Cumartesi, Temmuz 11, 2020

ÇEŞME EŞEK ADASI

Eşek; insanoğlunun doğasından koparıp, haydi ehlileştirdiği diyerek durumun vahametini küçültelim, çok amaçlı olarak başta da tarım, taşıma gibi alanlarda kullanmaya başladığı yegâne hayvandır, bilindiği üzere. Tek başlarına üzerlerine konulan semerler vasıtası ile taşımacılıkta kullanıldıkları gibi, “arabaya koşularak” daha organize taşıyıcı rolü üstlenirken bazı yerlerde de nadiren “çift sürmede” kullanılırlar. Yani kolayca hayal edilebileceği üzere, “eşek gibi” her şeye koşturulurlar. Daha önce “eşek metaforuna katkılar” başlıklı yazımda “eşek” deyip burun kıvıranların birçoğunun “aslan” dediklerinde müthiş gururlandıklarını yazarak konuya girip, insanoğlunun çok geniş kullanımı olan atasözlerine ilham kaynağı olduğunu yazmıştım. “Eşek sudan gelene kadar dayak”, “acemi nalbant gâvur eşeğinde öğrenir”, “aksak eşekle yüksek dağa çıkılmaz”, “anasını eşek kovalasın!”, “eşeği kulaklarından, aptalı konuşmalarından anlarım”, “eğer üç kişi sizin eşek olduğunuzu söylüyorsa, bir semer kuşanın”, “geçti Bor’un pazarı, sür eşeği Niğde’ye” başta olmak üzere derin manalı onlarca atalar sözü yanında “eşek kadar adam oldun” diyerek çocuklarının büyümesini ve akıllı davranmasını kast ederek söyledikleri bir sözün olduğunu da unutmamak gerekir. Hülasa eşeklerin davranışları ve hafızaları üzerine yapılan uzun ve ciddi araştırmalar sonucunda, eşeklerin oldukça zeki, dikkatli, arkadaş canlısı, rol yapma kabiliyeti yüksek, duygusal ve öğrenmeye meraklı ve yatkın oldukları anlaşılmıştır. Peki bunun yanında insanoğlu mütenasip bir yaklaşım gösterir mi mezkûr hayvanlara, nerde… Bazen eşeklerin semerlerinden bile kıymetsiz olduklarına rastlıyoruz bazı aktarımlarda. 1914 – 1918 tarihlerinde Çeşme Kaymakamlığı yapmış Hilmi Uran’ın “Hatıralarım” adlı kitabında; “Rumlar Çeşme’yi terk ederlerken birlikte götürecekleri eşyalarını eşekleriyle deniz kenarına kadar götürüyorlar ve kayığa binerken de eşeğin semerini sırtından alıp semeri de birlikte kayığa aldıktan sonra eşeği başıboş bırakıveriyorlardı. Sokaklarda başıboş sahipsiz dolaşmaya başlayan bu eşekleri toplatarak kalenin burcu altındaki muhafazalı bir avluya hapsettirmiştim. Fakat yüzlerce eşeğin bir araya gelmesi onları huysuzlaştırdığından vaveylalarından o civarda durulmaz olmuştu.” denilerek terk edilmiş eşek sayısının ne kadar fazla olduğunun altını çizmiştir. Demek ki zor durumda ilk terk edilecek hayvan “eşek” oluyormuş. Peki halen Anadolu’da bu terk edilme devam ediyor mu? Evet ne yazık ki, hayvanseverlik payesi tahtında kedisini, köpeğini çok seven halkımız eşeğini kışın bakım masrafı ağır geldiğinden doğaya terk ediyor. Gerçi bu terk edilişin tarihsel kökenleri de vardır, deyim yerinde ise “ekonomik ömrü” dolan at ve eşek gibi hayvanların doğaya serbest bırakılması bir gelenektir. Bu gelenek ağırlıklı olarak bakım masraflarından yırtmak içindir çünkü necip milletimizin ahde vefası ve kadirşinaslığı böyle tecelli etmektedir, köprüyü geçene kadar ayıya dayı demek vukuat-ı adiyedendir ne de olsa. Tam da bu nedenle kullanılan çok güzel bir sözcük vardır; “yılkı”, bir anlamı da at ya da eşek sürüsü olsa da esasen çalışma ve faydalı olma ömrünü tamamlamış hayvanın doğaya salıverilmesidir. Sahibinin, bakım masrafından kaçınmak bazen de elde olmayan nedenlerle, kudret ve güç yetmediğinden sadece kış aylarında doğada kaderine terk edip, yaz aylarında ihtiyaca binaen tekrar sahiplenilen, tabii ki şansı yaver gider de kurda kuşa yem olmadan sağ salim kışı atlatabilen ve bulunabilenler ya da geri dönebilenler için, bu durum geçerlidir. Canım yurdumda bu uygulamanın istisnasını bir zamanlar, İzmir ve Mardin Belediyeleri gerçekleştirmiş idi, hani araç giremeyen sokakların atıklarını toplamak için çalıştırılan eşekler kullanılır idi ya, çalışma gücü kalmayanlara emeklilik gibi bir uygulama başlatmışlardı. Ne kadar da duygusal ve ahlaki bir uygulamadı idi, insani diyemiyorum, malum nedenlerden ötürü.   

Neyse; biz başlığımıza doğru girizgaha devam edelim. Çeşme geçen yüzyılın başında olduğu gibi yüzyılın ortalarından itibaren benim de tanıklığımda küçük çiftçiliğin gereği olarak hemen hemen her evde bir eşeğin bulunduğu bir dönem yaşamıştır. Hatta 70 li yıllarda; Güzel Çeşme gerçek manada yabancı turistlerin tercih ettiği bir destinasyon idi ve o yıllarda şimdi “Eski Çeşme Harabelerini” gezmek için eşekli turlar düzenleniyordu. O yıllarda Çeşmespor’un kaleciliğini gayet başarılı bir şekilde gerçekleştirmiş ve şimdilerde İsveç’te yaşayan Arap Ekrem (Ekrem Çimen) gerek kendisinin gerekse de komşularından aldığı eşekler ile konvoy oluşturup “Eski Çeşme” gezisine çıkarır idi  turistleri. Enteresan bir aktivite oluşturmasının yanında ulaşım sorunu olan bu yere, turist taşımanın egzotik ve otantik ama çok eğlenceli bir yolunu da bulmuştu kendince.

Ege adaları içinde hemen hemen her ilçeye yakın bir eşek adası da vardır ve her birinin haritalarda yeri olsa da olmasa da bir gerçek ve kayıtsal adı vardır ama yerelde “yılkı eşekleri” için kullanılmasından ötürü de yaygın biçimde “eşek adası” olarak bilinirler. Bizim Çeşme’nin de böyle bir adası vardır ve gerçek adı “Kara Ada”dır. Bu ada yaklaşık 6,5 dekar büyüklüğünde olup doğal hayatın bulunduğu her yerde örneklerine rastlanılacak her türlü yaban hayvanını barındırır. Buraya eşek adası adının verilmesinin gerekçesi ise yılkı eşeklerinin buraya getirilip bırakılmasıdır. Atalarımız şimdilerde olduğu üzere kış ayları yılkı oluşturmazlar, emeklilikte dingin ve vasat yer önemlidir onlar için, eşekleri adına. Şimdilerde bakıyorum bazı uyanıklar uzun etaplı planlarına ve hesaplarına müteallik, yok “burada eşekler yiyeceksiz kalıyor, susuz kalıyor” iddiaları çerçevesinde adanın kullanım amacını çaktırmadan değiştiriyor. Sanki sadece kendileri hayvansever, doğasever kasınmalı edalarıyla uzun vadeli planlar ya da hayaller kuruyorlar, en azından görünen o. Sanki atalarımız, konu hayvan defetmek olduğu halde çok daha yakın adalar olmasına rağmen bu görece uzaktaki adayı mazoşistliklerinden seçmişler, ya bırakın Allahaşkına, bu suyu yoktur, otu yoktur iddialarını. Orada Ege’de yaşayan her türlü hayvanın ve bitkinin örneklerine denk gelmek her daim mümkündür. Atalarımız onları meşakkatli bir yolculuk ile oraya emeklilik hayatlarını geçirmeleri için bırakır iken bugünkünden daha “hayvani” ama daha sevecen bir ortam olduğu için tercih etmişlerdir. Yazının eki olan fotoğraftaki görünenler artık ne yazık ki yoktur, ve artık eşekler alçak akımlı elektrikli teller arkasındadır. Aaaaaaa, sonraları “hayvansever” görünümlü abilerimiz hayvanları kafeslere tıkıp insanlara para karşılığı gösterme maksadı ile hayvanat bahçeleri tanzim edince de, yırtıcı hayvanların besin ihtiyacı için ne yazık ki bu eşek adaları ilk akla gelen yerler olmuştur. Gerçi ahlakı yüksek kişilerce sucuk imalatı için de hedef oldukları ve ne yazık ki bunun bir hayli yaygın olduğunu da günlük basına yansımalardan anlamaktayız.

Karakaçanlara, daha insanilik, daha hayvanseverlik adına yapılanlara bakınca insanın yüreği burkuluyor. Uyuz eşek derler ama kutsal olduğu söylenen develerin kervanına rehberlik, önderlik eden bu hayvanata biraz daha saygı…

 


Pazartesi, Temmuz 06, 2020

CAVİT KÜRNEK

“Yalnız isem çok yaşamayı neyleyeyim, maksat dostlar, sevenler ve kadirşinas insanlar ile çok yaşamak olmalıdır” ilkesi ile dolu dolu bir ömür geçiren, tam teşekküllü bir sanatçıdan söz etmek istiyorum bu yazımda. Cavit Kürnek olarak bilinir ama tam ismi İsmail Cavit Kürnek’tir. Hikayeci, Romancı ve Fotoğraf sanatçısıdır.  Hele foto-röportaj tarzı çalışmaları hayatın dinamiklerini yansıtması açısından gerek camianın içinden gerekse de dışından ilgili insanların takdirini her daim kazanmıştır. Yerelde nerede kültürel ve sanatsal bir faaliyet varsa içinde olmaya özen göstermiş birisi olarakta “Çeşme Kültür ve Sanat Derneği” içinde Türk Sanat Müziği Korosu’nun kurucusu olarak bilinmektedir.

Hikayeci, romancı, şair ve fotoğraf sanatçısı Cavit Kürnek, duyarlılıkları ve tercihleri neticesinde görece daha iyi, daha dingin ve daha müreffeh bir hayat yerine daha sorumlu, daha duyarlı ve daha faydalı bir insan olmayı tercih etmiştir. Karaburun kökenli olarak bilinmesine rağmen uzun yıllarını Çeşme’de geçirmiş ve bu nedenle de Çeşmeli sanatçı olarak bilinmiştir. 

Kitaplarının kendisi için yazılmış takdim ve tanıtım bölümünde; “Kıbrıslı Salih Suphi Bey ile Sakızlı Leyla Hicran Hanım’ın çocukları olarak, 14 Nisan 1933 tarihinde İzmir’de doğdu. Gümrük Muhafaza Memuru olarak babasının görevi gereği, 1936 yılında İzmir’in öksüz ilçesi Karaburun’a gitti. İzmir’e karayolu bile olmayan bu cennette tam 10 yıl yaşadı. Kız kardeşleri Cavidan ve İmren burada doğdu. Karaburun’da gerekli eğitim kurumlarının olmaması nedeniyle, 1946 yılında yeniden İzmir’e döndü. Orta öğrenimini İzmir’de tamamladıktan sonra, bir süre Ankara Kırıkkale’de teknik eğitim aldı. İklim koşulları nedeniyle hastalanıp, okuldan çıkarıldı. Askerlik görevinden sonra, İzmir’in en büyük basımevlerinden birinde çalışmaya başladı. Mesleği kısa zamanda kavrayıp ustalaştı. Durmadan okuyor, sinemaya, tiyatro gösterilerine gidiyordu.” diye yazılmıştır, hayatını ve uğraşılarını özetlemek adına.

Dünyaya ve yönetimlere ve de yönetenlere mesafeli ve eleştirel bir yaklaşım gösterme tercihi kendisini giderek muhalif biri haline getirir. Basın-yayın ve matbaacılık dünyasında yer alırken, sendikacılık görevi üstlenmekten de geri durmaz. Basın-iş sendikası İzmir Şube Başkanlığı görevini üstlenir, bu nedenle de başı sürekli olarak ağrır, ilkini yazdığı bir öykü nedeniyle geçirdiği sorgulamalar giderek artar ve ağırlaşır ve nihayetinde Canım Yurdumu dizlerinin üstüne çökertme operasyonu olan 12 Eylül Darbesinin kadrine de uğrar, mapushane ile tanışır.

