen benim de önceden üstüne düşünmediğim bir konu olması nedeni ile ayaküstü makul ve mantıklı akıl yürütmelerde bulunmuş idim. Kalın duvarların yağmur suyu drenajı, yüksek ve kalın duvarların örülmesi sırasında iskele montajı, kuşların yuva yaparak dışarıdan gelecek tehlike anında erken uyarı sistemi benzeri bir durum, vs vs…

Bildiğim kadarı ile bir yeğeni vardı ki galiba o da şimdilerde bir başka ülkede yaşıyormuş… Yeğeni ile Mısır’da çalıştığım dönemde Asuan taraflarında bayram ziyaretine gelmiş çocuklarımı gezdirdiğim “tamamlanamamış obelisk” ziyaretinde iken karşılaşmış ve tanışmış idik. Ben aile arası konuşur iken grup dışı olduğumuzu ve Türkçeyi fark edip, “Türk müsünüz?” diye sorunca hemen kısacık sürede Erol Abiye kadar konuyu getirme mahareti göstermiş idik. Mısır dönüşü bir baktım ki Erol Abi ile kapı komşusu olmuşuz… Yeğeninin de benden bahsetmiş olduğunu öğrendim. Galiba yeğen de Mısır Rehberi olarak oralarda idi…

Erol Abi, Çeşme’yi birçok ilk ile tanıştıran birisidir. Turizm rehberliği diye bir profesyonel mesleğin varlığını tanıtmış olması, tekneli “Eşek Adası” turlarının ilk düzenleyicisi, Çeşme’nin ilk diskosunun açılması, Çeşme’ye ilk turist kafilesinin gelmesine vesile olması, bu manada başkaları tarafından gerçekleştirilmiş olsa bile diğer bir sürü işte de en azından fikrini vermiş olması, vs gibi…   

 “BARACUDA” adında bir ahşap teknesi vardı, Bodrum yapımı bir tirhandil olup o tekne bilebildiğim ve hatırlayabildiğim kadarı ile Güzel Çeşme’mizin günlük tekne turları düzenlenen ilk teknesi idi. Günlük tur teknesi için düzenlenmediği çok açık olmasına rağmen bahse konu tekne bahse konu iştigal için bir prototiptir. İşte o tekne ile “Eşek Adası” bir destinasyon olmuş ve halen günlük tur tekneleri için mutlaka uğranılacak bir yerdir.

Erol Abi; Çeşme’nin ilk diskosu “Merhaba”nın da ilk kurucusudur, gerçi o dönem aile takibinden ötürü bizim çok ta sık gidebildiğimiz bir yer değil idi… Sonradan, Çeşme’nin mezbahası olarak kullanılıp terk edilmiş, şimdiki Futbol Sahasının kuzey tarafındaki Pazar yerine denk gelen alandaki, metruk binanın diskoya çevrilmesi de Erol Abinin çalışması idi… Mezbahadan bozma olması ve dahi kapısında bir adet öküz başı iskeleti asılı olması nedeni ile aramızda “Disko Mu” derdik biz oraya. Orası ile ilgili müthiş bir anımız var, onu anlatarak biraz gülme tadı yaratayım. O yıllar Çeşmede elektrik kesintileri çok sık yaşanmakta ve jeneratör tedbiri de birçok işyeri tarafından hayata geçirilememiş idi. Yaz tatillerinde turistik eşya satıcısı bir dükkânda çalışıp okul için harçlık kazandığım o dönem çalışmakta olduğum dükkânda bir davul vardı. Şu anda ismini hatırlamak istemediğim bir arkadaşım ile akşam saatleri caddede kısa bir, iyi olmasa da davul show yapar zaman zaman da hemen karşımızdaki İmren Restoranın sahipleri “Kadıgan kardeşlerle” birlikte halay bile çekerdik. Neşeli ve curcunalı ama son derece keyifli günler idi. Yine böylesi bir akşam kimin aklına geldiyse ve neden biz bu aklı takip ettiysek davul ile yürüyerek diskoya ittik. Ve Erol Abi bizi davul ile görünce girişimize itiraz etti lakin nihayetinde ısrarcı oluşumuzu görünce de samimiyetimize de binaen itirazı bırakmış idi. Derken makus kader tekrar tecelli etti ve elektrikler kesildi. İçerideki müşteriler kısa bir süre sonra sıkılmaya hatta bir kısmı da ayrılmaya başlamış idi ve derken bizim davul show devreye girdi, oradaki zil ve tef gibi diğer çalgılarda katıldı curcunaya, performansın güzel olmasından ziyade bulunulan yerin de meşrebine uygun kafa halleri ile müthiş bir eğlence çıkmıştı ortaya. Yaratılan kalitesiz lakin son derece katılımcı eğlence için Erol Abi teşekkürlerini esirgememiş idi bizden…

Erol Abi, bizim gazetede yazılar da yazdı bir dönem, ciddi ve önemli şeyler de yazdı. Mesela Termal tedavi üzerine yazdığı yazıların etkili olduğunu biliyor olmakla birlikte “AGAMEMNON KAPLICALARI BALÇOVA’DA DEĞİL ÇEŞME’DEDİR” başlıklı yazısı muhteşem ve öğretici hatta düzeltici kapsamdadır. İleride mümkün olduğu ölçüde Erol Abinin yazılarını baz alarak bazı konulara değinmek istiyorum.

Bizim Gazetenin sahibi Aydın Korkmaz’ın deyimi ile Erol Abi, “Huysuz İhtiyar” idi lakin Erol Abi’ye göre de Aydın Korkmaz da “huysuz” idi, hem de çok… Galiba her ikisi de birbiri hakkında söylediklerinde haksız sayılmazlardı. Bu kayıptan ötürü üzüntülüyüz lakin kendisini de tanımış ve arkadaşlık etmiş olmanın bahtiyarlığını da hala yaşıyoruz. Nurlar içinde ol, yıldızlar yoldaşın olsun Erol Abi.

 


Pazar, Mayıs 30, 2021

ARJANTİN; NAZİ KAÇKINLARI DESTİNASYONU

 Geçen hafta Arjantin’in emperyalizm ile hemhal Avrupa ile oluşturulmaya çalışılan meşruiyet arayışlarını yazmıştık. Acaba bu arayışların suflesinin gerçek sahibi ABD gözetiminde ve direk istihdam dışı “Nazi artıkları” olabilir mi? Konuya böyle bakılınca enteresan bir durum tespiti yapılabiliyor. 

Nihai hedefi SSCB’yi yok etmek olan ve emperyalizmin koç başı Nazi Almanya’sı üzerinden tüm dünyayı kapsayan ve kana bulayan büyük savaş arkasında büyük acılar ve yıkımlar bırakarak sonuçlanıyor. Büyük savaşın sonunda muzaffer ülke olarak SSCB savaş suç ve suçlularının peşine düşer. Diğer tarafta, galip görünümlü mağlup, emperyalizmin başkenti ABD ise kontrolden çıkan koç başını yargılamanın kendisine düştüğü iddia ve beyanıyla bir taraftan kurulan göstermelik ve sözde “Nürnberg Mahkemeleri” ile utangaç bir üslup içinde yargılar gibi yapıp esasen de kudretli istihbarat örgütü CIA ile de önemlidir tespit ve tayini yaptıkları kadroları istihdam edip, diğerlerini de farklı farklı birkaç yoldan başta Arjantin olmak üzere Güney Amerika ülkelerine yerleştiriyor idi.  

“O dönemde Nürnberg'de insanlık tarihi için şanssızlık ve yüz karası olarak değerlendirdiğim bir şeyler oluyordu. Mahkeme sürecinin Arjantin halkı tarafından da galip devletlerin yüz karası olarak değerlendirildiğini, Müttefiklerin sorumsuz davrandığının düşünüldüğünü gördüm. Müttefiklerin aslında savaşı kaybetmeleri gerektiğini şimdi görüyoruz.”  Bu sözler dünyaya cici bir liberal diye sunulan ve son eşi ile de iyice parlatılan dönemin Arjantin devlet başkanı Juan Peron’a ait. Evet ve ne yazık ki, dünyaya çok farklı pazarlanan bu devlet başkanı, laf ola beri gele kabilinden, Kapitalizmle Sosyalizm arasında “justicialismo” (Adaletçilik) adlı bir “üçüncü yol” tuttuğu savı ile Peronismo (Peronizm) diye sadece ABD destekli, yönetsel ve bilimsel hiçbir iddiası olmayan bir yol tutturmuştur. Lakin tüm dünya daha doğrusu Emperyalist batı “bu bizden değil” diyerek sanki gerçekten öyleymişçesine “kuşa bak” piarı ile şişirdikçe şişirdi muhteremi… Şiştikçe de silahlı kuvvetleri iyice avucuna alarak, anayasal özgürlükleri tamamen ortadan kaldırdı, basının çok önemli bölümünü borazanı haline getirdi. Bu tutumların kaçınılmaz sonucu olarak halkta inanılmaz bir memnuniyetsizlik oluşunca emperyal güçlerin desteğinden yoksun kalarak ve nihayetinde de bahse konu güçlerin organize ettiği darbeye muhatap olmuştur. İşte muhteremin iktidarının parlak günlerinde, ki bu dönem hemen büyük savaş sonrasıdır, Avrupa’nın namlı Alman katil sürüleri Nazi artıkları başta olmak üzere Hırvat, Slovak, Belçika, İtalyan, Fransız faşistlerinin sığınağı haline getirmiştir ülkesini ve her yerde olduğu üzere bu uğurda en büyük yardımcıları da Katolik Kilisesi ve Vatikan olmuştur. Adolf Eichmann, Josef Mengele, Erich Priebke ve diğer birçok Nazi savaş suçlusunun Arjantin’e sığındığını, bu büyük kaçışın ya da büyük sığınışın Katolik kilisesi, ABD ve İngiliz istihbarat teşkilatlarının iş birliği ve tabii ki Juan Peron’un muhteşem ve kesintisiz desteği ve ev sahipliği ile kotarıldığı ilgili tüm çevrelerce bilinmektedir. Gerçi son dönemde ele geçen belgelere göre Arjantin’e Nazi akımı büyük savaştan önce başlamış görünmektedir ve Arjantin’de sosyal ve siyasal altyapı çalışmaları yürüten bu ekibe bazı Nazi yanlısı Alman iş adamları tarafından bankalar aracılığı ile paralar havale edildiği anlaşılmaktadır.

