1 Aralık 1945'te Sabahattin Ali, Cami Baykurt
ile beraber Yeni Dünya gazetesini çıkarmaya başlar. Hemen ardından, 4
Aralık'ta yapılan gösteriler sonucu Yeni Dünya ile aynı çizgide olan Tan
gazetesi ve Yeni Dünya'nın da basıldığı La Turquie gazetesinin
matbaası yıkılır. Bu yüzden, Yeni Dünya gazetesi ancak dört sayı çıkar.
11 Aralık 1945'te Sabahattin Ali, Milli Eğitim Bakanlığı emrine alınır. Bu
olaydan üç gün sonra, 14 Aralık 1945'te, zamanın Milli Eğitim Bakam olan Hasan
Ali Yücel'e uzun bir mektup yazarak politik görüşlerini açıklar.
Sayın Yücel,
Siyasi hayata atıldığım için Bakanlık
emrine alındığımı öğrendim. Bu karar bence pek yerindedir. Yalnız, şahsıma
karşı senelerden beri göstermiş olduğunuz sevgi ve teveccühe karşılık, size ve
büyük İnönü'ye durumumu açıklamayı bir borç bildiğim için bu satırları yaz-maya
karar verdim.
Hükümet memuru olmanın bana yüklediği
idari vazife ile muharrir hüviyetimin artık bağdaşamaz bir hale geldiğini son
senelerde açıkça hissediyordum. Bir buçuk yıl önceki Turancılar davasından
sonra ise, kendimi ve eserlerimi inkar edip yazı yazmaktan vazgeçmedikçe,
siyasi mücadeleden kaçınmamın imkânsız olduğuna kesin şekilde hükmettim. Uzun
uzadıya düşündüm. Sükun ve rahatı seven mizacımı, karımı, çocuğumu göz önünde
tutarak memurluğa devam mı etmeliydim, yoksa memlekette çok okunan ve sevilen,
şöhreti sınırlar dışına çıkmaya başlayan bir muharririn sosyal vazifelerini
düşünerek açıkça mücadeleye mi atılmalıydım? Bana bu sonuncu vazife daha mühim,
daha lüzumlu ve daha kaçınılmaz göründü.
Belirmiş siyasi
kanaatlerim vardı; bugünün dünyasına hâkim olan belli başlı dünya görüşlerini
oldukça iyi bildiğim gibi, yurdumu ve onun hususiyetlerini de yakından
tanıyordum. Her şeyden evvel, bütün insanları ve bilhassa bu yurdun dört
bucağında, sekiz yüz yıldan beri hemen hiç değişmeyen bir hayata rağmen, içinde
tükenmez manevi hazineler taşıyan bu milleti delice seviyordum. Her sene üç dört
ay köylerde kasabalarda dolaşarak onların arasına katılıyor, ancak o zaman
sahiden yaşadığımı, sahiden yaşayan insanlar arasında olduğumu fark ediyor ve
senenin diğer aylarında bundan kuvvet alarak çalışıyordum. Yollarda şoförlerle,
hanlarda köylü kadınlarla, kasabalarda ve şehirlerde işçilerle, Köy
Enstitülerinde, içlerindeki o tükenmez hazineyi dışarıya vurabilmek imkânını
bulmuş çocuklarla haşır neşir oldukça, kafamda ümitler beliriyor, onlara hizmet
edebilmek isteğim dayanılmaz şekilde artıyordu. Ama bütün bu sevdiğim
insanların kültür ve sosyal seviyeleri, içinde bulunduğumuz dünya ile
kıyaslanamayacak kadar geri idi.
Milletin layık olduğu
seviyeye kısa zamanda varabilmesi için büyük bir hamle lazımdı ve bu hamle
ancak bu milletin içinden, ortasından gelirse bir sonuca götürebilirdi.
Bunun için kafamda
ilk beliren ve sarih şekiller alan siyasi kanaat tam bir demokrasi idi:
Asırlardan beri bu memleketin mukadderatına karıştırılmamış olan on sekiz
milyon insanın her birinin siyasi bakımdan aktif hale gelmesi, memleketin
idaresine doğrudan doğruya karışması, tebaa halinden vatandaş haline yükselmesi
şeklinde anladığım bir demokrasi.
Bundan başka,
dünyanın dev adımlarıyla sosyalist bir iktisadi nizama gittiği inkâr edilemezdi.