16 yaşında iken bir arkadaşının fotoğraf makinesi ile başlayan fotoğrafçılık hayatı, İzmir’in ilk renkli fotoğraf laboratuvarını kurmayla devam ederken, çeşitli defalar çektiği fotoğraflardan oluşan “fotoğraf sergileri” düzenler. Çektiği fotoğraflardan kartpostallar üretilir, vs vs.

“Sardunyanın adı Maria” adlı kitabında; “Annem Leyla Hicran Hanım ve aile bireyleri, 1923 yılında Sakız Adası’ndan göç etmek zorunda kaldıkları zaman, mübadele gereği bu ev ve tarla verilmiş onlara. Aile kim? Anneannem Sakızlı Terzi Fatma Hanım, dayılarım Tenekeci Harun ile Mehmet, teyzem Hatice ve annem Leyla Hicran!” diyerek Çeşme’nin köklü ailelerinden olduğunun bağlarını da sıralar iken geçen yüzyılın başında yaşanan ve çok zorlu geçen mübadele bilgileri de aktarmaktadır.

Edebiyat dünyamıza kazandırdığı; “İnce Çimene Su- Öykü”, “Sardunyanın adı Maria – yaşam öykü”, “İzmir’in İnce Gülü – Roman”, “Dalgaları Saymak – Roman”, “Eşek ile Zeytin Ağacı – öykü”, kitapları ile okuyucuların dikkatini çekmiştir. Öykülerinde tasarlanmışlıktan ve kurgudan ziyade, sosyal hayatın ve doğanın gözlemi ile yaşanmışlıkların ve tanıklıkların aktarılmasına özen göstermiştir. Seyrekte olsa öykülerinde efsanelere yer vermiştir, örneğin “Sardunyanın Adı Maria” adlı kitabındaki “Tanrının gözyaşları” başlıklı olanında, bir nergis çiçeği diyarı olan Karaburun’da küçük küçük gölleri ile nergis ve efsanelerin bir karışımı vardır. “Kiralık Duvak” başlıklı ilk şiiri Ege Ekspres gazetesinde, diğerleri ise çeşitli zamanlarda Varlık, Dost, Evrim, Dönemeç ve Menteşe dergilerinde yer almıştır.

Vefatından önce imzalayıp verdiği “İzmir’in İnce Gülü” adlı kitabındaki tanıtım bölümünü aynen aktarmak istiyorum ki, bağlılık, duygu derinliği çok daha iyi anlaşılsın.

“Kordonboyu'nda atlı tramvaya binişimiz, kıyıdaki bir restoranda yediğimiz öğle yemeği, sonra çok süslü ve çın çın öten faytonla İzmir sefası!

'İzmir çok güzel!' diye bağırıyor, oturduğum yerde duramıyordum. 'Hep burada yaşamak isterdim!'

'Bağırma!' diyor Aleksi, 'seni duyabiliyorum!'

Bu sefer kulağına ağzımı dayıyor ve sessizce mırıldanıyorum:

'Seni çok seviyorum!'

Tam duyamıyor, tekrarlamamı istiyordu. Ben de olanca sesimle haykırıyordum:

'Seni seviyorum!'

(…..)

İzmir!

Mavi Ayaklı Güvercin!

Ne zaman İzmir'i betimlemeye kalksam, hep kuşa benzetirim! Rengi hep beyazdır ve bir damla yaş gizlenir gözünde!

İzmir'e aşık mıyım? İnsan bir kente âşık olabilir mi? Yani taşa toprağa ağaca, caddelere evlere, sarı otobüslere faytonlara, eskilerde de kalsa çın çın ve şiirsel sesli tramvaylara?

Yine de bir şehre tutulmanın ağaçla, denizle ve mavi bir gölgeyle olacağını sanmıyorum! Beni İzmir'e sırılsıklam tutkun edenin mahallemizde açan ve kokusuyla burun direğimi kıran bir yasemin olduğunu neden yadsıyayım? Gözleri bol kirpikliydi ve gövdesi sedef kakmalı bir udu andırıyordu.”

Bir “Panait Istrati” hayranı olduğunu kütüphanesini elden geçirirken anladım ve ayrıca Kürnek’in başarılı bir öykücü olmasında ciddi manada katkısının olduğu da gayet anlaşılır durumdadır.

Çeşme’nin sevilen insanı, fotoğraf sanatçısı, hikayeci, şair ve romancısı Cavit Kürnek, 86 yaşında 21.02.2019 yılında hayata veda eder. Geride birçok eser bırakır, bunlardan biri de değerli kütüphanesidir. Yeğeni Arda Gönül, Dayısının bu hazinesinin bir bölümünü tarafıma hediye etmiştir. Cavit Kürnek’in direk kendisine elden, mesaj ve posta yolu ile özel not ya da mesaj düşülerek hediye edilmiş, verilmiş ya da gönderilmiş olan manevi değeri çok yüksek olanlar hariç diğer kitapların genel edinebilme ve bulunabilme konusunda sıkıntı yaşanmayan bu bölümünün hediye edilecek gerek kamu gerekse de özel adaylar arasından tarafımın teveccühü büyük bir onur olup manevi değeri çok yüksek bu kitap hazinesine sahip olmanın büyük mutluluğunu yaşamaktayım. Mezkûr kitaplara Cavit Kürnek adına gözüm gibi bakıp kollayacağım ve de şüphesiz ki Canım Yurdumun bilgi birikimine ve hatıra ile hafızasına katkıya her zaman devam edeceklerdir.

 

Pazar, Haziran 28, 2020

BERBER SABİT- TIRAŞ ve SÜNNET

Sünnet toplumuzda erkek çocukları açısından koca bir ömür boyu unutulmayacak, ittifakla da aileler için “mürüvvet görme” diye bilinen, kimilerine göre olumlu kimilerine göre de olumsuz sonuçları olan bir “fazlalık aldırma” ameliyatı geleneğidir. Geleneği layığı ve kurumlarıyla yürüten eski dönem erbapları, nasıl olur da en azından 2 tanesi çok önemli sonuçlar vermeye mütemayil ciddi bilgi ve tecrübe gerektiren operasyonları kolaylıkla yürütmüşlerdir. Çok şükür ortalık, sonuçları büyük anormalliklerle dolu sünnetler, enjeksiyonlar ve ağız diş sağlığı problemlerinden geçilmez değildir, gerçi pantolon altında olan bölümü pek bilemiyoruz ama… Diğer taraftan  biz görmesek te konunun uzmanları, ehil olmayan bu zevat tarafından gerçekleştirilmiş, iğne ve aşı nedeniyle çağdaş toplumlarla kıyaslanamayacak kadar fazla olumsuz sonuç bulunduğu, sünnet operasyonlarının olumsuz ve kötü sonuçlarının sünnet olmayanlara göre had safhada olduğu, ağız ve diş sağlığı açısından ise hiç te parlak bir durumumuzun olmadığını sürekli anlatmaktadırlar, berberlikte ise ne yazık ki “Amerikan tıraşı”, Fransız “a la brosse”, Alman Nazi tıraşı ve Elazığ “tas tıraşı” arasına sıkışıp kalınmıştır.

Sünnet geleneğinin sadece tarafımıza ait olduğunu zannedenlerin varlığı ise bilgi ve ilgi seviyemizin harika bir göstergesidir, oysa okuyanlar ve araştıranlar bilir kökeni taa Sümerlere kadar dayanır tek tanrılı dinlerde ise Yahudilerle devam ettirilir. Sünnet bilindiği üzere dünyanın en eski ameliyatlarından sayılmakta olup, çok tanrılı toplumlarda ilgili tanrılara üretimden pay verilme şekli ile ilk kez Sümerlerde görülür, Hititlerde devam eder, Yahudilerde uygulanır, eski Mısırda da vardır, vardır da vardır… Hatta Afrika’da kadınların bile sünnetten yaygın nasiplendiği bilinmektedir. Öyle sadece bir inanca ya da bir etnik yapıya ait değildir, anlaşılacağı üzere. Özetle berberler tarihte ciddi manada sağlık memuru rolü ile donanmış görünmektedir, tıraş, sünnet, diş tedavisi, ufak tefek yaralara müdahale etmek, iğne ve aşı yapmak gibi benim de görme ve yaşama baht(sız)lığına düçar olduğum vaka iken yazımın ilk bölümünü okuyan dost ve okurlardan gelen bilgiler tüm bunlara ilaveten “hacamat çekmek”, “sülük çekmek” gibi faaliyetlerinde olduğu yönünde idi ki ben bu son 2 faaliyetten bihaberdim. Çok eskilerde, sağlık çantasını, berber, sıhhiyeci, sünnetçi ve dişçi faaliyetleri için gerekli olan el aletleri, müdahale ve tedavi malzemeleri ile doldurup köy köy dolaşıp ihtiyaç gideren seyyar bir ehl-i zenaat vardı ve ben bu çantalardan bir tanesini yakından görme şansına eriştim ancak ne çanta, çantadan ziyade tahtadan imal edilmiş kocaman bir bavulu andırır idi… Çanta adeta, seyyar dişçi, seyyar iğneci, seyyar sünnetçi dükkânı idi açıldığı zaman. Bu seyyar erbaplara tanıklık edip yine beni arayarak ilave görev tanımında bulunan bir arkadaşım ısrarla “nalbantlık” görevi de ilave etmek istedi, ben de yok artık dedim, yine de “olmaz olmaz deme, olmaz olmaz” diyelim… Bir de bu görev tanım kalabalıklığı içinde bakıyorum da; hepsini kapsayan bir “sağlık memuru gibi” yaklaşımı var iken, iş sünnete gelince birden “fenni sünnetçi” tanımı zuhur ediyor, sanki diğer faaliyetler “fen”den azade imiş manası oluşuyor. Sanki sünnet dışında her şey “örfi” yani “ehl-i tabip” ama sünnete gelince “fenni sünnetçi” … Konu; halktaki karşılığı sağlık olunca teşkilatsız halkın karşısında teşkilatlanmanın kaçınılmazlığı gereği İstanbul’da “sünnetçi berberler loncası” olduğunu Evliya Çelebi’nin seyahatnamesinde okumuştum.

Evet artık tekrar, “Berber Sabit”e kıralım rotayı. Bir önceki yazımda halamın oğlu olduğunu ve sünnetimi yaptığını belirtmiştim. Tabii ki gelenek ve göreneklerin yoğun etkisi altında hayatını şekillendiren ailemin dayatması karşısında sünnet konusunda da sünnetçinin karşısına savunmasız daha da önemlisi desteksiz bir vaziyette çıktım. Büyük abilerimizin anlattığı bir sürü abuk subuk ve mesnetsiz tevatürlerin etkisinden kurtulmak o yaş itibari ile hiç de kolay değildir, kolay olmadığı gibi üstüne üstlük büyüklerimizden de yalan yanlış hikayeler duyuyordum. Bunlardan en fazla aklımda kalan ve beni etkileyen de, kesilen parçanın bir etli yemeğe katılarak sünnet olan çocuğa yedirildiği uydurması idi, hadi gel bakalım et ye. Bu et yememe işi bir hayli uzun sürdü, vaktaki artık malum parçadan eser kalmamıştır kanaati oluştu ancak o zaman et yenilmeye başlandı. Artık fazla et tüketilmesin diye bizimkilerinde bu uyduruk hikâyeye katılması mı etkili oldu bu konuda bilemiyorum. Serde küçük çocuk olma durumu da var diğer taraftan ileri yaşlarda malum işi balta ile yapacaklar palavraları da var, gel de çık işin içinden o küçük başınla… Hatta bir tanıdığımız, başından geçenleri anlatırken, “usturayı vurdu, fış diye kan fışkırmaya başladı” deyince diğer tanıdık “basmıştır penisilini sorun çözülmüştür” deyince de “ne penisilini be, boca etti ince talaşı” diye cevaplayınca, hayli vahim bir badire olduğu şekillenmişti kafamızda.

