Pazar, Temmuz 25, 2021

“YENİ ÇEŞME PROJESİ” DİVANELİK Mİ?


 Yeniden ve yine “YENİ ÇEŞME PROJESİ” gündeme alındı gibi bir görüntü var… Proje detayları ne yazık ki belli değil, en azından kamuoyu açısından belli değil… Yine hikmetinden sual olunmaz, ne eylerse güzel eyler, dedik ve kenara çekildik… Başta karşı çıkanlar şimdi destekçi oldu, karşı çıkanlar azaldı… Konu zamana yayıldı, alt komisyona havale edildi, küçültüldü, büyütüldü, konsept değişti, alanı değişti, vs vs gündemin hayhuyu içinde çaktırmadan ama illiyet ve iltisaklarının boyutu köpürtülerek ya da büyütülerek, ünlü ve bir hayli sık kullandığımız deyim uyarınca, “istim arkadan gelecek” ile pupa yelken… Yani klasik; “biz biliyoruz ne yapılacağını, bir de size mi soralım” başlıklı aşk hikayesi… Allah selamet versin, ne diyelim… Ama Allah var, sunum fevkaladenin fevkinde; “golf sahaları, devasa müze, uluslararası uçuşa münasip havaalanı, yaklaşık 100.000 nitelikli yatak kapasiteli oteller, nitelikli olimpik boyutta spor tesisleri, motor sporları pisti, kongre fuar ve etkinlikleri merkezleri, opera, bale, sinema ve tiyatro salonları, özel galeri ve sergi salonları, sağlık temelli termal merkezleri, agro turizm alanları, doğa turizmi alanları, ekstrem macera ve doğa spor alanları, tema park ve film plato alanları, yat limanları, kişisel yat bağlama alanları, bilişim teknolojileri serbest bölgesi, futbol sahaları…” vs vs ne bulduysam içeriğe kattım tadında… Yahu bu faaliyetlerin bir kısmı diğerinin tekzibidir diyen birkaç kişi dışında ses çıkmıyor… Moda ya “torba” yapmak, kırk ambar tadında, atarsın içine her şeyi, hooop oldu sana torba, biri diğerinin etkisini azaltırmış, kimin umurunda, esasen bu bir sunumdur, söylendiği gibi de olması gerekmeyebilir, eeee, ne demiş atalarımız, “kervan yolda dizilir”… İlaveten, maksat her kesimi ve herkesi memnun etmek değil mi?... Devammmm… Yaptıklarımız, yapacaklarımızın garantisidir, repliği sahnede yeniden ve yine… Biz izlemeyi sanat haline getirdikçe, filmin habire devamı çekiliyor… Ve görünen o ki ve de hiç şüpheniz olmasın ki, devam da edilecek… Ama olsun, “ne vereyim abime” tadında her beklenilen ya da akla gelen faaliyeti torbaya koydun mu, geniş “konsensüs” oluşuveriyor kendiliğinden… Kim takar, bu söylenenlerin gerçeklik payı var mı, olabilir mi, sorularını… Şimdilerde hâlâ var mıdır bilmiyorum, “SimCity” diye bir bilgisayar oyunu var idi, bilgisayar ortamında kendi kentinizi oluşturuyor ve yönetiyor idiniz, bu strateji oyunundan dahi nasiplenmiş olmak karşıtlıkların bir balans dahilinde nasıl yönetilebileceğinin ayartına varmayı getirebilir, de işte…

Dün bir arkadaşım gönderdi, “Türkiye Ormancılar Derneğinin” bir basın açıklamasını, okuyunca içim karardı, gerçi farklı açılardan değerlendirerek benzer kaygıları hep taşıyordum ve bu nedenle de taa başından beri karşı idim bu projeye ve hala da karşıyım ve de karşı olacağım… Önceleri karşı olup sonra alkışçısı olanları da Allah ıslah etsin diyorum… Çeşme Yarımadasının yaklaşık 30.000 ha.lık alanının 17.000 ha.sı proje dahiline alınıyor ve nurlu ufuklar tadında “Türkiye’nin Cannes’i” olacağı takdimi ile sahne alıyor… “Zemin+2 kat olarak öngördüğü yatay mimaride kullanılacak malzemelerin çevre dokusuna uygun olacağı, çevre sertifikasına sahip, sürdürülebilir-doğa dostu bir turizm uygulaması olacağı” cilası ile vaat takdim ediliyor lakin yukarıda sayılan ve bir arada olma şansları nerdeyse imkansız bir dolu faaliyet ile de soslanarak keyifli ve kabul edilebilir hale getiriliyor. Neymiş ana fikir, yatay mimari de, dikey asla değil, çevreye uyumlu konut projeleri, evet bence de hesap bu… Aksi takdirde buraya ne Karadeniz’den müteahhit, ne de çok güvenilen Arap sermayesinden kaynak akmaz… Bilmeyenlere, müracaatları halinde, Arap sermayesi üzerine bildiğim kadarı ile hisse ve kıssalar aktarırım… Aaaa devlet garantisi, yani, marinalara yat sayısı garantisi, havaalanlarına yolcu garantisi, golf sahalarına oyuncu garantisi, müzelere ziyaretçi garantisi, sinema salonlarına seyirci garantisi, bak işte buna bir şey diyemem, işte o zaman olur belki de… Yahu birileri bu romantik takdimleri hayalleri olarak sunabilir, bu çok anlaşılabilir ve kabul edilebilir de bari biz çok sevdiğim ve Anadolu’da çok yaygın kullanılır lakin az uygulanır söz gereğince tutum takınalım; “söyleyen deli ise dinleyen akıllı olacak”. “100.000 kişilik nitelikli yatak, 100.000 kişilik istihdam” takdimi elbette çok ciddi karşılık bulur günümüz Türkiye’sinde… Canım Yurdumun maalesef çalışabilir nüfus stoku o kadar büyük ki… Neyse ulvi ve kutsi politik mülahazalara dalmayalım…

 

Golf sahaları ise başlı başına bir felaket hatta rezalet bir önermedir… Önerenler biliyordur şüphesiz de, dinleyenlerin lütfedip biraz tefekkür edip konunun boyutlarına vakıf olmaları kaçınılmazdır. 19 Aralık 2018 tarihinde “Golf yatırımı” başlıklı bir yazımda, şüphesiz kendimce ve bilgim ve görgüm çerçevesinde konuyu incelemiştim, su rejimi, kullanılan kimyasallar ile toprağın ve yeraltının nasıl kirletildiği, müşteri portföyünün tüm dünyada nasıl ve kimler tarafından oluştuğu ve de hepsinden önemlisi istihdama katkısının ne kadar küçük olduğu vs vs… İstenirse  https://sosyalyasamdaalternatif.blogspot.com/2018/12/golf-yatirimi.html linkinden detaylara ulaşılabilir.

 

Gelelim havaalanı konusuna; şu an Çeşme’nin yegâne su kaynağı “Kutlu Aktaş Barajının” su toplama havzasının tam göbeğine inşa edilerek, zaten su fukarası Çeşme’nin daha da sıkıntıya gark edilmesi gözden kaçıyor herhalde… Yahu hazır bulmuşsun Allah’ın bedava suyunu, ki o bile çok yetersiz, bırak Allahaşkına dokunma… Zaten açtığın derin kuyularla temin edilen suyun ki o da arsenik içeriği riski bir hayli fazla bir su onu paçal etmekte kullanıyorsun, bi dur, bi karıştırma… Aaa bu muhteremlere şimdi bunları söylüyoruz ya, ben biliyorum bu abilerin cevapları vardır ve çok nettir. Denizden “reverse ozmos” yöntemi ile su arıtacağız ile başlayan, İzmir’in muhtelif barajlarından isale hatları ile getireceğize kadar, hatta yağmur dua seanslarını arttıracağıza kadar varır…

 

Hele siz; şu andaki nüfusa ciddi temiz ve sağlıklı su temin edin, atık suyu yeterli ve sağlıklı toplayın, arıtın, gelin sonra bunları da yapacağınız konusunda bizi ikna etmeye çalışın. Bu kadar çok temiz su kesintilerinin ters basınç ile atık su şebeke karışımları sonuçlarına hiç girmeyeceğiz. Terfi istasyon kifayetsizliği nedeni ile yeni kanalizasyon şebekesi yapamıyoruz, siz şimdilik foseptik ile idare edin yaklaşımına lafımız da yokken…  Lütfen, andövülüz de sizin sandığınız kadar da değil, bunu da bir görün gari… Lütfen bu projenin tamamından da hatta küçük bir parçasından da uzak durun, Çeşme’nin geleceği adına… Raporda değinilen, yöreye özgü nadir hayvanlar ile yine yöreye özgü endemik ve nadir bulunan bitki örtüsüne verilecek zarar ortada iken agro turizm gibi örtülere sonraki yazılarda devam etmek üzere…

Cumartesi, Temmuz 17, 2021

OKUMAK SEVDADIR

 

Geçen yıl “Benim Gözümden ÇEŞME” adı ve “Hatırladıklarım, beklentilerim, hayallerim” spotu ile de kapağı hazırlanan ve “İstedim ki insanlar; kalemimin gücü ölçüsünde benim gözümden, öğrendiklerimden, hatıramdan, hayalimden ve beklentilerimden oluşan “Çeşme’yi” görsünler. İnancım odur ki, herkes Çeşme’yi ve de Ülkesini en az benim kadar seviyordur ama ben farklı sevdiğimi farklı yaklaşım ve düşüncelerime dayandırarak aktarmaya çalıştım ve de devam ediyorum. Esasında mezkûr birikimlerimi başlangıçta, hani insanlar günlük tutarlar ya tam da o manada, “anılarım” olsun yazayım diye yola çıktım ancak ortaya çıkan bilgileri sadece kendime ait olarak tutmanın, sadece kendime saklamamın cimrilik olacağına kanaat getirdiğim andan itibaren yayınlama kararı aldım. Oluşacak “Çeşme Kent Kültürüne” katkı sunacak eserlere yol açması dileği ile iyi okumalar diliyorum. İstedim ki; “kitapsız” demesinler…” sunumu ile de basılan ilk kitabımın dağıtımını bedelsiz ve çok büyük ölçüde dostlara yönelik yapmıştım. Farklı farklı kentlerde oturan dostlara dağıtımı da gerçekleşti lakin ellerine ulaşanları da maalesef telefon ile arayarak teyit etme işlemi bana düştü. Maalesef dostlarımın önemli bir bölümü “teşekkür etme” nezaketi ve lütfu göstermekten ısrarla uzak durdular. Muhtemelen emeğe ve ürüne verdikleri değer bu kadar idi. Ve korkarım ki bu muhteremler kendi aile ilişkileri içinde de böyledirler. Ve ne yazık ki bu muhteremlerin çok büyük çoğunluğu, bir zamanlar, ülke adına ve üstüne çok büyük hayalleri ve iddiaları da var olanlar ya da öyle olduğunu zannettiklerimiz idi ve bu hayallerini sitayişle çevreleri ve toplumla paylaşıp “nurlu ufuklar” tiratları atıyorlar idi. Gelin görün ki bu zevat için “bedava sirke baldan tatlıdır” atasözü bile kocaman bir hiç imiş. Ve inanıyorum ki hiçbiri de kapağını bile açmamış olabilir… Canları sağ olsun, ne diyelim… Esasen onlar teşekkür ya da takdir etsinler diye yazılmış olmadığı da bir kesindir mezkûr kitabın… Bunların bir kısmı koca koca mühendisler, doktorlar ve hukukçular olarak faaliyetlerine bir tarafları yöneterek devam ediyorlar, hala… Ve çok muhtemelen de etraflarındaki olumsuzlukları kocaman kocaman kelamlarla eleştirmeye devam ederek arz-ı siyaset eyliyorlardır. Vay ki vay…

Ancak tüm bunlardan ziyade kalbimi kıran, gönlümü yakan bir olay var ki paylaşmadan edemeyeceğim. Evden çıktım, otomobilin bagajını açtım bir şeyler yerleştireceğim, tam o sırada çok yakından tanıdığım birisi motosikleti üstünde geçerken durdu, hâl hatır soruşmak için. Bagajda ihtiyaç olursa diye bulundurduğum kitabımdan bir taneyi kendisine takdim etmek istedim. “Dur sana bir kitabımı hediye edeyim” dedim, adam ne desin beğenirsiniz “benim kitap okuyacak zamanım yok” … Laf bitmiş gayri… Adam, yukarıda bahsettiğim muhteremler kadar bile olamamış, almaya bile tenezzül etmemiş… Bir bakıma kitabın akıbetinin muhtemelen benzer olduğunu ya da olacağını tahmin etmeme karşın lütfedip beni kitap hediye etme lüksümden de etmişti. Ne diyelim… Haydi şimdi düşünün bakalım, “hangi ara biz bu hale geldik” kelamını eksiksiz ve sürekli paylaşan muhteremler…

Evet, biliyorum kitap okumak zor bir uğraşıdır, interaktif olmayı gerektirmektedir, TV izlemek öyle mi, pasif olunması bile kafidir hatta hafif uyuklayarak hatta tek gözle bile seyredilebilir durumdadır. Kitap ise akıl ve zihin zindeliği gerektiren bir faaliyettir. Az okuyup çok bilmek istiyorsanız da tereddütsüz tercihiniz TV olmalıdır. Oysaki; kitap okumak, öğrenmektir, daha iyi bilmektir, aydınlanmaktır, katılmasan bile önermeler ve görüşler üstüne kıyaslamalar yapabilmektir, fikri zindelik teminidir, sürekli güncellenmektir, hoşgörüyü arttırmaktır, özgürleşmektir, paylaşabilme becerisini çoğaltmaktır, akli boşlukları doldurmaktır, vs. vs. hülasa kitap okumak hayatı okumaktır. Okuduğunu anlamak ve yorumlamak insana derinlik katar, derinlik ise akli serinlik ve hoşgörü kaynağıdır.