Hele bizim gibi istihsal seviyesi pek düşük olan bir memleketi yüksek medeniyet
seviyesine ancak sosyalizm çıkarabilirdi. Fakat yurdumuzun birçok bölgeleri
ekonomik ve sosyal bakımdan henüz pek iptidai bir vaziyette bulunduğu, halkımızın
kültür seviyesi sosyalizmi kavramasına müsait olmadığı için, kanaatimce bizde
bu yolda yapılacak iş, sosyalist cemiyete geçiş için gereken şartların
hazırlanmasına hizmet etmek olabilirdi.
İç siyaset hakkındaki
fikirlerim bu şekilde hulasa edilebilir. Dış siyaset hakkında neler düşünmüş
olduğumu da kısaca arz edeyim:
Türkiye'nin emniyet
ve selametini bütün dünya milletleri ile bilhassa etrafını çeviren komşuları
ile iyi dostluk münasebetleri kurmasında görüyordum. Dış siyasette gaye, bize
karşı herhangi bir devletin girişebileceği herhangi bir tecavüzü, mütecaviz
için büyük bir prestij kaybı ve haksız bir müdahale haline getirebilmek için,
iç ve dış siyasette bize hücum vesilesi vermemek, içerde büyük halk kitlelerine
dayanmak, dışarıda her türlü yabancı tesir ve nüfuzundan kaçınmak, kısacası, coğrafi
vaziyeti Türkiye'ye pek benzeyen İsveç'in yolunu tutmak olmalıydı. Buna rağmen
haksız bir tecavüze uğrarsak, istiklalimizi kanımızın son damlasına kadar
müdafaa etmeliydik. Böylece bir savaşta yenilsek bile, istiklalini gönül rızasıyla
feda etmeyen bir milletin tekrar dirilmesi, kalkınması her zaman için
mukadderdi.
Bu kanaatlerimi
açıkça müdafaa için nasıl bir yol tutacağım hakkında sarih bir karar
vermemiştim. Elimdeki bir miktar para ile bir kütüphane açarak kendi eserlerimi
kendim neşretmeyi, böylece kitapçı istismarından kurtulmayı, kendimi tam
manasıyla yazı hayatına vermeyi düşünüyordum. Bu sıralarda İstanbul'da Halide
Edip Adıvar'ın evinde Cami Baykurt'la tanıştım. Siyasi fikirlerini
kendiminkilere yakın buldum. O da her milletin kendi sosyalist nizamını kendi
bünyesine göre kurması hususunda bana iştirak ediyordu. Bu tanışmadan bir kaç
ay sonra tekrar Cami Baykurt'u gördüğüm zaman, oğlunun bir gündelik siyasi
gazete çı-karmak istediğini, benim "fikri iştirakimi" rica
ettiğini söyledi. Yukarıdaki siyasi kanaatlerimi açıkça ve bir daha izah ettim.
"Her noktada mutabıkız" dedi. Bunun dışına asla çıkmayacağımızı
taahhüt ettik. Ben de edebi yazılarla iştirake söz verdim. Gazetenin çıkması
uzadıkça uzadı, sebebini sordum, mali zorluklar dediler. İşi büyük tuttukları
için yüzde %24 faizle para almağa kalkmışlardı. Ben onları bundan vazgeçmeye
ikna ettim. La Turquie'nin basılmakta olduğu matbaada, düz makinede,
mütevazi bir fikir gazetesi çıkarmanın daha doğru olacağını, bu takdirde benim
de bir miktar para katabileceğimi söyledim. Razı oldular. Yirmi iki yıldan beri
arkadaşım olan ve dürüstlüğü, vatanseverliği, ileri fikirleri, tok yazıları ile
tanınan Esat Adil Müstecaplıoğlu da bu işe katıldı, ben memurluk sıfatını
üzerimde taşıdığım müddetçe gazetenin fikri kontrolünü üzerine aldı.
Böyle bir harekete
girişirken bize cesaret veren iki şey vardı: Türkiye'de demokrasi cereyanının
gitgide ilerlemekte olması ve memleketin başında bulunanların, bilhassa büyük
İnönü'nün böyle bir siyasi hareketi anlayış, hatta takdirle karşılayacağı
kanaati. Çünkü onun büyük eseri olan Köy Enstitüleri, adeta bizim tasavvur,
mesut, ileri, kuvvetli Türkiye'nin küçük birer örneği idi. Buna rağmen gazeteyi
yayınlamaya kesin olarak ancak İnönü'nün
1 Kasım nutuklarını dinledikten ve orada açıklanan ileri hamlelere
inandıktan sonra karar verdik.