Görüldüğü üzere, konu öyle zannedildiği kadar basit değil, bugünlere kadar yükselerek zaptı raptın dozu artarak süren, yeni dünya düzeni yaratma adına büyük ve organize faaliyetlerin yürütüldüğü yeterince sarihtir. Öyle bakılmasın, “Nazi avcısı” birkaç Yahudi kuruluşun başta Adolf Eichmann olmak üzere birkaç suçluyu yakalayıp yargılamasına. Avrupa’dan kaçan ve Arjantin’e yerleşen yaklaşık ve bilinen 15.000 faşist-Nazi oralarda elini kolunu sallaya gezdiler.  İşte bu nedenle ve bu açıdan bakılınca Arjantin yönetiminin muhaliflere neden bu kadar sert hatta yok edici davranmış olduğu daha da netlik kazanıyor. Bir taraftan insan aklının alamayacağı, şeytanın bile şaşırarak baktığı işkenceler ve insan öldürmeleri icat eden bu güruh, ülkeye davet edilip başta ABD ve İngiltere’nin aferimine mazhar olunurken diğer taraftan da geçen hafta yazdığımız aile ilişkilerini oluşturularak dünya kamuoyu gözünde meşruiyet teminine girişilmektedir.

Peki, böylesi büyük çaplı operasyonlar için sadece idarenin irade beyanı yeterli midir? şüphesiz hayır… İdare istihbarat teşkilatlarını operasyon için hazırlar ama kamuoyunda meşruiyetin temini için Arjantin Katolik ve Roma Katolik kilisesi kurumsal olarak devreye sokulur. İşte Allah’ın emri, CIA’nin, Katolik kilisesinin kavli ve Arjantin yönetimin emredersinizi ile devreye sokulur bu plan… Konu ile ilgili inanılmaz sayıda bilgi ve belge bulunmakta olup her biri çok değerli olan makale, kitap, belgesel ve filme dönüşmüş durumdadır. Görüleceği üzere, Arjantin’de 1978 darbesi sonrası muhaliflerin uçaklara doldurulup okyanusun en fazla köpekbalığı olan bölgesine atılıyor olması çok alçakça bir işlem olmakla birlikte genel manada yaşananların küçük bir bölümünü oluşturmaktadır. Tüm bunlardan sonra inanmak istemeyenlere “iğne ve ilaç kar etmez” deyip geçelim.

Sona gelirken, bahse konu belgesel nitelikli kitaplardan biri de Arjantinli Yazar Uki Goni’nin “Real Odesa” adlı kitabı olup, kitaba konu gerçekleştirdiği araştırmalar neticesinde; bahse konu katiller sürülerinin, Vatikan, İsviçre, İspanya ve Arjantin arasında kurulan ilişki ve köprüler üzerinden, büyük abi CIA gözetiminde hangi yollardan, nerelere kaçırıldığını, kaçanların nerelerde nasıl barındıklarını ve kollandıklarını ayrıntılı yazmaktadır. Bir yerde yazar; “Gördüğüm belgeler kilisenin bu suçluluların Arjantin'e göç etme izni almaları için Kızıl Haç’a garantör olduğunu ve başvuruların birçoğunun rahipler veya papanın kendi kuruluşu olan Papalık Yardım Komisyonu tarafından imzalandığını gösteriyor” diyerek Katolik kilisesinin gırtlağına kadar bu işin merkezinde olduğunu belirtmektedir.

Evet; Olcay Bayram ile 3 yazılık bir, Arjantin, Hollanda ilişkileri çerçevesinde, yaşanılan mezalim ve mezalimin müsebbiplerinin hayatları üstüne ve arka plan, ön plan tespitleri yapmaya çalıştık. Konu zor ve çok kapsamlı özet yapmaya çalıştık.

“Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az” faslından son söz olarak Martin Luther King, Jr’dan bir alıntı “Herhangi bir yerdeki adaletsizlik, her yerdeki adalet için tehdittir.”

Pazar, Mayıs 16, 2021

OKYANUSTAN GELEN CESETLERE AVRUPA İLE MEŞRUİYET

Evet, geçen haftadan devam edelim… Olcay Bayram ile Arjantin’de yaşanan bu insanlık dışı olayların bir de Avrupa yansımasına bakalım dedik… Hani; “Herkes sessiz kaldığında çığlık atmak bir onurdu” diyordu, ya, Buenos Aires Herald Gazetesi editörü… Peki sessiz kalanlara kimler dahildi, sessiz kalarak ve hatta sessiz kalmanın yanında faaliyette bulunarak yaşananları olumlayan, beğenen ve destekleyenler var mı idi? Evet, ne yazık ki bugün tüm dünyaya parmak sallayarak, “demokrasi” ve “hukuk” dersi vermeye kalkanlar bu ayıbın tam kucağındadırlar… Ama kesinlikle bilinmeli ki, bugün “biz gelişmiş ülkeleriz” diyerek kasım kasım kasılan ülkelerin neredeyse tamamı, yönetim olarak bu işin içindedir… Mesela, Hollanda kraliyet ailesine, şöyle bulabildiğimiz bilgiler ışığında hızlıca bakalım, neler olmuş neler…

1976 ile 1983 yılları arasında; ABD destekli Arjantin Faşist diktatörlüğü, ülkeyi adeta açık bir cezaevine çevirir ve esas hedef olan muhalifleri de bu cezaevinin hücrelerinde tenkil eder… Daha da tehlikeli diye not düşülenler ise, “kanıt yoksa suç ta yoktur” öngörüsü mucibince “ölüm uçuşları” ile dolduruldukları uçaklardan Atlantik Okyanusuna atarak bertaraf edilmektedirler. Ülke adeta bir infaz ve tenkil alanına dönüşmüş lakin uluslararası sermaye ise bizim baş eczacı’nın deyimi ile “rejim ile hiç ilgili değil” onlar sadece çıkarlarına bakıyorlar… 30.000 (yazı ile de otuz bin muhalif katledilmiş) onların umurunda mı, zinhar…

İşte bu vaziyet ve şeraitte, askeri faşist hükümette görev alan bakanlardan birisi de tarım ve hayvancılık bakanı; Jorge Zorreguieta’dır. Muhterem, önemli bir adammış ki bunu sonradan anlıyoruz ve sizlerle de paylaşacağız. Bakanlığa bağlı INTA’nın (Milli Tarım Teknolojileri Enstitüsü) bir işkence ve yok etme istasyonu olmasının önünü açar mezkur bakan, şüphesiz ve tabii ki de öncelikle ağırlıkla kurumun kendisini temizlemek gerekir muhaliflerden, Muhterem de öyle yapar… Önce içeriyi temizler sonra da dışarıdakileri burada temizlemeye girişir… Hayli de başarılıdır… O kadar başarılıdır ki, beynelmilel irtibat ve iltisakları zamanı gelince istifa etmesini kulağına sufle ederler, çünkü görev tamamlanmıştır… Hemen araya küçücük bir bilgi girelim, 12 Eylül’de bizim darbecilerin de Et ve Balık Kurumu tesislerini bu amaca matuf üs haline getirdikleri çok söylenmişti. Beynelmilel meşruiyet adına içeride faşist darbecilerinde hesabı görülecektir. Uyduruk bir kahramanlık destanı yaratma peşindeki diktatörlük, kulaklara sufle edilen buram buram provokasyon kokmasına rağmen Falkland Adaları macerasına girişir… Ve haliyle savaş kaybedilir, hem de yaklaşık 15.000 km öteden gelen emperyal gücün liderlerinden İngiltere’ye… Dedik ya, beynelmilel meşruiyet arayışı, “anne cici, baba kaka” oyunu mucibince, Arjantin’in başından darbecilerin uzaklaştırılmasına karar verilir ve sözde yargılanırlar, vs vs… Bilin bakalım, kim vareste tutulur, tabii ki tarım ve hayvancılık bakanı, ; Jorge Zorreguieta

