Cuma, Mayıs 31, 2024

YENİ ÇEŞME; BİR EFSANE DAHA SONSUZLUĞA UĞURLANDI

Yaklaşık 14 yıldır her hafta yazdığım makalelerin yayınladığı sıcak bir birliktelik maalesef sona erdi… 975. sayısını 34 yıla yayarak yayınlayan haftalık bu gazete, esasen 34 yıla sığamayacak kadar da eskidir, asildir, birikimlidir, onurludur. Kendinden başkasına ve dahi kendi fikrinden başka bir fikre açık olmakla birlikte asla angaje olmamıştır. Kendine biat etmemişi, yandaş olmamışı, ister yerel, ister genel basın olsun sevmeyen muktedir tayfasını anlamak çok kolaydır da “özellikle yerel basın desteklenmeli” teraneleriyle ortalığı deyim yerinde ise 56’ya veren aslan sosyal demokratların yerel basını çaktırmadan boğma faaliyetlerini anlıyor olsak da, sindiremiyoruz… Mesela bu aslan demokratlardan yerelde en önemlisi gazeteye telefon edip, “o kadın yazmasın”, olmayınca memurunu gönderip “bak son defa diyoruz o kadın yazmasın” deme cesaretini gösterebilmiştir. Sonra da acımasız son gelince de şok oldum deme hakkını kendinde görebilmiştir. Ne diyelim darbe tek taraflı olsa atlatılacak lakin Temel Kaptan’ın dediği gibi bu kadar farklı yönden ve aynı zamanda esen fırtınaya direnmek çok zordur… Evet, 34 seneye sığmayan bir geçmiş dedim ya… 26.03.1976 tarihinde yayınlanmaya başlayan İbrahim Önol (Sıhhiyeci İbrahim) büyüğümüzün sahibi olduğu “Çeşmenin Sesi” gazetesinin de geleneğine ve arşivine sahip olabilme imkân ve ehliyetine sahip olması hasebiyle Yeni Çeşme Gazetesinin hayatı neredeyse 50 yıllık bir geçmişe dayanmaktadır. Peki, İbrahim Önol nam-ı diğer Sıhhiyeci İbrahim nasıl bir miras aktarmıştır, gazetecilik faaliyeti adına, daha önce yazmış olduğum bir yazıda onun için “Bir hayat, bir tarih, bir tecrübe, bir örnek, bir yüzakı, Sıhhiyeci İbrahim… Canım Yurdumun, sancılı yıllarının ezdiği insanlarından biri, dış denge ve illiyetlerin şekillendirdiği hukuk nizamının gadrine uğramış kuşağının örneklerinden…” diyerek özetlemiştim. Evet, Yeni Çeşme Gazetesi böylesi bir zaman dilimi ve fikri telakkinin varisidir işte… Hülasa kusurları dışında daima vakur kalabilme başarısı göstermiş asla ve kat’a garazkâr, garabet ve gabavet tutum sergilememiştir.

Bazı dostlarımız, kendi aramızda sıklıkla konuştuğumuz lakin geciktirdiğimiz, direndiğimiz bu arzu edilmeyen sonun yarattığı hüznü dağıtmak için tüm samimiyetleri ile üzüntümüzü paylaştı, kimileri yarım ağızla da olsa üzüldüklerini beyan ettiler ve maalesef kimileri görmezden geldi, kimileri ise içten içe sevince boğuldu, kimileri ise içlerindeki fitne fesadı dolambaçlı yollardan kustu, vs vs… Kimileri de Gazetenin Sahibi Aydın Korkmaz’a üzüntülerini beyan etme yolu olarak Aydın ile kader birliği etmişlere günah yükleme çalışmaları yaptılar. Birkaçı ise direk müptezel ve hastalıklı ruhlarının en irin ve cerahate bulaşmış fikirlerini çok farklı kelimeler ile kustular… Diline en uzak organının ifrazatını, dilini adeta sıva malası niyetine kullanarak sağa sola saçana da rastlanıldı, maalesef… Şimdi biz diline def-i necaset aracı olarak bakana ne diyelim… Deli desek, deliye ayıp, neyse, o sıfatta bende kalsın… Samimi üzülenlere teşekkürlerimizi esirgemeden yaşanan bu ağır travmayı atlatmaya çalışacağız… Bizim geleneğimize göre başkalarının, hastalıkları, rahatsızlıkları, altüst oluşları ile sevinmek yoktur, olamaz da… Lakin Yerel basını desteklemeliyiz teraneleri ile nurlu nutuklar atan bir ırkın ahfadı olanların ellerinde kazma kürek kuyu kazmasını da asla ve kat’a unutmayacağız, unutturmayacağız…

Yaşananlar karşısında Ulusal Basının önemli isimlerinden Yaşar Aksoy ve yerel basının faal ve başarılı ismi İsa Atagöz’ün yazıları geniş yankı buldu sanırım… Ama makûs kader değişmeyecek…

Peki, bu yaşananlar sadece Yeni Çeşme Gazetesinin başına mı geldi? Keşke öyle olsa idi, memleket sağ olsun der geçerdik… Konu birkaç esbâb -ı mucibe ve mücbire ile izah edilebilmekten ıraktır ne yazık ki. Zaten öyle olması hali sayfalar dolusu alt detay sıralaması gerektirir…  Mezkûr sektörde en genel manada; Politik, Siyasal, Ekonomik, Sosyal, Moral, Teknolojik, Hukuki ve Örfi gerek ve ihtiyaçların, beklentilerin tespit, tayin ve tasnifi muvacehesinde görünen o ki sınırsız destek almayanların hayatta kalma ihtimalinin olmadığı aşikârdır. Haydi diyelim Yeni Çeşme bu kategorilerin her birinde tek tek ya da toplamda, patron ya da yazarlar ya da okurlar açısından karşılıklı destek, teşvik manalarında kişisel ve dahi yönetsel hatalarının kurbanı oldu… “Böyle olmamalı idi” diye yaklaşım gösteren, hayatta öğrenebildikleri ve halen kullanabildikleri tek formül ile hayatı izah eden bazı andavüllerin değerlendirme istiap ve ehliyetleri göz önüne alınıp tam da bu sebeple tasnif dışı bırakıldığı vaziyette görülecektir ki mevzuu Yerel’in Çeşme ölçeği değil, tüm Vatan sathıdır… Mesela; “Yeni Adana Gazetesi” mezkûr andavüllerin dikkat buyurdukları mazeret ile nasıl izah edilecektir. Bilindiği üzere “Kuvayı Milliye” gazetesi olarak bilinen ve 1918 yılında Adana’nın Fransız işgaline mukavemeti ile hayata başlayan “Yeni Adana” Temmuz 2023’te yayın hayatına son vermiştir. Öyle 3.000 nüfuslu bir kıyı kasabasında başlayan hikâyesi de yoktur, benzer vakalar da atlatmamıştır, işgalcilere direnişin bayrak olduğu meşhur kaçkaç dönemlerinin yaşandığı Adana’nın gazetesidir, hem de mezkûr andavüllerin bilmediği üzere, 105 sene boyunca, sahibi Ahmet Remzi Yüreğir başta olmak üzere, ünlü şair Fazıl Hüsnü Dağlarca, Oktay Akbal, Orhan Karaveli, Çetin Altan gibi yazarların da kadrosunda olduğu halde… Adana’nın 2 dönem Büyükşehir Belediye Başkanlığını kazanmış esasen de okul arkadaşım “Kuvayı Milliyeci” bilinen aslan sosyal demokrat Zeydan Karalar bu konuda ne düşünmektedir, her şeye müdahil olduğu bilinmesine rağmen neden acaba bu konuda rol almamıştır, çok merak ediyorum doğrusu… Bu mezkûr andavüllere etraflarında neler oluyor konusunda irade, inayet ve hidayet niyaz etmekten başka ne gelir elden, Allah şifalar versin… Acılarımızı ve üzüntülerimizi kalbimize basıyoruz ve susuyoruz, abuk subuk konuşanları da şiddetle kınıyoruz… Öyle ceplerinde üç kuruş para ile dolaşıp, kendilerini zengin zannedenlerin, meyhane köşelerinde malumatfuruşluk taslayanların, cepleri boş lakin akıl ve hafızaları dolu olanları anlamalarını beklemiyoruz şüphesiz, zaten tarih boyunca kimse de şahitlik etmemiştir bu anlamalara… Bu kabil andavülleri “elin sopasını görmediklerinden kendirlerinkini mertek zannederler” atalarsözü ile paketleyip geçeyim fazla uzadı…

Gazeteler de insanlar gibi imiş meğerse ve maalesef doğdukları gün ölmeye başlıyorlarmış ve nihayetinde bir gün sesiz sedasız ebediyete intikal ediyorlarmış. Gazete haberlerinden anladığım kadarı ile Canım Yurdumun değişik bölgelerinde, değişik büyüklükte, değişik görüşte, değişik amaçlarla yayınlanan daha birkaç sene öncesine kadar yaklaşık 2.000 (yazı ile iki bin) gazetenin varlığı bilinmekte iken şimdilerde 800 adet gazeteden bahsedilmekte… Sabah haberlerinde ünlü gazeteci İsmail Küçükkaya yerel basın özellikli haberleri ziyadesiyle gündemine taşımakta olup yaşanan trajedinin büyüklüğünün altını çizmektedir, görmek ve anlamak isteyenlere her daim…   


Cuma, Mayıs 24, 2024

CHATHAM HOUSE DİREKTÖRÜ ALİ KOÇ VE ÖNCÜLERİ

70’li yılların sonlarında Erol Toy’un “İmparator” adlı özellikle döneminde çok ses getirmiş kitabını okumuştum, artık aramızda olmayan Vehbi Koç’un hayatını muhtemelen de korku belasına Fehmi Çok adlandırmasıyla yazmış, esasen de, Türkiye Cumhuriyetinin TBMM ile temellerinin atılması, Türkiye İş Bankası’nın kuruluş süreci ve devamında ülkenin kalkınma hamleleri, Ticaret Odaları ve Sanayi Odalarının kuruluşları, beynelmilel şirketlerin mümessilliği, montaj sanayi, siyasi ilişkiler, sosyal pozisyon almalar üzerinden Canım Yurdumun yazar gözünden takdimi babında… Orada anlatılan olayların ve mezkûr olayların başrol oyuncularının ayak ve el izlerini sonraları okuduğum Canım Yurdumun siyasi ve sosyal tarihinde hep gördüm… Mesela; Almanya Faşizminden kaçan Yahudileri taşıyan meşhur “Struma” adlı gemiden kurtarılan Amerikan Standart Oil Romanya müdürü muhteremin kurtarıcısı olarak Vehbi Koç’un adını, Hakan Akdoğan’ın “Struma karanlıkta bir ninni” ve Halit Kakınç’ın “Struma” adlı kitaplarında bir şekilde hep gördüm ve daha bir dolu kitap ve belgede olduğu gibi… Keşke tüm insanların hayatlarını kurtarabilse idi, alkış gerekir bir durum olurdu bence, lakin böylesine seçkinci ve talimata dayalı olunca konu, bu kabil yargılar da gayet isabetlidir. Bilindiği üzere “Struma” adlı gemi Romanya üzerinden Filistin’e kaçan Yahudileri taşıyan bir gemidir, Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin Almanya ile olan iyi ilişkilerinin özellikle de krom ihracat rejiminin bozulmaması adına ne bu insanların karaya çıkmalarına izin verilmiş ne de Boğazları geçerek gemi ile Filistin’e ulaşmalarına… Sonuçta, mezkûr gemi 72 gün bekletildiği Boğaz girişinde içindeki 769 yolcusu ile birlikte, kimilerine göre bir Alman denizaltısı tarafından kimilerine göre de Karadeniz’in azgın dalgalarına dayanamayarak batmış ve 1 kişi hariç tamamı hayatını kaybetmiştir. Üstüne üstlük tamir edeceğiz numarasıyla da motoru alınmış halde idi mezkûr gemi, yani motorsuz… Gemiden, ABD’nin araya girmesi ile Vehbi Koç delaleti ile bir aile kurtulmuştur, şimdiki Mobil Oil, o zamanki Standart Oil Company Romanya müdürü… Peki, o tarihte Türkiye’nin Almanya ile olan Krom ticaretini kim üstlenmiştir, Vehbi Koç… Bu ticaret sebebiyle ABD tarafından yaptırım uygulanan kimdir, Vehbi Koç… Şimdi Türkiye Cumhuriyeti’nin bu kadar yüksek güvenlikli tedbirler ile karşıladığı bu gemiden kurtarılan Standart Oil Company Romanya müdürünün kurtarılması operasyonuna, Vehbi Koç hangi gücü ile aracılık etmiştir… Esasen ABD direk kendisi girişimde bulunmayıp da Vehbi beyden ricacı olmuştur… Ayrıca Vehbi Bey “kara listede” ise eğer hangi sebeple ABD onu seçmiştir, vs vs…

