Taner Akçam'ın " TÜRK ULUSAL KİMLİĞİ ve ERMENİ SORUNU" kitabından pasajlar.
Türk ulusal kimliğinin oluşması, İmparatorluğun kaybedilen büyük topraklar ile giderek küçülmesi üst üste birleşince ortaya çıkan korku sonucu, kimilerie göre katliam kimilerine göre tehcir ortaya çıkıyor. Ama, gerek amele taburlarında gerekse de tehcir anında yollarda açlık ve hastalık sonucunda kimilerine göre 394.000 kimilerine göre 1.000.000 Ermeni öteki dünyaya tehcir ettirmeyi gerçekleştirmiş bir ırkın ahfadıyız, netekim. Yazar şüphesiz kendi araştırmaları sonucu yargılarına dayalı yazmış bu kitabı ama sanki ciddi ciddi bir Amerikan ve Fransız etkisi de sırıtıyor gibi.
TÜRK ULUSAL KİMLİĞİ ve ERMENİ SORUNU
TANER AKÇAM
Sözkonusu tabunun altında, Türk, Kürt, Ermeni yüzbinlerce insanın karşılıklı kıyımlar ortamında ölmüş, öldürülmüş olması gibi korkunç bir gerçeklik, başta Anadolu olmak üzere tüm Ön Asya halklarının birlikte yaşama kültüründe, yaratılmış devasa bir tahribat vardır, insanların "biz" ve "onlar" diye iki düşman safta "taraf" olmaya sürüklendikleri bir ortamın, bir dönemin ürünüdür bu bilanço. (yayınevinden )
I. Dünya Savaşı arifesinde, o zamanki Anadolu nüfusunun tahminen yüzde 20-30'unu oluşturan Ermeniler ile Pontus ve Batı Anadolu Rumlarının binlerce yıldır yaşadıkları Anadolu topraklarından adetâ silinmiş olmaları, her şey bir yana, başlıbaşına bir sosyolojik-kültürel depremdir. Pontus ve Ege Rumları özellikle Kurtuluş Savaşı esnasında yerel Müslüman halkla küçük çaplı bir iç savaş yaşadıktan sonra ya göç etmiş ya da "mübadele" ile Yunanistan'a sığınmıştır.
Bugünkü Yunanistan nüfusunun önemli bir kısmı bu insanlardan, onların çocuklarından oluşmaktadır.(sayfa 10)
Pontus-Ege Rumları ve Ermeniler, bin yıla yakındır Türklerle, çok daha uzun süreden beri Kürt ve Lazlarla aynı şehirlerde, yanyana köylerde, hattâ birçok yerde aynı köy ve kasabada içice yaşamış, çağdaş toplumlara kıyasla -halk düzeyinde-üst derecede hoşgörülü bir ortak yaşam kültürünü birlikte oluşturmuşlardır. Hal böyleyken, 19. yüzyılın sonlarından itibaren başlayıp birdenbire denebilecek denli hızla akan bir sürecin içinde Müslüman halklarla bu Hıristiyan azınlık halklar birbirlerini ölümcül düşmanları gibi görmeye zorlandıkları bir anafora sürüklenmişlerdir. (sayfa 12)
Resmî Türk kaynaklarının bile 300.000 olarak verdiği, dönemin resmî Osmanlı kaynaklarında 800.000 olarak geçen ölümler, hemen hemen tüm eserlerde, "hava koşulları, yaşlılık, açlık" gibi nedenlerle izah edilmekte ve haklı gösterilmektedir. Bu bir insanlık ayıbıdır.
Çünkü, bir yılda bu kadar insanın "istenmeyerek bile olsa" ölmüş olmasından duyulması gereken üzüntünün zerresini bile bu eserlerde bulmak mümkün değildir.
Kendi rakamlarıyla bile 300.000 insanın ölümü, büyük bir rahatlıkla, "hakettiler" biçiminde izah edilmektedir.'Bir yıl içinde 300.000 insanın ölmesinin (güne vurulduğunda neredeyse gün başına 1.000 kişi düşmektedir) korkunçluğu üzerine düşünmek, bu tür olayların nasıl engellenebileceği üzerine açıkça tartışmak yerine, "kulaklarına küpe olsun, yoksa yine yaparız" türünden bir tavır, bu eserlerin tümüne egemendir. Sebepleri ne olursa olsun ortada olan bir barbarlığa karşı çıkmak, bundan üzüntü duymak yerine, bunu doğru bulmak, savunmak tercih ediliyor.(sayfa 22)
1908 yılında, Meşrutiyeti kutlamak için İstanbul ve Selanik'de sokaklara dökülen yığınlar, söyleyecek bir milli marşları olmadığını farkederler ve Meşrutiyeti Fransız Milli marşıyla kutlarlar.
Ulusal kimlik üzerine ciddi ciddi düşünülmeye başlanması ancak 20. yüzyıl başlarıdır. Macar Şarkiyatçısı Vambery, 1898 yılında yazdığı bir kitapta, "İstanbul'daki Türkler arasında Türk milliyetçiliği sorunuyla ya da Türk dilleriyle ciddi bir biçimde ilgilenen bir tek kişiye rastlamadım," der.(4) Türk milliyetçiliğinin düşün babası sayılan Ziya Gökalp 1896 yılında, Leon Cahun'un Türkler üzerine yazdıklarını okuduktan sonra eski Türk tarihine ilgi duymaya başlar, "..İstanbul'a geldiğim zaman ilk aldığım kitap Leon Cahun'un tarihi olmuştu. Bu kitap sanki Türkçülük ülküsünü özendirmek üzere yazılmış gibidir." (sayfa 37)
Konuyla ilgilenen tüm bilimadamları, İslam'ın Türk ulusal kimliğinin oluşmasına yaptığı bu "olumsuz" etkiden söz ederler. Vambery'e göre İslam, "ulussuzlaştırma (ulus olmayı eritme) eğiliminde hiçbir yerde... Osmanlı Türklerinde olduğu kadar büyük bir başarıya ulaşmadı." Benzeri tespitleri Lewis'de de buluruz: "İslamlığı kabul eden uluslar arasında hiçbiri, kendi ayrı özdeşliğini İslam ümmeti içinde eritmekte Türklerden daha ileri gitmedi." Böylece bütün İslamlık öncesi Türk geçmişi, "unutulmuş ve İslamlık içinde silinmiştir...Hatta Türk adının kendisi ve ifade ettiği varlık bile bir anlamda İslami niteliktedir. (sayfa 38)
Osmanlıların büyük bir imparatorluk olması, kendi tarih bilinçlerini de etkilemiştir; Vatan ve Millet gibi kavramlara son derece yabancıdırlar. Bu nedenle Batı'da gelişen milliyetçiliği Osmanlı yöneticileri hiçbir zaman anlamadılar.