Halamın oğlu aynı zamanda berberdir ya, berberin de dedikodusu eksik değildir diye bilinir ya. “Berber Sabit” berberdir ama dedikodu işinin pek yakınında durmaz ama müthiş bir mukallittir, insanlara takılmayı da severdi. Mukallit adamdır da haydi kendi deyimi ile söyleyelim, “ciddi şakacı” idi. Birilerini dalgaya almak için çok ciddi biçimde hikayeler uydurur idi hani hikâye külliyen uyduruk olsa bile ciddi bir anlatım yapardı. Bir gün elektrikler kesilmiş, nedenini soran muhteremlere “Uzunkuyu’da elektrik tellerine kartal çarpmış”, elektrikler de sürekli kesilir ya o dönemde bir başka gün de başka muhteremlere “elektrik direklerini çalmışlar” derdi. Hele birilerini tarifi vardı ki; hızlı anlatım içinde kimse farklılıkları ya da şamatayı yakalayamazdı. Tarif derken “kim” tabii ki “Ahmet”, o da uzun boylu, kısamtrak, etine dolgun, zayıfça, karakuru beyaz tenli, benzeri kelimeler arka arkaya sıralanır idi.

Bekardı, ben anlayamamıştım neden evlenmemiş olduğunu, kız kardeşi de bekardı ama onun çok ciddi mazereti vardı, felçli ve hareket edemeyen annenin bakımını fedakârca üstlenmişti. Ancak son derece bakımlı ve düzenli biri idi. Bizim hala oğlu mühim adam derdim kendi kendime, baksana berber, sünnetçi ve sıhhiyeci, 3 önemli meslek sahibi derken Adana’ya gidince gördüm ki berber, iğneci (sıhhıyeci) sünnetçi ve dişçi gibi ihtisasları da barındırıp hala oğlumu geçmiş muhteremler gördüm, lakin Adana’daki gördüklerimi de geride bırakanları bilahare çalıştığım Hindistan’da görmüş idim.

Neyse ki; artık “fenni sünnetçi” ya da “sünnetçi” uygulaması yasaklandı da, çocuklar kurtuldu lakin madem ki bir gereksinimdir, hastane ortamında ya da steril ortamlarda ve “doktorlar” marifeti ile ciddi ameliyatlar titizliği ile icra edilir hale gelmeliydi nitekim geldi de, çok şükür.

Anlatılacaklar bitmedi lakin yer bitti bir sonraki yazıya sünnet ile ilgili anıları da; Hollandalı Mühendis arkadaşımızın Türk Kızı ile evlenmek istediğinde başından geçenleri, Çeşme’nin ilk Alman damadının başına gelenleri, oğlumun sünneti konusu ve de canım yurdumda bir zamanların matah işlerinden belediyeler öncülüğünde toplu sünnet törenleri yapılması, Venizelos’un bakanlarına sünnet yapanlar için dedikleri vb gibi konuları, yetiştiririm umarım.  

 


Pazar, Haziran 21, 2020

BERBER SABİT

“Sabit Sağlam” halamın oğlu, Berber, Fenni Sünnetçi ve Sıhhiyeci yani iğneci, bakışları ve boyu, kilosu, yüz hatları, duruşu ile bende her zaman bir “Mustafa Kemal Atatürk” portresi oluşturmuştur. Bilmiyorum, bu portre başkalarında da oluşmuş mudur? Yoksa sadece bende mi böyle oluyordu? Babam en küçük çocuk ve deyim yerinde ise de tam teşekküllü “tekne kazıntısı” … Tüm yeğenleri kendisinden büyük nerdeyse, birkaç amca oğlu haricinde… Babamın ablasının oğlu Sabit Sağlam kendisinden büyük, ancak bakılınca geçen yüzyılın başındaki aile yapılanmasına çok da aykırı duran bir durum değil. Savaşlar, Tıbbın görece geriliği, erken evlilikler vs gibi daha birçok nedenden ötürü ailelerde sıkça görülen durumlar bizim ailede de kendini göstermiştir, anlaşılacağı üzere… 

“Berber Sabit” adı ile maruf halamın oğlunun berberliği yanında esas meşhur olduğu dal ise diğer 2 faaliyet alanına tur bindirmektedir, o fazlaca söylenmese de “Sünnetçi Sabit” olarak daha ön plandadır. Bayramlarda ve diğer özel günlerde Halam mutlaka ziyaret edilirdi, uzun yıllar hareket kabiliyetini yitirmiş vaziyette hareketsiz yatıyor olsa da mutlaka ziyaret edilir, eli öpülür, hürmet gösterilirdi. Kendisine, 24 saat esası ile bakacak birisinin mutlaka olması ve şimdiki gibi profesyonel hizmet sunan kurumların da olmaması, en azından Çeşme’de olmaması nedeniyle, halamın kızı Sema Ablamız, kendisini feda ederek evlenmemiş ve annesinin bakımına vakfetmiştir kendisini. Bu vesile ile başta Halam ve kızı Sema ablayı saygılarımla bir kez daha yad ediyorum. Hatırladığım kadarı ile bu ziyaretlerimizin hiç birisinde, aynı evde yaşıyor olmasına rağmen Sabit Abi ile evde hiç karşılaşmamıştık. Küçük bir detay var mutlaka bilinmesi gereken hem Sabit Sağlam hem de Sema Sağlam babamdan büyük olmalarına rağmen ben kendilerine belki de protokol gereği “Abi” ve “Abla” diye seslenirdim ve onlar ya da bir başkaları da bunu asla yadırgamazlar idi.

Sabit Abi’yi; Çeşme Çarşı İçindeki küçük berber dükkanından bilirdim, nedendir bilmem, tıraş olmak için bir kez dahi kendisine gitmemişimdir. Dükkanını bilirim, hatta aklımda kaldığı kadarı ile muhteşem bir ahşap “berber koltuğu” vardı, kendisini yakinen tanıyan, hatta kiraladığı dükkânın sahiplerinden Hüsnü Karaman’dan geçen günkü sohbetimizde öğrendiğim kadarı ile mesleği bırakmasına rağmen mezkûr koltuğu uzun süre başka başka depolarda koruyor olduğudur. Bir de masif ahşap ve kenar profilleri oyma olan kocaman aynası vardı, her berberde benzerlerinin olma ihtimalinin az olabileceği cinsten hem de.

Benim, her bizim cenahtan çocuğun olduğu gibi, tüm hayatımı etkileyen yakın ve fiili tanışıklığım halam oğlu ile, sünnetimdir. Henüz 9 yaşında hayatın gerçeklerinin fazlaca öğrenilemeyeceği evresinde bu Atatürk portreli adam o güne kadar hala oğlu iken birden önümde elinde usturası ile “nazik aletimden” kendilerince fazlaca olan bölümünden birazcık kesmek üzere hazır ve nazır iken ben de tıpkı bir cenderede kıpırdama şansımın olmadığı bir halde, hatta İsa’nın çarmıha gerilişini bile kıskandıracak bir vaziyette kapanda idim. Hayal edin Allah aşkına, adamın biri bir ayak bileğinden bir diğeri ise diğer bilekten mengene gibi kavramış bir diğeri ise arkadan kolları çapraz istikamette kavramış ve olanca kuvveti ile geriyor, bir başkası ise elinde kocaman bir lokum ile bağırır iken ağzını açmanı bekliyor ki bağırdığın anda ağzına kocaman lokumu tıkacak. Tablo bu. Zaten sünnetin olacağı söylendiği andan itibaren mahallede yaşça biraz büyük abilerimiz, sol elinin diğer parmakları kapalı vaziyette iken işaret parmağını uzatarak sağ elinin işaret ve orta parmaklarını makas ile kesiyormuşçasına bir hareket çekerek diğer taraftan da yüzlerini iyice zorlu bir durum yaşanacağını tebarüz ettirircesine “kopsi kefali” demeleri zaten sizi yeterince germiş vaziyette iken bir de üstüne bu tablo… Sünnet olacağının açıklandığı günden itibaren olumlu sayılabilecek bir destek olmadan hatta dalga geçercesine yaklaşım gösteren günlük ilişkilerin, arkadaşlıkların, son anda yaşadığın İsa’nın çarmıha gerilişinden daha da azametli görünen sonuçları ağır olan tablo… Tüm bu yaşananlardan sonra da “artık sende erkek oldun” geyikleri, bu tablonun mezkur yaşlarda kaldırılabilecek bir ruhsal tablo olduğunu dün de düşünmedim  bugünde düşünmüyorum. Zaten kimilerine göre abuk subuk kimilerine göre de ciddi bir merasim olan sünnet yöreye, varsıllığa, itikata, görgüsüzlüğe göre, çok çeşitli biçimleri ile icra edilmektedir. Kimilerine göre 40 gün 40 gece, kimilerine göre 3 gün 3 gece kimilerine göre de oldu da bitti maşallah…

Evet tekrar hala oğluna gelelim. Yaklaşık 1 aydan beri artık sünnet olacağım belli iken, görece büyüklerimiz “kopsi kefali” teraneleri ile dalga geçer olmuş, sünnetlik adı ile maruf beyaz pantolon, beyaz gömlek ve üstüne benzer evsafta bir pelerin giydirilmiş, şimdi nereden temin edildiğini hatırlamadığım bir at bulunmuş ve günün önemine binaen süslenmiş, bir davul ve bir zurna günün moda müziklerinin icraatıyla, sokak sokak gezdirilmiş idim. Bütün bu fasıllar kısacık sürse de “hala oğlumun” sen çarmıha gerilmiş vaziyette iken önüne matah bir iş yapacakmış sırıtmasıyla oturmuş olduğu anın bitimsiz olduğunu yaşamaktasın, bitsin bu ızdırap Allahım diyorsun ama senin dışında herkes rolünün tadını çıkarmaktadır. Her şey gibi bu fasıl da bitiyor, sonra arkasından sanki çok ihtimam gösteriliyormuşçasına birkaç da pansuman, haydi geçmiş olsun. Tüm bu safahatın sonunda yaratılan mucize, ki bu sana göre, pisuvarların icadı ve milletin yan yana çövdürmeye başlaması ile sükût-u hayale dönüşür, çünkü kıyaslamalı olarak herkes sünnet öncesi dümdüz defettiklerinin artık ya sağa ya da sola gittiğine tanıklık eder. Güzelim aletten geriye bu kalmıştır ve ilgili herkes bununla idare edecektir gayri.

Dönem itibari ile seçenek, Sünnetçi Sabit ile Sünnetçi Bekir ile sınırlıdır, seç seç al, mezkûr muhteremlerin de mesleki erbablıkları nereden gelir, nasıl bir eğitilmişlikleri vardır, kimse bilmez. Kerametleri kendilerinden menkuldür. Berberlik bilinebildiği kadarı ile usta çırak ilişkisine dayanır da sünnetçilik nasıldır, akıl sır ermez. Mesela usta, çırağına bak oğlum izle çükü böyle tutacaksın, fazlalığı böyle gereceksin, pensi böyle sıkıştıracaksın, usturayı böyle vuracaksın, penisilini böyle boca edeceksin, sargıyı şöyle yapacaksın, pansumanı böyle yapıp sargıyı şöyle yenileyeceksin, gibi bir tedrisat uygular mı, uygularsa da nerede yapılır bu uygulama, meğerki sünnet anında orada değilsen ve tanıklık etmemişsen nasıl öğrenilir. Geriye bir şey demek kalıyor, Allah vergisi, doğuştan bahşedilmiş yetenek…

Sünnetten kaçan çocuklar mı ararsın, gerçi bu kanla biten merasimden sayılan kurban safahatından inekler bile kaçıyor ama bunun psikolojik çözümlemesinin yapılabilmesi için daha birkaç bin yıla gereksinim olduğunu aşikardır. Neyse daha bu konuda yazılacak çok şey var, şimdilik bu kadar ve bu vesile ile halam oğlu Berber Sabit’i hayırlarla yad ediyorum.

