Pazar, Mayıs 21, 2017

ÇEŞME KÜTÜPHANESİ


Başlığa bakarak şimdiki Çeşme Kütüphanesinden bahsettiğim  düşünülmesin, şimdiki kütüphanenin kütüphane olabilmesi için ünlü halk deyimi ile "kırık fırın ekmek yemesi gerekiyor" bence... Bahse konu kütüphane fotoğraftaki kütüphanedir, ki bu kütüphane, gençliğimin hatta kısmen de çocukluğumun bir bölümünün en modern ve güzel binalarından biri idi, daha da önemlisi ortaokulda gördüğüm kütüphaneden sonra muhteşem idi benim için, güler yüzlü insanların yönettiği, içi benim gözümle tıka basa kitap dolu, aslında daha sonraları deyim yerinde ise, gözüm açıldıkça maalesef hiçte öyle olmadığını anladığım, bir mabet idi.

Dönem itibari ile, Canım Yurdumda köşe başlarını tutmuş içimizdeki Amerikalılar (Amerikanofiller) ve Amerikan muhipleri tarafından ABD'nin parlatıldığı, Amerika'nın rüya ülke olduğu biçimiyle parlatıldığı yıllar. Amerika 2. paylaşım savaşından dünya jandarmalığını üstlenerek mağrur çıkmış ya, Vietnam'da bozguna uğramış ne gam, olsun yine de zafer kazanmış gibi gösteriliyor, Amerikan askeri güç ve kudretinin kesafeti erişilemez düzeyde deniliyor, kendine güveni olmayan, komplekslerinden ötürü kendisini hiç görenlerin iktidara geldiği ülkelerde, Amerikan toplumunun methedildiği, Amerikan aile yapısının arş-ı alaya çıkarıldığı, Amerikan tarımının ve makineleşme seviyesinin erişilemez gösterildiği, dönem ve en fazla etkilenen ülkelerden biride Canım Yurdum. 3. Dünya yoğun bir kültür pompalanması ile karşı karşıyadır, sinemalarda Amerikan askerlerinin Kore ve Vietnam rezaletleri gizlenerek, diğer maceraları film önceleri gösteriliyor, kahvehanelerde ve kütüphanelerde Milli Eğitim Bakanlığı ilgili birimleri adeta "halkı aydınlatma ve propaganda bakanlığı" edasıyla, gelişmiş Amerikan aile hayatı (!!!) ve çiftlikleri ve de uygulanan tarım tekniklerinin filmlerini matah bir şeymişçesine gösteriyorlardı. Aynı dönemde barışsever(!!!) ve yardımsever(!!!) Amerikan hükümetlerinin içimize öğretmen kılıklı, "barış gönüllüsü" adı ile maruf CIA ajanlarını doldurduğu dönemdir, yaratılan ılıman iklim ve onun körlüğü sayesinde, bunların ajan olduğunu söyleyen abilerimiz ise "kahrolsun komünizm" ve "komünistler Moskova'ya" sloganları ile itibarsızlaştırılıyorlardı... Dönem itibari ile, yaşlı genç demeksizin mezkur kütüphanede akşamları toplanan halk bu propaganda filmlerinden nasiplenmiştir. Neyse bu tarafını kısa keselim ve gelelim asıl konuya...

Bahse konu dönemde; ortaokul sonrası ilk defa ödünç kitap alarak okumaya başladığımız, hem de hiç bir şeye ihtiyaç duymadan, gidip üye oluyoruz, istediğimiz kitabı alıp okuyoruz, bila bedel, Allahtan daha ne isteriz. Çeşit çeşit ansiklopediler, görece yasaksız zihniyetin kudreten aktarabildiği kadar çeşit ve miktar kitaplar, kerim devletimizin de bizleri daha tam da derdest edip, zapt-u rapt etme isteğinin en azından şimdiki kadar fazlaca olmadığı bir dönem, genellikle her türlü yazara ulaşabiliyorsunuz... Tabii ki benim hayatımda bu görece serbestlik fazlaca sürmedi, tam anlamı ile politikaya gark olmaya başlayan diğer tüm kurumlar gibi, kütüphanemiz de nasiplendi uygulamadan, sürekli gelen tamimler vasıtası ile kitapların bir kısmı depolara kaldırılmaya başladı, nerdeyse depoya alınan kitaplar salondakilerden fazla olmuştu hani ve usulü dairesinde devam etti ve de etmekte.

Yapımının gerçekleşmesi hikayesine gelince, derdest edilen halkevleri bünyesindeki "kitaplıklar" da bir şekilde, ince politika ile çekirdek külahı yapılmak üzere ilgili muhtarlıklar nezdinde köy odalarına gereği yapılmak üzere gönderilmektedir, görünen maksat kitabı halka götürmek, gerçek maksat ise açık olan çekirdek külah talebini karşılamak, Çeşme Halk Evi'nden de Sıhhiyeci İbrahim önderliğinde, aralarında dönemin gençleri Nuri Ertan, Levent Taylan ve Coşkun Kalkan'ında bulunduğu bir grup tarafından kurtarılır ve o zaman ki adı ile şimdi ki Rıdvan Otel köşesindeki Çeşme Turizm İnformasyon bürosuna yerleştirilir. Sonraları Belediye Başkanlığı da yapmış büyüğümüz Nuri Ertan ve diğer gençler, dönemin Belediye Başkanı diğer büyüğümüz Hulusi Öztin'e gider, kütüphane ihtiyacını anlatır ve Belediyenin bir yer tahsisi konusunda anlaşılır. Bilahare 27 Mayıs darbesinin desteklenmesi maksadı ile yürüyüşler düzenleyen başta mezkur gençlik olmak üzere "Çeşme Turizm Derneği" aracılığı ile şu anda Ziraat bankası yanından geçilerek sahile dönülen yerde, plan ve imar hak getire, bir kütüphane yapılmasına karar verilir. Başta Belediye ve Durmuş Yaşar-Selçuk Yaşar olmak üzere toplanan bağışlar ve dernek bünyesi destekler ile fotoğrafta görülen kütüphanenin yapımı, plan ve imar kuralı olmaksızın gerçekleşmesi nedeni ile, göz kararı inşaat başlar, bakarlar ki yol çok dar kalmış, duvarlar yakılır biraz daha geniş yol kalacak şekilde tamamlanır. Bir başka büyüğümüzün anılarından bildiğim kadarı ile Nuri Ertan inşaatın yapımında diğer arkadaşları ile birlikte görev üstlenir. Mezkur kütüphane yapımında aktif rol almış sonradan Belediye Başkanı olmuş Nuri Ertan tarafından, bu kere, yol açılacağı bahanesi ile yıkılır ve kitaplar şimdiki düğün salonu içinde tahsis edilmiş bir alana taşınır. Bilahare de şu anda kütüphane diye faaliyet gösteren yere, yine bir başka büyüğümüz eski Belediye Başkanı Faik Tütüncüoğlu tarafından, yeri tahsis edilmek üzere Kültür Bakanlığınca taşınır. Bir hazin hikaye. Şimdi ki kütüphane sadece çocuklara etüt yapma konusunda bir mekan olma özelliğinden öte geçememektedir, bence... O güzelim kütüphanenin yapılması için çaba sarfet, inşaatında bizzat aktif görev al, sonra da yol açıyorum diye yık, inanılmaz bir çelişki ama Nuri Ertan olunca, izahı var tabii ki, hikayenin, sonuç itibari ile hüsran... Kahvehanelere kütüphane kurma zorunluluğu getirelim numarası ile var olan kütüphanelerin kapısına kilit vuruldu ya da daha insaflı yorum ile kütüphane kütüphane olmaktan çıkarıldı, mode deyim ile içi boşaltıldı... Kütüphanecilik esasen Kültür Bakanlığı faaliyeti olmakla birlikte bizim hikayemizde görüldüğü üzere bir şekilde yapımında da yıkımında da Belediye Başkanları başrol almışlardır. Şimdiki Belediye Başkanı Muhittin Dalgıç'tan da, yaşanan bu acılı süreci ve sıkıntılı sonucu görmesini ve görkemli bir kütüphane yaptırmasını, içine de bu yazar bizden, bu değil tasnifi yapmaksızın kitaplarla doldurmasını, hatta Kent Müzesinin de içinde bulunduğu bir kompleks şeklinde tasarlanmasını, bunların da olmaması halinde restorasyonu yürütülen "Osman Ağa Konağının" bu işe tahsisi için yoğun çaba sarf etmesini bekliyoruz.