Evet; Jorge Zorreguieta’nın bir kızı, Máxima Zorreguieta Cerruti adında olanı, 1999’da İspanya’da “Bahar Festivalinde” Hollanda Kraliyet ailesinden Prens Alexander ile tanışır… Hollanda Kraliyet varisi Prens Willem-Alexander, yatırım uzmanı bu kıza âşık olur, gel zaman git zaman, Hollanda Parlamentosunda ciddi tartışmalara ve soruşturmalara sebep olsa da, nihayetinde evlenirler… Şüphesiz ki bu kabil bir karar ilgili kişileri ilgilendirir… Gönül işidir bu, karışılmaz, ota da boka da konar… Hem baba bir faşist katil ise bunda kızının ne günahı olabilir, değil mi? Lakin burada tuhaf ve üzerinde durulması gereken işler olur, mesela Parlamento’daki bir araştırma kuruluna mezkûr bakan “Arjantin’de olan bitenden yani bu toplu katliamlardan haberinin olmadığını beyan eder”, işte bu öncelikle inanılmayacak ve de bu kabil bir cevap ile örtülme çabası olan şeyler var kuşkusu doğurur… Peki; sadece bu olsa, inanmaz mıyız? Hem de bal gibi… Lakin Hollanda Kraliyet ailesinin geçmişine hızlı bir göz atılınca da, bu kabil kirli işlere, duygusal ve gönüllü bir eğilim geçmişi olduğunu hemen anlıyoruz… Yıl 1966, Hollanda’da Nazi işgali üzerinden henüz 20 yıl geçmiş, Hollanda Prensesi Beatrix uzaktan akrabası Claus von Amsberg’e abayı yakar, lakin Claus Von Amsberg’in siciline düşülen not çok enteresandır, çünkü o bir nazidir, o bir faşisttir, nazi gençlik kolları (Hitler-Jugend) eski üyesi olup ve Hitler döneminde Alman ordusunda görev almış bir askerdir. Kraliçenin bu tercihi başta Hollanda parlamentosu olmak üzere halk arasında da çok tepki çeker. Oluşan tün tepkilere ve itirazlara rağmen bu makus evlilik gerçekleşir. Tepkiler düğün törenine sis ve ses bombası atılmasına kadar varan boyuttadır ve ciddi sokak gösterilerine sebep olmuştur, ölümlerin ve çok sayıda yaralanmaların da olduğu söylenir. Şüphesiz ne olursa olsun Kraliçe’nin kişisel tercihidir bu, gönlü güle konamamış, ne yapsın… Kişisel tercihinin arkasında ne kadar durabilmiş, evlilik makamı dışındaki tüm mekân ve makamlarını değiştirmiştir, işte bu bile nasıl bir yanlış yaptım psikolojisidir, varın anlayın siz gari… Sonuçta Amsterdam taht için mekan değildir gariii, o bile terk edilmiştir… Yani aileye yeni katılımlarda faşist tercihi 1 kere olsa tesadüfi bir aşk hikayesi deyip geçeceğiz lakin ünlü atasözümüzü hatırlamaktan geri duramıyoruz… “Hacı hacıyı Mekke’de, hoca hocayı tekkede bulur” deriz ya, tam da o, hangi mahallede ve ne tür arayışlar içinde isek onu buluyoruz hatta ona layıkız… Peki, bu konu ile ilgili ciddi yayınlar ve kaynak bulunuyor mu, zinhar, çünkü bu da Hollanda’nın haydi karartılmış demeyelim ama olabildiğince loş ışıkta bırakılmış tarihidir… Haaa, bana sorarsanız, sürpriz mi tüm olanlar, şüphesiz hayır, kendilerince “altın çağ” diye tanımlanan dönemde, Afrika’da, Güney Afrika Cumhuriyeti’nden, Senegal’e, Güney Amerika’da, Surinam’dan, Brezilya’nın kıyı bölgelerine, Asya’da, Endonezya’dan, Vietnam’a kadar hakim olan Hollanda, dönem itibari ile Avrupa’nın İspanya ve Portekiz’den sonra en önemli sömürge imparatorluğudur. Hal böyle olunca da evlilik tercihleri de bu şanlı geçmişe mütenasip olmalıdır…


Pazar, Mayıs 09, 2021

HERKES SESSİZ KALDIĞINDA ÇIĞLIK ATMAK BİR ONURDU

Geçen haftaki “1 Mayıs” başlıklı yazımda; Arjantin’de devrimcilerin başına nelerin geldiğinin herkes yakın tanığıdır… Uçaklara doldurulan devrimcilerin, Atlantik Okyanusunda köpek balıklarının en çok bulunduğu noktalara belli bir yükseklikten atılmış olması balıklarının en çok bulunduğu noktalara belli bir yükseklikten atılmış olması ibaresi üstüne Olcay Bayram ile uzun uzun muhabbet ettik… Arjantin üzerine hem detaylı bildiklerimi tazeledim hem de ilk kez Olcay’dan öğrendiğim şeyler oldu… Örneğin, şu andaki “Papa Francis” olarak bilinen  Jorge Mario Bergoglio’nun bu katliamların önemli tanıklarından biri olması… Örneğin; Hollanda kraliyet ailesi ile Nazi geleneğinin sürdürülmesi üzerine detayda akrabalık ilişkileri tesisi, vs vs… “Youtube’ta herkesin kolaylıkla ulaşabileceği İngilizce altyazılı, İspanyolca yürütülen ve Papa Francis’in Arjantin’de Askeri faşist cunta tarafından gerçekleştirilen geniş çaplı katliamlarının tanıklığına değiniliyor olması da enteresan… 1976 ile 1983 yılları arasında; ABD destekli Arjantin Faşist diktatörlüğü, kurulan gizli askeri kamplarda, kendilerine en ufak muhalif tutum takınanlardan başlamak üzere binlerce insanı işkence ile yok etmiş ve tutukladıklarının önemli bir bölümünü de ne yazık ki uçaklara doldurup Atlantik Okyanusu üzerinde köpekbalıklarının fazlaca bulunduğu yerlerde okyanusa attırmıştır. Okyanusa atılan o kadar insan vardır ki, bir kısmı köpekbalıkları tarafından parçalanırken bir kısmı da sahile vuruyor … Evet, sahile vuran cesetlerden biri de, Papa Francis’in 1950’li yılların başında bir dönem çalıştığı bir kimya laboratuvarında, laboratuvarın şefi Esther Careaga’dır. Papa Francis o dönem bu kimya laboratuvarının şefi Esther Careaga’nın asistanıdır, siyasi ve dini görüş ve düşünceleri birbirlerinden çok farklıdır lakin çok iyi bir arkadaşlık oluşmuştur aralarında. İleride Papa Francis olacak Jorge Mario Bergoglio kimya laboratuvarında çalıştığı dönemde şefi olan Esther Careaga’nın sahile vuran cesedinin defin işlemi için Buenos Aires başpiskoposu olması hasebiyle kendisine yapılan bir müracaat nedeniyle öğrenir. Papa daha sonraları kendisi ile yapılan söyleşide büyük ıstırap ya da utanç içinde söyleşiyi yapana konuyu özetliyor.

Evet, gelelim yazının başlığını oluşturan, kelama; dönem itibariyle Arjantin’de İngilizce yayın yapan Buenos Aires Herald Gazetesi editörü olan muhterem görece cesur davranışlar gösterir, kayıplar için olan biten için kıyısından da köşesinden de olsa değinilir yayınlarında ama esasında kayıplarını arayanların buluştuğu yer ya da temas noktası bir mekân olmasına izin verir gazetenin… Bu durumu emekliliğinde “Herkes sessiz kaldığında çığlık atmak bir onurdu” diye belirterek acı ile hatırlamak ve hatırlatmaktadır maziyi. Bu vesile ile zulmün karşısında el etek öpmeden, işimden olurum, ekmeğimden olurum, hapislerde çürürüm, demeden onurlu ve ahlaklı tavır gösteren herkesi iyi duygularımızla bir kez daha analım…

Peki; nasıl olur da bir yönetim vatandaşlarından muhalif olanlara bu tür bir sonu reva görebilir? Bu inanılır bir şey midir? Yoksa bir avuç rejim düşmanının uydurduğu iddialar mıdır tüm bunlar? Yapılan bu “yok etme” planı neden gizli kalamadı? Oysa, ne kadar da güzel planlanmış idi, “kanıt yoksa, suçta yoktur” operasyonları, bir avuç CIA ajanı ve Nazi Almanya’sından kaçmış bir avuç Nazi subayı iş birliği ve yol göstericiliği ile bir avuç yerli ve milli katil sürüsünün birlikteliği… İşte klasik deyim ile “gerçeklerin er geç açığa çıkması gibi bir huyu vardır” umdesi bir kez daha gerçekleşir… Bu katil sürüsünün, başta kayıp yakınlarının kararlılıkla ve inançla ve de yılmadan, sinmeden ve korkmadan arayan tarihin onurlu sayfalarına “Plaza del Mayo anneleri” olarak geçen bir avuç insan ve onların yanından hiç ayrılmayan “insan hakları savunucuları”nın ısrarlarına ve baskılarına, ABD ve emperyal tüm güçler pes ederek dün birlikte hareket ettiklerini satmaktan kaçınmamışlar, yargı önüne çıkmalarına onay vermişlerdir.