 

 


Pazar, Haziran 14, 2020

GİRİTLİ OVASI ve DERESİ, HARMANLAR YANI

Bugün “Giritli Ovası”, kimilerince “Harmanlar Yanı” diye hatırlanan Ovanın yağmur sularını toplayan dere, Karadağ’ın Çiftlik yamaçlarından gelen suyu en az 3 kolu ve Değirmen Dağı tarafından yine en az 3 kolu ve Ovanın yağmur sularının fazlasını denize aktarmaya, maalesef bazı kollarının imar uygulamalarına kurban edilmesine rağmen hala devam etmektedir. Derenin köy içindeki bölümü cumhuriyet öncesi yapılmış ve erozyona karşı koruma amaçlı taş duvar ile iki yanından korunmakta iken bugün artık her idarenin ittifakla kabul edip kullandığı ama rezil bir görüntü vermekten de kurtulamayan beton perde haline dönüştürülmüştür… Çocukluğumda hatırlarım bu derenin birkaç yerinde dereye ulaşmak için taş merdivenler ve derenin diğer tarafına geçmek için tahta köprüler var idi. Sonuç tarihimizi koruyoruz, tarihimize sahip çıkıyoruz bühtanına sarılarak tahrip olunan geçmiş… Bilenler kıyaslayabilir iken bilmeyenler de kıyaslamadan bugünkü görüntünün sakilliği konusunda tartışmasız hem fikirdir. Dereleri ıslah ediyoruz himmeti ile kolay, ekonomik ve görece sağlam tesisler yapılma gayretleri ne yazık ki karaktersiz yapılar üretme hafifliğine düşmemize kaçınılmaz olarak sebep olmaktadır. Neyse tekrardan Ovanın ve Derenin bendeki hatıralarına dönelim.

“Harmanlar yanı” da denilirdi demiştim ya; kimler, nasıl ve neden idi çok net hatırlıyor olmamama rağmen genellikle hasat dönemlerinde burada harman kovmak (dövmek) için köylülerimiz vaziyet alırdı. Bizim aile mutlaka her yıl burada ancak kendi tarlasında oluşturdukları harmanda gereğini hallederlerdi.  Bir ara “Futbol sahası” olarak da kullanılan Çevre Yolunun Mezarlık karşısına denk gelen ve halen Belediyenin ariyet deposu olarak kullandığı alan yaygın harman yeri idi. Hububat hasadını müteakip insanlar ekinlerini beygir sırtlarında demetler halinde buraya taşır idiler. Harman yeri yapması ise enteresan bir işlem idi, öncelikle daire şeklinde bir alan belirlenir, burası biraz sulanır, taş silindir ile sıkıştırılır, sonra üzerine biraz saman serpilir, tekrar sulanır ve tekrar sıkıştırılır bu işlem düzgün ve sert bir satıh elde edilene kadar tekrarlanır idi. Artık zemindeki toprak sap ve samanla karışmayacak hale gelmiştir ve sıra daha önce ekim-biçim yapılan tarlalardan demetler halinde beygirlerle taşınan ekinlerin kovulması (dövülmesi) işlemine sıra gelmiştir. Kendi sapından oluşan demet bağları şöyle bir silkelenerek kopartılmak sureti ile ekin harman yerine dengeli ve düzenli bir biçimde dağıtılır idi. Yine beygirlerin tekli ya da ikili bir biçimde uygun ve gerekli koşum takımları ile hamut’un her iki yanından bağlanan urganların gerideki bir denge çubuğu marifeti ile asıl dövücü parça olan “düven”e bağlanması ve hatırladığım kadarı ile “çakmak taşı” dediğimiz yeterince sert ve kesici taşların düvenin altına sıkıştırılması suretiyle oluşan düven ve üstüne yeterince konulan ağırlık ile çekilmesi neticesinde ekinler parçalanır, tahıl ve saman karışımı haline getirilirdi. Düvenlerin altına sıkıştırılmış taşlar, haliyle güneşin altında fazlaca kaldığından ve sıkıştırılan yarığın da genişlemesi ile sık sık düşer, düven altında taşın azalması ise yapılan dövme işinin verimini azaltır olduğundan mutlaka yedek taşlar bulunurdu her düven için, düşenler ise harman savrulması döneminde bir sonraki yıl için kullanılmak üzere toplanırdı. Düven üstüne ağırlık oluşturması için düzgün kesitli taşlar kullanılırdı bazen de ağırlık oluşturma görevi biz çocuklara düşerdi. Yakıcı güneşin altında “dön baba dönelim” misali düven üstüne oturup dönmek çok kolay değildi her daim hoplayıp-zıplayan biz çocuklar için. Ancak diğer taraftan beygirlerin kontrolü de size geçince yani beygirlerin yönlendirmesi size kalınca keyifli hale gelirdi bu iş. Bazen büyüklerimizin tercihi neticesi işi ele alan kuzenin diğerleri tarafından kıskanılması ve bu manada da büyüklere kapris yapılması da sık yaşanan bir durum oluyordu, böyle durumlarda da hemen tüm kuzenlerin hayvanseverliği çaktırmadan yakalanılır ve beygirlere sık sık metal kovalar içinde “su verme” görevi verilerek kıskançlıkların ve kaprislerin önüne geçilirdi. Diğer taraftan sıcak, hızlı düven sürmek gibi nedenlerle hızlıca küçültülen ekinlerin dirgenle alt üst edilmesi gibi bir görev ile yeni ekin takviyelerin yapılması için istiflenen demetlerden harmana ikmal yapılır ve bu görevde biz çocuklara düşerdi. Demetlerin gerek biçildiği yerlerde gerekse de harmana yakın istiflenen yerlerinden taşıma işinde en sıkıntılı sonuç ise “akrep” sokmalarıdır, yakıcı sıcaktan sadece biz ve beygirler değil aynı zamanda akreplerde korunma ihtiyacı duyar ve görece serin yer demet altları olurdu. Eğer dikkatsiz olur iseniz demeti kaldırır iken, canınız tahmin edilemeyecek kadar yanardı, bunun şimdiki gibi ilacı falan da olmazdı ya da bizlerde bulunmazdı, yine de ölümcül vaka hiç hatırlamıyorum. Allahtan bizim yöredeki akreplerin zehiri bu kadar güçlü kudretli değilmiş.

Yeterince ayrışan ve incelen ekinler harmanın orta yerinde yığın olarak biriktirilir ve harman kovma sonunda, harman savurma işlemine hazırlanır idi. Harman savurma işleminde, uygun ve ehven rüzgâr altında, yabaların kullanılması ile yaklaşık bir insan boyu havaya savrulması ve rüzgârın gücü ile tanenin yakına, samanın görece uzağa düşerek ayrılması sağlanırdı. Harman yerinin süpürülmesi fasıllarında ise hemen Karadağ eteklerinden keserek ya da sökerek toplanan çalılardan yapılan süpürgeler kullanılırdı. Tane ile samanın ayrı ayrı birikmesi neticesi artık çuvallanarak depolanacak yere taşınmaları gerekirdi. Samanlar görece büyük “harar” dediğimiz çuvallara sıkıştırılarak doldurulur ve beygirler vasıtası ile bizim “samanlık” dediğimiz yere götürülür ve orada hararlardan boşaltılmayı müteakip fazla yer kaplamasın diye yine biz çocuklara üzerinde zıplayarak sıkıştırma görevi düşerdi ki bu bir manada da bizim için oyun idi. Bu samanlar arasına bizim “kışlık” kavun dediğimiz şimdilerde ise “Çeşme Kavunu” denilen kavunlar saklanmak maksadı ile yerleştirilir idi. Sonra samanlıkta kavun arama fasılları da bir başka safahat idi. Genelde mezkûr kavun asılarak korunsa da böyle de bir saklama ve koruma yöntemi de var idi. Harman yerinde, harman kovma işlemi yaklaşık 1 hafta 10 gün sürer idi, ilaveten geceleri harmanın beklenmesi de biz çocuklara düşerdi, akşamları nöbetleşe uyunur, yan tarladaki bostana kavun ya da acur yemeye gelen tavşanlara av niyeti ile bakardık. Diğer taraftan tüm kuzenlerin akşam olunca yenilen akşam yemeği sonrası harman üstüne sırt üstü serilip, pırıl pırıl ay ve yıldız ışıklandırması altında, uzay, yıldızlar ya da futbol ya da bizim için ne önemli ise onların üstüne muhabbetler bir harika olurdu. Hele tahılın çuvallara doldurulur iken uykulu göz kapaklarının ağır basması ya da dikkatsizlik sonucu çuval ağzının iyi açılaması nedeni ile büyüklerimizden “uyuma çuval ağzı aç” diye ikazı vardı ki bu sözü sonraları başka manalarda da kullanmaya başlamıştık, asla unutulur anılar değildir.

Evet, bana ayrılan yerin sonuna geldim yine, haftaya Derenin Balcı Hilmi, Kara Hasan ve diğer komşuları ile anlatılmasına devam edeceğim.

 

 


Pazar, Haziran 07, 2020

CEMAZİYEL EVVEL 12- SINIR ÖTESİ NİYETLER

Canım Yurdumun makus kaderidir “Osmanlıcılık” fikriyatı ve bu bap’tan sayılmak üzere her hükümet kendini birazda olsa Osmanlının mirasçısı kabul ederek mezkûr coğrafyadaki gelişmelere kulak kabartır, gücü yeterse el uzatır daha da güçlü hissederse el koyar vs vs. Haaa, bu niyetlerin ve girişimlerin uluslararası bir karşılığı var mı, zannetmiyorum ama ulusal düzeyde ciddi manada karşılığı var ve bunu her daim gözlemlemekteyiz. Bu hissiyatın ve fikriyatın hayatiyet bulması mümkün mü, dünyanın 20. ve 21. Yüzyıl nizamında neredeyse imkânsız görünmekte olup hele dünya jandarmasının talebi ve onayı olmaması halinde de güzel ve ham bir hayal olma ötesine geçemez.

 

Meslektaşım ve arkadaşım Haluk, babası ve Canım Yurdumun yeni konsept özel harp teşkilatının önemli bir kişisi İsmail Tansu’nun “Aslında Hiç Kimse Uyumuyordu” kitabının yeni ve 3. baskısını imzalatarak 2014 yılında bana hediye etmiş idi. Hemen okudum. Bir devrin en önemli kişilerinden aynı zamanda da en merak edilen hamle kuruluşunun içinden, yaşadıklarını, tanıklıklarını anlatıyordu muhtemelen de kendisi ile kabrine gidecek mahremiyete haiz konu ve hamleleri kendisine tutarak. Bu vesile ile bana piyasada kolaylıkla bulunmayan kitabını imzalayarak hediye etme nezaketini gösteren ve ne yazık ki artık hayatta olmayan İsmail Tansu’yu rahmetle anarken kitabı da tarafıma ileten Haluk’u sevgi ile anıyorum. Kitap ciddi manada değerli bir başvuru kitabı, hatırlama ve hatırlatma yapma adına kitapta en az 40 yer işaretlemişim, neler yok neler. Kitabın dış kapağında adının hemen altında, spot olarak “Yeraltında silahlı bir gizli örgüt, hem de devlet eliyle… TMT” yazarak aslında ve bir hayli geniş biçimde Türkiye’nin yaklaşık çeyrek yüzyıllık “Kıbrıs faaliyetlerini” yürüten “Türk Mukavemet Teşkilatının” sergüzeştlerini anlatmaktadır. Canım Yurdumun; Kıbrıs konusunda tutumu, çalışmaları, başına gelenleri konusunda her vatandaşımızın asgari bilgi sahibi olduğunu biliyorum ve bu nedenle kitabın bu bölümü için herhangi bir şey ilave etmek istemiyorum. Lakin, özel harp, gizli faaliyet ve yurt dışı niyetler ve girişimler söz konusu olunca hemen bu teşkilatın akla gelmesi ve görevlendirilmesi de kaçınılmazdır. Bana göre kitabın en önemli bölümlerinden birisi de askeri darbe neticesinde tutuklanan komşu ülke Irak’ın kralı Faysal, Kraliyet naibi Abdülilah ve Başbakan Nuri Said Paşa’nın düzenlenecek özel bir askeri girişim ile kurtarılarak Canım Yurduma getirilme safahatıdır.