Şimdilerde de, Can Dündar’ın hazırlayan olarak takdimi “Özel Arşivinden Belgeler ve Anılarıyla Vehbi Koç” adlı kitabı okudum. Kitap aslında Erol Toy’un isimleri değiştirerek de olsa yazmış olduğu kitaptaki söz konusu olayların bu taraftan anlatılması, eğer Toy iddialarında doğru ise ki ben öyle hissediyorum Koç’un anlattıkları “suçsuzum, beraatımı talep ediyorum” tarzında… Mesela Toy; bidayette daha bakkal iken kayıtlara “kurtlu peynir vakası” diye düşen vakada, Koç’u peynirleri temizleyip aklayıp paklayıp satmak, Dündar ise esasen bu peynirler kurtlu olması gerekir iken gereksiz kurt temizliği yaparak satmış şeklinde anlatmaktadır. Artık hangisinin doğru olduğuna ahali karar verecektir, ne diyelim… Lakin taaa o günlerden bugünlere bazen Tarım Bakanlıklarının bazen Gıda Bakanlıklarının pasa “tağşiş” kararnameleri yayınlamalarına bakılınca da konu bal gibi ortadadır. 

Hani bir de bize CHP’lidir diye anlatılması var ya, tam evlere şenlik… Evet, doğru CHP kaydı var, lakin faaliyet yok, para yardımı dışında… Peki, ne zaman bu yardımlar, tek parti döneminde, sonra çok partili dönemde ne var, şüphesiz para yardımları var, kimlere var diye bakıyoruz, Yassıada Mahkemelerine de yansımış biçimi ile Demokrat Parti’den, Millet Partisine ve tabii ki CHP’ye… Yani klasik iş adamı taktiği riskleri yaymak, yumurtaları aynı sepete koymamak uyanıklığı… Valla ben demiyorum, anılarında öyle diyor, mahkeme kayıtlarını belge olarak gösteriyor, vs vs… Diğer taraftan Demokrat Parti lideri Adnan Menderes’in ABD nezdinde Vehbi Beye kefaletleri ve bu uğurda yazılan kefalet mektupları, mezkûr kitabın sayfalarında da yerini almış… CHP’den istifasının talebi üzerine nasıl başarılı savunma yaparak Başvekil’i istifa baskı ve talebinden vaz geçirdiğini görüyoruz yine… Ayrıca mezkûr muhteremin CHP kaydı konusunda çok baskı yaptığı söylenen DP’lilerin başta da Adnan Menderes olmak üzere tamamı CHP’lidir, dönem itibari ile… İnanmayanlar, Yavuz Ergun’un “CHP’li Menderes” kitabına başvurabilirler. Peki, CHP’li diye dışlandı ise başta Bayındırlık Bakanı Medeni Berk olmak üzere tüm Bakanlar ve Başvekil ile her daim ve dahi sıra dışı bir sıklıkla görüşmüş olmaları nasıl izah edilecek… Hani Başvekilin düşman tayin ettiklerini nasıl bertaraf ettiği konusunda yaygın kabullerin olduğu bu dönem zarfında… Mesela, bir dolu Amerikan firması mümessilliği dönemindeki en önemlisi olan Standart Oil (Mobil Oil) önce Ankara Mümessilliği bilahare İstanbul dışındaki tüm Türkiye mümessilliği döneminde adının Başvekillik nezdinde bile “Akaryakıt Kaçakçısına” çıkmasına nasıl yaklaşılmalı, iddialar ve savunmalar ve dahi neticeler karşısında ne demeliyiz? Mesela, Demokrat Parti, bu muhtereme çok karşı diye takdim ediliyor ya, haydi soralım peki çok karşı idi de “Ereğli Demir Çelik Sanayi İdari Meclisine” neden seçiyor kendisini? 

Mesela, Koç Şirketler grubundan birinde genel Müdür olan birinin Demokrat partiden milletvekili adayı olması nasıl izah edilecek bu düşmanlık iddiaları içinde… Mezkûr kitapta, Yassıada Mahkemelerinde bir soru cevap bölümü var ki tam da benim muradıma tercüman; Sanık eski Bakan tarafından tanık sıfatlı Vehbi Bey'e sorulması talebiyle Mahkemeye iletiliyor, “Hükümette bulunan şahısların işlerine zarar iras edebileceğini mülahaza ettiği bir piyasada yeni teşebbüsler kurup veya henüz kurulmuş teşebbüslere ortak olabilir mi?”… Peki demokrat Parti döneminde teşebbüs edilen işler, tesis edilen ortaklıklara bakılınca sorunun ne kadar mühim olduğu zuhur etmez mi?

Nihayetinde, kapitalizmin kurallarını layığı ile hatmetmiş ve amel etmiş bir işadamıdır Vehbi Koç, beğeniriz, beğenmeyiz, Canım Yurdumun Cumhuriyet devrinin en önemli figürlerinden biridir… Küçük bir bakkal dükkânından ekonomik-politik bir imparatorluğa tırmanışın ekseninde, beynelmilel güçlerle mümessillik ve yatırım ilişkileri, ülke ve toplumun içinden geçtiği politik dönemeçlerin tarihsel gelişiminin destanıdır adeta.

Şimdi gelelim torun Ali Koç’un "Kemalist’liğine", hani Kemalizm’in en önemli umdesidir diye bize anlatılan, “Tam bağımsızlık benim karakterimdir”, peki o zaman dünyanın en etkili 2. Think-tank kuruluşu seçilen Chatham House mütevelli heyeti üyeliği ve direktörlüğü nasıl izah edilecek… Bu Chatham House, politik çevrelerde “Dünya Derin Devleti” diye bilinmektedir açıklaması yapmama gerek yoktur sanırım… İlaveten Türkiye’nin parçalanma projesi “Sevr Antlaşmasının” telifini elinde bulundurduğu iddiası kanıtlanmayan lakin asla nihayetlenmeyen beynelmilel emperyal bir kuruluştur. Konuyu anlamak ve bilmek için azıcık okumak kâfidir, ama araştırmak yerine anlatılan masallara inanmak daha kolay ve daha az maliyetlidir.  Ali Koç için “Kemalisttir” bilgisini harika şekilde mütemadiyen yayma görevlisi, Kenan Evren’in “bizim Uğur” diye takdimi muhterem Uğur Dündar’dır, esasen bu muhterem kendisinden menkul kerametle kim Kemalist, kim değil tespit ve tayin yetkisine haizdir ya... İlaveten bize duayen araştırmacı diye takdim edilir de, bir türlü yıllanmışlığı dışında duayenlik gerektiren bakkal, fırın, lokanta harici ne araştırdığı pek anlatılmaz… Gemiye helikopterle iner, teröristlerle konuşur, helikopteri kim tahsis eder, uçuş yetkisini kim verir, teröristler herkesi rehin almış iken ona hangi sebeple bir şey yapmazlar, meçhul oğlu meçhuldür. Netice itibari ile duayen araştırmacıdır, burada isteyenler tıpkı benim gibi gülebilir… Peki, muhteremin anlattıklarının bir geçerliliği var mı? Maalesef yok… İnanan var mı, maalesef çok… İnananların bir kısmı Galatasaraylı olsa bile çoğunluğu da maalesef Fenerbahçeli… Ne diyelim “algınız” bol olsun…

  

Cuma, Mayıs 17, 2024

48 YILLIK ARKADAŞLIKLAR

 

Arkadaşlıklar, her daim saklanır âdemoğlunun kalbinin, beyninin hatıralar bölümünde, geçen zamana direnir, gözyaşları ve olanca tazeliği ile de hatırlanır ve aktarılır… Mezkûr hatıralar sizden hep fırsat bekler ki onları güne taşıyasınız, yâd edesiniz diye… Taşıyınca da arkadaşlık ortamında yüzler güler taaa gözlerin en derin noktalarına kadar… Uzun yıllara dayalı arkadaşlıkların belli dönemlerde bir araya gelerek hatırlanması, dolayısıyla güncellenmesi, arkadaşların yaşları ilerlemesine rağmen hatıraların tazeliğini korumasının yegâne yoludur bana göre… Tazelenme ve güncellenme yolu bazen tesadüflere dayalı kısacık anlar olur, bazen de planlı görece uzun buluşmalara ve tanışmaların ilk günlerine kadar uzanır. Benim Üniversite döneminden sınıf arkadaşlarım uzunca bir süredir, bu kabil planlı buluşmaları senelik ve düzenli olamasa dahi becerebilmiş durumdalar, kendisini şaka yollu “Oymak Başı” diye andığım Hamdi Satır bu işin neredeyse tüm yükünü taşıyarak yürütmüş durumdadır. Ben nihayet ilk defa bu seneki buluşmaya katılabildim, muhteşem geçti bana göre… Bu manada buradan “Oymak Başı’na” teşekkürlerimi bir kez daha iletiyorum. Şüphesiz; yerin, tam tamına 48 sene önce tanıştığımız Adana olması da bu muhteşem durumun en önemli amili idi bence… İlk tanışılan yer “Eski Baraj” diye bilinen regülatör baraj manzaralı iken şimdiki buluşma “Yeni Baraj” diye bilinen Seyhan Baraj Gölü manzaralı olması dışında her şey aynı, tekmili birden baraj manzaralı… 48 sene öncenin İnşaat Mühendisi adayı iken birçoğu artık emekli kimileri torun sahibi her biri 44 senelik sürecin sonunda kaldırım mühendisi… Gerçi halen çalışanlar da var, çalışmaya doyamamışlar, evet, Cem Karaca’nın 70’li yılların ortasında Pazar günleri TV’de yayınlanan öğleden sonraki kuşakta dediği gibi “gençler ve daima genç kalanlar”… Evet, o gençler ve hala genç kalanlar, genellikle de yaşlarına münasip olarak değişiklikler göstermekle birlikte ortak değer olarak demokrasi, hümanizm, tabiat tutku ve sevgisi, insan hakları, düşünce ve ifade hürriyeti, emeğin kutsiyeti, velhasıl insan olmanın gereği her sıfatı içselleştirmiş birey olarak evrensel kültüre açık devam etmektedirler, bunu tekrar ve yakinen müşahede ettim. Buna rağmen siyasi yelpazenin her tarafında dengesiz dağılmış olmakla birlikte çoğunlukla da çıkış noktasındaki pozisyonlar en azından fikri düzeyde korunarak bugünlere gelinmiş… Seneler önce yola çıkan bu nadide ekip, bidayette din, ırk, etnik köken, cinsiyet ayrımını şiddetle men ederken bugün bu sıfatlar arasında bazı seçilimler ve tercih öncelikleri oluşturmuş, bazıları azalırken bazıları çoğaltılmış gibi durmaktadır… Galiba tılsımlı kelimeler de “hangimiz değişmedik ki” noktasındadır.

