Cumartesi, Mayıs 02, 2020

DAYIM – YAŞAR KARAGÖZ - 1



Evin tek oğlu, bu yüzden ziyadesi ile “yüzbulmuş”, biraz da mübadillerde olduğunu her daim gözlemlediğim erkek çocuğu kollama ve kayırma geleneği tezahürü bir şımarmışlık vardı üzerinde. Mübadillerde, en azından bizimkilerde, annem ve tüm teyzelerimde de hayatlarının sonuna kadar gözlemlenebilecek bir davranış olarak erkek çocuk kutsaması varittir. Ağa çocuğu, Ömer Ağa’nın torunu Ahmet’in oğlu Yaşar, dayım Yaşar Karagöz, Dedenin mülkiyetine yönelik birkaç bin küçükbaş hayvan tevatürü, sayısı üstüne çeşitli “binler” ve katları zikrediliyor, dilin kemiği yok şüphesiz. Hay Allah, “adı yok yaylasında, beş bin koyunum var benim” türküsü geliyor da aklıma, gülüyorum. Türkiye tarım ve hayvancılık serüvenin adeta bir numunesi gibi, ne kendisi ve ne de ondan sonrakiler bu kapasitede tarım ve hayvancılık yapmadılar, her geçen gün azalarak, sonunda da bitiyor. O her daim benim için tek “dayı” ve ben de onun için, kendi deyimi ile “hemşiresinin” oğlu diyeceği yerde sürekli uyarmama rağmen bir türlü düzeltmediği biçimi ile “hemşerisinin” oğlu idim ve bazı takdimlerinde istediği etkiyi yaratmadığını görmesine rağmen düzeltmeye de hiç çabalamadı diyebilirim.

Kış aylarında, siyah pardösü, her daim güzel ütülenmiş kahverengi pantolonu, siyah ve burnu hafif sivri ayakkabısı, göğüs cebi mutlaka olan bir gömlek, yaz aylarında ise değişmez tip gömleği, pantolonu ve ayakkabısı, baharda ise giyimi tamamlayan bazen kahverengi bazen de grili alacalı bir ceket, bunların sadece eskileri gider yenileri gelirdi ama renkler baki kalırdı. Demek ki bu renkler taviz vermek istemediği tercihi imiş. Pantolonun ütü izi müthiş idi ya da ben öyle hatırlıyorum, ama pantolonun asgari 5 kg’lik kömür ütüsü karşısında yapacağı başka bir şey yoktu. O devir, en azından bizlerde, kömür ütüsünden başka seçenek yoktu ki. Yıllar sonra Hindistan’da çalıştığım dönemde hatta en asri semtlerde bile sokak aralarında, çadır düzeneği içindeki kuru temizlemecilerde de görmüştüm, halâ kömür ütüsünün kullanılışını da şaşırmıştım. Neyse diyeceğim, devir öyle, canım pantolonu hemen ütüleyeyim istiyor diye, fişi tak ütüyü kullan yok, fişli ütün olsa ne yazar, fişi takacağın priz yok… Ayakkabı konusunda ise, siyah tercihi dışında bir tercihi yoktu, varsa da ben şahit olamadım, ilaveten bir ömür boyu tek tip bir ayakkabı olup sadece eskiyince yenilenen ama muhtemelen her biri kunduracı el imalatı. Pantolon ve cekette en fazla tercih ettiği alacalı da olsa hâkim renk kahverengi nadiren de gri idi. Elbise, pantolon ve gömlekte dönemin en havalı kartviziti kabul edilen “tüccar terzi”yi temsil eden “Terzi Çetin” idi. Çetin ağbimizi de bu vesile ile saygıyla yad edelim. Nurlar içinde olsun. Sonraları benim de pantolonlarım burada dikildi ama artık daha sonradan her biri kendi terzihanelerini açmış, sırası ile çırak, usta ve kalfalık görevleri üstlenmiş Hasan ve Celal kardeşlerdi, kesimi ve dikimi gerçekleştirenler.
 
İlk evliliği uzun süremiyor, eşini kaybediyor, 2 oğlu oluyor, 2. Evliliği sonuna kadar sürüyor, kendisi vefat etse de, eşi, Yengem Aişe halen yaşıyor ve bu vesile ile de kendisine uzun ömürler dileyeyim. Nedense eşine karşı Nazım Hikmet şiirindeki tarifi katıksız uyguluyor, hani tariftekinin hilafına çaktırmadan bir yer veriyor mu, bilemiyorum ama veriyor idiyse de vallahi ben hissedemedim. Maalesef ve muhtemeldir ki, kız kardeşlerin pek münasip görmedikleri bir izdivaç gerçekleşmiş görüntüsü vermekten hiç kurtulamamıştır. Peki, karısını sever mi idi, evet tüm beğendiği diğer kadınlardan fazla severdi, çünkü her defasında istikamet Aişe’nin yanı idi, ben buna şahitlik edebilecek kadar anı biriktirdim kendisi ile ilgili. Bu kadar ile iktifa edelim…

Soyadına münasip davranışlar gösterir, gözü karadır “Karagöz”ün, şüphesiz organize güçlere mukabelede kullanılan göz karalığı değildir bu. Bu göz karalığının, bu mangal gibi yüreğin ardında kimsenin inanamayacağı kadar yumuşak ve duygusal bir insan bulunur ki buna defalarca şahitlik ettim. Anne ve kız kardeşlerine karşı yufka yüreği, sulu gözleri her ihtiyaç anında vazifelerini eksiksiz yaparlardı. Kardeşleri yalandan bile olsa, bir dertlerini, bir zor anlarını yeter ki aktarsınlar kendisine, behemehal aktarılan konuya göre, cesaret ihdası ya da sınırsız yardım arzı ya da birlikte hüzün, gam ve kederin kaleleri fethedilirdi. Evet, ağlamaksa ağlamak, o koca adamının ağladığı anlardaki duygu patlaması hala gözümün önündedir. Evet, bu koca yürekli adam aynı zamanda bir küçük çocuk bile olabiliyordu. Bu hallerinin tamamı hakikat olup hiçbir rol kırıntısına rastlamak kabil değildi.

Sadri Alışık ile karışık Ayhan Işık ince çizgi bıyıklı dayım; daha önce yazdığım üzere gömleğinde mutlaka göğüs cebi olurdu ve bu cep sürekli bir vaziyette dopdoludur, biriktirdiği ve kendince önemli saydığı muhteremlerin kartvizitleri hep orada desteleniyordu. Bu muhteremler ihtiyaç halinde yaraya merhem olurlar mı idi, hiç zannetmiyorum, bu yönde aksi bilgi de varit olmamıştır. Önemli saydığı kişilerin kartvizit sunumları çok şatafatlı olunca, herkesi kendi gibi belleyen ve sanki iş unvanı yazmada hukuki sınırlamalar varmışçasına bir yaklaşımla değerleme yapardı. Sevgili Dayıcığım, nereden bilecek kendisine kendi bulunduğu ortam nedeniyle denk gelenlerin abartı boyutlarını, nereden bilsin kendisini kim nasıl tanıtmak istiyorsa öyle kart bastırmış, nereden bilsin bu muhteremleri, essah belleyip dururdu. Bu cepte mutlaka bir de kalem olurdu, ama kurşun, ama tükenmez, ki son dönemlerde sadece tükenmez idi, neden kalem taşıdığı konusunda kimsenin cevap verebileceğini zannetmiyorum, kendisinin herhangi bir not aldığı ya da bir şeyler yazdığına dair bir şahadetim olmadı. Ancak son dönemlerde telefon yaygınlaşınca artık telefon numarası yazmak gibi bir usul geliştirmiş idi. Telefon görüşmelerini de müdavimi olduğu Çeşme’nin en eskilerinden sayılan Saffet Dinçalp’in çalıştırdığı Sahil Restorandan ihbarlı yazdırdığı telefonlardan gerçekleştirir idi. İlaveten Sahil Restoran denince, sahibi Saffet Bey ve Oğullarından Yener’i de saygıyla yad edelim, nurlar içinde olsunlar. Dayım müdavimdir dedim ya; gerçek müdavimdir, zannedersiniz ki orası yoklama yapılan yerdir ve o da yok yazılmaya hiç de hazır değildir. Genellikle masa ortakları, Fehmi Karababa, Uğur Öztin ve Mehmet Çınar (Çekirge) idi. Bu büyüklerimi de saygı ile yad edip nurlar içinde olmalarını temenni ederim.

Hafif abartı ve yer yer gerçek olmayan tevatürlere sarılmış olan bu abide adamı bir yazıya sığdıramadım. Haftaya devam… Bana 12 eylülün mapushanelerinde verdiği desteği, Çiftlik köyünün ilk minibüsü “karayılan”ı, sünnetimde hayatımın ilk saatini hediye edişini, hastahanede yatarken kolaylıkla bulunamayacak olan bir radyo getirip ajansları dinleyebileceğimi söylemesi, Ilıca’daki “Ankara Otel” sergüzeşti ve benzeri diğer anılarımı yazmaya devam… Hay Allah, sıkı bir antikomünist olan ve hayata yorum manasında, hemen hemen hiç de ortak bir yanımızın olmadığı bu adamla ilgili neler hatırlıyorum ve bir yazıya sığmıyor. Demek ki kendisi ile tıpkı o günlerde yaptığımız gibi rakı içip, tartışıp konuşmayı ne de özlemişim meğerse… Huzur içinde uyu kara gözlü “KARAGÖZ”.

