Cuma, Mayıs 16, 2025

GALİNA’NIN NAZIM’I


Araştırmacı yazar, belgeselci Dursun Özden’in “Galina’nın Nazım’ı” adlı kitabını büyük bir merakla okudum üstelik temini de hiç de kolay olmadı, sahaflardan edindim. Bu kadar uğraşıya değdi mi diye soracak olursanız, hani bilinmeyen ne vardı da öğrendiniz diye, vallahi yeni bir şey yok şüphesiz… Ancak mezkûr kitap Yıldız Sertel’in önsözü ile başlıyor ve oradan niyet anlaşılıyor hemen, sanki hızlı ve kısa bir değerlendirme ile Galina ne kadar şefkatli, dikkatli ve itinalı birisi idi lakin Vera ise bir o kadar savruk, hoyrat ve egoist birisidir şartlandırması niyeti var… Daha önce okuduğum benzer değerlendirmeler de vardı şüphesiz… Lakin farklı kaynaklardan okununca da değerlendirmelerin kasıtlı ya da kasıtsız eksik yapıldığı ya da eksik yapılmasının tercih edildiği gibi bir kanı oluşuyor bende ve eksik olduğu için de yanlış anlaşılmalara sebep olması hasebiyle çok dikkatli olunması gerektiğinin iyi bilinmesi gerekir diye düşünüyorum. Çok da öne çıkmak istemediği her halinden anlaşılan Sovyetler Birliği’ne gittiğinde ilk eşi ve doktoru Galina ile sonradan 2. evliliğini yaptığı ve ziyadesiyle bilinen, öne çıkan Vera kıyaslaması yapılmış gibi hem de çok haksız bir biçimde bana göre… Hatırı sayılır miktarda Nazım Hikmet anıları, kitapları okudum… Çok azında Dursun Özden değerlendirmelerine benzer değerlendirmeler gördüm…

Bir şiirinden hareketle “Rüzgâra Karşı Yürüyen Adam” şeklinde granit taş üzerine yontulmuş halde işlenen kabrinin bir parçasını da “Vera”nın oluşturduğu düzenleme bile ittifakla gerçekleştiğinden adeta aksi iddiaların bir tekzibidir. Rüzgâra karşı yürüyen adam, dünyada kültürümüzün ve dilimizin çok değerli ve tavizsiz temsilcisi büyük ustanın mezarını ziyaret ettiğinizde göreceksiniz ki aynı mezarı bile paylaşmaktalar, bu bile bir tekzip mahiyetindedir bana göre… Lakin söylenir de durur, yok aslında Vera’nın gönlü ve gözü başkasındadır, ayıptır vallahi… Ayıptır diyorum çünkü bir defa bu kadar özele girmekte nasıl bir beklenti var diğeri ise Vera hür düşünceye haiz biri isterse hemen ayrılır gider, Sovyetler Birliğinde boşanmak öyle bizdeki gibi zor bir şey mi tek celsede her şey bitiriliyor, en mühimi ise çok rahatsız ise neden orada dursun bırakır gider. Sovyetler Birliğinde kadınlar diğer ülkelerdeki gibi boşanmayı bir zenginleşme aracı görmezler… Şimdi duyar gibiyim Nazım’ın ününden, şanından, parasından ve imkânlarından yararlanıyor diye, gülüyorum. Vera’nın böyle bir şeye ihtiyacı olduğunu düşünmüyorum, çok çeşitli gerekçelerim var bunu söylerken lakin en mühimi Sovyetler Birliği öyle bizim ülkelerdeki gibi büyük paralar gerektirecek hayatların sürdürüldüğü bir coğrafya değildir. İyi bir semtte olmakla birlikte evleri sıradan insanların evlerinden farklı değil ki… Vs vs. Bu lafları söylerken ziyadesiyle dikkat edilmesi gerekir… Örneğin Nazım Galina’dan ayrılırken neredeyse her şeyini ona bırakır, öyle bazılarının söylediği gibi Galina hiç bir şey vermedi iddiası doğru değil… Fazla sevmediğim bir lafı artık söyleme mecburiyeti hâsıl oldu, bilen de, bilmeyen de hülasa ağzı olan konuşuyor… Ayrıca mezkûr kitabın ilerleyen sayfalarında Galina’nın ağzından önsözü biraz önyargılı kaleme aldığı anlaşılan Yıldız Sertel’i teyit eder kelamlar çıkmıyor. O tamamen yaşanılanların mahremiyetine ziyadesiyle inanıyor ve saygılı davranıyor görüntüsü var baştan sona kadar… Tam Sovyetler Birliği sıradan vatandaşına münasip biçimde… Belki de gözden kaçan ya da kaçırılmak istenen Nazım’ın bilinenden fazla ilişkisinin olduğu mudur acaba? Esasen Nazım çılgınlık düzeyinde duygusaldır, tam da bu sebeple aşkları gibi, hüzünleri de, sevinçleri de, umutları da, hasretleri de, hayretleri de, hedefleri de, beklentileri de başkalarınkilerden fazladır, tam da bu yüzden ziyadesiyle coşkulu şiirler üretebilmiştir.

Ayrılıklar Nazım için adeta vukuatı adiyedendir, esasen ayrılmayı pek sevmez gibi görünür, her ayrılık sonrası az ya da çok pişmanlıklar ifade eder bunu sezdirir, lakin ayrılır. Bunu “otobiyografi” şiirinde müthiş anlatır,

1902’de doğdum

doğduğum şehre dönmedim bir daha

geriye dönmeyi sevmem.

üç yaşımda Halep’te paşa torunluğu ettim

on dokuzumda Moskova’da komünist Üniversite öğrenciliği

kırk dokuzumda yine Moskova’da Tseka-parti konukluğu ve

on dördümden beri şairlik ederim.

 

kimi insan otların kimi insan balıkların çeşidini bilir

                                                                           ben ayrılıkların

kimi insan ezbere sayar yıldızların adını

                                                    ben hasretlerin

hapislerde de yattım büyük otellerde de

açlık çektim açlık grevi de içinde ve tatmadığım yemek yok gibidir

 

otuzumda asılmamı istediler,

kırk sekizimde Barış madalyasının bana verilmesini

                                                                                  verdiler de

otuz altımda yarım yılda geçtim dört metrekare betonu

elli  dokuzumda on sekiz saatte uçtum Prağ’dan Havana’ya.

 

Lenin’i görmedim nöbet tuttum tabutunun başında 924’te

961’de ziyaret ettiğim anıtkabri kitaplarıdır

partimden koparmağa yeltendiler beni

                                                           sökmedi

yıkılan putların altında ezilmedim

 

951’de bir denizde genç bir arkadaşla yürüdüm üstüne ölümün

52’de çatlak bir yürekle dört ay sırt üstü bekledim ölümü

 

sevdiğim kadınları deli gibi kıskandım

şu kadarcık haset etmedim Şarlo’ya bile

aldattım kadınlarımı

konuşmadım arkasından dostlarımın içtim ama akşamcı olmadım

 

hep alnımın teriyle çıkardım ekmek paramı, ne mutlu bana

başkasının hesabına utandım yalan söyledim

yalan söyledim başkasını üzmemek için

               ama durup dururken de yalan söyledim

bindim tirene, uçağa, otomobile,

çoğunluk binemiyor.

operaya gittim,

çoğunluk gidemiyor adını bile duymamış operanın

çoğunluğun gittiği kimi yerlere ben de gitmedim 21’den beri

                    camiye kiliseye tapınağa havraya büyücüye,

                    ama kahve falına baktırdığım oldu

yazılarım otuz kırk dilde basılır

                Türkiyem’de Türkçemle yasak

 

kansere yakalanmadım daha

yakalanmam da şart değil

başbakan filân olacağım yok

meraklısı da değilim bu işin

 

bir de harbe girmedim

sığınaklara da inmedim gece yarıları

yollara da düşmedim pike yapan uçakların altında

ama sevdalandım altmışıma yakın

sözün kısası yoldaşlar

bugün Berlin’de kederden gebermekte olsam da

                                              insanca yaşadım diyebilirim

ve daha ne kadar yaşarım,

                              başımdan neler geçer daha

                                                                  kim bilir.

Şiirden alıntı yapacaktım tefrik etmeyi beceremedim lakin yolundan ve kararından geriye dönmeme, vatan ve aşk hasreti çekme başta olmak üzere her tarif mükemmel… İşte ne diyor büyük usta “altmışıma yakın sevdalandım” siz hala başka hikâyeler anlatın… Sonuç itibariyle başta Galina’nın olmak üzere Dursun Özden’in seyahat notlarını ve anılarını okumak son derece zevkli oldu, kendisine teşekkürler…

 


Cuma, Mayıs 09, 2025

“ANADOLU’DA VE SOSYALİST ÜLKELERDE” ÜSTÜNE – 1

Ünlü Edebiyatçı Melih Cevdet Anday’ın “Anadolu’da ve Sosyalist ülkelerde” diye bir gezi, anı kitabı olduğunu ve çok büyük bir keyifle okuduğumu daha önceki bir yazımda belirtmiştim. Mezkûr kitabın Anadolu gezileri hatta özellikle de Ege gezileri bölümü benim için ziyadesiyle etkileyici olmuştur. Çünkü anlatılan yerleri, neredeyse karış karış bilmek bir yana, anlatılan her faaliyetin canlı şahitliği içinde bir hayat sürdüm. Mübadele ve tütüncülük ile ilgili bölümü tam da bahsettiğim türden, işte hem bir mübadil torunuyum hem de bir tütüncü aileden geliyorum… Tütüncülük konusunda, Akhisar Müzesinin ilgili bölümünü de gördükten sonra ayrı bir yazı olarak düşüncelerimi aktaracağım.