Sonuç itibari ile; bu CIA beslemesi katil sürüsünün suçlarının sabit görülmesi, sadece Papa’nın bu utangaç ama samimi ifadeleri ile mi kanıtladığını zannediyorsunuz, zinhar… Dedik ya; baskılara dayanamayan, elemanlarının ve memurlarının satışında beis görmeyen, kendilerine ve çıkarlarına kesinlikle bir helal gelmeyeceği bilinci ile hareket eden ABD ve müttefikleri yargılanmalarına izin verir bu alçakların, işledikleri insanlık suçu olarak ittifakla kabul edilen ve asla ve kat’a Mürur-i zaman oluşmayan bu insanlık suçundan Arjantin Donanma Mekanik Yüksek Okulu ve Arjantin Hava Kuvvetleri ve Sahil Güvenlik pilotları yargı önüne çıkarılır. Meraklıları yargılamanın tüm safahatını detayları ile uluslararası basın arşivlerinden, pilotların ve uçaklardan Okyanusa atılan muhaliflerin isim isim listeleri başta olmak üzere fiillerin nasıl işlendiğine, Arjantin İstihbarat teşkilatının işin içindeki iş kolaylaştırıcı ve hızlandırıcı öncü rolüne yönelik her türlü detayı bulabilir… “Ölüm Uçuşları” diye adlandırılan uçuşlarda Arjantin’deki muhaliflerin infazlarının iz bırakmadan yok edilmesi maksadıyla atılan kişiler başta olmak üzere askeri kamplarda işkence ile öldürülen ve kimsesizler mezarlıklarına defin edilen insanların yakınlarının ısrarlı takip ve her türlü engel, şiddet ve yasal blokajlara rağmen yürüttükleri mücadele, bu yargılama ve verilen karar ile yeni bir evreye ulaşmış görünmektedir. Peki, emperyal güçlerin yerli ve milli pençeleri sadece bu tenkil operasyonu ile mi yetinmişler, nerde, donanma ve istihbarat subayları bilahare kayıplarını arayanların da arasına, kendilerinin de birer kayıp yakını numarasıyla karıştıkları ortaya çıkmıştır. Ne enteresan değil mi? Her yerde her pozisyonda bulunma ve yönlendirmeye çalışma… Evet, Papa’nın tanıklığı ve de bilahare arzu edilmese de mecburen yapılan yargılamalar sonucu ve de esasen çok öncelerinden uluslararası itibarlı ve tarafsız insan hakları kuruluşları raporlarında bulunan “ölüm uçuşları” diye bilinen tenkil operasyonlarının, kirli CIA ve ortakları yerli ve milli güçler tarafından gerçekleştirildiği aşikardır gayri… İlaveten, Nazi Almanya’sının, ABD’ye kaçamayan ya da ABD’nin istihdam etmeyi tercih etmediği alt rütbelilerinin yani bu işkenceci ve katil subayların neden büyük bir arzu ile Arjantin’e kaçmış oldukları da mana kazanıyor bu bap’tan bakınca… Diğer taraftan, Hollanda Parlamentosu’nun soruşturmasına ve itirazına rağmen, Hollanda kraliyet ailesine, bir sonraki yazımızda detayları ile değineceğimiz,  Arjantin Faşist darbesinin Tarım Bakanının kızının “gelin gitme” hikayesi de, hem de parmağım kör gözüne misali eklenince, tüm bu hikaye “küresel” bir hal ve meşruiyet almaktadır, yani ve anlayacağınız konu hiç te öyle lokal değil tam teşekküllü organize işlerdir. 

 

Pazartesi, Mayıs 03, 2021

1 MAYIS

 Bir romanda okumuştum; Rus edebiyatı olduğu kesin lakin yazar ve roman ismi ne yazık ki aklımda değil, Çarlık Rusya’sında yoğun baskılar ve engellemeler altında “1 Mayıs” kutlaması için yer ve yöntem arayışı içindedir devrimciler, sonra birden balık avına çıkılıyor izlenimi verilerek yüzlerce balıkçı teknesi ile denize açılırlar ve doyasıya ve de gönüllerince

görece özgür bir ortamda 1 Mayısı kutlarlar… Kitap ismi ya da yazar ismi hatırlayamıyor olmam ise bana yeter bir ayıp olarak kayda geçiyor, ahada kayıt ettim… Vazgeçtim; bilmem hangi kitabın, bilmem hangi sayfasında yazıldığı üzere gibi bir detay vermeyi, haydi bunu anladım diyelim, bari yazarın adını hatırla değil mi? O da yok, ne yapalım… Lakin muhtemelen Ostrovski’nin bir eserinden olabilir diye hatırlıyorum tüm bunları… Bazı kerameti kendinden menkul arkadaşlarımızın sahip olduğu meziyet ve maharete sahip değilmişim demek ki… Neyse kendime fazla da yüklenmeyeyim, neme lazım sonra bu lüzumundan fazla mütevazilik bazılarınca gerçek kabul edilir, Allah muhafaza…Evet, asıl meramım ve muradıma geçeyim…

Çarlık Rusya’sında işçi sınıfının mücadelesine amansız ve kanlı bir takip yürütülüyor… Özellikle ve ilk başlarda mücadelenin ciddi biçimde kanlı başlamasının merkezlerinden biridir, Odesa… Aynı zamanda Karadeniz’de önemli bir limandır, Çarlık Donanması için… Potemkin Zırhlısı başkaldırısı önemli bir kilometre taşıdır bu baptan… Karada yürüyen, açlığı sonlandırma, sömürüyü sonlandırma mücadelesine, Potemkin Zırhlısı da katılır… Odesa şehri dayatılan yokluğa, yoksulluğa ve yolsuzluğa artık yeter babından büyük çaplı bir grev başlatır, işçi köylü ve sade vatandaş hep beraber, hep birlikte teyakkuzdadır, direniş yükselmektedir. Mücadelenin yoksullar tarafı böylesine organize ve güçlü haykırışlara ve direnişlere mütemayil olunca doğal olarak muktedirlerin kılıcı Çarlık Ordusunun da acımasız olacağı yeterince sarihtir. Ve öyle olur, bu direnişin karada ve denizde yürüyen ayağını, geçen yüzyıl sinemanın başyapıtı seçilen hatta otoritelerin ittifakla sinema tarihini başlattıkları “Potemkin Zırhlısı” filminde görmek mümkün lakin nihayetinde bu da bir filmdir, gerçek hayatın direniş ve katliam boyutlarının ve de yaşanan acıların hepsinin mütekâmilen yansıtılması mümkün olamamaktadır. Yani ve özetle Devrimci mücadele ve karşıtı tenkil politikaları yoğun bir biçimde sürmektedir. Yaklaşan işçi mücadele ve dayanışma günü “1 Mayıs” kutlanacaktır hatta öyle ya da böyle mutlaka kutlanacaktır. Amaç mutlaka kutlamak olunca mutlak bir yol bulacaktır devrimciler. Devrimci önderler yoğun baskı ve tenkil politikasının sertliği karşısında kutlamaların mutlaka yapılması lakin olabildiğince güvenli ve kayıpsız yapılabilmesi üstüne kafa yormaktadırlar. Evet, karar verilmiştir, yüzlerce balıkçı teknesi, balığa gidiliyormuş edası ile denize açılır, 1 Mayıs anması, direniş yükseltilmesi ve mücadele kararı bir kez daha perçinlenir… Orantısız güç karşısında orantısız zekâ bir kez daha galip gelmiştir.