Cumartesi, Nisan 25, 2020

BİR (1) KOY ÜÇ (3) AL


Irak savaşının açıktan taraf olunan 1. fazında “Yeni Osmanlıcılık” fikriyatının tezahürü babındandır, başlıkta verildiği biçimi ile formülize edilen, yeni dünyanın, yeni anlayışlı ülkesinin, yeni cihat anlayışı. Dönemin muktediri, Turgut Bey, canım yurdumun milliyetçi ve muhafazakâr damarını okkalayarak, ilaveten dönemin rüzgarını ve ruhunu da iyi yakalaması hasebiyle, o günün “ver mehteri” teraneleri ve terennümleri muvacehesinde, Kerkük’ü ve Musul’u canım Yurdumun topraklarına katmayı da, küçücük hayal dünyasından geçirdiğini ve bunu da bizlere alenen ve açıktan ve de korkmadan hatta arlanmadan, elindeki dolmakalemi tıpkı gözümüze sokarcasına sallayarak, izah etmişti. Asla tefekkür etmedi ve demedi, “yahu buralar bizim de taraf olduğumuz anlaşmalarla terk edilmiştir”, nerdeee, eeee Allah izan ve haya etmeyi herkese nasip etmemiş ki, ne yapalım… Oysa azıcık tefekkür etse, buralar bizim komşumuzun evinin bir odasıdır, biz nasıl komşumuzun evinin bir ya da iki odasına göz dikeriz, sonucuna varacak ama işte… Milletlerarası nizamın tesisi peşinde ve kendilerini emsali şimdiye dek görülmemiş bir gücün mümessili zannedenlerin siyasi ve iktisadi menfaatlerine çıpa atarak nemalanmanın hayhuyu dahilinde gaflet ve delalet ile göz ve akıl karalığı maalesef ki sonuç vermemektedir, en azından beynelmilel düzeyde. Lakin, Türkiye sağının bitmez tükenmez “Yeni Osmanlıcılık” ve “Yeni Halifecilik” hayallerinin sınır yoktur… Bugün artık yaşları ve illiyetleri gereği ortalıkta dolaşamayan ve “Kemalizmin” Yurtta sulh ve cihanda sulh ile ifade edilen hiçbir komşunun ya da ülkenin içişlerine karışmama yaklaşımını hedef tahtasına oturtarak, bağnaz, tutucu ve pasif olarak değerlendiren ebleh güruh öncülüğünde yeni liberalizm postu altında bir yanıyla başkanlık sisteminin yoluna seramik döşüyor, esasen de cihatçı çevrelere cesaret aşısı zerk ediyor diğer yanıyla da beynelmilel mahfillere selam çakıyor ve hanutlarını (bir tür komisyon) kapıyorlardı. İşte bu akıldışı hayaller ve hülyalar ile cümbür cemaat canım Yurdumu getirip 1994 krizinin duvarına dayadılar. Rüyanın ve hülyanın sınırı olmasa da iktisadın bir sınırı ve sıkleti vardı… Mezkûr dönemin, dünyalığını yedi sülalesini doyuracak düzeyde yapan ve nihayet-i vazifeşinas iş aleminin ikinci sınıf mümessillerinden şimdilerde faaliyetini yürüten var mı? Zinhar… Hepsi tarihin sayfalarındaki yerlerine kurulmuşlar, o gün işten ve dişten arttırdıkları ile bugün idame-i hayat eyliyorlar…  Peki, ne oldu “Musul ve Kerkük” hayallerine, geçmiş olsun, Türkiye sağının tüm hayallerinde gerçekleştiği üzere, “sukut-u hayal” … Bir Galatasaray, Milan maçından sonra bir İtalyan gazeteciye, “yendiniz ama çok kötü oynadınız” demesi üzerine, şişik egosu ve sönük dil bilgisi ile Fatih Bey (Terim) cevaben “Resultante importante” demişti ya, tam o realize oldu sanki…

Evet Turgut Bey ve o dönemdeki, yardakçı, yardımcı, avene ve erketelerine şimdi bunu hep beraber tekrarlamalıyız. Sen kimsin, hayatında hamamda 2 türkü çığırdın diye seni assolist yerine koyacaklarını mı zannetmiştin, demişlerdi de çok kızmıştı, şahsı şahsen… Siyasal İslamcıların, ılımlı İslamcıların şahı, piri, Adnan Bey olup, onu ayağa kaldıran ise, konjonktür ve dünya jandarması ABD ile Turgut Beydir ve bu uğurda en büyük avenesi de Kenan Beydir. Ama, Bir (1) koyup üç (3) alacağız andevüllüğünün bayraktarıdır Turgut Bey.

Şimdi bakıyorum da, hal-i pürmelal sırıtıyor; çıkar peşinde koşanları vareste tutarak, toplumun aklı başındakilerin liderliğine soyunmuş bir kısım ise koro halinde; “ne çıkarımız var da Irak’tayız” gibi abuk ve de subuk görüşün muvafıkları olmuş, yahu deki çıkarın var, işgale mi yelteneceksin hemen, de ki komşunun evinde ya da işinde gözün var (yani bu senin çıkarına) gücün ve imkanın da yerinde adam garip ve bedenen de cılız ve çelimsiz biri, hemen hücum mu çıkarmak gerek, hemen oraya çökmek mi gerek. Bu kafayı anlamak mümkün değil, adam gibi, devlet gibi verdiğin sözün, attığın imza ile bağıtladığın anlaşmaya sadık kal değil mi, nerde… “Çıkar” tılsımlı kelime tabii ki… Çıkar hırsı gözü bürümüş ise ne hak, ne hukuk, ne düzen, ne nizam ne de iltizam… Varsa yoksa çıkar. Oysa azıcık tefekkür etse, senin çıkarına olan bir şey muhatabının zararına, ama akıl çıkar hırsı dolmuşsa, gözü kan bürüyebiliyor demek ki…Evet, ne yazık ki, “çıkar” hırsı “ortak çıkar” fikriyatının önüne geçmiş… Yani “ne çıkarımız var” deyip politika yapanlar ve toplumun aklı başındakilere liderlik iddiasında bulunan zevatın behemehâl, biz hukuk gözeticisiyiz, çıkar üstünden komşu ya da hamle değerlendirmesi yapmayız. “Ne demek çıkar, ayıptır, günahtır” demeleri gerekmektedir. Peki, derler mi, nerdeeee… Bak iddia ediyorum, kazara direksiyona geçseler, var seyreyle durumu dedirtecekleri ayan beyan sırıtıyor. Nokta. Hatta üç nokta.    

Gelelim yeniden, “Yeni Osmanlıcılık” hayallerinin mümessili Turgut Beyin, cihatçı politikalarının, askeri, siyasi ve iktisadi sonuçlarına tekrar. Devr-i iktidarında, hayali ihracat patlamış, gecelik tebliğlerle (örnek terlik tebliği) ödenen devasa vergi iadeleri, ihracat teşvikleri ve nihayetinde abuk subuk inşaat ihaleleri ile “beytül mal”a su taşıyan tulumbada su kalmamış idi. Çıkarımız oradadır, gazı ve dolduruşu ile yelkenine iyi de bir rüzgâr alan muhterem ve aveneleri hiç beklemedikleri yerden ve biçimde bir tepki ile karşılaştılar. Devrin Genel Kurmay Başkanı, görevini biat et rahat et yerine, fikri hür vicdanı hür ve yasadan gelen yetkisini kullanarak esasen de hissi kablel vukusu yüksek şekilde bir yaklaşım göstererek ve anlaşılan o ki, savaşa girelim baskısına müthiş bir direniş göstererek ancak sonuçta da durumu kurtaramayacağını anlar ve tarih önünde mesuliyet yüklenmeme adına basar istifayı… Şüphesiz ben devrin Genel Kurmay Başkanı Necip Torumtay’ı askeri açıdan değerlendirebilecek biri değilim, ilaveten mezkur zata alkış çalacak biri de değilim, ayrıca yine mezkur zata takdir yazısı da yazabilecek kadar da tanımam kendisini… Ancak hilaf-ı akıl karşısında, bir hiç uğruna sürüklenilen sergüzeşte karşı abide gibi dikilişi ve vaziyet alışına da alkış tutmazsam kendimi huzurlu hissedemem açıkçası… Böylesi durumlarda şapka çıkarıp, selam durmak insanlığın gereğidir. Diğer taraftan askeri rol alınamayınca, hariçten ve havadan yapılan erkete görevlerin maliyetlerini ise bugün Irak’a bakan her göz, velev ki görme kabiliyeti ola, tüm çıplaklığı ile görmektedir.  

Savaş çocuk oyuncağı değildir, bilgisayar ortamlarındaki oyun hiç değildir, sonuçları çok acı ve kahredicidir. Çocuklarınızı yitirirsiniz, “Yemen Türküleri” yakmak yürekleri soğutmaz olur sonra. Sonra baş belaya, burun boka sarınca da, sarıl dur mazerete, hani mesela 1. Dünya Savaşına “Sergüzeşt Paşaların” abidiki-gubidiki ile girip sonunda makus kader tecelli ediyor ya, yeniliyorsun ya, gelsin mazeret aslında biz yenilmemiştik te, ittifak yaptığımız ülkeler yenildiği için biz de yenik sayıldık ta, bıdı bıdı. Tam da kargaların sırt üstü yatıp güleceği cinsten bir mazeret, ne demek yenik sayıldık, futbol maçı mı bu meret, savaş, sen yenilmedi isen savaşmaya devam et, elinden tutan mı var. Neyse ki Allahtan bir Atatürk ve ekibi çıkıyor da yenilginin belgesini yırtıp atıyor. Amannnn, sergüzeşt paşaların soktuğu savaşa da benzemez artık çağımızın savaşları, ilaveten ufukta da bir Mustafa Kemal geliyor gibi görünmüyor. Neyse ki artık Turgut Bey gibi sergüzeştler de yok, çok şükür…

Pazar, Nisan 19, 2020

TÜRKMENİSTAN'A BENZEMEK 10 YASAKLAR


Türkmenistan; esasında genellikle çok sert ve acımasız eleştirilere hedef olmuş bir ülke olmakla beraber, az da olsa karşılıksız seveni ya da her haliyle seveni vardır. Ancak sevenlerin durumu, Suudi Arabistan’ı görmeden çok sevenlerin gördükten sonra “asla yaşamayacağım bir ülke” diye tanımlamasından ibaret olsa gerek. Anlayacağınız “seni uzaktan sevmek aşkların en güzeli” şarkısının terennümatı mübarek. Ancak öyle ya da böyle Türkmenistan; kısıtlamalar, yasaklamalar konusunda mümbit bir coğrafya olup mütemadiyen TOP10 listelerindeki yerini alır, önceleri 1. Türkmenbaşı şimdilerde ise selefini asla ve kat’a aratmayacak 2. Türkmenbaşı ile. Son günlerde tüm Dünyayı kasıp kavuran “Covit 19” corona virüsünden mütevellit yepyeni bir yasak ile yeniden gündemde bir numara olmayı başarmıştır. Artık Türkmenbaşı kararı ile; “Türkmenistan sınırları dahilinde Corona virüs kelimesi kullanılmayacaktır ve kullananlar hakkında kanuni işlem yapılacaktır”. Bu kabil bir kararı, mezkûr coğrafyayı ve muktedirlerini bilmeyenler şaşkınlıkla karşılamış olabilirler lakin oraları iyi bildiğim için bana hiç şaşırtıcı gelmemiştir. Son derece makul anlaşılır ve kabul edilebilir bir irade beyanıdır bu… Malumdur; hani Firavun’a sormuşlar “nasıl firavun oldun” diye o da “hiç itiraz eden olmadı ki” diye cevaplamış ya… Hay Allah…

Daha önceki yazılarımı okuyanlar bilirler, “Türkistan Coğrafyasındaki” ülkeleri başta da Türkmenistan, Kazakistan ve Kırgızistan olmak üzere fikir beyan edebilecek kadar yeterince iyi bilirim. Bu seferde kısaca ama kısaca Türkmenistan’da yaşayarak öğrendiğim yasakları müşahhas örnekler üzerinden sıralamak istedim.