Peki, arkadaş görmek, onlarla kana kana muhabbet etmek, tartışmasız çok güzel vallahi en azından ruh dinginliği ve zenginliği babında… Bu buluşmaların en dinamik günlerinizin geçtiği, adeta her taşında, her ağacında hatıra kabilinden bir şeylerin, hattı zatında çok şeylerin yaşandığı mekânlar ise, duygusallıklar daha da vites arttırıyor… Bizim de, buluşmamız aynen böyle oldu, meslek sahibi olmaya hazırlandığımız mezkûr günlerde, aynı zamanda kişilik sahibi olma ve dahi dünya görüşü edinme mülkiyetine, hatıraların canlanması marifetiyle dönüp dönüp, ahlamak, vahlamak, sevinmek, gülmek babında… Adana’da 2 gün dolu dolu, eskiyi yâd ederken, güzelim yeni kebaplar, lezzetine doyulmaz yeni ciğerler yenilerek, Büyük Saat, Küçük Saat, Çakmak Caddesi, Kazancılar, Taş Köprü, Vilayet başta olmak üzere önemli yerler gezilerek, geçirildi… Gerçi ben Adana’yı hiçbir zaman unutmadım, her fırsatı değerlendirdim, oradaki arkadaşları ve mekânları görmek için… Zaten öğrencilik sonrası 90’lı senelerde iş hayatımın bir bölümü de oralarda geçti. Benim için Adana her daim özel ve güzel olmuştur. Şikâyet ve sızlanmalarım Adanalılar kadar olmamıştır hiç bir zaman… Evet, Adana öğrenciliğimizde de “Dünyanın en büyük köyü” idi, maalesef şimdilerde de… Siz bakmayın Adana’yı yönetenlerin iddialarının büyüklüğüne, değişen bir şey yok… Bana sorulursa da zaten Adana böyle daha güzel… Her şeyi değiştireceğim iddiası ciddi manada şehrin karakterinin de bağlantılı değişime uğrayacağını hesap edemeyen bir yönetici grubuna denk geldi insanlık, galiba bu da bazılarına göre şans bazılarına göre de şanssızlık… Ya biri bana izah etsin Allahaşkına, ne muradınız vardı da, güzelim “Adana kız Lisesini” Adana Valiliğine tahsis ettiniz, güzelim “Adana Valilik Binasını” da Seyhan Kaymakamlığına… Akıl almaz ve dahi tüm kural ve kurumlarıyla gereksizlik… Allahtan da bazı güzel restorasyonlar da var, geç de olsa, durumu bazıları için fazla itici kılmıyor lakin benim için maalesef hala yapılanlar münasip değil ve muvafık değilim…

Nasıl hatıralar canlandı derseniz de, gözünü sevdiğimin tılsımlı şalgamı ve erketesi rakı, anlatmakla bitmez. Bir dönem annesi ile kapı komşuluğu yaptığımız Muzaffer Ongun ile annesinin “gariptir şu çocuklara şu yemeği götür” demesi özellikle de dolma yemekleri verme ile başlayan DDY yemekhanesinde yine kendisinin himmeti ve hikmetine binaen yenilen mükellef öğle yemekleri, hafta sonları Adana Şehir Stadında oynanan futbol müsabakalarını bilet gişesinde çalışması yüzü suyu hürmetine de beleş seyretmeler… Müthiş hatırlamalar…

Evet, 48 sene önce tanıştıklarımızla bir araya geldik, bir şeyleri yâd ettik, birlikte sabah erken saatlerde Kazancılar’da ciğer yedik, rakı içmedik lakin rakı içenleri imrenerek seyrettik, esasen ciğerin içecek şeriki de şalgam suyu oluyor tartışmasız, onu da ben çok sevmeme rağmen tansiyon problemi sebebiyle içmiyorum, muhteşem bir ortam… Ciğer kebabı işleri adeta bir endüstri haline dönüşmüş, “iğne atsan yere düşmez” darb-ı meselinin adeta çıkış yeri, koca bir masada birkaç kişi tarafından soğan kesiliyor, bir taraftan sumakla diğer taraftan da kırmızı toz biberler hemhal ediliyor, bir diğer kocaman masada domates kesiliyor, kaşık salata hazırlanıyor, kocaman kocaman mangallardan dumanlar yükseliyor lakin en baskın ve en keyifli tarafı da mis gibi ciğer kebap kokuları… Mangal, bilindiği üzere Adana için adeta “yangında ilk kurtarılacak malzeme” listesinin başında yer alır, hemen hemen her Adanalının otomobilin bagajında dahi demirbaş niteliğinde bir mangal bulunması da sürpriz sayılmamalıdır. Bir önemli değişiklik da öğrenciliğimizde “çartlak kebabı” iken şimdilerde asri döneme adaptasyon babında “ciğer kebabına” evrilmiş bulunan ciğer yemenin artık tam anlamı ile bir ritüel haline dönüşmüş olmasıdır. Esasen bu iş bizim yaşlı gençlerin yaptığı gibi saat 9’da gidilmesi ile tam manası ile hissedilecek bir şey değildir, millet sabah sat 5’te başlıyor akın akın gitmeye…

Yıllar önce çok geniş katılımlı bir buluşmada dönemin belediye başkanı meslektaşımız Aytaç Durak, gezilerimiz için otobüs ve Baraj Gölünde gezi için de bir gezi teknesi tahsis etmiş idi üstelik de karşı mahallenin çocuğu olmasına rağmen… Şimdiki Başkan bizim mahallenin çocuğu gibi görünmesine rağmen de bu kabil şeyleri hiç önemsemez görünüyor, eee biz bilmiyor, anlamıyor olsak dahi çok önemli işleri vardır şüphesiz kendisinin…

Cuma, Mayıs 10, 2024

RASİM ÇELEBİ

Tartışmasız bir beyefendi, Rasim Çelebi Abimizi hatırlıyorum. Hatırladığım bembeyaz gömleği, muhtemelen de kolalı yakaları ile sürekli takılı deyim yerinde ise fıstık gibi kravatı ile ve de olmazsa olmaz sinekkaydı tıraşı… Her yere kravatlı gider ya da ben öyle hatırlıyorum, bu abi evde de sadece kravat ile mi dolaşır diye sorardım kendime… Eeee tabii bizde kravat alışkanlığı yok ki, ilaveten de takmak bir zül, ne bu kadar sık görürüz, ne bu kadar sık kullanırız, ortaokulda bile mecburiyetine binaen def-i bela kabilinden, okula geliş ve okul çıkışlarında kravatlar derhal cebe kaydıyla.

Rasim Abi aynı zamanda; şimdiki “Çeşme Kent Belleği Müzesinin” bulunduğu binadaki Adliye’de görev yaparken bile çok sevdiği ve ziyadesiyle de başarılı olduğu olta balıkçılığını yaz kış devam ettirmiştir. Onun olta attığı yerde bugün hala olta atan amatörler bulunmaktadır. O tarihlerde hatırladığım kadarı ile olta atıldıktan sonra misinanın karaya sabitlenen tarafı deniz kenarlarından özenle seçilmiş olan şekli, büyüklüğü ve yüzey düzgünlüğü münasip taşlar marifeti ile yapılır üstüne de yeter büyüklükte bir cam parçası yerleştirilir ve beklemeye geçilirdi. Kaymakam Evi Denizinden kepçe sürütülme marifetiyle yakalanmış “tekesakal” yemleri oltalara özenle yerleştirilir, uygun şeklide ve mesafede olta fırlatılır, “rastgele” diye beklemeye geçilirdi. Balıkların yemi yemeye çalışmasının izlenmesine matuf yerleştirilen cam sesi gelince anlaşılırdı ki, balık yemi yemiş oltadan koparmaya çalışıyor ve o hareketle cam taşın üstünden düşerek ses çıkarıyor, hemen koşulur, olta ele alınır işaret parmağının son boğumunun aya tarafındaki hassas bölge ile balığın büyüklüğü ve dahi cinsi tahmin edilir, ona göre kalama verilir ya da çarptırılırdı. Hele misinanın, balığın büyüklüğüne göre çekilme ritüeli vardı ki, işte Rasim Abi marifeti orada farkını gösterirdi. Dönem, kurşun (misinayı suyun dibine çökertme ağırlığı), misina, olta, petektari (misinanın sarıldığı mantar ya da ağaç parçası), envai çeşit suni yem, kamış, yem kutusu, zil ya da çan bulunulabilen bir dönem değildir. Bazen Çeşmenin meşhur rüzgârının etkisi altında, misina denizden çekilir iken bir nesneye ya da aparata otomatik sarılamadığı dolayısıyla yere olabildiğince düzgün döndürülerek serilirken, tüm misina bir karışık yumak haline gelir, ayıkla ayıklayabilir isen, düzelt düzeltebilirsen… İşte Rasim Abi, gerek başta da kurşun dökmek olmak üzere alet edevat üretiminden tutun da, gerekse de karışıp yumak olmuş misina çözümüne kadar bir mahir adamdı ki, müthiş… Oğullarından arkadaşım Latif Çelebi ki daha önce hatıralarımı güzel hatırasına binaen yazmış idim, babadan devir alınan olta balıkçılığında mahir birisi idi…

Parafani; bilenlerin iyi bildiği, yapabilenlerin az olduğu, senenin sadece maksimum 1,5 ayı yapılabilen o da sadece “ay karanlığı” dönemlerindeki 15 gün içinde, şimdilerde yasaklandığını öğrendiğim, doğaya balık yumurtlama alanlarına ve balık popülasyonuna bilebildiğim kadarı ile hiçbir kötü etkisi olmayan bir balık yakalama yöntemidir. Diğer deniz kenarı ilçelerinde durum nasıldır bilemem lakin bizim Çeşme’de Ekim ayı ortasından Aralık ayı başına kadar, o da sadece Ege Denizinin ya da Marmara’nın soğuk sularından Akdeniz’in sıcak sularına mezkûr aylarda göç yapan balıkların gece saatlerinde muhtemelen dinlenme ve beslenme amaçlı olmak üzere diz boyu sığ sulara geldiği ve sadece Ayın parlak ışık yaymadığı dönemlerde yapılan bir aktivitedir. Daha önceki yazılarımda bahsetmiş olduğum bu aktivite minimum 2 kişi ile yapılan bir uğraşı olup Çeşme’de bunun bizden önceki kuşaktan erbapları Rasim Çelebi ve Cemal Işık büyüklerimizdir. Hatırladığım her ikisi de serpme ağ atmada ileri düzeyde mahirdiler…