1980 faşist darbesi neticesi yolumuz maalesef cezaevine de düşer, sanki bizsiz olmazmış gibi, Adana Askeri Cezaevi, Adana Cezaevi derken yeni açılan adeta içeridekilerin bir vade sonra kendi ecelleri ile ölümlerinin kolaylaştırılması ve hızlandırılması açısından petrol rafinerisi dibine yapılan E tipi cezaevine geliriz… Kısa bir süre sonra “1 Mayıs” anmaları yapılacaktır… Bir gün yemekhanede, öğlen yemeği yenilirken, olabilecekleri sezme kabiliyeti yüksek ve sınırsız, korkuları içinde çaresiz kalmış yönetim, cezaevi müdür yardımcısını tüm avenesi ile adeta baskına gönderir… Emir kısa ve çok nettir… Kesinlikle “1 Mayıs” kutlaması yapılmamalıdır… Yapılırsa da karşılığı misli ile verilecektir… Yönetim yukarıdan gelen emirleri kendi kudret ve kompleksleri ile yoğurarak şiddetin orantısız ve sınırsız olacağını beyan etmiştir. Tutuklular da 1 Mayıs anması yapmakta kararlıdır… Kararın hayata geçmesi halinde “eti sizin kemiği bizim” kabilinden tesellümü yapılmış tutukluların başlarına, 12 Eylül muktedirlerinin tabiri ve dayatması ile savaş esiri sayılıyor olması ilavesi ile nelerin gelebileceğini kestirmek hiç de zor değildir… Dönem itibari ile kendi personeline bile zayiat değerlendirmesi ile bakan, bu kafa, bu göz için tutukluların külliyen yok edilmesi hiçten bile değil… Zaten mezkûr tarihten 2 yıl önce Arjantin’de devrimcilerin başına nelerin geldiğinin herkes yakın tanığıdır… Uçaklara doldurulan devrimcilerin, Atlantik Okyanusunda köpek balıklarının en çok bulunduğu noktalara belli bir yükseklikten atılmış olması uluslararası gözlemciler tarafından raporlara geçirilmişlerdi… Öncülünün liderleri ile ardıllarının Panama mekteplerinde aynı sıralarda dirsek çürüterek tedris olunduğu yeterince sarih iken, fazla kelamın lüzumu icap etmese gerektir. Neyse burada da, orantısız zeka, orantısız güce galip gelir… 1 Mayıs günü, yönetimin tüm ekip ve gözetleme ve ses dinleme teyakkuzuna rağmen, tutuklulardan ses seda çıkmamış olması, yönetimi çok sevindirmiş görünmektedir ve muhtemelen de vukuat raporlarına hiçbir şey olmamıştır, kaydı düşülmüştür. Lakin, şimdi tam hatırlamıyorum, ama ya 1 gün önce ya da 1 gün sonra anmalar yapılmıştır, oradaki devrimci önderler başta aktardığım ve kendilerine de detaylı anlattığım “Odesa kutlamalarından” yeterince feyz almış olmalılar.

Esasen bu darbecileri de anlamak çok kolay şüphesiz, adamların ihalesiz ve gönüllü misyonları zapturapt, derdest ve tenkil eylemek… Peki bunların aklı yok mu da böyle davranıyorlar… Yoktur, ben ona kanaat getirdim, bu muhteremlerin bilim adamı diye etraflarına aldıkları, 3-5 CIA ajanı ile andevül üfürükçü tarzında şarlatanlardan ibarettiler ve muhteremlerin yönlendirmesi yeter şarttır, galiba… Ne galibası… Galiba mı kaldı…

Sonuçta, bilim; tarihi, sosyolojisi ve antropolojisi ile olmuş bir övendire bunların gözüne gire gire, lakin bunlarda olmuş göz, öküz gözü, ne itelesen yetmez… Yahu el insaf, baskı, zulüm ve kan ile kim abad olmuş ki… Ahada gittiniz, o dönemin kasım kasım kasılanlarına ve böbürlenenlerine ne oldu, azıcık daha ömürleri olsaydı, yalancıktan da olsa, rütbeleri bile geri alınacaktı… Neyse, uzun lafın kısası, orantısız aklın karşısında orantısız gücün ömrü uzun olamıyor…

 

Pazar, Nisan 25, 2021

SALKIM SALKIM ASILACAK ADAMLAR

 

6-7 Eylül 1955 tarihinde, bu coğrafyada ne yazık ki hiç eksik olmayan acı günlerden ikisi daha yaşanıyor. Emperyalizmin adeta oyuncağı haline gelmiş coğrafyada bu kez de Kıbrıs’ta Yunanistan ve Türkiye karşı karşıya getirilir. Mezkûr kara günlerde; ellerinde kazma, balta ve sopalarla İstanbul sokaklarına dökülen bindirilmiş kıtalar gayrimüslimlere ait ev ve işyerlerini yakıp yıkmış, tecavüz ve gasp ve de darp olayları yaşanmıştı. Dönemin muktedirleri hemen ve hiç durmadan, bilmiyormuş numarasına yatarak, günün modasına da mütenasip olayı tertip edenlerin komünistler olduğunu ve en kısa sürede ele geçirileceklerini, açıklarlar. Olaylar en ince detayına kadar planlanmıştır. Hatta o kadar ki çok önceden hazırlanmış olmasından ötürü tutuklama listelerinde bile aşağıda örneklerine değinilecek abukluklar da yaşanır, önceden ölmüş lakin mimli kişilerde listededir, kimin umruna, ne gam ne tasa, maksat plan yürütülsün. Özel harbin gedikli paşalarından Sabri Yirmibeşoğlu’nun deyimi ile “6-7 Eylül de bir Özel Harp işidir ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amacına da ulaştı. Sorarım size? Bu muhteşem bir örgütlenme değil miydi?” … Fazla söze gerek var mı? Zinhar… Neyse konumuz bu değil, biz konumuza devam edelim. Aziz Nesin’in 6-7 Eylül olaylarının hemen öncesi ve sonrasında yaşadıklarını anlattığı “Salkım salkım asılacak adamlar” kitabını okuyoruz. Aziz Nesin 6-7 Eylül olaylarının hemen ertesinde gözaltına alınır, idamla yargılanacağı söylentileri arasında tutuklanır, arkasından tertibin boşa çıkarılması üzerine serbest bırakılır, Aziz Nesin’le birlikte başta Kemal Tahir olmak üzere dönemin takip edilen mimlileri, suçlanmak için fırsat kollananlarından geniş bir tutuklama gerçekleşir. Yaşananlar ibretlik cinsinden olup, beğenildiği için devamı çekilen filmler benzeri devamı sürekli sahnelenmiştir canım Yurdumda… Kitap ibret vesikası niteliğindedir bana göre ve “ağlar mısın yoksa güler misin” faslından okunması elzem kitaplardandır. Muhtemelen yayınlandığı dönemde de şimdi de anlatılanları mesnetsiz bulabilecek insanlar çıkabilir lakin anlatılanların bırakın hepsini yarısı hatta çeyreği bile doğru ise, tüyleri diken diken edecek türdendir ve de vay gelmiş canım yurdumun başına.

Elim olaylar yaşanır, sıra plan gereği tutuklamalara gelmiştir. Dönem itibari ile Aziz Nesin’in olmayacağı bir komünist tevkifatı olabilir mi, olamaz şüphesiz… Lakin yukarıda da değindiğim şekilde plana uymayan bazı detaylar da yaşanır, belli ki görev alan yerel güçlerin bir kısmı anladığını uygular ya da bulduğunu tutuklar. Mesela, doğal olarak listede Esat Adil Müstecabi adında mimli bir avukat vardır lakin ofisine gelen siyasi polisler kendisini bulamazlar çünkü bir dava dolayısı ile bir süredir Anadolu’da bir kasabadadır. Mezkûr zat yoktur, peki ne olacak, liste nasıl tamamlanacak, derhal ortak Faik Muzaffer Amaç alınır. Hem ne fark eder, amaç listedeki komünist sayısını doldurmak değil mi, haaa Esat Adil haaa Faik Muzaffer… Bu badireyi böylesine zekice atlatan zevat çözemeyeceği bir başka vaka daha yaşar lakin çözümün nasıl olduğu konusunda bilgi sahibi olmadığını yazar Aziz Nesin. “Tayyareci Celal” diye bilinen Celal Benneci adında bir mimli daha vardır listede, görev erbabı zevat derhal malum adrese intikal ederler ve kapıyı açan karısına “Celal Benneci’yi istiyoruz” derler… Böylesine mahir durum karşısında ziyadesiyle şaşıran kadın; “Celal mi? O öleli 1 yıl oldu” cevabını verir… İşte burada bir kez daha olaylar karşısında derin ve ciddi araştırma ve soruşturma mevzularının nasıl geliştiğini anlıyoruz ve alkışlıyoruz. Evet, olur böyle şeyler diyelim, hani solcu iseniz, böylesine suçun kişiselliğinden dem vurularak yırtmanız kolay olmaz ve de olmamalı…

Aziz Nesin’e bir bilgi notu gelir; “6-7 Eylül olayının suçlusu olarak Sultanahmet alanında salkım salkım solcu asılacak” diye dönemin sıkıyönetim komutanı Nurettin Aknoz kaynaklı… Aziz Nesin duyum sonrasını şöyle naklediyor. “İnanılacak şey değil ve ben inanmadım. Biraz alay ettim. Güldüm geçtim. Deli mi bu herifler. Durup dururken insan asılır mı hiç! Hani adli hata denilen şey olmaz değil, olur; olur ama bu adli hata hem de salkım salkım insanları asmaya dek varmaz ki…” Evet Aziz Bey dalgasını geçiyor lakin onun zannettiği gibi değildir vaziyet… Ziyadesiyle vahim ve ciddidir vaziyet…