Daha 1. Türkmenbaşı dönemi; çalıştığım şirketin Türkmenistan Şubesini açtık ve inşaat faaliyetleri için imkanların ne olduğu ve bizim neleri ve nasıl yapacağımızı araştırmaya başladık. Şirketin kuruluşunun beyanı üzerine gelen kontrol ekibi, öncelikle benim pasaportumu aldı ve tespit yapmaya hazırlanıyordu ki. Muhterem bir bana bir pasaporta bakıyor, tam bir emme-basma tulumba misali, adeta bir sorun olduğunu tebarüz ettirircesine… Hemen anlaşıldı, pasaporttaki fotoğrafım sakallı idi ve ben sakalları kesmiştim, dert buydu… Ülkelerinde sakal bırakmanın yasak olduğu ya da hoş karşılanmadığı gibi bir şeylerin söylendiği için bende kestim gibisinden diyerek konuyu kapatmak istediysem de başaramadım, yaklaşık 1 saatlik tirat sonunda, kılık kıyafet konusu konuşulmayacak kadar özgür ve demokratik bir ülkede yaşıyormuşuz meğerse, inandım, gerçi 2 saat devam etseydi tam inanacaktım, ya… Evet, özgür ve demokratik bir ülkede ilk abuklukla karşılaşmış idim.

Sigara içmememe rağmen misafirler için bulunan küllüklerin bir sabah toplandığını görünce, hayırdır dedim, artık kapalı alanlarda sigara içilme yasağı geldiğini ve polis tarafından kontroller yapılabileceğini ve bu yüzden küllüklerin tedbiren kaldırılması gerektiğini söylediler. Esasen böylesi bir karara sevinmiştim, oysa o güne kadar sokakta ya da açık alanlarda sigara içilmesi yasak olup iç mekanlarda serbest idi, şimdi ise tam tersi… Bu kararla, sokakta serbest ama kapalı mekânda yasak oldu. Gerçi şimdilerde duyduğum kadarı ile sigara içilmesi külliyen yasaklanmış hatta sigara ithalatı da durdurulmuş, ne kadar doğru bilmiyorum.

Bir diğer abuk karar da; akşam saat 22.00 den sonra lokanta, restoran ve benzeri mekanların faaliyetlerini bitirmesi idi. Yani o saatten sonra karnınız acıkır ise dışarıda bir şeyler yeme-içme şansınız yoktur, daha doğrusu genel mekanlarda yok idi, buna karşın otellerin restoranları ya da barları kısıtlamasız faaliyette idiler. Ancak, insan oğlu ve yasak bir arada olur mu, zinhar. İnsan hemen yasak işinin arkasına dolanmanın bir yolunu bulur. Bizim sürekli gittiğimiz bir restoran vardı, adını vermeyeyim, bilenler bilir, ön taraf yani bina bölümü kurallara uygun yemek yiyecekler için düzenlenmiş idi, bir de arkada bahçe bölümü vardı bir hayli geniş… Bahçede sayısını tam hatırlamıyorum ama yanılmıyorsam 10 adet mütekâmilen tesis ve teçhiz edilmiş Türkmen çadırları vardı. Çadır deyip geçmeyin lütfen, klima, TV, müzik sistemi ile yemek servisi süresince ne tür alet edevat gerek ise mevcut olup yaklaşık 12 ya da 15 kişinin rahatlıkla yemek ve eğlence işini çözen bir yerdi. Diğer restoranlar da benzeri çözümler bulmuş idi, pek tabii ki, onlar neden geri kalsın değil mi? Kolluk kuvvetlerinin haberi yok mu idi, şüphesi ki var idi, zaten yasak onlara değil ki, sade vatandaşa idi ve sade vatandaş görmesin yeter…İzlenir hal ile gizli yürütülen hal…

Akşam evde uzun süren bir akşam yemeğiniz var, beklenmeyen bir şey oldu, içki bitti, hay Allah, ne yapacağım demeyin, bilenlere danışın hemen çözüm var, mobil marketler hizmetinizde. Hemen hatırı yüksek tanıdığınızdan öğreniyorsunuz, hangi sokağın başında hangi arabanın bagajında satılmak üzere ne stoklanmış… Allahtan sokağa çıkma yasağı yok, gerçi onu da çözer insanoğlu ya… Neyse hemen çıkıyorsunuz, öğrendiğiniz sokak başına gidip, orada duran arabaya yaklaşıp, camı tıklatıyorsunuz içinde oturan abi sizi güvenilir bulursa, arabadan çıkıp, bagajı açıp, istediğiniz ürünü size satıyor, hem de makul bir fiyata öyle “yakalamışım mağduru” muamelesi yok. Tabii ki, sigara isteniyorsa başka sokağa, ithal içki isteniyorsa bir başka sokağa, yerli içki için bir başka sokağa gidileceğini söylemeye gerek yoktur, hülasa bunlar “organize işlerdir”. Bu kabil yasaklar ve yasaksavar uygulamalar bir hayli fazla, ama bu haftalık bu kadar…

Sonuç itibari ile; insanoğlu her türlü yasak altında ve her şeye rağmen kendi hayatını yani özel ve gizli iletişimini, ilişkisini, ihtiyacını, beklentisini, planını ve hayalini gerçekleştirir. Haaa, siz bunu önlersiniz, onlar bir yenisini bulur, hayat böyle akar gider… Son olarak ta, Devekuşu Kabare’nin “geceler” oyunundan aklımda kalan bir söz ile bitirelim, “insanların rüya görmesini engellemeyin, gerçekleri görürler”.

Cuma, Nisan 10, 2020

ESAT ve DESTAN KARDEŞLER ve AŞ(ÇI)EVLERİ

Henüz ve sıkça; restoran ya da restaurantların dilimize girmediği, küçük olanın “Aşevi” görece büyük ve profesyonel işletilenin “Lokanta” olarak adlandırıldığı, ticari hayatın şimdiki ile kıyaslanamayacak kadar yerel ve sınırlı olduğu bir dönemdir, söz konusu olan… Küçük işletmeler, aile işletmeleri halinde organize olmuştur kasabalarda ve küçük olduğu kadar şirin ve bir o kadar da samimidirler. Öyle yapmacık ve okullarda bile öğretilmeye başlayan, müşteriyi yanıltmaya yönelik eda, tavır ve davranışlar yoktur. Devir; ar etme, utanma ve aldatmama gibi insanı insan kılan çok önemli etmenlerin başat olduğu hülasa namusun baş tacı edildiği devirdir. Daha o zamanlar hatırladığım kadarı ile; hile, hurda ve desise varsa bile organize olmamış, örgütlü güç haline gelmemiştir, daha doğrusu icat edilmemiştir. Vaktaki, cehalet ve kötülük örgütlendi ve kurumsal yapıya dönüştü, yandım gülüm keten helva işte…

Aşhane kültürü Orta Asya ülkelerinde devam etmekte olup uzun yıllar sonra tekrar gezmek için 2019 yılında gittiğimiz Kazakistan ve Kırgızistan’da “Aşhana” levhalarını bir hayli sık gördük. Zaten hem Orhun Anıtlarında hem de Kutadgu Bilig’te hem aş hem de aşçı olarak görünmektedir. Diğer taraftan bugün hala Annem eğer dışarıda yemek yenilmesinden bahsedecekse, kesinlikle “aşçı” olarak söyler ve burada kasıt kişi değil mekandır, bu da enteresandır. Nerede öğrendi ve 86 yaşını devirdiği bu günlerde hala unutmadan nasıl tekrarlar o da bir başka enteresan durumdur.

Çeşme Çarşısının unutulmaz ve önemli esnaflarındandır, Esat ve Destan Kardeşler. Kardeşler, ayrı ayrı ortalarına aldıkları bir balıkçı kayafının biri sağına biri soluna yaklaşık aynı büyüklüklerde 2 aşevi açarlar. Her ikisi de birbirine çok benzer, boy, kilo ve renk ve de görünüm farkı nerdeyse yoktur, hatta ben çocukluğumda bu 2 büyüğümüzü birbirine karıştırır idim. Aslında bu uğraş ile bir geçmişleri olmamasına rağmen, cesaret ve özgüven ve “tarladan kurtulma” ve de özellikle “tütünden kurtulma” tutkuları ve planları kendilerini bu yönde sürüklemiştir. Bir gün tarlada tütün dikilir iken tütün işinin zorluğu, Esat Kadayıfçı’da yarattığı yorgunluk ve yılgınlık canına tak edince elinden çapayı fırlatır ve babasına “ben artık tütün işi yapmayacağım” diye açıklar durumu. Artık rahatlamıştır, niyet izah edilmiş, karar verilmiş, en azından ne yapacağına dair olmasa bile ne yapmayacağına dair.

Artık tarladan çıkılmış, Çeşme Çarşısının yolu tutulmuştur. Düşünülür, taşınılır, istişare edilir, fikir alınır, sorulur, karar verilmiştir en nihayetinde. Artık, gelecek, yemek pişirilip, yemek satılarak planlanacak ve geçim temin edilecektir. Derhal bu minvalde hareket edilir. Dükkân kiralanır, bilahare de satın alınır. Masa sandalye, çatal kaşık, tabak ve ilaveten ne gibi gereçler lazım ise temin edilir. Düşünceler, planlar, beklentiler, hasletler ne idi benim tabii ki bunları bilmem söz konusu değildir. Ancak çocukluğumuzda hatırladığım, dükkânın önünde yemeklerin yer aldığı bir camekan, içeride 5 ya da 6 masa sandalyeleri ile, zaman zaman da kaldırıma atılmış 1 ya da 2 masa ve sandalye. Aslında bugünkü ölçülere ve de normlara göre belki de bu faaliyete uygun olmayan bir dükkân. Esat Kadayıfçı; boyna asılmış bembeyaz bir önlük, hafif göbek varlığı önlüğü öne doğru fırlatmış, yaş ilerlemesine bağlı olarak da kalınca sayılacak gözlükleri, kısa boy ve beyaz ten ile tipik Arnavut görüntüsü ile hatırladığım ve bundan sonra da hep böyle güzel ve hoş hatırlayacağım bir büyüğümüzdü. Aslında benzer yaşlardaki her büyüğümüze, ki Babamın artılı-eksili akranı idiler ve biz onlara “amca” yerine “abi” demeyi tercih ederdik. Bu tercih nedendir tam da bilmiyorum ama çok muhtemel ki kendilerini genç hissetsinler diye yapılıyordu… Yine hatırladığım kadarı ile geniş ve yayvan tepsiler içinde, ama sürekli ve de gedikli yemek kuru fasulye, İzmir köfte ve de pilav, temiz camekan içinde yerini alırdı… Müşteri portresini ağırlıklı olarak Ortaokul için Alaçatı ya da diğer köylerden gelen öğrenciler oluştururdu. Gerçi yemek bedelleri görece çok ehven olmasına rağmen yine de çok müşteri ağırladığını hatırlamıyorum, örneğin, tüm masaların dolu olduğu gün olur mu idi, bilemiyorum. Çeşme dönem itibari ile ve de deyim yerinde ise sıradan, dışa kapalı bir köy görünümünde idi. Bugünkü Çarşının yolundaki Arnavut kaldırımı döşemesi sökülmüş, günün moda kaplaması asfalt yapılmış ama o da dönemine göre bile bir hayli kötü bir kaplama idi, çok seyrek olmakla birlikte geçen herhangi bir araç etrafı toza boğardı. Her esnafın belli aralarla yola su atarak toz kalkmasını önlemesinin yanında özellikle yaz aylarında Belediye de arazöz ile günde birkaç defa toza karşı sulama yapardı. Eyyy gidi günler eyyy.