Mezkûr kitabın, 90. Sayfasından özetle; “8 Temmuz 1958 günü Irak’ta General Kasım tarafından yönetilen bir askeri ihtilal yapılmıştı… Aynı gün başkanımız Karabelen Paşa acele Genelkurmay’a çağırılmış ve dönüşünde bana şunları anlatmıştır. Çok kritik bir gündeyiz. Hükümet ve Genelkurmay çok hareketli. Irak’a askeri müdahale düşünüyorlar. Güneydoğu’da askeri birlikler hareket halinde. Müdahale gerçekleştiği taktirde dairemize düşen görevler sözlü olarak tebliğ edildi, not aldım. Ayrıca Irak’a bir hava operasyonu planlanıyor ve bu operasyona bizden de bir subayın katılması isteniyor. Bu operasyonla Irak Kralı Faysal, Kraliyet naibi Abdülilah ve Başbakan Nuri Said Paşa’nın kurtarılması amaçlanıyor…” Diğer taraftan Irak’ın devrik muktedirlerinin Ürdün’e geçme ihtimaline karşın, içlerinde İsmail Tansu’nun da bulunduğu bir operasyon timi Başkent Amman’a hareket eder. Tansu devamla; “Ertesi sabah 9 Temmuz 1958 günü planlandığı gibi saat sekizde Etimesgut’tan havalanmıştık. Kıbrıs Adasının doğusundan güneye doğru uçarken iki İngiliz jet uçağı etrafımızda dönmeye başlamışlardı. Sorularını cevapsız bırakmıştık. Bizi beş dakika kadar takip ettikten sonra uzaklaşmışlardı. Lübnan açıklarına geldiğimizde Amerikan 6. Filosuna mensup savaş gemileri Lübnan’a doğru seyrediyorlardı. Amerikan gemileri birkaç gün sonra Lübnan’a asker çıkarmışlardı. İsrail üzerinden geçerken bir sorun olmamıştı. Uçuş iznini bildirerek geçmiştik. Bizi karşılayanlar Ürdün Hükümeti yetkilileri idi. İçlerinden üçü de Bakan idi…Türkiye’nin Amman Büyükelçisi Mahmut Dikerdem’de bizi karşılayanlar arasında idi. Bizi alıp Büyükelçilik’e götürdüler… Irak Kralı Faysal ve Kraliyet ailesi ihtilalci subaylar tarafından sarayları basılıp öldürülmüşlerdi. Irak Başbakanı Nuri Said Paşa da sığındığı bir evden çarşaf örtünerek kadın kıyafetinde kaçarken bir ihbar üzerine o da yakalanmış ve öldürülmüştü… Irak Genelkurmay Başkanı da ihtilal yapıldığından habersiz bizim Amman’a gelmemizden önce Irak’a dönmüş olduğundan o da yakalanmış ve idam edilmişti… Bu durumda Ürdün’den elimiz boş dönecektik.”

Neler oluyor hayatta neler… Osmanlıcılık fikriyatının fiiliyata evrilmesinin cesareti, nereden ve nasıl ve de hangi denk düşmelerle dışarıda komediye, içeride ise coşkun seller gibi desteğe dönüşürün fazlaca yoğunlaşılan konu olması halinde makus kader her zaman ve kaçınılmaz olarak tecelli ediyor. Oysa biz biliyoruz ki, 1955 yılında, Türkiye, İran, Irak, Pakistan ve İngiltere arasında, Sovyetler Birliği’nin Ortadoğu’da etkin olmasını önlemeye yönelik olarak CENTO adında bir teşkilat kurulur ve mezkûr ülkelerin hepsinin gizli bilgi akışı dünyanın yeni jandarması ABD’nin elinde toplanır ve mezkûr coğrafyanın da istasyonu Türkiye’dir. Farklı farklı anılarda, başta da Türkiye’nin 27 Mayıs darbesindeki kudretli Albay Alparslan Türkeş olmak üzere, önemli bir süre Dışişleri Bakanlığı yapmış İhsan Sabri Çağlayangil’e kadar, herkes bu iddiayı doğrularlar. Peki ne idi ve amacı nasıldı bu CENTO’nun, ki bilindiği üzere hem Irak’taki mezkûr darbeciler hem de canım Yurdumun darbecileri darbe sonrası ilk beyanatlarında “… CENTO’ya bağlıyız…” demelerinin esbab-ı mucibesi neye bağlı idi. Hem de darbeye muhatap olup hayatını kaybeden Başbakan Nuri Said Paşa kuruluş kararının ve sürecinin en ateşli sözcülerinden olsun hem de muhatabı… Enteresan hem de çok enteresan… Tıpkı bizim 27 Mayıs darbesi gibi, NATO’nun hem ateşli sözcüsü ol hem de muhatabı ol… Sürekli bir akıl ayarlarımızla oynama hali…

Evet; hissedilen o ki, Osmanlıcılık pek de öyle yerli ve milli bir şey değil galiba ve uluslararası ciddi rabıta, illiyet ve iltisakları bulunmaktadır. İlaveten bu darbe yapılması halini salt karşı olunanı devirme hali olmaktan azade değerlendirilmesi gereken bir durum kabul edeceğiz gibi çünkü içlerinden çoğu da daha iyi hizmet edeceklere yol açma ve mıntıka temizliği kabilinden gerçekleşmiş görünmektedir. Bazen vuslat adına tıpkı bir merdivenin basamaklarının döşenmesi gibi geçiş yönetimleri darbelere istinat teşkil edebilmektedir. Yoksa küçücük ve oldukça karışık aklımızla bu muhteremler daha da fazla oynayacak gibi görünüyor. 

 

Perşembe, Mayıs 28, 2020

DAYIM – YAŞAR KARAGÖZ – 2

Dayımı anlatmaya devam… Sevgili dayım askerliğinin önemli bir bölümünün geçtiği Pozantı Jandarma Karakolunu büyük bir gururla anlatırdı, kendisini gurura gark eden boyutu ise özellikle bastıra bastıra söylediği karakol komutanlığı icrasıdır. Dayım “Karakol Komutanlığını” hangi askeri öğretim ve eğitimine dayandırdığını bir türlü açıklamamış idi, en azından bana, gerçi her fırsatta “jandarma çavuş” olduğunu vurgulardı bu yüzden de bu anısı benim nezdimde çok inanılır gelmemişti, şüphesiz o günün koşullarını tam manası ile bilmediğim için anlamlandıramıyor olabilirim. Ancak bazı Pozantı kökenli arkadaşlarımdan öğrendiğim kadarı ile her ne kadar kurtuluş savaşı döneminde Adana Fransızlar tarafından işgal edilmiş ve bu nedenle il merkezi Pozantı’ya taşınmış olsa da dayımın askerliği döneminde Karaisalı’ya bağlı bir bucaktır. Gerçi bundan daha detaylı anlattığını da çok hatırlamıyorum açıkçası.

Bana karşı halen izah edemediğim bir bağlılığı ve sevgisi vardı. Her şeye rağmen çok uzun yıllar devam etti bu güzel düşüncesi ve yaklaşımı ben de kendisine karşı “tek dayı” hürmetini eksiksiz gösterdim. Dayım gerçek manada enteresan bir adamdı, bir önceki yazıda bahsettiğim üzere, hemen hemen hiç anlaşamazdık ama sık sık İzmir’e gittiğimizi hatırlıyorum. Her gidişimizde de mutlaka Çankaya taraflarında bir tezgâhta satış yapan kokoreççi ziyaret edilirdi. Günün moda deyimi ile “paran ile malumu ye” cazibesi ağır basıyordu bizde demek ki… Pişirme ve servis etme teknolojisi öyle şimdiki gibi ciddi manada gelişme göstermemiş olup, tezgâh tekerlekli bir araba üstüne yerleştirilmiş gaz tenekesinden oluşturulmuş mangal ve şiş yerleşme yerlerinden ibaret idi. Baharat ise yine dönemin ruhuna uygun olarak şimdiki gibi envai çeşit değil idi.

Fikri ayrılığımıza rağmen 12 Eylül mapushanelerinde bulunduğum dönemde, kendince ve kendi inandığı insanların önerdiği yolları takip ederek ama umudunu ve girişimciliğini asla yitirmeden oradan bir an önce kurtulabilmemin arayışına hiç son vermemiştir. Bu hem dönemin insanının insanlık hamurunun gereği bir şey idi hem de her şeye rağmen toplum da bu kadar kutuplaştırılmamış ve kindar değil idi. Mapushane sonrası yaşanmışlıkları makul görüp destek verenlerden biri de siyaseten 180 derece farklı olmamıza rağmen dönemin Belediye Başkanı Nuri Ertan büyüğümüz olmuştur. Gerçi o da kendi meşrebince örnekler vererek bu desteği veriyordu, “bunlar siyasi davalardır, dert etme Celal Bayar bile siyaseten uzun yıllar aynı çileleri çekti” diyerek. Neyse dayımın uzun yollar katederek, dönem itibari ile uçak yaygın olmadığından minimum 12 saatlik otobüs yolculuğu yaparak, sürekli ziyaretlerime geliyor olması bile benim açımdan her daim bir saygı gerektiren bir tutum olmuştur. Gerçi siyaseten tutukluluk, çok geç hazırlanan iddianame, uzun ve talimat gereği yapılan yargılamalardan ne çıktı. Kocaman bir hiç. Beraat ettim birçok insan gibi ama çekilenler yanımıza kâr kaldı. Bu baptan bile kocaman bir teşekkürü hak ediyordu, bu kara gözlü “Karagöz Dayım”.

Her zor anımda kendisi yanımda idi, çocukluğumda geçirdiğim göz ameliyatı neticesinde uzun süre yattığım hastanede sürekli neredeyse her gün ziyaretime gelirdi. İlk ziyaretinde dönem itibari ile bulunması bir hayli zor olan “cep tipi pilli” bir radyo getirip, akşamları ajansları dinlersin demesi bile o çocuk halimin kendisince nasıl bir adama benzetildiğimin adeta somut bir tezahürüdür. Hayatımda ilk defa böyle bir radyo görüyorum ve sahip oluyorum, koğuşta yattığımız diğer hastalar nezdinde bir anda başka bir noktaya geliyorsun, hay Allah.

Sünnetimde de gelenler içinde en güzel hediye diye düşündüğüm kol saati hediyesi yine Dayıdan. Evet “Hislon” marka idi, ki dönem itibari ile bir hayli prestijli bir marka ve ürünü saat olup hayatımda ilk sahip olduğum saattir. Gerçi oğlu Kâmil ile “lan bu kadar küçük aletin içine ne koyarlar ki” merakı ile parça parça parçaladığımız ilk saatte bu olmuştu. Hey gidi anılar…

Ilıca’da Ankara Otel sergüzeşti de hayatımızın önemli ama kısa bir dönemini kapsamıştır. Neler olmadı ki o yıl, Türkiye’nin Kıbrıs girişimi, Almanya’nın Dünya Kupasını kazanması başta olmak üzere. Dayımın otelinde çalıştığım dönemde, çok erken yaşlarda olmasına rağmen uzun süreli olmasını hayal ettiğim ama olamayacağını adım gibi bildiğim ilk karşı cins ile temasımı kuruyordum. Bunun erken ve güzel olmasının ortamını da dayımın o dönemde yaptığı işe borçluydum. Otel işçiliği deyip geçmeyin, yan tarafta da Çekirge Mehmet’in (Çınar) çalıştırdığı Otelde de benden birkaç yaş büyük olmasına karşın kadim dostluk oluşturduğumuz Tufan Çınar’ın işçiliği söz konusu idi, inanılmaz ve müthiş anılarımız oldu kendisi ile. İşçi dayanışması dışında neler neler. Bu vesile ile hem Tufan Kaptan’ı hem de babası Mehmet abiyi hayırla yad edelim, nurlar içinde olsunlar.

 

Dayımın bir de detaylarını tam bilmediğim bir biçimde traktör alım satımına aracılık ettiğini hatırlıyorum, o tarihlerde şimdiki gibi koy cebine parayı git al traktörü lüksü yoktu şüphesiz, tıpkı otomobilde olduğu gibi birkaç ay beklenen sıraya yazılma fasılları vardı. Yine hatırladığım kadarı ile bu sıra işlerinde ciddi kolaylaştırmalar ya da kısaltmalara vesile olabilecek tanıdıkları vardı, yüksek mevkilerde, ama nasıl bilmiyorum. Bir anlamda “komisyonculuk” gibi duran bu işi Dayımın çok makul, çok cüzi taleplerle gerçekleştirdiğini, adını bile yeni duyduğumuz kasabalardan, köylerden ziyaretçisinin sınırsız olmasından bile anlardık. Çok profesyonelce olmasa da tarla ve arsa alım satımına da aracılık ettiği olurdu. Öyle şimdiki komisyoncular gibi, satıcının 500.000 TL istemesine rağmen alıcıya gözünün içine bakarak 550.000 TL demediğinden adım kadar emindim. Bu manada kendisini hak ve hayırlarla yad eden bir dolu insan vardır etrafımızda.

