Cumartesi, Kasım 30, 2024

VEHBİ ÖZCAN, HEMŞEEERİM

 

Kıvırcık saçlarının, yerinde duramaz kıpır kıpır hareketlerinin yarattığı güzel enerji geçtiği her yerde etkisini yaratır ve bırakır, uzunca bir süre bu enerji eserdi geçilen yerde… Benim çocukluğumun ve gençliğimin Çeşme’sinin güzel abilerinden birisidir. Bana her gördüklerinde yaş farkını hissettirmeksizin seslenen baba akranı çok abimiz olmasına rağmen sadece 2 kişi “hemşeeerim” diye yüksek perdeden seslenirdi, biri İbrahim Tütüncüoğlu ve diğeri de Vehbi Özcan abimiz… Şimdi artık her ikisi de aramızda değiller… Her ikisi başta olmak üzere tüm diğer abilerimizi de minnet ve büyük bir saygı ile anıyorum… İyi ki onlar hayatımızın o bölümünde bizlere abilik ve babalık yaptılar, neler öğrendik onlardan, onlar neler öğretti bizlere say say, yaz yaz bitmez…

Vehbi Abimin, 60’lı yıllarda “belediyede” başladığı çalışma hayatının o döneminde, çok sınırlı olan çalışan sayısı ve dahi ihtisas bölümlerinin oluşmadığı döneme denk gelmesi sebebiyle, ne iş olsa yapılır şeklindedir vazifesi. O dönemde belediyecilikte gelişmekte olan 2 önemli faaliyet vardır, elektrik ve su işleri… Elektrik üretimi ve dağıtımı biraz dolambaçlı yollardan da olsa getirilen bir dizel motor ile Çeşme gündemine gelmiştir. Önce özeldir elektrik üretimi ve dağıtımı bilahare de biraz çetrefilli süreçten geçerek belediye hizmeti haline gelir, şimdiki Haralombos Kilisesi o devirler belediyenin “Müstahsil Perakende Halinden” İzmir Otobüsleri garajına kadar çok çeşitli hizmetlere olduğu gibi elektrik üretimine de mekândır. İlk başlarda sadece güneş batımından sonra ve sadece geceleri bazen saat 23’e bazen de saat 24’e kadar elektrik verilirdi şebekeye… Şebeke de dönem itibariyle ağırlıklı aydınlatmaya müteveccihen tesis edilmiştir. Hatırladığım kadarı ile Kilisenin içinde kocaman bir dizel motor vardı ve hemen duvarın dışında da küçük bir havuzdaki su soğutma suyu olarak kullanılırdı… Galiba bu küçük süs havuzu soğutma suyu işi için kullanılmasının yanında süs balıklarına da mekândı… Yine hatırladığım kadarı ile motorun bakım ve işletme işlerinden sorumlu Nuri Usta adlı bir büyüğümüz vardı, Vehbi Özcan Abimiz de ihtiyaca binaen her daim oradadır… Dönem itibariyle mesai saat kavramı icat edilmiş olsa dahi bu mefhum henüz Çeşme’ye gelmediğinden ihtiyaç hangi saatte zuhur etmişse o saatte vazife başında bulunmak mukadderattır. Vehbi Abimiz sokak çeşmelerinden sonra evlere de su şebekesi irtibatını müteakip gayri su işlerinin de gedikli çalışanıdır. Dönem itibari ile su borularının ev bağlantıları ağırlıklı olarak işlenmesinin kolaylığı bakımından kurşun borudur… Malzeme özelliği sebebiyle sık arıza yapan bu boruların tamiri için arıza yerinin tespiti, kazının yapılması gibi faaliyetler için teknoloji külliyen “manpower” vaziyetindedir, kazılar elle yapılır, toprak evsafı sebebiyle uzun sürer, kurşun boru tamiri için dışarıdan hizmet alınır vs vs… İşte bu kısıtlı imkânlar dâhilinde bu iki bölümün bir dolu sıkıntısına Vehbi Abim derman olmaya çalışmaktadır.

Vehbi Abimin, babam “Tito Yaşar” ile çok güzel muhabbetleri var idi bu muhabbetlerin içerik ve safahatı hakkında gerçek manada bir malumatım olmasa dahi samimi ve içten olduğu muhakkak olup sürekli gülmeler ve hatta kahkahalar ile devam ettiği bilirim. Bu konuyu oğul İbrahim Özcan’a da sorduğumda benzer cevapları verdiğini hatırlıyorum… Bildiğim kadarı ile su şebekesine şimdilerde de halen kullanılan “su deposundan” verilen suyun membaı ise önceleri bir, sonra iki ve bilahare de dört adet olan su kuyuları idi.  Bunların 3 adedi bizim Musalla Mahallesinde idi.  Kuyular fazla derin olmayınca arsenik tehlikesinden azade durumda olup güvenle içilebilmekte idi. Şüphesiz su için güvenilir olmanın çok çeşitli tesirlerden meydana geldiği bilinmektedir, arsenik bunlardan sadece biridir… Bizim mahalledeki su kuyuların bulunduğu alan yağmurlarla hemen bir gölet halini alan Güngör Taylan büyüğümüzün enginar bahçesinin hemen yanındaydı. Su Pompalarının ve Motorların, önceleri jeneratörlerin bilahare de merkezi şebekeden gelen elektrik için kullanılan panoların bulunduğu, kapısı herkese her daim açık küçük bir kulübe bulunmaktaydı. Şimdi fazlaca detaylı hatırlayamadım lakin kocaman bir kasnak ve volan kayışı ile çalışan motor pompa düzeneği vardı… Zemin ise makine yağlarından adeta beton gibi bir görüntü verirdi. Enteresan bir sistematik gürültü çıkarırdı aynı zamanda. Yüzeyde su toplanması geçirimsiz tabakanın muhtemelen yeraltındaki farklı şekillerdeki halinin büyük su stoklarının oluşmasına sebeptir herhalde… Yüzeydeki suyun deşarjı için hemen oradan başlayan şimdiki 1032 sokaktan ilerleyerek “Akarca Deresine” irtibatlanan sadece yağmurlarda suyu akan bir dere vardı. Şimdi artık ne o yüzey suları var, ne o yağmurlar var, ne de o dereler var… Gerçi artık o yeraltı suları da derin kuyu suları da yok ya… İşte bu motorların bakımı içinde Vehbi Abimiz son derece mütevazı bisikleti ile mütemadiyen mobil vaziyettedir.

Artık derin kuyu suları da yok dedik ya, şimdi barajımız var… Gerçi barajımızın da su toplama havzasını inşaata kurban edecek adımlar atılıp duruyor lakin kamuoyu tepkisi nedeniyle cesaretle atılan adımlar bir anda ürkerek geri çekiliyor. Bir adım ileri, bir adım geri… Barajın da enteresan bir serencamı var, bin bir zahmet ile yapılıyor lakin kolaylıkla canım Yurdumun insanının tercihi, teveccühü ve tasdiki mucibince de liberal politikalara feda ediliyor. Sonra tekrar geri alınıyor lakin muhatap da yerli mümessilleri delaletiyle, hem alırken, hem de satarken dünyalığını yapıyor… Ama adı değişmiyor hep ÇALBİR, ALÇESU ve sonra da İZSU. Sonuç Canım Yurdumun insanı bu el değiştirmeler ile meşgul iken fiyatlar artıyor, kalite düşüyor, hizmette süreklilik temin edilemiyor, kimin umuruna, ne gam, ne kasavet… İZSU’nun hizmet kalitesini öğrenme adına sokağa çıkıp bir sorun bakalım, bu devasa kuruluş artık aramızda olmayan Vehbi Abimizin birkaç kişi ile teknolojik ve ekonomik destek ve rahatlıktan azade dönemindeki seviyede mi? Alacağınız cevabı ben dâhil herkes biliyor…

Vehbi Abimin sıklıkla takıldığı, artık ne soruyor ya da söylüyorsa, Manav Davut Ege’nin kendisine her defasında, “silah var da mermi yok” kabili cevapları da tüm çarşı esnafı tarafından bilinmesine rağmen ben manası hakkında o gün bu gündür fikir sahibi olamadım. Diğer taraftan daha termosifon kullanma aşamasına gelmemiş Çeşmelilerin Vehbi Abinin kendi imalatı termosifonu görmeye gelmeleri de bir başka efsanedir, bildiğim…

Oğlu İbrahim emekli olduktan sonra Çeşme’ye has lakin nesli kaybolmaya yüz tutmuş “Sakız Koyununu” eski parlak günlerine döndürebilmek için yoğun bir emek sarf etmektedir. Çeşme Belediyesinin de organize ettiği “sakız koyunu yetiştiriciliğini destekleme” faslından festivallerin cesareti ile de Oğul İbrahim hem severek yaptığı işin sahiplenildiğini görmesi ile daha da fazla azimle verimli işler yapmaktadır. Onunda bu geleneksel yerli hayvanımızın hayatiyetine katkısı dolayısı ile kocaman bir teşekkürü hak ettiğini hassaten düşünüyorum. Hele sosyal medya paylaşımlarında bu güzelim koyunlara verdiği isimlere bakınca bu konudaki samimiyet ve sebat daha iyi anlaşılacaktır, esasen de anlaşılmaktadır. Vehbi Abimizin kızı Serap ise eşi son derece sıcakkanlı Kadir ile birlikte çocuklarının da yardımı ile sahilde son derece hoş bir kafe ile bir butik otel işletmektedirler.