Esat Usta’nın faaliyetinin omurgasını ise “Yoğurt imalatı ve dağıtımı” oluşturmakta idi, hatırladığım kadarı ile. Dönem itibari ile, bahçelerinde yetişen ot ya da tarlalarında yetişen arpa ve yulaftan oluşan yem ve saman ile beslenen inek ve keçi ya da koyundan elde edilen süt azdır lakin son derece kaliteli ve lezzetlidir. Esat Usta, Çeşmeden, Samir Ağa, Yafandasu Mehmet, Yandan Süleyman, Arabacı Murat gibi küçük üreticiden toplanan sağlıklı ve leziz sütlerle, ev ortamında özellikle de eşinin büyük çabaları ile bakır ya da alüminyum tepsilerde mis gibi günlük yoğurtlar hazırlar idi. Hazırlanan bu güzelim yoğurtlar, çok azı kendi aşçı hanesinde satılmak üzere ayrılır, diğerleri, MOTES, TURTES, Halis Temel’in Kamp ve Otellerinde, Çiftlik Değirmen Otelde kullanılmak üzere mezkûr kuruluşlar tarafından alınırdı. Peki artık o güzelim ev yapımı yoğurtlar var mı, şüphesiz yok ve bundan böyle olmayacakta, çünkü artık o yoğurt olsa bile piyasadaki çakma yoğurtlar ile rekabet edemeyeceğinden yaşama şansı yoktur. Şimdiki yoğurtlar tatlandırıcıdan geçilmez, uzun süre raf ömrü olsun diye katılan kimyasallardan geçilmez, ekşimeye karşı bakterileri yok edilmiş, yağı azaltılmış ya da alınmış durumdadır, ilave edilecek başka olumsuz şey var mı derseniz şüphesiz var, var da söyleyip de zay etmenin manası yok…

Nerde o eskiden yapılan yoğurtlar, hani şöyle bir taşımlık kaynamadan sonra soğumaya bırakılarak ehven sıcaklıkta mayalanmış, yağı ile oynanmamış günlük yenilenler. Hile adına olsa olsa içine katılmış az miktarda su ile mideye indirdiğimiz yoğurtlar, ahhh ki ahhh… Kapitalizmin eseri… Önce ekmekler bozuldu (Oktay Akbal’ın böyle bir kitabı vardır), sonra her şey ve ağız tadımız da… Peki, şimdi durum ne, sen hayatta birkaç mamulün müellifi ol millet olarak, bunlardan da en önemlisi “yoğurt” olsun, sonra bunu abdestsiz ve patentsiz alsın elin ecnebisi, nihayetinde de gelsin senin yurdunda sana yoğurt satsın, vay ben öleydim… Evet, artık “yoğurt” yoktur, yoğurdumsu vardır… Peki sadece yoğurt mu bozuldu, nerdeeee, ısıya, ışığa, zamana, zemine dayanıklı raf ömrü neredeyse sınırsız, süt, peynir, bisküvi, gofret, sucuk, sosis, salam, konserve, hazır çorba, krema vs vs üretildi. Üretildi de üretildi… Markalaşıyoruz, sanayileşiyoruz, gelişiyoruz, nurlu ufuklara erişiyoruz teraneleriyle, gele gele geldik ne verilirseye mahkûm hale… Allah selamet vere…

Cuma, Nisan 03, 2020

EKMEK ve BUĞDAY


Çocukluğumda; herkesin kendi buğdayını yetiştirdiğini, tohumluk ayırdıktan sonra da artan buğdaydan, hemen hemen herkesin ittifakla seslendirdiği biçimiyle “temel gıda”, “sofralarımızın baş tacı” diye bilinen “ekmek” başta olmak üzere, erişte (makarna), tarhana, börek gibi amaçlara yönelik un üretildiğini dün gibi hatırlıyorum. Köyümün toprağının çok da uygun olmamasına rağmen, toprağı olan herkesin ama istisnasız şekilde ihtiyaçlarına matuf, buğday, arpa, yulaf, mısır ekerek hayatlarını idame ettirdikleri herkesçe bilinmektedir. Dönem itibari ile yetiştirilen buğdayın unundan imal edilen ekmek fazlaca kara ve birkaç günlük yapılmasına istinaden de fazlaca sert olduğu için genelde insanların burun kıvırarak tükettikleri bir gıda idi. Örneğin, sokakta oynayan her çocukta olduğu üzere, oyuna ya da konuşmaya ara vermeden, hani annemizin üzerine salça, zeytinyağı ve tuz dökerek yememiz için verdiği ekmekleri, diğer arkadaşlarımızın sahip oldukları ile kıyaslardık ya, ekmeği kendi üreten ile satın alanın farklı ekmek yediğini hayretle görür idik. Ekmeğini kendi üretenin ekmeğinin oldukça kara ve kocaman dilimlerden oluşması yanında satın alanın ekmeğinin ise görece küçük dilimler ve olabildiğince beyaz ve hatta daha lezzetli olduğunu da fark edince bizde de beyaz ekmek yemek iştahı kabarırdı. Tabii ki bu renk ve tat farkı dönem itibari ile buğdayın üzerinde oyunlar oynanmadığı bir dönem idi. Ağırlıklı olarak bir tarım toplumu, üstelikte tamamen kendi kendine yeten bir şekilde idik kolayca anlaşılacağı üzere aaaa yetiyor mu idi zannederim ki bu sorunun cevabı, evet idi. Nereden mi zannedip, yorum yapıyorum, o zaman 1 adet kamyonu olan Çeşme’de nakliye işi, olsa olsa bir şekilde bu kamyona kadar da ulaşacaktı, ancak ulaştığına dair bilgi yok, en azından ben de böyle bir bilgi yok. Belki dışarıdan nakliyeciler vasıtası ile geliyordu ama geliyor olsa bile sınırlı olma ihtimali çok yüksektir. Yine hatırladığım kadarı ile, 4 adet ekmek fırını olan bir dönemdir söz konusu, Sakıp Taylan ve Ortağı, Bekir Erte ve kardeşleri, Seydi Ahmet Abi ve Turan Abi bu işleri yürütür idi. Ancak buralarda da şimdi olduğu gibi tüm gün ekmek bulunmazdı, sınırlı üretim, sınırlı satış idi söz konusu olan. Muhtemelen bu fırınların un ihtiyacı yerel kaynaklar ağırlıklı karşılanıyordu. Sonraları ne olduysa oldu ve biz de alıştık dışarıdan ekmek satın almaya. Çiftlik Köyüne Çeşme’den sabah gelen minibüs ile ekmek getirilir ve satılır idi, evet artık “eski köye yeni adet zuhur etmiş idi”. Şimdilerde ise hayvan yemi olarak bile hububat üretimi yapılmamaktadır, eee ne yapacaksın, hububat ve hububat kapçığı diye hakir görülen bir üründür söz konusu…

Bu süreç öyle kolay olmadı şüphesiz, Dünyamıza nizam verenler ve onların yancıbaşları, ecibaşları yani şahsi menfaatlerini müstevlilerin beklentileri ve çıkarları ile tevhit edenler sayesinde gelindi, yani söz konusu ekip kocaman, çıkarlar kocaman, sömürü kocaman, yatırım ve beklenti kocaman haliyle… Hani hatırlar mısınız, bir dönem “barış gönüllüleri” markalı ve damgalı “İngilizce Öğretmeni” numarası ile ülkemize dört koldan dağılan istihbaratçı sahtekârlar vardı. Hani bunlar tüm dünya ülkelerine dağıldıkları gibi, canım Yurduma da dağılmışlardı ya, hani İngilizce öğretmenliğinin dışında her bir haltı yemişlerdi ya, etnik yapılardan, biyolojik çeşitliliğe oradan av hayvanlarının envanterinden deniz ürünlerinin çeşitliliğine, oradan jeolojik yapıdan tarıma oradan necip milletimizin hasret ve hasletlerine yönelik her bir bilgiyi derleyip toplamışlardı ya, hani biz İngilizce öğrenememiş idik te, bunlar bizle ilgili şeytanın bile aklına gelmeyen en ufak detayı bile memleketlerine bilgi arşivi olarak götürmüşlerdi ya, hani biz “bunlar ajandır” diyenlere bunlar komünisttir diyerek saldırmıştık ya… Ahhaaa da o günlerin diyetini bugün ödüyoruz nasıl mı sağlıksız, tarım ilacı katkılı, GDO’lu gıdalar tüketerek. Adamlar o bilgileri toplamakla kaldılar mı, nerde…

Kütüphanede her akşam, propaganda ve ajitasyona çok uygun bir sesle seslendirilmiş, ABD yapımı tarım ve hayvancılık reklamı içerikli ama necip milletimizi gaza getirip, “yahu biz ne kötü hayvanlara ya da tarımsal ürünlere sahibiz” diye gavurun sahip olduklarına özenip durduk. Oysa, ABD’de ve müstemlekelerindeki laboratuvarlarda hazırlanan, genetiği değiştirilmiş ya da genetiği ile oynanmış tohum ve hayvanların reklamı yapılmakta idi ama biz bunun farkında değil daha da ötesi, tüm bu olan bitene hayıflanarak bakıp, iç geçirir idik. Uzatmayayım, gitti bizim o güzelim, yerli verimsiz denilerek tukaka edilen ama aslında bize sunulandan daha kaliteli, daha dayanıklı hatta daha verimli ürünlerimiz, kaldık GDO’lu ABD mallarına… Peki, bu peyklerde bu ABD afra tafra ve çalımına kimler erketelik etti, işte tüm mesele bu sorunun cevabında. Ama biz hala cevap ararken, etrafımızda, şeker hastalığından, kalp-damar hastalığından, böbrek yetmezliğinden, sindirim yolu hastalıklarından ve çağın belası kanserden geçilmez oldu. Yine aynı mahfillere bu sefer de ilaç ve tıbbı tedavi nedeni ile para aktarır olduk…Alavere dalavere, bizim Memet nöbete, misali…

Soner Yalçın’ın “Saklı Seçilmişler” adlı kitabında okuduğum harika bir hikâye var onu aktarırsam ve sizde buna inanırsanız bir ömür boyu yaşananlara bakarak, konunun ahlaki ve etik tarafından başlayıp, devlet adamlığı, memleket severlik konusuna kadar bakarak gözleriniz yaş dolacaktır. “Mennonit diye Hollanda’da kurulup tüm dünyaya yayılan Protestan bir tarikat var, Ortodoks Rusya’nın yoğun baskılarından kurtulmak için 1880’lerden itibaren ve özellikle Kırım ve Kars Bölgesi ağırlıklı olmak üzere ABD’ye yoğun bir göç yaşanır. Tarikat mensupları ABD’de geldikleri yerin arazi ve iklim koşullarına uygun olan Kansas ve Nebraska Eyaletlerine yerleşirler. Bu göç sırasında da yanlarında hazine diye niteledikleri ve kişi başına “birkaç kilo tohumluk buğday” vardı ve yerleştikleri ovalık yerlerde bildikleri en iyi işi yaparak buğday yetiştirirler. “Kışa-kuraklığa dayanıklı, mevsim ortasında olgunlaşan, başakları tüylü, rengi kırmızı olup, tanesi kabuğundan zor ayrılan sert dokuya sahip tahıla ABD’de, “Türk Buğdayı” adı verildi. Bu dünyanın en eski kavılca/kabulca buğdayı idi.”