Büyük acıların yaşandığı “mübadele” sürecine yönelik kendince bakıyor yazar, “Kandıran ve kanılan politikanın, insan için hangi çeşit tutkuyu, hangi doygunluk umudu ile çekici kıldığı sorunu, sakin zamanların çözemediği, ateşli günlerinse büsbütün ortadan kaldırdığı bir sorundur. Neyi, niçin istediler, ne buldular! Buradan gidenler nerelere yerleştirildiler ve yerleştirildikleri bölgelerde acaba buradaki yaşam düzeylerini kurabildiler mi? Hiç zannetmiyorum. Çünkü buraya yerleştirilen Girit göçmenleri de, Girit’teki durumlarının buradakinden çok iyi olduğunu söylüyorlar, oranın zenginleri imiş Türkler. Girit’in zenginleri, Urla’da tütün işlemeye başlayınca, eskiden üzüm ambarı ve işliği olan yapılar çökmeye başlamış, kendiliğinden, bir haraplık görünümü kaplamış çevreyi, Girit’in, Kavala’nın, Drama’nın, Florina’nın göçmenleri ya da Boşnaklar, geldikleri bu yeni yerde eski yaşam düzeylerini bulamamışlar, kuramamışlar. Ondan anlıyorum ki, buradan gidenler de anılarının zenginliğinden başka bir zenginliği bir daha bulamamışlardır. Belki de göçün kaderidir bu.”

Göç etmek bugünden bakınca sahip olunan tercih haklarının, teknolojik desteğin, imkânların ölçüsünde çok kolaymış gibi görünüyor. Lakin birbirine düşman edilmiş iki toplumun savaş halinde bulunması bir yana birbirlerinin canının ve malının müsadere edilmesinin örfi ve dini açıdan caiz ve mubah telakkisi dâhilinde, biri kalıyor biri gidiyorsa, vay geldi gidenin başına kültürü dibine kadar acımasız ve sert yaşanır maalesef… Ve yaşanmıştır da… Hem Yunanistan hem de Türkiye’de maruz kalınan şiddet ve müsadereler üzerine birçok hikâye dinledim zamanında hem de birinci ağızdan…

Nedir bu âdemoğlunun tayin ettiklerinden çektiği, pasa bir sürgün hali, direk olmasa bile müsait vasatın yaratılarak, gönüllü ya da metazori lakin asla değişmeden, “nereye dönersen dön arkan arkandadır” halinin gerçekleşmesi, böyle gelmiş böyle gidecek korkarım. Ahali de paşa paşa alınan bu karar ve hükme riayet ediyor, kolayda ne varsa topluyor düşüyor yollara… Misal çok da, biz konumuz ile iktifa edelim. Bazı rakamlara göre Anadolu’dan yaklaşık 750.000 Ortodoks, Yunanistan’dan 500.000 Müslüman yaklaşık bir yıl içinde neredeyse her şeylerini geride bırakarak hiç bilmedikleri hatta hiç duymadıkları topraklara yerleşin emri ile gönderiliyor. Bu acılar yaşanırken, hayat ve maişet usulünü ayrıldıkları yerden getirdikleri ile geldikleri yerde gördüklerini tevhit ederek zenginleştirmişlerdir. Ayrıldıkları yerde bilinen tütüncülüğün gelinen yerdeki üzümcülüğe galip gelmiş olmasının öyle zannedildiği gibi tek başına adet ve itiyat olmadığını mezkûr kitapta Yazar bir mübadil ile yaptığı sohbette mübadilin sözünden aktarıyor. “Evet, bizim tütüncü olduğumuz doğrudur. Ama buraya geldiğimiz zaman, çok genç ve bakımlı bağlar bulduk. Bağ kırk elli yılda yaşlanır, Rumlar bunu bildikleri için her otuz yılda bir bağları yenilerlermiş. İşledik bu bağları. Ama sonra ne oldu? 50 kuruştan giderken 10 kuruşa kadar indi. Bununla kalmadı, ertesi yıl Ege bağlarına Pronos hastalığı geldi ve kütükleri mahvetti. Ürün sekizde bire düştü. Oysa o sırada tütünün fiyatı kımıldadı, kriz gününde kilosu 10 kuruşa giden tütün 50 – 60 kuruşa gitmeye başladı. Biz de tütüne umut bağladık. Üüzm sermaye ister, tütün ise emek. Bağ bellenir, üç kez çapalanır, kükürt ve göktaşı atılır, filizi anılır, sonunda sergilenir, potasyumlu, zeytinyağlı suya batırılır ve üzüm kâğıt üzerinde kurutulur, çöpü alınır. Pahalıdır üzüm. Oysa tütünde ailece çalışırız, kadınlarımız, kızlarımız bütün vakitlerini tütünde geçiriri. Bize daha kolay geldi.”

Mübadele, mübadilleri, değişen iklimler, değişen komşular, değişen faaliyet ve maişet biçimleri, ama değişmeyen alışkanlıklar, karşılaşılan dışlanmışlıklar ve itilip kakılmalar adeta çifte kavrulmuş olarak hayata hazırlamış görüntüsünü vermiştir bana her daim…

Konumuz esasen mezkûr kitap olunca, oradaki muhteşem bir Anadolu tiradı var ki, etkilenmemek mümkün değil, aktarıyorum… “Oğuz Akkan, benim çok övdüğüm bir kitabı, ‘History Begins At Sumer’i çevirip bastırmak istediğini söyledi. Günümüzden geriye doğru gittikçe Hitit’e varıyoruz, Hitit dediniz mi, Sümer – Akat’a uzanmamak olmuyor. Demek bir Anadolu kültür tarihinin kökeninde ister istemez Sümer bulunacaktır. Çünkü Hitit onunla anlaşılacaktır. Bu da oldukça yenidir. Eskiden Anadolu tarihi denince ‘Yunan’ çıkarılırdı karşımıza ve çoğu zaman, bundan ürkülerek konu örtbas edilirdi. Bunca zengin tarihsel kalıntının açıkça Avrupa’ya taşınmasına göz yumulması başka nasıl açıklanabilir? Biz Asya’dan gelmiş ‘üç yüz aslan’ olmakla övünüyorduk. Bugün bile çocuklarımızın ilkokul kitaplarında Orta Asya’dan ‘anayurdumuz’ diye söz edilmektedir. Buna üzülmek azdır, çıldırmalıyız. Bizim anayurdumuz Orta Asya ise, Anadolu nemiz oluyor? Bu soruya karşılık bir Yunanlı çıkıp da ‘o da bizim anayurdumuz’ derse, hoşlanacağımızı pek sanmıyorum. Oysa biz Atatürk’le birlikte bu toprağın uygarlıklarını benimseme yolunu tutmuşuzdur. Atatürk’ten sonra Türk aydınları, bu toprağın tarihi, bu topraklardaki uygarlıkların kaynakları üzerinde durmaya başladılar. İngilizlerin adaları için yaptıklarına benzer bir Anadolu geçmişini benimsemektir konumuz. Bretonlardan başlayarak İngiliz adasındaki insanların nasıl oluştuğunu anlatırlar onlar. Ne Roma, ne de Fransız kralları döneminden yüksünürler. ‘Cradlle’ (beşik) bir Breton sözcüğüdür. Bize kağnı ve kuyu çıkrığı Hititlerden kalmıştı. Adana bir Hitit adıdır. Bu alanda Cevat Şakir’in yürüttüğü savaşı iyi anlamalıyız; gerçekleri değiştirerek kendimize bir tarih uydurmak ya da kendimizi yabancı bir kültüre uygulamak gibi olmayacak bir işin çabası değildir bu, geçmişe yeni bir bakış kazandık; kompleksli olmamanın tarihsel dayanakları geçti elimize. Bunu, bilimsel verilerin ulusal çıkar açısından değiştirilmesi diye anlamak tümden yanlış olur. (bunu batı yaptı) Çükü Avrupa’da yüzyıllardır beslenmiş olan Osmanlı – Türk düşmanlığının da yol açtığı romantik bir eski çağ anlayışı ve ona dayanmış görünen haksız politik uygulamalar bugün artık değerden düşmüştür. Bugün bilimsel tarihin kaynakları çok daha gerilere götürülmüş ve yorumlar çok değişik biçimler almaya başlamıştır. Batı ile birlikte biz de bu gözlemler içindeyiz. Yeni araştırmalar, eski kanıları allak bullak ediyor. Yunan tanrılarının eski adlarını ve eski yurtlarını öğrenmeye başlıyoruz. İşte yepyeni bir araştırma; International Theatr Information adlı derginin son sayılarından birinde, tiyatronun Yunana maskeli olarak geldiği yazılıyor. Bu maske bir Sümer maskesidir. Bize karşı Yunanı kışkırtan Avrupa, eğer onun eski uygarlığına hayran olduğundan böyle yaptı ise, eskiden eşsiz bir uygarlığı olan Mısır’a neden o kerte aşağı davrandı? İşin uygarlığının neden kökünü kazıdı?”