Lakin, bizler tek kanallı TV günlerinde, TRT’nin bilgi yarışması programlarında bile “boş zamanlarımda kitap okurum” subuk klişe kelamlar ile aklı hamule olmuş bir ırkın ahfadıyız. Esasen kitap okumayı öne çıkarır görüntüsü altında, kitap okumanın boş zaman doldurma meselesi, hatta dolgu malzemesi gibi bir subliminal mesaja tekabül ettiğini hep göz ardı ettik…  Boş zamanlarda “kitap okurum”, böyle bir şey olur mu Allasen, kitap okumak için boş zamanı mı bekleyeceksin, bu kabil okumayı bu manada romantik bir faaliyet gibi göstermenin nasıl bir gayesi olabilir. İşte gelinen nokta… Boş zaman bulamayan Canım Yurdumun insanına göre, kitap, ihtiyaç listemizin ne yazık ki 235. sırasını oluşturmaktadır, hem de 2016 yılı verilerine göre, şimdikinin daha iyi olduğunu söylemek ise beyhude bir çaba olarak kalır. Kitap satışları ortadadır. Daha da çarpıcı olanı ise, Canım Yurdum insanın “kitap okumaya ayırdığı süre” 1 dakikadır (yazı ile bir dakika). İlave yorum ve izaha gerek var mı? Zinhar… Oysa aynı Canım Yurdum insanı TV izlemeye 6 saat ve internete 3 saat ayırıyormuş, vs vs… Örneğin; bir türlü Canım Yurdumda kitap hediye edilme işi neden bir davranış modeli olamadı, bilemiyorum… Yorumum var da yüzüne vurarak “kimseyi ağlatmayayım” şimdi. Kitap hediye etme konusunda Canım Yurdum 180 ülke içinde 140. sırada… Daha çok kelam edilebilir de faydası olur mu bilmiyorum… Hobileriniz nedir sorusuna “kitap okumak” diye cevap veren ve yazan andövüller de var bu ülkede. Belki de gençliğimizde biz de öyle davranıyorduk, hani meşhur “hatıra defteri” doldurma sırasında sorulan sorulara verilen cevaplarda, çok şükür ki bu ayıbı tespit edip attık sırtımızdan… Hani bir de “yahu kitap çok pahalı” diye yakınan bir grup da vardır ki, bunlara da “iğne de ilaç da kâr etmez”… Mezkûr zevat sigaraya hiç acımadan çok daha fazlasını harcar ama nedir izahı, bağımlılık ve alışkanlık, be adam okumayı da bağımlılık ve alışkanlık haline getirsene… Nerdeee… Aman yanlış anlaşılmasın, derdim ve muradım okumayanları tahkir etmek değil, tam tersine bir durum tespiti yapmaktır kendimce… Onların daha mutlu ve huzurlu olduğunun kesinlikle bilincindeyim…

Kitaptan edinilen bilgiyi yeni kitaplarda pekiştirmek, pekişen ve biriken her bilgiyi toplum ile paylaşmak, insanı huzurlu ve mutlu kılar, bu çabadan asla vaz geçilmemelidir, bence…

Okumak bilmek demektir ve bu yüzden okuyanın dostu da çok olur çünkü bilen insan bilmediği az olduğundan az düşmanı ve düşmanlığı olmaktadır. Hülasa, ben cahilleri çok seviyorum, onlar ki, her şeyin en iyisini bilirler, bilmeleri de okumamaları sayesindedir ya işte bu da her şeyin üstündedir.


Pazar, Temmuz 11, 2021

ÇEŞME TARIMI ve MİKROKLİMA

Çeşme Belediye Başkanı Ekrem Oran; “Çeşme anasonu sahneye geri döndü, taklitlerinden sakınınız” diyerek Çeşme’de yeniden anason dikimi konusunda üretim yapmak isteyenlere destek olma iradesini ortaya koydu. Evet, irade beyanı ve fiili destek, gerek şart lakin yeter şart mı, şüphesiz değil. Her şeye rağmen üreticiye cesaret ve destek manasında önemsediğim bir atılım. Evet gerek şart diyorum çünkü böyle bir irade beyanı ile başlar her şey lakin yeter şart mı diye soruyorum, ne yazık ki, hayır. Çünkü genel manada tarım politikaları ortada, asıl önemlisi ise, Çeşme’nin çok uzun yıllardan beri ekonomik faaliyet alanında eksen değişikliği… Şimdi bakıyorum bu haber üstüne yazılanlara ve yapılan yorumlara, “tarım yapılacak yer mi, kaldı” ile başlayan “Başkan göstermelik işler yapıyor” denilmesine kadar… Gösterilen her yaklaşım kendi içinde doğru lakin eksik, dolayısı ile eksik olduğu için de yanlış anlaşılabilecek kadar da geniş perspektifli ve ciddi veri kullanılmadan yapılmış değerlendirmeler gibi görülebilir. Evvel emirde Başkan göstermelik yapıyor ama az bir şey mi, burun kıvrılacak bir şey mi, zinhar… Ama yer kaldı mı eleştirisi gayri ciddi mi, o da bir başka fasıl… Başkan’ın siyasi faaliyette bulunduğu siyasi parti ve muhalif partilerin uzun yıllardır iddia, plan önerisi ve beklentileri ne yönde, bir bakılırsa görülecektir, tenakuz… Çeşme’nin süreli ya da süresiz turistten azade, yerleşik ve kalıcı nüfusunun 350.000 olarak planlandığını görmezden gelmek mümkün mü, ne yazık ki hayır. Alaçatı ve etrafını, bazı iddialara göre Germiyan ve Reisdere’yi bile içine alan, devasa konut projeleri için cesaretle lehte fikir beyan eden, adım atan genel ve yerel siyaset erbabının alkışlanacağı ama aynı zamanda tarım girişimlerinin alkışlanacağı bir başka dünya cenneti bulunması kabil değildir, kanaatindeyim. İçinde “havaalanı” bile olan onlarca golf sahası bulunan devasa projelere alkış çalanların, bilmesi gerekir ki, Çeşme Barajının yegâne su toplama havzası bile yok ediliyor olacaktır. Bu konu ile ilgili “Yeni Çeşme Projesi” taraftarlarına ve muhaliflerine bile bakmak konuya girişin “a” sını oluşturacaktır. Neyse, konumuz şehirleşme ve maliyetleri değil, asıl mevzuya dönelim. Çeşme’nin “mikrokilmatik” özellikleri nasıl bir tarımın mümkün olduğu konusunda yeterince fikir vermektedir. “Çeşme Mikroklimasının”; dünya üzerinde sadece ve sadece ABD Kaliforniya’da küçük bir alanda bulunuyor olması bile ne denli kıymetli ve önemli bir mirasımızın olduğunu göstermektedir. Gerçi burada toplumun neredeyse ittifakla tamamı ve siyaset erbabının cesaretle bunları görmüyor ve göstermiyor olmasının üstünü örtecek değiliz bilakis bu ilişki ve çelişki tespitini yapıp geçeceğiz yoksa derdimiz eleştirelim de eleştirelim değil… Ahalinin kararı ve tercihi önemlidir sonuçlarına ve maliyetine katlandıkları sürece bana bir şey düşmez…

Evet; Çeşme’nin mikroklima özellikleri ayrıcalık yaratıyor dedim ya, bunu anlamak için zaten kendi alanının küçük olması bir yana kendi içinde bile küçük küçük bölgelere ayrılıp farklı temel özelliklere sahip olması tespiti bile kıymet ve değer verme açısından çok önemlidir. Diğer taraftan yetişen ürünlerini, tarımın yapılmasına yönelik tercihler ve kolaylaştırıcı işlemler nedeni ile şimdilerde tüm güzelliklerini ve özelliklerini taşıyamasa bile bir Çeşme Kavunu, Soğanı, Mandalini, Limonu, Anasonu, Sakızı, Enginarı, Salebi, Şaraplık Üzümü hatta Tütünü taşıdığı farklı tat, aroma, renk, koku, şekil açısından farklı kılan nedir diye bakmak yeterlidir. Şüphesiz Canım Yurdumun her yöresinde kendi has özellikleri ve güzellikleri ile öne çıkan harika tarımsal ürünleri vardır. Burada muradımız sen neymiysin be Çeşme ürünleri zinhar değil… Lakin yerel ürünlerin korunması, tarımının sürdürülebilir olması, Kamu marifeti ile ne pahasına olursa olsun desteklenmesi hem yerel, hem de ulusal, hatta evrensel önemdedir bana göre…

Bilindiği ya da kolayca bilinebileceği üzere; “mikroklima” tanımlaması aynı ürünün farklı şartlar altında farklı özelliklere sahip olmasının incelenmesi ile mana bulan tanımlama manzumesidir. Genellikle zeminden 2 mt yükseklikte, tanımlanmış aynı zamanda ölçek açısından minör değişiklikler gösteren bir büyüklükteki arazi parçasının, güneş, nem, eğim, rüzgâr ve hava akımları ile bunların toprak üzerindeki su kaybından tutun toprak aşındırmasına kadar ve ısı değişimleri ve zamanları gibi konularda gözlemlenerek, incelenerek tarif ve tanımlamasının yapılması işlemidir, mikroklima ya da mikroiklim. Burada görüldüğü üzere, hava hareketleri ile toprak kombinasyonu ve onların detayları içinde neredeyse akla gelen her türlü detay farklılığı bir başka tanım farklılığına tekabül etmektedir. Örneğin rüzgârın yönü, şiddeti, bağıl nemi ve toprak ile temas açısı ve önemlisi güneşin tüm bunlarla birlikte etkisi altında toprak evsafı ve kompozisyonu, zemin nem ve su durumu ve de hiç göz önünde tutulmayan yaban hayvan ile börtü böcek katkısı, vs vs… Tüm bu detaylar açısından Çeşme’nin farklı farklı küçük ovaları kendisini yansıtan farklı ürünlere ev sahipliği yapar… Örneğin, Ildırı Enginar ile öne çıkarken, Çeşme Çevre yolu içinde kalan alan Mandalin ve Limon ile, Çiftlik Anason ve Kavun ile ünlenmektedir. Konu ile ilgili biriktirdiğimiz ve biriktirenlerden aktaracağımız çok detay bilgi var şüphesiz, lakin yer sınırlı…

Tekrar konuyu başladığımız yere getirirsek; Belediye Başkanı, temsili ve örneksel düzlemde çok değerli bir iş yapıyor, tartışmasız. Lakin bu çaba ve girişimin sınırlı etkisi olacağı aşikardır. Bu manada “Hattın müdafaası değil sathın müdafaası ki o satıh tüm Canım Yurdumdur” mütalaası ile yüzde yüz yerli ve milli tarım tercihleri yapılmalıdır. Peki yapılabilir görünüyor mu, hiç umudum yok maalesef… Sadece “makro politikalar ve politik tercihler açısından” değil tek tek vatandaş beklentisi ve tercihi açısından da durum beni umutlandırır vaziyette değil… Neyse zülfü yâre çok dokunmadan bitirelim… Ekrem Başkanın önce karakılçık buğday, enginar, sonra sakız ve şimdi de enginar konusundaki girişim ve atılımlarını kimilerine göre “göstermelik de” olsa çok değerli buluyorum ve destekliyorum. İlaveten bir Belediye Başkanı da bu kadar yapabilir, kimse ondan Tarım Bakanı tercih ve uygulamaları beklememeli… Diğer taraftan “30 yıl aradan sonra” gibi bir sunum ardına konuşlanılması da ısrarla, ara vermeden ve terk etmeden, ta başından beri anason dikenleri görmezden gelmek manasındadır. Yani kimse bu işler benden önce yapılmadı gibi akla ziyan yaklaşımlarda göstermemeli, maazallah kaybedenler kulüp listesi uzar da uzar… İlaveten Başkanın tercihlerine yönelik eleştirilerimiz yok mu, olmaz mı, hakkımız saklı ve baki…