Sonra ne mi oluyor, ABD’nin Meksika’da gizli ve açık kurumları ile organize ettiği çiftliklerde, tarımda dünya egemenliği için başta buğday genetiği olmak üzere tüm gıda ürünlerinin üzerinde kendi çıkarlarına ve planlarına uygun oynarlar. Sonuçta ve konumuz ile sınırlı kalmak açısından da buğday üzerinde oynayarak, daha dayanıklı, daha verimli, daha kaliteli diyerek oysa ve aslında kısır, verimsiz ve kalitesiz bir buğdayı da, hedef ülkelerde şahsi menfaat ve ikballerini müstevlilerinin siyasi ve ekonomik emellerine tevhit eden yerel hükümet edicilerle el ele kol kola vatandaşa itelerler. Tafsilat, bilimsel kanıt ve dayanaklar için mezkûr yapıtın edinilmesinde fayda vardır.

“Kanada Buğdayı” ya da “Meksika Buğdayı” iyidir diye bu topraklara bu zehirli, bu verimi düşük, bu dayanıklılığı düşük, bu kalitesi düşük buğday getirildi, ne karşılığı yapıldığını da bir türlü anlayamadığım şekilde iteleyen dürzüleri de, bu insanlar hiç iyi yad etmeyecekler.

Pazar, Mart 29, 2020

TÜRKMENİSTAN’A BENZEMEK 9 – İSTİFA


İstifa tek taraflı bir tasarruf olup iradi bir durumdur. Bir muhteremin bulunduğu görevden, çalıştığı yerden kendine göre mazeretler bularak, üreterek ayrılma iradesi göstermesi ya da beyan etmesi dahası bu nedenle de asla ve kat’a hor görülmemesidir, gördüğü lüzum üzerine olması yeterlidir ancak zülfü yâre de dokunmamak gereği hasıl olmuşsa, ailevi nedenler ya da sağlık durumu bahanesi de türban babından muvafıktır. İstifanın da mertçe ve namertçe olanları da vardır şüphesiz ahir ömrümüzde bu maksatlara matuf her türlü tatbikata tanıklık etti gözlerimiz, birisi ile taktir duygularımızı, diğeri ile de tekdir duygularımızı köpürtüp durduk, birilerini takdir, birilerini de tenkit ve tahkir ettik, hülasa… Yiğitlik gerektiren istifa iradesinin gerekçelerini sıralamak için sayfalar dolusu kelam etmek kabildir lakin irade beyanı şahsına ait bir tasarruf ise alkıştan ötesi de lüzumsuzdur. Bu durumda “istifa” cesaret gerektiren bir durum olup; “yok ekmek param bu”, “yok çoluk çocuk için ne yaparım”, “yok beni açlığa mahkûm ederler”, “yok ihtiyat akçelerim uzun süreli değil” gibisinden korku ve kaygılara kapılmadan “somut durumun somut tahlili” mucibince şartlar dayatmış ise ve bu yüzden alınmış bir karar ise, kahramancadır, şövalye tayini hakkı doğmuştur. İzaha ve tenkide matuf olanlar ise kendi iradeleri dışında telkine dayalı olanlar olup bunlara söylenebilecek kitaplar ve ansiklopediler dolusu kelam söz konusudur. Biz yine de genelleme yapma hakkımızı, “görev tarifi” dahilinde ve haricinde beklentiler ve istenenler konusu ile sınırlayıp, müşahhas örneklere geçelim ve bunlar üstünden de yeni tarifler ya da tanımlar üretelim.

Türkmenistan’da çalıştığım dönemde; tarafımıza otomobili ile şoför olarak çalışmak üzere bir Türkmen gelmiş biraz maksada ve göreve yönelik görüşmeden sonra kendisini işe almış idik. Uzunca bir süre birlikte çalıştığımız bu arkadaş ile defalarca şehirler arası seyahatler de yaptık, gidilen yerlerde konakladık, uzun yolculuklar sırasında uzun konuşmalar yaptık, karşılıklı olarak da bazen telefon konuşmalarımıza, bazen gittiğimiz yerlerin önemine, bazen yürütülen son derece özel ilişkilere de tanık ve vakıf olması hasebiyle birbirimiz hakkında derinlemesine bilgi sahibi olarak samimiyetlikler kurduk. İsmi ve ailevi ve kişisel bilgilerine yönelik ifadelerimizi, ola ki bu yazı okunur da kendisine yönelik kullanılır kaygısı ile azıcık karartarak vermeyi uygun gördüm. Aslında gizlenecek, saklanacak bir durum olmadığı da gün gibi aşikardır ama malum ya bazı olaylarının olmasının hiçbir ayıbı, hukuki sakıncası, ahlaki engeli yoktur ama meğerki bu bilgiler açıktan konuşulur, yazılır ya da yayımlanır ise, işte o zaman yandı gülüm keten helva, muhakkak bir kulp bulunur ve misli ile karşılık verilir. Bu ne yazık ki, tüm dünyada mutat siyasi ve sosyal hatta ekonomik “güçlü refleksidir” ve maalesef de görece farklılıklar dışında istisnaları da yoktur, bir şey olmuşsa da yayımı ve konuşulması izne tabidir. Neyse, süreç içinde şoförümüzün bir önemli fabrikanın müdürü ve kardeşinin de dönem itibari ile çok güçlü bir bakan olduğunu öğrendim. Gerçi, oradaki bakanlıkları batıdaki gibi, hatta dönem itibari ile bizdeki gibi “görev tarifi” ve kanuni istinatları olan bir makam algısı ile değerlendirmiş olmam hasebiyle de böyle düşünerek ne kadar büyük bir hata ettiğimi zamanla anlayacaktım. Zamanla anlayacağım üzere, tesis edilen sistem “top man and others” dan başka bir şey değildi, şahsının memuriyeti haricindekilerin tamamı lüzumsuz durumdadır lakin ara sıra bir araya gelip muhabbet etmek, ihtiyaç halinde kızmak, fırçalamak ve dahi günah keçisi ilan etmek üzere de bu kabil bir teşkilat tanzimi de zaruridir. Mesela; mezkûr ülkede şahsına göre arşın ve endaze kullanılarak yapılan ölçümlemelerde başarısız görülen “Bakan görünümlü” zevatı TV’lerde canlı olarak icra edilen “Bakanlar kurulunda” başarısızlığın yegâne müsebbibi tayini ile, fırçalayıp itibarsızlaştırıp bilahare de “seni boşattım” diyerek azletmesi vukuat-ı adiyedendir. Konumuz harici ama koca koca bakan görünümlü zevatın kurul sırasında ilkokul bebeleri gibi ayağa kalkıp, sorulan suallere cevap vermeleri ile şahsının talimatlarını ajandalarına nefes almaksızın ve de mahcup mahcup not etme sahnelerini unutmak mümkün değildir. Hele yılda bir kez yapılan ve dünyanın her yerinden katılan delegelerin huzurunda sistemin çalışmasının ve başarısının ibra edilmesi görüntüleri ise Cem Yılmaz çalışmalarının en büyük rakibidir.

Neyse; bizim şoförün hikayesine geri dönelim, kardeşi bakanlıktan alınmış, ev hapsine mahkûm edilmiş ve sadece evin bahçesine çıkabilir durumda yaşamasına izin verilmiş ama tüm kimliklerine ve belgelerine el konulmuş, başka bir iş yapmasına izin verilmemiş vaziyette toplum hayatından izole edilmiştir. Durum bu. Sordum, “peki; neden itiraz etmeyi, kaçmayı, hatta yurt dışına kaçmayı düşünmez” diye, el cevap, bu sefer de yedi sülalesi şama götürülür, denildi, konu yeterince anlaşılır vaziyette. Zaten kamuda çalışan tüm sülalesi işten çıkarılmış vaziyette iken bile çok şükür daha da beteri olabilirdi diyorlar, şaşırdım eee tabii ki daha kötüyü görmedik ki, anlayamıyoruz, sonra zamanla duyunca, görünce daha kötü nasıl olunur, ben de onlar adına çok sevinmiş idim. Çok şükür ki şoförlük bile yapmasına ruhsat verilmiş, daha ne olsun. Merakıma mucip olunca, “iyi sonla” biten bakanlık olabilir mi diye, şöyle kabaca etrafıma bakarak, sorarak araştırdım ve anladım ki, namümkün. O zaman, kendi kendime “mal bulmuş mağribi” misali karar vererek dedim “neden insanlar bakan olmayı reddetmezler” diye, anladım ki bu da namümkün. Yaşulu, bir nedenle karar vermişse, siz “iradesi elinden alınmış kul misali” gel denince gelmek, git denince gitmek özgürlüğü dışında bir seçenek sahibi değilsinizdir. Esasen bu da toplum adına çok kötü bir durum sayılmaz, eğitim, ehliyet, beceri ve yetenek gibi edinilmesi zamana ve disipline ihtiyaç olunan vasıfların lüzumu yoktur, binaenaleyh toplumun her bireyi kendisinde potansiyel bir makama yaraşırlık ve yakışırlık görmekte olması hasebiyle toplumsal memnuniyet hat safhada olabilir. Eeee maksat hasıl olmuştur işte, toplumsal memnuniyet ve saadet…

Hülasa; Türkmenistan’da liyakat yerine sadakat hâkim meleke olunca, İzmir Marşı ile gelir Mehter marşı ile gidersiniz, marşları da zamanı da usulü de tanzim ve tayin eden “Top Man” dir. Yani ve sonuçta Yaşulu’nun hikmetinden sual olunmaz, liyakat ve makamı bahşettiği gibi azletmeyi de şahsi tasarrufu olarak kullanır. Yaşulu isterse, liyakat ve sadaret sahibi olursunuz, ha keza istemezse de müstafi sayılır ve size münasip görülen kadere razı olursunuz. Yine de yazıyı “Allah kimseyi istifa etmeye zorlanmayı yaşatmasın” diyerek bazı möhim abilere de bir sataşma yaparak bitirelim…