Rasim Abinin parafani becerisi ne kadar idi kiminle çıkardı ava, şimdilerde çok net hatırlamıyorum. Ama parafani’deki becerisi ve kabiliyetinin oğlu Latif’e ziyadesiyle geçmiş olduğunun yaşayarak tanığıyım, çünkü biz de parafani’de 3’lü bir ekip idik, Latif’te bizim ekibin takım kaptanı serpme ağ atıcısı idi… Gerçi ben bizim takımın en yeteneksizi olarak yakalanan balıkların konulduğu torbayı taşımaktan başka bir şey yapamazdım. Rasim abimizin avlanma alanının “Yedi İğdelerden” başlayıp bugünkü “Altın Yunus Oteli” plajı dâhil olmak üzere boydan boya Boyalık Plajı ile bugünkü “Ilıca Karabina Otelinden” başlayıp “Balin Otele” kadar boydan boya Ilıca Plajı olduğunu hatırlıyorum. Yine hatırladığım kadarı ile Rasim Abimizin ezeli ve ebedi dostu ve rakibi nam-ı diğer Hafız Ahmet’in Cemal Abimiz (Işık) idi… Bu abimiz de, Çeşme’nin o günlerine müvecceh nevi şahsına münhasır, bir tarafı ile zahid, bir tarafı ile sufi diğer tarafı ile de muganni bir başka tarafı ile mugallit ve dahi say say bitmez özellik ve güzellikle teçhiz bir büyüğümüzdür. Bir başka yazımda da, her önüne gelen Çeşmeliyi “babaannesinin adı” ile çağıran bu abimizi yazmaya çalışacağım, bendeki hatıraları ile…

Parafani yasaklanmış dedim ya; bunun hangi güvenlik ya da korumacılık saikiyle yapıldığını doğrusu ben bilmiyorum, dahası da anlamıyorum… İlaveten de anlayan ya da anlayabilen olduğunu da zannetmiyorum. Olsa olsa “Yassağ hemşerim” kültürü ikame ve idamesi olsa gerek… Hani malumdur, meşhur hikâye, komutan yeni boyattığı “bankın” başına boya kuruyana kadar nöbetçi koyar da tam o sırada tayini çıkar, neden oraya nöbetçi konulduğu bilinmez ve yıllarca sürer bu uygulama, ta ki, biri bunu sorana kadar… Galiba, bu hususta da durum böyle, korkarım… 

Tarım ve Orman Bakanlığı bir tebliğinde “bilimsel, çevresel, ekonomik ve sosyal hususlar göz önüne alınarak su ürünleri kaynaklarının korunması, sürdürülebilir işletilmesinin sağlanması için su ürünleri avcılığına ilişkin yükümlülük, sınırlama ve kuralları düzenlemektedir denilerek amatör balıkçılıkta “avlanma amaçlı her türlü ışık kullanımı yasaklanmıştır. Can ve mal güvenliği açısından 50 watt’ı geçmemek şartıyla tekne içerisinde ve kıyıda aydınlatma amaçlı ışık kullanılabilecektir”. diye konuya açıklık getiriyor. Aynı tebliğlerde gırgır ve trol teknelerinde de 8.000 watt’lık enerji kaynakları kullanılabilecektir yönünde bir irade buyrulmaktadır… Gel de Neyzen Tevfik’i rahmetle yâd etme bir kez daha… Yahu kardeşim güvenlik ise mevzuu, aynı insanlar çalışıyor bu yerlerde, ne güvenliği… Balık yumurtlama ve tespit edilen ölçülerde yakalama ise konu, söylenecek çok şey var da söyleyip zayi etmenin manası yok… Kıyıdan lüks ile balık avlamanın nasıl bir sakıncası var, biri izah etmeli bence… Neyse büyüklerimiz daha iyi biliyorlardır, deyip geçeyim…

Yasakların da yasaklanması gerekir inancıyla, yasaklarını sevdiğimin memleketini ne kadar sevdiğimizi bir kez daha tekrarlayalım. Bu vesile ile artık aramızda olmayan, başta Rasim Çelebi, Cemal Işık büyüklerimiz ve Latif Çelebi arkadaşımız olmak üzere, tüm büyüklerimizi ve küçüklerimizi saygı ile bir kez daha yâd edelim…


Perşembe, Mayıs 02, 2024

FİLİSTİN, PAZARLIK ve ULU HAKAN


“Ya talêel al-jabal” başlıklı 07.12.2023 tarihinde https://sosyalyasamdaalternatif.blogspot.com/ adresli bloğumda yayınladığım yazıda; “Filistin ne yazık ki taa Osmanlının son dönemlerinden bu yana huzur bulmamış ya da bulamamış topraklar olmuş… Osmanlının “iyi günlerinde” Müslümanız rahatlığı içinde bir şekilde geçinilmiş de, ne zaman ki Osmanlının savruk ve dağınık ekonomisinin kapısını bankerler, kreditörler ve emperyal devletlerin temsilcileri çalmış, ahada o günden beri bir huzursuzluk hali artan bir biçimde bugünlere artık katliamlar biçimine dönüşmüştür… Hani denir ya Osmanlı hep karşı çıktı Yahudilerin yerleşmesine, bunun doğru olduğunu düşünenlerin bir kez daha bu konuyu araştırmaları gerekmektedir bence. Prof. Vahdettin Engin’in Osmanlı arşivlerinden bulduğu yeni belgeler ile Yahudilerin yerleşimi, yerleşim yerlerinin Kuzey Irak mı? Filistin mi? Duyun-u umumiye borçlarının yaklaşık %80’inin Yahudiler tarafından karşılanıp karşılanmadığı gibi detayların yeniden gün ışığına çıkarılması gereği aşikârdır gibi… Neyse buralar bir okuyucu olmaktan öteye gidemeyen beni çok aşar, tarihçiler ve araştırmacılar ne diyorsa odur diyelim…” diyerek çok geniş çerçeveli bir değerlendirme yapmış idim… Şimdi ise mezkûr Profesörün “Pazarlık” kitabı üzerinden biraz detaylara hem bakarak hatırlama, hem tekrarlayarak öğrenme, hem de paylaşarak düşüncelerimi aktarmak istiyorum. Sn. profesör bir yerde “Bu vesile ile de yaygın bilinen bir takım söylemlerin aslında gerçeği yansıtmadığı hususu üzerinde duracağız. Bunlardan en çarpıcı olanı da, II. Abdülhamit’in, para karşılığı kendisinden Filistin’de toprak isteyen Theodore Herzl’i huzurundan hakaretlerle kovduğu şeklindeki yaygın söylemdir.” diyerek esasen hiç de akla uygun olmayan “kovdu” iddialarının zaten doğru olamayacağının teyidini yapar iken bir sonraki sorudan boks deyimi ile bir “eskiv” yaparak sıyrılmayı beceriyor bana göre… Maazallah sonra sorulacak soru “kovdu ise neden bu görüşmeler ve toplantılar 7 yıl sürdü?” olunca ne diyeceksiniz… Bu gerçeği tespit ve teslim eden Profesör, kitap boyunca da Ulu Hakan’a bir halel gelmesi tehlikesine karşı konuyu yayarak durumun kotarılması ve kurtarılması cihetine gitmekten imtina etmemiş bana göre. Mesela; "Panislamizm cüzü mahiyetinde imparatorluğun her tarafındaki tarikat liderleri ile akçelı ilişkiler tesis etmek gibi çaresiz ilişkilerden bahsedip diğer taraftan bunların tamamı imparatorluğu dış saldırılara karşı savunmak amacı ile Müslüman dayanışma ve birliği oluşturmak maksadına matuf yapılmıştır" diyerek Panislamizm iddialarından kurtulmayı hedefleyeceksiniz. Şimdi Ulu Hakan böyle düşünebilir ve hareket edebilir siz koca bir yüzyıl sonra değerlendirme yapıyorsunuz, değil mi?

Bilindiği üzere Yahudiler sürüldükleri ve bir daha geriye dönemedikleri “Eretz İsrail” diye tanımladıkları ve dahi asla ve kat’a sınırlarını tayin ve beyan etmedikleri mezkûr toprakları her daim hedef tutmuşlardır. Sonraları da vaat edilmiş topraklara dönme arzu ve planlarını gerçekleştirmek için her daim uyanık olmuşlardır. Sınırların tespit, tayin ve deklare edilmemesinin çok basit sebebi bugün bile adım adım büyüyen İsrail’in büyümesinin ilanihaye devam edeceğinin yegâne alamet-i farikasıdır. Durmak yok yola devam kültürünün İsrail versiyonu… Bazı gizli kapaklı niyetlerin dışa yansımasından anlaşılıyor ki, Fırat ve Dicle havzası bile bu muhteremlerin hedefindedir, vallahi bunu sokaktaki Yahudi ya da Havradaki haham dese çok kulak asmayın der geçersin de, İsrail Devletinin Başbakanlığı düzeyine gelmiş muhteremin yazdıklarından okununca ciddiye alınması gerekir, derim… Mesela; 1879’da bir İngiliz diplomat bir proje hazırlıyor, buna göre Osmanlının Filistin civarında Belka Sancağında büyük bir arazi para karşılığı Yahudi yerleşimine açılacak, bir nevi özerklik tanınacak, zabıta ve adliye gibi devlet görevleri de Yahudiler tarafından yerine getirilecek, finansmanı da uluslararası bir şirket tarafından karşılanacak. Haliyle Osmanlı şiddetle karşı çıkar ve onay vermez bu projeye, vermez de ne olur… İrâde-i seniyyeye rağmen mezkûr tarihte başlayan “gizli lakin aşikâr” hicret hiç durmadan devam eder… Kitapta, sık sık konuya ilişkin yerel yöneticilerin dikkatini çeken irâde-i seniyyelerden bahsedilse de devam eden hicret ve yerleşmelerin hiç durmadığı ve ne yazık ki her seferinde yerel yöneticilerin ve halkın gizli toprak satışlarından bahsedilir. Sanki toprak üzerinde özel mülkiyet hakkı vatandaşa tanınmış da… Oysaki dünya âlem biliyor “memalik-i Osmaniye” toprak mülkiyeti rejimini… Haliyle konu çok parametreli bir konu, yerel yöneticilerin de “madeni haz” teması mucibince göz yummaları, yürürlükteki padişah buyruklarının vatandaşa çaktırmadan, muhatabına ise adrese teslim düzenlenmesine bağlı, Yahudilerin de emperyal aklı doğru ve yerinde kullanmaları neticesi, ister Padişah emri mucibince, ister Padişah bilgisi ve ilgisi dışında olsun, mezkûr devletin temelleri atılmaktadır. Şimdi denilecektir ki, Efendim kocaman imparatorluk padişah nereden bilecek yapılan bu yolsuzlukları, iyi de aynı padişah hangi şairin “boya ve burun” yazdığını takip edebiliyor, hangi gazetecinin “hürriyet ve müsavat” yazdığını biliyor, taa Fizan’daki yöneticinin      “kanun-i esasi, hukuk-u millet, ıslahat”  kelimeleri ile ne kast ettiğini biliyor, sıra akın akın Yahudi hicretine gelince, bilmiyor… Adama derler, muhalif tüm şer odaklarını tespit ve tedip etmeye müteallik kurduğun “Zabıta-i Hafiye Teşkilatı” ne iş yapıyordu o aralar… Galiba en akla yatkın ve makul izah Filistin Bölgesi mezkûr teşkilatın faaliyet alanı dışında idi, her ne sebeple ise artık… İlaveten bilinenler ve yazılanlar başka, Osmanlı’ya has “hile-i şeriyeler” söz konusu… Malumdur, şekil ve vaziyet bakımından şeriata muvafık bir konuyu göz önünde tutarak “sözde istenmeyen” bir sonuç elde etmeye matuf hamle üstadıdır, Ulema-i Osmani… Biz biliyoruz dönemin Osmanlıyı adım adım parçalayan güçlerin Yahudi politikalarını, Rusya’nın Sovyetler Birliğine evrilmesi dönemine kadar hatta bugünlere kadar ne hamleler yaptığını, İngiltere’nin girişimlerini, bu manada İngiltere ve Rusya niza ve çekişmelerini… Mesela; Sovyetler Birliğinde Stalin ve bazı arkadaşlarının Kırım Bölgesinde Yahudi Bölgesi oluşturma düşünceleri sonucu Stalin ve Molotof örtülü gerginliği, 1928 tarihinde alakasız bir bölge olan Moğolistan sınırında kurulan “Yahudi Özerk Bölgesi” 1934 tarihinde Özerk Devlete dönüşürken şimdilerde yeniden eski statüsüne dönmüştür, vs. vs. Yani mevzu, dâhili ve harici yüzlerce parametrenin doğru değerlendirilmesi ve isabetli karar oluşturulmasına bağlı geniş ve karmaşık bir haldedir.