 

 

Pazar, Temmuz 04, 2021

İSTİKLAL SÜVARİSİ ALİ RIZA AKINCI ve YAŞAR AKSOY

 

Araştırmacı yazar, Gazeteci Yaşar Aksoy büyüğümüz, “İstiklal Süvarisi – İzmir’in Kurtuluşu” isimli henüz yeni yayınlanmış kitabını 2021 yılı Nisan ayı ortalarında, sağ olsun imzalayarak takdim etti. Ben de hızlıca okudum, beni ziyadesi ile duygulandıran, düşündüren ve mutlaka not edilmeli dediğim noktaları stiker ile tespit ettim. Öncelikle belirtmek gerekir ki; “İstiklal Savaşı” üzerine her biri çok değerli hatırat kabilinden okunabilecek çok eser olup, bu eserler üst komuta kademesinde görev yapmış askerler başta olmak üzere, devlet adamları, ünlü gazeteciler, edebiyatçılar, yazarlar, şairler hatta yabancı ünlüler tarafından da kaleme alınmışlardır. Bu defa kademenin görece altında ve görece sıradan bir görevlinin gözünden ve aklından hülasa hatıratından, dönem itibari ile pek kolay rastlanmayacak şekilde tutulan yazılı hatırattan, Ortadoğu cephesinin güçler dengesi ve mevzilenmeleri, savaşın korkunçluğu ve dahası karşılaşılan olumsuzlukların bertaraf edilişi, bugün bile hala anlaşılamayan Ortadoğu kaygan zemininin Osmanlı’ya maliyeti, İstiklal Savaşının yokluklar ile var edilen zaferinin detaylarını aktarmış yazar değerli büyüğümüz Yaşar Aksoy. Değeri tartışmaz bir eser, önemli detaylar ve yaşanmışlıklar bugüne bile göz kırpıyor hala… Yaşar Aksoy’un yazarlığının 50. Yılına, İstiklal Mücadelesinin 100. yılına denk gelen bugünlere bile nadide çıkarımlar ve yol gösterimler arz eden Teğmen Ali Rıza Akıncı’yı da, bu vesile ile saygı ve minnetle analım… İstiklal Mücadelesini; “Kuvayı Milliye benim için destansı, rahmani ve ruhani bir istiklal alemiydi. Hala öyledir. Tam bağımsızlık ve devrim… Biz buna inanırız.” diye çok anlamlı ve derinlikli tarif yapan yazara “kalemin eskimesin” diyerek teşekkürlerimizi bir kez daha sunalım.

Babasının inancı nedeni ile kendisinin Askeri Rüştiye’de okuma arzusunun hilafına “İtilaf Fırkası taraftarlarının açtığı Medaris” denilen bir okula gönderilir, mezkûr okulda karşılaştığı devlet, asker ve de özellikle asri kıyafet aleyhtarlığı ve baskısı karşısında sıtkı sıyrılır ve kendince bir plan doğrultusunda hayatına son verme baskısı ile ailenin bariyerini aşar ve Medaris’ten ayrılır. Asker olma hayali ile evden kaçar Kuleli Askerî Lisesi hedeftir lakin kaçmak kolay mı, yakalanır eve döner. Ama arzu nihayetlenmeyince asker olmak adına, yol ve iz arama hiç bitmez. Asker olma adına her girişimi yapar ve nihayetinde bir gün yedek subay talimgahına kayıt yaptırma şansı doğmuştur. Ve artık askerdir.   

Ortadoğu cephesine yönelik bölümde hatırattan; “Akşam Şam’a harekât ettik. Şehirde Araplar yenilgimiz sebebiyle bayram yapıyorlar. Haber aldık, Sabo (veya Rado) köyünü düşman süvarileri işgal etmiş, çölü de İngilizlere yaltaklık yapan Araplar kesmişti. Müslüman Arap Aşiretleri, gavurlarla yani İngiliz Ordusu ile birleşmişti.”  ve “Bu bir ricatten ziyade panik idi, canını kurtaran kaptan halde idi. Emir Komuta dinlemiyor, kıtalar münferiden Şam istikametinde kaçmaya çalışıyor, rastlanan köylerde bulunan hayvan ve erzakla karnımız doyuruyorduk” … Falih Rıfkı Atay’ın “Zeytindağı” adlı eserini okuyanlar hemen anlayacaktır benzerlikleri… Bilindiği üzere “Zeytindağı” Kudüs yakınlarında bir dağ olup yazarın dahil olduğu Ordu Karargahının bulunduğu yerdir… Herkesçe gayet iyi bilinen ya da sadece bilmek isteyenlerce bilinen makus kader tecelli eder, Osmanlı bila kaydu şart teslim olur… Osmanlı itirazsız bir şekilde Ordusunu terhis etmiştir… Teğmen Ali Rıza Akıncı da terhis edilmiş olur, haliyle… Artık Konya’da bir tevkifhanenin müdürüdür o… Burada işgalcilerin düşük rütbeli komutanlarının bile, mülki idarenin başındakilere talimatlar yağdırdığını birkaç olaydan bahisle çarpıcı bir biçimde anlatır. Lakin, Ali Rıza Akıncı bir vatanseverdir, ülkeyi yönetenlerin işgalcilerin talimatı ile hareket etmeleri kanına dokunmaktadır. Gözü ve kulağı Kuvayı Milliyedir.

“Bir gün bir haber bomba gibi patladı. Beyşehir’de bulunan 7. Süvari Alayı, İstanbul Hükümetine isyan etmiş ve Mustafa Kemal’e iltihak etmişti. Akyokuş sırtlarını işgal etmişti. Hemen koşup Refik Bey’den vaziyeti öğrendik. Bana, doğru hapishaneye gidip orada mahpus olan Ilgın Kaymakamı’yla teşkilat kurmamı istedi. Koşup Demir Asaf Bey’in yanına geldim, lazım olan tertibatı almaya başladık.

O esnada vilayetten emir geldi. Geceleri hapishanede kalıyorum, jandarma takviye edildi. Sokaklarda ise aç insanlar milis yazılıyor, jandarma ve bazı askeri birliklerle ortaklaşa isyan eden alayın üzerine gönderiliyordu. Bizler şehirde büyük çapta propagandaya girişerek milli haysiyet ve istiklalimizi kurtaracak tek ümidin Mustafa Kemal Paşa olduğunu yayıyorduk.

Bir gece uykudan uyandırıldım. Nöbetçi gardiyan; “iki süvari geldi, sizinle görüşmek istiyorlar” dedi. İçeri aldırdım. Bir işaretle gardiyanı dışarı çıkarttım. Yalnız kalınca süvari erleri kıyafetli birisi kendisini tanıttı. 7. Süvari Alayı subayı Münir Yüzbaşı imiş. Heyecanımı zapt edemedim, adama sarıldım, onu öptüm. Derhal cebinden bir zarf çıkarıp bana verdi. Süvari Alay Kumandanı Yarbay Nazım Bey’in mektubu idi. Meğer içerde hapis Kaymakam Demir Asaf Bey kendine mektup yazmış, beni tanıtmış. Yarbay Nazım ise vatani göreve çağırıyor, Asaf Bey ile teşriki mesai yapmamı, hapishanede güvenilir milli hisleri yüksek olan mahkumlardan bir milis müfrezesi kurmamı, gerekirse kendilerine iltihak etmek üzere hazır bulunmamızı emir ediyordu.

15 Mayıs 1919’da İzmir’e çıkan Yunan ordusu artık ileri harekatlarla epey yayılıyordu. İstanbul Hükümeti, Kemal Paşa’nın milliyetperver hareketini memlekete ihanet olarak ilan etti. Onu idama mahkûm etti. Yunan ordusunun Padişahın emirleri ile hareket ettiğini, Mustafa Kemal Paşa’yı tenkil ettikten sonra geri döneceğini, Yunan Ordusunun Hilafet Ordusu olduğunu, ona kurşun atılmamasını ilanla milli hareketi baltalıyordu.”

Evet, Teğmen Ali Rıza Akıncı’nın rotası bellidir. O artık harici ve dahili bedhahların ittifakına karşı canı gibi sevdiği yurdunun bağımsızlığını müdafaaya yönelmiştir. Artık, Milletin düşürüldüğü bu fakruzaruret içindeki harap ve bitap durumu değiştirme vaktidir. 9 Eylül’de İzmir Vilayet Konağına, bağımsızlığın sembolü bayrağın çekilmesine kadar süren, İstiklal Ordusunun aç, susuz, uykusuz, beş parasız, çıplak atına semersiz binen, kuru peksimetten başka bir şey yemeyen, atı ve tüfeğinden başka hazinesi olmayanların destanıdır, mezkûr kitapta anlatılan… Yine ve yeniden teşekkürler Yaşar Aksoy…


Pazar, Haziran 27, 2021

LATİF ÇELEBİ – 2

 

Latif Çelebi dostumuzun kaybı sonrası kendisini anmak adına birlikte oynadığımız, yaptığımız, konuştuğumuz ve gözlemlediğimiz şeyler üstüne yazmaya devam…  

Latif’in tüm iyi yaptıkları yanında en iyi yaptığı işlerden biri de balık avı için serpme kullanması idi, gerçekten müthiş serpme kullanırdı… Gerçi baba büyük usta balıkçı Rasim Abi ile usta – çırak ilişkisi içinde maharet ve beceri depoluyor, bu az bir şey değil. Hani benim babam da iyi bir olta balıkçısı idi lakin bana herhangi bir şey intikal etmemiş. Gerçi her ikisinin de olta balıkçılığı konusunda bağlılık ve başarı manasında son derece iyi olduğunu söylemek gerekir. Adliye Binasının Çeşme Sahilinde olduğu dönemde, Rasim Abinin mutlaka birkaç oltası denizdedir, öyle hatırlıyorum. Latif ise tatillerde ve emeklilikten sonra bu konuda daha da ileri gitmiş durumda idi.

Çeşme’de “Parafani” diye adlandırdığımız ve Ekim Kasım aylarında “Ayın Karanlık” olduğu 15 günün gecelerinde yani Ay karanlığında, sığ sulara beslenmek ya da dinlenmek ya da temizlenmek için gelen geçit yapan balıkların, lüks lamba ışığı ile hareketsizleştirme ve serpme vasıtası ile bir avlanma faaliyeti vardır. Belki aynı faaliyet Canım Yurdumun başka yerlerinde de belki aynı adla belki farklı adla yürütülmektedir, bilmiyorum. Parafani ekibi 3 kişiden oluşan bir ekip olup biri ki ekibin en önemli parçasıdır ve serpme atma işinde mahir olmak durumundadır, ikincisi ise ışık taşıyan elemandır ki o da görece iyi olmak durumundadır ki balık hareketlenmesin, kaçmasın gibi değerlendirme yapacak olabilmelidir, üçüncüsü ise hamal niteliğinde olması yeterli olan olup sadece yakalanan balıkları taşıma görevi vardır ki bu ekip içinde balık taşıma işi hep benim olmuştur.

“Parafani” kelimesinin etimolojisi için araştırma yaptığımda ne yazık ki, herhangi bir şey bulamadım. Bileşik bir kelime olması kesin, Türkçe olmadığı bir daha kesin lakin görünen o ki çok fazla söylene değişe günümüze gelmiş. Rumca kökenli olduğu da kesin lakin böylesine Türkçeleşince de iz takibi çok zor. Edebiyat, Genel kültür ve Dil konusunda başarılı Kaya Erdal Çapan ve Hüsnü Karaman dostlarım aracılığı ile bir şeyler öğrenebilir miyim diye baktım, ne yazık ki, henüz bir gelişme kat edemedik… Hatta bu konuda Yunanistan’daki tanıdıklarına bile yazdı Erdal, sonuç şimdilik yok… Çok muhtemel ki, “para” kelimesinin her ne kadar da “çok” manasında olduğu bilinse de, bazı yerlerde “dışarı, dışarıda” manasında kullanıldığı da görülmektedir, “fani” ise yine “fenari-fanari” kelimelerinden türetilmiş ve günümüze hem Türkçeleşerek hem de değişe dönüşe, “dışarıda fener kullanımı” gibi gelmiş olabilir. Belki de değil, bilemiyorum.