Artık “bilimsel tarih” tanımının bu kadar farklı yapıldığı ortamda bu kabil önermelerin, iddiaların ittifakla, en azından çoğunlukla içselleştirilmesi imkânsızdır. Zaten bu tarihsel ve kültürel birikimleri sahiplenmelere kişisel olması halinde kimsenin itirazı olmaz ve olmamalı da, lakin bunun bir millet üstünden ve millet adına yapılıyor olması da esasen ziyadesiyle zorlama olup, sırıtmaktadır. Anadolu uygarlıkları sizin milli mirasınız ise, iddianız bu ise, bu sahiplenmenin de sahiplenmesini fazlaca beklememek gerekmektedir, bana göre… Evet, koruma, kollama konusunda sahiplenme ve geleceğe taşıma vazifesinin kutsallığına inanıp bu uğurda elden gelenden fazlasının yapılması şart olup, fazlaca evelemeye gevelemeye gerek yoktur, bence… Evet, bu muhteşem tiradın, bir kısmına katılamıyorum ne yazık ki… Tıpkı Cevat Şakir Kabaağaçlı’nın bu kabil iddia ve önermelerine katılamadığım gibi… Öğrenmeye devam…


Cuma, Mayıs 02, 2025

KENDİNCE BİR BİLGE, AHMET SAİM ERTÜRK

Saim Ertürk Abimizi de maalesef sonsuzluğa uğurladık, hayatımızın önemli bir bölümünde kendi adıma güzel hatıralar biriktirdim kendisiyle, unutulmasın diye bu güzel hatıralarımı kayıt altına almak istiyorum. Ahmet Saim Abimiz Çeşme’nin 1977 – 1980 arası Belediye Başkanıdır, CHP’nin adayı Ahmet Hulusi Öztin’e karşı AP’nin (Adalet Partisi) adayı olarak seçimi kazanmış olup, Çeşme’nin dengelerini göstermesi açısından ise seçimin sayısal sonuçlarını bir defa daha hatırlayalım, toplam seçmen sayısı 2.721, AP 1.033, CHP 987 oy alarak seçilmiştir. Ne yalan söyleyeyim ben oy kullanmadım kullansaydım eğer tercihim de, mezkûr Ahmet Abiyi çok sevmeme rağmen, siyaseten diğer Ahmet abi olurdu… Neyse görüldüğü üzere 46 oy farkla kazanmış, Saim abi… Kimse de itiraz etmedi, efendim “46 farkla seçim mi kazanılırmış” postulatı daha icat olunmamış idi… Evet, sonuçta Çeşme’nin iki sevilen Ahmet’inden biri belediye başkanıdır gayri… Şimdi olduğu gibi ilçenin her kayıtlı seçmenin oy kullanabildiği bir seçim değildir, köyler hariçtir… Esasen de belediye seçimlerine köyleri katmamış olsalardı belediye başkan seçimleri asla ve kat’a şimdiki gibi olmazdı, bu sistem ve tercih canım yurduma atılan süper bir sağ kazıktır… Neyse başımız sağ olsun… Kazık diyorum sadece seçim sonuçlarını kast etmiyorum, bakın bakalım vergilendirme sistemindeki cinliklere, kabak gibi ortadadır kazığın büyüğü, heybede değil…

Bilahare, muazzam galibiyetin mümessili dâhili ve harici bedhahları kenarda tutup, gönendiren lakin totalde canım yurdumun üstünden silindir gibi geçen 12 Eylül cuntası gelir… Yerelde hemen belediyeye el konulur, kayyum tayin edilir… Saim Abi gözaltına alınır, ne varsa ortada, gariptir tüm bunlar da sözüm ona “Yüce Türk Millete adına” yapılır… Yahu, Saim Abi milliyetçidir ilaveten çalmamıştır, çırpmamıştır, çaldırmamıştır lakin kimin umurunda… Saim Abi önemli ekonomik faaliyetlerin ortağıdır, seyahat acentesi sahibidir, feribotları vardır lakin hayatı imrenilecek düzeyde mütevazıdır. Belediye Başkanı ol bir ömür kirada otur, ölçü budur, namusa, çalmamaya, çırpmamaya… 12 Eylülcülere göre kendi adamları kayyum atanıp güç kullanmaya başlamalıdır… Hani bir zamanlar bir reklam spotu vardı; “kontrolsüz güç, güç değildir” diye, gerçi üzerinden de yaklaşık 30 yıl geçti, güç hala kontrolsüz ya… Olan Saim Abiye oldu, gitti başkanlık… O hızla politikadan biraz uzaklaşsa da, bir dönem sonra da talepleri ve ısrarları kıramaz yeniden aday olur lakin o da bilir seçilemeyeceğini, işte… Ben yine de kendisini iyi tanıyan biri olarak Saim Abinin şimdiki milliyetçilere hiç ama hiç benzemediği hakkını teslim edeyim, gerçi Çeşme’nin yerli milliyetçileri diğer bölgelerin milliyetçilerine hiç benzemezler… Onlarda her daim hümanist, barışsever bir damar bulunur ve insanı sever ve korurlar… Onların temsilcilerinden birisidir Ahmet Saim Ertürk… O artık hayatının bu önemli bölümünde “akil adamdır” bir nevi, uhuleti ve suhuleti temsil etmektedir.

 

Saim Abi, ilerlemiş yaşına rağmen sabah ve akşam yürüyüşlerini eksik etmez, çok yağmurlu ve çok rüzgârlı günler hariç sırtında eşofmanı, evinden, kordon boyu adımlamaya, oradan çarşı içinden geçerek, çevre yolundan evine gitmeyi sağlıklı hayatın bir disiplini olarak son güne kadar devam ettirmiştir. Bu yürüyüşlerinde karşılaştığı insanlara bağlı olmak kaydıyla ayaküstü muhabbet fasılaları da her daim olmuştur. Şahsen çok sık karşılaşıp uzun uzun ayaküstü muhabbetler etmişizdir, karşılaştığımız yer mutlaka muhabbet konusunda tayin unsuru olmuştur. Çarşıda Kilise önünde karşılaştı isek, kilise ve restorasyonu ya da oradaki faaliyetler üstüne, Kale önünde karşılaştı isek Osmanlı üzerine, sahilde karşılaştı isek denizcilik faaliyetleri üzerine, vs. vs. Bire bir görüşmelerimizde, uluslararası gemilerde çalıştığı günlerden bahsederek, “aslanım ben Çeşme’nin ilk beynelmilel işçilerinden biriyim” esasen ben bir gerçek sosyalistim derdi, ben de “yapma be Saim Abi sen kim sosyalistlik kim” deyince ısrarla ispata girişirdi. Saim Abi işte böyle biriydi, tam da bu yüzden taraflı tarafsız hemen hemen herkes tarafından sevilirdi.

Kendisi ile Yeni Çeşme Gazetesi adına birkaç defa röportaj yapayım diye talepte bulundum her defasında kabul etmedi, konuşursam kızanlar küsenler olabilir derdi, böyle de ehli kâmil idi… Mesela böyle bir imkânım olsa idi sorularımdan birisi de kendisinden sonra belediye başkanlığı yapmış şimdilerde de o da benim gibi kitapsız denilmesin diye kitap yayınlamış bir diğer abimizin kitabında yer bulamayışını soracaktım, olmadı… Bir diğer sorum ise, kestane satıcılığı, miçoluk yaptığını zaman zaman övünerek anlattığını, işçi olduğunu, işçi sınıfının bir parçası olarak işçiden yana olduğunu devamlı beyan ettiğini tam da bu sebeple esasen bir “solcu” olduğunu söyleyip lakin seni tanıdım tanıyalı “sağcı” olmanın ötesinde bir pozisyon almadın diye açıktan bir kez kayıtlara geçmesi adına, olacaktı, olmadı… Bir başka sorum ise, hemen Kıbrıs Savaşı sonrası Kıbrıs ile ulaşımda katkı olması adına esasen de hakkınız olan kredi kullanımında karşılarında bulunmanıza rağmen CHP’li Bakan Alev Çoşkun döneminde zorluklarla karşılaşıp karşılaşılmadığı ve kredi olanaklarından faydalanıp faydalanmadığı olacaktı, olmadı… Bir diğer sorum ise, bir gün sabah yürüyüşü ya da teftişi artık ne diyorsan, sabah temizliği yapan garsonların denize çöp attığını görüyorsun, sen de çocuklar yapmayın hemen durun diyorsun, seni tanımadıkları için ters ters konuşuyorlar, sen de çocuklara 2 tokat atıyorsun, bu doğru mudur olacaktı, olamadı… Bu arada o zamanki Belediye Başkanları şimdikiler gibi bir alay zabıta ve görevli ile birlikte dolaşmazlardı tabii ki, aynı dönemdeki İzmir Belediye Başkanı İhsan Alyanak bile tek başına dolaşır, teftiş eder, gözlem yaparlardı, şahitliğim vardır… Korku ya da saldırı daha icat olmamıştı bu topraklarda henüz, esasen ne güzel günlerdi be, dedirtir türden… Bir başka sorum; sağ politikaların ciddi ve atılımcı ve de aksiyoner tarafında olduğunu ben hatırlıyorum lakin şimdilerde bakıyorum ve kıyaslıyorum da sizler ne kadar “bir kaşık suda boğulacak” diye değerlendirilen insanlara bile tahammül göstermişsiniz, bu biraz da Çeşme’nin barış ve demokrasi kültürünün köklü olmasından mı kaynaklanıyor olacaktı, olamadı…