Cumartesi, Mayıs 13, 2017

22. İZMİR KİTAP FUARI ARDINDAN


Yeni Çeşme Gazetesinden düzenli olarak makalelerini keyifle okuduğum, bazı görüşlerine katılamadığımı ifade ettiğimde ise büyük olgunlukla karşılayıp ciddi ama soluksuz bir kontratak ile haklılığı ve doğruluğu konusunda giriştiği ikna çalışmalarından kendisini ve görüşlerini bir hayli iyi tanıdığım, ancak ve ne yazık ki fırsat yaratamayarak yayınlanmış kitaplarından herhangi birini bugüne kadar okuyamadığım yazar arkadaşım Hande Baba'nın 22. İzmir Kitap Fuarında katıldığı imza gününde edindiğim kitaplarından önce "Rüzgara Sarılmak" ve bilahare de "Ölüm Bugün Hasta" öykü kitaplarını bir solukta okudum. Hayat, ölüm, birliktelik, aşk, ayrılık, namus, töre, özlem, kadın, evlilik, yolculuk, hastalık, yorgunluk, toprak, maden, trafik, kent, köy, kentleşme ve de özellikle çarpığı, yaz, kış, soğuk, sıcak, rüzgar, doğa, ağaç, deniz, plaj, iş, eş, aş ve iş kazaları vs. başta olmak üzere, hattı zatında her şey temalı öyküleri ile Uğur Mumcu Araştırmacı Gazetecilik Vakfı bünyesinde uygulamalı yazma ve öykü atölyelerinde rahle-i tedrisattan geçmiş, son dönem başarılı öykü yazarlarından biri diye düşünmekteyim, kendisini.

"Ölüm Bugün Hasta" da; "içindeki insanı, toprağına, hayvanına iyi bakarak büyütürsün" diyerek doğa sevgisini özdeyişsel bir şekilde yüceltirken,  "Daireler torunlara geçince mecburen satarak paylaşacaklarını, kestikleri her bir ağaçta kendi topraklarından kendi köklerini kesip attıkları" tespiti ile çarpık kentleşme ve doğa katliamı yanında etkisiz miras hukukuna dolaylı dikkat çekişi, düçar olmuş karakterin ağzından da; "çaresizlikten insanların başvurduğu yolları düşünüyorum da... Anlamak hiç de zor gelmiyor şimdi. Yüreği yıkılmaya görsün, nelerden medet ummuyor ki insan..." diyerek majör depresyon tespiti yapmaktadır. "ondan öğrenmiştim; büyük mucizeler beklerken çiçek açan umutları gözden kaçırmamayı" diyerek hazin sona gidişte bile karamsarlıktan azade pozisyon alıp, bir umuda tutunma çabasını öne çıkarmakta ve umutsuz olunmaması gerekir art planını oluşturmayı hedeflemektedir diye düşünmekteyim. Hele bir yerde karakterin ağzından; "Yaşam dalgalı deniz gibidir. Dalgalardan korkup kaçmamalısın. Korkup kaçanı sevmez, dalgalarıyla oynayanı sever. Dalga ne kadar yüksek gelirse gelsin, sen dalgadan daha yükseğe zıplamalısın. Durulur o zaman, yorulur ve serilir önüne" diyerek azmin ve kararlılığın gereğine, derinliğine, anlam ve önemine felsefi bir vurgu yapmaktadır. Evet bu minvalde kelam etmeyi, eleştirmen edası ile yazmayı nihayetlendirmem gerektiğini biliyorum.

Diğer taraftan geçen yazımda; Çeşme'nin diğer önemli yazarlarının, öğrendiğim kadarı ile 22. İzmir Kitap Fuarına damga vurmasını es geçmiş olmamım ayıbı da bana yeter olmalı, aslında diğer yazar dostlarımızın, her ne kadar yazarın fuarda kitap imzalamasına fikri olarak karşı olsam da, dayanışma ve destek için imza günlerine gitmiş olmamız gerekir idi şüphesiz, ancak ve ne yazık ki gidemedim ve yine de her şeye rağmen burada, yazarın üstünden kitap pazarlanmasının sosyal açıdan pozitif değerlendirmeye tabi tutulması gerektiği görüşüne de itiraz etmediğimi ifade etmeliyim... Nerede ve ne zaman olursa olsun bir diğer fuarda, kendilerini ziyaret ederek, daha önceden edinemediğim ve okuyamadığım değerli eserlerini, kendilerinin değerli imzaları ile taçlandırılmış vaziyette okumanın hedefim olduğunu açıkça belirtmeliyim...

Bu vesile ile Çeşmeli yazar ve gazeteci büyüklerimiz ve arkadaşlarımız içinde bir paragraf açarak, aslında ne kadar önemli insanları tanıyor olduğumun reklamını da yapmak amacıyla, kısaca değinmek istiyorum. Tanışma şerefini edindiğim, büyüklerimiz Cavit Kürnek, Dinmez Er, Mehmet Culum ve henüz birbirimizi bildiğimiz halde tanışma fırsatı bulamadığım Yaşar Aksoy, Hamit Kalfa ile de yakın zamanda muhabbet etme fırsatı bulabileceğimi umut ediyorum. Bildiğim kadarı ile "İzmir'in ince gülü", "Sardunya'nın adı Maria" ve "İnce çimene su" adlı öykü kitapları ve "Dalgaları Saymak"  adlı romanı bulunan Cavit Kürnek aslında ünlü bir fotoğraf sanatçısıdır aynı zamanda. Mehmet Culum ise, bir tarafı ile çocukluğumuzun ve sokağımızın önemli yapısı olan ve bir başka yazımda, bendeki izlerini aktarmaya çalıştığım "Çamlı Pansiyonun" sahiplerinden olup, "Alaçatı" adlı kitabını okuduğum ve yakında okuma listemde bulunan "Kalenin gölgesinde Çeşme" ve "Azap ağa" kitaplarının yazarı bir büyüğümüz. Gazeteci-Yazar Yaşar Aksoy ise, günlük ve haftalık yerel gazete ve ulusal basındaki yazıları ile bilinen bir başka yazar olup, bildiğim kadarı ile "1915 Ermeni komşum" adlı yeni yayınlanan bir de kitabı bulunmaktadır ve ne yazık ki ben, hala edinememiş durumdayım ve bu da hala ciddi bir eksiğimdir. Diğer taraftan, yine yerel gazete köşe yazarlarımızdan Ahmet Akgül Hocamızın ise yayınladığı 2 kitabı ile fuarda yer alamamasının nedenini öğrenmek isterim açıkçası... Çeşme'de öğretmenlik yapıp sonradan da kalıcı olarak Çeşme'ye yerleşmiş Hamit Kalfa kitapları "Sürgün Avı", "Köy Düğünü" ve son kitabı "Kukkuklar Ötünce" yine okuma listemde bulunmaktadırlar.

Bu çok değerli ve verimli insanlarla birlikte aynı kentte yaşıyor olmanın bir şans olduğu değerlendirmesi ile bitiriyor, herkese iyi haftalar diliyorum.

 

Çarşamba, Mayıs 03, 2017

İZMİR KİTAP FUARI

"İzmir Kitap Fuarı 2017" sonuçlandı, fuar öncesi yapılan açıklamada 400.000 civarında ziyaretçi tahmin edilmiş ve bilahare de final ziyaretçi sayısı da 444.000 olmuştur, oysa aynı günlere denk gelen süreçte "İstanbul autoshow fuarı" hem de fiyatları el yakan cinsinden lüks otolar için 600.000'den fazla ziyaretçinin bulunduğu açıklanmıştı. Canım Yurdumun insanı için, lüks araçlar kitaptan daha önde, yapacak bir şey yok ama sonra biz bu hallere niye geldik yakınmaları nedendir diye düşünmekten kendimi alamıyorum... Ve ilaveten burası İzmir Kitap Fuarı, varın siz Yozgat'ı ve Gümüşhane'yi düşünün gayri, bu kentlerden olanlar beni affetsinler gayri...

Binlerce saatlik, belgelik  araştırma yapıp, farklı farklı kentlerde kütüphaneler gezmiş, belge ve bilgi peşinde koca bir hayat geçirmiş yazdığı belgeli ve bilgi dolu yazılar yüzünden başı sürekli şekilde ağrımış, üzülmüş, mahkeme kapılarında zaman harcamış,  ömrü kitap yazmakla geçmiş, koca yazar kitaplarının dizilmiş olduğu masanın arkasına geçmiş, arkasına da kitaplarını basan yayınevinin reklamını almış ve bekliyor.... Bekliyor ki kitap severler, okuma aşkını bitirmemiş insanlar gele de kitabını ala ve o da imzalaya... Vay ki vay... Abim be domateste satmıyorsun ki, kitap bu kitap, bilim, bilgi, araştırma, düşünme, gözleme, izleme, tecrübe, emek, bilgi teri var o eserde... Hay Allah.. Bu konu gerçekten nasıl değerlendirilmeli, bilmiyorum ama bana düşündürdükleri bunlar, aksi görüşte olanlar varsa ve beni bu konuda ikna ederlerse asla üzülmem tam tersine memnun olurum...Aziz Nesin'e benzer bir konuda eleştirel bir soru soran kişiye "ne yapayım vakfın paraya ihtiyacı var" demiş... Nokta...