Anladıklarını iddia edilebileceği durumlarda bile bunu "başıbozuk serserilerin" eylemleri olarak algıladılar. Fransız Devrimi'ne karşı takınılan tutum bu konuda bir örnek olarak verilebilir. Osmanlı yöneticilerine göre devrim, "bir fitne ve fesat ateşidir." III. Selim dönemi Reisülküttap'larından Ali Efendi, Fransız Devrimi üzerine hazırladığı uzunca bir raporunda, devrim önderlerini, "ortalığı karıştıran birtakım iğrenç kişiler... kışkırtıcılar... bozuk amaçlılar" olarak tanımlar. Bu raporu Tarih-i Cevdet'de aktaran Cevdet Paşa'nın kendisi de, aradan yüzyıla yakın bir zaman geçmesine rağmen, devrim üzerine Ali Efendi'den farklı düşünmez. Devrim önderleri, "alçaklar" ve "serserilerdir". Devrim, "sözün ayağa düşme(si), işin serserilerin elinde kalması(dır)." (sayfa 39)
Bu bağlamda verilebilecek ilginç bir örnek, Bulgar ulusal ayaklanmalarının Osmanlı yöneticilerince algılanış biçimidir. Ayaklanmaların ulusal içeriğine hiçbir biçimde değinmeyen yöneticiler, bunları, ya "Rus kışkırtması" ya da yıllarca belli olanaklara sahip azınlıkların kıymet bilmezlikleri olarak değerlendirmişlerdir. Hiçbir yazışmada ya da belgede, sözkonusu olanın milli nitelikte bir ayaklanma olduğuna dair bir değerlendirmenin bulunmuyor oluşu gerçekten ilginçtir. (sayfa 40)
Osmanlı Mebusan Meclisi Reisi, Halil Menteşe anılarında, Türklerin yurt içindeki muhtelif unsurları birleştirmek zorunda oldukları için, Millet Meclisinde "Biz Türküz" demeye cesaret edemediklerini aktarıyor. Balkan Harbi'ne kadar yönetici nitelikleri gereği Türkçülük yapamayan İttihat Terakki, bünyesindeki azınlıkların büyük bir kısmını kaybedince "zincirlerinden boşandı", "İttihat Terakki'nin Türkçülük akımı bu savaşın dumanları içinden sanki fışkırdı. 'Ben varım' diyemeyen Türkler, bu sözleri Balkan Harbi sonunda söyleyebildiler." Ve bu geç kalmanın verdiği telaş ile birlikte son derece hızla Türkleşme politikalarına başladılar. (sayfa 40)
Türkleşmeyi hızlandırmak amacıyla kurulan bu örgütlerden Türk Gücü, programına "Türk ırkını çöküşten kurtarmayı" amaç edindiklerini yazıyor ve son derece ırkçı, saldırgan bir dil kullanmaktan çekinmiyordu. Derneğin amacı için şunlar söylenir:
"Türk Gücü ta Karakurum'da fışkırıp taşan, coşkun akınlarıyla bütün dünyayı kaplayan, bükemedik bilek, kırmadık kılıç, vurmadık kale bırakmayan, fakat bugün düşkün, dağınık Türk kuvvetini yeniden var edecek, yaşatacak, Türk'ün o açık alnını yeniden yükseltecek, o yılmaz keskin gözünü yine parlatacak, o geniş göğsünü yeniden kabartacak, Dernek'in meydancısı, Ocak'ın bekçisi, Yurd'un koruyucusu, Turan'ın akıncısı olacak!
Türk'ün o demir pençesi yine dünyayı kavrayacak, yine dünya o pençenin karşısında tir tir titreyecek. (sayfa 41)
Osmanlılardaki bu yaygın Türk düşmanlığı genellikle şu nedenlere bağlanır:
• Devşirmeler: Osmanlı devlet adamının kimliğidir bu. Hıristiyan çocukların, küçük yaşta toplanarak, merkezî okullarda eğitilmeleri ile oluşan Osmanlı merkezî bürokrasisi, Türklere iyi gözle bakmamış ve onu daima aşağılamıştır. Hatta, imparatorluğun gerilemesini yönetim mekanizmalarına "Türklerin sızması" ile açıklayan yöneticiler dahi olmuştur.
• Timur yenilgisi: Anadolu Türk beyleri 1402 yılındaki savaşta, Osmanlıya "ihanet" ederek Timur'un yanına geçmişler ve böylece Osmanlının yenilgisine yol açmışlardır. "Osmanlı devşirme devlet erkanı, Timur önündeki yenilginin hanedana verdiği kompleksi ve bu yenilgiden doğan acıları sömürerek... Anadolu Türküne karşı güvensizlik duygusu... (ve) hınç aşılamaya çalışmışlardır."
• Arap İslam bilimi: Osmanlı toplumundaki Türk düşmanlığının ve aşağılanmasının önemli nedenlerinden birisi de Arap-İslam bilimiydi. Osmanlı Medreselerinde, Türkleri aşağılayan ve onları hayvanlarla eşdeğer gören Arap-İslam eserleri eğitim sisteminin temelini oluşturuyordu. Arap-İslam aleminde Türkler, özellikle Kur'an yorumlarında insanlık düşmanı canavarlar sürüsü, insanlığa felaket getirici bir ırk şeklinde tasvir edilmişlerdir. Muhammed'e ait olduğu söylenen bazı hadislere tüm bu eserlerde yer verilmiştir. "Küçük gözlü, kırmızı yüzlü, basık burunlu ve suratları kalın deriden yapılmış kalkanlara benzeyen (yayvan suratlı) Türk'lere karşı savaşmadıkça hüküm günü gelmeyecektir." Türkleri aşağılayan ve hayvan yerine koyan bu ve benzeri ifadelere, hemen hemen bütün İslami temel eserlerde rastlamak mümkündür. Sadece birkaç örnek vermek gerekirse: Türkler'in diyarı, "küfrün ve fitnenin kaynağı"dır. Türkler "çengel gibi tırnaklı, vahşi hayvanlarınkine benzer azı ve yan dişleri olan, köpek dişlerine benzeyen dişleri bulunan, çeneleri develerin çenelerine benzeyen, vücutlarının tümü kıl ile kaplı olan, ve bir şey yedikleri zaman katırların ve kısrakların çıkardığı ses gibi dişlerinin tıkırdadığı duyulan" yaratıklardır. (sayfa 45)
Osmanlı tarihinin ürünü olarak gelişen, bu Türkleri aşağılayan ve hor gören bakış, "dış tarih"çe de pekiştirilmiştir. Gerek Ortaçağ gerek Yakın Çağ tarihinin Türkleri, "barbar, şiddet düşkünü yaratıklar" olarak tanımlayan eserlerle dolu olduğunu biliyoruz. Örneğin, Rönesans dönemini tarayan Esther Kafe, bu dönemin eserlerinde, "hoyrat, kösnül ve hayvan insan"; Muhammed'in ümmetine yaraşır "bu iffetsiz, kokuşmuş, iğrenç köpek"; "küflü ağzını yalnız çok kutsal Hıristiyan dinine karşı bağırmak, saldırmak" için açan Türk efsanelerinin bir biri arkasından geçit yaptığını söylenmektedir.