Bu vesile ile başta Vehbi Abimiz olmak üzere aramızda olmayan tüm büyüklerimizi bir defa daha saygı ve minnet ile anıyor yaşamaya devam edenlere de sağlıklı, mutlu ve uzun bir hayat diliyoruz…

 

Cuma, Kasım 22, 2024

PAMUK, MISIR, ADANA ve ÇUKUROVA, TEKSTİL

Canım Yurdumda “pamuk” deyince akla hemen Çukurova gelir, çünkü şimdilerde eskisi kadar olmasa da tarımı yaygın olarak yapılan ve Çukurova’ya katkıları nedeniyle de “beyaz altın” diye anılan bir üründür. 

Bilindiği üzere, Çukurova’da pamuk tarımı çok eskilere dayanan bir faaliyet olup, bidayette iptidai usullerde yaygın olarak yapılmasına rağmen verimi son derece düşük vaziyette sürdürülmektedir. Çukurova pamuk tarımında modernleşme ise, Amerikan iç savaşının sürdüğü yıllarda başta İngiltere ve Fransa olmak üzere tekstil sektörünün hammadde temininde içine düştüğü çıkmaza, Çukurova’yı işgali altında tutan Mısır hıdivi (aslında Mısır Sultanı) Kavalalı Mehmet Ali Paşa mahdumu İbrahim Paşa ile iyi ilişkiler çerçevesinde başlamış ve ciddi manada iyileşmelere sebep olmuştur. Osmanlı’ya karşı Mısır Sultanının her daim destekçisi ve kollayıcısı Fransa ve İngiltere olmuştur lakin onun da bir sınırı vardır. Bugün Paris’in Concorde Meydanını süsleyen Obelisk (dikilitaş) mezkûr dostluğun nişanesi olarak yerini almış esasen de Luksor’daki tapınağın giriş kapısındaki 2 obeliskten birisidir eski yerinden sökülmüş yeni yerine dikilmiştir.

Bilindiği üzere Kavalalı Mehmet Ali Paşa  mahdumu İbrahim Paşa Osmanlı ile yaşanan problemler neticesinde Suriye ve Çukurova’yı işgal eder hatta taaa Kütahya’ya kadar ordusu ile gelir, tam Osmanlı tarih olacak iken “dış güçler” devreye girer, Osmanlı lehine İbrahim Paşanın hareketine dur denir… Bu esasen çok ayrı bir konudur lakin beynelmilel iltisak ve irtibat tesisinin coğrafyamızı tarihsel, sosyal ve ekonomik açıdan çok derinden etkilemesi manasında bayağı önemlidir. Hani herkesin diline pelesenk olmuş Osmanlıyı dış güçler yıktı iddiası var ya, işte ona tam teşekküllü bir tekziptir, İbrahim Paşayı dış güçlerin Osmanlı lehine durdurması… Neyse konumuz bu değil, pamuk meselesine devam edelim… Bu işgal senelerinde Avrupa tekstil sanayisinin hammadde ihtiyacı Mısır ve Çukurova’dan temin edilecektir. İşte bu temin işinin zorunlu dayatması ise tarımın daha modern metotlarla yapılıyor olmasına yol açacaktır. Bu manada Fransa’dan genelde tarım özelde ise pamuk tarımı konusunda uzmanlar getirilecektir, bu giriş ile birlikte Fransa’nın Anadolu’nun bu bölümü ve Suriye’nin tamamı üzerinde halen de süren alaka ve irtibatının tesisine sebeptir. Sonraları Osmanlı’nın dış güçler inayet ve iradesi ile yapılan anlaşmalar neticesinde Çukurova’da tekrar tesis edilen otorite, gelişme kat eden tarımın ihtiyacı olan insan gücünün teminini ise Anadolu’nun göçerlerinin en önemli aşiretlerinden “Avşar Aşiretini” oluşturulan “Fırka-i İslahiye” ordusu marifetiyle zorunlu iskâna ve ikamete tabi tutar… Şimdi hangi kaynakta okuduğumu maalesef hatırlayamadığım, tarımda bu modernleşmenin tezahürü manasında, tarım amelelerinin öğlen yemeği molası ve öğlen istirahati ihtiyacının temini tam da bu dönemde gerçekleşmiştir.

Dolayısıyla, Amerikan İç Savaşı ile Çukurova, dünya çapında bir değişim ve modernleşmeden nasiplenmiş ve dünya pamuk istihsalinin önemli bir parçası haline gelmiştir. Dünya pamuk istihsalinde en ön sıralarda gelen Amerika’da başlayan iç savaş sebebiyle pamuk miktarı azalmış, fiyatlar ise aşırı yükselmiş dolayısıyla dönemin en mühim pamuk alıcısı İngiltere sıkıntıya düşmüş ve yeni alanlar keşfi farz olmuştur.  İhtiyaç duyulan hammadde açısından yeterli kapasiteye sahip olan Çukurova, İngiltere tekstil endüstrisi için hem hammadde sağlanabilecek, hem de yatırım yapılabilecek bir bölge olarak tariflenmiştir. Tam da bu sebeplerden bu önem atfedilmenin, Adana’ya sosyal, siyasal, ekonomik yansımaları çok hızlı hissedilir olmuştur. Misal, Çukurova ve Adana, önceleri Halep Eyaletine bağlı “yurtluk ocaklık kanununa” müstenit bir sancak iken artan nüfus, artan tarımsal faaliyetler ve artan ekonomik faaliyetler sebebi ile bilahare yeni düzenlemeler yapılarak bünyesine Mersin’i de alarak vilayete dönüştürülmüştür.

Artık Devlet-i Osmaniye’de mezkur “dış güçler” iç güçler haline dönüşmüş durumdadır. İngiltere ve Fransa’nın başı çektiği dış güçler o gün bu gün arada bir mola verilmesine rağmen makûs mütemmim cüzüdür Canım Yurdumun… Daha o dönemlerde Amerikan iç savaşının sonlanmasını müteakip Amerikan Pamuk Tohumları Canım Yurdumda devlet eliyle sahne alırlar. Fransızlar ilk kez Adana’da “çırçır fabrikası” açarlar, ne zaman 1864 senesinde, yani kriz baş gösterir göstermez… Peki, İngilizler geri durur mu? Şüphesiz hayır, biri Adana’da, diğeri Tarsus, bir diğeri de Mersin’de, hem de 3 adet ile pozisyon alınır…

Tüm bu gelişmeler, Adana ve Çukurova için bir manada sosyal doku değişikliği demektir, artık oluşan cazibe ile bir göç destinasyonudur… Peki, bu göçler sadece Osmanlı döneminde mi gerçekleşir? Şüphesiz hayır… Cumhuriyet döneminde de belli dönemlerde artsa da bir devamlılık söz konusudur lakin 1950’ler ile 1980’ler pik dönemlerdir göç için… Doğal olarak kriz dönemlerini tariflemektedir bu göçlerin yoğunluğu… Ama ekonomik ama siyasal ama kültürel… Bir de 1990’lar var ki özel bir yazı konusudur bence… Lakin mezkûr göç dalgaları karşısında başta Adana olmak üzere tüm çevre kentler yeterli ve gerekli bir kentsel gelişim gösterebilmiş midir? Nerde… Gerek 1970’lerdeki öğrenciliğim sırasında, gerekse de 1990’lardaki çalışma hayatım sırasında ve dahi sonradan gerçekleştirdiğim ziyaretler sırasında bendeki izlenim, halen bu canım Adana, “dünyanın en büyük köyü” olma kaderini aşamamıştır. Peki, bundan sonra aşabilir mi? Hiç zannetmiyorum lakin aldanmış olmayı da tüm kalbimle diliyorum… İyi, kötü, dengeli, dengesiz, ekonominin çarkları döner iken becerilemeyen şimdilerde artan maliyetler karşısında tekstil ve tarım sektörünün dama dediği günlerde olur mu? Şüphesiz olur, ne diyor doktorlar çok da umutlu olmadıkları ameliyatlar sonrası; “Allahtan umut kesilmez”…