Pazartesi, Mart 23, 2020

CEMAZİYEL EVVEL- MORATORYUM


Moratoryum; borç çevirememe, borç ödeyememe durumudur, yani; vadesi gelmiş borç, tüm ödeme niyetinize ve çabanıza rağmen ödenemiyor ise müjdeler olsun batmışsınızdır, hem de deyim yerinde ise gırtlağınıza kadar, manasındadır. Peki; ne yapayım ödeyemiyorum, canımı mı alacaksınız, diye düşünülebilir, ama kazın ayağı öyle değil, yani alınan borç pederden ya da valideden ya da hiçbir karşılık göstermeden, ipotek vermeden bir dosttan alınan borç ise tasnif dışıdır şüphesiz, ama aldığınız borç ipotek verilerek, kabul görmüş garantiler verilerek alınmış ise çaresi yok, mutlaka geriye ödenecektir. Öyle, gak guk, hot zot yok… Uluslararası düzeyde borç vericiler, garanti almadan, borç verirler mi peki, zinhar… Peki tahsil edemedikleri olur mu? Zinhar… Bakın, öyle bilmeden konuşuluyor olmasına, işkembeyi kübradan atılıyor olmasına pek itibar etmeyin, bu Fakir Cumhuriyet hem de ilk yıllarında, hani bazılarının yere göğe sığdıramadığı son dönem padişahlarının abuk subuk harcamaları ile oluşan Osmanlı borçlarının tamamını, son kuruşuna kadar ödemiştir. Zaten meşhur fıkrada zikredildiği üzere, borç vericiler sadece, borç isteyenin gözüne bakmazlar borç verirken, popo kontrolü de yaparlar, hani borç isteyen çok güzel gözler vardır da, acaba ödeyecek popo var mıdır diye, tam da bu nedenle gerekli her türlü uluslararası garantileri hem de fazlası ile alırlar. Velev ki müşkülat yaşanmaya başladı, tıpkı şahsi borçlarda olduğu gibi, uluslararası tahsilatta da önce yasal yollar olmaz ise gayri yasal yollar kullanılmaktadır. Valla ben ekonomist olmadığım için yazının düzeyi de böyle gidecek gibi görünüyor, çaresiz, affedin…

Peki; vadesi gelmiş borçlar ödenemiyorsa ne yapılıyor derseniz, hele tüm uyarılara karşın tedbir de almamış iseniz, behemehâl “Moratoryum” ilanında bulunuyorsunuz. Derhal ilgili abiler size soruyor, “hayırdır efendi ne oldu” diye, siz durumu izah ediyorsunuz, hemen size, yeni vade, yeni faiz oranları, yeni şartlar öneriyorlar, kabul ettiniz zaten sorun yok, aaa bu arada memleket batar, kimin umurunda, siz de kalkıp 15 günde 15 yasa yapacağız diye öğünürsünüz, Kemal Derviş yaşanmış örneğinde olduğu üzere… İlaveten, meraklılarına, 24 Ocak kararları üstüne, Süleyman Demirel Turgut Özal (ama büyüğü) arasında geçtiği bilinen ve sonradan da basına düşen telefon diyaloğuna bakmaları önerilir.

Neyse, konumuzu bu toprakları 2 moratoryum (iflas) ile tanıştıran 2 önemli muhterem büyüğümüzden bahsetmek üzere yazıyorum ve de hemen oraya yöneliyorum. Kolayca öğrenileceği üzere, Osmanlı 1854’te dış borç kullanmaya başlar, bazı kaynaklar borçlanma ihtiyacının oluşmasını, etrafta artan savaşlara ve yenilgilere bağlarsa da dönem itibari ile borçlanma ile gelen kredilerin nerelerde kullanıldığına bakınca da konunun hiç de öyle olmadığı kolayca anlaşılır. Ekonominin gereği işler yapılmayınca, yaşanacaklar kaçınılmaz oluyor şüphesiz, alınan borçlar çare olmuyor, borç, borç ile döndürülmeye başlıyor, dış ticaret ve bütçe açıkları artarak devam ediyor, tedbir ise sağa sola posta atılarak yaratılan savaşlar ve sonucunda yenilgiler, yenilgiler neticesi ödenen ağır tazminatlar katlanarak birer “borç sarmalı” yaratıyor. 1854’ten 1875’e kadar geçen 21 yılda deyim yerinde ise Osmanlı boğazına kadar batıyor, dış borç, 5,5 milyon Osmanlı lirası ile başlıyor 243 milyon Osmanlı lirası borca ulaşılıyor. Bilahare, aynı kafa bu borcu 1. Dünya savaşı öncesine kadar 409 milyon Osmanlı lirasına kadar arttırma başarısını da göstermiştir. Aaaa bu arada para karşılığı satılan topraklar da cabasıdır, bu borçlanma meraklılarının. Peki bu dönemin Padişahları da kim mi idi, toplamda 33 yıl padişahlık yapan Abdülhamit Han olmak üzere, Abdülaziz ve Abdülmecit’tir. Sakın kimse askeri harcamalara gitti bu paralar diye ahkam kesmesin, biz okumayı, hatırlamayı iyi biliriz, adama deriz ki, git biraz askeri anı oku, balkan savaşlarında, çamura saplanıp kalan arazi şartlarına uygun olmayan sahra toplarının satın almalarını kimler ve ne adına gerçekleştirmiştir bir bak bakalım, mesela… Neyse… Hülasa, itibardan tasarruf olmaz denilerek savrukluğun örneklerine ilaveten, Topkapı Sarayı dururken yapılan, Yıldız Sarayı harcamalarının da unutulmaması gerekmektedir. Netice itibari ile, bu topraklar, bugün kendisinden sitayişle bahsedilen ve çok öğünülen Padişah Abdülhamit Han döneminde “Duyun-u Umumiye” ile tanışır. Bu kuruluş ne mi? Artık onu da anlatmaya gerek yok.

Peki, Canım Yurdumu 35 yıl sonra ilk kez, “borç sarmalına” kim sokar, kuruluş yıllarının onca yokluğuna, gerçekleşen onca atılım ve yatırıma, üstelik savaş sonrası yaşanan onca fakr-u zarurete, Osmanlıdan bakiye kocaman borçların ödenmesine, hatta arada yaşanan ve dünya çapında yaklaşık 80 milyon insanın ölümüne yol açan felaket 2. Dünya savaşının yarattığı olumsuz ortama rağmen, kendi yağı ile kavrulmayı bilen bir süreç ardından, bilin bakalım. Ne yazık ki; DP Hükümeti ve onun başındaki ekip, başta da Celal Bayar ve Adnan Menderes’tir. Hani her sağcının devamı olmakla öğündüğü ve gurur duyduğu büyüklerimiz... O tarihte, zamanla ödeme güçlükleri yaratacak şartlarda borçlanmalar ile kalkınmanın kıyasıya eleştirilmesi üzerine dönemin Başbakanı “borç almak bir itibar meselesidir” diyerek, paha biçilmez ve parlak ekonomi bilgisini göstermek istiyordu adeta. Tıpkı, sonraki yıllarda ekonomi profesörü olduğunu iddia eden bir diğer mevkidaşı gibi, Canım Yurdumu maalesef karaya oturtmuşlardır. Hani, aynı meşrepten nemalanan kel bir “baba” vardı, hani 17 kez gidip, 18 kez geldim diye öğünen, hani derdi ya “borç yiğidin kamçısıdır” diye, bu lafı o kadar çok tekrarladı ki, canım Yurdumun garip gurebası, ki çoğunlukla şahsının destekçisi idiler, inandılar bu safsataya… Sonuç, malum, yazmaya gerek yok…  Artık borç yiğidin kamçısı olmaktan ziyade, yiğidin ölüm fermanı olmuştur.

Evet, biz gelelim tekrar, borçların tahsilatı konusuna, ödeyemezsen, ödeyemeyeceğini ya da ödemeyeceğini beyan edersen neler olacağına… Öncelikle yukarıdaki makul protokol uygulanır, olmaz ise de haliyle alacaklıya; “borcunu öde lan şerefsiz” diyerek uluslararası jandarma ya da mafiozi kabadayı abiye müracaat edilir, bu abi itina ile borcu tahsil eder, nokta… Buradaki “abi”, kimine göre “duyun-u umumiye”, kimine göre “IMF”, kimine göre ABD’dir, lakin bana göre hepsi aynıdır. Kolayca anlaşılacağı üzere bu ketenpereden çıkış yoktur… Osmanlı’nın ve Yeni Osmanlıcı Adnan Menderes’in başına gelenler maalesef kolayca unutulmuştur.

Son söz de, Canım yurdumun İnsanına olsun, “Dün yediğin hurmalar, bugün poponu paralar” diye harika bir söz üret, dön sonra da dünün esiri ol, inanılır gibi değil valla… Köpek bile dikkat edin kendisine bir kemik verildiğinde önce bir arkasına döner bakar, acaba ben bunu yer isem def-i hacet konusunda bir müşkülat oluşur mu sonra, diye… Kıssadan hisse olsun bu da bana…

Pazar, Mart 15, 2020

İSMET İNÖNÜ ve EHLİYET-İ TEMSİLİYE


Diplomasi bir mütekabiliyetler manzumesi olup müzakere, münasebet ve mütarake maharetine ve meziyetine matuftur. Mütekabiliyet esası ve ruhu uluslararası münasebetlerde, kemiyetin asla ve kat’a keyfiyetin önüne geçemeyeceği mevzudan sayılmakta olup, yegâne müşahhas numunesi de “vize” uygulamalarından kıyas-ı kabil olup size vize koyana vize koyabilmenizle ölçülendirilmektedir, modern dünyada… Gerisi laf-ı güzaf… Hatta gerisi “gel külahıma anlat” diye de köy kahvehanesi mevzuu olmaktan ibarettir.

Diplomasi, kolayca ve en hafifinden, milletlerarası ilişkileri yürütme ve yönetme sanatı olup, malumat, muhakeme, muamelat, mutabakat, mütalaa, münasebet, münazara, müzakere, müsamere, maharet, mazaret, müdahale, mütareke, muhafaza, müdafaa, muhabbet, muaşeret, muavenet, muayene, muaheze, meşveret, muhasebe, muhabere, muharebe, muhaceret, muhasara, muhatara, muhavere, muhteva, muhtıra, mukabele, mukarenet, mukavele, mukatele, mukayese, mukteza, murakabe, musahabe, musalaha, müsamaha, müsaade, mutasavver, mutedil, mutemet, mutena, müteriz, mutmain, muttaki, muttali, muttasıl, muvasalat, müberra, mücadele, mücahede, mücazat, müceddit, mücehhez, müçtehit, müdahene, müdahil, müdana, müdavim, müdebbir, müderris, müdrik, müeddep, müellif, müfessir, müfettiş, müfit, müftehir, mükaleme, mükerrem, mükrim, mülayim, mülazım, mültefit, mümasil, mümeyyiz, münacat, münevver, münezzeh, müntehip, mürebbi, mürettip, mürşit, mürüvvet, müsademe, müsadere, müsaleme, müsavat, müsellah, müspet, müstağni, müstakim, müstantik, müstecap, müstefit, müstehak, müstenit, müsterih, müstesna, müsteşar, müşahit, müşavir, müşarref, müşevvik, mütearife, mütebahhir, mütefekkir, mütehassis, mütekamil, müteşair, müteşekkir, mütevazi, mütevelli olmayı ya da bilmeyi gerektirmektedir. Hülasa fenn-i hikmet sahibi değilseniz, ehem ve mühime ehl-i vukuf değilseniz, susacaksınız ki derviş bellenesiniz, derler adama… Diğer fason ya da çakma usul ise; gücü kullanıp hak kapacaksınız, haykıracaksınız ki kelam yerine ve kavuk sallayacaksınız liyakat yerine vs vs…