Tüm bir Ortaçağa egemen olan, bu barbar, şiddet düşkünü, hayvana yakın Türk tanımının Yakın Çağ'da da devam ettiğini biliyoruz. Gerek Spengler, Danilevski, Toynbeegibi tanınmış tarihçi veya medeniyet teorisyenlerinde, gerekse birçok çağdaş yazarda bu kanının tekrar ettiğini görüyoruz. Örneğin Danilevski için Türkler, "tarihin en olumsuz etmenleri"dir. Ünlü Fransız tarihçisi Renan Türkleri "zekadan yoksun, kaba ve hoyrat bir kavim" olarak görür. Hürriyet savaşçısı olarak hepimizin kalplerinde yer etmiş Voltaire mektuplarında defalarca, Türklerden, "bu zorbalar", "bu çapulcu insanlar" olarak bahseder.Türklerle savaş halinde olan Çariçe II. Katerina'ya yazdığı bir mektupta, "Hiç olmazsa birkaç Türk öldürerek size yardımcı olmak isterdim," diyerek, bunu yapamadığı için üzüntülerini bildirir. (sayfa 46)
Dönemin İngiliz Başbakanı Lloyd George, Türklerden daima hakaret ve nefret dolu bir dille söz eder. Örneğin Kasım 1914'de Türkleri, "bir insanlık kanseri, kötü yönettikleri toprakların etine işlemiş bir yara" olarak tanımlar. Bu nedenle, Türklerin olası bir zaferini, "Asya'dan Avrupa'ya taşınacak olan... talan, zulüm ve cinayet meşalesi" olarak niteler. Savaşın sonlarına doğru, 29 Haziran 1917'de, bir nutkunda, Türklerin, eski medeniyet beşiği olan Mezepotamya'yı çöle, Ermenistan'ı mezbahaya çevirdiğini söyler. Bu medeniyet beşiği yerler, "Türklerin yakıp yıkıcı zorbalığına bırakılmayacaktır," der. (sayfa 49)
Örneğin, 1911 yılında, Trablusgarp'ın İtalyanlarca işgali üzerine Enver Paşa, İttihat ve Terakki Merkez Komite üyelerini savaşa ikna etmek için şunları söylüyordu: "Öyle hareket etmeliyiz ki, medeni Avrupa'ya bizim barbar olmadığımızı ve hürmet edilmeye layık insanlar olduğumuzu göster(meliyiz)." Bu nedenle de savaşacağız ve "ya galip geleceğiz yahut da ölürsek şerefimizle öleceğiz. (sayfa 50)
Toplumsal bir paranoyadır bu. Güçlü bir "anlaşılamama" sendromu ve "yalnızlık" psikolojisi her türlü davranışımızı belirtiyor gibidir. "Türkler lisan, ilim ve sanatlarıyla cihan medeniyetine en evvel, en büyük hizmetleri ifâ etmiş oldukları halde bütün bu medeni hizmetleri unutularak, muhtelif maksatlarla tarih nazarında haksız olarak meskut ve ehemmiyetsiz gösterilmeye çalışılmıştır."
Maarif Vekili Esat Beyefendinin, 1932 yılında, Birinci Tarih Kongresi açış konuşmasında söylediği bu sözlerin, bugün dahi çoğumuzun ruh halini yansıttığını söylersem abartmış mı olurum? (sayfa 50)
Osmanlılık, İslamcılık gibi düşüncelerin egemen olduğu dönemlerde bile, bu düşünceleri savunanlar, bu düşüncelerle Türk egemenliğini kastettiklerini hiçbir yanlış anlamaya yer bırakmayacak bir biçimde tekrar etmişlerdir. Bu nedenle, dilde ve edebiyatta ilk Türkçülük çabalarına girenlerle, Osmanlıcı veya islamcıların aynı kişiler olması bir tesadüf değildir. Dönemin tartışmalarına atıfta bulunan Ahmet Rasim bizim için önemli olan şu tesbiti yapmaktadır. "O tarihlerde, yani 1278'den, yani 'Tasvir-i Efkârın yayımlanmaya başlamasından itibaren Millet-i Osmaniye terkibinin açık karşılığı Türk' idi."( sayfa 51)
Türk Ulusal kimliği yok olmak, ortadan kalkmak korkusu ile birlikte gelişmiştir. Osmanlılar, bir tarihçimizin deyimiyle, "imparatorluğun en uzun yüz yılı" olan son yüz yılını, "ha bugün, ha yarın" yok olacakları, parçalanacakları korkusu içinde geçirmişlerdir. "Şark Sorunu" olarak bilmen ve tüm bir 19. yüzyıl Avrupa diplomasisini uğraştıran sorun, Osmanlı İmparatorluğu'nun, emperyalist güçler arasında nasıl parçalanacağı sorunundan başka bir şey değildi. Osmanlı "Hasta Adam”dı ve bu "hasta" sadece büyük devletler kendi aralarında anlaşamadıkları için yaşamını sürdürebiliyordu. (sayfa 55)
8-9 Haziran'da İngiliz ve Rus yöneticileri Reval'de buluşurlar. Gerek Rus gerek Batılı kaynaklarda toplantının tutanaklarına ilişkin yapılan açıklamalarda, bu toplantıda, Osmanlı imparatorluğu ve onun parçalanması meselesinin görüşüldüğüne dair tek bir kanıt yeralmaz. Ama. ilginçtir, bu görüşme, "Türkiye'de... İngiltere ile Rusya arasında Türkiye'nin taksimi üzerine artık kesin karara varıldığı şeklinde akset(miştir)." Dış müdahale ve parçalanma korkusu ve iki ezeli düşman (İngiltere ve Rusya) anlaşamadığı için imparatorluğun ayakta kaldığına inanç o denli güçlüdür ki, bu iki ülkenin yakınlaşması tam bir panik yaratmıştır. (sayfa 56)