Bu mevzudan olmak üzere pamuk büyük bir krizdedir, tüm diğer tarım ürünleri gibi… Nerden anlayacağız, Çukurova’nın en önemli tarımsal kooperatifler birliği ÇUKOBİRLİK’ten şüphesiz… Şimdilerde uhdesindeki gayrimenkulleri satarak hayatta kalmaya çalışan bu kurum siyasetin ve ekonomik tercihlerin kurbanları arasındaki şaaşalı yerini almaktadır, son hızla. Oysaki benim öğrenciliğim döneminde kent merkezine yaklaşık 20 km. deki fabrikalarından çıkan “ilk işçi servisinin kent merkezine vardığında son işçi servisi henüz fabrikadan ayrılmamıştır” diyerek çalışan işçi sayısının çokluğu abartılarak anlatılırdı… İlaveten işçi haklarının ve gelirlerinin bugün ile kıyaslanamayacak kadar iyi olması nedeniyle ÇUKOBİRLİK işçisi olabilmekte de bir ayrıcalık idi açıkçası… Tüm bunları tercih ettiğimiz politikalar ve politikacılar sayesinde yaşıyoruz şüphesiz lakin sadece onları günah keçisi yapmak da bizi aklamıyor… “Hep bir hallı Turhal’lıyız, yüzbin kere tövbe eder yine şarap içeriz” terennümüne devam… Pamuk ve Adana ve dahi Çukurova, benim gözümden…

Perşembe, Kasım 14, 2024

KAZAN ÜNİVERSİTESİ ve ESKİ ÖĞRENCİLERİNDEN BİR KISMI

 

Kazan şehri tarihi önemi bakımından hayata aktardığı eserlerin yanında dünyanın en eski, köklü ve ünlü üniversitelerinden biri olan “Kazan Üniversitesine” de ev sahipliği yapmaktadır. 1804 yılında “Kazan İmparatorluk Üniversitesi” hedefi ile bir tüzük mucibince kurulmuş olduğunu okuyoruz tanıtım levhalarından. Bidayette Hukuk, Kimya ve Veterinerlik bölümlerinin bayağı ünlü olduğunu öğrendiğimiz Üniversiteye bugün bağlı 17 fakülte ve 105 akademik bölümün bulunduğunu anlıyoruz. Lakin Üniversitenin Kütüphanesi için ayrı bir başlık açılması gerektiğini okuduğum belgelerden anlıyorum, üniversite ile eş zamanlı kurulmuş, hizmete ise 2 yıl sonra açılmış Rusya’nın ünlü general ve devlet adamı “Potemkin” öncülüğünde Kazan’ın ünlü aile kitaplıkları bir araya getirilerek hizmete alınmış. Üniversite kurulduğu günden itibaren “Türkoloji” ve “Doğu Dilleri Bölümü” ile başta Tatar Türkçesi olmak üzere Farsça ve Arapça dillerinin kesintisiz araştırma ve geliştirme çalışmaları için ayrı disiplin bölümleri oluşturularak Sovyet dönemi dâhil kesintisiz bugüne kadar devam etmiştir. Siz bakmayın bir dönem enternasyonal ve yerli ibrikçi başıların kopardığı yaygaraya mezkûr enstitü ve kütüphane bünyesinde 1800’lerin başlarından itibaren başta Ortadoğu ve Orta Asya ve dahi Uzak Asya ülkelerinden kültürel seyahatler kapsamında toplanıp getirilen el yazması eserlerin üniversite ve kütüphane envanterlerindeki yerini alması bile koparılan vaveylanın tekzibidir tek başına… Gerçi Çarlık döneminde bölüm Petersburg’a taşınmış olsa da hiçbir şeyi değişmez, çalışmalar kaldığı yerden kütüphane dahilinde artarak devam eder… Kazan Üniversitesindeki Türkçe yazma eserler bir “arkeografik” keşfin koleksiyonudur denilmekte ve bu tarifin de filoloji alanındaki karşılığı da, eski dönemlerden kalmış yazma eserleri, belgeleri, kitapları bulmak, toplamak, üzerinde çalışmak, önemini ortaya çıkarmak, onlardan yararlanmak adına tüm faaliyetlerin tamamını kapsamaktaymış. Bu tarifi ben de yeni öğrendim… Kazan Üniversitesi ve halka açık kütüphanesinin imkân ve değerlerini de evvelden kabaca bilsem dahi bu detayda maalesef yeni yeni öğreniyoruz. Öğrenmenin sınırı yok…

Kazan Üniversitesi, ayrıca çok sayıda ünlü insana talebelik hayatında mekân olmuştur. Bu talebelerden biri de kısa bir süreliğine dahi olsa sonradan devrim lideri olacak “Lenin”dir. Lenin burada Hukuk öğrenimine devam ederken abisinin Rus Çarına suikast düzenleyen bir örgüt üyesi suçlaması ile idam edilmesi üzerine muhalif olarak daha da aktif bir haldedir. Ailenin diğer fertlerinin de devrimci tutumları sebebiyle artık ailece gözetim altındadırlar. Lenin, polis rejimini protesto eden illegal bir öğrenci grubunun üyeleri arasında yer aldığı için Üniversiteden ihraç edilir, tutuklanır ilaveten tüm ailesi de sürgüne gönderilerek cezalandırılır. Üniversite bir dönem de “Lenin” adını alır lakin şimdilerde artık “Kazan Devlet Üniversitesi” olarak faaliyetlerine devam etmektedir.


Üniversite ilaveten, özellikle kimya ve dahi “organik kimya” alanında çok önemli âlimler ve kâşiflere imkân temin etmiş hatta anladığım kadarı ile de organik kimyanın doğum yeri olarak da anılmaktadır… Öklid harici geometrinin babası sayılan bir muhteremin burada rektörlük yaptığını anlıyoruz tanıtımlardan ayrıca matematik bilimleri konusunda bir hayli sofistike öğretimin yapıldığını da anlıyoruz.


Üniversitenin öğrencileri arasında çok önemli bilim insanları, devlet adamları ve yazarlar da bulunmakta olup mezkûr üniversiteyi bilim ve bilim eğitimi merkezi haline dönüştürmüştür. Üniversite kentte ilk kütüphanenin açılmasına, ilk taşra gazetesinin yayınına, ilk tiyatronun hayata geçirilmesine de vesile olmuştur. Çok farklı dönemlerde de olsa bile, Vladimir Lenin’in yanında yazarlar Lev Tolstoy, Aksakov, Melnikov besteci Balakirev ve ressam Yakobi başta olmak üzere daha pek çok ünlü görülmekte tanıtımlarda. Yine daha önceki bir yazımda bahsettiğim ünlü devrimci Nikolay Ernestovich Bauman üniversitenin veterinerlik mektebinden mezun olmuştur.

Kazan Üniversitesi aynı zamanda Çarlık Rusya döneminde, baskılara ve yoksulluğa itirazın ve muhalefetin de hızlı teşkilatlandığı bir alandır. Lenin üniversitenin Hukuk Mektebindedir, özelde baskılara genelde de yoksulluğa ve sömürüye karşıdır, bu yüzden tutuklanır ve okuldan atılır. Esasen Lenin’in babası da önemli bir eğitimcidir, ilköğretimin teorisi ve pratiğinin geliştirilmesine büyük katkıda bulunur, cins, ırk ve sosyal statüden azade herkes için eğitimde eşitlik haklarının savunucusu olarak önemli bir isim haline gelince Çarın baskısından tüm aile nasiplenmiştir. 1800’lü yılların sonlarında bunların seslendirilmesi de önemli bir meseledir hem de Çarlık bürokrasisi içinde yükselerek ilerleyen bir hayata sahip iken…

Kazan’da bir önemli ziyaret noktası daha var, Lenin ve ailesinin yaşamış olduğu ev müzesi. Lenin ev müzesinde özellikle Kazan Üniversitesindeki mücadele konuları ile sonuçları üstüne ziyadesiyle sergilenmiş fotoğraflar ve haberler bulunmaktadır. Müzede benim en fazla dikkatimi çeken ise Karl Marks’ın çok önemli ve ünlü eseri “Kapital’ın” 1. cildi “sermaye üretim süreci” başlığı ile 1879’da Petersburg’ta basılmış bir kitabı oldu.

Yine Tatarca ve bizim Türkçemize benzerliği burada da ön planda bana göre… Lenin Müzesi kapısında asılı olan levhanın alt tarafında Tatarca yazılanlara bakın lütfen; “bu yurtta 1888 yelının centıyabırından 1889 yelının mayına kadar Vlademir İlyiç Ulyanov (Lenin) yaşede”. Kiril alfabesini biliyorsan Tatarca bizim Anadolu Türkçesi ile müthiş benzerliklerde… Kendi adıma çok keyif aldığım bu gezilere yine Kazan’dan devam ederek önce Simbirsk ki burası Lenin ailesinden mülhem bilahare Ulyanovsk’a dönüşmüştür, yakın çevreyi kendimce gezmektir.

Cumartesi, Kasım 09, 2024

KAZAN TATARİSTAN


 

Bu defa Tataristan’ın başkenti Kazan’ı yaz aylarında gördüm, şehir mana ve fizik bakımından görülesi bir şehirdir tartışmasız. Osmanlı’nın “İdil” adını verdiği “Volga Nehrinin” kenarında kurulu hemen dışında da yine çok önemli bir nehir olan “Kama” ile birleştiği yerde geçmişi, tarihi, kültürel değerleri bakımından çok önemli bir şehirdir. Şimdilerde de, hemen yanında restorasyon çalışmaları ile kazı çalışmalarının son hızla yürüdüğü, önceleri “İdil Bulgarlarına bilahare de “Batı Altınorda” Devletine başkentlik yapmış ören yeri “Bulgar”ın öne çıkması ile turizmin kış ve yaz aynı yoğunlukta geliştiğine şahitlik ettim. Yeterince detaylı gezdiğim Bulgar ve oradaki güzel müze ile ilgili şahitliklerimi sonraki bir yazıda aktarmaya çalışacağım.