Latif bizim ekibin 1 numarası ve serpme uzmanı, takım kaptanı, şimdi adını anmak istemediğim arkadaşımız fenerci ve bendeniz ekibin nitelik gerektirmeyen tek işi hamallık yaparak, Çeşme’de ay karanlığı olan gecelerde çok balık yakaladık. Zaten; Çeşme’nin bu işe uygun yerleri, en azından bize göre en uygun, Ilıca Plajı, Boyalık Plajı ve Çiftlik Pırlanta plajı idi. En azından konunun büyük ustaları Hafız Ahmet’in Cemal (Işık) ve Rasim Çelebi abilerimizden fikri mirasımız bu idi. Burada bir haksızlık oluşmaması için, bir başka iyi serpmeci arkadaşımızdan da bahsedeyim, Nail Barutçuoğlu, birlikte hiç parafani yapmamamıza rağmen aldığı sonuçlar itibari ile konunun bir diğer iyisidir. Gerçi bizim ekip hatırladığım kadarı ile Ilıca Plajını hiç kullanmamış idi, bizim iştigal ve ihtisas alanımız Pırlanta Plajı ve Boyalık Plajı idi. Boyalık Plajını ikiye bölen, denizin makul derinliğine kadar dikenli tel çit oluşturarak bölen dönemim ünlü iş adamı Durmuş Yaşar’ın villasının önündeki engel dışında mezkûr faaliyete uygun bir alandı. “Atila Polat Sitesinin” oradan girip, diz boyu derinlikte, taaaa Altın Yunus Oteline kadar su içinden, ışıkçı ve serpmeci koordinasyonu altında ve en arkada da taşıyıcı olmak esası ile yürür, süreci tamamlar idik, geriye dönüş ise karadan görece daha hızlı olurdu. Şimdilerde bu faaliyet için ne hukuki durum ne de fiili yapılaşma durumu uygundur. Denizlerde büyük çaplı balıkçılık yapanlar bilmem kaç bin volta uygun lambalar kullanarak balık avlamaya hakkına ve hukukuna sahip lakin kıyıdan, diz boyu suda “lüks lambası” ile balık avlamak yasak. Trol tekneleri yanılmıyorsam 10.000 volta (yazı ile onbin volt) kadar ışıklandırma ile balığı topluyorlar, sorun olmuyor lakin sen kıyıda en fazla 70 ya da 80 voltluk bir lamba ışığı ile balık avla, “yasssakkk hemşerim” ... Yasa koyucu ya da yönetmelik tanzim edici kendine göre bir yol tutturmuş gidiyor işte… Tam; Neyzen Tevfik’lik bir vaka, lakin nesine ve neresine laf edeceksin… Oysa Kuzeyden Güneye balık geçit yaparken, kâh beslenmek kâh dinlenmek kâh üzerindeki parazitleri defetmek için kumlara sürünmek maksadı ile diz boyu derinlikteki kumsal alana gelir, burada zinhar yumurtlama ya da yuva yapma gibi bir maksat yok ve de olamaz… Yasaktan murat nedir bilinmez ama her türlü yasal engele rağmen artık denize kadar girmiş evlerinin önünde kimseyi rahatsız edici bir şart kalmamıştır. Oysaki, parafani mevsimi itibari ile, yazlıkçılar artık kışlıklarına dönmüşlerdir, ama ne gam ne keder…

7 İğdelerden (Atila Polat Sitesi yanı) başlayan tüm “Boyalık” plajını ya da Pırlanta Plajını boydan boya geçerek Ekim Kasım ayı boyunca sadece “ay karanlığında” yaptığımız “parafani” avcılığı faaliyetimizin kaptanı Latif Çelebi, faaliyetin en zahmetli görevini üstlenmesine hatta “aslan payı” hak etmesine rağmen yakalanan balığın paylaşımında son derece mütevazi davranan bir arkadaşımız idi ona göre öncelik biz tali görevleri yapanlarda idi, tam ve mütekamil kaptan. Bir kez, Pırlanta Plajında, ilerler iken, hafif dalgalı olan deniz ve tam uygun ışık da olmamasından ötürü olsa gerek hemen önümüzde bir hayli “uzun kara kara oduna” benzer şeyler görünce aman serpmeye dikkat önde odun var dedi içimizden biri… Meğerse onlar bayağı büyük bir grup sarı kulak kefal değil miymiş, birden Latif Usta salladı serpmeyi, her biri kocaman dal zannedilen kefalleri topladık… Havada, hem mevsim itibari hem de gecenin doğallığı içinde bir hayli soğuk ve üşütücü olup üstüne üstlük traktör ile yapılan seyahatin de arttırıcı faktörü ile bir hayli titremiştik… İnanılmaz güzel bir serüven, Parafani artık yapılamıyor, artık denizlerimizi layıkı ile koruyabiliyoruz demek ki… Bu vesile ile tekrardan ve bir kez daha, muhtemelen şu anda cennet ırmaklarından en güzel balıkları yakalayan arkadaşım Latif Çelebi’yi saygı ve sevgi ile anıyorum… Latif ile anlatacağım birkaç şey daha var lakin yer kalmadı, bir dahaki sefere…





Pazar, Haziran 20, 2021

16 EYLÜL İLKOKULU

Yeni Çeşme Gazetesinde “16 Eylül İlkokulu yıkılıyor” başlıklı bir haber görünce içimde bir şeylerin kırıldığını hissettim. Pandemi koşullarından ötürü artık sokaklarda zaruri ihtiyaçlar dışında bulunmayınca, görmemişim, haberi görünce derhal okula gittim. Evet, yıkım başlamış… Geçen yıl Ekim ayında Seferihisar merkezli deprem nedeni ile “riskli bina” tespit ve tayini ile yıkımına karar verilmiş. Evet, bir tarih yok oluyor lakin çocuklarımızın da riskli bir binada bulunmalarının önüne geçiliyor. Diğer taraftan “güçlendirme” yapılarak sorun aşılabilir mi idi, şüphesiz konu öyle de çözülebilirdi. Karar verici elindeki bilgilere göre ya da önündeki etkilere göre bir karar üretmiş, doğru desek ne olur yanlış desek ne olur, durum bu… Haberin devamında restorasyonu bitirilen “tarihi hamamın” önüne küçük de olsa bir meydan bırakabilmek adına yeni bir bina yapılmayıp boş bırakılacağı yazıyor. Boş bırakılacak bu alanın “Tarihi Hamamın” değerini katlayacağı aşikâr olup esasen de isabetli bir karar olduğu kanaatindeyim.

Ben; “16 Eylül İlkokulu” inşaatı süresince Namık Kemal İlkokuluna gittim. Okul inşaatı tamamlandığında dönem itibari ile Çeşme’nin en afili binalarından biri olmuş idi, hatırladığım. Mesela; bizlerin gördüğü ilk mozaik kaplama olup çekiçlenmiş hali ile de ciddi manada albenisi olmuş idi. 60’lı yılların yanılmıyorsam da 1966 yılının sonu inşaat tamamlanmış Okul öğretime açılmış idi. İkinci yarı yıl için artık bu okula geliyorduk. Bana en cazip gelen odası ise en üst katta, müdür odası yanındaki “Harita Odası” idi. Vay be, okul yeni lakin yeni imkânların da olması muhteşem idi. Bu güzelim “Harita Odasında” sonradan yaşadığım ve hala unutamadığım bir dayak yeme sahnesi var… Kâmil Hoca; Annemin Köyünden, köyden komşumuz, Müdür Muavini idi. Şimdi ne olduğunu hatırlamadığım bir nedenle, muhtemelen de bizim sınıfın yaptığı bir yaramazlık üzerine sınıfın tüm erkek çocuklarını Harita Odasına aldılar. Kimler yok ki, Pejo Recep, Çekirge İbrahim, Gazeteci Mahmut, Pçi Mehmet baş rollerde olmak üzere sıralandık o güzelim haritaların önünde… Kâmil Hoca; Anneme de öğretmenlik yapmış birisi ve sert, ters, asla gülmez, asla dinlemez, sürekli kaşlar çatık, öğretmenden ziyade askeri disiplin ile yoğrulmuş görüntüsü veren biri… Lakin köylümüz, annemin öğretmeni olmasına rağmen aradaki birkaç yaş farkına binaen annemin de “Abi” diye hürmet ettiği, Babamın Arkadaşı, Dayımın Arkadaşı lakin tüm bu yakınlıklar Kamil Hocadan, “cennetten çıkarılan hizmetten” muaf olmasına yetmeyeceği sarihtir, bilenler bilir… Sınıfın birkaç çalışkan çocuğundan biri olmam hasebi ile Kamil Hoca’nın servisinden azade tutulduğumu hatırlıyorum lakin ismi geçen arkadaşlarım azade kalamadıkları gibi ademoğlunun her salvoyu silleden sonra uçabileceğini ispat etmişlerdir. Neyse, bu konu uzun, yer kısa…  

Okulun bahçesi şimdiki gibi etrafı duvarlarla çevrili değil zemini de beton değil, daha doğal ve insani idi… Okulun bahçesi, her türlü korumasızlığı altında özellikle hafta sonları biz çocukların bu baptan tam teşekküllü oyun alanı idi… Futbol, Uzun Eşek, Kaptan Çukuru başta olmak üzere bildiğimiz her oyun ya da bulunan insan sayısına göre faaliyet… Futbol konusunda ciddi manada sorun yaşıyorduk… Özellikle Ortaokula gittiğimiz dönemde hafta sonu burada futbol oynar iken yakalanır isek, zaptiye ve hafiye vazifesi ile donatılmış Ahmet Uğur’a, yandı gülüm keten helva… Pazartesi sabahı ilk iş ve ilk anons; “filan, filan adlı öğrenciler İdareye”… Manası, siz oynanması yasaklanmasına rağmen futbol oynar iken sobelendiniz, eee o kadar “hoşluğun” finali de hoş olacak değil ya, şüphesiz azıcıkkk “nahoş” olacaktır. Elindeki 1 mt’lik tahta cetveli ile açılan avuçlarımıza kılıçlamasına, sanki evde alınmamış ya da tamamlanmamış zevklerin ikmali dairesinde, kuvvet denemesi ile cetvel dayanıklılığı testinde imişcesine, vur ha vur… “Dayak cennetten çıkmadır” şiarı uyarınca öğretim sistemi kuran kafanın tezahürü olan bu öğretmenler az mı idi, nerde, maşallah Allah verdikçe vermiş babında idi… Sevgi, saygı ve hoşgörü sahibi öğretmenlerimizin sayısı ne yazık ki az idi. Gerçi biz öğrenciler de, aile ve eğitim sisteminin bizi formatladığı biçimde, suç ve ceza ikilemi içinde değerlendirme yapmaya mahkûm edilmiş durumdaydık ve tam da bu yüzden itirazımız dayağın kendisine değil de “orantısız” olmasına yönelik idi, dayak orantılı olsa rıza göstermenin öğretim gereği olduğunu bilmek insanı rahatlatırmış gibi… Ne yazık ki bugün matah bir şeymiş edası ile yeniden tahkim edilmeye çalışıldığı üzere biz suçluyuz onlar da bizi cezalandırıyor abukluğu ve sarmalı içindeki sistem bizleri kuşatmış idi. Neyse ve çok şükür ki; sonradan çağdaş eğitim ve öğretim müjdecisi devrimci öğretmelerimiz geldi de; “dayağın cennetten çıkma”dığını ve insana ait olmadığını öğrendik hep beraber.