 

Saim Abi; son güne kadar Canım Yurdum üstüne kendince görüş bildirmeye en azından dost meclislerinde devam etti, iyi gidişleri olumladığını, kötü gidişleri de tenkit ettiğini hiç gizlemedi. Meclisi nasıl çalıştırdıklarını, nasıl kararlar aldıklarını, kendi dönemindeki karar alma süreçlerinin şeffaflığını haklı olarak sitayişle anlatmayı da çok keyif alarak sürdürürdü… Evet, Çeşme’de gerçek manada ilk konut kooperatifi için kamulaştırma kararı alınmasına ön ayak olan, ilk defa altyapı çalışmalarının prototipi olabilecek çok kısıtlı imkânlarla dere ıslah çalışmalarını başlatan, şimdiki bütçelerle kendi dönemi bütçelerini kıyaslayarak kahırlanan, asıl olarak da liyakatsizliğe de hiç katlanamadığını devamlı beyan eden abimiz artık yok, nurlarda olsun… Saim Abi artık yok, eminim Çeşme yokluğunu her daim hissedecek, biz de onu özleyeceğiz ve böyle iyi hatıraları ile hatırlayacağız… Efendim hep iyi yanları mı söz konusudur denirse de cevabım, evet, diğer meseleleri de başkaları yazsın, bilmediğimizden değil, istemediğimizden… Nurlarda ol, Saim Abi… Oğlu Alparslan kardeşimiz, Damadı arkadaşımız Levent Baykal başta olmak üzere tüm akrabalarının ve Çeşmelilerin başı sağ olsun, tekrardan…

 


Çarşamba, Nisan 23, 2025

CAN İLE CAN - HATİCE MİTHAT CAN

 

Hayatlarını ve dahi canlarını hak, hukuk, insan hakları mücadelelerine adayan ve maalesef 6 Şubat Hatay depreminde hayatlarını kaybeden Hatice ve Mithat Can’ın hayatları Mahir Mansuroğlu ve Nuri Günay’ın birlikte yazdığı “Hatice-Mithat Can: Aynı denizde buluşan ırmaklar” adlı kitap ile ölümsüzleştirildi. Herkese, misal teşkil edecek bir hayat bütünlüğü ve tutarlılığı var kitabın her satırında Can’ların hayatından tensip babından.  Kitabın son bölümünde dostları ve tanıdıklarının kaleminden bu manalı hayatın bazı bölümleri var ve buradan Ender İmrek’in anlatımından bir bölümü aktarmak istiyorum. “baskısız-sömürüsüz-savaşsız başka bir dünya tahayyül eden, ancak düşünmekle, dile getirmekle yetinmeyen değiştirmek için mücadele eden, sözüyle eyleminde uyumlu ve tutarlı iki devrimci yoldaştır Canlar. Kadın erkek eşitliğini kararlıca savunmuş ve kendi öz yaşamları dâhil uygulamış, yıllar geçerken zihnen her daim genç kalmış iki insan. –ben yanmasam sen yanmasan biz yanmasak nasıl çıkar karanlıklar aydınlığa- diyen; dil, kültür, inanç, düşünce, örgütlenme… İnsana dair olana vurulmak istenen her pranganın kırılması için söz söyleyen ve bununla yetinmeyip eyleme geçendir ikisi de. Her devrimcinin ardından güzel sözler edilir, ancak bu sözleri en çok hak edenler arasında yer aldıklarına kuşku yok.” Emin olun her tanıyan çok güzel sözler söylemiş hani Nazım Hikmet’in düşman adlı şiirinde gayet güzel tariflediği düşman rolündeki muhteremlerin dışında kimsenin Can’lar için olumsuz tek kelime dahi etme imkânı olmaz, olamaz.

Hülasa Can’lar, canlarını halkların eşitlik, hürriyet davasına korkusuz, karşılıksız ve tavizsiz hasretmiş devrimci insanlardır. Samimiyetleri hayatlarının yalınlığından tam manasıyla buna bir teyittir, beklentisizdirler her girişimlerinden, tek haslet özgür insanların elini kolunu korkusuzca sallayarak, düşündüklerini kaygısızca söyleyebildikleri bir dünyadır… Tam da bu yüzden heyecan ve büyük bir şevkle nerede bir barış, özgürlük ve eşitlik talebi varsa orada olmayı bir insanlık borcu telakki etmişler, fiilen olamıyorlarsa da fikren orada olduklarını tebarüz ettirmişlerdir… 

Kitap temelde, Can’ların, çocukluklarından, lanet depremde vefatlarına kadar hayatlarını, daha önceki karşılıklı mülakatlardan, hatıralardan aktarılanları öne çıkarsa dahi arka plan müthiş… Canım Yurdumun, 60’lı yıllardan itibaren günümüze bir “yarım yüzyıllık Almanak’ı” adeta… Şüphesiz bu kabil değerlendirmeler o günleri yaşayan herkes tarafından bilinmekte ve yapılmakta olup, ziyadesiyle araştırma ve inceleme tarzında derlenmişlerine de ulaşmak mümkün hem de beynelmilel boyutları ile… Kitap bir yanı ile iki devrimcinin hayatını verirken, tarihe “Hatay Meselesi” diye geçen 1939 senesi Hatay’ın Türkiye’ye katılmasını, öncesi ve sonrasıyla da kabaca yerelin siyasi ve sosyal pozisyon almalarına değinmektedir. Esasen de yazar, “insanları tanımak, anlamak için doğdukları, yaşadıkları şehri, o şehrin tarihini ve kültürünü bilmek gerekir” tebarüzü ile kısaca Hatay ve özellikle Samandağ ve dahi Asi Havzası tanıtımı da yapmaktadır. Önemli midir? Şüphesiz çok önemlidir bence de… Coğrafya kaderdir denilirken de muhtemelen coğrafyanın, ikliminden beşeriyetine kadar mizacı ve hayatı üzerindeki tesirleri düşünülmüş olmalı… Hele ritüeller ve bayramlar üzerine değerlendirme yapılan bölümler her ansiklopedide kolayca tekmili birden bulunabilecek türden değildir. Çok dinli, mezhepli ve çok etnikli bir coğrafyadır, haliyle her birinin ritüeli, her birinin bayramı farklı sebep ve zamanlara bağlıdır elbette bu çeşitlilik ve çokluk yöreyi bir “bayramlar diyarı” haline getirmektedir. Özellikle bu çeşitlilik çocukların hayatlarında önyargı azlığı ve hoşgörü çokluğu sebebiyle muhteşem bir zenginlik meydana getirmektedir.  

Arka plan demiştim ya, siyasal, sosyal ve kültürel hayatımız, ritüellerimiz, ekonomik hayatımız, şehircilik anlayışımız, beslenme alışkanlıkları, yenilen yemekler, içilen içkiler, edilen kelamlar, işte tekmili birden… Yazarlarımıza teşekkür ediyoruz, bize Can’ların hayatlarını özetledikleri için ve arka planda müthiş bir bilgi dağarcığı oluşturdukları için… Öğreniyoruz, hatırlıyoruz, yorumluyoruz, az bir şey mi neden, niçin, nasıl, ne zaman diyerek üstüne tefekkür ediyoruz. Ezan, Hazan ve Çan derken onların insani ve sosyal tabanı, özellikle bir avuç etnik yapılarını gizlemekten korkmayan Ermeni’nin, Yahudi’nin kaldığı topraklar kast edilse de bir kısım önemsenmezken bir kısım da gözden kaçırılıyor… Konu derin ve uzun lakin kifayet-i izahat…

Asıl arka plan ise deprem, bir koca şehir adeta yok oluyor, ilk günler duyarlı ve ilgili insanların insanüstü çabaları, çağrıları… Sonraları görüntüler meydana çıkıyor ve dehşet ortada… Öyle ikiyüzbeşbin Hatay’lı vatandaşın imar barışı problemi çözdük diye övünürsen sonuçları da hiç şaşırtıcı bulmayacaksın. Çok üzgünüm evet bir inşaat mühendisi olarak çok üzgünüm ortaya çıkan tablodan… Bir deprem esnasında binalar hasar görebilir, depremin şiddeti, süresi ya da atım şekline bağlı olarak bu kesin… Lakin bu alanları imara açar iken hiç mi arazi ve jeolojik çalışma yapılmaz? Mesela, bir mühendis yarın kalkıp taksiciliğe başlasa ne olur bilir misiniz? Yok, plaka tahditi, yok taksi tahditi gibi akla hayale ziyan engeller ihdas eden mevzuat, bir taksici yarın çok büyük paralar eden taksi plakasını satsa müteahhitliğe başlasa mevzuat sesini çıkarmayacak, emin olun… Peki; Belediyeler kontrol etmiyor tezini savunurken bugünkü hala sık sık değiştirildiğinden karar verilememiş olduğunu anladığımız özel denetim sistemini nasıl savunuyorsunuz derler adama? Detay çok anlatmanın da bir manası var mı bilmiyorum? Belki de herkes her şeyi biliyor lakin tribünlere oynuyor, vs. vs… Kim hatalı, kim haklı tartışmasını yapalım ve daima karşı tarafı suçlayalım, kabul de, asla ve kat’a inanmadığım resmi rakamlara göre 24.147 kişi (yazı ile yirmi dört bin yüz kırk yedi) yitip gitmiş… Kimin haklı kimin haksız olduğunun bir önemi var mı peki? Kocaman rezalet… Peki, canım yurdumun necip milleti azıcık ders aldı mı? Belki, lakin hiç zannetmiyorum… 