Aaaa bunu bilen diplomat var mıdır diye soracak olursanız, vallahi bilmiyorum, ama diplomat nasıl olur ya da olmalıdır sorusunun cevabı aynen böyledir. Yoksa, tıpkı bugün Dünyamızı teslim aldığı biçimi ile yapıldığı üzere, her tavır ve kelamda bir kast ya da art niyet arama, “hiçbir şey yoksa bile mutlaka bir kast ya da art niyet vardır” saikiyle hareket etme, herhangi bir kast ya da art niyet bulunamadığı zaman ise iyi saatte olsunlar devreye sokularak bir mazeret yaratma sanatı sayılırsa vay geldi Dünyamızın başına, kimyasal ya da nükleer silahı olmayan ülkede var dersiniz, meşru hükümetlere terörizmi destekliyor dersiniz, dersiniz de dersiniz, maksat bahane ise, maksat suyu bulandırıyorsun demekse, kolay, sıradaki gelsin…  

Bu konu üstüne daha çok kelam edilebilir ama bu kadarla iktifa edip, ilk okuduğumda beni ziyadesi ile etkileyen ve neredeyse 30 yıldır hep hayalimde canlı tuttuğum bir yaşanmışlığı aktarmak istiyorum size… Türkiye tarihinin önemli yazarlarından Şevket Süreyya Aydemir’in “Tek Adam” isimli 3 ciltlik serinin 3. cildinde temsilde ehliyet ve diplomasi nasıl olunura misal teşkil edecek bölüm… Emperyalizmin açık işgali altındaki topraklardan “bağımsız bir ülke” yaratma sevdası gerçekleşen Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü ve de kendisine kucak açan ve bu uğurda canını ve malını esirgemeden arz eden Anadolu insanı, silah zoru ile işgal edilen toprakları, direnerek, savaşarak ve diplomasiyi layığı ile kullanarak geri alırlar, artık 3 yıllık kan, göz yaşı sona ermektedir ve sıra gelir en önemli anlaşma olan “Mudanya Mütarekesine”… İsmet İnönü; Türkiye Büyük Millet Meclisinden aldığı yetki ile Mudanya’da açık işgalin taşeronluğunu yapan dönemin Yunanistan’ı ve asıl müteahhit İngiltere ile anlaşma imzalayacaktır. Gerçi Yunanistan heyeti görüşme yapılacak yere gel(e)mez, açıkta bekleyen İngiliz Zırhlısında kalır, öyle ya “Megali İdea” hayalleri son bulmuş 3 yıldır savaştıkları “Anadolu Ordusunun Komutanının” önüne mağlup ekip olarak gelmek istemezler, asıl güç İngiliz ekibi tek başına temsil eder, mağlup tarafı… Konu ile ilgili tüm detaylara genel kaynaklardan insanlar kolayca ulaşabilirler ve bu da benim konum değil… Gelelim asıl muradım ve meramıma; anlaşma imzalanır ve sıra veda törenindedir, önce mezkur yazarın mezkur kitabından bir alıntı yapalım; “Konferans binası önünde bir askeri bando bekliyordu. Önde General Harrington olduğu halde müttefik generalleri ile maiyetleri, eski tacir Aleksandr Ganyanof’un ahşap yalısının mermer holünde göründüler. Limanda gemiler, efendilerini bekliyordu. İsmet Paşa orada misafirlerine son defa veda ederken bir askeri selam birliği vaziyet aldı. Müttefik generaller bu kıtayı teftiş ederek geçerlerken askeri bandonun şefi değneğini kaldırdı. Mızıka bir marşa girdi. İtilaf devletleri kumandanları bu marşın ahengine ayak uydurarak rıhtıma doğru yürüdüler.
Fakat nedense bu marş biraz fazla oynaktı. Müttefik delegeleri ilerledikçe bandonun temposu da hızlanıyordu. İsmet Paşa misafirlerinin bu ahenge ayak uydurmak gayretlerini, o her zamanki çocuksu tebessümleri ile takibe çalışıyordu. Bando, temposunu büsbütün hızlandırdı. Nameler gittikçe oynaklaştı. Bu marşın çalınışı bir tesadüf müydü, yoksa bando şefinin zeki bir azizliği miydi, bu hala belli olmamıştır.
Ama Mudanya anlaşmasını imzalayanlar, Mudanya’yı bu oynak marşın temposu içinde terk ettiler. O zaman bir gazete öyle yazmıştı ki, bu marş, şu ünlü kahkaha marşıydı…”

Öyle; ismet Paşa’ya siyaseten mahkûmiyet yaratmak ya da dayatmak adına, Canım Yurdumun kasaba politikacılarınca “bu adam var ya bu adam, askerlik yapmaktan bile imtina etmiştir” nutukları attırılıp alkış almaya benzemez bu işler, asıl olan eşitleriniz içinde doğru yere oturabilme ile başlayıp, müşahhas ve eşit hak ve pay alabilme ile müsemmadır. Yoksa Kapıkuleyi geçtikten sonra Turgut Özal’ın deyimi ile “derdini küçük Turgut’a anlatırsın”. Maharet ve meziyet diplomat olabilmektedir yani eğer fenn-i münasebat-ı düveliyeye aşina değilsen, yani diplomasi-şinas değilsen ya da hürmet ve itibar görmezsen, diplomasi berat ya da diploman mevcut değilse, Canım yurdumun küçük kasabasına sıkışır kalırsın maazallah, hatta aşağılara Kasımpaşa’ya kadar da inersin boşa atılmış vitesle… Hülasa diplomasi zor zeneattır, öyle her babayiğidin harcı değildir, hamamda türkü çığırmak kolaydır ve zahmetsizdir hatta türkü güzel olmuş olmamış kimsenin de umurunda da değildir, verirsin türküyü gider…



Pazar, Mart 08, 2020

KORE SAVAŞI


Kore Yarımadası; Emperyalizmin 2. Paylaşım savaşından önce  Japonya’nın işgali altında iken savaş sonucunda, galipler ve mağluplar arasındaki yeni bölüşüm-paylaşım neticesinde, bir tarafı ile kapitalist dünyanın yeni jandarması ABD’nin payına düşerken, diğer tarafı ile de SSCB, Japonya ile arasında paylaşım savaşı öncesi başlayan yerel çatışmalar vasıtası ile bölgeye müdahil olan ve nihayetinde de emperyal zulme karşı çıkmak adına Kore Yarımadasının nerdeyse yarısının sınırsız destek verdiği yerel halk vasıtası ile kurulan yeni devlet üzerinden kendi payına düştüğünü ilan eder. Şu anda detaylarına girmenin konuyu başka mecralara ve yönlere götürmesine yol açacağından, değinmeyeceğim nedenlerle, Güney ve Kuzey Kore arasında sınırda başlayan ama tamamına ve topyekûn bir savaşa girişilmiştir, sonuç itibari ile. ABD’nin behemehâl çağrısı üzerine BM (Birleşmiş Milletler) Güvenlik Konseyi toplanır, ABD büyük bir uyanıklık ile, SSCB’nin daha önceden bir başka nedenden faaliyetlerinden boykot ederek çekildiği Güvenlik Konseyini toplantıya çağırır ve mezkûr bölgeye müdahale kararı aldırır. Nihayetinde 15 ülke bölgeye asker göndererek savaşa müdahil olurlar.

Dönem itibari ile Canım Yurdumda; “büyük savaşa” dahil olmamak adına ciddi çabalar gösteren CHP hükümeti seçimler neticesinde iktidarını kaybeder, yerine DP iktidara gelir. Çünkü Necip Milletimiz; bir yanı ile Almanya yanında, bir yanı ile İngiltere ve müttefikleri yanında savaşa dahil olmanın dayanılmaz bir tutkusunu yaşamaktadır. Eee ne de olsa “asker milletiz” ve savaşsız yapamayız, asker doğduk asker öleceğiz vesselam. Büyük Savaş ertesinde; dönemin reisicumhuru halkın arasına karıştığı bir anda bir çocuğun kendisine; “bizi açlığa mahkûm ettiniz, karne ile beslenmeye mahkûm ettiniz” diye seslenen çocuğa “evet, belki aç kaldınız ama babasız kalmadınız” diyaloğunda bile savaşın müşahhas neticelerinin tariflenmesine kimsenin aldırış etmediği sarihtir. Evet, hülasa, madem bizi savaşa sokmadınız, bizde sizi seçmiyoruz, irade beyanında bulunur Necip Milletimiz. Dönem soğuk savaşın da vites arttırdığı dönem olup, emperyalizmin her türlü yalan, dolan, hile, hurda ve desise ile kandırdığı, Canım Yurdumun da içinde olduğu ülkeler, “hür milletler cemiyeti”ne dahil olma ülküsü ve yaratılan korku sarmalından yırtma dürtüsü ile ABD’nin başını çektiği emperyal politikaların dümen suyuna takılır. Sadece takılsa iyi, sürüklenir ve yer yer de, mahallenin yaramaz çocuğu gibi öne de atılır, kas ile beyin faaliyetlerin yer değiştirmesi ile… Neyse, dünyanın bu rüzgar ile allak bullak olduğu dönemde; canım yurdumun hükümetinin başını çeken, Başvekil Adnan Menderes, TBMM Reisi Refik Koraltan, Genel Kurmay Reisi Nuri Yamut Reisicumhur Celal Bayar riyasetinde Başvekilin Yalova’daki yazlığında bir araya gelirler ve ABD’nin Kore savaşına asker gönderin çağrısına olumlu cevap vermek üzere karar alırlar. Evet, Canım Yurdumun yöneticileri Kore savaşına 4.500 asker göndererek bu kirli savaşa dahil olurlar. Dönemin muhalefet partisi CHP, alınan bu kararın açık bir anayasa ihlali olduğu gerekçesi ile zehir zemberek bir beyanda bulunur ve gerekçe de; meri anayasanın 26. Maddesidir, “Büyük Millet Meclisi, (. . .) devletlerle muahede ve sulh akdi, harp ilanı (. . .) gibi vezaifi (vazifeleri) bizzat kendi ifa eder"…

Muhalefetin tüm itirazlarına rağmen Adnan Menderes Hükümeti kararını ne tartıştı ne de değiştirdi Yalova’da alınan karar geçerli ve meşrudur. Çünkü muhalefetin itirazı ne idi; “savaş ilanı” oysa savaş ilan edilmemiştir, sadece “asker sevk edilmiştir” hattı zatında anayasa da hangi hususların savaş sayılacağı hangi hususların savaş sayılmayacağı kâfi derecede sarih değildir. Necip Milletimiz nezdinde de muhalefetin bu itirazları asla ve kat’a bir karşılık bulmaz, peki CHP muhalefeti ne mi yapar, tabii ki Necip Milletimizin desteğinden mahrum olmama adına hemen rota “Kore savaşı desteğine” döner. Mezkûr Hükümet’in derdi, yaratılan korku sarmalında NATO’ya dahil olmaktır, çünkü irtibat ve iltisakları bu yöndedir.  