Hani, bir tarihlerde emperyal güçlerin fırıldakları kast edilerek, dönemin bir Türk büyüğüne yapılan “aman dikkat Bizans oyunlarına” ikazına verilen cevap çok önemlidir, “Osmanlıda oyun bitmez”… Osmanlı enteresandır, yapar lakin inkâr eder, izin verir, vermedim der, velhasıl klasik şehirlerarası otobüs işletmesi muavini anonsu gibi; “memnuniyetleriniz müdüriyete, şikâyetlerinizi bize” kültürü bihakkın iktidardır… Şimdi adama sormazlar mı? Peki, siz izin vermediniz ise, kim izin verdi bu Yahudi yerleşimine? Yahu haydi 3-5 aile yerleşse iyi, görmedik, duymadık, bilmedik denilecek? Öyle kolay değil, tüm suçu İngiltere’ye, Rusya’ya yükle, ohhh sıyrıl bu müşkülattan… Tipik Osmanlı politikası, güzel olunca biz yaptık, rezil olunca uluslararası emperyal güçler yaptı… Sevsinler sizi…

“Rumeli demiryolları şirketinin” imtiyazını elinde bulunduran Baron Hirsch’in başta Osmanlı ve Arjantin olmak üzere dünyanın bir dolu ülkesine Yahudi hicreti, iaşesi, ibatesi ve ikameti konusunda siyasi ve ekonomik başrol oynayacak, susacaksınız… Rumeli Demiryollarının mülkiyeti kimde, Osmanlı’da, peki Hirsch’e imtiyazı kim veriyor, Osmanlı… Tam bir “Organize işler” filmi repliği; “para kimde, müşteride, araba kimde, müşteride”… Üstüne de “Vizontele” filminden bir replik “sen de bunu yedin öyle mi?”… Ne diyelim bir başka Türk büyüğünün meşhur kelamı ile “Allah verdikçe veriyor”…

 

Cumartesi, Nisan 27, 2024

HASAN FEHMİ GÜNEŞ

Döneminde kendisine benzer ciddi manada, dürüst, bilgili, ilgili, çalışkan, namuslu ve etkili çok sayıda siyasetçinin ve bürokratın bulunduğu tarafımızca da iyi bilinen birisidir, Hasan Fehmi Güneş… Kimler diyeceksiniz, bakın aklıma gelenleri hemen sayayım, Cevat Yurdakul, Aydemir Ceylan, Mehmet Can, Muzaffer Özbayrak başta olmak üzere ki kendileri ile kısaca da olsa tanışıklıklarımız söz konusudur. Mesela; Hasan Fehmi Güneş ile ilk karşılaşmamız 2000’li yılların başında tesadüfen bir merdivende ayaküstü olmuş ve muhabbetimiz bayağı uzun sürmüş idi… Kendisini basından tanıyordum, kendisine yapılanlara ve tüm bu olumsuz muameleye rağmen ne kadar vakur, onurlu ve ahlaklı bir senatör ve bakanımız var diye de düşünüyordum. Sonraları da; Atatürk Bulvarı üzerindeki bir apartmanın ofis katındaki arkadaşını ziyaretlerinde benim de bir başka ofisteki arkadaşlarımı ziyaretlerimdeki denk gelişlerde mezkûr merdiven muhabbetlerimiz sürmüştür. Müthiş çelebi, bilgili, saygılı ve mütevazı biri olmayı başarmış bir insan olmanın buram buram yansıdığı yüzü ve dili ile ve dahi tüm sevecenliği ve içtenliğiyle sohbetlerimizin aktif tarafı olmuştur. Merak ederek sorduklarımın bir kısmına cevap vermiş bir kısmını ise muhtemelen anlatmayı uygun bulmaması sebebiyle de cevapsız geçmeyi tercih etmiştir. Yine bu fasıldan, öğrenciliğimiz döneminde Adana Valisi Aydemir Ceylan’ı dertlerimizi dinlemek üzere bizi bir kabulünde gördüğümüz mütevazı, sevecen ve ilgili ve dahi bilgili vali nasıl olunurmuş hali, sonradan hatıralarını çok detaylı yazdığı “Bir ihtilal bir darbe arasında 20 yıl” adlı kitabını okurken bir kez daha gözümün önünde canlanmıştır. Fikri ve zati tarafı olurken kamu yöneticisi olmanın nasıl bir tarafsız davranış gerektirdiğine yaşım itibari ile de ilk kez orada şahit olmuş idim. Keza emniyet müdürü Cevat Yurdakul’u da nasıl tarafsız ve yansız görev yapılacağının bir abidesi olarak hatırlıyorum. Bir de hani; Kasım 1979 ayında Parlamento’da bir AP senatörünün elindeki bond çanta ile CHP Senatörü Hasan Fehmi Güneş’e vurması neticesi ortaya saçılan evraklardaki yazılanların mahremiyetinin hiçe sayılarak bir senatörün eline nasıl geçerin yaşanmışlığı var ya… Oradaki evraklar esasen “bir emniyettekiler” raporu idi, kimin hazırladığı hiçbir zaman açıklanmayacak lakin kimin taltif, takdir ve terfi, kimin tekdir ve tehdit, kimin tasfiye ve tecziye edileceğinin yazılı olması enteresandır. Peki, sonuçta ne olmuştur, yıllar içerisinde taaa bugünlere kadar vaat edilen her terfi ve tasfiye gerçekleşmiştir. Bakın mesela, Muzaffer Özbayrak tasfiye ve tecziye edilirken meşhur ve meşum ordu Valisi Reşat Akkaya takdir ve terfi ettirilmiştir. Meraklılarına o günlerin gazeteleri tafsilatlı bilgi, belge ve yorumları ile arşivlerinde tetkike amadedir. Adlarını zikrettiğim tüm bu muhteremler benim gözümde Hasan Fehmi Güneş dönemine denk gelen, kendisiyle birlikte bu ülkenin yetiştirdiği yüz akı yetkililerdir. Hatalar ve eksikler insani boyutta olup taammüt ve hendese dâhilinde değildirler.   

Neyse konuyu biz tekrar değerli senatörümüz ve bakanımıza getirelim, öyle bir dönemde bakan olur ki, ABD’nin ezeli düşman ilan ettiği SSCB’yi “Yeşil Kuşak” projesi mucibince kuşatma uğruna cümbür cemaat Ortadoğu’yu boydan boya kana bulama senaryosu yürütülmektedir. İran’da çaktırmadan ve gri alanlarda da alenen İslamcı despotizme destek olurken, canım Yurdumu da 12 Eylül’ün karanlığına hazırlamakta idi… Yerli müttefik ve muhatapları da mezkûr senaryoya muvafık erkete ve müzaheret görevlerini bihakkın deruhte etmektedirler. Oyun ve plan büyük olunca namuslu bürokrat öğütme çarkı haline gelmiş erkte politikacıların rolleri daha net oluyor haliyle… Bizimkiler ve onlarınkiler… Seçimler vasıtası ile de her daim maalesef onlarınkiler başarı kazanıyorlar…

Peki, Hasan Fehmi Güneş’in tasnif ve arşiv edilen günahları ne idi, şüphesiz ben tüm detayları bilemem lakin o dönemin lehte ya da aleyhte basına yansıyanlarını bilebilirim. Canım Yurdumu iç savaş koşullarına sürükleyen her gün yüzlerce insanın öldürülüp ya da yaralandığı olaylar karşısında namuslu her insan gibi bu değerli bakan da, ABD destekli İsrail’in Ortadoğu’da terör estirmesine göz ve kulak kapatamazdı elbette… Kimsenin tercih ve tasdiki olmamasına rağmen, tüm dünyanın muktedirleri tarafından bırakın lanetlemeyi adeta cesaret ve destek olma sırasına girilen bu İsrail terör eylemleri yanında meşhur “Camp David” antlaşması ile Mısır’ın da saf değiştirmesini protesto maksadı ile FKÖ gerillalarından bir grubun Ankara’daki Mısır Büyükelçiliğine baskın yapıp onlarca rehine alması sürecini benim hatırladığım kadarı ile muhteşem yönetmiş idi Değerli Bakan Hasan Fehmi Güneş… Rehineleri kaybedebiliriz lakin bunları da helak edelim gibi Amerikancı “devlet taviz vermez” şeklinde bir davranış yerine insani yöntemleri tercih etmesi esasen sonun başlangıcı oldu aynı zamanda… ABD güdümlü ve Demirel destekli basının o günkü hali hala aklımda “İçişleri Bakanı Gerillalarla görüştü” diye tahkirat ve tezvirat sırasına girmişlerdi… Sözde “Filistin davasının sadık savunucusu” Necmettin Erbakan bile Filistinli gerillalara gösterilen bu insani tutumdan rahatsız oldu, veryansın etti durdu bu değerli bakana… Gerçek destekçiler böylesi günlerde ortaya çıkar, samimi olanlar ile samimiyetsizler için turnusol testidir mezkûr vakalar… Sağcı tarafın tamamında dün de bugün de şöylesine haksız ve hadsiz sığ bir yaklaşım hâkimdir, “bu Araplar Osmanlı’yı arkadan vurdular” dolayısıyla diller ne söylerse söylesin, fiiller hep ABD ve İsrail desteğinden ibarettir. Kimlerine göre Cennet mekân Abdülhamit han hazretleri dedikleri muhteremin durumuna düşmekten de kurtulamazlar, hani iddia edilir ya İsrail temsilcilerini huzurundan kovdu diye yahu bu nasıl kovmak direk ya da endirekt 7 yıldan fazla müzakere yürütüyorsun, sayısız görüşme yapıyorsun, adama derler ne müzakeresi bunlar kovdu isen, tekrar neden kabul ediyorsun, değil mi? Hem İsrail’i ısrarla destekle, hem de Filistin için sürekli ağla, bu tutum takdir ve taltif görüyor mu sevgili milletimizden, maalesef evet… Daha ne o zaman… Günümüzde değişen bir şey var mı? Olmaz mı, şüphesiz var… Nemi diye kimse sormasın…

Bir röportajında Hasan Fehmi Güneş 1978’deki Kahramanmaraş katliamı başta olmak üzere yaptığı genel değerlendirme üzerinden bir anısını şöyle anlatıyor; “Ben istihbarat örgütünün oradaki cinayetlere, oradaki katliama katkı yaptığını düşünüyorum. Engel olmayı bırakın, MİT bizzat katkı yaptı. Bakanlık görevim boyunca MİT'ten bilgi alamadım. Başbakanımız Bülent Ecevit, bana güvenirdi, benimle bu konuları konuşurdu. Ben MİT'e yönelik şikâyetlerimi ona söylediğim de o da bana dert yanardı. Bir keresinde şöyle bir olay anlatmıştı: "Çok iyi yetişmiş birini MİT'te görevlendirtmek istedim. O kişiyi MİT'e almadılar." Başbakan'ın istediği kişiyi MİT'e almamışlar! Bunun üzerine ben de "Ne yapacağız bu MİT'i? Lağvedelim o zaman. Yerine yenisini kuralım."  dedim. Sayın Başbakanı'mız güldü ve bunu benim gençliğime verdi.” dedi. İlave ne denilebilir ki?