Haberden anladığım kadarı ile mezkûr okulun arazisi boş bırakılıp, restorasyonu tamamlanmış Tarihi Hamamın mücavirini, dolayısı ile de kendisini değerli kılmak ya da öne çıkarmak gibi murad oluşmuş… Gerçi Tarihi Hamamın henüz “tarihi” olmadığı dönemde de orada bir okul bulunmakta imiş lakin şimdiki gibi çok katlı değil, tek katlı bir bina imiş ve şehircilik açısından mütemmim cüz gibi uyum içinde imişler. Alınan karar için muvafık olup musakdıkım, sonuç itibari ile… Hayırlara vesile olsun…

Sonu her daim Ahmet Uğur hocanın tecziyesi ile sonuçlansa da asla sonlandırılmayan futbol oynama arzumuz vardı. Mahallemizin yetiştirdiği önemli futbolcuların bir kısmı ile tüm yetersizliğime rağmen yeterli insan sayısı olmaması hasebiyle kurulan takımlarda birlikte o küçük alanda da top koşturmuş olmanın keyfi hala aklımdadır. Çok güzel günlerdi… Takım kurarak oyun oynayamayacak sayıda isek, derhal ceplerde taşıdığımız ve çiklet ya da çikolata içinden çıkan futbolcu resimlerinin cami duvarının belli bir yüksekliğinden serbest bırakılarak bir öncekinin duvara dayayıp serbest bırakarak yere düşmüş fotoğrafına temas ettirebilme olasılığına dayalı futbolcu resmini kazanma kurallı oyun devreye girerdi. Tüm bu oyunlar halen sahayı süsleyen palmiye ağaçları gölgesinde oynanırdı… Hele biz çocukların “bebbe” dediği, gerçekte palmiye üzümü diye bilinen saçma büyüklüğündeki küçük siyah meyveleri toplayıp, kamışlardan kestiğimiz kaval benzeri aletleri, dudaklar arasına alarak bebbeleri püskürtme yöntemiyle, karşıdaki kişiyi rakip tayini ile hedefleyen, harpçilik oyunları da unutulmazlar arasındadır. Heyyy gidi günler heyyyy…  






 

Perşembe, Haziran 10, 2021

CENGİZ DEMİR’DEN ALİ UYGUR’A

Cengiz Demir, ne yazık ki artık hayatta değil lakin fizik olarak yok ismi ve anıları hep yaşayacak kendisini tanıyanlar ve sevenler var oldukça… Cengiz Demir ve Ailesi ile, Adana’da 70’li yılların sonlarında tanıştık, Cengiz ile de ömrünün sonuna kadar da hep irtibat halinde kaldık. Adana’nın karanlık 70’li yıllarının aydınlık yüzlerinden biri idi, tüm ailesi gibi… Baba “Kara Halil” anne “Fatma Ana” bana bulunduğum gurbet elde şefkatli bir aile ocağı olmuşlardı… Hem de tam teşekküllü, tam sorumlu bir aile ocağı, bitmez tükenmez, sınırsız yeme içme ikramı başta her ailedeki tüm imkanlar… Hiç mi yorulmazdınız, hiç mi tükenmezdi mutfak stokları… Evet lügatlarında yorulmak yoktu, bıkmak yoktu ve mutfak stokları da sınırsız, bitmek tükenmez cinsindendi… Aç karnımızı sıklıkla doyurduğumuz bir ocaktı… Zaman acımasızdı önce “Kara Halil” babamız sonra da “Fatma Anamız” bizleri öksüz ve yetim bıraktılar. Ve sonra hayatın farklı gerçekleri karşısında çok fazla da farklı tutumlar geliştirememiş kardeşimiz Cengiz elim bir kaza sonrası yoğun ve uzun tedavinin kâr etmemesi yüzünden aramızdan ayrıldı… Ya haberimin geç olması ya da yurtdışında bulunuşum nedeniyle yetişemediğim bu kayıpların sonsuzluğa uğurlanmalarında bulunamamıştım. Yakınlarda yolumu Adana, Karaisalı, Döşekevi Köyü, Turunçlu Mahallesine, düşürdüm, yine kadim dostum Halil ile… Neneoğullarından Omar Ağa’nın oğlu Halil ile…

Mezkûr adrese belki de 40 yıldan fazla olmuştur ilk gidişim. Tipik bir Toros Dağları köyü idi, ancak Seyhan Nehrine tepeden tıpkı bir şahin bakışı atılıveren. Olabildiğince geniş bir Ova idi hatırladığım, çeşitli tarım ürünleri dikmeye uygun, şimdilerde ise tüm bu Ova Çatalan Barajı suları altında kalmış adeta bir deniz edası ile su bahse konu tepelere kadar dayanmış. Ova’nın sular altında kalmış olmasının değerlendirmesini, Neneoğullarından Omar Ağa (Ömer Ağa), bir hayli yorucu ve ağır çiftçilik faaliyetlerinden kurtuldukları için sevinç duyarak ve mutlulukla yapmakta, ohhh işimiz iyice azaldı tadında…  

Güzel ve genele mütenasip, yarınlar hayal ettiğimiz günlerde yollarımız kesişti, Cengiz Demir ve ailesi ile. Yalnız Ailesi ile mi tüm sülalesi ile… Bir aile ki; her bir ferdi, tek tek, tenlerinin esmerliklerine kazınmış yüz kıvrımları ile tepeden tırnağa insanlık kesmiş, göğüsleri insan sevgisi ile iner kalkar hale gelmiş, nefes alışlarının her biri insanlığın yüceliğini fısıldar olmuş, ayakları her adımda yere sağlam basmış, tüm bu halleri ile mutlu gelecek hayalleri kurmuş izlenimini hep vermişlerdir. Onları ve tüm sülalesini tanımanın her daim ulu kıvancıyla kendimi ayrıcalıklı hissettim ya da onlar bana bunu hissettirecek her şeyi yaptılar. Mezkûr toprakların yiğitlerinin bolluğu herkes tarafından kendi meşrebince takdim ve takdir edilebilir lakin tüm bunlara ilaveten benim dostluk ettiklerim, yaşadıkları her bir olaydan çıkardıkları ile hayatın bilgilerinden edindiklerinin harmanından her biri kendi çapında feylesof mertebesine ulaşmışlardır.

Cengiz Demir’in kabrini ziyaret ettik, çok sevdiği topraklarının bağrında idi artık ve bendeki izlenimi garip bir huzur ortamı içinde anne ve babası ile birlikte olduğu biçimindeydi. Oradan, akşamları kendine “kayrak taşları” ile taht yapıp “Çatalan baraj Gölünü” seyrettiği noktaya geldik. Ne kadar da anlamlı bir taht yapmış, kayrak taşı ile, oysaki oraya rahat bir koltuk götürüp yerleştirebilir idi lakin o kısa ömrünün tercihlerinin kendisine armağanı olmuş olan zahmetlerin, sıkıntıların, güçlüklerin ve zorlukların adeta bir temsil ve tezahürü olmuş bu yer. Bu “taht” akşamları oturup gökyüzünün sonsuzluğu altında Çatalan Baraj Gölünün sonlu maviliklerine bakarak bir türlü terk edemediği sigarasını içtiği bir huzur mekânı olmuş olmakla birlikte ahir ömrünün noktalandığı bir yer de olmuş… Bu duygularla baktığımız bu mekânın içimizi doldurduğu derin hüzünden sıyrılıyoruz oradan ayrılarak lakin buruk bir sıyrılma…

Aramızdan ayrılan Cengiz’in bir yoldaşı, 1980 Temmuz ayında Çukurova’nın sarı ve beter sıcağının insanı boğan ortamında, Mersin’de işkencede bir başka yiğit, kanun ve nizam dairesinde katlediliyor. Şimdilerde yıldızı bir memleketsever olarak parlatılmaya çalışılan önemli bir işkencecinin bu yiğidi işkencede katlettiği büyük ölçüde tanıklıklarla kanıtlanmış görünmektedir. Kimdir bu sözde memleketsever işkenceci, kim olacak anlı şanlı Hanefi Avcı’dır… Hani şimdilerde kitap yazarak iyi memur rolleri takınan muhterem. Öylesine vahşice katledilir ki Ali Uygur, katline namlı sağcılar bile şahit olmuş ve dayanamamış mahkemeler huzurunda da şahitlik etmişlerdir. Hani “kanıt yoksa suçta yoktur” yaklaşımı ile çaktırmadan bir gece yarısı kimsesizler mezarlığına gömülen ve firari diye kayıtlara not düşülen… İşte Ali Uygur’un isminin, o günlerde dünyaya gelen, şimdilerde 40’lı yaşlarını bitirmiş bir başka yiğitte yaşadığına da tanıklık ettim bu kez… Öldü Ali, doğdu Ali, dejavusu… Hülasa Ali Uygur yaşıyor… Ve yaşayacakta, bir ölür bin geliriz hasleti ile… 

Ali Uygur’un katledilişinin kahredici ruh hali içinde “Halaoğlu”nun çocuğunun doğduğunu öğrenir Cengiz Demir. “Evet bir erkek çocuk oldu” haberi gelince çocuğun adı “Ali Uygur” olsun der, Cengiz Demir… Bir tarafı ile halaoğlu diğer tarafı ile amca kızı tartışmasız ve büyük bir onurla kabul ederler teklifi. Artık yeni bir Ali Uygur vardır. Yeni çocukların ömürleri kısa olmasın, meşakkat dolu olmasın, mutlu olsunlar diye bir dilek tutalım.

Yazımın sonunda; Cengiz Demir’den Ali Uygur’a ve oradan tüm yiğitlere ithafen Mahsuni Şerif’in “yiğitler” parçasından bir bölüm…

Doğudan batıya bir ses yükselir

Yiğitler yiğitler bizim yiğitler

Gavur dağlarından Dadallar gelir

Yiğitler yiğitler bizim yiğitler

 

Yiğitler yiğitler bizim yiğitler

Onu bilir Binboğalar Ceritler

 


 

Pazar, Haziran 06, 2021

HUYSUZ İHTİYAR EROL AKYAZILI

 

70’li yılların sonu idi galiba, Erol abi bana; muhtemelen de babamın sebze yetiştiricisi olması hasebiyle, “dere otu nereden bulabilirim” diye sordu ve cevap yalın ve samimi “dereden” olunca, gözlerimizden yaşlar gelene kadar katıla katıla gülmüş idik, son günlerine kadar hep bu şamatayı hatırladık ve hep eskisi kadar güldük. Emeklilik döneminde ise artık kapı komşum idi, çok eski hali ile satın aldığı evi minimum 6 daireli bir apartmana dönüştürme hakkı olmasına rağmen yıkıp yenilemedi, eski halini koruyarak evi küçük tamirlerle geçiştirip, oturdu. Erol abi için bu kabil davranış makbul ve makul idi… Makbul görüşüne uygun davranmaktan da, bu akçalı işte bile gözünü kırpmadan geri durmadı… Beğensek te, beğenmesek te, Erol Abi nevi şahsına münhasır birisi idi, kendisini tanıdığım 45 yıldan biraz fazla zaman içerisinde de hep buna mütenasip bir hayat sürdü. 

Çeşme dışında bulunduğum birkaç gün içinde kendisini kaybetmişiz, dönünce öğrendim, çok üzüldüm. Bilgili, görgülü ve saygıdeğer bir abimizi yitirmenin derin üzüntüsünü yaşadım. İlk haberi telefonla Mustafa Ertemiz verdi, sonra da Erol Abinin birkaç fotoğrafı ile defin işlemi sırasında sadece 4 kişinin varlığını tevsik eden birkaç fotoğraf daha, bir tarafı ile pandemi diğer tarafı ile kanaat önderi olma tercihinin olmaması… Biz yine de, demek ki insanların haberi olmamış diyelim… Diğer kayıplarda olduğu üzere, sosyal medya marifeti ile aile  ya da akraba bilgi paylaşımları da yoktu haliyle… Gerçi Erol Abi yalnız kalma ve olma tercihi yapmış bir büyüğümüz idi… İlerlemiş yaşına rağmen çok dinamik bir yaşamı vardı, deyim yerinde ise dipçik gibi idi özellikle de akli melekeleri…

Kendisi ile, Yeni Çeşme Gazetesinde ya da sokakta her karşılaştığımızda mutlaka farklı bir konu üstüne, kısa da olsa muhabbet ederdik. Son dönem muhabbetimiz, Çeşme Kalesi Burçlarının gövde yüzeylerindeki deliklerin neden yapılmış olacağı üzerine olup her seferinde biraz daha çalışarak geldiğimiz ve bir öncesinde kaldığımız yerden devam ettiğimiz ne yazık ki sonunu da getiremediğimiz konu üstüne idi. Erol Abi, Çeşme’nin belki en eski ve belki de ilk “kokartlı turist rehberi” idi, belki de Canım Yurdumun da en eskileri içinde yer alırdı. Etrafına duyarlı, bir o kadar da dikkatli ve ilgili olan Abimiz, bahse konu üstüne çok düşünüp makul bir karara varamadığından bahisle “sen inşaat mühendisisin” deyip bana sormuş idi esasen benim de önceden üstüne düşünmediğim bir konu olması nedeni ile ayaküstü makul ve mantıklı akıl yürütmelerde bulunmuş idim. Kalın duvarların yağmur suyu drenajı, yüksek ve kalın duvarların örülmesi sırasında iskele montajı, kuşların yuva yaparak dışarıdan gelecek tehlike anında erken uyarı sistemi benzeri bir durum, vs vs…

Bildiğim kadarı ile bir yeğeni vardı ki galiba o da şimdilerde bir başka ülkede yaşıyormuş… Yeğeni ile Mısır’da çalıştığım dönemde Asuan taraflarında bayram ziyaretine gelmiş çocuklarımı gezdirdiğim “tamamlanamamış obelisk” ziyaretinde iken karşılaşmış ve tanışmış idik. Ben aile arası konuşur iken grup dışı olduğumuzu ve Türkçeyi fark edip, “Türk müsünüz?” diye sorunca hemen kısacık sürede Erol Abiye kadar konuyu getirme mahareti göstermiş idik. Mısır dönüşü bir baktım ki Erol Abi ile kapı komşusu olmuşuz… Yeğeninin de benden bahsetmiş olduğunu öğrendim. Galiba yeğen de Mısır Rehberi olarak oralarda idi…

Erol Abi, Çeşme’yi birçok ilk ile tanıştıran birisidir. Turizm rehberliği diye bir profesyonel mesleğin varlığını tanıtmış olması, tekneli “Eşek Adası” turlarının ilk düzenleyicisi, Çeşme’nin ilk diskosunun açılması, Çeşme’ye ilk turist kafilesinin gelmesine vesile olması, bu manada başkaları tarafından gerçekleştirilmiş olsa bile diğer bir sürü işte de en azından fikrini vermiş olması, vs gibi…   

 “BARACUDA” adında bir ahşap teknesi vardı, Bodrum yapımı bir tirhandil olup o tekne bilebildiğim ve hatırlayabildiğim kadarı ile Güzel Çeşme’mizin günlük tekne turları düzenlenen ilk teknesi idi. Günlük tur teknesi için düzenlenmediği çok açık olmasına rağmen bahse konu tekne bahse konu iştigal için bir prototiptir. İşte o tekne ile “Eşek Adası” bir destinasyon olmuş ve halen günlük tur tekneleri için mutlaka uğranılacak bir yerdir.