Yayınlayabildiğimiz
dört nüsha, nasıl hayırlı bir yolda her gün biraz daha gayretle, mutedil fakat
azimli adımlarla yürümek istediğimizi göstermeye kafidir. Böyle bir işe ilk
başlamanın ve en fakir, en acemi şartlarla başlamanın doğurduğu bazı
talihsizlikler istisna edilirse, gazetede yüzümüzü kızartacak bir şey
bulunmadığını açıkça söyleyebilirim. Afişi yapan ressam buna Sovyet bayrağını
koymayı unutmuş, ilave etmesi istendiği zaman da, boş yer arayıp en başa koymuş
ve telaş arasında bu gözden kaçmış, ama kem gözlerden kaçmadı. Gazetenin
başlığı altındaki yıldızlar bile dedikodulara meydan verdi. Sovyet
cumhuriyetleri sayısının 16 olduğunu bile bilmeyen kötü niyet sahipleri
tarafından, Abdülhamit devrini hatırlatan bir zihniyetle, bu yıldızlar 13
Sovyet Cumhuriyetine alamettir denildi. Afiş meselesinin ressamdan ve afişi
basan matbaadan tahkiki her an mümkündür.
Yurduma ve milletime karşı
borcum olduğuna inanarak ve hizmetten kaçmamak kaygısıyla, kendimin ve ailemin
refah ve huzurunu tehlikeye koydum. Hiç bir menfaat düşüncesinin ve şahsi
ihtirasın hareketlerime müessir olmadığına, her biri başıma sadece bin bir dert
ve huzursuzluk getirdiği halde bir türlü yazmaktan vazgeçemediğim kitaplarımla
iki odalı bir evde bir hizmetçi bile tutmadan geçen şahsi hayatım en açık
delildir.
Böylece on yılda
dişimden tırnağımdan arttırdığım birkaç bin lira şimdi bir anda yok olduğu
gibi, gazete yüzünden girdiğim bir hayli borç da üzerimde ağır bir yük olarak
kaldı.
Gerçi ben siyasi
hayata girmeye niyetlenmiştim, fakat bu niyetimi fiil haline getirmek için
attığım ilk adımda öyle ağır bir darbe yedim, öyle ziyanlara girdim, öyle
iğrenç bir tezvir ve iftira yağmuruna tutuldum ki, bu yolda devamıma şimdilik ne
maddi ne de manevi bir imkân görüyorum. Ama buna karşılık, "siyasi hayata
atıldı" diye, ortada bir tek satır siyasi yazım bile yokken, bütün
niyetlerim henüz teşebbüs halindeyken, vazifemden uzaklaştırılıyorum.
Son günlerde kendi
kendimle çok muhasebe ettim; “acaba ben mi haksızım, acaba taraftarı olduğum
fikirler mi yanlış?” diye çok düşündüm, uykusuz geceler geçirdim. Fakat
karşı tarafın mücadele metotlarına bir göz atınca, onların haklı olmasına imkân
olmadığı neticesine vardım. Haklı
olanlar bu yoldan yürüyemezlerdi, hayır, hak hiç bir zaman söz ve fikir
tarafını bırakıp tekme ve balyoz tarafını tutmuş olamazdı.
Hiç ummadığım bu ağır
darbe karşısında, bunun sebeplerini düşündüm ve araştırdım. O zaman gördüğüm
manzara bana dehşet verdi. Turancılar davası sırasında arz etmiş olduğum gibi,
bu sefer de tehlike yine benden ziyade memleketimi tehdit ediyordu:
İnönü, 1 Kasım
nutuklarında Türkiye'nin bugünkü dünya içinde şerefli, itibarlı, refahlı bir
mevkiye ulaşması için gereken değişiklikleri açıkça ortaya serince, uzun
zamandan beri dünyanın ve Türkiye'nin gidişinden memnun olmayan bir takım geri
görüşlü, menfaat düşkünü kimseler büyük bir telaşa kapılmışlardı. Bugün
ellerinde tuttukları gelirli mevkileri, daha geniş bir halk kitlesine dayanan,
daha hür ve daha adaletli bir Türkiye'de asla muhafaza edemeyeceklerinden
korkan ve tek dereceli seçim, birden fazla parti, hür basın gibi sözlerin ağza
alınmasından bile dehşete düşen bu karanlık ruhlu insanlar derhal harekete
geçtiler. İlk olarak kendi aralarında guruplaşmaya, teşkilatlanmaya,
kendilerine liderler seçmeye koyuldular. Bir taraftan da basın hürriyetine
şiddetle hücum ediyorlar, her türlü tenkidi bir cinayet sayıyorlardı. Muhalif
basın da buna vesile vermekte kusur etmiyordu. Siyasi terbiye ve olgunluk noksanı,
yurdun hususiyetlerini bilmeme, uzun yıllar susmanın doğurduğu acemilik ve
realitelerden ziyade klişe fikirlere bağlılık onları çok kere yanlış, belki de
zararlı yollara götürüyordu. Fakat açık ve hür bir fikir mücadelesi sonunda bu
sancılı devir elbette geçecek, memlekete hayırlı bir sonuca varılacaktı.