Sen misin; CIA odaklı yerli mümessilleri vasıtaları ile geniş manada Yeşil kuşak planı ve dar anlamda da Canım Yurdumda sahneye konan destabilizasyon politikalarına karşı çıkan… Sen misin; “MİT bize istihbarat vermiyor, kapatıp yerine yeni bir istihbarat kuruluşu tanzim edelim” diyen… Sen misin; FKÖ’nün canım yurdumda temsilcilik açmasının alt yapısını hazırlayan… Sen misin; bakanlığın döneminde ABD’nin kayıtsız şartsız Ortadoğu erketeliğini yapanlardan Mısır’ın Ankara Büyükelçiliğini basan FKÖ gerillalarıyla görüşüp fotoğraf çektiren… Daha sıralanacak çok günahları var tabii ki bu değerli Bakanımızın lakin belki ileride başka vesileler ile eksik bıraktıklarımı aktarırım. Netice itibariyle, behemehâl malum iyi saatte olsun güçleri devreye sokulur, kendilerince suyu yeterince ısınmış olan bakanın değiştirilmesi kaçınılmaz olmuştur gayri… Zaaflar, açıklar ve defetme yöntemleri aranır taranır ve en müsait yöntemin, adı her daim mezkûr güçler ile irtibat ve iltisak halindeki malum, meşhur ve meşum kadın vasıtası ile operasyon kararı alınır. Yıllar sonra bu olayı değerlendirirken, “Aptallık yaparsan böyle olur, başka izahı yok. Bu besbelli ki bir tuzak... Tuzağa müsait duruma düşmeyeceksin.” Olay sonrası davranışı da, olay sonrası kendisini savunurken izlediği metot da, seçtiği kelimeler de bugünlere ışık tutar diye bakıyor, lakin nerdeeee…

Çarşamba, Nisan 17, 2024

DİREKTÖR ALİ BEY SEYAHAT JURNALİ

Bir kitap hediye edildi, “Seyahat Jurnali” muhtemelen de seyahat etmeyi, görmeyi ve görerek öğrenmeyi çok sevdiğimi yakinen bilen hatta birlikte gezmeyi de ziyadesiyle seven hevesli seyyah Canev, tam da bu gerekçe ile ve gerekçenin de ruhuna münasip düşer düşüncesiyle olsa gerek nihayetinde okuyunca da ziyadesiyle de münasip olduğuna kanaat ettiğim bir hediye idi. Kitabın tanıtımda adını ilk defa duyduğum yazar “Direktör Ali Bey” için yazılanlar aynen şöyle; “Tanzimat dönemi tiyatro yazarlarındandır. 1844 yılında İstanbul’da doğmuş, iyi bir eğitim almış ve küçük yaşlarda Fransızca öğrenmiştir. Yüksek rütbeli bir memur olarak Osmanlı coğrafyasının önemli bölgelerinde görev yapmıştır. “Direktör” olarak anılması, Duyun-ı Umumiye yöneticiliği sebebiyledir. 1899 yılında vefat etmiştir.” Kitabı okuyunca, gerçek manada iyi bir gözlemci olduğu ve çok iyi not tutabildiğine kanaat getirdim…

Biraz ansiklopedi karıştırınca da; yazarın kısa lakin derya deniz bir hayatı olduğunu anlıyoruz. Müfettiş, mutassarrıf, vali, direktör gibi vasıf ve sıfat tevdi ve tayini ile Diyarbekir, Irak, Varna, Elazığ, Trabzon, Hindistan başta olmak üzere bir dolu yerde vazife icra eylemiş… Yaygın bilinen unvanların yanında “Direktör” unvanı ise Duyun-ı Umumiye direktörlüğünden mütevellittir. Şiirlerinin de bulunduğunu öğrendiğimiz yazar tiyatro oyun yazarı olarak daha anılır olup, hem Namık Kemal ile birlikte çalışmışlığı hem de halk kaynaklarından beslenen biri olarak birçok eserin sahneye konulmasına büyük emek harcamış biri olduğunu öğreniyoruz. Bazen batıya, bazen doğuya, bazen organize, bazen gayriihtiyari, bazen zati bazen kolektif amaçlara matuf din misyonerliği, ilim hatmetmek, iş ve zenginlik, huzur arayışı, gezmek, görmek gibi faaliyetler adına düşülen yolların fiziki şartları ile siyasi, sosyal ve ekonomik, kültürel, dini şahitlik ve müşahedelerin kâğıda dökülmüş halidir mezkûr seyahatnameler…

Büyük bir keyifle okuduğum, “Seyahat Jurnali” kitabının tanıtım yazısı da son derece ilgi çekici ve öğretici olmuş, bana göre… “Merak duygusu, insanoğlunun keşiflerinin kaynağıdır. Bilinmeyen yerlere yapılan yolculuklar, insana yeni yeni şeyler öğretir. Her yeni bilgi aktarıldığı toplumda sosyal, siyasal ve iktisadi değişimlere neden olur.

Seyahatnameler, yazılı kültürün en eski ve ilgi çekici türlerindendir. Marco Polo’dan Evliya Çelebi’ye kadar nice seyyah, aktardıkları bilgilerle hem kültürleri kayıt altına almışlar hem de insanın merak duygusunu beslemeyi sürdürmüşlerdir.

Üslûbu korunarak günümüz Türkçesine aktarılan Seyahat Jurnali, yerli edebiyatın ilk adımlarının atıldığı bir döneme ait olması sebebiyle sadece edebi değil, tarihi öneme de sahiptir…” Âdemoğlu her daim farklı ve değişik olanı ve dahi sahip olmadığını, olamadığını araştırma, görme, inceleme, tekrarlama, sahip olma gibi insiyaka haiz olup, bu sebeple devamlı bir hareketliliğe niyetlidir.  

Direktör Ali Bey, yapılacak işleri sebebiyle vapur ile Midilli, İzmir, İskenderun, Mersin, at ile Halep, Kilis, Ayntap (Antep), Nizip, Siverek,  Diyarbekir ve Siirt başta olmak üzere tüm bölgeyi, bir tarafı ile gezi bir tarafı ile işletmesi uhdesinde olan tuzlaların kontrolü kapsamında deyim yerinde ise karış karış arşınlamıştır. Civar görev ve gezileri kapsamında, Bitlis, Tatvan, Van Gölü, Mardin’de ilginç bulunulabilecek gözlem ve tespitleri ile kitapta yerini almıştır. Son derece enteresan gözlemlerin bulunduğu kitabın bu bölümünde bence en enteresan tespit ise, “Burada Amerikalıların büyük ve mükemmel okulları vardır” şeklinde olanıdır. Meğerse neymiş, hani biliyordum Kayseri Talas, Mersin Tarsus’taki “Amerikan okullarını” da, Amerika daha o dönemde canım Yurdumun bağrına öğretim yuvaları numaraları ile çadır kurmuş… Dönem hangi dönem, işte o meşhur dönem, Cihan Mekân Abdülhamit Han dönemi…  

Enteresan gözlem ya da tespitler yapılmış dedim ya; mesela Siirt’te “Ahalinin çoğunun Türkçe bilmediği kentte nüfusun çoğunluğu Kürt ise de, konuşulan dil Arapçadır” ve kent için, “İçi ne kadar kasvetliyse de, dışı da o kadar hoştur… Türbesi çok, halkı türbe ziyaretine çok düşkündür”, Bitlis’te ise “Kürtlerin şeyhlere gösterdikleri hürmet ve itibarın derecesini” ziyadesiyle fazlaca bulur Direktör Ali Bey…

Diyarbekir’den yolculuk Bağdat’adır… Ve en ehven ve güvenli yol “kelek” ile Dicle Nehri üzerinden seyahat kararı alınınca, gerçek manada bir següzeşt gerçekleşir. “Kelek”, bilindiği üzere bir çeşit sal olup, çeşitli miktarda keçi tulumlarının nefes marifetiyle itina ile şişirilerek yan yana sıkı sıkı bağlanmış üzerine de ince ahşap çubuklar dizilerek, tulumlar ile sağlam irtibatlanmış, en üstede insan ya da eşya taşımacılığına münasip yerleştirilmiş kaplamadan mütevellittir. Keleklerin büyüklüğü ise mevsim itibariyle nehrin suyunun derinlik ve akış hızına bağlı olmak kaydıyla tulum sayısı ile ifade edildiğini öğreniyoruz. Seyahat süresine bağlı olarak bu “kelek” salın üzerine ihtiyaca binaen camlı ve çerçeveli üç pencere ve bir kapıdan oluşan içinde helası ve kileri dahi olan hatta ihtiyaca binaen bunun üzerine merdiven marifetiyle çıkıp eğleşmek maksatlı bir odası daha bulunan bir durumdadır, yani dönemine münasip bir konfordadır. Seyahat esnasında iki Kelekçi ile iki uşağın kendisine eşlik ettiğini ve bu yüzden eşyalar ve diğer hizmetlere matuf bir de ilave kelek vardır. Seyahat ziyadesiyle mühim muhteremler için düzenlenmiş olunca da güvenlik de bulunması gerekir bu sebeple kendilerine inzibat görevlileri de eşlik etmektedir.  Kelek imalatı ya da temini için bakın kitapta nasıl bir anlatım var; “Bir de kelek her vakit su üzerinde görülür ve hazır bulunur taşıtlardan değildir. Yolcu ve eşya çıktığında özel sipariş üzerine yapılır. Bunun da iki sebebi vardır. Biri tulumlar su içerisinde uzun zaman duramaz. Çünkü su kesiminden yukarı kalan kısmı havanın ve güneşin etkisine dayanamaz çatlar. Bu nedenle her zaman sulayıp bakmak gerekir. Diğeri de kelek yalnız suyun akıntısıyla akıp gider olduğu için gittiği yerden dönemez. …. bozularak ağaçları satılır ve tulumlar karadan getirilir. İşte bu iki sebepten dolayı yolcu ve eşya çıkıp da özel olarak ısmarlanmadıkça Kelekçiler hazır kelek bulundurmazlar.”