Hıristiyan ahaliye karşı gelişen nefret duyguları Tanzimat öncesi başlamış olmakla birlikte, özellikle "genel eşitlik" prensibinin ilan edildiği Islahat Fermanı ile tepe noktasına ulaşmıştır. "Reformlarla Müslüman halkın zimmîlerle eşitliğinin ilan edilmesi, Müslümanların dinî hislerini incitmişti." Nitekim Cevdet Paşa, Fermanın ilan edildiği gün üzerine şunları yazacaktır: "Bu Ferman'ın hükmünce teba'a-i müslime ve gayr-i müslime kâffe-i hukukta müsavi olmak lazım geldi. (sayfa 58)
Bu ise ehl-i İslama pek ziyade dokundu... birçoğu, 'Ehl-i İslama bu bir ağlayacak ve matem edecek gündür' deyi söylenmeye başladılar." Kendilerinden aşağı olan din gruplarıyla eşit sayılmayı Müslümanlar hakaret olarak kabul ediyorlardı. Nitekim, "Atalarımızın kanlarıyla kazandığı kutsal haklarımızı kaybettik. Yönetici olmaya alışkın halk, şimdi haklarını kaybediyor," düşüncesi bir tek "cahil, bilgisiz halkın değil, devlet adamlarının da (düşüncesidir)." (sayfa 59)
Yusuf Akçura'nın sözleriyle özetlersek, Hıristiyanlarla, "karışma ve uyuşmayı Müslümanlar ve bilhassa Osmanlı Türkleri istemiyorlardı. Zira, altı yüz yıllık hakimiyetleri hukuken bitecek ve bunca yıllar hükümleri altında görmeye alıştıkları reaya ile müsavat derecesine ineceklerdi. Bunun en yakın ve maddi neticesi olarak, o zamana kadar adeta inhisara aldıkları memurluğa ve askerliğe reayayı da iştirak ettirmek, diğer bir tabirle, nispeten az müşkül, aristokratlarca şerefli zan olunan bir çalışma yerine alışık olmadıkları ve hakir gördükleri sanayi ve ticarete girmek lazım gelecekti." (sayfa 60)
Daha düne kadar ikinci sınıf vatandaş sayılan Hıristiyanların eşit sayılmaları yetmiyormuş gibi, hem yabancı devletlerin himayesinden yararlanarak ayrıcalıklar elde etmeleri ve iktisaden iyi duruma gelmeleri hem de savaşlara katılmamaları buna karşılık savaşların tüm acısı ve yükünür Müslüman ahalice çekilmesi, Müslümanların nefret duygularını iyice körüklemiştir. 19. yüzyıl sonlarına doğru bir günlük gazetede yeralanlar bu nefret ve kıskançlığı son derece açık yansıtır: "Onlar (Türkler) Girit'te öldürtülür, Sisam'da kestirilir, Rumeli'de kırdırtılır, Yemen'de doğratılır, Havran'da biçtirilir, Basra'da boğdurulurdu. Oralara Rum, Ermeni, Bulgar, Ulah, Yahudi, Arap, Arnavut... gönderilecek değildi ya! Onlar evlerinde yurtlarında, çadırlarında otursunlar, işleri güçleriyle uğraşsınlar, zengin olsunlar, evlensinler, çoğalsınlardı. Onları kızdırmaya, onların aziz canlarını sıkmaya, nazik bedenlerini yormaya gelmezdi. Aksi halde onları nasıl Osmanlılığa ısındırabilirdik? Onları memnun etmeliydik ki lütfedip kerem edip Osmanlı kalsınlar." (sayfa 61)
Müslümanların, Hıristiyanlar karşısındaki egemen konumlarını sürekli kaybetmeleri süreci de farklı yaşanmadı. "500 yıl efendiliğini ettiğimiz, sütçü Bulgarlar, domuz çobanı Sırplar ve meyhaneci Yunanlılar karşısında" iktidarımızı kaybetmek onurumuza öylesine dokunuyordu ki, iktidarı barışçı biçimde terketmeyeceğimiz, çok kanın döküleceği açık açık ilan edilmekteydi. Müsavat (eşitlik) prensibinin fiilî icrasında Hıristiyanların Müslümanları fersah fersah geçmiş olmasından şikayet eden Ziya Paşa, bu durumu Müslümanlar için dayanılmaz saymaktadır: "Millet-i Islamiye şimdiye kadar dayandı durdu ise de iş tahammül ve sabır olunamayacak ve namus ve gayret-i İslamiye kaldıramayacak mertebelere yaklaştığından bir gün olur bıçak kemiğe dayanır, gemi azıya alacak olur." Ali Suavi bu tehditte daha da ileri gider ve Müslümanların, "mahkûmu olan bir kavmin (Hıristiyanların) daha ziyade mümtaz olmasını çekemedikten başka, kendine hakim olduğunu hiçbir vakit kabul edemez. Her şeyi gözüne alır,bunu için çok kanlar döker," der. Nitekim öyle de olur. Tüm bir 19. yüzyılda, iktidarı kaybetmenin verdiği öfkeyle Hıristiyanlara yönelik Müslüman saldırıları, ayaklanmaları gözlenir. 1844 Lübnan, 1855 Mekke, 1858 Cidde ve Suriye olayları bu nitelikteki ayaklanmalardan sadece bazılarıdır. 1856-61 Sırp ayaklanmalarının bir nedeni de Müslümanların egemen durumlarını kaybetmeyi hazmedememeleridir. (sayfa 67)
Sürekli yenilgiler ve toprak kayıpları sonucu güçsüz ve zayıf bir konuma düşüldükçe geçmişin büyük ve şaşaalı günlerine duyulan özlem artar. Örneğin, Balkan Savaşı ile İstanbul'un kaybedilme tehlikesinin yaşanması sonucu İstanbul'un fethedilmesi kutlanmaya başlanır. Fatih'lerin, Kanunilerin torunları olduğumuz, kahraman atalarımıza layık olacağımız gazetelerin, törenlerin değişmez konulan arasında yer alır.
Bu gösterilerden birisini aktaran Tekin Alp, "sanki İstanbul ikinci defa fetih ediliyordu" diyor. içinde bulunulan güçsüzlüğe ve çaresizliğe geçmişin büyüklüğü ile teselli aranır gibidir.