Kazan Gölü kenarında küçük lakin şirin bir Otelde konakladık, lokasyon son derece ehven, otobüs ile Volga üzerinde çalışan gemilerin iskelesine 3 durak geçilerek varılabiliyor, Kazan Metrosuna 10 dakikalık yürüyüş mesafesinde, çok güzel ve çok çeşitli aktivitelerin yapıldığı göl kenarında gezi ve manzara açısından güzel ve en önemlisi de eski şehrin merkezinde… Oralarda anlatılacak çok şey var lakin en unutulmayacağını anlatayım, otelde lobide oturduk Galatasaray’ın Avrupa kupalarındaki bir maçını izleyeceğiz, ortam güzel mahallî biralarımızı da içiyoruz derken devre arası oldu 2. yarıyı bekliyoruz saat 11.00 olunca televizyon kapatıldı, hop falan lakin sonuç yok… Gidin odalarınızda izleyin, yahu biz de biliyoruz onu, burada televizyon büyük ortam güzel, sonuç yok, marş marş odalara… Hangi dönemin tortu ve kalıntıları ise gayri bu abuk davranış…

“Bauman’a” burada da rastlıyoruz, hani Moskova’daki adını taşıyan üniversite nedeni ile kısaca bildiklerimi anlattığım muhterem, Kazan’da da adını taşıyan bir cadde bulunmaktadır. Esasen kendisi şimdilerde adı “Bauman Kazan Devlet Veterinerlik Akademisi”  olan okuldan, Kazan Üniversitesi iken veteriner olarak mezun olmuş. Bir başka yazımda Kazan Üniversitesinin Çarlık Rusya ve Sovyetler Birliği dönemindeki önemi üzerine bilebildiklerim ve öğrenebildiklerimi paylaşmak istiyorum. Hele Bauman ve Lenin de bu üniversitede öğrencilik yapmışlarsa, mecbur…  

Tatarca’nın bizim Türkçe’miz ile müthiş bir kelime benzerliğinin yaygın olarak tespitini de yapınca tabelalardaki anlamlandırdığım enteresan kelimelerin fotoğraflarını çektim, mezkûr kelimeleri okumakta yegâne zorluk “Kiril Alfabesinin” bilinmemesi olabilir… Mesela bu fotoğraftaki Cami tabelasında, “Devlet tarafından saklana. Medeni miras obyektine ziyan getiren zatlar” diye devam eden Tatarca ibarede ve devamında yazılanların Kiril Alfabesi bilen herkesin kolayca anlayabileceği durumda… Süper keyif aldım… Çok çeşitli örnekler var, değineceğim yeri geldikçe… Mesela “ev” Tatarca “Yurt” kelimesi ile karşılanıyor, “alan” ise “maydan” ya da “maydancık” ile karşılanıyor, “beslenme” kelimesi “tıkınmak” ya da “tıklanmak” ile karşılanıyor, “çocuk oyun alanı” ise “balalar meydancığı”, daha binlerce var bana bir yanı ile görev bir yanı ile eğlence gibi geldi her gördüğümü bu dikkatle okumaya çalıştım…

Mezkûr Cami ve kapısındaki “sadaka” bırakılmasını talep eden duyuru… “Saman Pazarı” camii olarak da bilinen bu cami adını ve ününü aynı adlı semtten almaktadır. Caminin girişi üstünde asılı tabelanın birine göre de Cami bir “Kültürel Miras” kabulü ile tescilli ve koruma altındadır.

Daha önce bir başka yazımda, “tüm dinlerin kardeşliğini” temsilen Kazan Şehrinde yaptırılan “tüm dinler tapınağı” tamamlandığında büyük kitleleri kapsayan ya da kucaklayan 16 dinin ibadethanesinin bulunduğundan bahsetmiştim. “Bu dini yapılar kompleksi, Kazan’dan yaklaşık 10 dakikalık mesafede bulunan “Eski Arakchino” köyünde bulunmakta ve an itibari ile içine girilmesine izin verilmemektedir. Rehberimizin bize verdiği detaylar arasında, Tatar yerel sanatçı ve hayırsever İldar Khanov ve ailesi tarafından 1994 yılında başlatılan proje halen yapım aşamasında olup mezkûr hayırseverin 2013 yılında vefatı üzerine yapım faaliyetleri son derece yavaşlamış görünmektedir. Tüm dinlerin eşit olduğu inancına sahip Khanov bu eşitliğin tümünün ibadethanelerini tek çatı altında toplanması ile daha yüksek bir ahenk yaratacağı görüşündeydi. Yine rehberimizin verdiği bilgilere göre kompleksin içinde başta Khanov olmak üzere diğer Tatar sanatçılara ait bir hayli değerli ve bol miktarda resim ve heykel bulunmaktadır. Esasen Khanov bir ressam ve mimar olarak bilinse dahi aynı zamanda bir heykeltıraş, bir folklor uzmanı ve de bir meditasyon uzmanı olarak şifa dağıttığına inanılan bir muhteremdir. Meditasyon faaliyetleri genellikle alkol ve uyuşturucu bağımlılarını gözeterek yapıldığı için önemli bir miktarda taraftar da bulmuştur etrafında ve yine anlaşıldığı kadarı ile bu taraftarların önemli bir kısmının mezkûr mabedin gelişmesi ve geliştirilmesi ve de tamamlanması adına hatırı sayılır bağışlarının da olduğu beyan edilmektedir. Halen aktif bir mabet ya da dini merkez olmasa bile turistik ve kültürel bir merkez gibi durmaktadır. Khanov’un sağlığında aynı zamanda kendisinin sihirli dokunuş ya da müdahaleleri olduğuna inanan kimseler tarafından çok daha yoğun ziyaret edilmekte iken bugün artık hayatta olmayan planlayıcısının yokluğunda bir kültürel ve turistik destinasyon olmaktan öteye geçememektedir. Esasen içerisini görememiş olsak da dışarıdan renkli mozaikler ve süslü vitray pencereleri ve kubbeleri ile dikkat çekmektedir.” demiş idim…

Şehrin adeta bizim Anadolu’daki “mecburiyet caddesi” benzeri son derece hareketli, eğlenceli ve yiyecek içecek mekânlarının ağırlıkla yerleştiği Profsoyuznaya Caddesinden mezkûr Kazan Bauman Caddesi ile Volga Nehrine ulaştığı alanın gidiş yönünde hemen sağ tarafta “Kazan Kremlini” bulunmaktadır ki hemen önü “1 Mayıs Meydanıdır” ve tam da bu nedenle tarih ve kültür merkezi niteliğindedir. Kremlin girişinin hemen karşısında mutlaka gezilmesi gereken “Ulusal Müze”, Tatar asıllı ve Nazi Almanya’sı ile savaşta Berlin’de kaybedilen Sovyet şair, yazar, aktör, çevirmen Musa Celil’in güzel ve anlamlı Heykeli, çatısında kızıl yıldız bulunan “Spasskaya Kulesi” ile de Kremline duhuliye… Çeşitli tematik müzeler ve mabetlerin bulunduğu alandan ilerliyoruz, solda modern yapısı ile turistler açısından ilgi çekici “Kul Şerif Camisi”, sağda bir adet güzel görünümlü Katedral, Kazan Kraliçesi Süyümbike’nin adını taşıyan bidayette ciddi bir eğimi bulunup bilahare zemin iyileştirmeleri ile düzeltildiği ifade edilen  “Süyümbike Kulesi” yer almaktadır. Yüksek bir alandan Volga Nehrine doğru da bakınca park alanlarının biraz aşağısında da Kazan Şehrinin bir dönem Rusya Liginde şampiyonluklar kazanmış futbol takımı “Rubin Kazan’ın Stadyumu” bulunmaktadır.

Birkaç farklı mevsimde büyük bir keyifle gezmiş olduğum Kazan Şehrinin görülmesi gerekir kentler arasında olduğunu ısrarla belirtmeliyim. Müthiş geniş bir yatakta uhuletle ve suhuletle akan Volga Nehri üzerinde çalışan “şehir hatları vapurları” ile nehir üzerindeki adalardaki güzel yerleşim yerlerinin ziyaret edilmesi ve ayrıca vapurların durak diye bilinen yerlere yanaşması, yolcu indirmesi ve bindirmesini de izlemek bile gezi faaliyetlerinin önemli bir bölümüdür bence… Özellikle Türkler açısından atalarının izlerinin bir kısmı ile güzel vakit geçireceklerinin garantisini veririm.