Bu sergüzeşt nihayetinde Bağdat’a varılması ile nihayetlenir… “Ahalinin sınıf ve mezhebine göre” giyindiği, adi çamurdan yapılmış, dayanıksız evlerde oturduğu, evlerin tek su kaynağının bahçelerdeki kuyular olduğu, kaldırımsız, kanalizasyonu olmayan bu şehirde bir süre kalan yazar çevreyi de gezmeyi ihmal etmez. Bağdat’tayken Düyunu Umumiye “memuriyetini sona erdirir”, ancak o Bağdat Valiliği’nde yeni bir göreve başlar. Şehrin nüfusunun yaklaşık 180.000 olduğunu kaydeden Direktör, Arap, Kürt, Türk, Yahudi, Ermeni, Süryani ve Farsi etnisitenin Müslüman, Musevi, Katolik, Ortodoks ve Keldani inanışlarla halim selim ve sulh içindeki bulunuşlarından da bahseder.  Bağdat ahalisinin çoğunluğunun Müslüman olmakla birlikte altı bin hane kadarının Yahudi olduğu tespiti ile çoğunluğun Arapça konuştuğunu belirtmekle beraber Türkçenin de konuşulan diller arasında olduğunu beyan eder. Bununla birlikte Direktör Ali Bey, halkın kıyafetlerinin çeşitli din, mezhep ve sınıfa göre farklılık gösterdiğinden de söz etmiştir. “Zevra ve Darü’l-islam isimleri verilen Bağdat şehrinin büyük kısmı nehrin sol yakasında kale içindedir ve küçük kısmı da nehrin sağ tarafındadır. Ara yerde dubalar üzerine yapılmış bir ahşap köprü iki sahili birbirine bağlar. Şehrin sol yakadaki kısmına Ressafe ve sağ yakadaki kısmına Kerh derler. Kessafe’de iki belediye dairesi vardır. Kerh üçüncü belediye dairesi sayılır. Bağdat’ın kalesi memleketin büyümesine engel oluyor diye bundan yirmi beş otuz sene önce yıkılmış ve bugün kalenin temelleriyle burç şeklinde bir iki kapısı vardır” ilaveten Bağdat’ın isimlendirilmesi ve Kalesinin yıkımına yönelik çok enteresan bir bilgi de aktarmaktadır.

Değişik gözlemlere, değişik kriterler mucibince bakınca, o gün için Bağdat’ta kaldırım olmamasını, kanalizasyon olmamasını bir eksiklik gibi kayıt eden Direktör, bugün hala kaldırımsız ve kanalizasyonsuz süper beldelerimizi görse idi ne derdi acaba? Makul bir süre kalınca Bağdat sıcakları için ise; Müze-i Hümayün Müdürü Hamdi Beyefendiden aktarım ile “Bu memlekette yazları rafadan yumurta yenemez, Çünkü yumurta tavuktan çıkar çıkmaz hazır lop olur” bir tarif yapmaktadır.

Seyahat ve öğrenme çakraları açık olanlar açısından değerli bir kitap olduğunu beyan etmeliyim, okuyacaklar mutlaka beğeneceklerdir…

Cuma, Nisan 12, 2024

ABİDİNPAŞA CADDESİ ve BEKÇİ MURTAZA

Hemen hemen, herkesin benim kadar çok iyi bildiği meşhur yazarımız Orhan Kemal’in “Murtaza” adlı bir kitabı vardır, yazar burada, Murtaza adlı bir bekçinin, katı disiplin ve vazife aşkı ile beşeri davranış arasına sıkışmış, vazife bilincinden taviz verememe halinin insanı ne kadar da çaresiz kıldığını, çaresizliğin de beşeri değerleri hükümsüzleştirdiğinin bir kara mizahını yapmaktadır. Kitap müthiş karşılık bulur okuyucudan, inanılmaz baskı sayılarına ulaşır, muktedirlerin her türlü olumsuz tavrına rağmen… Kitabın bu başarısı haliyle Yeşilçam’ın da dikkatini çeker ve bildiğim kadarı ile 2 de film çekilir, 1. si Müşfik Kenter’in başrol oynadığı “Bekçi Murtaza ki sonradan internet üzerinden izledim, 2. si de Müjdat Gezen’in başrol oynadığı “Bekçi” ki sinemada 1986 yılında izlemiştim, başarısı ile müthiş yankılar oluşturmuş idi kamuoyunda…

Heyamola Yayınlarının Adana Kitaplığı serisinden “Abidinpaşa Caddesi” adlı Süreyya Köle’nin kaleme aldığı kitabını okudum, orada ne yazık ki bugüne kadar bilmediğim “Murtaza” adlı bekçinin ilhamına yönelik… Lüzumuna binaen bir defa daha tekrarlamak istiyorum, “okudukça ne kadar az bildiğimi öğreniyorum” fikrinin günlük teyidi, günlük doğrulanması… Evet, “nakıs geldim nakıs gideceğim”, korkarım… Bu kadar eksik nasıl tamamlanacak, çok zor…

Evet, gelelim, Bekçi Murtaza’nın ilhamın kitaba yansımışını aktarmaya… Yazar Süreyya Köle şöyle anlatıyor konuya giriş bölümünde; “yazar birebir gördüğünü değil, gördüğünden yola çıkarak kendi karakterini, kendi dünyasını yaratandır. Ancak şu da bir gerçek ki Orhan Kemal’in gözünün önünde insanın kendini yazmaktan alıkoyamayacağı kadar özgün bir tip vardır ve bu tip Abidinpaşa Caddesini adımlayan Murtaza’dan başkası değildir.”

Yayıncı, şair, araştırmacı Nurer Uğurlu’nun, Orhan Kemal’e hitaben yazılmış bir yazısından aktarıyor, S. Köle; “Murtaza’yı tanırım. Son Akbank kapıcısı olarak az mı ti’ye almıştık. Murtaza, roman olarak yeni çıkmıştı. O zamanlar biz edebiyat heveslisi genç delikanlılardık. Abidinpaşa Caddesi’nin ıslak kaldırımlarına oturur, sıcak Adana akşamları Murtaza’yı makaraya almak için, akşamı iple çekerdik. Akşam oldu mu, Murtaza bankanın kapısında, boynunda yandan kurmalı, kocaman askılı saati, bir aşağı, bir yukarı gidip gelirdi. Murtaza’yı gören bizim çocuklar birer ikişer köşelere zula olur, Murtaza’nın bize arkasını dönmesini beklerdik. Murtaza tam bize arkasını döndüğü bir sırada içimizden biri hemen öne fırlar, Murtaza’nın biraz önce, ayağında takunyalar, başında kokartlı şapkası, kova kova sularla ve arapsabunuyla yıkayıp şartladığı mermer merdivenlere çamurlu ayaklarıyla basar, hızla kaçardı. Kaçanın arkasından iri ve hantal gövdesiyle Murtaza koşmaya, bizimkileri kovalamaya başlardı. Ve biz gülmekten yerlere yatarak lambur lumbur koşan Murtaza’nın arkasından zort çekerdik. Çekilen zortlar, atılan kahkahalar o günler bibim sessiz caddeye yayılan sıcak gürültümüzdü.

Günlerden bir gün, bizim çocuklardan biri kitapçı İbrahim Gezginci’nin vitrininden sizin Murtaza’yı alır, okur. Ve Murtaza, küçük bir cep kitabı olarak elden ele dolaşmaya başlar. Ve biz, sizin yazdığınız Murtaza’nın, bizim Murtaza olduğu üzerine ileri geri konuşmaya başladık. Kimimiz roman kahramanı Murtaza’nın bizim Murtaza olduğunu söyledi. Kimimiz bunun bir romancı olarak sizin yarattığınız roman kişisi olduğunda inat etti. Sizin Murtaza’nın, bizim Akbank’ın kapıcısı Murtaza olup olmadığı üzerinde günlerce, hatta aylarca tartıştık.

 Ve sonunda hiç olmayacak bir şeye karar verdik.  Dedik ki, Murtaza’yla dost olalım. Onu hiç kızdırmayalım, arkasından zort falan çekmekten vazgeçelim. Bize ana avrat sövme diyelim. Haklısın Murtaza, senin gibi var mı diye yağ çekelim. Ona Murtaza romanını okumanın yollarını arayalım. Eğer bu, Orhan Kemal’in yazdığı Murtaza bizim Murtaza’ysa anlarız. Yok değilse?

Ve sıcak Adana akşamları toplandığımız Akbank’ın mermer merdivenlerinde Murtaza’yı okumaya başladık. Okudukça Murtaza’nın yüzü değişiyor, gözleri yuvalarından dışarı fırlıyor, kalın siyah kaşları bir inip, bir kalkıyordu. Murtaza romanı soluk almadan dinliyordu. Bizler bir pot kırmamak, aramızdaki barışı bozmamak için dudaklarımız ısırıyor, gülmemek için kendimizi sıkıyorduk. Kendini tutamayıp gülenler, su dökmek bahanesiyle köşeyi döner, makaraları sonuna kadar koyverdikten sonra aramıza gelirdi. Bir gün, beş gün derken Murtaza dayanamayıp sordu:

“kimdir bunu yazan”

“Orhan Kemal”

“Abe kimin nesi”

“Babasının oğlu!”

“köprüden geçerken Murtaza’ya rastlamış!”

“Taşköprü’den mi?”

“heye”

“Yok be çocuklar, var midir anası, babası bunun?”

“Olmaz olur mu Murtaza! Kapı aralığndan çıkmadı ya!”

“Sevmem bu yolda laubalilik. Bilirsiniz dayım şehit Hasan beyi? Lazım bilmek. Hasan bey kolağası idi. Bilirsiniz mi ne demektir kolağası? Subbay demek. Balkan harbi’nde döktü mübarek kanını kutsal vatan topraklarına. Ne için? Dayım Hasan Bey aldığı emirle atladı düşman içine, kırpmadı gözünü. Neden? Çünkü doğurmuş idi anası o günler için onu. Çünkü cuş’u huruş eder idi damarlarında kanı. Bilirsiniz ne der bana büyüklerim?”

“Ne der Murtaza?”

“Derler benzersin dayın Hasan Beye Murteza, tıpkı!”

“yaaa”

“Onun için benzemem herhangi bekçilere, benzerim dayım Hasan Beye. Ben de bir gün dökeceğim kanımı kutsal vatan topraklarına!..”

“Yaşa Murtaza!”

“… helbet. Bakmayın düşmana çelik yıldırım, değildir layık vatandaşlığa! Haçan her Türk bakmalıdır düşmanlara çelik yıldırım, kurşun bilek, taş yürek! Ve vazife bir sırasında sakınmamalıdır gözünü budaktan, demelidir öldüm… Neden? Çünkü var idi, dolaşır idi damarlarında halis Türk kanı. Dayyım Kolağası Şehit Hasan Bey gibi. Sakınmasınlar gözlerini budaktan, hem de akıtsınlar kanlarını kudsal vatan toprakları için”

“Allahına kadar Murtaza!.. Doğru söylüyor.”