Kore savaşına; Şehit olan bir Teğmen’in üzerinden bir şiir ile Nazım Hikmet’te katılır.

DİYET
 
Gözlerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey,
Iki gözünüzle bakarsınız,
Iki kurnaz,
   Iki hayın,
         Ve zeytini yağlı iki gözünüzle
                 Bakarsınız kürsüden Meclis'e kibirli kibirli
                          Ve topraklarına çiftliklerinizin
                                     Ve çek defterinize.
Ellerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey,
İki elinizle okşarsınız,
İki tombul,
   İki ak,
        Vıcık vıcık terli iki elinizle
            Okşarsınız pomadalı saçlarınızı,
                    Dövizlerinizi,
                           Ve memelerini metreslerinizin.
İki bacağınızın ikisi de yerinde, Adnan Bey,
İki bacağınız taşır geniş kalçalarınızı,
İki bacağınızla çıkarsınız huzuruna Eisenhower'in,
Ve bütün kaygınız
      İki bacağınızın arkadan birleştiği yeri
              Halkın tekmesinden korumaktır.
Benim gözlerimin ikisi de yok.
Benim ellerimin ikisi de yok.
Benim bacaklarımın ikisi de yok.
Ben yokum.
Beni, Üniversiteli yedek subayı,
                   Kore'de harcadınız, Adnan Bey.
Elleriniz itti beni ölüme,
            Vıcık vıcık terli, tombul elleriniz.
Gözleriniz şöyle bir baktı arkamdan
Ve ben al kan içinde ölürken
           Çığlığımı duymamanız için
                   Kaçırdı sizi bacaklarınız arabanıza bindirip.
Ama ben peşinizdeyim, Adnan Bey,
Ölüler otomobilden hızlı gider,
Kör gözlerim,
          Kopuk ellerim,
                     Kesik bacaklarımla peşinizdeyim.
Diyetimi istiyorum, Adnan Bey,
Göze göz,
Ele el,
Bacağa bacak,
Diyetimi istiyorum,
Alacağım da.

Pazar, Mart 01, 2020

HANİ O KIŞ KOMÜNİZM GELECEK İDİ

Toplumun; zapt-ı rapt altına alınması faaliyetlerinin en önemli enstrümanı yaratılacak panik ortamı ve korkudur, kolayca anlaşılacağı üzere… Hazırlayacaksın korkunun hasını, kaldıramayacak başını, akşamdan akşama vereceksin çorbe, gücü ele geçirince yetmiyorsa korku, atacaksın zoppe, ve devran dönecek…

Hani bazı ailelerin seçtiği yoldur ya, çocuklarını sus-pus hale getirmek için, “öcü var, öcü geliyor”, “karakoncolos var, geliyor”, ahada tam da o tarz bir yaklaşım, 12 Eylül Askeri Darbesi öncesi, eski Reis-i Cumhurlarından 100 yaşın üstündeki muhteremden; “bu kış komünizm gelecek” lafı… İttihak ve Terakki ile başlayan siyasi hayatı, Milli Mücadeleye yol düşürür Galip Hoca olarak, CHP’den parlak bir ikbal beklendiği için derhal orada vaziyet alınır, İş Bankası kuruculuğuna, oradan İktisat Vekilliğine sıçrama kabiliyeti ve becerisi gösterilir, oradan siftinmelerin dayanılmaz hazını ve hasını husule getirerek Başvekillik, bilahare de arkaya alınan dönemin mode ABD rüzgarı ile Reis-i Cumhurluk  kapılır, çünkü asrın yeni umdesi, Neyzen Tevfik’in harika tarifi ile, “hak kapanındır. Söz haykıranın, mantık ise şarlatanındır. Geçmez ele bir pâye, kavuk sallamayınca, Kürsî-i liyakat …” Mezkûr kelam şimdilerde artık bir şebeklik olarak niteleniyor olsa bile, dönemi itibari ile çok iş görmüştür. Aslında 3. Reis-i Cumhur “komünizm gelecek” deyip tam anlamı ile ters köşe atış yaparak “darbenin, açık faşizmin gelişini” muştulamış kendi meşrebine mütenasip şekilde de biz marabalar bunu anlayamamışız… Eeee Amerikan muhiplerinin en temel özelliği ters köşe yapmaktır, ne de olsa hayatları; yanıltma, yanılma, kandırma, kandırılma üzerine tesis edilmiştir. Gerçi 3. Reis-i Cumhur, Canım Yurdumda “Amerikan muhipleri cemiyetinin” abide isimlerinden olduğu iddiasının etkisinden asla ve kat’a sıyrılamamış biri olup hatta Büyük Amerika’daki “Mc Carthy’ciliğin” Küçük Amerika’daki hamisi ve mümessili olmayı taammüden tercih etmiş görüntüsünü hep korumuştur.

Komünizm gelmedi ama darbe geldi, zulüm geldi, işkence geldi, zam geldi, mesela dolar bir günde 2,5 kat arttı, sendikasızlık geldi, vs vs… Bu kabil sefil ifadelere, yalana, dolana, hileye, desiseye inananlara hayırlı uğurlu olsun… Çok şükür komünizm gelmedi bu güzelim coğrafyaya… Ne kadar sevinseler azdır bence de; çünkü Komünizm gelmedi ama yüzde yüz yerli ve milli ve de Amerika’nın “our boys” dediği çocuklarının darbesi geldi… “Sosyal gelişmeler ekonomik gelişmelerin önüne geçmiştir” fikriyatının mümessilleri olmayı bir halt sayan ve gelişmek, asri medeniyet seviyesini yakalamak için çalışmayı öngören ve öneren bu ülkenin en dinamik kesimi devrimci gençleri yok etmeyi plan haline getiren bu zevatın en önemli temsilcilerinden biridir aynı zamanda 3. Reis-i Cumhur… Aynı abuk subuk fikriyatın bir diğer mümessili ise; “Bulgaristan’dan elektriği yazın biz alıyoruz, kışın onlar bize satıyor” sözü ile de memleketin su rejimini, elektrik rejimini bugünkü noktalara kadar getirirken “kış” mevsiminin tarafımızda yarattığı atalete dikkat çekmektedir. Zaten “kış”ın Balkanlardan da soğuk hava gelir, vs vs… Bu kış mevsimi demek ki Canım Yurduma hayırlar getirmemektedir. Esasen kış kışlığını puşt puştluğunu yapar ya, bir Türk atasözüne göre, ahadaaa durum bu durumdur. Mesela bu lafı eden şahısın bu lafı ettiği tarihteki yaşı 100’den fazla olması hasebiyle kimse de çıkıp “la bu adam bu yaşta normal mi acaba? demans olmasın?” felan da demeden inanıyor ya yapacak bir şey yok, ne yapalım… Başa gelen çekiliyor… Tam kış uykusuna yatacak idi ki, Necip Milletimiz bunu duyar duymaz, artık bu uyarma ile uyanık kalır ve olan biteni görür zannederken bir de baktık ki daha da katmerli ve kasvetli bir uyku fazı oluşmuş. Biz nereden bilelim, gelmeyen komünizm yerine gelen “körizm”in bizi perişan edeceğini kış mevsiminin, artık günün mode deyimi ile başta BYV (beyin yıkayıcı virüs), ASV (akli spazm virüsü), GKV (göz körleyici virüs), ortalığı kasıp kavurmaktadır.

Hani eskiden Amerikan beslemesi “Komünizm” düşmanı muktedir ve muhteremler derdi ya; “komünizm, eve gidince kapıda ayakkabı ya da palto görünce dönersin çünkü karı ortak olup şu an başka biri ile…” Ben uzun yıllardır SSCB bakiyesi Cumhuriyetlerde gerek iş, gerekse de turistik geziler yapıyorum ama asla kapısında ayakkabı olanın evin kapısından geri döndüğünü duymadım, görmedim, okumadım, tam tersine ayakkabı görünce eve misafir gelmiş diye çok sevinerek evine girdiğine tanık oldum, tıpkı diğer normal insanlar gibi… Ama bu lafı uyduran dürzüler; ki bunlar, genellikle köylerinden askerlik dışında hiç bir zaman ayrılmamışlar, köylerinden gayri hiçbir yer görmemişler, başta Kuran dahi olmak üzere hiçbir kitap okumamışlardır. Bildikleri tek şey ki o da yalan yanlış dini ritüellerdir.

Evet; sonuç itibari ile geçen kış, bu kış ve gelecek kışta komünizm gelmedi, gelmeyecek, ama bunu tekrarlayarak yarattıkları paranoyak durum içinde, memleketi getirdikleri yer ile öğünebilirler gayri… Celalim, sen rahat uyu artık, ne o kış ne bu kış gelmedi ve de gelmeyecek… Çünkü artık “gel de bu hasret bitsin çağrısı”nın yönü değişti… Gerçi bizler o vakitlerde “bu melun sözü”; keşke öyle bir şey olsa da, bu kış “Yarin yanağından gayrı her yerde her şeyde hep beraber” olunsa da, açlık, fakirlik, sefalet, haksızlıkların ortadan kalkacağı bir davet olarak algılamış idik ama… Hani Canım Yurdumun İnsanı; “kardeşim, komünizm gelirse maazallah kömür, elektrik, domates, patates, soğan çok pahalı olur ve bu yüzden gelmesi caiz değildir” dese çok hoş olacaktı ama bu kehanette bulunulmadı, kehanet gerçekleşmiyor vs vs. Vallahi bu kadar yalanın ve dolanın, Necip Milletimiz nezdinde bu kadar sitayişle karşılık bulması karşısında reklamcılar bile hasetinden çatlamıştır Allah bilir…  Artık nasıl bir subliminal mesaj yüklenmişse bu ham kafalara, sil sil bitmiyor, yıka yıka gitmiyor… Demek ki barut nemli ateş almıyor… Benim oğlum bina okur döner döner okur misali, Allah verdikçe veriyor aynı ortamı… Çok beğenildiği için filmin kaçıncı versiyonu çevrildi Allah bilir gayri…

Ancak bu kadar korku ile zapt-ı rapt edilmenin çok farklı ve de menfi semptomları da vardır, orta ve uzun vadede, hastalıklı ruh hali… Peki bu toplumsal hastalıklı ruh haline düşmekten bu halin yaratıcıları kolayca kurtulabilirler mi, zinhar, kurtulamazlar, filhakika tam bir paranoya batağına gırtlaklarına kadar batarlar. Neyse burdan sonrası psikologların alaka alanına girer deyip iktifa edelim.

Büyük Usta Nazım Hikmet’in hasreti ve hasleti ile son verelim;
selamlamaya geldim seni yeryüzü umutları adına,
bedava ekmek ve bedava karanfil adına
mutlu emeklerde mutlu dinlenmeler adına
"Yarin yanağından gayrı her yerde her şeyde hep beraber"
diyebilmek adına

Aman yanlış anlaşılmasın bu yazı tamamen bir methiyedir…