Bugün bile bu ruh halinden çıktığımız kolayca iddia edilemez. Batı karşısında, bizden birçok bakımdan üstün olduğu için duyduğumuz aşağılık kompleksi ile, "ah bir zamanlar biz neydik," diyen bir öfkenin veya hayıflanmanın karmaşası bir ruh halinin bizlere egemen olduğunu söylersek abartmış olmayız. (sayfa 74)
İşte Türklük"ve Türkçülük de, 500 yıllık efendiliğini ettiğimiz, "sütçü Bulgarlar, domuz çobanı Sırplar, meyhaneci Yunanlılar" karşısında oynanan gururumuzun canlanması için çıkış yolu olarak savunuldu.
Bu nedenle Türk ulusçuluğu Batılılar tarafından onuruyla oynanmasına, ezilme ve aşağılanmasına neden olduğuna inandığı azınlık uluslara, içine düşürüldüğü durumun intikamını almak duygusuyla yanaştı. Deyim yerindeyse "fırsat kolladı" ve dış devletlerin desteklerinin olmadığı noktada da katliamlar yapmaktan çekinmedi. (sayfa 75)
Özellikle 1840'lar sonrası, Hıristiyan topraklarındaki baskı ve katliamlardan kurtulmak için, "...geride öldürülmüş ana-babalarını, çocuklarını, akrabalarını, mallarını mülklerini bırakarak, Osmanlı İmparatorluğu'nun sürekli daralan sınırlarına yetişmeye çalışan" insanların sayısı milyonları bulur. Sadece 1855-66 yıllan arasında Kırım Savaşı nedeniyle Anadolu ve Rumeli'ye göç edenlerin sayısı bir milyon dolayındadır. Sırp, Girit isyanları gibi ayaklanmaların sonucu, yüzbinlerce insan canlarını kurtarmak için "varlıksız ve perişan bir halde" yerini yurdunu terkederek Anadolu'ya gelirler. Özellikle 1877-78 Osmanlı-Rus savaşındaki göçler ve göç sırasındaki katliamlar son derece dramatik boyutlar alır. Bunu 1912 Balkan Harbi sırasındaki Müslüman katliamları ve göçler takip eder.
Anadolu'ya binbir zorlukla kaçmayı başaran bu göçmenler bilinçli bir seçimle yerleştirildikleri yeni bölgelerde, kurdukları dernekler, yayın organlarıyla, yaşadıklarını canlı tutmaya çalışırlar, başlarına gelenlerin intikamını alma duygusunu hiçbir zaman terk etmezler. (sayfa 76)
Balkan Harbi sonrası İstanbul'a gelen göçmenlerin kurdukları bir derneğin yayımladığı bir şiir buna bir örnek olarak verilebilir. "Kulağına Küpe Olsun" adlı şiir, "Ey Müslüman kendini hiç avutma! / Yüreğini öç almadan soğutma," dizeleriyle bitmektedir. Yayın organının başında, "Bulgar Mezalimi, İntikam Levhası" yazısı okunmaktadır. Bu bile tek başına, göçmenlerin içinde bulunduğu ruh halini bildirmeye yeter. Bu nedenle, bu insanlar, katliamlardan kurtulmuş zavallılar olmanın ötesinde, aynı zamanda Anadolu'da kitleler halinde katledilecek diğer azınlıkların (başta Ermenilerin) gönüllü cellatları da olacaklardır. 1878-1904 yıllan arasında, sadece Ermenilerin yoğun olarak yaşadığı bölgelere yerleştirilen göçmen sayısının 850.000 olduğunu söylersek, göçlerin ve sonuçlarının boyutları konusunda bir bilgi sahibi oluruz.(sayfa 77)
Bir tek Enver Paşa'nın duygulan değildir bunlar. Balkan yenilgisinin hemen arkasından, dönemin basınına da aynı ruh hali egemendir. "Ah, vah", "Sana Doymadan" dizeleriyle kaybedilen topraklar üzerine şiirler düzülüyor, "Kin" başlıklı şiirler yayımlanıyordu. "Kabrinde müsterih uyu ey namdar atam.../Evladının bugünkü adı Sadi intikam" Hazmedilmemiş mağlubiyetin acısı tüm bir toplumu sarmıştır. Çocuklar bile intikam duygusuyla dolup taşmaktadırlar. (sayfa 79)
Görüldüğü gibi, sürekli toprak kaybetmenin Osmanlı-Türk yöneticilerde yarattığı intikam duygusu, özellikle bu topraklarda yaşayan, "dünkü uşaklara", azınlıklara yöneliktir. Ve Birinci Dünya Savaşı'nda, Bulgar'dan, Yunan'dan alınamayan bu intikam, "emperyalistlerle işbirliği yaparak bizi arkadan vuran, nankör Ermeni'den" alınacaktır, imparatorluk içinde var olan diğer halklar da, örneğin Araplar da bu intikam duygusundan nasiplerini alacaklardır: "Bağdat düşmüştür. Osmanlı ordusu kenti terk etme hazırlığı ve telaşı içindedir... Kolordu Kumandanı Kazım Karabekir Paşa oradadır. Bu sırada Miralay Bekir Sami'nin emriyle halk bir meydana toplanmaktadır. Bekir Sami Bey elinde makineli tüfekle halkın üzerine ateş etmektedir.(sayfa 80)
Karabekir Paşa sorar:
'Bekir Bey ne yapıyorsun? Bu halkın ne günahı var?' Bekir Sami Bey'den aldığı yanıt şu olmuştur: 'Dört yüz yıllık Osmanlı Tarihinin Hesabını görüyorum'." (sayfa 81)
Bulgar ayaklanmalarında da tablo aynıdır: "Olay derhal Avrupa'ya büyük bir gürültüyle yansıtıldı. Tabii öldürülen Türklerden ve ilk saldırıların Bulgarlardan geldiğinden hiç bahsedilmedi. Fanatik Türkler durup dururken saldırıya geçmiş ve masum Hıristiyanları yok etmişlerdi." Ermenilerin de benzeri metodlara başvurdukları sıkça aktarılır. Bu doğrultudaki bilgiler, Türk kaynaklarınca büyük bir zevkle aktarılır, İngiltere Büyükelçisi Sir P. Currie bir raporunda, "(Ermeni) İhtilalcilerin(in) ilk amacı kargaşalıklar çıkartmak ve üzerlerine insanlık dışı misillemeler çekerek bu yoldan Devletlerin insanlık adına müdahalelerine yolaçmaktı," der. Abdülhamit de aynı şeyleri söyler, "Ermenilerin gözle görünen amaçları, Türkleri kışkırtmak ve ondan sonra kendilerini bastırmak için üzerlerine kuvvet gelince, zulüm gördüklerini ileri sürerek Avrupa ve özellikle İngiltere'nin acımasını üzerlerine çekmektir." Robert College'in kurucusu ve ilk yöneticisi Dr.Hamlin de, 23 Aralık 1893'de bir Amerikan gazetesinde, Ermeni İhtilalcisi ağzından, onların taktiklerini şöyle aktarır: "...Hınçak çeteleri, Türkleri ve Kürtleri öldürmek, köylerini yakmak için fırsat gözleyecekler ve sonra dağlara kaçacaklardır. Bunun üzerine kuduran Müslümanlar, ayaklanarak savunmasız Ermenilere saldıracak ve bunları öylesine bir canavarlıkla öldüreceklerdir ki, Rusya insanlık ve Hıristiyan uygarlığı adına memleketi işgal etmek üzere ileri atılacaktır."(sayfa 84)