Denetimler özelleştirildi bana göre çare olmadı? Hiç öyle çare oldu felan gibisine bir abukluğa girmeyelim, inşaat yapan memnun değil, kontrol işindekiler memnun değil, belediyeler kontrol firmalarından memnun değil, neticede ev alanlar da yıkılan binalar altında kalıyor… Bunlar yetmezmiş gibi mevzuat tanzim edenler pasa değişiklik yapıyor, “tüh lan bu da olmadı kabilinden”… Şimdi gelin her şey güllük gülistanlık deyin… Öyle yerel ya da merkezi otoriteye ya da siyasilere sallayarak, suçu yıkarak bu illetten kurtulamayız… Bakın küçücük bir örnek, herhangi bir inşaat ruhsatı ya da iskân raporu alın üstüne kaç farklı disiplinden mimar, mühendis ve yetkili imza atmış, bakın yeter… Edilecek çok kelam var da söyleyip fazlaca zayi etmeyeyim… Depremde Hatay Havaalanı ne oldu, “out of order” peki her yıl su baskınlarından etkilenmiyor mu?  Hatay Havaalanını yapmayın yeri yanlış denilmedi mi? ne dediler “eyyy mühendisler siz işinize bakın, havaalanı yapmak bizim işimiz”… Resultante importante işte… Aaaa netice de Canım Yurdumun makûs kaderine küsmüş necip milletimizin tepkisi ve tercihi değişti mi, zinhar, peki değişir mi? zinhar… Durmak yok yola devam…

Hani dedim ya” kim düşman, kime düşman” tarifi Nazım Hikmet’ten diye, işte o şiir bir kez daha anımsayalım…

Onlar ümidin düşmanıdır, sevgilim,

Akar suyun

Meyve çağında ağacın,

serip gelişen hayatın düşmanı.

Çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına :

- çürüyen diş, dökülen et-,

 

bir daha geri dönmemek üzere yıkılıp gidecekler,

Ve elbette ki, sevgilim, elbet,

dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya,

dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle: işçi tulumuyla

bu güzelim memlekette hürriyet.

Bursa da havlucu Recebe,

Karabük fabrikasında tesviyeci Hasana düşman,

fakir köylü Hatçe kadına,

ırgat Süleymana düşman,

sana düşman, bana düşman,

düşünen insana düşman,

vatan ki bu insanların evidir,

sevgilim, onlar vatana düşman...

Cuma, Nisan 11, 2025

RASSKAZOVKA METRO İSTASYONU-DİJİTAL KÜTÜPHANE

 Moskova’yı ziyaret eden turistlerin neredeyse tamamının yaratılan sanat içerikli yapısını ve tarihi dokusunu görmek, yüksek anlamını hissetmek ve yaşamak için ziyaret ettiği ve diyelim ki bunların hiçbirisi ile ilgili değilse de ulaşım ihtiyacı nedeniyle mutlaka bir şekilde kullandığı, dünyanın en eski ve büyük metrolarından biridir, Moskova Metrosu. Yaklaşık 180 istasyonu bulunan ve hiçbir istasyonunun diğerine benzemediği Moskova Metrosu, her biri sanat galerisi görünümlü olup, içlerinde özellikle de Mayakovskaya (1938), Ploşçad Revolyutsii (1938), Kropotinskaya (1935), Komsomolskaya (1935), Novoslobotskaya (1952), Novokuznetskaya (1943) adlı istasyonlar öne çıkmakta, ayrıca istasyonların temizliği de dikkat çekmektedir.

Metroda insanlar, o kadar bize benzemektedirler ki anlatmak çok kolay değil, görmek gerekir açıkçası; itiyorlar kakıyorlar, sırayı bozuyorlar hele birde merdiven önlerindeki kalabalıkların nasıl davrandıklarını anlatmak zor. Bu kalabalıkların trenin saatteki yaklaşık 45 km hızla giderken ayakta kitap ve gazete okumalarını hem de hiçbir yere tutunmaksızın büyük bir hayranlıkla izledim ve şimdiler de  “e-book”  yaygınlığı inanılmaz boyutta. İnsanlar hiçbir yere tutunmadan ayakta iken bazen yapılan ani frenlerde hiç istifini bozmadan duruyor olması ise bir başka maharet noktasıdır.

Moskova Metrosu artıları ya da eksileri üstüne daha önce birkaç yazı kaleme almış ve bloğumda yayınlamıştım. Her ziyaretimde görüyorum ki, inanılmaz bir çaba var eksikliklerin giderilmesi adına, vagonlar yenileniyor belli ki raylar yeni düzene uygun hale getiriliyor, diğer gerekli düzenlemeler yapılıyor. İnsanı önceleyen, işletme kültürünün de hızlı değiştiğini ve geliştiğini de müşahede ediyorum, yeterli midir? Değil midir? Tartışılabilir, lakin bence hızla gelişiyor… Yeni hatlar ekleniyor, yeni istasyonlar ekleniyor, banliyö hatları sisteme entegre hale getiriliyor, biletleme ve ücretlendirmede kapsam vatandaş lehine daha münasip hale geliyor, vs vs…

Yeni eklenen istasyonlardan birine geçen yaz denk geldim, muhtemelen dünyada da bir benzeri yoktur herhalde, yaptığım bilgi sorgulamaları da başka bir örneğinin olmadığı yönünde… İstasyon değil bir “elektronik kütüphane” adeta… Hani “modern Avrupa’nın” Rus Klasiklerini kütüphanelerinden “vebalı” muamelesine tabi tutarak kaldırdıkları bir dönemde böylesine devasa ölçüde bir “digital kütüphane” oluşturma fikri bile tek başına muhteşem bana göre, hem de tüm dünya klasiklerini kucaklayarak… Kütüphane bulunduğu yere göre son derece görkemli bir görüntü vermesinin yanında muhteşem bir arşive sahip aynı zamanda ve isteyenlere ücretsiz servis sunmaktadır. Rayların platform karşısındaki duvarları, üzerinde kitap sırtı şeklinde çizimler bulunan dekoratif metal-seramik şirin panellerle kaplanmış, süslenmiş, İstasyonun iç mekânı resmen bir kütüphane okuma salonunu andıracak şekilde tasarlanmış, platformlardaki sütunlar ise dosya dolaplarını andıracak şekilde dekore edilmiş, dolapların üstünde de QR kodları ile binlerce kitap tercih edilmeyi beklemektedir.

2018 senesinde açıldığını öğrendiğimiz bu istasyona “Rasskazovka” adı verilir, Rasskazovka Rusça’da “masal ya da hikâye anlatımı” demek olup, başından beri böylesine son derece anlamlı ve önemli olan bir projenin ipuçlarını taa o zamandan vermiş demek ki… Öyle sıradan bir istasyon değil, her bir diğer Moskova Metro İstasyonlarında olduğu gibi özel olduğunu size hissettiriyor. Metro İstasyonu açık bir hol içinde her iki yöne de giden trenler için tüm benzerlerinde olduğu üzere ayrı düzenlenmiş. Orta alanda bulunan kolonların her birisinin üstüne tasnifi dijital bir kütüphaneye uygun şekilde binlerce kitabın yerleştirildiğini görüyoruz. Anlaşılan kolonlar dijital kütüphane altyapısı da aynı zamanda… Aradığınız her türlü kitaba ulaşma şansınız var, bu manada hikâye anlatılan yer adı verilmiş ya, görünen o ki, adının da hakkını bihakkın vermekte… Çok da basit bir işletim sistemi var, hani benim gibilere de servis verebiliyor kolaylıkla, geliyorsunuz tercih ettiğiniz kitap için yerleştirilmiş QR kodunu okutuyorsunuz kitap hemen cep telefonunuza indiriliyor otomatik, yol boyunca okuyabileceğiniz “e-kitap” hazır.

Ben de denedim hemen Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza” adlı kitabını yükledim… Anlamaya çalıştım şüphesiz ki bir şey anlamadım… Lakin Rusça bilenler için ciddi bir kısmet ve kıymet… Galiba yükleme hızı da müthiş öyle uzun bekleme de yapmıyorsunuz, diğer yükleyenlere de baktım onlarda çok kısa sürede yükleyip gidiyorlar… Benim için sıkıntı yazılanları okumak şüphesiz, bir tarafı ile Kiril Alfabesi zorluğu, diğer tarafı ile yeterince aydınlık olmasına rağmen harflerin küçük oluşu en büyük etmen.