Erol Abi; Çeşme’nin ilk diskosu “Merhaba”nın da ilk kurucusudur, gerçi o dönem aile takibinden ötürü bizim çok ta sık gidebildiğimiz bir yer değil idi… Sonradan, Çeşme’nin mezbahası olarak kullanılıp terk edilmiş, şimdiki Futbol Sahasının kuzey tarafındaki Pazar yerine denk gelen alandaki, metruk binanın diskoya çevrilmesi de Erol Abinin çalışması idi… Mezbahadan bozma olması ve dahi kapısında bir adet öküz başı iskeleti asılı olması nedeni ile aramızda “Disko Mu” derdik biz oraya. Orası ile ilgili müthiş bir anımız var, onu anlatarak biraz gülme tadı yaratayım. O yıllar Çeşmede elektrik kesintileri çok sık yaşanmakta ve jeneratör tedbiri de birçok işyeri tarafından hayata geçirilememiş idi. Yaz tatillerinde turistik eşya satıcısı bir dükkânda çalışıp okul için harçlık kazandığım o dönem çalışmakta olduğum dükkânda bir davul vardı. Şu anda ismini hatırlamak istemediğim bir arkadaşım ile akşam saatleri caddede kısa bir, iyi olmasa da davul show yapar zaman zaman da hemen karşımızdaki İmren Restoranın sahipleri “Kadıgan kardeşlerle” birlikte halay bile çekerdik. Neşeli ve curcunalı ama son derece keyifli günler idi. Yine böylesi bir akşam kimin aklına geldiyse ve neden biz bu aklı takip ettiysek davul ile yürüyerek diskoya ittik. Ve Erol Abi bizi davul ile görünce girişimize itiraz etti lakin nihayetinde ısrarcı oluşumuzu görünce de samimiyetimize de binaen itirazı bırakmış idi. Derken makus kader tekrar tecelli etti ve elektrikler kesildi. İçerideki müşteriler kısa bir süre sonra sıkılmaya hatta bir kısmı da ayrılmaya başlamış idi ve derken bizim davul show devreye girdi, oradaki zil ve tef gibi diğer çalgılarda katıldı curcunaya, performansın güzel olmasından ziyade bulunulan yerin de meşrebine uygun kafa halleri ile müthiş bir eğlence çıkmıştı ortaya. Yaratılan kalitesiz lakin son derece katılımcı eğlence için Erol Abi teşekkürlerini esirgememiş idi bizden…

Erol Abi, bizim gazetede yazılar da yazdı bir dönem, ciddi ve önemli şeyler de yazdı. Mesela Termal tedavi üzerine yazdığı yazıların etkili olduğunu biliyor olmakla birlikte “AGAMEMNON KAPLICALARI BALÇOVA’DA DEĞİL ÇEŞME’DEDİR” başlıklı yazısı muhteşem ve öğretici hatta düzeltici kapsamdadır. İleride mümkün olduğu ölçüde Erol Abinin yazılarını baz alarak bazı konulara değinmek istiyorum.

Bizim Gazetenin sahibi Aydın Korkmaz’ın deyimi ile Erol Abi, “Huysuz İhtiyar” idi lakin Erol Abi’ye göre de Aydın Korkmaz da “huysuz” idi, hem de çok… Galiba her ikisi de birbiri hakkında söylediklerinde haksız sayılmazlardı. Bu kayıptan ötürü üzüntülüyüz lakin kendisini de tanımış ve arkadaşlık etmiş olmanın bahtiyarlığını da hala yaşıyoruz. Nurlar içinde ol, yıldızlar yoldaşın olsun Erol Abi.

 


Pazar, Mayıs 30, 2021

ARJANTİN; NAZİ KAÇKINLARI DESTİNASYONU

 Geçen hafta Arjantin’in emperyalizm ile hemhal Avrupa ile oluşturulmaya çalışılan meşruiyet arayışlarını yazmıştık. Acaba bu arayışların suflesinin gerçek sahibi ABD gözetiminde ve direk istihdam dışı “Nazi artıkları” olabilir mi? Konuya böyle bakılınca enteresan bir durum tespiti yapılabiliyor. 

Nihai hedefi SSCB’yi yok etmek olan ve emperyalizmin koç başı Nazi Almanya’sı üzerinden tüm dünyayı kapsayan ve kana bulayan büyük savaş arkasında büyük acılar ve yıkımlar bırakarak sonuçlanıyor. Büyük savaşın sonunda muzaffer ülke olarak SSCB savaş suç ve suçlularının peşine düşer. Diğer tarafta, galip görünümlü mağlup, emperyalizmin başkenti ABD ise kontrolden çıkan koç başını yargılamanın kendisine düştüğü iddia ve beyanıyla bir taraftan kurulan göstermelik ve sözde “Nürnberg Mahkemeleri” ile utangaç bir üslup içinde yargılar gibi yapıp esasen de kudretli istihbarat örgütü CIA ile de önemlidir tespit ve tayini yaptıkları kadroları istihdam edip, diğerlerini de farklı farklı birkaç yoldan başta Arjantin olmak üzere Güney Amerika ülkelerine yerleştiriyor idi.  

“O dönemde Nürnberg'de insanlık tarihi için şanssızlık ve yüz karası olarak değerlendirdiğim bir şeyler oluyordu. Mahkeme sürecinin Arjantin halkı tarafından da galip devletlerin yüz karası olarak değerlendirildiğini, Müttefiklerin sorumsuz davrandığının düşünüldüğünü gördüm. Müttefiklerin aslında savaşı kaybetmeleri gerektiğini şimdi görüyoruz.”  Bu sözler dünyaya cici bir liberal diye sunulan ve son eşi ile de iyice parlatılan dönemin Arjantin devlet başkanı Juan Peron’a ait. Evet ve ne yazık ki, dünyaya çok farklı pazarlanan bu devlet başkanı, laf ola beri gele kabilinden, Kapitalizmle Sosyalizm arasında “justicialismo” (Adaletçilik) adlı bir “üçüncü yol” tuttuğu savı ile Peronismo (Peronizm) diye sadece ABD destekli, yönetsel ve bilimsel hiçbir iddiası olmayan bir yol tutturmuştur. Lakin tüm dünya daha doğrusu Emperyalist batı “bu bizden değil” diyerek sanki gerçekten öyleymişçesine “kuşa bak” piarı ile şişirdikçe şişirdi muhteremi… Şiştikçe de silahlı kuvvetleri iyice avucuna alarak, anayasal özgürlükleri tamamen ortadan kaldırdı, basının çok önemli bölümünü borazanı haline getirdi. Bu tutumların kaçınılmaz sonucu olarak halkta inanılmaz bir memnuniyetsizlik oluşunca emperyal güçlerin desteğinden yoksun kalarak ve nihayetinde de bahse konu güçlerin organize ettiği darbeye muhatap olmuştur. İşte muhteremin iktidarının parlak günlerinde, ki bu dönem hemen büyük savaş sonrasıdır, Avrupa’nın namlı Alman katil sürüleri Nazi artıkları başta olmak üzere Hırvat, Slovak, Belçika, İtalyan, Fransız faşistlerinin sığınağı haline getirmiştir ülkesini ve her yerde olduğu üzere bu uğurda en büyük yardımcıları da Katolik Kilisesi ve Vatikan olmuştur. Adolf Eichmann, Josef Mengele, Erich Priebke ve diğer birçok Nazi savaş suçlusunun Arjantin’e sığındığını, bu büyük kaçışın ya da büyük sığınışın Katolik kilisesi, ABD ve İngiliz istihbarat teşkilatlarının iş birliği ve tabii ki Juan Peron’un muhteşem ve kesintisiz desteği ve ev sahipliği ile kotarıldığı ilgili tüm çevrelerce bilinmektedir. Gerçi son dönemde ele geçen belgelere göre Arjantin’e Nazi akımı büyük savaştan önce başlamış görünmektedir ve Arjantin’de sosyal ve siyasal altyapı çalışmaları yürüten bu ekibe bazı Nazi yanlısı Alman iş adamları tarafından bankalar aracılığı ile paralar havale edildiği anlaşılmaktadır.

Görüldüğü üzere, konu öyle zannedildiği kadar basit değil, bugünlere kadar yükselerek zaptı raptın dozu artarak süren, yeni dünya düzeni yaratma adına büyük ve organize faaliyetlerin yürütüldüğü yeterince sarihtir. Öyle bakılmasın, “Nazi avcısı” birkaç Yahudi kuruluşun başta Adolf Eichmann olmak üzere birkaç suçluyu yakalayıp yargılamasına. Avrupa’dan kaçan ve Arjantin’e yerleşen yaklaşık ve bilinen 15.000 faşist-Nazi oralarda elini kolunu sallaya gezdiler.  İşte bu nedenle ve bu açıdan bakılınca Arjantin yönetiminin muhaliflere neden bu kadar sert hatta yok edici davranmış olduğu daha da netlik kazanıyor. Bir taraftan insan aklının alamayacağı, şeytanın bile şaşırarak baktığı işkenceler ve insan öldürmeleri icat eden bu güruh, ülkeye davet edilip başta ABD ve İngiltere’nin aferimine mazhar olunurken diğer taraftan da geçen hafta yazdığımız aile ilişkilerini oluşturularak dünya kamuoyu gözünde meşruiyet teminine girişilmektedir.

Peki, böylesi büyük çaplı operasyonlar için sadece idarenin irade beyanı yeterli midir? şüphesiz hayır… İdare istihbarat teşkilatlarını operasyon için hazırlar ama kamuoyunda meşruiyetin temini için Arjantin Katolik ve Roma Katolik kilisesi kurumsal olarak devreye sokulur. İşte Allah’ın emri, CIA’nin, Katolik kilisesinin kavli ve Arjantin yönetimin emredersinizi ile devreye sokulur bu plan… Konu ile ilgili inanılmaz sayıda bilgi ve belge bulunmakta olup her biri çok değerli olan makale, kitap, belgesel ve filme dönüşmüş durumdadır. Görüleceği üzere, Arjantin’de 1978 darbesi sonrası muhaliflerin uçaklara doldurulup okyanusun en fazla köpekbalığı olan bölgesine atılıyor olması çok alçakça bir işlem olmakla birlikte genel manada yaşananların küçük bir bölümünü oluşturmaktadır. Tüm bunlardan sonra inanmak istemeyenlere “iğne ve ilaç kar etmez” deyip geçelim.

Sona gelirken, bahse konu belgesel nitelikli kitaplardan biri de Arjantinli Yazar Uki Goni’nin “Real Odesa” adlı kitabı olup, kitaba konu gerçekleştirdiği araştırmalar neticesinde; bahse konu katiller sürülerinin, Vatikan, İsviçre, İspanya ve Arjantin arasında kurulan ilişki ve köprüler üzerinden, büyük abi CIA gözetiminde hangi yollardan, nerelere kaçırıldığını, kaçanların nerelerde nasıl barındıklarını ve kollandıklarını ayrıntılı yazmaktadır. Bir yerde yazar; “Gördüğüm belgeler kilisenin bu suçluluların Arjantin'e göç etme izni almaları için Kızıl Haç’a garantör olduğunu ve başvuruların birçoğunun rahipler veya papanın kendi kuruluşu olan Papalık Yardım Komisyonu tarafından imzalandığını gösteriyor” diyerek Katolik kilisesinin gırtlağına kadar bu işin merkezinde olduğunu belirtmektedir.