Millet, kültür seviyesi ve siyasi olgunluğu arttıkça, elbette iyiyi kötüden,
hası kalptan ayıracak, bu yurda hizmet etmek isteyenlerle, başka emellere
hizmet edenlerin arasındaki farkı görecekti.
Fakat karanlık ruhlu
insanları en çok korkutan da işte halkın bu olgunluğa varması idi. Bu
memlekette atılacak her ileri adımı kendi hak edilmemiş ekmeklerine bir tecavüz
gibi nefretle karşılayan bu insanlar, hiç bir kötü vasıtayı ihmal etmeden açık
ve kapalı tezvirlerine devam ediyorlardı. Ellerindeki en kuvvetli silah
komünizmdi. Her ileri hamleyi, her ileri fikri bu damga ile gözden düşürmeye
uğraşıyorlardı. Köy Enstitülerine komünist yuvası diyen onlardı; Hasan Ali
Yücel'e komünistlerin koruyucusu diyen onlardı; Sabahattin Ali'nin, içlerinde
bu memleket ve bu millet endişesinden başka bir tek heyecanın ifadesi
bulunmayan eserlerine komünist damgasını vuran onlardı; Turancıları, ırkçılığı,
geriliği himayelerine alan onlardı; ve bugün, İnönü'nün 1 Kasım nutkundan
sonra, o büyük ve hâkim insana bile dil uzatmaya cüret ederek: "İnönü
mütereddit... Dış baskının tesiri altında yurdun disiplinini gevşetiyor, milli
bünyemize ve seviyemize uymayan değişikliklere girişiyor; tek dereceli seçim
memlekette anarşi doğurur, hür basın bizi Bolşevik istilasına götürür" diyenler
de onlardır.
Memleketimin ve
milletimin ilerlemesini isteyen bir insan sıfatıyla İnönü'nün ve sizin
eserlerinize karşı nasıl duygular beslediğimi yakından bilirsiniz. Bugün bu
eserleri ve yurdu bir irtica hamlesinin tehdit etmekte olduğunu, fikir
mücadelesini kanunsuzluk ve zorbalık yollarına dökmek isteyen sorumsuz
kuvvetlerin harekete geçtiğini, bunun içerden ve dışarıdan rahatsızlıklara
sebep olabileceğini görüyor ve bir buçuk sene önceki gibi yine size başvuruyorum.
Kendim için hiç bir şey istemiyorum. Bugün her sofraya oturuşumda karımla
çocuğuma bakarak: "Bunlara bu yemeği daha kaç gün yedirebileceğim
acaba?" diye içim titrediği halde, şerefimle siyasi hayata atılabilmemin
mümkün olabileceği günü bekleyeceğim ve bundan ümidimi kesersem, bütün siyasi
emellerimden toptan vazgeçerek, tekrar devlet kapısına dönmek isteyeceğim. O
zamana kadar da kalemimle geçinmeğe çalışacağım.
Derin saygılarımı
sunar, bana karşı teveccühleri olduğuna ve teveccühe layık olmayacak hiç bir
harekette bulunmadığıma emin olduğum büyük İnönü'ye bu hususların arzına
delalet buyurmanızı istirham ederim.
Dixi et salvavi
animam meam.(Konuştum ve ruhumu kurtardım)
Sabahattin
Ali
Evet;
yıl 1945, nüfus 18 milyon, sorunlar demokrasi, adalet ve komşularla iyi
münasebet... Sanki bugüne manifesto...