Aradan 5 çileli ve sıkıntılı DP yılı daha geçer, yolun sonuna gerçekleşen askeri darbe neticesinde gelinir. Şimdi de o dönemin mezkûr ve meşhur zevatı yargıç karşısına oturtulur. Aziz Nesin şöyle anlatıyor o dönemi; “Hükümet, milletvekilleri, birtakım generaller Yassıada’da yargılanıyorlar. Ben de gazeteci olarak duruşmaları izliyorum. O günkü duruşmada 6-7 Eylül olaylarından yargılanıyorlar ve tanık olarak bir yargıç albay dinleniyor. Kendim duymasam inanmam. Yargıç albayın sözleri şöyle: Sıkıyönetim Komutanı Orgeneral Nurettin Aknoz’un emri şuydu: Solcular 6-7 Eylül suçlusu olarak salkım salkım asılacak.” Evet, Aziz Nesin ne kadar ti’ye alırsa alsın, gelişmeler çok vahimdir ve irtibat, illiyet ve iltisak sahibi zevatın alınan ifadelerinden, hem de mahkemelerdeki hür beyanlarından, yani işkence ve cebir altında olmayan cinsinden, bunlar çok ciddi imişler…

Yine Aziz Nesin’in kaleminden devam edelim. “Demek, gerçek niyetleri bizi asmaktı. Belki altmışımız birden olmasa da içimizden seçecekleri on-onbeş kişiyi elbette başta en tanınmışları asacaklardı. (Bakın hala iyi niyetle içimizden on-onbeşimizi diyorum.) Suçu solcuların üzerine atacaklar, kendileri suçtan kurtulacaktı. Böyle bişey olsaydı, yani asılsaydık, insanlar bizim suçsuzluğumuza inanırlar mıydı? Hayır, inanmazlardı. Çünkü inanılmaz ve çünkü hiçbir mantık, hiçbir akıl, hiçbir vicdan, hiçbir sağduyu, hiç mi hiç suçu olmayan insanların asılmış olmasını kabul edemez. “Herhalde bir suçları vardı ki asıldılar…” diyeceklerdi. Olsa olsa cezanın ağırlığı üzerine tartışılırdı.: “Canım efendim, ne vardı idam edilecek, yazık oldu. Müebbet hapis verselerdi olup biterdi.”

Evet, kitap tam bir Aziz Nesin, kıssa ve hisse dairesinde… Hele o koca koca komutanların gücü kaybedip mahkemelerde süklüm püklüm haller içinde, yok ben demedim, yok ben yapmadım, yok benim emrimi yanlış anlamışlar, yok ben hatırlamıyorum, yok ben sünnet düğünündeydim, yok ben duymadım, acziyetleri ibretliktir… Peki, kıssanın hissesi kılavuz oluyor mu, zinhar…


Pazar, Nisan 18, 2021

BİTMEYEN YANILGI

 “Ben hepinizde yanıldım, doğru da ama aynı zamanda hepiniz bende yanıldınız, naber” dese haksız mı olur, vallahi çok haklı... Adam, gazeteye yazar seçerken, partiye başkan seçerken, dergiye genel yayın yönetmeni seçerken, teşkilata adam seçerken, kitap yazacak yazar seçerken yanılmış çok mu, ama bizler yani bir dönem sayıları 200.000’e ulaştı diye öğünülen kitle bir adam seçememişiz… Böylesine fahiş bir hata yapanların neleri eksiktir diye düşünürken binlerce hatamızı, zaafımızı, korkumuzu ve dalaletimizi görmüş olmanın yorgunluğunu hissetmiyor olmamız da ilaveten ve de ayrıca bir başka şayan-ı hakikattir. Gel de atalarımızı bu manada muhteşemlikle yad etme, “adam mı seçiyorsun, dalga mı geçiyorsun” darbımeseli boşuna sarf edilmemiştir herhalde… Esasen konumuzla da ilgili olmak babından; “tak atıp şak geçiyorsun ya da adam besliyorsun” diye söyleyeceğimiz bu noktada, gel de meşhur Takşak Paşayı hatırlama… Hay Allah, bak ne hatırladım, tüm siyasi ikbalini etrafındakilerin “saksılarını çalıştırmaması” üzerine kuran, geliştiren bir ulu büyüğümüz vardı, o bile inanılmaz nemalanmaya rağmen en sonunda, yaşanan dumuruyete dayanamayıp “korkmayın kullanın şu beyninizi” demek zorunda kalmıştı… Meğerse, bu bana da “cuk” diye mütenasip bir kelammış… Karşılıklı bu kadar fahiş yanılgılar yaşamışların, sonra kalkıp kandırılmışları eleştirmeleri var ya, yanarım da buna yanarım… Neyse…

En fahiş yanılgı ise “herkesin bir yolu var” diye kulağa çok hoş gelen popüler ama hiç de realist olmayan bir yol verme fetvası için, ben yanılgı demeyi uygun görüyor olsam da, ciddi manada, çok sayıda arkadaşım da yanlış hatta “tercihli yanlış” demeye başladılar. Herkesin bir yolu var fetvası neden verilir diye, tüm yaşanmış sürecin sonunda gelinen noktaya bakınca, niyet anlaşılıyor… Yoldan çıkmaya celpname hulus-i niyetine sarf edilmiş ve gerçek manada bir daveti kelam… Peki, davet erbabı şahsi olarak yoldan çıkmış ise, bu takdirdir denilerek geçilebilecek kadar da yalın ve basit midir? zinhar erbabı-ı kelam avenesine de yoldan çıkışta kendisinin takibini öneriyor hatta ısrarlı davetçidir de… Ne diyelim… Dumanlı havayı sevme durumu galiba… Galiba bu sav fazlaca iddialı ama “söyleyene değil söyletene bak” diye bir sözü de hatırlatmak isterim yeri gelmişken…

Diğer taraftan; kendini çok önemsersen ve hemen yamacını “sen ne imişsin be abi” diyenlerle tahkim edersen, sürekli zatıalilerinizden fetva bekleyen muhterem zevat ile istişarede kalırsan, zatıalilerinizi hedef alan tüm bu minnet ve şükran dolu söz ve davranışlar kaçınılmaz olarak hikmetinizden sual olunmaz halet-i ruhiyesine gark olacağınız bir duruma getirir sizi… Galiba da gark oldunuz, garkaniyetiniz hayırlı uğurlu olsun… Muhterem kendi hatalarını duraksamadan arttırma ve üstüne üstlük dolaylı ya da dolaysız efelenme cesareti gösterme yerine eline büyüteç alıp ben ne izler bıraktım dese herkesin hıyrına bir durum oluşacaktır lakin hala ve vazgeçmeden etrafında olan bitenden hata, eksik ve kusur yakalayabilir miyim yaklaşımı ile huzur bulmaya devam ediyor. Bitmeyen yolculuk deyip dur, sonra ne yol koy, ne araç, ne de amaç… Lakin günün moda futbol deyimine uygun ters köşe… Doğru mu, o da ne, ben ne düşünüyorsam o doğru, yolun sonu bu… Allah muhafaza, bitmeyen yolunuz, bitmeyen gafa hatta bitmeyen yanılgıya dönüşür ve maalesef galiba da dönüştü…

Bu kadar kelamdan sonra Mihail Saltıkov’dan bir alıntı ile sona doğru gelelim bu haftaki yazımızda; “Ahmaklar genel olarak çok tehlikelidir, muhakkak kötü olduklarından değil (bir ahmak için kötülük ve iyilik tamamen farksız niteliklerdir); şundan ki, bunlar her türlü tefekküre yabancıdırlar ve daima, sanki düştükleri yol münhasıran bir tek onlara aitmiş gibi, burunlarının dikine giderler. Uzaktan bakıldığında bunlar, kesin olarak belirlenmiş hedeflere bilinçli olarak yönelmiş, katı, ama aynı zamanda hedeflerine sebatla bağlı insanlar gibi görünebilirler. Ne var ki bu, ilgilenmemizi gerektirmeyen türden optik bir yanılgıdır. Bunlar düpedüz, at gözlüklü yaratıklardır; zira bunlar, olguların nasıl bir düzende ilişki içinde olduğunu kavrayabilecek durumda değildirler.” Denilecektir ki bu yazının tam da ortasına neden bu değerlendirmeyi aldın, vallahi hiçbir kötü ya da iyi niyetim yok bu babta… Sadece kelamı çok sevdim… Bağlı olarak da, Firavun’a sormuşlar “sen nasıl firavun oldun” diye; “kimse itiraz etmedi ki” demiş…

Ömür biter yol bitmez diye bir kelam süslerdi eski minibüslerin içini benim bildiğim ve bu isimli bir de müzik parçası vardı, 3 HÜREL kardeşler tarafından söylenen… Bu parça ilk söylendiği günlerde çok anlamlı olmamakla birlikte 1980 sonrası insana sürekli ve oldukça etkili “off off” dedirten cinsten…

Ömür biter yol bitmez

Yolların yolcusu bitmez

Uzun uzun, kıvrım kıvrım

Şu yollarda çile bitmez

 

Yolcusu var yarine giden

Yolcusu var yurduna giden

Yolcusu var gurbete giden

Yolcusu var hiç dönmeyen

Hiç dönmeyen of, of...