Evet; Olcay Bayram ile 3 yazılık bir, Arjantin, Hollanda ilişkileri çerçevesinde, yaşanılan mezalim ve mezalimin müsebbiplerinin hayatları üstüne ve arka plan, ön plan tespitleri yapmaya çalıştık. Konu zor ve çok kapsamlı özet yapmaya çalıştık.

“Anlayana sivrisinek saz, anlamayana davul zurna az” faslından son söz olarak Martin Luther King, Jr’dan bir alıntı “Herhangi bir yerdeki adaletsizlik, her yerdeki adalet için tehdittir.”

Pazar, Mayıs 16, 2021

OKYANUSTAN GELEN CESETLERE AVRUPA İLE MEŞRUİYET

Evet, geçen haftadan devam edelim… Olcay Bayram ile Arjantin’de yaşanan bu insanlık dışı olayların bir de Avrupa yansımasına bakalım dedik… Hani; “Herkes sessiz kaldığında çığlık atmak bir onurdu” diyordu, ya, Buenos Aires Herald Gazetesi editörü… Peki sessiz kalanlara kimler dahildi, sessiz kalarak ve hatta sessiz kalmanın yanında faaliyette bulunarak yaşananları olumlayan, beğenen ve destekleyenler var mı idi? Evet, ne yazık ki bugün tüm dünyaya parmak sallayarak, “demokrasi” ve “hukuk” dersi vermeye kalkanlar bu ayıbın tam kucağındadırlar… Ama kesinlikle bilinmeli ki, bugün “biz gelişmiş ülkeleriz” diyerek kasım kasım kasılan ülkelerin neredeyse tamamı, yönetim olarak bu işin içindedir… Mesela, Hollanda kraliyet ailesine, şöyle bulabildiğimiz bilgiler ışığında hızlıca bakalım, neler olmuş neler…

1976 ile 1983 yılları arasında; ABD destekli Arjantin Faşist diktatörlüğü, ülkeyi adeta açık bir cezaevine çevirir ve esas hedef olan muhalifleri de bu cezaevinin hücrelerinde tenkil eder… Daha da tehlikeli diye not düşülenler ise, “kanıt yoksa suç ta yoktur” öngörüsü mucibince “ölüm uçuşları” ile dolduruldukları uçaklardan Atlantik Okyanusuna atarak bertaraf edilmektedirler. Ülke adeta bir infaz ve tenkil alanına dönüşmüş lakin uluslararası sermaye ise bizim baş eczacı’nın deyimi ile “rejim ile hiç ilgili değil” onlar sadece çıkarlarına bakıyorlar… 30.000 (yazı ile de otuz bin muhalif katledilmiş) onların umurunda mı, zinhar…

İşte bu vaziyet ve şeraitte, askeri faşist hükümette görev alan bakanlardan birisi de tarım ve hayvancılık bakanı; Jorge Zorreguieta’dır. Muhterem, önemli bir adammış ki bunu sonradan anlıyoruz ve sizlerle de paylaşacağız. Bakanlığa bağlı INTA’nın (Milli Tarım Teknolojileri Enstitüsü) bir işkence ve yok etme istasyonu olmasının önünü açar mezkur bakan, şüphesiz ve tabii ki de öncelikle ağırlıkla kurumun kendisini temizlemek gerekir muhaliflerden, Muhterem de öyle yapar… Önce içeriyi temizler sonra da dışarıdakileri burada temizlemeye girişir… Hayli de başarılıdır… O kadar başarılıdır ki, beynelmilel irtibat ve iltisakları zamanı gelince istifa etmesini kulağına sufle ederler, çünkü görev tamamlanmıştır… Hemen araya küçücük bir bilgi girelim, 12 Eylül’de bizim darbecilerin de Et ve Balık Kurumu tesislerini bu amaca matuf üs haline getirdikleri çok söylenmişti. Beynelmilel meşruiyet adına içeride faşist darbecilerinde hesabı görülecektir. Uyduruk bir kahramanlık destanı yaratma peşindeki diktatörlük, kulaklara sufle edilen buram buram provokasyon kokmasına rağmen Falkland Adaları macerasına girişir… Ve haliyle savaş kaybedilir, hem de yaklaşık 15.000 km öteden gelen emperyal gücün liderlerinden İngiltere’ye… Dedik ya, beynelmilel meşruiyet arayışı, “anne cici, baba kaka” oyunu mucibince, Arjantin’in başından darbecilerin uzaklaştırılmasına karar verilir ve sözde yargılanırlar, vs vs… Bilin bakalım, kim vareste tutulur, tabii ki tarım ve hayvancılık bakanı, ; Jorge Zorreguieta

Evet; Jorge Zorreguieta’nın bir kızı, Máxima Zorreguieta Cerruti adında olanı, 1999’da İspanya’da “Bahar Festivalinde” Hollanda Kraliyet ailesinden Prens Alexander ile tanışır… Hollanda Kraliyet varisi Prens Willem-Alexander, yatırım uzmanı bu kıza âşık olur, gel zaman git zaman, Hollanda Parlamentosunda ciddi tartışmalara ve soruşturmalara sebep olsa da, nihayetinde evlenirler… Şüphesiz ki bu kabil bir karar ilgili kişileri ilgilendirir… Gönül işidir bu, karışılmaz, ota da boka da konar… Hem baba bir faşist katil ise bunda kızının ne günahı olabilir, değil mi? Lakin burada tuhaf ve üzerinde durulması gereken işler olur, mesela Parlamento’daki bir araştırma kuruluna mezkûr bakan “Arjantin’de olan bitenden yani bu toplu katliamlardan haberinin olmadığını beyan eder”, işte bu öncelikle inanılmayacak ve de bu kabil bir cevap ile örtülme çabası olan şeyler var kuşkusu doğurur… Peki; sadece bu olsa, inanmaz mıyız? Hem de bal gibi… Lakin Hollanda Kraliyet ailesinin geçmişine hızlı bir göz atılınca da, bu kabil kirli işlere, duygusal ve gönüllü bir eğilim geçmişi olduğunu hemen anlıyoruz… Yıl 1966, Hollanda’da Nazi işgali üzerinden henüz 20 yıl geçmiş, Hollanda Prensesi Beatrix uzaktan akrabası Claus von Amsberg’e abayı yakar, lakin Claus Von Amsberg’in siciline düşülen not çok enteresandır, çünkü o bir nazidir, o bir faşisttir, nazi gençlik kolları (Hitler-Jugend) eski üyesi olup ve Hitler döneminde Alman ordusunda görev almış bir askerdir. Kraliçenin bu tercihi başta Hollanda parlamentosu olmak üzere halk arasında da çok tepki çeker. Oluşan tün tepkilere ve itirazlara rağmen bu makus evlilik gerçekleşir. Tepkiler düğün törenine sis ve ses bombası atılmasına kadar varan boyuttadır ve ciddi sokak gösterilerine sebep olmuştur, ölümlerin ve çok sayıda yaralanmaların da olduğu söylenir. Şüphesiz ne olursa olsun Kraliçe’nin kişisel tercihidir bu, gönlü güle konamamış, ne yapsın… Kişisel tercihinin arkasında ne kadar durabilmiş, evlilik makamı dışındaki tüm mekân ve makamlarını değiştirmiştir, işte bu bile nasıl bir yanlış yaptım psikolojisidir, varın anlayın siz gari… Sonuçta Amsterdam taht için mekan değildir gariii, o bile terk edilmiştir… Yani aileye yeni katılımlarda faşist tercihi 1 kere olsa tesadüfi bir aşk hikayesi deyip geçeceğiz lakin ünlü atasözümüzü hatırlamaktan geri duramıyoruz… “Hacı hacıyı Mekke’de, hoca hocayı tekkede bulur” deriz ya, tam da o, hangi mahallede ve ne tür arayışlar içinde isek onu buluyoruz hatta ona layıkız… Peki, bu konu ile ilgili ciddi yayınlar ve kaynak bulunuyor mu, zinhar, çünkü bu da Hollanda’nın haydi karartılmış demeyelim ama olabildiğince loş ışıkta bırakılmış tarihidir… Haaa, bana sorarsanız, sürpriz mi tüm olanlar, şüphesiz hayır, kendilerince “altın çağ” diye tanımlanan dönemde, Afrika’da, Güney Afrika Cumhuriyeti’nden, Senegal’e, Güney Amerika’da, Surinam’dan, Brezilya’nın kıyı bölgelerine, Asya’da, Endonezya’dan, Vietnam’a kadar hakim olan Hollanda, dönem itibari ile Avrupa’nın İspanya ve Portekiz’den sonra en önemli sömürge imparatorluğudur. Hal böyle olunca da evlilik tercihleri de bu şanlı geçmişe mütenasip olmalıdır…


Pazar, Mayıs 09, 2021

HERKES SESSİZ KALDIĞINDA ÇIĞLIK ATMAK BİR ONURDU

Geçen haftaki “1 Mayıs” başlıklı yazımda; Arjantin’de devrimcilerin başına nelerin geldiğinin herkes yakın tanığıdır… Uçaklara doldurulan devrimcilerin, Atlantik Okyanusunda köpek balıklarının en çok bulunduğu noktalara belli bir yükseklikten atılmış olması balıklarının en çok bulunduğu noktalara belli bir yükseklikten atılmış olması ibaresi üstüne Olcay Bayram ile uzun uzun muhabbet ettik… Arjantin üzerine hem detaylı bildiklerimi tazeledim hem de ilk kez Olcay’dan öğrendiğim şeyler oldu… Örneğin, şu andaki “Papa Francis” olarak bilinen  Jorge Mario Bergoglio’nun bu katliamların önemli tanıklarından biri olması… Örneğin; Hollanda kraliyet ailesi ile Nazi geleneğinin sürdürülmesi üzerine detayda akrabalık ilişkileri tesisi, vs vs… “Youtube’ta herkesin kolaylıkla ulaşabileceği İngilizce altyazılı, İspanyolca yürütülen ve Papa Francis’in Arjantin’de Askeri faşist cunta tarafından gerçekleştirilen geniş çaplı katliamlarının tanıklığına değiniliyor olması da enteresan… 1976 ile 1983 yılları arasında; ABD destekli Arjantin Faşist diktatörlüğü, kurulan gizli askeri kamplarda, kendilerine en ufak muhalif tutum takınanlardan başlamak üzere binlerce insanı işkence ile yok etmiş ve tutukladıklarının önemli bir bölümünü de ne yazık ki uçaklara doldurup Atlantik Okyanusu üzerinde köpekbalıklarının fazlaca bulunduğu yerlerde okyanusa attırmıştır. Okyanusa atılan o kadar insan vardır ki, bir kısmı köpekbalıkları tarafından parçalanırken bir kısmı da sahile vuruyor … Evet, sahile vuran cesetlerden biri de, Papa Francis’in 1950’li yılların başında bir dönem çalıştığı bir kimya laboratuvarında, laboratuvarın şefi Esther Careaga’dır. Papa Francis o dönem bu kimya laboratuvarının şefi Esther Careaga’nın asistanıdır, siyasi ve dini görüş ve düşünceleri birbirlerinden çok farklıdır lakin çok iyi bir arkadaşlık oluşmuştur aralarında. İleride Papa Francis olacak Jorge Mario Bergoglio kimya laboratuvarında çalıştığı dönemde şefi olan Esther Careaga’nın sahile vuran cesedinin defin işlemi için Buenos Aires başpiskoposu olması hasebiyle kendisine yapılan bir müracaat nedeniyle öğrenir. Papa daha sonraları kendisi ile yapılan söyleşide büyük ıstırap ya da utanç içinde söyleşiyi yapana konuyu özetliyor.