80'li yılların ortaları Barış Manço Çeşme'ye gelmiş ve gerekli reklam çalışması yapan arkadaşım, yinede ödediği paranın geriye dönüşümü konusunda endişeli, birlikte gittik ziyaret ettik ünlü şarkıcıyı, Çeşme ana cadde ve sahilde bir dolaşıp gerçekten burada olduğunu göster ve gelmedi, konseri iptal etti gibi söylentilerin önüne geç dediğimizde, adam; "ben sanatçıyım öyle sokakta dolaşıp reklam yapamam" demişti, bende adamın dediğini saygıdeğer bulmuştum... Şimdi aklıma geldi bu hikaye, fuarlar, kitap tanıtımları ve yazar imza günleri bu hale gelince... Oysa kitabın reklama ihtiyacı olmalı mı, zinhar, bilgi ve okuma ihtiyacı duyan kişi kitaba ulaşma çabası göstermelidir ve kitabın kolay ulaşacağı yer de, kitap satılan dükkanlar olmalı benim düşünceme göre... Artık kapitalist dünya, fikir üretimi azalmasına rağmen satış çok düşünce bu kabil bir reklam yöntemi tutturmuş gidiyor, Allah selamet versin...

Peki bazı yazarlarda yoğunluk yok mu idi, şüphesiz vardı, mesela Canan Karatay, hani lahmacun yemeyin diyerek çaktırmadan lahmacun yediği fotoğrafları basına sızan hanımefendi, onun önünde bir yığılma gördüm, ciddi bir sıra ve yer yer sıra ihlalleri var ve özel güvenlikçi oldukça kilolu hatun bağırıyor, azarlıyor ve ne yazık ki kimse "ne bağırıyorsun be kadın" demiyor, o da sıradan atarıma kadar konuyu geriyor da geriyor... Canım Yurdumun insanı, biraz da Emre Kongar Hocada bir kalabalık oluşturmuştu... Gerisi, kitaplar dizilerek sergileniyor masalarda, arkada imzaya hazır yazarlar ve en arkada kitapevi reklamları...

Yine de 2 yazar, arkadaşım Hande Baba ve arkadaşımın arkadaşı Hamide Yiğit kitapları için gitmiş idim özelde ama genele de baktık, yine yüklendik bir çanta kitap geldik... Bilge Umar'ın "Börklüce" kitabını yine bulamadım. Bir çanta kitabı gören bir tanıdık, yine masrafa girmişsin dedi, bende, masrafımız kitap olsun dedim, bunlar masraf değil, harcamamız para hederi değil, fikrin kederi hiç değil... Keşke tek harcamamız bu anlamda kitaplar olsa... Ama gazeteyi kahvede kahvehanenin gazetesinden okuyan bir neslin afadı olunca sonuç ve değerlendirme böyle oluyor maalesef...

Bazen duyuyorum, zaman yok, kitap pahalı, para yok benzeri yakınmaları, doğru, doğru ama aynı iddia sahibi muhteremler TV önünde saatler geçirmekten sıkılmazlar, kitaptan daha pahalı ABD menşeli cigara içmekten imtina etmezler, be adam ayda bir günlük sigara paranı kitaba versen, iş çözülecek ama nerde.... Yıllar önce evimi bir yerden bir yere, paketleme ve paketleri açma dahil evden eve taşıma şirketi vasıtası ile taşıyorum, paketleri açma işinde çalışan çocuklar, açıyorlar kitap, açıyorlar kitap, açıyorlar cam eşya, biri bana melül melül bakmaya başladı ve bir şey soracak ya da diyecek ama ikircikli, neyse cesaret ya Resulallah diyerek sordu; "abi, ev kendinin mi, kira mı?"... Hay Allah, ne desem acaba, "kira" dedim... "Eee be abim, bu kadar kitap alacağına, bu kadar cıncık alacağına, bir ev alsaydın ya"... Gülsem mi ağlasan mı? Ben de ona; "Sen Yozgatlı mısın?" dedim... Nereden bildin dedi, ben de çok kolay oldu demiş ve karşılıklı gülüşmüş idik... Hayat işte...

Cumartesi, Nisan 29, 2017

ŞİMDİKİ VERGİLER, SAY SAY BİTMEZ


Şimdi büyüklerimiz, Canım Yurdumun dünü ile bugününü kıyaslıyorlar ya, hani kıyaslama da ölçmenin ve anlamanın önemli aracı ya, hani dün kaç km. yol vardı, kaç km demiryolu vardı, kaç fabrika vardı, kaç elektrik santralı vardı, kaç hastane vardı, kaç okul vardı, kaç kuran kursu vardı, kaç imam hatip vardı, kaç üniversite vardı, vs. vs. işte 60 yılda, yok 70 yılda, olmadı 80 yılda yapılanı, biz 10 yılda yaptık diye de bizim pirinç büyüklüğündeki aklımızı karıştırıyorlar vallahi... Peki; dün ne kadar vergi vardı, kaç çeşit vergi vardı, bugün durum ne, bir bakalım dedik mali müşavir, muhasebeci ve defterdarlık desteği almadan, gündelik hayatımızdan bildiğimiz ve paşa paşa ödediğimiz kadarıyla döküm yaptım, sayfalar dolusu, hey yavrum hey... Toplanan para ile efelen dur, vallahi hakkın be muhterem derler adama... Mesela; dün kaç okul özel idi bugün kaç, dün kaç hastane özel idi bugün kaç, dün kaç üniversite özel idi bugün kaç, dün polisin görev yaptığı yerlerin ne kadarı özel güvenliğe devredildi, vs vs... Peki özel olması bu hizmetlerin kötümüdür, evet ve tartışmasız kötüdür... Ne demek özel okul, ne demek özel hastane, ne demek özel güvenlik, ne demek özel üniversite, vs vs... Mesela, dün hangi yoldan ya da köprüden geçerken para ödeniyordu, var mı bileniniz...Dün devlet tanımının içine giren bir dolu vergi, harç, rüsum ve fon kesintisi yoktu, peki ne oldu da bu kadar vergi, harç, rüsum ve fon bedeli ödemekteyiz... Devlet, sosyal diye diye, para toplama makinesi haline geldi... Bu sadece bizde mi, ne yazık ki hayır, tüm kapitalist dünya da böyle, artılı eksili benzer şeyler... Dün bu devlet ithal ettiği otomobilden, traktörden, kamyondan ÖTV almadan bu işi nasıl başarmış, ancak şimdi başarılamıyor, mesela pırlanta ithalatı ÖTV ye tabi olmazken diğerleri niye? Hani vergi aldıkça refah artacaktı, yahu son 60 yıldır bu palavralarla salma düzeninde toplanan vergiler refah yaratmamışsa, buradaki yanlış nedir acaba diye kimse düşünmek istemez... Bunca toplanan verginin refah yaratması bir kenara, yoksulluk ve sefalet artıyorsa, ters orantılı olarak, acaba bunun nedeni toplanan vergilerin azlığı yerine, ortalıkta zengin diye dolaşanları doyuramamamız neden olabilir mi diye neden düşünmeyiz? Neyse uzatıp kafa ütülemenin gereği yok... Böyle bir özetlesek fazla kusur işlemeyiz...

Diğer taraftan kalkacaksın, "varlık vergisi" ve "öşür" ve "yol vergisi" alınan dönemi yerden yere vuracaksın, hem de hepimizden metazori vergi salma usulü olması hasebi ile sonsuz destek alacaksın, sonra da salma sırası sana gelince, şeytanı bile yoldan çıkaracak kadar tıka basa bir beytülmal oluşturacaksın... Bu da yetmeyecek üstüne, kaka ilan ettiğin dönemin neyi var neyi yok özelleştirip güzelleştireceğim diye bizi ikna edeceksin, bitmedi sonra da yap-işlet-devret diye uyduruk bir model oluşturdum deyip, önceki etapların bile mumla aranılır hale gelmesine yol açacak, ayva var nar var 1 e 10 kâr var modelleri ihdas edeceksin... İşin tuhafı ise öyle bir kara propaganda gerçekleştireceksin ki, yoksul kitleler hepsini doğal ve gerekli görecek, hatta dibine kadar savunacak, bu kapitalistleri ve yardakçılarını, erketelerini ve yatakçılarını kutlamamak elde değil vallahi... Artık tüm dünyada olduğu üzere, sağlık işlerinin takibinin sigorta şirketlerine devredilmesi, dün bedava verilen onlarca ilaçtan desteği çekeceksin, bazılarından ise katkı payı alacaksın vs vs, yoruldum vallahi, yazmaktan... Dünya bu hale geldi ve ne yazık ki biz de onlara özene özene daha da ilerilere geçtik, Allah selamet versin... Bakarmısınız şu vergilere Allahaşkına...
·      Yol katılım ücreti
·      Gelir vergisi
·      KDV
·      Emlak vergisi
·      Yurt dışı vergisi (harcı)
·      Otomobil vergisi (harcı)
·      Akaryakıt ötv
·      Doğalgaz ötv
·      Elektrik ötv
·      Cep telefonu özel vergisi
·      Gayrimenkul değer artış vergisi
·      Su atık vergisi
·      Katı atık vergisi
·      Vergilerin vergisi
·      İlan ve reklam vergisi
·      Yol katılım vergisi
·      Kanalizasyon katılım vergisi
·      ÇTV (çöp vergisi sonradan su faturalarına yedirildi)
·      TRT katkı payı vergisi
·      Sokak aydınlatma vergisi
·      Damga vergisi
·      Hasta katılım payı vergisi
·      İlaç katılım payı vergisi
·      Motorlu taşıtlar vergisi
·      Veraset ve intikal vergisi
·      Menkul sermaye vergisi
·      Banka ve sigorta muameleleri vergisi
·      Telekomünikasyon Kurumu Ruhsat Ücreti
·      Elektrik enerji fonu
·      Elektrik kayıp kaçak bedeli,
·      Elektrik dağıtım bedeli,
·      Elektrik sayaç okuma bedeli,
·      Elektrik perakende satış hizmet bedeli,
·      Elektrik iletim sistemi kullanım bedeli,
·      Elektrik  enerji fonu,
·      Elektrik tüketim vergisi
·      Elektronik eşyalardan alınan trt payı
·      Evsel katı atık bedel vergisi
·      Oyun kağıtlarından alınan ek vergi
·      Röntgen filmlerinden alınan ek vergi
·      Yurt dışı harcı
·      Diploma harcı
·      Tapu kadastro harçları
·      Yüksek öğrenim harçları
·      Yargı harçları