 

Ömür biter yol bitmez

Yolların yolcusu bitmez

Uzun uzun, garip garip

Şu yollarda çile bitmez

 

Garip yollar akar gider

Yolcu gelir geçer gider

Kimi yoldan geçim bulur

Kimine de mezar olur

Mezar olur of, of...

Farkındayım “ortaya büyükçe bir karışık” salata yaptım ama herkesin de faydalanması için kaçınılmaz yol bu… Kimi havuç, kimi salatalık, kimi biber, kimi domates, kimi marul, kimi roka sever, vs. vs…

 

Pazar, Nisan 11, 2021

ULAŞIMIN SOSYAL POLİTİĞİ ve PRATİĞİ

Sovyetler Birliği bakiye Cumhuriyetlerine erken seyahatlerin birinde taksi kullanımı konusunda bizdeki hatta tüm batıdaki yerleşik düzen dışında bir modelin olduğunu hayretler içinde görmüş idim. Şehir içinde nereye gidecekseniz, hem de günün hangi saatinde olursa olsun ve de hiç korkmadan çekinmeden, gidiş yönünde yola yaklaşıp, kolunuzu gövdenizden yaklaşık 90 derece kaldırıp gelen otomobile ulaşım ihtiyacı duyduğunuzu hissettiriyorsunuz, belirtiyorsunuz, hani dünyada yaygın biliniş hali ile “Otostop” (hitchhike) talebi benzeri bir hareket yapıyorsunuz, sürücü genellikle duruyor, siz de gideceğiniz yeri söylüyorsunuz, o tarafa gidiyorsa eğer, hemen biniyorsunuz gitmiyorsa da o devam ediyor siz de arayışa devam ediyorsunuz… Ve yine şaşırtıcı bir durum, inanılmaz düşük hatta temsili mahiyette bir ücret ödüyorsunuz, şu kadarını söyleyeyim nerdeyse toplu taşıma ücretine ki o da dönem itibari ile bedavaya yakın idi… Gerçi o ülkelerde zaman zaman bulunduğum yaklaşık 30 yıllık süre içerisinde bu model devam etmekle birlikte yeni tercihleri kapitalizme mütenasip bozulma ya da para kazanma amaç ve aracı olmaya evrilmesine de tanıklık etmiş bulunmaktayım. Halen sürmekte olan bu uygulama artık yeni taksicilik oluşumu “uber” tarafından tehdit altındadır. İnanılmaz değil mi, kadın erkek hiç fark etmez gündüz gece o da fark etmez, yalnız ya da birkaç kişi o da fark etmez, ne siz korkuyorsunuz o otomobile biniyor olmaktan ne de sürücü sizi otomobiline almaktan korkuyor, üstüne üstlük taksi düzeyine toplu taşıma bedeline hizmet… Korku var mı, yok, temelde de korku ve kapitalizm iç içe 2 deyimdir esasen de... Bu korku ve kapitalizm ya da kapitalizmin korkusu ya da korku kapitalizmi ya da kapitalizmde korku başlıklı lakin temelde seyahat ile ilgili boyutunda bir yazı kaleme alma planım bulunmaktadır. Özellikle kapitalizmin havaalanları ve hava taşımacılığı üstüne yarattığı korku temelli olacak bu yazı, yıllarca farklı farklı ülkelerin havaalanlarında bulunarak, seyahatlerde havayollarını kullanarak edindiğim ve yaratılan korku temelli tecrübelerimi aktarmaya çalışacağım. Bu temelde korkuya alışmak ve korkuya alıştırılmak ve bunun üstünden de siyasi ve ekonomik nemalanmak konusunda edeceğiniz tefekkürün sonu kaçınılmaz olarak mutsuzluğunuza dem katıyor. Korku, korkmak, korku salmak ve korkutmak fiilleri ve hissiyatı oluşmuş ise bir anda toplumun ve bireyin güvenliği konusu kimin görevi diye sormak bile akıl edilemiyor, vallahi… Esasen de bu kabil bir soruya da hiçbir hacet yoktur… Vazife sahipleri bellidir…

Avrupa’da, sosyalistlerin özellikle 60’lı yıllarda başlattıkları ve sosyalliğinden ve siyasallığından ciddi manada irtifa yitirmesine rağmen halen devam eden ve son dönemde “blablacar” adını alan bir uygulama vardır lakin bu uygulama genellikle şehirler arası ulaşıma yöneliktir. İlk yıllardaki uygulamaları bugün artık masalsı boyutta kalmıştır. Yani tam teşekküllü “geçmişe mazi derler” durumu… Lakin mezkûr ülkeleri yönetenlerin çeşitli mali ve finansal aparatları çıkarılan kanun nizamname ve kararnameler ile teşvik, kredi ve özel uygulamalar ile “geçmişe mazi derler” durumunu geliştirip bu alternatif sistemi çalışmaz ya da maksada matuf çalışamaz hale getirmişlerdir. Gerçi bu sistem ile SSCB bakiyesi ülkelerde gördüğüm sistemin özde aynı olmakla birlikte uygulama alanlarının farklı olduğu aşikâr olup biri ağırlıklı şehirler arası diğeri ise şehir içi uygulamaları kapsamaktadır.  

Şahsi görüşüm bu ve buna benzer sistemler desteklenmeli ve esasen de bu desteğe dünyamızın dehşet derecede ihtiyacıda var, egzost gaz salınımları, trafik seyrüsefer yoğunluğu, altyapı genişleme ihtiyaçları, akaryakıt ekonomisi, gürültü kirliliği, otopark ihtiyacı, trafik yoğunluğundan mütevellit sağlık sorunları gibi temel sıkıntılarımıza pansuman olacağı aşikardır. Lakin gelinen nokta itibariyle hayat, trafik kazaları, can ve mal emniyeti, her türlü hırsızlık ve soygun, sigorta bazlı düzenler başta olmak üzere içinde bulunulan nizamın sıkışmışlığına koşut olumsuz dayatmalar karşısında, çözümsüz gibi görünmektedir. Ancak ağırlıklı seyredilen Amerikan filmlerinin temel subliminal mesajı mütemadiyen, geniş ve konforlu bir arabada yalnız seyahat sahneleri beklentimizi tekzip etmekte ve karşı görüşe yardım ve yataklık edip yatkınlık temin etmektedir.  

Halen, kapitalizmin babası ABD ve AB’de yaygın olarak kullanılan bu sistem, can ve mal güvenliği, vergi mevzuatı gibi istenilse hemen sistemi yok etmeye kullanılabilecek makul gerekçeleri olmasına rağmen hayatiyetini korumaktadır. İletişim çağının baş döndürücü uygulamalarına koşut olarak da ulaşımın bu manada sosyalleşmesi bir tarafı ile yeni yeni çeşitlemelere diğer tarafı ile de daha farklı boyutlara erişmektedir. “Yolculuk paylaşımı” adı verilen bu model ile yola çıkılmış iken, “araç Havuzu” gibi aynı işe, aynı okula gidenlerin bir düzen içinde bir aracı ya da birden fazla aracı farklı günlerde sıra ile lakin topluca kullandıkları yeni bir modele evrilmiş, oradan araçların kısa süreli yol ve park alanlarının verimli kullanılmasına matuf “araç paylaşımı”, oradan, toplu ulaşımların, her türlü vasıta ve bisiklet paylaşımları ile tek tek ya da kombine kullanımlarından oluşan tek bir ödeme modeli üzerinden uçtan uca seyahati esas tutan modellere evrilerek, nihayetinde de “park et devam et”, “indir devam et” ve de gelişen iletişimin ruhuna ve seviyesine uygun gelişmiş taksicilik modellerine ulaşılmıştır. Muhtemelen sonraki aşama ise kuantum fiziğinin gelişimine bağlı olarak ışınlama yöntemleri ile insanların bir yerden başka bir yere transferini minicik süreler içinde temin etmek olacak gibi durmaktadır. Daha da sonrasına bizim aklımız yetmez deyip, iktifa edelim.