Esasen tüm dünyada olduğu üzere bu coğrafyada da kitap okuma işi biraz azalmış gibi. İstatistikler onu göstermekle birlikte Rus Halkı okuyor, gazete okuyor, beyaz dizi de olsa kitap okuyor, bulmaca amaçlı da olsa gazete dergi alıp okuyor, sonuçta okunuyor bir şekilde… Gerçi uzun zamandır bildiğim bir kent olmakla birlikte, okuma enstrümanları değişse de ciddi bir okur görüyorum metrolarda…   

Bir vade önce okuduğum bir araştırma sonuçlarına göre her şeye rağmen kitap okuma sıklıkları sorulan farklı ülke insanlarının cevaplarına göre Çin birinci, Rusya ikinci, İspanya üçüncü sırada idi yanlış hatırlamıyorsam ve yine beklenenin aksine Hollanda ve Güney Kore neredeyse hiç okumayanlar kulübünün tescilli üyeleri… Gerçi özelde Hollanda, genelde Avrupa, seçimlerde yaptıkları tercihlere de bakılırsa mezkûr araştırma sonuçlarını teyit eder bir görüntü vermektedir.

Mesela adama diyorsun ki, “neden okumuyorsun” el cevap “kitaplar çok pahalı”… Peki, sigara ucuz mu? Mesela bira ucuz mu? Şüphesiz ucuz değil, lakin tercihi böyle ve kamuflaj olması adına manalı cevaplar… Gerçi büyük ihtimalle azıcık da utanıyordur bu cevap sahipleri. Eğer böyle ise utanma duygusu da önemli sayılmalıdır mezkûr muhteremlerin lehlerine…

Netice itibariyle mezkûr dijital kütüphane ne kadar yaygınlaşır bilemem lakin, yaygınlaşmasını çok isterim…

Perşembe, Nisan 03, 2025

NASIL YAPMALI

 

Roman; bir yanıyla sosyal hayata matuf “yeniciliğin” öncüsü gibi durmakta iken diğer yanıyla yazıldığı döneme yönelik olayların örgüsü bir roman kurgusu içinde ilerlerken yazar bir anda el freni çekercesine bu akışı durdurup, dondurup, okuyucu ile muhabbete girişiyor, olanların yorumundan ve olacakların ipucundan bahisle yepyeni bir biçim tutturuyor, ya da ben bu kurgulamaları yeni olarak görüyorum… Yazar, temelde bir aile ve komşuları, patronları gibi eskiyi temsil eden çevre ile üniversite öğrencileri ve vasıtasıyla tanıştığı yeniyi temsil eden kesimin dirençlerini, kabullerini, rızaen davranışlarını ya da ret edişlerini, yaşananların kabul ya da itiraz gerektiren yanlarını günlük hayatın rutin ilerleyişi içine büyük bir sadelik ve ustalık ile yerleştirip süper bir ilişkiler düzeneği oluşturuyor. Esasen başlangıçtaki rutinlik ve durağanlık sıkıcı görünse bile ilerleyen bölümlerde konu çeşitlenip ivme kazanmaktadır.

Lenin; Çernisevski’nin “Nasıl Yapmalı” kitabından esinlenerek yeni dönemin düzeni ve insanları üzerine hayaller kurduğunu ve bundan ziyadesiyle faydalandığını anlatarak takdim ettiği mezkûr kitabının adı aslında “Sto Delat” olup “Ne yapmalı” manasındadır. Lakin Lenin de sonradan “Ne Yapmalı” “Sto Delat” adlı bir kitap yazınca çevirenler burada her ne kadar yazar ismi, dönem farkı gibi detayda farklar olmasına rağmen kitap ismi benzerliğinin olmamasını hedefleyerek “Nasıl Yapmalı” diye çevirmişler. Oysa Rusça’da “sto delat” ne yapmalı demektir ve her ikisinin de kitabı aynı adı taşımaktadır. Lakin çevirenlerin tercihi böyle tecelli etmiş…

Lenin’in şüphesiz bu kitabı okuyarak, hatta bir yaz boyunca beş kez okuduğu da rivayet edilir ya,  yaygın şekilde söylenildiği üzere,  yeni döneme yönelik, yeni düzen ve yeni düzenin insanlarının hayalini kurduğunu ileri sürmek bana göre çok zor şüphesiz… Bir de beş kez okuduğunu ileri sürenlerin neden acaba diye düşünüp düşünmedikleri de muamma. Neyi anlamamıştır da aynı yaz ayları içinde beş kez, değil mi? Acaba kitabın yazarına hürmeten, kitabının belirsizliğini çaktırmadan lakin çok önemli vurgusunu da eksik bırakmadan mı okunmuştur? Bilemiyorum, haddimi de aşmadan bitireyim yorumu… Lenin hayatı boyunca gördüğüm kadarıyla gezdiğim çeşitli müzelerden ve düşüncelerinden edindiğim bilgilere istinaden çok geniş yelpazede çok geniş katmanların anlatıldığı çok geniş olayların anlatıldığı, çok geniş ütopyaların anlatıldığı kitapları okumuş, bunlardan beslenerek ve dönemin popüler ve yükselen ideolojisi marksizme sahip çıkarak ilerlemiştir. İşte bu beslenme süreci içerisinde dönüm noktalarından birisi olarak tayin ettiği ne yapmalı Cernisevski kitabını ben de nihayetinde bu öykünmeyi öğrendiğim andan itibaren planlamıştım ve nihayetinde okudum, kitabın gerçekten söylendiği kadar önemli olup olmadığını halen anlayabilmiş değilim lakin gördüğüm kadarıyla çarlık despotizminin yarattığı pesimist insanlar karşısında optimist düşünebilen, olumlu düşünebilen insanların rol aldığı sahnelerin anlatılıyor olması enteresan kitap açısından… Çernişevski romanında kahramanlara verdiği rolü kendi dünya görüşüne münasip biçimde mevcut şartların en bariz taraflarını öne çıkararak tasvire çalıştığı “yeni dönemin yeni insanı” imajını tüm detayları ile yüklemiş görünmektedir. Zamane Rus vatandaşının ne kabil değer yargıları olması gerektiğini romanın kahramanları üstünden anlatır da anlatır… Anladığımız kadarı ile mezkûr yeni insan tipolojisi bilgili, kararlı, güçlü arzu sahibi olmalı, aklı öne çıkaran, aksiyon kabiliyeti olan, optimist davranışlar sergilemeli, tüm bu özelliklerin kişisel ve toplumsal rollerine iliklerine kadar hissetmeli ve yansıtmalı.  

Romandaki “esas oğlan” Lopuhov, bir toprak sahibinin oğludur, tıp okumaktadır lakin yetiştiği toprak sahipliğinin atmosferine çok da münasip görünmeyen bir hayat tarzı içindedir. Akademisyen olup üniversitede kariyer düşünmekte olup, disiplinli ve çalışkan, hedefi için ailesinden fazlaca beklentisi olmayan, bu uğurda maişeti için öğrencilere ders veren birisidir. Bir diğer kahraman olan ev arkadaşı Kirsanov da tıp öğrencisidir. Kardeşine ders verirken tanıştığı Vera ise klasik Rus ailesinin kızıdır ve rızasının hilafına özellikle de annesi tarafından işverenleri olan ailenin zengin oğlu ile evlendirip aklınca kendilerinin görece rahata ereceği planını romanın her satırında hissettirmektedir. Lopuhov kendisini bekleyen parlak gelecek yerine hayatını değiştirme planlarının peşindeki Vera’nın hayatını deyim yerinde ise kurtarma vazifesini üstlenir. Bu uğurda insanlara aydınlanma fırsatı verilebilmesinin, olayların kendi örgüsü içinde adeta usullerini tespit ve tatbikini göstermektedir. Bir tarafı ile yeni insanın müzik, tiyatro, opera ve bale ile tanışmasının kapısını da açma öncülüğü vardır, romanın kahramanlarının misyonunda. Lakin “esas oğlan” tipolojisindeki tüm kahramanların ortak özelliği, insana saygı, insanların seçim ve kararlarına saygı, beşeri ilişkilerde ise her biri demokrattır.    

Lopuhov ve Kirsanov, her ikisi de yepyeni norm ve form meydana getirebilme kabiliyetine haiz rolleri içerisinde, Çarlık Rusya’sının kadının hiçe sayıldığı ortamında, kadınların tıpkı erkekler gibi haklara sahip olmasını ve özellikle de eşit ve hür bireyler olmasının gereğine inanır ve düşünürler. Bu uğurda terzilikle yola çıkılarak oluşturulan tekstil atölyesi çevresinde, yaratılan hür kadın bireylerin, dayanışma, ortaklaşa çalışabilme, kârı eşit bölüşebilme, kendiliğinden ortaya çıkıp geliştirilen ortak yaşam evlerinin paylaşımını öne çıkarmaktadır bir başka boyutuyla Yazar… Tüketim kooperatifçiliğin bir başka yerde geliştirilmesinin öne çıkarılması ile de külliyen hayatın ütopik bir komünal evreye ulaşmasının prototiplerinin örneklerini vermektedir. Esasen de bir aşk romanı görüntüsünde, "seven insanın sevdiği kadını özgürlüğe taşır" umdesinden hareketle de külliyen "özgürlüğün bulunmadığı mekânda mutluluk olmaz, olamaz" tespitinin yapılmasıdır.