Aman üzülmeyin bu tablo bile Canım Yurdumu dünyanın en kötüsü yapamıyor, inanın çok kötüler var ve ne yazık ki çoğunlukta...
Daha yazacak çok şey var ama yer kalmadı... Cezalar ise hiç değinemediğimiz bir konu, bir sonraki yazıya inşallah...

Cumartesi, Nisan 22, 2017

VUR KIR PARÇALA BU MAÇI KAZAN


Artık hayatımızı ve tüm yaşananları futbol üzerinden izah etmeye başladık ya, Allah selamet versin... Futbol gerek ülkemizde, gerekse de dünyada "hiyanet-ül vatan-fir kayme" (şike) den geçilmez durumdadır, eee bu gerçek midir, değil midir, tevatür müdür  konusu ayrı bir fasıl olmak üzere, "şüyuu vukuundan beter" duruma gelmiştir, kolayca anlaşılacağı üzere. Ve bakıyorum bazı büyüklerimiz artık büyüklüklerini bu jargonla tebarüz ettirir hale gelmişler, maşallah, eee tabii ki çözdüler işi, vaktaki karşılarında pasa futbol düşünen, pasa futbol izleyen, pasa futbol programı izleyen bir "ne sağcıyım ne solcu futbolcuyum futbolcu" diyen Allahlık büyük bir kesim var, ver gazı gitsin... "Resultante importante" diyordu ya pabucumun imparatoru, aynı o suret işte, seç seç al... Artık hayatın tamamı bu jargona uygun hale getirildi... Kendisine şucu'yum, bucu'yum diyen herkes bir şekilde, ama alıcı, ama verici, ama görücü, ama izleyici, ama susucu, ama duymayıcı, baştan aşağı "hiyanet-ül vatan-fir kayme" yani şike ve doping... Cemaat-ül müslimin tutturmuş bir "Tezahür-ü cümle-i cemaat", vur kır parçala, bu maçı kazan... Tek amaç, ne pahasına olursa olsun kazanmak olursa, karşılığında neyi kaybedersiniz, "ahlak ve etik", ehhh ahlak ve etik terk-i diyar edince de, istediğiniz kadar taraftar bulursunuz sizi destekleyen. Yani Muaviye hikayesindeki gibi, erkek deveye dişi deve diyen onbinlerce insan bulursunuz etrafınızda... Hani, destekleyen insan sayısının fazlalığı sizi doğru söylüyor kılmazmış, sizi doğru yapmazmış, ama olsun, ne gam, ne keder...  Ancak ve ne yazık ki bakın etrafınıza şikeci, dopingli ve dopingci ağır abiler revaçta, felan- feşmekan gavuru yenerken nasıl deri ceket hediye ettik, nasıl zarf içinde dolarları verdik, vs. vs...

Bunları düşünürken, şimdilerde pek yolumuz kesişmeyen, eski çok önemli bir "defterdar-i cihad-ül kürriye" (hakem) ve şimdilerin önemli futbol yorumcusu bir muhteremin önemli "sancaktar-i hatt-ül saha" (yan hakem) bir dostumun yaşadığı bir olay geldi aklıma... Bu sevgili dostumu Güneydoğuda bir maçın orta hakemliğine atıyorlar, hakem heyeti düşüyor yollara, en son maçın oynanacağı kente minibüs ile intikal edilecektir. Yollar dönem itibari ile güvenlik açısından sıkıntılı, sıkıntının kaynağı da malum, minibüs durdurulur ve maçın 8-0 filan takım lehine bitirilmesi gerektiği aksi taktirde kendilerinin sonu olacağı gayet sarih bir biçimde ve herhangi bir endişeye mahal vermeyecek bir biçimde kendilerine anlatılır, malum yol kesiciler tarafından... Neyse, artık aynı yoldan da geri dönüleceği için, çaresiz bu maçın istenilen skorla bitirilmesi dışında bir seçenek yoktur. Maç başlar, ancak 8 gol atıp maçı alması istenilen takım bırakın 8 golü, 1 gol bile atabilecek durumda değildir, rakip siyah beyazlı takım, siyah ağırlıklı formaları ile adeta kartallar gibi saldırmaktadır, bol gollü galip gelmesi gereken takımın üstüne, akın akın gelen atakları yok "taarruz-ül beleş" (ofside) idi, yok "darbe-i müstehcen" (faul) idi vs. bir sürü gerekçe ile kesmektedir mezkur hakemlerimiz. Ama asıl ekipten bir karşı atak gelişmemiştir henüz ve zaman akmaktadır, artık devreye acilen girilmesi gerekmektedir, aksi taktirde maazallah, neyse 2 kırmızı kart, 1 "ceza-i şeriye aman yarabbi" (penaltı) ile hakemimiz durumu 1-0 getirir ama, 8 nasıl olacak, çok zor... Neyse 2. yarı başlar ama 2 eksik oynayan rakip daha etkili hala, derhal hakem tekrar devreye girer 1  "ferman-ı ahmer" (kırmızı kart) daha, 3 penaltı daha uydurulur, maç gelir 4-0 a... Ama daha 4 gole ihtiyaç var... Artık hakemler herşeyleri ile destek verirler, faul korner vs derken, dakika 87 olur maç 7-0 a getirilir... Averaj ve verilen talimata uydurulması için 1 gole daha ihtiyaç vardır, ne yapsa olmuyor, maçın süresi dolmuş, hakemler boyuna maçı uzatıyorlar ki, bir gol daha atıla... Maç 10 dakika daha, 15 dakika daha uzuyor... Ama gol gelmiyor bir türlü, zaman geçiyor hava da kararmaya başlıyor yavaştan, bir korner uyduruluyor, orta hakem yan hakeme iyice kaleye yaklaşmasını söylüyor ve denk gelirse topu kaleye tiplemesini de emrediyor. Neyse korner atışı yapılıyor bir karambol sürüyor ve top nasıl olduysa yan hakeme doğru geliyor, şut ve gol, nihayet maksat ve murat hasıl oluyor, 8-0 nihayet istenilen yerine gelmiş, hakemler çok rahatlamış vaziyette soyunma odasının yolunu tutuyor... Rakip takımın idarecileri, bağırıyor çağırıyor, itirazlar gırla, gözlemciye itiraz, federasyon yetkilisine itiraz... Sonuç yok tüm itirazlar reddediliyor. Bilahare maçı Federasyon da tescil ediyor tüm sonuçları ile... Artık 8-0 galibiyet ile averaj sağlayan takım ligde kalıyor... Mezkur takımın kulüp başkanı açıklama yapıyor; "bu iş bitmiştir" ve "Geçti Bor'un pazarı, sür eşeği Niğde'ye"...

Sonuçta, vaziyet-ül madara, (tarihi fark), vaziyet-ül hararetta (uzatma dakikaları), sancaktar-i hatt-ül saha (yan hakem) ab-yari ile vak'a-i hayriyeye mazhar olunuyor... Aha da durum bu, Federasyon başkanı, Kulüp başkanları, Takım kaptanları, hakemler, gözlemciler, federasyon maç yetkilileri, seyirciler, rakip takım, vs. vs. Hak getire... Söylenecek kelam çok ama yer dar...

Sevdiğim bir türkünün sözleri ile bitiriyorum, artık kurt yesin bizi de kurtulalım...