Bir önceki yazımda masa ortakları diye bahsettiğim, Uğur Öztin ile Çiftlik Köyünün ilk minibüsünü (dolmuş) alıp işletmişler idi. Adını “Karayılan” koyup, üzerine de yazdırdıkları, Thames marka burunsuz bir minibüs idi. Günde; Çeşmeden Çiftliğe şeklinde sabah ve akşamüzeri 2 seferden oluşan bir trafik idi söz konusu, şimdiki gibi her 30 dakikada sefer hayal bile edilemezdi. Çiftlik sabah seferinde Çeşmeden gelen beyaz ekmekle tanışır oldu bu sayede, kadınlar bahçedeki fırınlarda ekmek yapmaktan kurtulduklarından, çocuklarda annelerinin ekmeğinden daha leziz bir ekmekle karın doyurmaktan memnun idiler. Minibüsün bir pikabı vardı, dönem itibari ile muhteşem, birkaç ta 45’lik plak bulunur, plaklar için de bir çanta. Biz neredeyse mal mülk sahibi gibi her sabah gider plak dinlerdik, Çiftlikte kaldığı sürece…

Yere sıkı basan, her daim gözünü budaktan esirgemeyen “Karagöz” soyadına mütenasip Dayımı da bu vesile ile bir kez daha yad edelim ve nurlar içinde yatması dileğimizi tekrarlayalım… Ordu pazarı anılarımız, tarla işlerinden kaçış organizasyonları, avcılık yapması, birlikte rakı içip ama yanında sigara içemeyişim, 1974 dünya kupası sonrası anımız başta olmak üzere daha birçok şey kaldı detaylayamadığım, olsun, bir gün onları da yazarım elbet. 

Cumartesi, Mayıs 23, 2020

CEMAZİYEL EVVEL 11- HANİ İYİ İDİ YA İŞTE O

Halk tutunca hani “devamı kabilinden çevrilir de çevrilir” repliği vardır ya, tam da durum o, gerçi zıbın değiştirerek ilerliyor ama olsun. Şimdi hani bilmeyenlere masallar anlatılıyor ya bakalım öyle midir gerçekten?

Canım Yurdumun klasik sağının vazgeçilmez ve dayanılmaz yöntemidir, her şeyi ters yüz etmek, bazı şeylere teleskop tutmak, bazı şeylere de teleskopu ters tutmak ama sorarsan teleskop tutuyorum ya der, işte o… Şimdi bize, yani yaşı tutanlara masallar bab’ından anlatılır da anlatılır… DP (demokrat parti) dönemi şöyle iyi idi, böyle iyi idi. Ama gerçekten öyle mi idi? Zinhar… Gerçekte o dönemde halkın önemli bir bölümü, takip ettikleri gazetecilerin mapushaneye atılması ya da gazetelerinin kapatılması, muhalif her sesin kısılması, gibi hiç de adı ile mütenasip bir durum oluşturmayan bu iktidardan son derece muzdariptir. Başlangıçta; o dönemdeki “yeter söz milletin” sloganına kanıp mezkûr Amerikancı Menderes ve ekibini iktidara taşımaya destek veren dönemin “yetmez ama evetçileri” de dahil olmak üzere halkın büyük bir kesiminin desteği alınmış idi. Ancak sonra durum sıkıştıkça deyim yerinde ise sırlar dökülüyor, postun altından despotik yöntemler çıkıyor. Muhalefetin, Halk ile meydanlarda düzenlenecek açık hava mitinglerine bile katlanamayacak bir durum tezahür etmektedir. Bu kapsamda, Kayseri, Uşak ve İstanbul Topkapı olayları başta olmak üzere yurdun her tarafında zora başvurularak halk ile muhalefetin buluşmasına engel olunmaya çalışıldı. Peki bununla yetiniyor mu muktedirler, nerde, kurulan “Vatan Cephesi” ile başlayan, 18.04.1960 ta onbeş DP milletvekilinden oluşan “Tahkikat Komisyonu”na varıyor işler ve tek dert CHP kapatılmaya geliyor… Tüm bu yapılanlar adeta “Kurtuluş Savaşı”nın rövanş planı gibi görünmektedir. Kurtuluş Savaşının direk hedef alınamaması nedeni ile önderleri topa tutuluyor izlenimi verilmekte aynı zamanda kim ki kurtuluş savaşına karşı çıkmış, kurtuluş savaşı önderlerine saldırmış ve küfretmiş baş tacı ediliyor. Tek dert CHP dedim ya diğer muhalefeti zaten zabıta gücü ile sindirmişler, mapushanelere tıkmışlar ya da yurt dışına kaçmaya mecbur bırakmışlar halihazırda. Ancak bu ahvalde dahi CHP darbe planları yapıyor vaveylası koparmayı da ihmal etmiyor DP sözcüleri, temelde bir kara propaganda örneği kabilinden koparılan vaveyla altında da ciddi manada bir korkuda var açıkçası. Çünkü biliyorlar nerelere dokunduklarını ve nerelerden kendilerini hedef alacak geri dönüşler olacak, kaçın kurası zevat onlar bilmezler mi tazıya kaç tavşana tut politikasını. ABD ile yatağa girip sıkıntı doğunca da sırf kıskandırmak için SSCB’ye rota kırıyoruz kur yapışlarının neye mal olacağını iyi hesaplıyorlar ancak yapacak başka hamle kalmıyor. Efendim, tüm bunların sonunda darbe olmadı mı diyeceksiniz, oldu şüphesiz, ama klasik replik ile “oldu da sor bakalım neden oldu” diye bakarsanız, anlaşılır neden, nasıl ve kim için yapıldığı… Neyse konumuzu görüşlerimi özetlemekten ziyade vakalar nezdinde tutmak istiyorum ve oraya döneceğim. Reel politika bedeni sıkınca soyunmak yerine terziyi dövmeye yeltenmenin tezahürü yaşanıyordu adeta… Erken seçim kararı alınabilse belki bazı mahfillerde biriken gücün yoğunlaşmasının önüne geçilebilecek ama Atlantik ötesinden gelen sufle devam yönünde iken aynı ekibe darbe sonrası bağlılık gösterisinde bulunan ve NATO ve CENTO umdelerine selam çakarak sıkı sıkıya bağlı olduğunu beyan eden zinde ekibe de organize olun, hazırlıklı olun demekte idi aynı sufle. Yani sonuçta derenin kuşu derenin taşı ile vurulmuştur.  

Erken seçim sıkleti düşürebilir dedim ya aslında bunu Menderes’te tam inanmıyor olsa bile yer yer seslendirerek bazı malum güçlerin cesaretini ve yoğunlaşmasını düşürmeye, zaman kazanmaya çalışıyordu. Karar aldık dese de aslında alınmadığı konusunda hemen herkes mutabıktı. Ancak karşı cepheye saldırıda da kantarın topu bir hayli kaçırılmış idi. Mesela; 7 Nisan 1960 tarihinde Demokrat Parti meclis grubu noktasında Milletvekili Bahadır Dülger bakın neler söylüyordu.

“İsmet Paşa ölür, ama leşi kalır ortada. Bozuşmuş etmiş leşi, zihniyeti kalır. Onu da bertaraf etmeye mecbursunuz. O halde tahkikat açalım. Fakat daha acil tedbir ne olur? Benim aklıma gelen şu… Biz Halk Partisi’nin merkez muamelatını ve merkez faaliyetini bir tahkikat mevzuu yapabilir miyiz? Yılanı başından kavrıyoruz demektir.”

Cevaben, İsmet İnönü yaptığı bir konuşmada, şunları söylüyordu:

“Baskı idaresi kurmak isteyenler, tabii olarak kendilerini daimi bir ihtilal tehlikesi karşısında görürler. Vaziyetin düğümlendiği esas nokta şudur: Dürüst seçim teminatını verirseniz rahat edeceksiniz. Vermezseniz gene gideceksiniz. Hem de çok fena gideceksiniz.”

 Aman yarabbi, bu ne kin, bu ne düşmanlık ve bu ne intikam…

Ancak çıkarılan bir yasa mucibince kurulan “Tahkikat Komisyonu” ile bağlı alt komisyonlara ve haliyle üyelerine, “Ceza Muhakemeleri Usulü Kanunu”, “Askeri Muhakeme Usulü Kanunu”, “Basın Kanunu” ile diğer tüm kanunlarda Cumhuriyet Savcılarına, Sorgu Hakimlerine, Sulh Hakimlerine ve tüm Askeri Adli Yetkililere tanınmış olan haklar mütekâmilen tanınır. Artık; yayın yasağı koymak, gazete ve dergi basım ve yayımını durdurma, dağıtımını yasaklama, matbaaların kapatılmasına ve mallarının müsadere edilmesine karar verme, her türlü evrak, arşiv, vesika ve araca el koymaya karar verme, siyasal toplantı ve gösterileri yasaklama başta olmak üzere akla gelen her türlü icraatı yapmaya yetkilidir, mezkur komisyonlar ve üyeleri… Eeee daha ne olsun ki, geriye kalan bir şey mi var… Sonra Demokrat’mış, sevsinler demokratlığınızı… Ellerine geçirmişler yasa yapma hakkını, kullan baba kullan…

Bu gelişmeler karşısında ise CHP, tabii ki o zaman daha twitter, facebook, instagram, youtube gibi sosyal medya kuruluşları olmadığından, basın açıklamaları ile “sert kınamalar” yapıyordu, bu sertlik karşısında da “mülayim olsan ne yazar” diyen zevat dalgasını geçiyordu.

Diğer taraftan, ekonomik gelişmelerin halkı yakmaya başlaması, muhalefet yapılmasına tahammülsüzlük ve yöneticilerin yönetememe sorunu yaşıyor olması DP’yi, buna bağlı olarak daha da otoriterleştirmektedir. Bu gelişmeler karşısında CHP ise Osman Bölükbaşı önderliğindeki Cumhuriyetçi Millet Partisi ve Hürriyet Partisi ile “güç birliği” kurma kararı alır, ancak Osmanlı’da oyun bitmez, yeni bir yasa çıkarılarak partilerin güç birliği yapması yasaklanır. Ama kendileri de boş durmamak adına “Vatan Cephesi” kurarlar.

Hani o dönemler iyi idi deniliyor ya, kötülükleri yaz yaz bitmez. Kötülüklerin organize olmaya başladığı dönemdir. Sonra yine içlerinden bir kısmı darbe ile bunları devirince adları “düşük”e çıkınca da, duygu sömürüsüne yelken aç, yok böyle baskı gördük yok şöyle baskı gördük, eee be adam haklısın da sen yapınca iyi mi oluyordu, derler adama… Ama artık çok geç...


Pazar, Mayıs 17, 2020

ÇEŞME MANDALİNI ve LİMONU

Çeşme narenciye dikim alanları; öyle insanların zannettiği gibi sınırsız değil idi. Şimdi bu yazı ile yayınladığım fotoğrafa bakarsanız ne demek istediğimi çok daha net anlatabilirim sizlere. Bugünkü Çeşme Çevreyolu yarım dairesi içinde kalan alanda yerleşime açılan yerler hariç, (Ilıca, Migros, Çeşme ve Dalyan Kavşağından, Otogara ve oradan da Limana bağlanan yol) yüzyıllar içinde daha önce yazdığım “Akarca Deresi” yazısında da söz ettiğim üzere, mezkûr dere ve kollarından gelen alüvyonların oluşturduğu küçük bir alandır söz konusu narenciye alanları. Görüldüğü üzere Çevreyolu çember dışındaki alan yine tarım alanıdır ancak narenciye dışıdır. Narenciye denilince de sakın ola mutat Akdeniz bitkisi akla gelmesin, özelde ve özellikle “Çeşme Mandalini ve Çeşme Limonu”dur söz konusu. Bu manada narenciye ağacı sahibi ya da tarımı yapanları tek tek sayabilirim, öyle fazla olmadığı görülecektir. Bugünkü 1034 sokak yani “eski Ovacık Yolu” ve Mezarlıklar yanından yine Ovacık yoluna bağlanan yol üzeri üreticileri sırasıyla saymak ve de bu manada onları da hayırla yad etmek isterim. Karadağ tarafından başlayayım; Amcam Murat Çilek’e ait, yaklaşık 8 dönüm, Bekir Hoca’ya ait yaklaşık 5 dönüm, Mustafa Soma’ya (eski muhtarımız Mehmet Soma babası, yeni muhtarımız Önder Soma’nın dedesi) ait yaklaşık 2 dönüm, babam Yaşar Çilek’e ait yaklaşık 2,5 dönüm, Tevfik Kabasakal’a ait yaklaşık 3 dönüm, amcamın oğlu Kadir Çilek’e ait yaklaşık 2 dönüm, Ali Hoca ve çocuklarına ait yaklaşık 7 dönüm, Nuri Sağırbay’a ait yaklaşık 1,5 dönüm, Uğur Öztin’e ait yaklaşık 1,5 dönüm, Kasap Mehmet Poyraz’a ait yaklaşık 1,5 dönüm, Hafız Ahmet’e (Cemal Şık’ın babası) ait yaklaşık 4 dönüm, Aydın Satçioğlu ve akrabalarına ait yaklaşık 2,5 dönüm, Seyit Onur’a ait (Avukat Akgün Onur’un babası) yaklaşık 4 dönüm, Nefise Hanım’a ait yaklaşık 2 dönüm ve küçük parçalar halinde birkaç alanın daha dahil olduğu yaklaşık ve toplam 55-60 dönüm arazidir hepi topu… Bir de eskiden “Yağhaneler” bölgesi diye bilinen, şimdi Vakıf Çarşısı ve civarı olan bölgede “Aldemir bahçesi” diye bilinen yerde Çeşme Mandalini ve Çeşme Limonu bahçesi bulunurdu. Evet bu alandır, müthiş güzel “Çeşme Mandalini ve Çeşme Limonu” yetiştirilen alan ve yetiştiricileri… Hepsini bu vesile ile saygıyla yad ediyorum.