Kendisini “yok etmeye” yönelik çabaların, “insan hakları”, “ evrensel insanlık” adına yapılıyor olması bu kavramlara düşman bir ulusal ruh halinin oluşmasına yol açıyordu. Bu noktada da, Fransız işgaline karşı da oluşan Alman ulusal kimliği ile ilginç bir paralellik söz konusudur; “Diğer ülkelerdeki orta sınıfların muhafazakar-milliyetçi kesimleri insanlık ve ahlaki idealleri ulusal ideallerle sürekli birleştirmeye çalışmışlardır. Alman orta sınıfların bununla kıyaslanabilecek kesimleri bu uzlaşmayı bir kenara atmışlardır. Bunlar, sıkça bir zafer edasıyla, yükselen orta sınıfların, yanlışlığı artık iyice teşhir edilmiş olan hümanist ve ahlaki ideallerine karşı çıkmışlardır. Bu nedenle Alman liberallerden, F. Naumann, Türklerin batıdan gelen her türlü reform önerisine tepki göstermesini anlayışla karşılıyor ve bunun Napolyon işgali nedeniyle aydınlanma fikirlerine tepki gösteren Almanların ruh haliyle aynı olduğunu söylüyordu. (sayfa 89)
Kendisinin karşısında parçalanmasını ve dağılmasını isteyen, egemenliği altındaki Hiristiyan halklar ve emperyalist devletlerden oluşan geniş bir koalisyonla uğraşmak zorunda kalmak, Türk ulusal kimliğinin oluşumunu önemli ölçüde belirlemiştir. Dağılan bir imparatorluğun mensubu olmaları, vatanın elden gittiği ve kurtarılması gerektiğini bir fikri sabit halinde zihinlere yerleşmiştir. “Bir fesad coşmuştur gidiyor, Girid gitti, Trablusgarb gidiyor, Türkiya gidiyor, İslamiyet gidiyor… Bu hafta haritaya baktım, çoğu gitti azı kaldı” (sayfa 90)
İmparatorluğun sürekli bir parçalanma süreci içinde olması, çevresinin kendisinin mahfını isteyen güçlerce çevrilmiş olduğu inancını ortaya çıkarmıştır. Bu durum, daha önce de değindiğimiz gibi, Osmanlı- Türk insanında büyük bir korku psikozunun oluşmasına yol açmıştır… Uzun yıllar sadrazamlık yapmış olan Kamil Paşa bu duyguyu 1911 yılında yazdığı bir mektupta şöyle dile getirir; “ Osmanlı Devleti yalnız başına kalarak diğer devlet ve milletlerin ,ihtiraslarına ve saldırılarına maruz bir halde, yani tek başına kalmıştır… Bu gidişatın sonu, Allah göstermesin taksimdir” (sayfa 91-92)
1916 kongresinde Talat Paşa, konuşmasında; “ Herkes bize düşman olduğunu söylemektedir. Çevremizi saran bu düşmanların amaçlarının ise bizi öldürmektir. Biz Pan-İslamizm yapmadık, belki yapıyoruz, yapacağız dedik. Düşmanlarda yaptırmamak için bir an evvel öldürelim dediler. Pan-Turanizm yapmadık, yaparız, yapıyoruz yapacağız dedik ve yine öldürelim dediler” demiştir. (sayfa 92)
Örneğin, Abdülhamit, Ermenilerin son derece zengin olduklarını, Osmanlı memurlarının üçte birini oluşturduklarını, az vergi verip, askerlik yapmadıklarını söyledikten sonra, “Ermeniler , dejenere olmuş topluluktur… Ermeniler daima uşak durumundadırlar” demektedir. Ermenilerinin iyi konumlarının onların iktisadi güçlerinden kaynaklandığını söyleyen Abdülhamit, bu gücü kırmak için de Ermeniler üzerine yoğun bir baskı politikası uygular. Bu doğrultuda, Ermeni burjuvazisine darbe vuracak kararlar çıkartır ve tüm vilayetlere yollanan emirle, Ermeni tüccar, borsacı vb. sıkı denetim ve kontrol altına aldırtmıştır. (sayfa 97)
Abdülhamit’in sözlerinde çok güzel ifade edilir. “Yunanistan’ın ve Romanya’nın alınmasıyla” der sultan, “Avrupa Türk devletinin ayaklarını kesmiştir. Bulgaristan, ırbistan ve Mısır’ın kaybı bizden ellerimiz götürmüştür ve şimdi Ermeniler arasında propaganda ile bizim hayati önemi olan organlarımıza yanaşmak hatta bağırsaklarımızı koparmak istemektedirler. Bu toptan imhanın başlangızı anlamına gelir ve buna karşı tüm gücümüzle kendimizi korumak zorundayız” (sayfa 98)
“Çevresine daha çok değişik Müslüman milletlerden uzmanlar toplamış, devlet kadrolarında Hiristiyan sayısını azaltıp Müslümanları çoğaltmıştır… Avrupalıların silahlandırdığı Hiristiyan cemaatlere karşı Müslüman grupları silahlandırarak onlara savunma hakkı tanımış ve devletin onlardan yana olduğu kanısını yaratmıştır. Eskisi gibi, Avrupa istediği için Müslümanları cezalandırmamış, cezalandırsa da ödül denilebilecek cezalar uygulamıştır” Görüldüğü gibi, Abdülhamit Müslüman halkı silahlandırarak, yaratılan çeşitli vesilelerle Ermeni halkın üzerine saldırtmaktadır. Katliamlara katılanlara sonradan verilen cezalar da yazarın söylediği gibi ödül niteliğindedir. ( sayfa 99)
Osmanlılarda İslami temelde “ırkçı” söylemlerin varlığına rağmen, Ermeni ırkının toptan imhası gibi ırkçı bir programdan söz etmek zordur. Hatta savaşın ilk aylarında bile, Ermenilerle olan tüm çelişki ve gerilimlere rağmen, “ittihat ve terakki partisinin, imparatorluktaki Ermenilerin yok edilmesi gibi bir karar aldığına dair… herhangi bir işaret yoktur” Konu üzerine araştırma yapanlar bu doğrultuda bir kararın şubat sonu, mart başı verilmiş olduğu kanaatindedirler. O halde Osmanlıları bu yönde bir karar almaya iten faktörlerin neler olduğu sorusu önem kazanmaktadır. (sayfa 100)