Cuma, Kasım 01, 2024

PEREDELKİNO YAZARLAR KASABASI

 Moskova merkeze yaklaşık 30 km. lik bir mesafede bulunan “Peredelkino” adlı kasabayı ilk defa gençlik yıllarımda, hükümet nezdinde katline ferman edildiğini itina ile gizleyip, komünistlere sığındığı iddia edilerek “vatan haini” olarak damgalanan ve yaygın anılması için de ellerinden gelen her şeyi yapan Canım Yurdumun “bekasını” sürekli önemsediğini belirten muhteremlerin tahkiratlarından öğrenmiş idim… Neydi bu tahkiratların sujesi, şüphesiz dünyanın en önemli şairlerinden Canım Yurdumun yüzakı “Nazım Hikmet” ve mezkûr kasabanın bir villalar cenneti olması ve kızıl komünistlerin “vatan hainine” bir villa tahsis etmiş gibi takdim etmesi… Bunu da takdim ve afişe ederken, 25. kare tekniği kabilinden tahsis edilmiş “daça” kelimesini kullanarak tahkir ederler… Bilindiği üzere daça bahçe evi, hafta sonu evi, kır evi, bağ evi, yazlık manalarında kullanılan bir kelime olup genellikle de bunu Sovyetler Birliği uygulaması imiş gibi takdim eder mezkûr çevreler oysa bu uygulama özellikle kentlerde oturan insanların özelde de hafta sonları kişisel tarım yapılmasına matuf Çarlık döneminden kalmış tatbikattır. Sovyetler Birliği döneminde ise sosyal ihtiyaçlara binaen tarım ve beslenme konusunda da bir nevi önlem babından yaygınlaştırılmıştır. Evet, Peredelkino bir daçalar kasabası olup Sovyet Yazarları için tahsis edilmiş olduğu belirtilmektedir tarihçesinde. Tahsis yetkisini elinde bulunduranlar kayırmalar yapmış mıdır? Yapmamış mıdır? Bu tartışılabilir. Lakin tartışılmayacak bir şey; kültürel ve edebi kalkınmanın yaratıcılarına hangi ülkeler böylesine organize fikre ve zikre sahip olabilmişlerdir. Yazarların, çizerlerin ve düşünürlerin bu kabil ayrıcalıkları çok mudur? Vs. vs…

Uzun süredir gidip gezip görmek istediğim Peredkino’ya nihayet geldim. Ulaşım için birkaç yol denenebilir lakin yakınlara kadar, metro Novoperedelkino durağına gelip oradan bağlantılı otobüs ile Peredelkino merkezine kadar gelmeyi tercih ettik. Otobüsten inince hemen etraftakilere önce Nazım Hikmet, sonra Pasternak, sonra da gitmek istediğimiz sokak numaralarını sorduk, sonuç alamadık. Sonra internet üzerinden Nazım Hikmet daçasını aradım maalesef böyle bir kayıt olmayınca mecburen Boris Pasternak’ın daçasının sonradan Nazım Hikmet’e tahsisi bilgisine istinaden de Pasternak daçasını sorguladım, haritanın götürdüğü yer doğru Pasternak daçası…. Pavlenka Sokağı No:3. Çok özenli düzenlenmiş bir ev olduğunu gördüğüm müze ev esasen ünlü ressam baba ile ünlü piyanist anneye tahsis edildiğinden tereke mevzuatı ile oğul Boris’in de sonuna kadar kullanımında olmuştur. Müze eve girişler geliş sırasına göre gruplar oluşturulup sınırlı sayıda ve ücreti mukabili oluyor. Oradaki görevliye Paternak’lardan önce Nazım Hikmet burada mı oturmuş deyince bilgisizce ve üstüne de ilgisizce bakıp, hayır dedi… Gerçi sonra buranın Pasternakların ikinci daçası olduğunu öğrenince derhal ilk evlerini bulmaya yöneldik ki, Nazım Hikmet’in daçasına ulaşalım… Tereneva Sokağı No: 1. Ev artık hiçbir şekilde kullanılmıyor görüntüsü veriyor, girişe kapalı. Çitlerden bakarak anlıyoruz, durumunu… Görünen o ki artık buralar yeni sahiplerine tahsis edilmiş ve küçük çaplı da olsa restorasyon faaliyetleri var sanki… Burada biraz zaman geçirip, gözlerimizi kapatarak Nazım ve daçası üstüne okuduklarımızı aklımızdan geçiriyoruz, duygulanıyoruz…

Buradan; “Dom Tvorsçestva’ya” (Yaratıcılık Evine) doğru parkın içine giriyoruz, Rusya’da Sovyet elinin her değdiği yerde olduğu üzere müthiş özenle düzenlenmiş parklar, manasına uygun heykeller ve anıtlar ile bezenmiş… Küçük bir göl ile de istirahat edebilmenin vitesi yükseltilmiş… Yazarlar Evi, şimdilerde kitap satışının da yapıldığı küçük bir yazarlar kitaplığına dönüşmüş ve burayı da ziyaret ediyoruz. Binalar arası ulaşım yollarının sağında solunda oldukça büyük tabelalar üzerinde dönemin önemli şairlerinin şiirlerinin yazılmış olduğunu görüyoruz… Vakit elverdiği ve teknolojinin büyük yardımı ile bunların Türkçelerini çevirip okuyoruz. Büyük bir özen ve düzen…

Şimdi bir sanat evi “Dom Tvorsçestva” (Yaratıcılık Evi) karşısındayız. Restorasyon sürüyor ve oluşturulan tanıtımda da aynen şöyle yazıyor… “1955 yılında Yazarların Yaratıcılık Evi inşa edildi ve o andan itibaren ülkenin her yerinden yazarlar 21 günlük izinli olarak Peredelkino’ya gelebildiler.  Mütevazı koşullara rağmen, yazarlara geniş olanaklara sahip olmayan küçük birer oda hakkı verildi; Yaratıcılık Evi’ne girmek birçok kişinin en büyük hayaliydi.  20. yüzyılın ünlü yazarları, şairleri ve çevirmenleri burada yaşamış ve çalışmıştır.  1966 yılında Yaratıcılık Evi’ne sinema salonu, geniş bir yemek odası ve kütüphane içeren modern bir cam kulüp eklendi.

Artık Yaratıcılık Evi, kalıcı bir yaratıcı ikametgâhı ve edebiyatın incelenmesini ve tanıtımını amaçlayan geniş bir kamu programı olan bir edebiyat merkezidir.  İkinci katta bir kütüphane, bir edebiyat salonu, ortak çalışma alanı ve atölyeler ziyaretçilere açıktır.  Hafta sonları yazarlarla ilgili toplantılar, konferanslar, konserler ve film gösterimleri de yapılıyor.

Yaratıcılık Evine giriyoruz, alt katta Peredelkino’da kendisine daça tahsis edilmiş her Şair ve Yazar için ayrı bir oda içinde, kartoteklerden oluşmuş, fotoğraflarla desteklenmiş geniş ve detaylı hayat hikâyeleri oluşturulmuş… Tüm bunlar yerel ve beynelmilel gazete kupürleri, kitaplar ve resimler ya da tablolar ile detaylandırılmış. Odalara da daçaların adresi ad olarak verilerek bir başka sevimli ve şirin bir görüntü yaratılmış… Bu adresteki daça günümüze kadar kimlere tahsis edilmiş ise öncelikli bilgiler böyle başlıyor, eserler, geziler yorumlar haberler ile genişletiliyor.

Dom Tvorchestva (yaratıcılık evi) terkedildiği 1990’lardan sonra şimdilerde yeniden restore edilip düzenleniyor, yazılı bilgilendirmelere bakınca da işin başında ünlü bir Alman mimar bulunuyor. Dom Tvorchestva artık edebiyat etkinliklerine, konserlere, konferanslara, toplantılara ve okumalara ev sahipliği yapacak ve bu kapsamda 2021’de öncelikle yazarlar ve sanatçılar için yıl boyu süren ikametle programlar yapılmış. Yeniden ihya edilip düzenlenen “cam kulüp” içinde oturup birer çay içip hayalimizde o günlere gittik…

Sovyet Kültür hayatının böylesine önemli bir kasabası haline gelen “Peredelkino” tarihçeye göre ilk defa Maksim Gorki tarafından Stalin’e, yazarların huzurlu bir ortamda çalışabilecekleri bir yer organize edilmesi talebini iletmesi ile gündeme gelir. 1933 yılında kurulan, Sovyet kültür tarihinin en meşhur kasabası olan Peredelkino, Nazım Hikmet’in yanında aralarında İlya Ehrenburg, İsaac babel, Boris Pasternak, Korney Çukovski, Yevgeni Yevtuşenko, Konstantin Simonov ve Bulat Okucava gibi çok sayıda yazara ve sanatçıya ev sahipliği yapar. Pasternak’a Nobel edebiyat ödülü verilmesine vesile kitap burada kaleme alınmış, öyle yazılıyor…

Yazarlar kasabasının yanındaki mezarlığı ziyaret edip, başta Paternak olmak üzere tüm ünlü yazarların mezarlarını ziyaret ettim, şüphesiz bir Novodeviçi değil lakin manalı, biraz da doğulu bir mezarlık… Onu ve Peredelkino kasabası ve özellikle de Nazım Hikmet Dr. Galina ilişkileri ve hayatının yansımaları hakkında daha detaylı bilgileri bir başka yazıda anlatayım…