Erzurum dağları kar ile boran
Aldı yüreğimi dert ile verem
Sizde bulunmaz mı bir kurşun kalem
Yazam arzu halımı dosta seslenem
Uy beni beni beni belalım beni
Satarım bu canı alırım seni
Çıkayım dağlara da kurt yesin beni.

Pazartesi, Nisan 17, 2017

FARELİ KÖYÜN KAVALCISI


"Fareli köyün kavalcısı" hikayesi hemen hemen herkes tarafından bilinir, ve zaman zaman "goygoy"luğumuzun ispatı hatırına binaen de zikredilen görüşün kuvvetlendirilmesi ya da daha iyi anlatılabilmesi adına anlatılan, eskiden ilkokul Türkçe ders kitaplarında da bulunan bir hikayedir. Konu Almanya'nın Aşağı-Saksonya eyaletinin Hameln kasabasında 16. yüzyılda kasabanın fareler tarafından istila edilmesinin hikaye edilmesi olup, başta Grimm Kardeşler, Johann Wolfgang von Goethe ve Robert Browning olmak üzere pek çok yabancı ve yerli yazarın eserlerinde, farklı coğrafya ve dönemleri baz alınarak birer efsane olarak yer aldığı bilinmektedir.

Şimdi mezkur efsaneyi bir de ben yazarak, Almanya'nın 16. yüzyılına değineyim dedim... Çok şükür artık bunlar 16. yüzyılda kaldı, günümüzde artık ne kasabalarda, ne ülkelerde, ne belediyelerde ve ne de iktidarlarda kavalı bu kadar güçlü insanlar yaşamamaktadırlar. Artık kentlerimizde fare de mezkur miktarlarda üreyememektedir, çok şükür...

Masalımıza efsane girizgah ile başlayalım...

Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur zaman içinde develer tellal iken, pireler berber iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, babam bana melül melül bakar iken, nenem daha doğmamış iken; Almanya denen ülkede Hameln adında bir kasaba varmış. Hameln kasabasının halkı fakir ama mutluluk içinde yaşar iken, kasaba evlerinin kilerlerinin erzak ile dolu olduğu günlerde, mutluluklarını zedeleyecek miktarda kasabanın bütün evlerine fareler dolmuş. Binlerce fare kasabanın sokaklarında, evlerinde dolaşıyormuş. ev sahipleri yatak odasına gitseler, mutfağa girseler ortalık fareden geçilmiyormuş. Fareler evlerde ne bulurlarsa yiyorlar, yatağa yorgana hatta insana saldırıyormuş. Halk ne yapacağını şaşırıp kalmış. Kasabanın yöneticisinden bu işe acilen bir çare bulmasını isterler, ama yöneticisinin de elinden bir şey gelmiyormuş, artık kasabanın adı fareli kasabaya çıkar ve herkes tarafından bilinir hale gelmiş.

Bir gün fareli kasabaya bir kavalcı gelir, kasabanın yöneticisine; "Eğer bana 51 kese altın verirseniz, köyü farelerden temizlerim" der, tüm kasaba halkı bu habere sevinir, ne de olsa artık, kilerlerdeki erzak fareler tarafından yenmeyecek, sokaklar artık pislik içinde olmayacak, en önemlisi de çocukların sağlık problemleri bu kadar olmayacaktır. Yöneticinin delaleti ile salma usulü ile ahaliden kavalcının istediği 51 kese altını toparlamış ve kavalcıya farelerin def edilmesini müteakip verilmek üzere emanete alınır. Kavalcı isteğinin kabul edildiğini öğrenir öğrenmez, başlar sihirli kavalını üflemeye, kavaldan öyle sihirli ve tatlı, öyle güzel ve ahenkli sesler çıkar ki, fareler saklandıkları yerlerden akın akın çıkarak kavalcının yanına geliyorlarmış. Kısa bir sürede kavalcının sihirli üflemesi ile etrafı yüzbinlerce fare ile dolar, kasabadaki tüm  fareler kavalcının etrafında toplandığı anda kavalcı yürümeye başlar, kasabaya gelirken yolda görmüş olduğu dereye doğru yürür, kavalcı önde kavalını sihirli sihirli üflüyor, fareler peşinden tıpış tıpış geliyormuş. Kavalcı nihayetinde dere kenarına gelir ve suyun içine yürür,  derede o kadar hızlı akan ve çok miktarda  su varmış ki, kavalcının ardından suya giren tüm fareler ölür... Kavalcı tüm farelerin öldüğünden emin olunca, köye hemen geri döner, kasabayı farelerden temizlemiş olmanın sevinci ve gururu ile ve anlaştıkları biçimiyle de hakkı olduğunu bildiği ödülünü ister, "51 kese altınımı alırım, altınlarla şehre gider, işimi kurarım. Bende zengin insanlar arasına katılır ve rahat yaşamaya başlarım" diye hayal kurmuş. Bu düşüncelerle kasabanın yöneticisinin yanına varan çalgıcı ödülünü ister, yönetici oyun bozanlık yapar, "Nasıl olsa farelerden kurtulduk, 51 kese altını vermesem olur" diye düşünür, kavalcıya çeşitli nedenler göstererek altınlarını vermez. Kavalcı kandırıldığını anlayınca,  "Ben de size bir oyun oynayayım da görün" diyerek, başlamış kavalını sihirli sihirli üflemeye, kavalın sihirli sesini duyan tüm çocuklar kavalcının etrafında toplanır, kavalcı hem kavalını üfler, hem de yürümeye başlar, kavalcı yürümeye başlayınca sihirli kavalın büyüsüne kapılan çocuklarda düşer kavalcının peşine, kasabada tek bir çocuk kalmaz. Analar babalar kara kara düşünmeye başlarlar, yöneticiye gidip; "Ne yapıp, ne edeceğiz. sen kavalcının hakkı olan 51 kese altını vermeliydin. Bak şimdi çocuklarımızı aldı götürdü" derler. Kavalcı ise kızgın kızgın, peşinde çocuklarla birlikte ormana varır, kavalcı yaşanan yorgunluk neticesinde bir ağacın altında uykuya dalar, kavalı elinden düşer, çocuklardan zeki olan biri hemen kavalı eline alır ve üflemeye başlar, peşine takılan çocuklarla birlikte düşerler köyün yoluna, hemen kasabaya annelerin babalarının yanına dönerler. Yeterince uyuyup uyanan, kavalın sahibi, bakar ki çocuklar yok, telaşla köye döner, ahaliden zılgıtı yemiş yönetici bir daha riske girmez bu konuda ve kavalcının ödülünü verir, ahali de kavalcı da mutludur, gayri. Onlar erer muradına, biz çıkarız kerevetine. Ve dileriz ki bu masal gibi tüm karabasana dönüşen diğer masallarda böyle mutlu sonlanır...

Kim yönetici, kim kavalcı, kaval nerde, kedi yok mu, kedi varsa bu kadar fare neden var, kedi yoksa neden yok, çocuk kim, neden kavalını sesine uyar da kasabayı terk eder, vs. vs.

Masal masal olmasına da, dünyamızda elinde tek enstrümanı kaval olan o kadar çok kavalcı var ki, inanılır gibi değil... Futbol, ekonomi, siyaset, bilim, tarım dünyasında sayılamayacak kadar çok... Allah verdikçe veriyor... Hatta bunların en meşhuru da futbol dünyasından idi, nam-ı diğer dürülülü, vs vs. Artık diğerlerini de herkes içinden söylesin...

Pazar, Nisan 09, 2017

ALAÇATI OT FESTİVALİ

Çeşme Belediye Başkanı Muhittin Dalgıç; sürekli olarak Çeşme’nin bir festivaller kenti olacağını ısrarla ve usanmadan tekrarlamaktadır, burun kıvrıldığı hallerde ise de, büyük bir inanç ile kararlılık göstererek, Çeşme yarımadasının değişik bölgelerinde yapılacak ve sonuçta da “meşhur Alaçatı ot festivali yanına, 8 adet yeni festival daha ilave ederek, 9 merkez, 9 marka, 9 festival diye yola çıktık" iddiasını hep yinelemekte ve gerçekleştirilecek hiçbir festivalin hormonlu olmayacağını, hepsinin yerelin en has ve doğal halini yansıtacağının altını çizmektedir. İşte, "Germiyan Yöresel Lezzetler ve Sağlıklı Yaşam Festivali", işte Dalyan "aşk ve sevgi festivali", işte "Ovacık Tarımsal Kalkınma Projesi, kavun ve koyun festivali". Devamı gelecektir, görünen o... Ancak bu işlerin kolay olmadığını da belirtmek gerek, kolay olsaydı herkes bu kabil işler organize eder idi, başarının kolay gelmediğini bilenleri bir tarafa koyarsak diğerleri için anlamsız eleştiriden başka bir şey kalmadığını rahatlıkla söylemek mümkündür.