Gerçekten de, Ermeni kırımına değişik bir özellik veren şey onun görünüşteki düzensizliği ve sistemsizliğidir. İlk görünüşte, merkezi bir yok etme planı yerine, yerel yöneticilerin suistimallerinden veya kontrol edilemeyen halk kitlelerinin saldırılarından oluşmuş istenmeyen katliamlar dizisinin sözkonusu olduğu izlenimi ortaya çıkabilmektedir. Her konvoydan hayatta kalanların sayısı refakatçi görevlilerinin insanlıklarına ve iyi niyetlerine bağlı idi. Bu bağlamda verilmiş herhangi kesin bir emir de yoktu. Yok etme planı oldukça belirsizdi. Gerekli olan konvoylardaki insan sayısını, resmi tehcir tezini haklı çıkartacak derecede, öldürme, kaçırma ve yetersiz beslenme ile son derece sınırlı boyuta indirmekti” (sayfa 105-106)
Bizim için bu tartışmanın ilginç yanı, merkezi olarak planlanmış kitlesel bir kırımın olup olmadığı değildir. İki yıla yakın bir zaman süresini kapsayan sürgünler sırasında açlık ve susuzluğa terk edilerek veya kitleler halinde katledilerek öldürülen Ermenilerin, Bahattin Şakir’in telgrafında da belirttiği gibi, merkezi bir emirle yok edildiklerini kanıtlayacak bol miktarda malzeme mevcuttur. (sayfa 106)
Ermenilerin güvenilmez ve kuşkulu halk grubu olarak ilan edilmeleri savaştan önce başlar. Daha 6 eylül 1914’de Osmanlı Hükümeti, “Ermenilerin kalabalık olduğu vilayetlere bir şifre tamim göndererek, Ermeni siyasi parti başkanları ve elebaşlarının hareketlerinin devamlı kontrol altında tutulması talimatını” verir. Savaşın çıkması ile birlikte, Osmanlı ordusundan son derece yaygın olan askerden kaçmalar tabii ki Ermeniler arasında da görülür. Ermenilerin askerden kaçtıkları ve dağlarda çeteler oluşturarak güvenliği tehlikeye soktukları Osmanlı-Türk tezlerinde sürgünün önemli bir gerekçesi olarak sıkça ileri sürülür. Oysa askerden kaçma Birinci Dünya savaşında o denli yaygındır ki, Liman von Sanders anılarında, “Anadolu dağlarında, köylerinde 200.000 asker kaçağı dolaşır. Bunlar, silâhaltındaki orduya eşittir…” (sayfa 107)
Ermeni katliamında ırkçı düşüncenin rolü nedir? Konuya ilişkin bazı çalışmalarda, Türk ırkçılığının katliamda belirleyici rol oynadığı ileri sürülür. Burada aksini iddia edeceğim. Türklerde, Ermenilere yönelik, Yahudi örneğinde olduğu gibi, onarlın ırk olarak ortadan kaldırılması gerektiğini savunan bir fikri bulmak zordur. 1880 ler sonrası geliştiğini söylediğimiz anti-semitizm benzeri ideolojik eğilimlere rağmen, Ermenilerin ırk olarak imhasını amaçlayan ırkçı bir düşünce toplumsal olarak gelişmemiştir. (sayfa 114)
Osmanlı yönetici kadrolarında da ırkçılığın fazla belirleyici olmadığını ileri sürebiliriz. Bu konuda, biraz garip ve inanılmaz gibi görünen bri örnek verilebilir. Bogos Nubar paşa, Rus Ermenilerinin temsilcisidir ve Rusya tarafından 1914 reform planının gerçekleştirilmesi görüşmelerine de katılmaktadır. Sadrazam Sait Halim Paşa, 10 şubat 1914 te Nubar Paşaya Osmanlı hükümetinde bakanlık teklif eder. “Başkanlığını ettiğim hükümette bir nazırlık kabul etmek suretiyle kararlaştırılmış ıslahatın yürürlüğe konulması için bana… yardımda bulunacak olursanız ekselanslarınıza minnettar kalırım,” der. Nubar Paşa, “ Türk siyasi hayatı üzerine hiçbir tecrübesi olmadığı ve Türkçe bilmediği” için bu teklifi reddeder. Biraz garip görünen bu olaya, Sait halim Paşa’nın zaten etkisi olmayan bir figür olduğu veya olayın kötü bir taktik olduğu vb. ititrazları yapılabilir, ama bunun en azından, ırkçı ideolojinin zayıflığını gösteren benzeri birçok kanıttan bir tanesi olduğunu söyleyebiliriz. (sayfa 115)
Gerçekten bir takım ideolojik tercihlere sonuna kadar bağlı kalmak ve bu ideolojinin gereklerini yerine getirmek gibi bir davranış Osmanlı-Türk yöneticilerine son derece yabancıdır. Eylemlerin hareket ettiricisi “ideolojisizlik ideolojisidir. Celal byar’ın ittihat ve terakki kadroları üzerine söylediği şu harika sözler bu konuda herhangi bir yorumu gereksiz kılar; “ İttihat ve Terakki Cemiyetinin belli başlı üyeleri arasında Tanzimat’ın Osmanlılık politikasına sadık kalanlar olduğu gibi ümmetçilik veya İslamcılık, Türkçülük ve milliyetçilik siyasetini güden şahsiyet sahibi insanlar da vardı. Bunlar daha çok devlet ricali ve büyük rütbeli memurlar arasında bulunurdu” (sayfa 116)
Osmanlı-Türk yöneticilerinin devlet yönetme felsefesinin ilginç bir örneği de yazılı belgelerle kurmuş oldukları ilişki biçimidir. Hatta onların, merkezi planlanmış katliam eylemini, aşırı pragmatizm olarak tanımladığımız felsefeleri sayesinde, bu derece bulanıklıkta bırakmayı başardıklarını söyleyebiliriz. Burada, Osmanlı-Türk yöneticilerinin yönetim zihniyetlerini anlayamayan bazı batılı ve Ermeni araştırmacıların ilginç bir tuzağa düştüklerinden dahi söz edebiliriz. Yazılı belgelerle, yaşanan olaylar arasında doğrudan ilişki kurmak isteyen batılı araştırmacılar, Ermenilerin toptan yok edilme planını ve bu plana ilişkin emirleri aramakta, bunların olmadığı durumda ise imha edildikleri fikrinden hareket etmektedirler. Hatta, belge bulmak baskısı altında kalarak, sahte oldukları iddia edilen bazı belgeleri yayınlayanlar dahi olmuştur. (sayfa 118-119)