Biz ise taksicilerin çok da haklı olmadıkları halde siyasi illiyet ve iltisaklarına müstenit kudret ile “uber” uygulamasına bile tahammüllerinin olmamasını ibretle izledik kısa süre önce… Bir garip paradoks işte, siyaseten liberal, serbest ve de hür piyasayı savunur gibi yapar kendi durumuna da gelince yasakçı, tekelci hatta tekçi zihniyetin modern feylesofları kesiliverirler. Diğer taraftan da taksicilerin siyasi imparatorluğu plaka tahdidi ile devam ediyor, her önüne gelen mesela inşaat yapabiliyor, her önüne gelen bakkal dükkânı açabiliyor ama taksicilik zinhar… Neden… Mühendis, hukukçu, doktor yetiştirmekte plansız davranır iken taksicilikte sıkı bir plancıyız… Ne gam, ne keder… Böyle gelmiş böyle gider… Kel başa şimşir tarak…


Cumartesi, Nisan 03, 2021

ÜNİVERSİTE, ŞANLI ODTÜ ve HASAN TAN

 

Etimolojisi üstüne tutulan kayıtlara göre; Latince bir mevzuu esasında içtima eden ahali ya da müessese ve teşekküllerden mürekkep manasında “Universitas” sözcüğünden mülhem modern zamanlara ise “universitas magistrorum et scholarium” kapsamına terfiyen “öğrenciler ve öğretmenler topluluğunun” bilim ve araştırma yapması manasına kullanılagelmiş olup nihayet finalde de “city” ulanması ile de “kent” düzeyine sıçramıştır. Neymiş, bilim ve araştırma temelli birlikteliklerin oluşturduğu kent imiş. Bilindiği üzere Osmanlı’da da “Dar ül Fünun” ile karşılanmış ihtiyaç ve “fenler yeri” ya da “Hünerler, sanatlar, ilimler, fenler” manasında… Görüldüğü üzere hiçbir dönemde üfürükoloji ilgi ve uğraşı alanına girmemiş. Peki, bu kadar tariften sonra Canım Yurdumun mezkûr iştigal ve münderecata münasip “Üniversitesi” hangisidir diye soracak olursak kendi kendimize, hangisi birinci olur bilemem lakin ODTÜ ilk birkaç sırada yer alacaktır, onu biliyorum. ODTÜ 1980’e kadar, belki de biraz daha sonraya kadar sadece parlak öğrencilerin girebildiği bir üniversite olarak bizim de hayallerimizi süslemiştir. Bende hedefime ODTÜ’yü koymuş idim lakin aynı zamanda kapasite ve var olan bilgiyi cevaba çevirme kabiliyetinde, girenler kadar başarılı olamamış, geride kalmış ve birinci halkadaki üniversiteler yerine 2. halkadaki bir üniversiteye girme şansı yakalamış idim. ODTÜ bizim öğrencilik hayatı adına bildiklerimize ve öğrendiklerimize göre akademik kadronun niteliği ve gücü ve bu gücün öğrencilere öğrenim ve eğitim olarak yansımasının yanında harika bir kampüs ve hedef müthiş bir universe ruhu yaratmak yani kolayca anlaşılacağı üzere ODTÜ bir örnek, bir bayrak olarak bilimsel ve akademik özerkliğin doğası gereği muhalif olma iklimi de yaratmış bir güzel ve gıpta olunası camiadır. Hele bir de üniversitelerin asli unsurlarının birlikte karar ve yönetim süreci oluşturma başarısının zirvesi olarak ÖTK (Öğrenci Temsilciliği Konseyi), bu konu tek başına araştırılası bir olgudur, bilim adına demokrasi adına. Siz bakmayın oraya sadece öğrencilik dışı amaçlarla girebilmişlerin yaptığı karalamaya ve attığı çamura, orası “tam teşekküllü bir üniversite” idi, maalesef orayı ellerine geçirdikleri silah ve politik güç marifetiyle bir takım tarikatların hükümranlığı ve hükümdarlığı ve tetikçileri üzerinden 70’li yılların ortalarından itibaren adım adım yok etmeye çalışmalarına rağmen hala direniyor üniversite gibi kalabilmeye adeta didiniyor hala… Evet; 13 Şubat 1977’de ODTÜ Rektörlüğüne atanan misyon ekibi üyesi Hasan Tan, tarafsız çevrelerde ciddi manada tartışma yaratmış ve üniversite içinde ise hem akademik kadro hem de diğer asli unsur öğrenciler tarafından istifasına kadar kesintisiz ve katıksız reddedilmiş idi. Bir yerde okumuş, çok hoşuma gitmiş idi dönem itibari ile rektör olarak atanmasına büyük, topyekün ve etkili itirazın sloganı haline gelmiş; “Hasan Tan Defol” adeta kendisini ilelebet tanımlayacak bir mahlasa da kavuşmuş gibi idi. Uluslararası kabul görülmeyen profesörlük sıfatının bayağı da şık durduğu ilk örneğidir canım yurdumun mezkur muhteremi, neden bu unvanı kabul görmemiş idi şimdilerde cidden hatırlayamıyorum, belki makalelerin intihalinin mahir bir öncülü idi, belki de makalesi bile yoktu, belki de… , belki de… Canım Yurdumun çivilerinin sökülmesine ilk kerpeten vurucularının birlikteliği Aydınlar Ocağı yönetim kurulu üyesi de olan mezkur muhterem sadece istenmeyen rektör olarak kalsa idi emin olun tercih edenler ile bu tercihe katlananlar arasında kanun, usul ve mesleki etik tenakuzu deyip geçmek mümkün olabilirdi lakin muhterem tam bir misyon elemanı olarak öğretim üyelerinin kanundan doğan çalışma güvencesi ve rejimi üstüne kanun delmek başta olmak üzere bugünlerde çalışanların başının büyük ve temel belası olan sözleşmeli çalışma statüsünün ihdasını da gerçekleştirmiş biri olarak tarihteki yerini almıştır.  Bakmayın tarihteki yerini almıştır kelamının böyle altı çizilesi yazıldığına onu şimdi sadece akraba ve yakınları anımsamaktadırlar, şüphesiz tarih arşiv ve çöplük başta olmak üzere çok çeşitli departmalara sahiptir ve mezkûr muhteremde layık olduğu departmana kayıt düşülmüştür. Tıpkı ardılları ve öncüllerinin başına geldiği ve geleceği üzere…

29 Aralık 2012 tarihli Cumhuriyet gazetesinde Emre Kongar Hocanın anlattığı bir anı var, hani tam da konunun bir rektör atanması olmadığının her türlü karinesi vardır… “Yetmişli yılların sonunda iktidarda bulunan Milliyetçi Cephe Hükümeti kendi paralelinde bir mütevelli heyet atamıştı ODTÜ’ye. Onlar da Hasan Tan’ı rektör atamışlardı. Hasan Tan’ın atanması yasal olmasına yasaldı ama ODTÜ’nün Tan’ı rektör olarak benimsemesi olanaksızdı.

Tarihi bir olay yaşandı, tüm rektör yardımcıları, dekanlar ve bölüm başkanları istifa etiler. Üniversite Konseyi, Cahit Arf, ben, Rona Aybay ve Mustafa Doruk’tan oluşan bir “icra komitesi” oluşturdu. Komite, öğretim üyelerinin akademik yöneticilik görevini kabul etmeyerek rektörün yalnız bırakılmasını önerdi.

Bu öneriye birkaç istisna dışında uyuldu ve 9 ay boyunca görev kabul etmedi öğretim üyeleri. Dokuz ay sonunda Tan gitmek zorunda kaldı.

Sağcı basın bizim komiteyi “ihtilal komitesi” olarak niteledi ve hücuma geçti. Biz de basın toplantıları yaparak ve teker teker tüm parti liderlerini ziyaret ederek üniversitedeki direnişin siyasi olmadığını, tam tersine sokulmak istenen siyasete karşı bir hareket olduğunu vurguladık.

O sırada Genelkurmay Başkanı Semih Sancar’dan bir haber geldi. Direnişin nedenlerini o da bizden dinlemek istiyordu. Gittik. Grubun sözcüsü bendim.

Olanları özetledim. Sunuşumun sonunda Semih Paşa, “Benim aklımı kurcalayan bir nokta var. Benim de üniversitem var, Harp Okulu. Orada çıt çıkmıyor, ODTÜ’de ise sık sık sorunlar oluyor. Bunun nedenini bana anlatabilir misiniz?” dedi.

Bu soruya nasıl yanıt vereyim diye düşünürken, Cahit Arf Hoca, “Emre, paşamın bu sorusuna ben cevap vereyim” demez mi? Üzerimden büyük yük kalktı.

Cahit Hoca’nın cevabı harika bir üniversite tanımıydı. Önce soru sordu: “Paşam siz Harp Okulu’nda öğrencilere ne öğreteceğinizi biliyor musunuz?”

Olumlu cevap aldıktan sonra devam etti: “Paşam işte sorunuzun cevabı burada. Biz ne öğreteceğimizi tam bilmiyoruz. Üniversite, gerçeğin araştırıldığı yerdir. Gerçek araştırılırken çeşitli fikirler ortaya atılır ve bunlar da tartışmayı zorunlu kılar.”

Prof. Cahit Arf, dünya çapında bir matematikçimizdir, resmi, on liralık kâğıt paralarımızı süslemektedir…

Hasan Tan’ın kim olduğunu bilen var mı? 

Görüldüğü ya da görüleceği üzere Üniversiteye rektör atama meselesi sadece ve sadece bir tayin değil topyekün bir zaptırapt meselesi gibi durmaktadır. Genelkurmay Başkanı alakalı, Amerikan misyon heyeti alakalı, siyasi partiler alakalı, dini makam ve kurumlar alakalı, tarikatlar alakalı ve dahası tüm bu tali konumdaki zevat alaka kurmayı kendine hak görürken, asli unsur olan akademik kadro ile öğrencilerin bu işe müdahil olmalarına karşı… Kargalar bile gülüyor gayri, bu olayda da olduğu üzere…