Bu kapsamda, Çeşme Belediyesi’nin önderliği ve katkıları ile "Alaçatı Ot Festivali" nin 8. si görüldüğü kadarı ile katılım zirvesine dönüştü bu yıl, dün gülenler, dün buna inanmayanlar ve onların temsilcileri de baktılar ki buradan pay edinmek mümkün, en önde yer alarak bayrak sallamaya hazirun oldular. Hülasa, bu görkemli açılış şöleninden, tüm mülki erkan, kortejde yer alarak paylarına düşeni, en azından bayrak sallayarak hak ettiklerini beyan etmeye çalıştılar.

Dün sabahtan itibaren, festivalin direk Alaçatı'ya ve Çeşme'ye bilahare de diğer 8 noktaya yansımalarını izlemek için erkenden kendimi dışarıya attım. Çeşme Otogarından itibaren gelen tur otobüslerinin yollarda nasıl izdiham yarattığını, otobüslerdeki çeşitliliğin, tur şirketlerindeki çeşitliliğin, gelinen kentlerin çeşitliliği, otobüslerdeki plaka çeşitliliği ve en önemlisi ziyaretçilerin çeşitliliğinin nasıl bir harika görüntü oluşturduğunu anlatamam. Hani bazı kendini bilmez zevatın "3-4 kaçık karının" başlattığı diye, kendince ti'ye aldığı, burun kıvırdığı, küçümsediği bu festival; gerçekten, bir nebzede olsa gerilen yurdum insanına bir derin nefes alma imkanı sunmuş, görünen o... Gelelim "3-4 kaçık karı" deyimini yazıya döken muhtereme, haydi onlar kaçık, sen akıllısın, gerçekleştirilenin %1'ini de sen gerçekleştir bakalım, işte meydan diyerek gıcık verelim... Hamamda türkü çığırarak, türkücü olunmaz... Gerçi tüm bu yaşananları bu biçimi ile ve sitayişle anlatıyor olmama bakmayın, bu benim turizm anlayışım ile uzaktan yakından alakası olmayan bir durum olup, kesinlikle benim hayal dünyamdaki  faaliyetleri kapsamamaktadır. Ancak, madem ki sistemi ben belirleyemiyorum, sistemi genel geçer ve kabul görmüş kendi tarif, öngörü ve açıklamaları üzerinden sonuçlarına bakarak irdeleyelim istiyorum. İşte bu yüzden, bu faaliyet kapsamında, en basit anlatımı ile, turizm merkeziyim iddiasında bulunan yerin yöneticilerinin, diğer yerlerdeki insanları kısa ya da uzun süreli olarak, yarattıkları cazibe alanına çekebiliyorlar mı? Gelen ziyaretçilerin sayısının bir önemi var mı? Belirlenen ve açıklanan faaliyetlere gelen ziyaretçileri katıp, sosyal ve ticari bir aktivite yaratılmış mı? Evet, Çeşme ve Alaçatı ağırlayabileceğinden fazla ziyaretçiyi çekebilme becerisi göstermiş yerel yöneticilere sahip, evet, Çeşme ve Alaçatı, belirlenen ve açıklanan tüm aktivitelere gelen ziyaretçiler katılmıştır... Demek ki maksat ve murat hasıl olmuştur. Demek ki; ürününüz varsa, yetmiyor sürümünüz varsa o da yetmiyor sunumuz varsa o da yetmiyor müşteriniz varsa, turizm oluyormuş, işte bu gözle bakılınca, "Alaçatı ot festivali" çok başarılıdır, kendi hedefleri açısından. Tüm esnafın bu kapsamda bu başarıyı yaratanlara büyük bir teşekkür borcu oluşmuştur, bence. Siz bakmayın yok "kuru kalabalık" tanımına, bugün kuru ise yarın yaş olur, diyelim.


Ancak; trafiğin bu yoğunluğunda gerek park yeri bulmakta yaşanabilecek sıkıntıdan, gerekse de yoğun taşıt trafiğinin gereği yoğun dikkat ve yaratacağı stresten uzak durmak için Çeşme'den Alaçatı'ya minibüs kullanarak gideyim dedim, hay Allah... Ne rezalet... Bir minibüs şoförü, genç, eliyüzü düzgün ama sert, nobran ve cin ve hin bakışlı, tüm koltuklar dolmuş, hareket etmiyor musun diye soran müşterisine, söyleyin arkadaşlarınıza da bir kısmı da ayakta gelsin hemen hareket edelim diyor, neyse öyle böyle bir hayli yolcu da ayakta, nihayet hareket, o sırada seferden dönen boş minibüs şoförüne sesleniyor, "hemen sar yolcuları, yola çık", mübarek yük ya da eşya taşıyıcısı sanki. Dolmuş mu dolma mı olduğu belli olmayan bu minibüste bırakın ayakta durmayı, tek ayak üstünde bile durmak zor, çünkü şoför iddia ve beklenti sahibi, kim varsa duruyor ve alıyor, maksat kimse yolda kalmasın... Ah bu kafa... Al ayakta yolcu ama makul miktarda değil mi, nerdee...

Esnaf memnun mu durumundan bilemem ama esnaf kafası bir hayli güzel çalışıyor en azından "bir kısım esnaf" için, Çeşme'de çalışma sezonu 3 ay, yıl 12 ay eder mi sana 4 te 1 i, nasıl çözeceksin işi, ya satman gereken ürün sayısını 4 e katlayacaksın, ya da fiyatı, kolayı ne, fiyatı 4 e katlamak... Allah selamet versin... Bu arada şamata olacak ama milli piyango satıcı esnafı memnun değil bu inanılmaz kalabalıktan, kuru kalabalık diyor, bilet alan yok, eee be adam, İstanbul'dan, Ankara'dan, Manisa'dan, Antalya'dan, Adana'dan vs vs gelen adam, senden niye bilet alsın değil mi?

Pazartesi, Nisan 03, 2017

KORE MEKTUPLARI

Canım Yurdumun yurt dışına asker gönderme konusundaki ilk deneyimi "Kore savaşı" adı altında, kimilerine göre zafer, kimilerine göre ise hezimet olan ve aslında canım yurdumun dönem itibari ile yöneticilerinin; 2. paylaşım savaşının emperyalist blok tarafındaki muzaffer devletlerinden ABD'ye yaranma, yapışma ya da sığınma saikleri ve temelde de, Truman ya da Marshall yardımlarından faydalanarak memleketi yardım sahiplerinin sufle ve istemleri doğrultusunda bir evrime tabi tutarken ne kadar antikomünist olduklarının ispatına matuf uğraşı, mezkur nema ve mamalar sayesinde de kendi iktidar ömürlerinin uzun tutulabilmesi peşindedirler. Onların umurunda değildir, toplumun bağrında şehitler ve gaziler üstünden oluşan travmalar, insan psikolojisinin ve konsantrasyonun hem de kendisini hiçte ilgilendirmeyen bir savaş yüzünden derinden etkilenerek heder ediliyor olması, onlar için yegane önemli şey, şahsî menfaatlerinin, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edilmesidir.

Neyse, asıl maksada gelelim, yazının başlığını oluşturan; "Kore mektupları" adlı kitabın yazarı Gündoğdu Kayal'ın anılarından oluşan ve aile ve akraba efradı ile mektuplaşmaları üstünden, savaş sonrası dönem olmakla birlikte, hem canım yurdumdaki genel hava, hem de insanların savaşa bakışları, hem de seyahat esnasındaki gözlemleri ve tespitleri çok ilginç tablolar oluşturmaktadır. Öğretmen emeklisi babanın esnaflığa soyunması ile oluşan ticari hayat ve bağlı sorunlar, kendisi ve abisi üstünden askeri zümrenin durumu ve oluşan hakim zihniyet ve hayat tarzı, ABD hayranlığı, Irak darbesinin canım yurduma yansımaları, tüm cilalamalara rağmen sırıtan Menderes döneminin günü kurtarma politikaları ile gelinen nokta.