Oysa Osmanlı-İslam dünyasında yazılı belgelerle kurulmuş son derece fonksiyonel bir ilişki sözkonusudur. Yazılı belgeler sadece yaşanan gerçekleri değil, gerçekleri manuple etme araçları olarak da kullanılmışlardır. “işi kitabına uydurmak”, İslamın “hileyi şeriye” geleneğinin de bir devamı olarak, Osmanlı-Türk yöneticilerinde önemli bir yönetim felsefesi haline gelmiştir. Bir sosyalbilimcimiz bunu, “ bürokratik dünya görüşü” olarak tanımlamakta ve bu davranışın gizli ve kimsenin gözüne çarpmayan bir temeli olduğundan söz etmektedir. O da kağıt üzerinde düzenlilik sağlamak uğruna toplumsal gerçekleri hasıraltı etmektir.(sayfa 119)
Sınırlı sayıda var olmalarına rağmen, konuya ilişkin bilinen resmi belgelerden de, Osmanlı-Türk yöneticilerinin yazılı belgelerle kurdukları ilişkinin mantığını okuyabilmek mümkündür. Yukarı da da belirtiğimiz gibi kararlar önce sözlü alınmış ve daha sonra olaya “resmi” bir karakter verilmiştir. Fakat resmen tehcir kararı almalarına rağmen, yöneticiler, kendi elçiliklerine yolladıkları genelgelerde, bu tür iddiaların tümüyle iftira olduğunu belirtmekten geri durmazlar. İtilaf devletleri, 6 haziranda Osmanlı devletine bir nota verirler ve Ermenilerin yok edilmekte olduğunu ve “Türkiye’nin insanlık ve medeniyete karşı işlediği bu cinayetlerden dolayı gerek Osmanlı Hükümeti üyelerini ve gerek bu katliamlara katılmış ve katılacak olanları şahsen sorumlu tutacaklarını” bildirirler. Bu bildiriye cevap veren Babıali, kendi elçiliklerine yolladığı bir genelge de şunları söyler; “Erzurum. Tercan, Eğin, Sasun, Bitlis, Muş ve Kilikya Ermenilerine karşı Osmanlı hükümetince hiçbir tedbir alınmamıştır. Çünkü baysallığı (güvenliği) bozacak bir davranışta bulunmamışlardır… İtilaf devletlerinin ileri sürdükleri birer yalandan ibarettir”. Görüldüğü gibi Hükümet konuya ilişkin almış olduğu resmi karar rağmen kendi elçilerine bile açıkça yalan söylemekten çekinmemektedir. (sayfa 120)
Aynı mantığı günümüzde işkence pratiğinde de gözlemlemekteyiz. Resmi yazışmalardan kalkarak Türkiye’de işkence olduğunu ispat etmeye çalışmak oldukça zordur. Hatta aksi daha kolay ispat edilebilir. Devlet işkenceye kesin karşıdır ve işkence yapan memurların üstüne çok sert gitmekte ve ihmali görülen memurları cezalandırmaktan çekinmemektedir. Gerçekten de öyledir. İçişleri veya Adalet bakanlıkları tarafından yayımlanan, işkencenin kanunen yasak olduğu veya işkence yapanların cezalandırılacaklarını üzerine onlarca kararname bulunabilir. Yüzlerce polise karşı işkence yaptıkları için dava açılmış, içlerinden onlarcasına çeşitli hapis cezaları verilmiştir. Bu resmi belgelerden kalkarak Türkiye’de işkencenin yasak olduğu ve yapılan işkencelerin münferit bazı olaylar olup, yapanlar hakkında derhal soruşturma yapıldığı ispat edilebilir. (sayfa 121)
İddia ettiğim şey, konuya ilişkin hiçbir yazılı belgenin olmamış olduğu veya hiçbir belgenin yakılmadığı değildir. Nitekim 1919 yılında İstanbul Divan-ı Harp soruşturmalarında sanıklar, İttihat ve Terakki merkez komitesine ait evrakların Dr. Nazım tarafından alındığını söylerler. Bu belgeler muhtemelen imha edilmişlerdir. Nitekim, Şevket Süreyya da Talat Paşa’nın yurt dışına kaçmadan önce, bri dostunun Arnavutköy kıyısındaki yalısında bir bavul evrağı yaktığını nakleder. (sayfa 121-122)
Gerçekten de Anadolu’nun Hiristiyan azınlıklara kaptırılması başta İttihatçılar olamk üzere Osmanlı-Türk yöneticilerinin en büyük korkusuydu. Bu nedenle bölgenin hiristiyanlardan temizlenmesi ne Ermenilerle ne de brinci dünya savaşı ile sınırlı bir olaydı. Özellikle balkan harbi sonrası Anadolu’nun Türkleştirilmesi hükümet politikalarının merkezini oluşturmuştur. (sayfa 122)
Yapılması gereken, Anadolu’daki Ermenilerin sayısını problem teşkil etmeyecek bir boyuta indirmek ve hiç değilse Anadolu’yu “temiz”, “sağlam” bir sığınak olarak örgütlemekti. Talat ve Enver’in bu doğrultuda söyledikleri onlarca söz vardır. Burada sadece Talat Pşa’dan bir örnek vermekle yetinelim. “imparatorluğun içindeki bu değişik unsurlar her zaman Türkiye’ye karşı tertiplere giriştiler… Bu düşmanlıkları yüzünden sürekli toprak yitirdik. Yunanistan, Sırbistan, Romanya, Bulgaristan, Bosna, Hersek, Mısır ve Trablusgarb gitti. Böylece İmparatorluk hemen hemen yok olma noktasına gelecek kadar ufaldı. Elimizde kalanla yaşamımızı sürdürmek istiyorsak, bu yabancı halklardan kurtulunmalıdır” (sayfa 131)
Katliama ilişkin suçluluk duygusunun oluşmamış olmasının önemli bir diğer nedeni de, katliamın bir “cezalandırma eylemi” olarak ele alınmasıdır. Sivil toplum düzeyinde katliam reddedilmemekte ama daha çok “suç ve cezalandırma” mantığı çerçevesinde değerlendirilmektedir. Ermenilerin birtakım suçları işledikleri bunun için de cezalandırıldıkları savunulmaktadır. Burada İslami “kısas” ilkesinin derin izlerini görmekteyiz. (sayfa 141)