Cuma, Ekim 25, 2024

YAŞADIĞIMI İTİRAF EDİYORUM

 

Şilili meşhur yazar, şair, diplomat, devlet adamı ve siyasetçi Pablo Neruda’nın “siyasal mücadeleler, hatıralar, geziler ve portreler” başlıkları ile hazırlanmış kitabını okuyorum, bir kısmı yeni öğrendiğim müthiş bilgiler, tespitler ve dilekler aktarıyor… Hani, Eduardo Galeano’nun “Latin Amerika’nın kesik damarları” adlı kitabından hatırladığımız yaygın bilinmeyen çok çeşitli yaşanmışlıklar öğrenmiş idik, burada da ilaveler var… Şair, Şilili lakin gerek şair ve yazar olarak PEN Kulübü ile gerekse de Şilili bir konsolos ve büyükelçi olarak çok farklı coğrafyalardaki gezileri, gözlemleri, tespitleri ve yaşadıkları üzerine nerdeyse tüm dünyayı görmüş olarak akılda kalanlarını aktarmış mezkûr kitapta… Çok büyük bir keyifle ve not alarak okuduğum bir kitap oldu… Avrupa’da Nazizm ve faşizmin terör estirdiği yıllarda bulunduğu İspanya’daki Hitler erkete ve beslemesi Franco’nun icraatları ziyadesiyle bilindiğinden ve diğer yazarlar tarafından da yeterince tekrarlanmış olması hasebiyle burada yeniden değinmeye gerek görmüyorum… Şili, Peru, Arjantin, Meksika başta olmak üzere tüm Latin Amerika ülkelerinde yaşanan ve siyasal tercihlerin kaçınılmaz diktatörlüklerinin zapt-u raptlarının kanlı sonuçları üstüne sayfalar dolusu hatıralar var… Şili’deki meşhur Bakır ve Güherçile Madenlerinin ülke kaderini tayini ve sonuçlarının halkın yoksullaşması, ilişkilerin yolsuzluğa gark olması haricinde yazılacak bir şeylerin kalmadığının itirafları… Bu yaşanmışlıklar üstüne ziyadesiyle yazan, çizen ve konuşan uzmanlar var o sebeple edebiyat tarafında, gözlem tarafında kalarak ilerleyelim istiyorum…

Öncelikle Şair “Ricardo Eliezer Neftalí Reyes Basoalto’nun” Pablo Neruda adına evrilmesini kendisinden okuyalım; “on dört yaşında iken babam, biraz da kuşkuyla benim edebiyat çalışmalarımı izliyordu. Dergilerde yayınlanan ilk şiirlerimi gizlemek için kendime bir takma ad bulmalıydım. Bu yeni soyadı tamamen değişik olmalıydı. Derginin birinde bu Çek adına rastladım ve balad ve romanslar kaleme almış, bütün halkın taptığı ve Prag’ın Mala Strana Semtin’de adına bir heykel diktikleri çok büyük bir edebiyatçının adı olduğunu bilmeden kendime seçtim. Aradan çok yıllar geçip de Prag’a geldiğimde, bu kimsenin sakallı heykelinin ayakları dibine bir çiçek demeti bıraktım”… Neden insanlar kendi adlarıyla yazamıyor, çizemiyor ve konuşamıyor… Enteresandır, özellikle demokratlık ve hürriyet jargonu durmaksızın tekrarlanan ülkelerde bu ihtiyaç hep ve daha ön plandadır… Buna rağmen bu üfürükoloji nida ve propagandası müdavimlerinin en cevval ve cabbarları bu ülkelerdedir, maşallah…

“Malakolog Neruda” başlıklı bölümde ise “malakalog” kelimesinin ilk defa, “Yunanca’dan geldiği ve yumuşakçaları inceleyen bilimle ilgilenen kimse” manasında kullanıldığını gördüm… Bu tespiti ise bir yaşanmışlıkla anlatıyor, ünlü Şair “Bundan yıllar önce bir Şili günlük gazetesinde çok iyi dostum ünlü Profesör Julian Huxley, Santiago’ya geldiğinde beni sorduğu yazılıyor.

“Şair Neruda’yı soruyorsunuz değil mi?” demişti gazeteciler ona. “Hayır. Ben Neruda adında bir şair tanımıyorum. Malakolog Neruda’yla konuşmak istiyorum.”  Evet, gazeteden aktarılan bu haberin bana öğrettiği de bu oluyor… Belki başka bir yerde sorulmuş olsa idi, Rusça’da süt denilmesinden ötürü, onunla ilişkili olabileceğini düşünürdüm.

Latin Amerika’nın büyük Ozanı Neruda; kitap boyunca “şiiri” çok çeşitli vesile ve vakalara dayanarak muhteşem tariflemektedir. “Fakat kim öldürebilir ki şiiri! Şiir, kedi gibi yedi canlıdır. İşkence ederler, sokaklarda sürüklerler, üstüne tükürürler, alay ederler, etrafını dört duvarla çevirirler, sürgüne yollarlar, fakat o bütün bunları yaşar, sonunda tertemiz bir yüzle ve gülümseyerek yeniden ortaya çıkar”. Bir başka yerde ise; Canım Yurdumun büyük ozanı Nazım Hikmet’ten aktararak, “Şiirin gelecek olduğuna inanıyorum” ve “şiir, insan ruhundan devamlı bir şeyler talep eder” şeklindeki tarife katıldığını aktarır.

Pablo Neruda, nasıl bir dünya ve hayat arzuladığını da şöyle aktarır, “Ben insanların insan olduğu, kimsenin kimseyi suçlamadığı bir dünyada yaşamak istiyorum. Herkesin her tanrı evine, her basımevine, girmesini istiyorum. Hiç kimsenin yolda durdurulup sudan sebeplerle tutuklanmasını istemiyorum. Herkes istediği yere gülümseyerek girsin ve yine gülümseyerek, orasını terk etsin… Ben bütün insanların konuşmasını, okumasını ve dinlemesini istiyorum. Ben bu dünyada ne savaşı, ne zorbalığı kabul ederim. Benim yolum insanlar arasındaki kardeşliğe gitmektedir.”

“Bitiriş sözü” bölümünü kaleme alan Curt Meyer – Clason şöyle tanıtıyor Neruda’yı; şair; “vatanıma ellerim, kulaklarım ve ayaklarımla temas etmeden yaşayamam” diye yazar ve İspanya İç Savaşında öğrendiği bir şeyi de şöyle aktarır, “Şiir yazmak bir barış eylemidir. Şair, barıştan doğar. Ekmeğin undan yapılması gibi.” Diğer bir yerde ise; “Yapayalnızlığını arkada bırakır bırakmaz, şiir yazarak mücadele bayrağını açar. Yirmi yaşında bir üniversiteli olarak Santiago’da politikaya atılır, antifaşist dünya yazarlarıyla birlikte İspanyol İç Savaşı’nda Cumhuriyetçileri destekler, senatör olarak güherçile alanlarının maden işçilerini aydınlatır ve eğitir. Bundan mutlu olur.” Ayrıca; “İsteseydik, Neruda kendisine ve kendine benzeyen bizlere daha iyi şeyler öğretirdi. Şöyle ya da böyle, onun anılar kitabı, aklımıza parlaklık veren, genişleten ve dayanıklılığını arttıran sert bir şarap içmek gibidir. Kitabı okumakla, çoktandır gereksindiğimiz bir şeyi de öğreniriz: biz Latin Amerikalıların, akla karşı o günahı, böylesi bir kabuğuna çekilişi yenmemiz gerektiğini. Neruda’nın kitabı,  insan isteğinin ne olduğunu ve neler başarabildiğini – Avrupalıların mekanik gücüyle ölçülemeyecek olanı- da öğretiyor.” Curt Meyer – Clason Neruda’nın önem verdiği şeyler ve kitap üstüne de şöyle yazmaktadır. “Neruda için geçerli olan hayattır. Konuya ve malzemeye göre kimi zaman ısırıcı, kimi zaman şiirli kimi zaman da görkemli olan ses tonu hep doğrudan doğruyadır, bir dinleyiciye bir şeyler anlatıyor gibi. Kitabı bir haber verme, bir hesaplaşma, bir günlük lirik bir atılım, dostlara sesleniş, geçmişe ve yarınlara bir ant içmedir. Bir sürü somut şeydir. Neruda, beş duyunun doğrularından oluşmuştur.”

Evet, sonuçta, tüm gezdiği yerlerin güzel ve hatırlanır lezzetlerini, muhteşem manzaralarını turistik bir yaklaşımdan azade ele alırken çekilen fotoğrafı da esasen toplumsal karmaşık ve çapraşık ilişkiler, sosyal ve siyasal dinamikler, farklı kültürler ve karşılaşmaları ile karşılaştırmaları oluşturmaktadır. Bu kapsamda ve çok değerli ve müthiş hatıra zenginliği taşıyan bir eseri de okumuş olmanın hazzını ve keyfini yaşadım, bu sebeple de şiddetle öneriyorum…

Neruda’nın çok beğendiğim şiirlerinden biri ile sonlandıralım…

Yavaş yavaş ölürler

Seyahat etmeyenler.