Kitapta enteresan anılar bulunmakta olup benim için en şaşırtıcı olanı ise, savaşın sona ermiş olduğu dönemde, gönüllü olarak Kore'ye asker giden yazarın ailesine, anladığım kadarı ile her türlü işlerde kullanılmak üzere, "emir eri" adı altında "hizmet eri" tahsis edilmiş olmasıdır, oysa bizim bildiğimiz "emir eri" uygulaması belli bir komuta düzeyindeki subayların tamamen üzerinden yük alma kabilinden sayılabilecek düzeyde şahsi işlerinin deruhte edilmesinden ibaret iken, buradan anlıyoruz ki, subayın anne ve babasının evinde bulaşık yıkama faaliyetlerine kadar en geniş maksada matuf oluşudur. Diğer taraftan tüm sağ iktidarlarda olduğu üzere, popüler uygulamalar ile mali disiplin, plan ve programların göz ardı edilmesidir ki sonuçları, üstelikte izlenen harici ve dahili tüm politikalardan memnun olan babanın oğluna yazdığı mektupta şu şekilde yer buluyor; "iflaslar, protestolar, hercümerç içinde kalan ticaret ve sanayi beni de şaşırtmış bir haldedir,. Bankalar alacaklarını, muameleye tevessülle istiyor, hatta tediyede kolaylığa dahi yanaşmıyorlar. Doların 9 (dokuz) liraya iblağı Burhan'ın ideallerine bir Çin seddi çekmiştir. 4.260 liraya 1952'de aldığım makine, bugün 18.600 liraya etiket taşıyor..... Gıda maddelerini hiç sorma. Milli koruma mevzuatı (tüm sağcılar tarafından bilahare aleyhte kullanılmıştır) çerçevesinde serbest bırakılan pirinç 4, fasulye 5, zeytinyağı 10 liradır. Çok şeylerin karaborsanın kat kat fevkine yükselmesi, hayat şartlarını vahim bir hale koymuştur." Görüldüğü üzere, bugün bize hala nurlu ufuklar diye kakalanmaya çalışılan dönemin, üstelikte bir taraftar tarafından nasıl tekzip niteliğinde anlatıldığı ortadadır, işte aklı kullanmada basiretsizlik öne çıkarsa, doğruları eğri, eğrileri doğru diye kolaylıkla yuttururlar adama... Mezkur kitapta, farklı farklı dönemlere ait çok ciddi yakınmalar vardır, bu mealde... Ama aynı iktidar, toplumda oluşan memnuniyetsizliği yumuşatmak üzere, 1959 yılında, maaşlara %100 zam yapmayı kararlaştırır, babanın mektubunda da konu aynen, "maaşlara yüzde yüz zam konusundaki Kanun lahiyası meclise verilmiş, Zabitanın tayin bedellerine de yüzde elli zam kabul etmişler" biçimi ile geçmektedir.

Kitap, dönemin en önemli iletişim aracı olan mektuplar vasıtası ile, özel ilişkilerin detaylı anlatılması, yurt dışından temin edilmesi gereken gereçlere, gezilen görülen yerlerin görmeyenlere aktarılması gibi görünüyor olsa da, bence en önemli tarafı, canım yurdumun yönetiminin Menderes döneminde ABD'ye nasıl ihale edildiği ya da edilmek istendiği ile başlayan, bilahare de ABD'nin soğuk savaş belası, yalanları ve politikaları ile canım yurdumun başını nasıl belaya soktuğunun arka planıdır adeta... Bunu da yazar; " Kore'deyken Türkiye'deki yarınlarım için zihnimde oluşan, ailemden mektuplarla desteklenen, telkinlerle şekillenmiş projelerim; bunlara dayalı düşüncelerim, hayallerim döner dönmez bir sis bulutunun gerisinde sönüverdi. Kore'ye gitmezden önce ve sonrasında iki lira seksen kuruş olan doların Kore'ye varışımdan yaklaşık bir ay sonra dokuz lira üç kuruşa yükselmesi, Türkiye'de yıkım yaratmıştı." diyerek özetlemiştir. Oysa ki yazar; Kore'de bulunmasını başlardaki mektuplarında; "... insanlık, demokrasi, hürriyet ve Birleşmiş Milletler idealleri uğruna" diye anlatmıştır. Bir diğer önemli not ise, yerli kaynaklarımızda 750 olarak verilen şehit sayısının, Kore'deki bir anıtta 1005 olarak gösterilmiş olmasıdır.

Şimdilerde aynı, ABD Orta Doğu'da taşeronları ile birlikte, Kore'ye getirmiş olduğu "demokrasi ve hürriyeti" getirmekle meşgul iken yazar da Seferihisar'daki evinde artık Nazım Hikmet şiirleri ile tanışmışlıktan mülhem bir şiir yazar. Ve der ki; Nazım Hikmet bugün bile haklı çıktı.

Yirmi yaşlarında bir tane insandım ben,
Erkek,
Ağzım burnum, elim ayağım yerinde,
Üniformam, otomatiğim üzerimde,
Yani öldürmeye, öldürülmeye hazır;
İnsanlık ve Birleşmiş Milletler idealleri uğruna.

 

Çarşamba, Mart 22, 2017

HİTLER'İN DESTEKÇİSİ THULE CEMİYETİ ve BÜYÜK SERMAYE-1

Bir önceki yazımda; Adolf Hitler ve egemenler tarafından seçilme ya da bir anlamda tercih edilme vasatı üstüne ve kendisini tercih eden egemenlerin bir kısmı üzerine, Almanya'nın açıklanan gizli belgeleri ışığında, bir miktar bilgi aktarımda bulunmuş idim. Şimdi ise, Adolf Hitler'in tercih edilmesinin vasatını oluşturan, tüm Nazilerin manevi babası, başöğretmeni ve manevi Führeri Rudolf von Sebottendorff tarafından kurulan Thule Cemiyeti, Aryan ırkın üstün ırk oluşu üstünden yaratılan siyasi vasatın ülke yönetimine matuf her türlü girişimi ve gerekli hamleyi gerçekleştirmek üzere, kimilerine göre cemiyet, kimilerine göre tarikat, kimilerine göre ocak, kimilerine göre topluluk (cemaat) olarak 1918 yılında kurulmuştur.

Emperyalizmin dertlerine çözüm aradığı 1. Paylaşım savaşı da (1. dünya savaşı) tarafların rıza göstereceği manada çözüm getirmeyince, çalkantılar sürmekte, tüm kapitalist dünya buhrandan hala kurtulamamış ve konumuz özelindeki Almanya'da da çalkantılar bir türlü bitmez, kriz daha da derinleşir. Kurt dumanlı havayı sever şiarı mucibince, Alman sağcıları, milliyetçileri ve gericileri ortalıkta fink atmakta ve buhrandan, kerim ve güçlü devlet nasıl çıkartılabilirim formülü peşinde koşmaktadırlar. Formül bulunmuştur, 13 Mart 1920'de, tarihe "Kapp Darbesi" diye geçecek bir hükümet darbesi gerçekleştirirler. Bir sürü kaynakta Amerikalı ve gazeteci diye gösterilse bile esasen bir Prusyalı gerici, yobaz ve diktatörlük yanlısı olan, esasen de bir general olan Wolfgang Kapp, yönetici zümrenin en sağ ve milliyetçi kanadı ile birlikte, faşizan karakterli, sonuçta başarısız olsa da, nihai amacı ve hedefi olan Nazizm'in iktidar arayışlarına tercüman olup yol veren bu darbenin lideridir. Gerçi dönem itibariyle, mezkur darbe başta komünistler olmak üzere, sosyal demokratlar ve diğer tüm demokrasi güçlerinin etkili karşı durması ve işçi ve memurlarını genel grevi neticesinde geri püskürtülmüş ise de, yukarıda bahse konu Thule cemiyeti ve benzerlerinin, kara propaganda ve büyük sermaye destekli çalışma ve saldırıları neticesinde ibre tekrar onların lehine dönmüştür. Diğer taraftan Thule Cemiyeti, bunun dışında yapılabilecek hamleler üstünde bıkmadan usanmadan çalışır durur, artık Almanya Burjuvazisi ve onların siyasi aktivistleri niteliğindeki sağcılar ve gericiler, Kapp darbesinden gerekli dersleri çıkarmışlar ve darbe ve şiddet yolu yerine iktidarı seçim hileleri ve karar vericilere baskı yolunu denemeye karar verirler. Almanya işçi ve memur hareketinin örgütlülüğü ve gücü ve de nihayetinde başarısı karşısında, nasıl bir yol bulunacak arayışları çerçevesinde, Almanya Demirçelik devi Stinnes patronu dönemin ABD büyükelçisine; " Gerekli olan her şeyi yapabilecek bir diktatör bulmak gerekli. Bu insan bizzat halkın içinden gelmeli ve halkın dilini konuşmalıdır; böyle birine sahibiz" diyerek de Adolf Hitler'i kast ederek, asıl ve büyük hedefin ne olduğunu belli etmiştir. Bu kapsamda, özellikle "büyük buhran" diye tarihe geçen kriz sonrasında Almanya büyük sermayesi, bankacı Baron Kurt von Schröder’in villasında bir araya gelerek, nihai kararı verirler, her türlü yol mubah tespit ve tayini ile Nazileri ve onların lideri Adolf Hitler'i hükümet edeceklerdir. Yani Hitler'i öyle iddia ettiği gibi milyonlarca seçmen iktidara getirmemiştir.

Almanya teknoloji devi Siemens’in İkinci Dünya Savaşı sırasında toplama kamplarında, insanların yakılması işleminde kullanılmak üzere fırın inşa ettikleri sır değildir, üstelik kendileri gibi ailelerini de öldürecek olan fırınların inşasında kamplardan getirtilen Yahudi tutukluların çalıştırıldığı ve bu yolla da servetlerine servet kattığı herkesin bilgisi dahilindedir.