“Doğru lakin görse idiniz kurs, alsa idiniz amirlerinizden bu yolda çok sıkı terbiye hem de disiplin, bilir idiniz nasıl konuşulur büyüklerinizle. Konuşmayın cahil cahil böyle. Bir vazife yüksektir bir namuzdan. Yaşşar insan olan bir insan mertlik, civan mertlik için hem de!”

“Orhan Kemal! Murtaza’yı tanımaz olur mu hiç?”

“Sus be şapşal! Yok almağa ihtiyacım kimseden akıl.”

“Niçin alacak?”

“Hiç işte laf olsun!..”

Biz dilimiz döndüğü kadar Muratza’ya anlatmaya çalıştık. Abdülkadir Kemali Bey’den, Milli Mensucat Fabrikasından, çırçırdan, Hacıbayram Karakolu’ndan söz ettik. Murtaza kızgın:

“A be bu adam beni nerden tanır?  Bilir mi benim gibi bir adam yaşar Adana!da, hemi de bu sıcakta?”

“Ayıp ettin, seni bilmeyen var mı? Murtaza adı, Ankara’da, İstanbul’da söylenir. Gazeteler seni yazar. Senin gibi bir adam, sen ki bugüne bugün Akbank Müdürü’nden sonra gelen en önemli adamsın, seni tanımayan var mı?”

Murtaza kızgın gözlerini bize çevirip:

“Ne söylersin a be çocuk? Bu adam, benden başka adam bulamamış mı yazacak? Neden yazar beni kitaplara? Ya okurlarsa amirlerim bu kitabı? Sevmem bu yolda laubalilik!..”

Evet, ben Murtaza’yı bir tekstil fabrikasında bekçi olarak biliyordum, lakin o sadece roman faslında öyle imiş, gerçek hayattaki Murtaza ise yukarıda anlatılan hali ile AKBANK bekçisi imiş… Yani gerçek sadece vazife mekânı değişmiş…

Mezkûr kitap, Süreyya Köle’nin yazdığı, “Abidinpaşa Caddesi” daha neler sunuyor neler… Merak edenlerin hemen edinip okuması hayırlarına olur, öyle ki kesinlikle başucuna yerleştirilip daima başvurulacak bir kitap tadında… Teşekkürler tekraradan Süreyya Köle… 

Cumartesi, Nisan 06, 2024

VELİ KARAMAN – SAATÇİ VELİ

 Bir önceki yazımda abimiz Yazar Mehmet Culum tarafından kaleme alınmış bir hikâyeden bahsetmiş idim, hatırlanacaktır… Hani; Nazi Hitler Almanya’sının işgali, hemen karşımızdaki, hatta durgun havalarda horoz seslerinin bile duyulabildiği yakınlıktaki Yunanistan adası Sakız’ı da içine alır ve artık Canım yurdumun en kuvvetli savunma pozisyonu aldığı günlerdir… Uzatmadan, savunmanın en önemli aracı da “toplar” ya işte o önemli toplardan biri arızalanır ve Veli Usta’nın tamir işlerindeki başarısı burada da devreye girer sorun çözülür lakin başka sebeplerden ötürü sıkıntılı bir soruşturma yaşanır ve gerek dönemin Kaymakamı gerekse de savunmanın komutanının etkili savunması neticesi teknik sorundan sonra hukuki sorun da neticelenir. Dönemin Kaymakamı Hamdi Orhon tarafından yapılan savunma neticesinde bir vade sonra Ankara’dan Milli Savuma Bakanlığından bir yazı ulaşır Kaymakamlığa… Veli Ustanın Milli Savunma Bakanlığı nezdinde ilgili teknik dairelerde uzman kadrosunda değerlendirilmesinin münasip ve muvafık olunduğu yönünde teklif ve tasvip yazıdır, mezkûr yazı… Lakin nasıl görüşmeler yapıldı, neler konuşuldu ve neler teklif edildi şüphesiz bilemiyoruz, bildiğimiz Veli Ustanın Çeşme’yi ve mesleğini terk etmediğidir. Bu bilgiler belki de Mehmet Culum abimizin yazısının zenginleştirilmesi maksadına matuf bilahare bir ilave gerekçesi de oluşturabilir…

Bir önceki yazımda, Çeşme Meydan Saati’nin, İstanbul Çemberlitaş’ta mukim işyeri sahibi “Mustafa Şemi İpek” tarafından imal ve monte edildiğini belirtmiş, bilahare de gerekecek ayar, bakım ve kalibrasyon hizmetlerinin temin ve tedariki işini de Veli Ustaya devrettiğini yazmış idim. Hani; “İşletme sürecinde bir imalat hatası da tespit eder Veli Usta zamanla ve imalatçıya bir mektup yazarak durumu ve çözüm yollarını ve imalatçının mutabık olması halinde bu hatanın kısa sürede giderilebileceğini anlatır. İmalatçının iznine mukabil hata da giderilir. Hata ise “dört adet saat kadranı doğal olarak en üste ve saati çalıştıracak makine ise en alta yerleştirilmiş ve makine volan görevi gören bir mil vasıtasıyla da kadranlardaki akrep ve yelkovanı hareket ettirir vaziyettedir”, milin ağırlığı nedeniyle zamanla dönüşe bağlı oluşan atalet sebebiyle mil çalışamaz hale geliyor dolayısıyla da saat duruyor… Çözüm ise rulmanla oluşturulan bir mekanizma ilavesi ile temin edilir. Rulman marifeti, dönüşün atalet yaratmayacağı şekilde düzenlenince de artık hurdaya çıkana kadar bu kabil bir arızaya rastlanılmaz.”  diye bir imalat hatası tespitinden bahsetmiştim… Bu kalibrasyon, bakım ve işletme sürecinde çeşitli yazışmalar yapılır taraflar arasında, işte bunlardan bir tanesini okuma şansı buldum ve bir kopyasını aldım. Mektubun dili ve dilin nezaketi ve zarafeti, iletişimde ve haberleşmede özel ihtimam hususlarından olup karşılıklı öneri, talep, eleştiri ve şikâyet aktarımında adeta bugünkülere muhteşem bir numune teşkil etmektedir. Rulmanlı çözüme gelene kadar Mustafa Şem’i Pek yaylı bazı uygulamalardan bahseder mektubunda, işte yaylar nasıl yerleştirilmeli, yerleştirir iken nelere dikkat edilmeli, neler yapılmalı vs vs… Teknik destek manasında karşılıklı yazışmalardan bir kalıcı çözüme ulaşılıyor anlaşılan… Tekrar dilin nezaket ve zarafet tarafına gelince, 1950’li yıllar bir manada halef-selef sayılabilecek, bir diğer manada da, belki de işveren-işgören gibi kabul edilmesi gerekecek, tüm bunlara rağmen karşılıklı hitabette kibarlık ve naziklik dikkate şayan… İşte o yılların işverenleri böyle iken insan bu yıllardaki işverenleri ister istemez hatırlıyor, hani kendisinin siyasete bağlı para sahibi olmanın ötesinde hiçbir meziyeti olmayan lakin mimari projeleri sanki anlarmış gibi “bu da hayır” “bu da olmadı” diye sağa sola yırtınarak savuran işverenleri… Nereden nereye…


Dönem Hitler Faşizminin dünyayı kaosa sürüklediği dönemdir, Yunanistan baştan aşağıya işgal edilmiş, Ege Adalarının hemen hemen tamamı zapt-u rapt edilmiş, imkân bulan insanlar kaçıyor ya da direniş hareketlerine iltihak ediyor… Kadınlar, yaşlılar ve çocuklar ne yapacaklar, bu katiller sürüsünün zulmü karşısında, çaresiz ya saklanacaklar ya da ölecekler ya da ailelerinin kendileri için bir çözüm bulmasına duacı olacaklar… Döneme ait dinlediğim pek çok hikâye var, Sakız Adasından çocuklarını gruplar halinde sandallara doldurup denize açılmalarını temin eden aileler mi ararsın, dağlardaki mağaralara saklananlar mı ararsın, herkes bir biçimde aklına gelen ilk kurtuluş yolunu tercih ediyor, bu uğurda ölenler de oluyor, kalanlarda oluyor… Çeşme Yarımadasının, özellikle de Çiftlik Köyü taraflarının Adaya çok yakın olması hasebiyle, çok yoğun sığınmacı aldığını Anneannem Hacer Karagöz’den çok çeşitli dönemlerde ve vesilelerle çok dramatik biçimleriyle dinlemiştim. Ha keza babam Tito Yaşar’dan da benzer çok hikâyeler dinledim, hatta uzun yıllara dayalı arkadaşlıklar da kurulmuş sığınmacıların çocukları ile… Evet, şimdi gelelim bir başka yaşanmışlığa… Her sabah sahile yürüme alışkanlığı olan ve bunu çok uzun yıllarda devam ettiren, komşudaki savaşın yangın yerine çevirdiği ülkenin insanlarının canhıraş kaçışmalarının yoğun olduğu günlerden bir gün, Veli Usta bir bakar ki bir sandal dolusu Rum çocuk Çeşme sahiline yakın lakin karaya çıkmalarına izin verilmiyor vaziyette, “ipsomi, ipsomi” diye, çok aç karınlarını doyurmak için “ekmek, ekmek” diye yalvarırlar bunu anlayabilen mübadelenin kesif acılarını yaşamış birisi olarak “karne çaresizliğinden” ekmek de bulup veremez lakin hızlıca Çarşıya dönerek zorlukta bulduğu bir kese kâğıdı dolusu kuru inciri getirir çocuklara vermek üzere, “gümrük görevlisi” artık çocukları koruma amaçlı mı, yoksa çocuklara acımadığı için mi, ya da hiç bilemediğimiz bir nedenle mi verilmesini istemez bilinmez. Lakin Veli usta “beni assan dahi vereceğim” der ve kese kâğıdını sandala fırlatır ve açlıktan nerdeyse bayılacak durumda olan çocuklar anında bitirirler verilenleri… Veli Usta, çocuklara hasr-ı muhabbet ile bakarken, çocuklarda kendisine büyük bir şükran ifadesi ile bakmaktadır… 

Veli Usta; daha önce de yazdığım üzere, şimdilerde çocuklarının ticari faaliyet gösterdiği işyerinin bir kısmını, yine daha önce kendisinden bahsettiğim halamın oğlu “Berber Sabit’e kiraya vermiş, halaoğlu da orada, bir taraftan berberlik, bir taraftan sünnetçilik ve bir taraftan da sıhhiyecilik görevlerini yerine getirmişti. Deriden yapılmış, bavul tarzı sıhhiye çantası ile muhteşem ahşap berber koltuğu hala dün gibi aklımdadır.

Ayrıca; Çeşmelilerde sahilde bir tur atma alışkanlığı o günlerden bugünlere halen kuşaktan kuşağa mirasen devam etmektedir. Mesela, gençliğimizde kahvehaneden gece geç çıktığımızda dahi mutlaka evlerimizin ters istikametinde olmasına rağmen bir sahil turu yaparak devam ederdik. Şimdilerde görmekte olduğum ise bazı esnafların sabahları işyerlerini açmadan önce mutlaka bir sahil turu yaptıklarıdır.

Ticarette “ahlak ve etik” sahibi olmanın ilk ve en önemli şart kabul edildiği dönemlerin artık aramızda olmayan bu çok değerli esnaflarını bu vesile ile bir kez daha özlem ve saygı ile anıyor, ahlak ve etik ölçülerinin bugünlere ışık tutmasını da hassaten bekliyor ve diliyorum…