Kitaptan çok miktarda alıntı yapmak mümkün şüphesiz, umde ve önermeler gırla gitmiş, ben kendimce önemsediğim bir tespit ile sonlandırayım yazımı. “Ama onlardan sonraki hayat her şeye karşın onlardan önceki hayattan daha güzel olacak. Yıllar geçecek… Ve insanlar: “evet, onlardan sonra hayatımız daha güzel oldu, ama bu hayat yine de kötü” diyecekler. Bu söz söylenildiği zaman bu insanların yeniden doğma zamanları gelmiş olacak ve bu kez artık eskisinden çok daha fazla olarak görünecekler ve eskisinden çok daha güzel olacak… Çünkü o zaman güzel şeyler daha çok olacak, güzelliklere güzellikler katılmış olacak. Ve aynı döngü -bu kez yeni bir biçim altında- yeniden başlayacak. Bu iş ta insanlar “artık her şey güzel, kötü hiçbir şey yok” diyene kadar böylece sürüp gidecek…” Yani, hayatın temeli hareket, hareketin temeli de emek…

Cuma, Mart 28, 2025

TOPLU SİNEK AVI

 

Yıl1959. İstanbul’un nüfusu hızla artmış, göçlerle birlikte 1,5 milyona ulaşmış vaziyette. Yaz aylarında artan sıcaklık, susuzluk, çöplerin sokağa atılması nedeniyle şehir sineklerin istilası altında. Ahırların ve mandıraların şehrin içinde yer alması, şehir içi nakliyesinde at arabalarının etkin olması,  hatta bazı yerlerde eşeklerin de taşımacılıkta kullanılması, çöplerde biriken öbek öbek karpuz, kavun kabukları, buzdolaplarının henüz her evde, işyerinde olmaması, karasineklerin sayısında ani ve yüksek artışı tetiklemiş (bir çift sineğin 40 günde ortalama 40 bin sinek ürettiğini de hesaba katın) ve haliyle halk sineklerden bezmiş durumda. Bir Cumhuriyet altınının ortalama 120 lira olduğu dönemde çöpleri sokağa atma cezası 150 lira. Düşünün ki bu bile denenmiş, ama nafile. Evler, işyerleri,  kamu daireleri sineklerin hücumuna uğramış, insanlar restoranlara gidemez olmuş. (Velev ki gittiniz, yemek yiyeceksiniz, bir elinizde raket ötekinde kaşık, sinekleri yutmadan lokmayı yutmaya çalışmanız gerekiyor) 160 işçi, 25 teknisyenden oluşan belediye ekibinin bu sorunla baş edemeyeceğinin, ilaçlamaların da yeterli gelmeyeceğinin anlaşılması üzerine, devlet erkânı başlamış alternatif çareler aramaya. Bulmuşlar kendi nazarlarında. Kabaca bir hesap: “İstanbul’un nüfusu tahmini 1,5 milyon; kişi başına ortalama 10 sinek avlansa, 15 milyon sinek eder. Bu iş de kökünden biter" diye düşünmüş olsalar gerek, dönemin Demokrat Partili İstanbul Belediye Başkanı Kemal Aygün başkanlığında alınan karar ve talimat, radyo, gazete ve öteki yollarla halka duyurulmuş. 


“karasineklere harp açılıyorrrr!” 17 Ağustos’ta saat 13.00-14.00 arası, topluca sinek avı yapılacak. Talimata uymak mecburi. Rza göstermeyene para cezası.”

Mücadelede yararlılık gösterenlere ödül maiyetinde valilikten teşekkür mektubu verileceği bildirilmiş. Özel, telden yapılmış raketler, yapışkan kâğıtlar ve saireyle halk cenge hazırlanmış. Aile bireylerinin elinde raket, evde, işyerinde hummalı bir mücadele. Ertesi gün gazetelerde çarşaf çarşaf haberler.

“Sinek avı seferberliği sonrası 10 milyon sinek öldürüldü ...”

Ancak sinek nüfusunda belirgin bir değişiklik olmaması kaçmamış gözlerden. Bunun üzerine “Her pazartesi yine saat 13’te tekrarlanacağı" duyurulmuş.

Hatta işi ne denli ciddiye aldıkları anlaşılsın diye 8 kişiye para cezası kesilmiş, yaklaşık 300 kişi ve işyerine de ihtar ve uyarı cezası verilmiş. Sonuç olarak, katılım azalınca uygulamadan vazgeçilmiş, zaten havaların soğumasıyla sinekler de kente veda etmiş, ama sinek avlamak deyimi de o günlerden bugünlere kadar gelmiş.”

Okumaya devam ediyoruz. Yazar, araştırmacı, iş insanı, köşe yazarı, aktivist, önceliği kadın, çocuk ve girişimcilik olan hülasa çok yönlü bir insan Sema Soykan’ın “Öteki Şeylerin Tarihi” adlı kitabını okuyoruz. Bir dolu sözün, deyimin, atasözünün kökeni, tarihçesi ve evrilmeleri üzerine çok muhteşem kelamlar etmiş. Birçoğunu biliyordum lakin yukarıda verilen ara başlık üzerinden “sinek avlamanın” canım yurdumda gerçekleşen bir vakadan türediğini yeni öğrendim, duymuşsam da unutmuşum demek ki… Dediğim gibi muhteşem bir hikâye… Bu kadar abuk işler olmamıştır deyip teyit maksadıyla gazete arşivlerinden baktım, çok üzülmeme rağmen doğruluğu beni şaşırtmadı… Canım Yurdumu yöneten koca koca, deyim yerinde ise deve dişi gibi bu muhteremlerin böylesi bir akıbeti kestiremeden bu kabil tatbikatlara yönelmeleri artık günümüze ışık tutsun gayri… Diğer taraftan bu tatbikatın nafile ve beyhude olduğunun müşahede edilmesini müteakip mezkûr periyotta cereyan eden cezalandırmaların telafi edilip edilmediği merak konusudur… Kesilen cezalar geriye ödenmiş midir? Kesilen cezaların muhtemelen her birinin kanunlarda karşılığı vardır. Zaten kanun devleti olmak bunu gerektirir. Velev ki ceza kesmeye münasip bir kanun bulunmuyor, meclis toplanır behemehâl bir kanun yapıverilir.  Efendim, kanunun geriye yönelik geçerliliği olur mu? diye sorulmaz bu kabil vaziyetlerde, nihayetinde bunlar devlet ve memleket işleri. Artık ne çıkarsa bahtına. Bu işten muaf tutulanlar olmuş mudur? Muafiyet oldu ise sıralama nasıl olmuştur acaba parti, siyasi temas ve yüksek iltimas, madeni haz, ten ile temas vs vs gibi faktörler devreye alınmış mıdır ki? Bilmiyoruz şüphesiz… Lakin akla geliyor…

Hülasa, okuduğumuz kitap, ezelden ebede akan zaman içinde belki de üstüne hiç düşünmediğimiz lakin refleksif ve sıkça kullandığımız bir dolu sözün, deyimin ve atasözünün ve dahi gelenek, görenek ve adetlerin nereden, nasıl, ne zaman ve hangi sebeple zuhuru ve hayatiyeti gayet başarılı ve açıklayıcı biçimde ele alındığının adeta bir arşividir. Sıkça kullandığımız lakin ne zaman ve nasıl kullanmaya başladığımız, zaman içerisindeki mana ve kullanım değişiklikleri üzerine bu kadar detaylı, öğretici ve akılda kalıcı bir kitabın neredeyse tekmili birden hazırlanışı önemli bir kıymet bence…


Yazar; “bilmeyenler için yeni, bilenler için hatırlatma, eksik bilenler için tamamlama olması umuduyla” diyor önsözünde kitabın, emin olun benim için tam da 3 önermenin geçerli olduğu bir vaka… Yeni öğrendiklerim oldu, yeniden hatırladıklarım oldu, yanlış bildiklerimi düzeltme fırsatı oldu, teşekkürler… Kitabın girişindeki “acı kahvenin kırk yıl hatırı vardır” ile başlayan ve yaratılan bu güzel kitap için “bana bir şey öğretenin kırk yıl kölesi olurum” diyerek teşekkürlerimi ifade ediyorum.