Günümüzün ilaç devi Bayer, Nazilerin gaz odalarında kullandıkları Zyklon B gazının üreticisi IG Farben’in bir alt şirketiydi. Gaz üretiminin dışında, "Ölüm Meleği" olarak tanınan Nazi doktor Josef Mengele’nin deneylerine de destek veren IG Farben, savaş sonrasında Bayer tarafından satın alındı. Bayer’in ayrıca aspirinin gerçek mucidi olan Yahudi biliminsanı Arthur Eichengrun’un yerine Ari ırktan gelen Felix Hoffmann’ın ismini kullandığı da bilinmektedir..

Krupp, Essen bölgesinde yerleşik 400 yıllık geçmişe sahip Alman aile. Aile, sanayici geçmişi, çelik, silah ve mühimmat üretimiyle ünlüdür. Aile şirketi olan Friedrich Krupp AG Hoesch-Krupp Nazi rejimine verdiği destek neticesinde  20.yüzyılın önde gelen şirketlerinden olmuştur. 1999 yılında Thyssen AG ile birleşerek ThyssenKrupp AG adını almıştır.

Günümüzün teknoloji devi; Siemens, Hannesmannröhren-Werke AG olmak üzere, tüm iştirakları ile Nazizmin hizmetinde olmuştur.

Löewe; başta Mauser silah Fabrikaları, Alman silah ve mühimmat fabrikaları, Alman-Atlantik telgraf şirketi başta olmak üzere tüm iştirakları ile Nazizm'in hizmetinde idi.

Peki, endüstri kuruluşlarının yanında, destek veren bankalara bakarsak, nerdeyse tüm bankalar Nazizm'in destekçisi olmuşlardır, Deusche Bank, Dresdener Bank, Darmstaetter Bank, Bleichroeder Bank, Oppenheim Bank, Speyer Bank, Mendelssohn Bank, Warburg Bank, Arnold Bank ve diğerleri.

Bu yazı ile birlikte Adolf Hitler ve Nazizm üzerine yazılarımı sonlandırıyorum, ahsenü'l-kasas'ın sonuna gelinmiştir..

Pazar, Mart 19, 2017

HİTLER'İN DESTEKÇİSİ THULE CEMİYETİ ve BÜYÜK SERMAYE


Bir önceki yazımda, detayları ile verilmiş Adolf Hitler portresi üstüne çok ta fazla kelam etmeye gerek olmadığı aşikardır, kendisi, egemenlerinin 1. dünya savaşı ile çözemediği sorunlarının dayatmasıyla ortaya çıkan kapitalizmin "büyük buhran"ının aşılabilmesi umudu ile, Avrupa'nın büyük sermayesi ve yedeğindekilerin iktidara taşıdığı, "Ein Volk, ein Reich, ein Führer" (tek millet, tek devlet, tek lider) sloganı ile somutlaşan, rafine ve dayatma çılgınlık projesi "nazizm", karizmatik bir dil ile yapılan propaganda, yalan ve dolana dayanan, yer yer din ve milliyetçilik, yer yer sosyalizm sosu, yer yer anti-semitizm, yer yer anti-komünizm, yer yer anti-kapitalizm yaklaşımı ile her şeye karşı, her şeye yandaş görünen kokteyl bir politika ile kafaları karıştırarak alınan destek ile yol alıyordu. Avrupa büyük sermayesinin önemli temsilcilerinden olan, Alman soylusu ve Bankacısı Baron Kurt von Schröder liderliğindeki, Köln merkezli "kartel krallarının bankası", Bankhaus JH Stein, her türlü melanetin planlayıcısı ve uygulayıcısı konumunda, tam da bir katiller sürüsü icraatı görüntüsü veren Himler'in SS'lerinin Thule Cemiyeti üzerinden savaş finansörü olarak, faşizmin asıl art planını oluşturan büyük sermayenin adeta konsorsiyum lideri gibiydi. Schröder, bunlarla yetinecek mi, şüphesiz hayır, "finans kapitalin" sözcülüğünü ve arabuluculuğunu, Londra'daki J. Henry Schröder ve New York'ta J. Henry Schröder Banking Corporation adlı bankacılık ve finans kuruluşları aracılığı ile de enternasyonal boyuta taşımış biridir. Uluslararası olmasının da en önemli tespit, ispat ve istinatı da, savaş sonrası başını savaştan muzaffer çıkan ABD'nin finans kuruluşlarının çektiği grubun bu gerçeği örtmek için harcadıkları sonsuz çabadır. Mezkur zatın, Almanya'daki birçok büyük şirketin yönetim kurulu başkanlığı ve üyeliği ise, ekonomik liderliğin, siyasi liderliğe ve nihayetinde de savaşa yapılan liderliğe evrilmesinin hedaya-yı şahanesidir, adeta.

Sermaye için; aslolanın kendileri adına oluşan "sermayenin güvenli ortamıdır" bundan gerisinin asla ve kat'a bir önemi yoktur ve olamaz da, peki bu sadece devr-i Hitler ile mi sınırlı, zinhar, mesela, günümüz Türkiye'si için bakın Canım Yurdumun büyük sermaye sözcülerinden Bülent Eczacıbaşı'nın mart 2015 teki bir açıklamasına, ne diyor muhterem; "Yatırımcının güven duyduğu ve parasını güvenle getirdiği, yerli ve yabancı sermayenin önünü gördüğü bir ortamın sunulması en önemli konu, sermaye rejimin ne olduğu ile ilgili değildir”. Nokta... Yıl 1935, yıl 2015, yer Almanya, yer Türkiye, yıl ve yer değişik ama fikriyat aynı ya zikriyat... Nokta...

Ferdinand Hugo Boss; bugün artık çok büyük bir organizasyon haline gelen Hugo Boss markasını 1924'te kurduktan sonra 1931’de Nazi partisine üye olur, Hitler’in 1933’te iktidara gelmesinden sonra 1945’in sonuna kadar Alman ordusunun üniformalarını yapar, önemli ve kendisine yol bulduran ve aldıran tasarımları arasında SS’lerin, Hitler gençliğinin ve Wehrmacht’ın üniformaları bulunmaktadır.

Diğer taraftan, otomotiv sektörünün dünya çapında markası BMW’nin kurucusu Günther Quandt'da Nazi partisi üyesi olup, firmasında savaş döneminde Nazi rejimi için silah ve askeri teçhizat üreten firma, fabrikalarında boğaz tokluğuna 50.000 savaş esiri ve toplama kamplarından getirilen Yahudi işçileri çalıştırarak, hem rejime destek olmuş hem de kendi gücüne güç katmıştır.

Geçtiğimiz yıllarda, Hugo Boss ve BMW’nin temsilcileri, kurucularının Nazi rejimiyle olan ilişkilerinden dolayı kamuoyundan özür dilemiştir ama bu onların sahip oldukları sermayenin içindeki yoksulların ve esirlerinin kanının bulunuyor olmasına engel olamamaktadır. Gerçi özür dilenmesinin de azımsanmaması gerekir ve bunu yapmayıp ta hala devam edenlerin cesaretlerinin devamına destek olmayalım da diyebiliriz, bu da ayrıca yanlış sayılamayacak bir yaklaşım olmakla birlikte fiili durumun değişmesine bir katkı yapmamaktadır.

Yavaş yavaş açılmakta olan Nazi arşivleri, Nazi geçmişi olan markaların ya da kurumların sadece Hugo Boss ve BMW’yle sınırlı kalmadığını göstermektedir.

1936’da Nazilerin yabancı markaların Almanya’ya ithalatını yasaklamasıyla, Nazi rejimiyle pazarlığa girerek anlaşma sağlayan Coca Cola'nın soda markası, reklam afişlerinde kola içen Nazi gençliğinin ve gamalı haçın, arka yüzünde de Führer’in fotoğrafının yer almasını kabul eder ancak bu seferde, ABD hükümeti günlük siyasi mülahazalarla Coca Cola'nın Almanya’ya olan ihracatını engeller, Coca-Cola’nın Almanya temsilcisi, sermayenin enternasyonal zekası ile devreye girer ve "Fanta" markası ortaya çıkar, Coca Cola Nazi gençliğine hitap eden bu içecek ile bu yasağı deler.

Renault’un kurucusu Louis Renault’un, Nazilerle yaptığı işbirliği neticesinde, üretilen kamyonların Nazi Almanya'sına verilmesi kendisinin sonunu getirse de, ortaya çıkmış belgelere rağmen, mirasçıları bu işbirliğini hala ret etmektedirler.

Diğer taraftan, hem kişiye kişisel bağışları, hem de Almanya'da elde edilen gelirin Nazilere bağışları gibi ahlaksız tutumları açıklanan belgelerle açığa çıkmasına rağmen, şiddetli reddedişle Henry Ford'un markası Ford, bu cürm-ü meşhuttan azade olabileceğini zannetmektedir.

Evet, yine bana ayrılan yerin sonuna geldik, say say bitmiyor bu ahlaksızlık ve ahlaksız tutumlar... Çelik devi Krupp ve Thule Cemiyeti ile devam etmek üzere...