Gerçi mezkûr alanların imar uygulamalarına yenilerek binaya kesmeleri neticesinde, bazı komşularımız ki ağaca ve de özellikle Çeşme Mandalini ve Çeşme Limonuna saygılarından ötürü, bu ağaçları Çevre Yolu dışına taşıyarak koruma yolunu seçmişlerdir ve bu manada kendilerine müteşekkiriz. Diğer taraftan bugün ciddi manada Ildırı ovasında ve az da olsa Ovacık Ovasında mezkûr ürünlerin ziraatı yapılmaktadır. Ancak gerek toprak içerik ve kalitesinin özelde de PH, kireç miktarı ve organik maddelerin çeşitliliği gibi, gerekse de su ve rüzgâr farklılığının, hava kirliliğinin meyvenin aromasına yaptığı olumlu ya da olumsuz etki gözden kaçırılmıştır. Benzer olmakla birlikte artık onlarda aynı şeyler olmaktan ıraktır maalesef. 

Kolayca anlaşılacağı üzere, meyvede renk, şekil, aroma, yani tat, koku ve lezzet konusunda bazı makro kriterler vardır, haydi lezzeti kişiden kişiye, hatta zamana ve zemine göre göreceli kabul ederek tasnif dışı bırakalım, aromatik özellikler tercihte belirleyici olarak öne çıkarsa da renk ve şekil estetizmi de hiç göz ardı edilemez. Diğer taraftan, meyve şekeri “fruktoz”, su ve posa oranı, kabuk ve dilim sertliği, çekirdek miktarı ve büyüklüğü ve de çekirdeğin ayrılma kolaylığı, asit seviyesi ve miktarı, bünyedeki nişastanın şekere dönüşüm uygunluğu ve seviyesi değerlendirmeye ciddi etki eden amillerdir. Tüketim uygunluğu da, asla detay denilerek geçiştirilecek bir şart değildir ve uygun ve de ehven hasat süre ve şartları ile makul süre içinde tüketme sonuca bir hayli olumlu ya da olumsuz katkı yapmaktadır. Meyve bünyesinde şeker oluşması ve artması gerek şart olmakla birlikte güneş, rüzgâr, havadaki ayrı ayrı gündüz ve gece nemi, çiy gibi diğer faktörler ise kesinlikle yeter şart olarak değerlendirilmeli çünkü şekere dönüşme süreci ve miktarı meyvenin sertlik-yumuşaklık dengesini de yakından etkilemektedir. Kokunun da bir gaz hali olup zamanla azalma ya da değişime uğrama gibi risk oluşturması da asla ve kat’a göz ardı edilmemeli ve hasat ile tüketim süreleri ehven olmalıdır. Neyse bundan kelli, bilgi yazamayacağımdan değil ama mesleğim olmaması nedeniyle yazacaklarım fazlaca ukalalık sayılabilir, tafsilat için “gıda teknoloji uzmanları” ile “Gıda Mühendislerine” müracaat.

Hülasa; bahse konu iklim farkı, toprak ve su terkibi, yine bahse konu limonu ve mandalini “Çeşme Mandalini” ve “Çeşme Limonu” haline getirmiş olup, benzerleri “Bodrum Mandalini” ve “Sakız Mandalininden” az da olsa farklı ve daha değerli hale getirmiştir, şüphesiz bana göre… Biri de çıkar bunların hepsi hikâye derse de, demek ki bu da ona göre imiş, bu da onun ağız tadı imiş, onun ağız salgıları ile birlikte böyle bir tat oluşmuş, der çekilirim kenara…

Eskiden her evin bahçesinde olmakla birlikte ve şimdi az da olsa devam eden bir gelenek vardır, her Çeşmelinin bahçesinde en az 1 adet limon ve daha nazenin bir ağaç olmakla birlikte 1 mandalin ağacı olurdu. Limon ve Mandalin çiçeği kokuları nisan, mayıs hatta haziran ayının ilk yarısında bile başta sıraladığım arazileri başka hiçbir kokuya yer bırakmaksızın kaplar ve başta bal arısı olmak üzere envaı çeşit arıya ev sahipliği ederdi.  

Adana’da çalıştığım dönemlerde Babamın narenciye deposu sayılan Çukurova’ya kargo ile Çeşme Mandalini göndermiş olmasını bu vesile ile anayım ve kendisine şükranlarımı sunayım. Keza Ankara’da yaşadığım dönemde de devam etti bu gönderimler. Çeşme Mandalinin geldiği dönemler başta komşularımız olmakla birlikte tüm binayı koku kaplamasının tılsımı bir başka idi benim gözümde. Diğer taraftan ise çocukluğumda evde yanan sobanın üstünde Çeşme Mandalin kabuğu konularak elde edilen koku da bir nostalji olarak hala hayalimi süslemektedir.

Bu yazının hazırlanması sırasında yardımlarını esirgemeyen Ziraat Odası Başkanı arkadaşımız Süleyman Özer ile emekli İlçe Tarım Müdürü Köksal Tuncer’in katkıları için teşekkürler.


Pazar, Mayıs 10, 2020

LAZIMÜ’T-TASHİH

Yayınlanmasında az da olsa katkım bulunan ve haftalık yayınlanan bir yerel gazetemiz var, YENİ ÇEŞME… Bu gazetenin, meccanen çalışanı ve katkı sunanı bir hayli fazladır, bakmayın öyle künyesinde yazıldığı biçimi ile “One Man Show” görünümüne… Gazete son derece mütevazi iktisadi şartlarda hazırlanır, ancak haftalık olması nedeni ile haberden ziyade, bir tayin-i telakki ve ibraz-ı nazariye bazen de ihsas-ı nazariye platformu olup muharrirleri ve mütefekkirleri hadid ün nazar (görüşü keskin olan) sahibidirler. Gazetenin patronu; Aydın Korkmaz, esasen bu meşgalenin, iktisadi, hukuki ve siyasi manada en büyük “hamalı” olup uzun yıllardan beri aynı manadaki sonuçlarına katlanmaktadır. Bu çok meşakkatli faaliyetin sonuçlarına katlanarak yerel düzeyde çok farklı tefsir ve tevil sahibi yazı yazacak insana platform olmaya devam etmektedir. Bu manada hem okuyucular hem de mütefekkir ve muharrirler kendisine müteşekkir olmak durumundadır. Bu vesile ile şahsım da kendisine bir kez daha kentim ve şahsım adına şükranlarımı sunmalıyım. Kendisi ile birçok konu detayında çok farklı yaklaşımlara ve tefsirlere sahip olup daha önceleri de okuyucularımızla da paylaştığım üzere, aramızdaki büyük ayrılıklardan birisi de “yetmez ama evet” konusudur.  Maalesef kendisi iflah olmaz, iğne, ilaç, hastahane ve doktor kâr etmez bir “yetmez ama evet”çidir. Tüm yaşananları tüm aleniyetiyle görmesine rağmen hala kendince tefsir ve telakki sahibi bir eda ile fikri muhafaza ve müdafaa içerisindedir. Muhtemelen fikri değişti denilmesinden ziyadesiyle ürker bir halet-i ruhiye içindedir, bilemiyorum. Kendince galat-ı meşhurları da vardır, bunlardan bir tanesi; eski Başbakanlardan Süleyman Bey’e (Demirel) atfen “Demokrasilerde çare tükenmez” lafı olup doğrusunun “meşruiyet içinde çareler tükenmez” olduğunu onlarca kez anlatmama rağmen ısrarla mezkûr yanlışı tekrara devam etmektedir.

Bilindiği üzere; mezkûr Başbakan “içimizdeki Amerikalılara” mütenasip en mühim misaldir. Amerikancı olmasının altını çiziyor olmamızın yegâne sebebi, temsiliyetinin hilafına bir davranış içinde olamayacağını tebarüz ettirme gayesidir. Amerika ve demokrasi, asla ve kat’a bir araya, yan yana, ard arda, alt alta getirilebilecek kelamlar olmayıp olsa olsa mezkûr ülkenin sadece kendi içinde, sınırlı ve sorunlu bir versiyonunun tatbikatından mürekkep olabilir. Ya da Amerika’nın (şüphesiz ABD) demokrasi tarifinin ne olduğunu görmek için, taşeronları marifetiyle; önce Afganistan bilahare Irak’a getirdiği iddiasına göz atmak yeterlidir. Uzatmadan ben söyleyeyim “meşruiyet içinde çareler tükenmez” lafının manasını, Süleyman Bey’e atfen ve mealen; şartlar ne olursa olsun, kimse merak etmesin, iktidarımıza itimat göstersin, biz “uydururuz bir kılıf canım” fikriyatından ibarettir. Bu kadar, ancak bu tefsirde birkaç derin mana vardır, en birincisi ve en önemlisi “yeter ki ben iktidarda olayım” olup kanun yapma, yönetmelik hazırlama yetkisi ben de olsun, görürsünüz siz kılıfı ya da nasıl kılıf hazırlanırmışı… Asıl olanın “demokrasiye” değil “kanuna uydurma” olduğunu ömrüm boyunca mezkûr muhteşem muhteremin 17 kere iktidara gelişini ve gidişini maalesef yaşayarak öğrendim. Netice itibariyle pek muhterem ve muhteşem zat; devri iktidarında başta müdavimlerine ve kendisine itimat edenlere yönelik olmak üzere ama esasen de Canım Yurdumu yönetebilmek adına, zaptı raptı adına dillere pelesenk olan; “Meşruiyet içinde çareler tükenmez” lafını sarf eder, bu lafın da zinhar demokrasi ile uzaktan yakından alakası olmaz. 