Gerçi inanıyorum, yahu bunları öğreniyorsun da ne oluyor diyenler vardır, varsa eğer, bak bunu düşünmemiştim, der, geçer giderim… Zaten öğrenmek istemeyenlere göre işler değildir bunlar… Merak ile yola çıkarak başına çok şey gelenlerden mi olmak istersiniz diye sorulursa da cevabım merak önemli lakin mezkûr sonuçları ırak olsun derim…

Nihayetinde de bakıyoruz, bizi bizim finansmanımızla, bizim örf ve ananelerimizle, bizim hayat konforumuzu arttırmak maksadı ile bizim arzuladığımız kurallar muvacehesinde yönetsin diye klasik deyimdir ya atadığımız memurların yaptıklarına, sukut-u hayal vallahi… Yüzyılın başında Çeşme’nin 1914 – 1918 yılları arasında kaymakamlığını da yapmış Hilmi Uran’ın “Hatıralarım” adlı kitabında da Çeşme’de yaşanmış bir sivrisinek hikâyesi var, bir gün yeri gelince aktarırım onu… Gerçi hikâyedeki mevzunun kahramanı sıradan bir vatandaş lakin yine de değinmek öğretici ve eğlenceli olabilir. Zaman, mekân ve teknik terakki dâhilinde imkân ve kabiliyetler göz önüne alınınca acaba tayin ettiğimiz memurlar bizimle eğleniyorlar mı diye de sorasım geliyor… Umarım bu “sinek avlama” hikâyesi bugünkü yerel yönetimlerimize misal teşkil etmez, maazallah yanar gülüm keten helva…

Cuma, Mart 21, 2025

ÇEŞME ve KOPANİSTİ PEYNİR

 “Rakı Kavun Peynir” üçlüsü derler ya esasen de bana göre “Rakı, Kavun ve Kopanisti” olmalı bu üçlü… Bu bana göre tabii ki… Ağır ve kalıcı kokusundan ötürü bilmeyenler açısından bir ıstıraptır kopanisti bulunan masada oturmak… Bilenler açısından fazla anlatmaya gerek yoktur lakin bilmeyenler açısından kayda almak manasında meşakkatli bir imal süresi ve süreci olan bu peynir her şeye rağmen kolay dudak bükülecek burun kıvırılacak bir mamul değildir. Masadaki has sızma zeytinyağı ile hemhal kopanistiden aslan sütünden alınan her yudumdan sonra şöyle çatalın ucunu bir dolandırarak alınması ve üzerine de acılığın ve tuzluluğun seyreltilmesi adına bir küçük parça Çeşme Kavunu yeniliyor olmasının verdiği hazzı bilmeyenlere nasıl anlatabiliriz ki… Hatta aslan sütünü sevmeyenlerin bile “halis ev ekmeği” diliminin kızartılarak üzerine azıcık kopanisti ve zeytinyağı sürülmesi halinde kokudan fazlaca bir eser kalmayarak ortaya çıkan lezzetini her daim anlattıklarına şahitliğim vardır…

Kopanisti, keçi sütünden imal edilmiş “lor peynirinin”, sepet peynirinin (kelle peyniri) sepet altı (torba altı) suyuyla fermente edilmesi ve imalat sürecinde sürekli olarak karıştırılıp dövülmesi ya da ezilmesi ile yaklaşık 1 ile 1,5 aylık bir sürecin sonunda tüketime hazır hale gelen peynir türüdür. Benim anladığım kadarı ile Yunancadaki “ezilmiş” ve “dövülmüş” kelimelerinden türemiş olmakla birlikte Türkmen kökenli bir mamul olup nihayetinde de asıl telif hakkına sahip olması gerekenler tarafından unutulmaya yüz tutmuş “suyun öte tarafında” ise hala yaygın olarak üretilen bir peynir çeşidi olan kopanisti müthiş zahmetli imalat sürecine layık bir tüketim tercihi olamamıştır maalesef… Gerçi halen ziyadesiyle yaygın bir vaziyette gerçek sahipleri üzerine tartışmalar yürütülmekte olup kimileri Yunan Adaları kökenli iddiasını çok çeşitli yaklaşımlarla destekleyerek ilan etmekte olsa da bence çok da önemli olmamakla birlikte keçi besleme geleneğine bakılınca sanki bizim Türkmenlere daha yakın görünmektedir. Netice itibariyle Türklere mi ya da Yunanlılara mı ait bir kenara tartışılmaz şekilde Çeşme Karaburun ve hemen karşısındaki Yunan Adalarına ait bir geleneksel bir keçi sütü mamulüdür. Diğer hayvan sütlerinden yapılmaz mı? Şüphesiz yapılır lakin aynı ağız tadının oluşamayacağı aşikârdır… Ege Üniversitesi eski öğretim üyesi arkadaşım sosyolog Engin Önen bir çalışmasında Seydi Akbaykal’dan şöyle aktarır¸ “Kopanisti bebek gibidir. Konuşmaz ama ben onun dilinden anlarım. Yoğrulurken kulak hariç bütün duyu organları ile hissedersiniz onu. Kokusu, rengi, tadı ve yumuşaklığı/kıvamı ile.”

Şimdilerde Çeşme ve Yarımada’da kopanisti peynirine ulaşmak gerçekten çok kolay olmamaktadır, geçtiğimiz yıllarda en son Sakız Adasından satın aldığım kopanistinin ağır kokusundan dolayı evde olmadığım sırada “kokmuş, bozulmuş” sanılarak atılmasına epey üzülmüş idim. Evet, ağır ve kalıcı hatta geniş kitlelerde itici ve sinici kokusu sebebiyle kopanisti imalatı yapan kişilerin bir kısmına da lakap olarak verilmiştir. Gerçi benim hiç katılmadığım şimdilerde kırılmaya yüz tutmuş yaygın bir kabulleniş vardır Canım Yurdumda “keçi sütü” ve “keçi sütü peyniri” kokusu nedeniyle tercih edilmemektedir. Peynir imal tekniklerinin ve teknolojilerinin de son hızla gelişmesi ve değişmesi neticesi geleneksel imalat süreçlerinin de terk edilmesine sebep olması nedeniyle kaybedilen tatlar da “markalaşma” uğruna kapitalist tatbikata kurban edilmektedir lakin önüne geçilmesinin mümkün olmadığı da aşikârdır.

Çeşme ve yöresinde bazı büyüklerimizin “bazmoz” diye bahsettiği esasen de “mazmoz” denen bir yöntem vardır balık avcılığında… Başka alanlarda çok başka manalarda kullanılmakla beraber balıkçılıkta balıkların av alanlarına çekilmesi uğruna yapılan bir açık yemleme tekniğidir “mazmoz”… Mazmoz’un ilk tatbikatına denk gelmem Ilıca’da olmuştur, ekmek ile kopanisti peynirinin karıştırılıp yoğrulması ile meydana gelen kokulu lakin balıklar için cezbedici bu mamulün denize serpilmesi neticesinde balıkların istenilen av alanına toplanmasının temini biçimiyle… Esasen kopanisti peyniri kalker türevi oldukça hafif ve delikli deniz taşlarının başta deliklerine gelecek şekilde tüm yüzeyine bulamaç şeklinde sürülerek meydana gelen mamulün “kirto” denilen balık avı sepetleri içine yerleştirilmesi suretiyle balık avına matuf kullanılması ile yaygın bilinir. Bu yöntem genellikle sığ sularda yapılan avlanma faaliyetlerine başta da kefal ve karagöz gibi balıklara yönelik kullanılırdı. Bir de hatırladığım kadarıyla “voli” denen bir usul ile balık avlama işi vardı, balıkçıların balık olan alanı ağlarla çevirip, çevrilen alanda biraz gürültü ile balıkların ağlara yönelmesinin temini şeklinde, işte ağ çevirme işlemi öncesi de kopanistili mamul yemleme maksadı ile kullanılırdı.

Ticari olmayan geleneksel yerel üretimlerin sonunu getiren süreçler, geleneksel gıdaların üretimi ve tüketiminin de sonunu getirmiştir haliyle… Sanayileşme, bir manada da kapitalizm tüm gıdalarda olduğu üzere peyniri de kaçınılmaz olarak sanayi mamulü haline getirmiş, daha hızlı, daha kolay, daha çok ve daha dayanıklı esasen de daha kar edilen bir meta haline dönüştürmüştür. Tam da bu sebeplerle bir sanayi mamulü olmayan ve olamayacak kopanisti de tüm bu gelişmelerden nasiplenir ve unutulmaya hatta tukaka ilan edilmeye mahkûm olur. Çünkü kopanisti imalat tekniği ve süreçleri sebebiyle sanayileşmeye hiç uygun değildir tam da bu yüzden çok ve hızlı sermaye temerküzüne yatkın sanayi erbabı tarafından elin tersi ile kenara itilir. Esasen meşakkatli imalat süreci de fiyatlandırma açısından sanayi tarafından gelişen gıda teknolojisinin de yardımı ile çok hızlı ve görece ucuz imal peynirler karşısında tercih edilmez hale gelmektedir. Artık piyasa, görece ucuz lakin gıda güvenliği ve sağlığı açısından bir hayli sıkıntılı olan mamullere kalmıştır kopanisti gibi özel çaba, özel tecrübe ve özel maharet gerektiren peynirler rekabet edebilecek durumda değillerdir.

Bazı çevrelerde; benzer çabalar ve süreler ile üretilen bazı peynirlerin benzer özellikleri öne çıkarılarak kesişmeler tespit edilmeye çalışılsa da Kopanisti peyniri bir başka peynire benzemez, benzetilemez… Mesela Seferihisar İlçemiz taraflarında üretilen meşhur “Armola” peynirine benzetilmeye çalışılır lakin hem birlikte yoğurulan malzemeler hem de ortaya çıkan sonuç farklıdır…

Netice itibariyle tadı asla ve kata bir başka peynire hiç benzemeyen “kopanisti” peynirinin, keskin, kesif kokulu, acımsı ve kekremsi lezzette, kremsi yapıda, yumuşak ve azıcık da tuzlu tadına bakılmasını öneririm, şüphesiz ki tadını bilmeyenlere ya da bir kere deneyip bir daha denemeyenlere olacak bu çağrım… Çok değişik lezzetler yakalamak için içine kapya biber başta olmak üzere çeşitli sebzeler katılarak imal edilen yeni tatlar oluşturan değişik bazı imalatlara da rastlanmaktadır şimdilerde…