Yavaş yavaş ölürler

Okumayanlar, müzik dinlemeyenler,

Vicdanlarında hoşgörüyü barındıramayanlar.

 

Yavaş yavaş ölürler

Alışkanlıklarına esir olanlar,

Her gün aynı yolları yürüyenler,

Ufuklarını genişletmeyen ve değiştirmeyenler,

Elbiselerinin rengini değiştirme riskine bile girmeyenler,

Bir yabancı ile konuşmayanlar.


Yavaş yavaş ölürler

Heyecanlardan kaçınanlar,

Tamir edilen kırık kalplerin gözlerindeki pırıltıyı görmek istemekten kaçınanlar.

 

Yavaş yavaş ölürler

Aşkta veya işte bedbaht olup yön değiştirmeyenler,

Rüyalarını gerçekleştirmek için risk almayanlar,

Hayatlarında bir kez dahi mantıklı tavsiyelerin dışına çıkmamış olanlar

Perşembe, Ekim 17, 2024

ANLATILAN ONLARIN ŞİİRİDİR

Okumaya devam ediyoruz, yazar Özgün E. Bulut’un “anlatılan onların şiiridir” adlı kitabını… Şiir ve devrim temalı bir detaylı, özenli ve güvenli değerlendirme… Şiirin bu kadar güzel ve keyifli tariflerini burada gördüm… Dünya devrimci önderlerinin şiir ve edebiyatla olan ilişkileri yazarın gözünden değerlendirilmiş, ben bu ilişkileri duygusallıktan öte kuramayacağım için ziyadesiyle beğendim…  “Çünkü şiir genci sever, genç olandır. Genci romantizmle buluşturan sözdür, imgedir… Şiirin gençlikle ilişkisi olduğunu ya da insanı gençleştiren söz olduğunu düşünenlerdenim” derken yazar düşünüp kelimelere bir türlü yükleyemediğim bir duygumu da aktarıyordu adeta. Bağlantılı devrim için de “Tanıdığı, bildiği, öğrendiği dünyayı eşit bir şekilde değiştirme eylemidir. Cehaletin yerine bilgiyi, eskinin yerine yeniyi, kötünün yerine iyiyi koyma uğraşıdır” diyerek kavramı enternasyonal boyuta taşımaktadır, bence…

Ben kendi adıma, “şiir ve devrim” kavramlarının bu kadar iç içe, bu kadar birbirinin mütemmim cüzü olduğunu ilk Nazım Hikmet, Hasan Hüseyin, Ahmet Arif ve Enver Gökçe’de gördüm. Bilahare de şiirin enternasyonal boyutlarına eriştim lakin bizimkilerin tadı bir başka idi, hala da öyle…  Esasen de “şiir ve devrim” yan yana gelince müthiş bir ambiyans yaratıyor, yan yana çok da şık duruyorlar açıkçası… Her ikisi de yalnızlıktan beslenerek çokluğu üretebiliyor…

Yazar; “Latin Amerika devrimin ruhudur” adını verdiği başlık altında Zapoteklerin, Azteklerin, Mayaların ve İnkaların “egemenliğin sembolik kaldığı” görece eşitlikçi toplumlar oluşundan bahisle gelinen noktada sömürgecilerin kahredici zapt-ı rapt politikalarının siyasal ve sosyal hayata yansımasının “evcilleştirmeden” bilahare de “medenileştirmeye” evrilen felaketlerin şiire ve edebiyata muvafık ve muarızlarının vaziyet almasını tespit etmektedir. Bu bölümde Che’den şiirler aktarılarak, hayat, mücadele ve devrim birlikteliklerine göz atılmaktadır. Şiirin, karşı duruşun, baş kaldırının ve isyanın yükselen sesi oluşunun yerel boyutları ön plandadır. Che’den Fidel Castro’ya oradan Zapata’ya, Sandino’ya, Jose Marti’ye uzanan soluksuz mücadelenin duygusal seslenişi olmaktadır şiir… Hele de Uruguay’ın “saraysız başkanı” Jose Mujika (Pepe) üstünden yaşanan zulüm, tedip ve tenkil politikalarının devrimcileri hedef alışı esasen de isyanın yükselen sesi şiiri teslim alma faaliyetleri karşısında şiirle edebiyatla direnişin şahlanışı söz konusudur burada… Jose Mujika’nın hayatını anlatan kitap ve filmler esasen direnişin, devrimin ve şiirin önemini tekrar tekrar gözümüze getirir oluyor, mezkûr bölümde de. Tupamaroların liderlerinden Mauricio Rosencof’un;

“Senden, benden, gökyüzünden

Geçmişin gölgesinden ve gelecekten

Sevginin anlamını bilenden

Bana kelimeleri geri verin”

Şiiri üzerinden en iyiyi düşleyerek, en iyiyi kurma eylemi olarak okuyabiliriz şiirden devrime doğru giden titreşimleri. Şiir devrime dair düş kurdurur.” tespit ve değerlendirmesi ile ilerliyor yazar… Yazar, şiir dili ile şiir gibi; “kendine yabancılaşan insanı ve bütün malları piyasa ürünü olarak gören ve onları ticarileştiren sistemin yok ettiği hayalleri yeniden insanla buluşturan “en uzun koşudur” devrim. Şiirde onun “en güzel yüz metresidir.”  bir yaklaşımla zirve yapıyor, bence…

“Siyah güzeldir” başlığı ile açılan bölüm ise tam tamına benim açımdan bir şaheser, kara kıtanın kara kaderi adına… “Siyah güzeldir, bir slogandan öteydi. Negritude fikri olarak gelişen hareket, yabancılaşmaya, kimliksizliğe, asimilasyona karşı Avrupa’ya, Avrupa’nın kolonyal medeniyetine, paradigmasında hiç değişmeyen ırkçılığa karşı bir sanatsal direnişti.” Angola için her şey olan Devlet adamı, şair ve tıp doktoru Agustino Neto, “Yıldız Yolu” başlıklı uzun şiiri de bir şaheser açıkçası… Bir bölümü;

“Ve gökte

Sanki

Benziyor tamtama,

Çalıyor görünmeyen el,

Tüm çabukluğu ve açıklığıyla

Özgürlük ritimlerini,

Umtu ritimlerini, neşeli gülücük ritimlerini,

Gerçek ritimlerini,

Ve aşk ritimleri”

“Vietnam kazanacak” başlıklı bölümde büyük devrimci Ho Şi Minh (aydınlatan adam manasında mahlas) şiiri;

“elimi, kolumu bağladılar ama

İşte kuş sesleri, cıvıl cıvıl,

Çiçekler işte burcu burcu,

Duymak ve koklamak ne güzel!”

Üzerinden “şiir sessizliğe bürünen, konuşmayan insanın dilidir. Derdini, aşkını anlatamayana yol gösterir” önermesini yapmaktadır, yazar… Ne güzel…

Marks’ın herkesçe malum yanı dışında daha önce de “Fraklı Komünist” kitabında izlerini sürdüğüm şiir düşkünlüğüne ve yazarlığına bu kitapta da ziyadesiyle denk geliyorum. Esasen ben şiirlerden ziyade burada yazarın şiir ve devrim temasını Devrimci önderler ile buluşturup devrimin ruhuna mütenasip coşkun çağlamasını öne çıkarmak istiyorum. Mesela; “düşü olmayan bir devrimin estetikle ilgisini sorgulamak bile abestir. Çünkü devrimin düşü geleceğin bugüne taşınması, bugünü yarın yapmasıdır. Devrim estetiğin özgürleşmiş halidir.” derken; düş, estetik, devrim ve kesintisizlik bağlarını ne kadar da güçlü kuruyor. Şiiri de tüm bunlar başta olmak üzere her şeyin toplamı olarak değerlendiriyor sanki…

Yazar; “Şiiri bir özgürleşme eylemi olarak, düşünenlerdenim. Özgürlüğün olduğu yerde şiirin sesi, örgüsü, dili ve sahici akışı vardır.” yaklaşımını Ernesto Che Guevera’nın aşağıdaki dizelerinde de dediği gibi, nerede, kiminle ve nasıl birlikte olunarak teminini işaret etmektedir adeta…

“Dünyanın yoksul insanlarıyla,

Neyim varsa paylaşmak isterim,

Dağların cılız dereleri

Denizlerden daha mutlu eder beni.”