Ülkemizin sömürgeleştirilme sürecinde hiçbir beis görmeyen hatta bunu nemaya ve de mamaya dönüştürme mahareti gösteren ve içimizdeki Amerikalıların en önemlisi dedim ya; Morrison’luk mertebesine ulaşmış olması da, Johnson fotosuyla propaganda da bu kabil bir delilidir iddiamızın. Hatta o kadar güzel bir delildir ki; "Dostlar Arasında: 1923-2007 Arasında Türk-Amerikan Diplomatik İlişkileri" adı altında ABD Büyükelçiliği'nin Türk-Amerikan Derneği merkezinde düzenlenen sergide; ABD Başkanı Lyndon Johnson ile 1962 yılında çektirdiği fotoğrafın altında; “ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı onuruna düzenlenen törende, Başkan Yardımcısı Lyndon Johnson, Süleyman Demirel ile. O tarihte Morrison Knudsen mühendislik firmasında çalışan Demirel, daha sonra “Morrison Süleyman” lakabı ile anılmıştır” yazmakta olduğunu basından da öğrenmiş ve canım yurdum adına tekrardan üzülmüştük. Hatta hatırlanacağı üzere mezkûr muhteşem zat bu fotoğrafı delegelere dağıtarak AP’ye (Adalet Partisi) genel başkan bilahare de Necip Türk milletine dağıtarak başbakan olmuştur. Bahse konu fotoğraf sergisini gezerken fotoğrafın altında yazan bu notu kendisine gösteren gazetecilere “İngilizcesinde böyle bir not yok” diyerek te dalga geçmiştir. İşte bu muhteremin bu sözü üzerine ne desek azdır, vallahi…

Neyse biz yine gelelim; Süleyman Bey’in takipçileri ve ardılları 1980’lerin sonunda tekrar hükümet edebilme ihtimalinin belirmesi üzerine, nema ve mama kokusuna dayanamayarak ve muhalefette edilebilecek en tılsımlı kelam olan “demokrasi” lafını “meşruiyet” lafının yerine ikame etmesi meselesine. Yaşları ve hafızaları müsait olanların kolayca hatırlayacağı üzere, 70’li yılların sonuna doğru muktedirlerin hükümet etmekte düçar oldukları biçare durumdan çıkma arayışlarının bir manada sözcüsü de olan Süleyman Bey gerek savunduğu sistemin gerekse de şahsının ve ekibinin muvaffakiyet gösterememesi konusunda kendisine sorulan bir soru üzerine; dönemin TBMM de yeterlik sayısı olan 226 sayısını bulursunuz, bizi düşürürsünüz, olur biter, demesinden ibarettir, tüm mevzuu. Dönem itibariyle kendisini sınırsız ve sorumsuz destekleyen komşu mahallenin “Partileri”de kimsenin 226’yı bulamayacağını bilerek ya da durumdan emin olarak şişkin egoları ile mangalda kül bırakmıyorlardı. Daha çok laf etmek kabildir, mevzuu üstüne ama yer kalmadı yine. Yani ve özetle; Sn. Gazete Patronu Aydın Korkmaz, mevzuu neymiş, “demokrasi” ve “meşruiyet” neymiş ve nasıl kullanılmalıdır konusunda artık lütfen ve Allahaşkına dilini ve görüşünü değiştir. Muhteşem muhteremin “Meşruiyet içinde çareler tükenmez” sözünü ederken, amacında ve niyetinde asla ve kat’a demokrasi yoktur hatta aklının ucundan bile geçmez. Onun için, hükümet etmek ve kanun ve yönetmelik yapma hakkını elde tutmak yegâne ve meşru durumdur. Efendim hukuki olmamış ahlaki olmamış ne gam ne keder, yeter ki meşru olsun, yeter ki resmi olsun, meşruiyet, resmiyet adına, devlet rutinler dışına da çıkara vardırmıştır ahlaki olmama durumunu, çareler tükenmez diye diye, ne çare ne de kaynak bırakmışlardır, elhamdülüllah…

Peki, şimdi mezkûr sözü gerçek manada “demokrasilerde çare tükenmez” haline dönüştürmek istiyorsak eğer, behemehâl neler yapmalıyız, yukarıda bahsedilen zulümleri bize yaşatanları ve ardıllarını teşhis ve tespit etmeli ve sırtımızdan atmalıyız, buradan başlarsak arkası çorap söküğü gibi gelecektir.


Cumartesi, Mayıs 02, 2020

DAYIM – YAŞAR KARAGÖZ - 1



Evin tek oğlu, bu yüzden ziyadesi ile “yüzbulmuş”, biraz da mübadillerde olduğunu her daim gözlemlediğim erkek çocuğu kollama ve kayırma geleneği tezahürü bir şımarmışlık vardı üzerinde. Mübadillerde, en azından bizimkilerde, annem ve tüm teyzelerimde de hayatlarının sonuna kadar gözlemlenebilecek bir davranış olarak erkek çocuk kutsaması varittir. Ağa çocuğu, Ömer Ağa’nın torunu Ahmet’in oğlu Yaşar, dayım Yaşar Karagöz, Dedenin mülkiyetine yönelik birkaç bin küçükbaş hayvan tevatürü, sayısı üstüne çeşitli “binler” ve katları zikrediliyor, dilin kemiği yok şüphesiz. Hay Allah, “adı yok yaylasında, beş bin koyunum var benim” türküsü geliyor da aklıma, gülüyorum. Türkiye tarım ve hayvancılık serüvenin adeta bir numunesi gibi, ne kendisi ve ne de ondan sonrakiler bu kapasitede tarım ve hayvancılık yapmadılar, her geçen gün azalarak, sonunda da bitiyor. O her daim benim için tek “dayı” ve ben de onun için, kendi deyimi ile “hemşiresinin” oğlu diyeceği yerde sürekli uyarmama rağmen bir türlü düzeltmediği biçimi ile “hemşerisinin” oğlu idim ve bazı takdimlerinde istediği etkiyi yaratmadığını görmesine rağmen düzeltmeye de hiç çabalamadı diyebilirim.

Kış aylarında, siyah pardösü, her daim güzel ütülenmiş kahverengi pantolonu, siyah ve burnu hafif sivri ayakkabısı, göğüs cebi mutlaka olan bir gömlek, yaz aylarında ise değişmez tip gömleği, pantolonu ve ayakkabısı, baharda ise giyimi tamamlayan bazen kahverengi bazen de grili alacalı bir ceket, bunların sadece eskileri gider yenileri gelirdi ama renkler baki kalırdı. Demek ki bu renkler taviz vermek istemediği tercihi imiş. Pantolonun ütü izi müthiş idi ya da ben öyle hatırlıyorum, ama pantolonun asgari 5 kg’lik kömür ütüsü karşısında yapacağı başka bir şey yoktu. O devir, en azından bizlerde, kömür ütüsünden başka seçenek yoktu ki. Yıllar sonra Hindistan’da çalıştığım dönemde hatta en asri semtlerde bile sokak aralarında, çadır düzeneği içindeki kuru temizlemecilerde de görmüştüm, halâ kömür ütüsünün kullanılışını da şaşırmıştım. Neyse diyeceğim, devir öyle, canım pantolonu hemen ütüleyeyim istiyor diye, fişi tak ütüyü kullan yok, fişli ütün olsa ne yazar, fişi takacağın priz yok… Ayakkabı konusunda ise, siyah tercihi dışında bir tercihi yoktu, varsa da ben şahit olamadım, ilaveten bir ömür boyu tek tip bir ayakkabı olup sadece eskiyince yenilenen ama muhtemelen her biri kunduracı el imalatı. Pantolon ve cekette en fazla tercih ettiği alacalı da olsa hâkim renk kahverengi nadiren de gri idi. Elbise, pantolon ve gömlekte dönemin en havalı kartviziti kabul edilen “tüccar terzi”yi temsil eden “Terzi Çetin” idi. Çetin ağbimizi de bu vesile ile saygıyla yad edelim. Nurlar içinde olsun. Sonraları benim de pantolonlarım burada dikildi ama artık daha sonradan her biri kendi terzihanelerini açmış, sırası ile çırak, usta ve kalfalık görevleri üstlenmiş Hasan ve Celal kardeşlerdi, kesimi ve dikimi gerçekleştirenler.
 
İlk evliliği uzun süremiyor, eşini kaybediyor, 2 oğlu oluyor, 2. Evliliği sonuna kadar sürüyor, kendisi vefat etse de, eşi, Yengem Aişe halen yaşıyor ve bu vesile ile de kendisine uzun ömürler dileyeyim. Nedense eşine karşı Nazım Hikmet şiirindeki tarifi katıksız uyguluyor, hani tariftekinin hilafına çaktırmadan bir yer veriyor mu, bilemiyorum ama veriyor idiyse de vallahi ben hissedemedim. Maalesef ve muhtemeldir ki, kız kardeşlerin pek münasip görmedikleri bir izdivaç gerçekleşmiş görüntüsü vermekten hiç kurtulamamıştır. Peki, karısını sever mi idi, evet tüm beğendiği diğer kadınlardan fazla severdi, çünkü her defasında istikamet Aişe’nin yanı idi, ben buna şahitlik edebilecek kadar anı biriktirdim kendisi ile ilgili. Bu kadar ile iktifa edelim…

Soyadına münasip davranışlar gösterir, gözü karadır “Karagöz”ün, şüphesiz organize güçlere mukabelede kullanılan göz karalığı değildir bu. Bu göz karalığının, bu mangal gibi yüreğin ardında kimsenin inanamayacağı kadar yumuşak ve duygusal bir insan bulunur ki buna defalarca şahitlik ettim. Anne ve kız kardeşlerine karşı yufka yüreği, sulu gözleri her ihtiyaç anında vazifelerini eksiksiz yaparlardı. Kardeşleri yalandan bile olsa, bir dertlerini, bir zor anlarını yeter ki aktarsınlar kendisine, behemehal aktarılan konuya göre, cesaret ihdası ya da sınırsız yardım arzı ya da birlikte hüzün, gam ve kederin kaleleri fethedilirdi. Evet, ağlamaksa ağlamak, o koca adamının ağladığı anlardaki duygu patlaması hala gözümün önündedir. Evet, bu koca yürekli adam aynı zamanda bir küçük çocuk bile olabiliyordu. Bu hallerinin tamamı hakikat olup hiçbir rol kırıntısına rastlamak kabil değildi.

Sadri Alışık ile karışık Ayhan Işık ince çizgi bıyıklı dayım; daha önce yazdığım üzere gömleğinde mutlaka göğüs cebi olurdu ve bu cep sürekli bir vaziyette dopdoludur, biriktirdiği ve kendince önemli saydığı muhteremlerin kartvizitleri hep orada desteleniyordu. Bu muhteremler ihtiyaç halinde yaraya merhem olurlar mı idi, hiç zannetmiyorum, bu yönde aksi bilgi de varit olmamıştır. Önemli saydığı kişilerin kartvizit sunumları çok şatafatlı olunca, herkesi kendi gibi belleyen ve sanki iş unvanı yazmada hukuki sınırlamalar varmışçasına bir yaklaşımla değerleme yapardı. Sevgili Dayıcığım, nereden bilecek kendisine kendi bulunduğu ortam nedeniyle denk gelenlerin abartı boyutlarını, nereden bilsin kendisini kim nasıl tanıtmak istiyorsa öyle kart bastırmış, nereden bilsin bu muhteremleri, essah belleyip dururdu. Bu cepte mutlaka bir de kalem olurdu, ama kurşun, ama tükenmez, ki son dönemlerde sadece tükenmez idi, neden kalem taşıdığı konusunda kimsenin cevap verebileceğini zannetmiyorum, kendisinin herhangi bir not aldığı ya da bir şeyler yazdığına dair bir şahadetim olmadı. Ancak son dönemlerde telefon yaygınlaşınca artık telefon numarası yazmak gibi bir usul geliştirmiş idi. Telefon görüşmelerini de müdavimi olduğu Çeşme’nin en eskilerinden sayılan Saffet Dinçalp’in çalıştırdığı Sahil Restorandan ihbarlı yazdırdığı telefonlardan gerçekleştirir idi. İlaveten Sahil Restoran denince, sahibi Saffet Bey ve Oğullarından Yener’i de saygıyla yad edelim, nurlar içinde olsunlar. Dayım müdavimdir dedim ya; gerçek müdavimdir, zannedersiniz ki orası yoklama yapılan yerdir ve o da yok yazılmaya hiç de hazır değildir. Genellikle masa ortakları, Fehmi Karababa, Uğur Öztin ve Mehmet Çınar (Çekirge) idi. Bu büyüklerimi de saygı ile yad edip nurlar içinde olmalarını temenni ederim.

Hafif abartı ve yer yer gerçek olmayan tevatürlere sarılmış olan bu abide adamı bir yazıya sığdıramadım. Haftaya devam… Bana 12 eylülün mapushanelerinde verdiği desteği, Çiftlik köyünün ilk minibüsü “karayılan”ı, sünnetimde hayatımın ilk saatini hediye edişini, hastahanede yatarken kolaylıkla bulunamayacak olan bir radyo getirip ajansları dinleyebileceğimi söylemesi, Ilıca’daki “Ankara Otel” sergüzeşti ve benzeri diğer anılarımı yazmaya devam… Hay Allah, sıkı bir antikomünist olan ve hayata yorum manasında, hemen hemen hiç de ortak bir yanımızın olmadığı bu adamla ilgili neler hatırlıyorum ve bir yazıya sığmıyor. Demek ki kendisi ile tıpkı o günlerde yaptığımız gibi rakı içip, tartışıp konuşmayı ne de özlemişim meğerse… Huzur içinde uyu kara gözlü “KARAGÖZ”.