Evet, gelelim yazının başlığını oluşturan, kelama; dönem itibariyle Arjantin’de İngilizce yayın yapan Buenos Aires Herald Gazetesi editörü olan muhterem görece cesur davranışlar gösterir, kayıplar için olan biten için kıyısından da köşesinden de olsa değinilir yayınlarında ama esasında kayıplarını arayanların buluştuğu yer ya da temas noktası bir mekân olmasına izin verir gazetenin… Bu durumu emekliliğinde “Herkes sessiz kaldığında çığlık atmak bir onurdu” diye belirterek acı ile hatırlamak ve hatırlatmaktadır maziyi. Bu vesile ile zulmün karşısında el etek öpmeden, işimden olurum, ekmeğimden olurum, hapislerde çürürüm, demeden onurlu ve ahlaklı tavır gösteren herkesi iyi duygularımızla bir kez daha analım…

Peki; nasıl olur da bir yönetim vatandaşlarından muhalif olanlara bu tür bir sonu reva görebilir? Bu inanılır bir şey midir? Yoksa bir avuç rejim düşmanının uydurduğu iddialar mıdır tüm bunlar? Yapılan bu “yok etme” planı neden gizli kalamadı? Oysa, ne kadar da güzel planlanmış idi, “kanıt yoksa, suçta yoktur” operasyonları, bir avuç CIA ajanı ve Nazi Almanya’sından kaçmış bir avuç Nazi subayı iş birliği ve yol göstericiliği ile bir avuç yerli ve milli katil sürüsünün birlikteliği… İşte klasik deyim ile “gerçeklerin er geç açığa çıkması gibi bir huyu vardır” umdesi bir kez daha gerçekleşir… Bu katil sürüsünün, başta kayıp yakınlarının kararlılıkla ve inançla ve de yılmadan, sinmeden ve korkmadan arayan tarihin onurlu sayfalarına “Plaza del Mayo anneleri” olarak geçen bir avuç insan ve onların yanından hiç ayrılmayan “insan hakları savunucuları”nın ısrarlarına ve baskılarına, ABD ve emperyal tüm güçler pes ederek dün birlikte hareket ettiklerini satmaktan kaçınmamışlar, yargı önüne çıkmalarına onay vermişlerdir.

Sonuç itibari ile; bu CIA beslemesi katil sürüsünün suçlarının sabit görülmesi, sadece Papa’nın bu utangaç ama samimi ifadeleri ile mi kanıtladığını zannediyorsunuz, zinhar… Dedik ya; baskılara dayanamayan, elemanlarının ve memurlarının satışında beis görmeyen, kendilerine ve çıkarlarına kesinlikle bir helal gelmeyeceği bilinci ile hareket eden ABD ve müttefikleri yargılanmalarına izin verir bu alçakların, işledikleri insanlık suçu olarak ittifakla kabul edilen ve asla ve kat’a Mürur-i zaman oluşmayan bu insanlık suçundan Arjantin Donanma Mekanik Yüksek Okulu ve Arjantin Hava Kuvvetleri ve Sahil Güvenlik pilotları yargı önüne çıkarılır. Meraklıları yargılamanın tüm safahatını detayları ile uluslararası basın arşivlerinden, pilotların ve uçaklardan Okyanusa atılan muhaliflerin isim isim listeleri başta olmak üzere fiillerin nasıl işlendiğine, Arjantin İstihbarat teşkilatının işin içindeki iş kolaylaştırıcı ve hızlandırıcı öncü rolüne yönelik her türlü detayı bulabilir… “Ölüm Uçuşları” diye adlandırılan uçuşlarda Arjantin’deki muhaliflerin infazlarının iz bırakmadan yok edilmesi maksadıyla atılan kişiler başta olmak üzere askeri kamplarda işkence ile öldürülen ve kimsesizler mezarlıklarına defin edilen insanların yakınlarının ısrarlı takip ve her türlü engel, şiddet ve yasal blokajlara rağmen yürüttükleri mücadele, bu yargılama ve verilen karar ile yeni bir evreye ulaşmış görünmektedir. Peki, emperyal güçlerin yerli ve milli pençeleri sadece bu tenkil operasyonu ile mi yetinmişler, nerde, donanma ve istihbarat subayları bilahare kayıplarını arayanların da arasına, kendilerinin de birer kayıp yakını numarasıyla karıştıkları ortaya çıkmıştır. Ne enteresan değil mi? Her yerde her pozisyonda bulunma ve yönlendirmeye çalışma… Evet, Papa’nın tanıklığı ve de bilahare arzu edilmese de mecburen yapılan yargılamalar sonucu ve de esasen çok öncelerinden uluslararası itibarlı ve tarafsız insan hakları kuruluşları raporlarında bulunan “ölüm uçuşları” diye bilinen tenkil operasyonlarının, kirli CIA ve ortakları yerli ve milli güçler tarafından gerçekleştirildiği aşikardır gayri… İlaveten, Nazi Almanya’sının, ABD’ye kaçamayan ya da ABD’nin istihdam etmeyi tercih etmediği alt rütbelilerinin yani bu işkenceci ve katil subayların neden büyük bir arzu ile Arjantin’e kaçmış oldukları da mana kazanıyor bu bap’tan bakınca… Diğer taraftan, Hollanda Parlamentosu’nun soruşturmasına ve itirazına rağmen, Hollanda kraliyet ailesine, bir sonraki yazımızda detayları ile değineceğimiz,  Arjantin Faşist darbesinin Tarım Bakanının kızının “gelin gitme” hikayesi de, hem de parmağım kör gözüne misali eklenince, tüm bu hikaye “küresel” bir hal ve meşruiyet almaktadır, yani ve anlayacağınız konu hiç te öyle lokal değil tam teşekküllü organize işlerdir. 

 

Pazartesi, Mayıs 03, 2021

1 MAYIS

 Bir romanda okumuştum; Rus edebiyatı olduğu kesin lakin yazar ve roman ismi ne yazık ki aklımda değil, Çarlık Rusya’sında yoğun baskılar ve engellemeler altında “1 Mayıs” kutlaması için yer ve yöntem arayışı içindedir devrimciler, sonra birden balık avına çıkılıyor izlenimi verilerek yüzlerce balıkçı teknesi ile denize açılırlar ve doyasıya ve de gönüllerince

görece özgür bir ortamda 1 Mayısı kutlarlar… Kitap ismi ya da yazar ismi hatırlayamıyor olmam ise bana yeter bir ayıp olarak kayda geçiyor, ahada kayıt ettim… Vazgeçtim; bilmem hangi kitabın, bilmem hangi sayfasında yazıldığı üzere gibi bir detay vermeyi, haydi bunu anladım diyelim, bari yazarın adını hatırla değil mi? O da yok, ne yapalım… Lakin muhtemelen Ostrovski’nin bir eserinden olabilir diye hatırlıyorum tüm bunları… Bazı kerameti kendinden menkul arkadaşlarımızın sahip olduğu meziyet ve maharete sahip değilmişim demek ki… Neyse kendime fazla da yüklenmeyeyim, neme lazım sonra bu lüzumundan fazla mütevazilik bazılarınca gerçek kabul edilir, Allah muhafaza…Evet, asıl meramım ve muradıma geçeyim…

Çarlık Rusya’sında işçi sınıfının mücadelesine amansız ve kanlı bir takip yürütülüyor… Özellikle ve ilk başlarda mücadelenin ciddi biçimde kanlı başlamasının merkezlerinden biridir, Odesa… Aynı zamanda Karadeniz’de önemli bir limandır, Çarlık Donanması için… Potemkin Zırhlısı başkaldırısı önemli bir kilometre taşıdır bu baptan… Karada yürüyen, açlığı sonlandırma, sömürüyü sonlandırma mücadelesine, Potemkin Zırhlısı da katılır… Odesa şehri dayatılan yokluğa, yoksulluğa ve yolsuzluğa artık yeter babından büyük çaplı bir grev başlatır, işçi köylü ve sade vatandaş hep beraber, hep birlikte teyakkuzdadır, direniş yükselmektedir. Mücadelenin yoksullar tarafı böylesine organize ve güçlü haykırışlara ve direnişlere mütemayil olunca doğal olarak muktedirlerin kılıcı Çarlık Ordusunun da acımasız olacağı yeterince sarihtir. Ve öyle olur, bu direnişin karada ve denizde yürüyen ayağını, geçen yüzyıl sinemanın başyapıtı seçilen hatta otoritelerin ittifakla sinema tarihini başlattıkları “Potemkin Zırhlısı” filminde görmek mümkün lakin nihayetinde bu da bir filmdir, gerçek hayatın direniş ve katliam boyutlarının ve de yaşanan acıların hepsinin mütekâmilen yansıtılması mümkün olamamaktadır. Yani ve özetle Devrimci mücadele ve karşıtı tenkil politikaları yoğun bir biçimde sürmektedir. Yaklaşan işçi mücadele ve dayanışma günü “1 Mayıs” kutlanacaktır hatta öyle ya da böyle mutlaka kutlanacaktır. Amaç mutlaka kutlamak olunca mutlak bir yol bulacaktır devrimciler. Devrimci önderler yoğun baskı ve tenkil politikasının sertliği karşısında kutlamaların mutlaka yapılması lakin olabildiğince güvenli ve kayıpsız yapılabilmesi üstüne kafa yormaktadırlar. Evet, karar verilmiştir, yüzlerce balıkçı teknesi, balığa gidiliyormuş edası ile denize açılır, 1 Mayıs anması, direniş yükseltilmesi ve mücadele kararı bir kez daha perçinlenir… Orantısız güç karşısında orantısız zekâ bir kez daha galip gelmiştir.

1980 faşist darbesi neticesi yolumuz maalesef cezaevine de düşer, sanki bizsiz olmazmış gibi, Adana Askeri Cezaevi, Adana Cezaevi derken yeni açılan adeta içeridekilerin bir vade sonra kendi ecelleri ile ölümlerinin kolaylaştırılması ve hızlandırılması açısından petrol rafinerisi dibine yapılan E tipi cezaevine geliriz… Kısa bir süre sonra “1 Mayıs” anmaları yapılacaktır… Bir gün yemekhanede, öğlen yemeği yenilirken, olabilecekleri sezme kabiliyeti yüksek ve sınırsız, korkuları içinde çaresiz kalmış yönetim, cezaevi müdür yardımcısını tüm avenesi ile adeta baskına gönderir… Emir kısa ve çok nettir… Kesinlikle “1 Mayıs” kutlaması yapılmamalıdır… Yapılırsa da karşılığı misli ile verilecektir… Yönetim yukarıdan gelen emirleri kendi kudret ve kompleksleri ile yoğurarak şiddetin orantısız ve sınırsız olacağını beyan etmiştir. Tutuklular da 1 Mayıs anması yapmakta kararlıdır… Kararın hayata geçmesi halinde “eti sizin kemiği bizim” kabilinden tesellümü yapılmış tutukluların başlarına, 12 Eylül muktedirlerinin tabiri ve dayatması ile savaş esiri sayılıyor olması ilavesi ile nelerin gelebileceğini kestirmek hiç de zor değildir… Dönem itibari ile kendi personeline bile zayiat değerlendirmesi ile bakan, bu kafa, bu göz için tutukluların külliyen yok edilmesi hiçten bile değil… Zaten mezkûr tarihten 2 yıl önce Arjantin’de devrimcilerin başına nelerin geldiğinin herkes yakın tanığıdır… Uçaklara doldurulan devrimcilerin, Atlantik Okyanusunda köpek balıklarının en çok bulunduğu noktalara belli bir yükseklikten atılmış olması uluslararası gözlemciler tarafından raporlara geçirilmişlerdi… Öncülünün liderleri ile ardıllarının Panama mekteplerinde aynı sıralarda dirsek çürüterek tedris olunduğu yeterince sarih iken, fazla kelamın lüzumu icap etmese gerektir. Neyse burada da, orantısız zeka, orantısız güce galip gelir… 1 Mayıs günü, yönetimin tüm ekip ve gözetleme ve ses dinleme teyakkuzuna rağmen, tutuklulardan ses seda çıkmamış olması, yönetimi çok sevindirmiş görünmektedir ve muhtemelen de vukuat raporlarına hiçbir şey olmamıştır, kaydı düşülmüştür. Lakin, şimdi tam hatırlamıyorum, ama ya 1 gün önce ya da 1 gün sonra anmalar yapılmıştır, oradaki devrimci önderler başta aktardığım ve kendilerine de detaylı anlattığım “Odesa kutlamalarından” yeterince feyz almış olmalılar.

Esasen bu darbecileri de anlamak çok kolay şüphesiz, adamların ihalesiz ve gönüllü misyonları zapturapt, derdest ve tenkil eylemek… Peki bunların aklı yok mu da böyle davranıyorlar… Yoktur, ben ona kanaat getirdim, bu muhteremlerin bilim adamı diye etraflarına aldıkları, 3-5 CIA ajanı ile andevül üfürükçü tarzında şarlatanlardan ibarettiler ve muhteremlerin yönlendirmesi yeter şarttır, galiba… Ne galibası… Galiba mı kaldı…

Sonuçta, bilim; tarihi, sosyolojisi ve antropolojisi ile olmuş bir övendire bunların gözüne gire gire, lakin bunlarda olmuş göz, öküz gözü, ne itelesen yetmez… Yahu el insaf, baskı, zulüm ve kan ile kim abad olmuş ki… Ahada gittiniz, o dönemin kasım kasım kasılanlarına ve böbürlenenlerine ne oldu, azıcık daha ömürleri olsaydı, yalancıktan da olsa, rütbeleri bile geri alınacaktı… Neyse, uzun lafın kısası, orantısız aklın karşısında orantısız gücün ömrü uzun olamıyor…