Gramsci’nin Marks tarifinden devam edelim; “herkes farkında olmasa da, bir parça Marksisttir. Marks, yoktan var ettiği için değil, kendi imgelerinden özgün bir tarih görüşü çıkardığı için değil; fakat parçalı, eksik, olgunlaşmamış şeyler onda olgunluğa, sisteme, farkındalığa kavuştuğu için büyüktü, eylemi doğurgandı.” . Hayatın özeti gibi bir şey bu işte…

Hani kendini çok beğenmiş bazıları; kendine uymayan, kendinden olmayan, kendini tasdik etmeyen her görüşe, her düşünceye, her yoruma, her ifadeye, her girişime “tukaka” derler ya bu abukluğa cevap olması bakımından da Marks’ın “insana dair olan hiçbir şey bana yabancı değildir” der ya, işte bu söz ile bitirelim, Âşık Veysel’in de “Yer damar damar, insan kısım kısım” demesini unutmadan…

Cuma, Ekim 11, 2024

ŞÜKRÜ SOYDAN


Maalesef, kayıplarımız devam ediyor, 1997’de en küçük Teyzemi kaybettikten sonra ne yazık ki şimdi de eşi, eniştem, yarı babam edası ile ilişkilerimizin gayet keyifli, samimi ve olumlu devam ettiği Şükrü Soydan’ı da kaybettik… Melun ve meşum hastalık burada da acımasızlığını gösterdi… Her kayıp bizi geçmişimizden bir manada koparıyor bir manada da ona sahip çıkmamız adına mükemmel hatıralar oluşturuyor… Bizler açısından bir ilave sıkıntılı durum daha oluşur, biz bunu seslendirsek de seslendirmesek de, artık yaşanan bu sık kayıplardan sonra kayıplara odaklanmak ve bu odaklanmanın dümen suyunda ilk planda yakın zamanda kaybedilen olmakla birlikte esasen zihnin ve ruhun ölüm üzerine meşguliyetidir. Zihnimizin ve ruhumuzun yaşanan kayıpla ve dahi ölüm mefhumuna meşguliyetinin bize yüklediği başka durumlar da vardır, artık eskiden keyif aldığımız şeylerden eskisi kadar keyif alamama başta olmak üzere genel manada isteksizliktir ön plana geçer.  Daha derin ve mühim analizleri işin uzmanlarına bırakarak devam edeyim.

Şükrü eniştem, neşeli insan olmanın, olabilmenin insani tezahürüdür adeta… Kolayca bilineceği üzere neşeli olabilme hali hissi bir durum olmakla birlikte fiziki ve anatomik bir arka planda gerektirir ki hormonlar ve etkileşimleri buna münasip değil ise bu yansıma çok kolay olamaz… Kısa süreli olmak üzere bu tespiti tersine çevirebilecek muhteremler de vardır, “kan kusup kızılcık şerbeti içiyorum” kabilinden… Eniştem kızılcık şerbeti içmeyenlerden olup son derece güleç yüzlü, neşeli ve hoş sohbet olmuştur her daim… Neşenin de tıpkı nezle ve grip gibi bulaşıcı olduğunu Eniştemden gördüm ben, içindeki neşenin dışa taşmalarının başta ben olmak üzere etrafındaki herkese nasıl sirayet ettiğinin canlı şahidiyim.  Neşeli hali ve şaka yapmadan, birilerine takılmadan duramamanın bana göre en nadide örneği ise, kendisi ile yolda bir yerlere giderken tarlada çalışanlara bazen açık camdan bazen de durarak “kolay gelsin” deyip hal hatır sorup sonra da “Karagöz geçti mi buralardan” deyip “hangi Karagöz” mukabil sorusuna da “Yaşar” der ve sonra hareket edince de çok gülerdik, nedense işte… Demek ki, ufacık hatta manasız şeylerden bile bir gülme malzemesi üretirdik…

Neşeli olmanın en müşahhas hali de birlikte izlediğimiz TV’deki müzik programları anındaki aktif davranışı olmuştur her daim, bana göre… Benim ıslık dışında epeyce de denememe rağmen bir türlü beceremediğim bir müzik enstrümanı çalma işini son derece mahir olarak “darbuka” ile becererek her daim göstermiştir bizlere. Mesela Tv’de hareketli bir türkü ya da bir şarkı mı çıktı, darbuka yok mu, çözüm var, benim sigara yakmada kullandığım kibrit kutusunu kaptığı gibi müthiş bir maharetle darbukaya çevirdiğini hayranlıkla izlerdim. Yahu bir kibrit kutusu da darbuka mı olur, evet, onun mahir el ve parmakları ile olurdu… Lakin temelde de bu neşeli ve hareketli, hani insanı kıpır kıpır yapan müziğe refakattir meram ve murat… Kızı, Suna; “Yaşamı severek, dert etmeden yaşamak böyle bir şey sanırım” diye tanımladı kendisini bir defasında…

Kendi evinde de akşam yemeklerini bilirim ve çok da birlikte akşam yemeği yediğimiz oldu, işte o akşam yemekleri de “Ramazanlar” hariç “rakısız” olmaz idi, hala büyük bir keyifle hatırlarım… Senenin 335 günü çok sınırlı ve dinlendirici, keyiflendirici kabilinden günlük yaklaşık 2 kadeh “yeni rakı” içilirdi… Günün yorgunluğunun atıldığının beyanı ile de vites behemehâl şakalı ve neşeli duruma evrilirdi otomatik ve kendiliğinden.   

Neşe, eğlence ve hayatı keyifli hale çevirme deyince özellikle yaz ayları Teyzem ve kızlarına, geldikleri Çeşme’de hafta sonları katılır ve uzun süren kalabalık akşam yemeklerinde muhteşem bir ortam yaratılmasına ön ayak olurdu. Şimdi aramızda olmayan Dayıoğlum Kamil de bu yemeklerin ve muhabbetlerin müdavimidir… Bizim sulama havuzu başında, kocaman asmanın altında ve etraftaki onlarca değişik renk ve stildeki karanfil kokuları arasında yapılan bu uzun ve eğlenceli muhabbetleri şimdilerde bile imrenerek, özenerek hatırlıyorum. Şimdilerde geriye çok güzel bir hatıra olarak kalan bir fotoğrafın yansıttığı “”kaş ile göz arasında” eve girerek, kadın elbiselerini üstüne atıp bir başörtüsü bağlayıp dışarıya çıkması vardı ki, değme tiyatro sanatçısı üslubu ile kısa süreli de olsa herkesi şaşırtmış idi…

Macir (Muhacir) bir ailenin çocuğu olmak şüphesiz kolay değildi, binbir türlü meşakkatli durumdan sıyrıldı, gemisini uzun yıllar dalgalı denizlerde itina ile yüzdürdü, çok çalıştı, zor ve ağır şartlarda çalıştı lakin aynı zamanda gezdi, yedi, içti, eğlendi, keyif aldı, hepsini de vakur ve makul bir üslup ile yaptı… Girişimci ve araştırmacı ruhu ve becerisi onu farklı birkaç iş yapmaya sürükledi hepsinde çok başarılı oldu bana göre… Tarımsal üretimin ziyadesiyle önemsendiği dönemde oldukça büyük çapta sebze ve fidancılık yaparken, bir anda bir tarafıyla sağlık şartları gereği bir tarafı ile de günün epey hareketli sektörüne kırdı rotayı, orada da çok başarılı bir iş hayatı oldu…

Belki de bizim sülalede ilk kez otomobil sahibi olan Eniştem, hele de yanılmıyorsam 1975 yılında, dönemin önemli ve yerli otomobili sayılan esasen de montaj sanayiden öteye gitmeyen Anadol markasının çok çok sınırlı sayıda ürettiğini bildiğim “Böcek” modeli otomobil ile gelince muhteşem anlar yaşamış idik, sayesinde… Sonraları daha klasik ve güncel model araçlar kullanmaya da başladı şüphesiz…

İyi Galatasaray’lı idi aynı zamanda, hele birlikte maç seyrettiğimiz dönemde torunu Hüseyin’in dönemin önemli futbolcusu “Rüdiger Abramczik’i” “İbrahimcik” diye benzeterek söylemesi başarılı sonuçlarda bizim coşkumuza, başarısız sonuçlarda ise “ahh ve vahh”ımıza katkısını hala dün gibi hatırlarım. Esasen bir fanatik olmamakla birlikte maçları sıkı takip eder, yüz yüze olmasa bile telefon ile konuşmalarımızda az zaman alsa da futbola değinirdik. 

Yayınladığım ve “Benim gözümden Çeşme” adlı kitabımı kendisine gönderince, değindiğim eski Çeşme ve Çeşmelileri soluksuz okuduğunu kızından dinlemiş ve kendi adıma çaktırmadan çok sevinmiş idim… Sonraki görüşmelerimizde kitabın konusunu oluşturan hatıraların bir kısmı üzerinden de sıkı muhabbetler etmiştik.

Evet, kayıplar zor, hele de hatıraların çok ise kayıp çok daha zor lakin kaçınılmaz olarak kapılarımızı çalıyor. Ölüm ayrılığı geride kalana zor, metanet temennilerinin kalana bir faydası var mı, bilemiyorum… Bana bir faydasının olmadığını biliyorum da, başkalarında nasıl olur bilemiyorum. İlaveten bilmek başka bir şey yapabilmek bir başka şey… Bu vesile tüm kayıplarımızı saygı ve minnet ile bir kez daha anıyorum…