Salı, Eylül 17, 2013
3F ( FADO – FİESTA – FUTBOL)
Canım Yurdumda, 2013–2014 futbol sezonu her türlü şaibeyi
barındırarak ve bir türlü de bu durumdan kurtulmayı beceremeden sürüp gideceği
haliyle başlamıştır. Canım yurdumda durum bu da sanki diğer ülkelerde durum
farklı mı, kesinlikle hayır, çünkü futbolun bu kadar öne çıkarılması sistem
zaaflarının kapatılması, yaşanan her türlü hayâsızlıkların gözlerden uzak
tutulması çabası olup “cambaza bak
yönteminin” en güzel ve etkili aracıdır. Kavli beladan beridir, büyük büyük
stadyumlar yapılıp içine doldurulan yüz binlerce insana grup terapisi
kabilinden afyondan geçirilme seansları düzenlenmekte olup, en büyük sıçramayı
ise, bu formülün babaları İspanya’daki Faşist Franco ve Portekiz’deki faşist
Salazar gerçekleştirmiştir.
Futbol; spor olmaktan ne yazık ki çıkarılmış ve işin içine
milyonlarca doların girdiği bu kabil her müsabakada olabileceği üzere
toplumları afyon terapisine tutulmuşçasına etkisi altına almaktadır, çünkü işin
içinde artık büyük bahisler vardır büyük paralar vardır, aaa gerçi biri de
çıkar, yahu amaç milleti uyutmak ise futbolla uyumazlarsa bu sefer basketbolu
öne çıkarırlar, tıpkı ABD de olduğu üzere derse de buna itirazımız olmaz,
maksat hâsıl olsun yeter muktedirler açısından diyerek… Bir diğeri de kardeşim
biraz da bu toplum uyanık olsun hemen uyutulmaya hazır beklemesin der ise,
bakın buna da itiraz edemem Vallahi… Ama nihayetinde bazı düşünürlerin
söylediği üzere futbol kitleler üzerinde adeta bir din etkisi yaratmakta ve her
geçen gün dini ritüel sayısı ile maç oynama sayısı neredeyse eşitlenmektedir…
Aslında yedekleri ile birlikte bakıldığında en fazla elemanı
barındıran spor dalı olarak çok büyük kitleler tarafından izlenen ve ihtiyaç
duyulan araçların ise harcıâlem olması nedeni ile de yapılması kolay ve izlemesi
çok zevklidir futbol, bu yüzden büyük kitleler tarafından izlenir. Belki de bu
yüzden para ve şovenizm bu kadar oturmuştur merkezine bu sporun…
Faşizmin ve Diktatörlerinin toplumları yönetirken, toplumun hayatın
gerçeklerinden olabildiğince uzakta durmaları, toplumların gerçekleri görmesini
değil rüyalar görmesini istedikleri için sıkça başvurdukları yöntem; Faşist
diktatör Salazar Portekiz’inde Fado Fiesta Futbol, faşist diktatör Franco İspanya’sında Fiesta, Festival, Futbol formülü olmuş ve hayat bu bakış
açısıyla şekillendirilmeye başlanmış ve bu formülde ilk 2 F si Fado müziği, fiesta
eğlenceyi ifade etmektedir. Başkaları da çıkar ve 3F yi Fuhuş, Faşing ve Futbol
diye de ifade ederse fazlaca itiraz etmem açıkçası. Hatta biri çıkar artık 3 F değil 4F vardır, hadi bakalım ekleyin
Facebook’u da derse bu da makul bir önerme olarak kabul görür bence… Gerçek
olduğu söylenen bir hikâyeden bahsedilir hep, faşist diktatör Salazar avenesine
bir gün, “Bana onbinlerce insani uyutabileceğim bir beşik yapın” demiş ve bu
talimat üzerine, derhal başkent Lizbon’da büyük bir stadyum yapılmış ve kendisine
ülkeyi nasıl yönettiğini soranlara da bu büyük stadyumu göstererek “Futbol
olmasaydı ben Portekiz’i yönetemezdim” dermiş… Bugünlerde ülkemizde de hiç te
gereği yokken bu kadar çok ve büyük stadyum yapma girişimleri de bu fasıldan
değerlendirmeli mi acaba? Kesinlikle ve tartışmasız doğru olan bir şey var, bir
insanin, aylık ücretinin yarısını yakınını hafta sonları izleyeceği maç için bilet
ve seyahat bedeli olarak harcamasının kolay kolay izah edilemeyeceğidir. Ne
yazık ki, zaman zaman kendim de dâhil, insanlar futbol ile yatıp kalkmaktadır
adeta, mezkûr insanlar arasındaki tek fark ise, bazıları uyanmayı
becerebilmektedir…
Ancak muktedirler açısından bu sporun izleyicilerine yönelik,
büyük bir hoş görü ile karşılanan her türlü saldırgan tavırlarının afyon
terapisi konusunda aşama kaydettikleri aşikâr olup, normal hayatta olsa
kesinlikle hapis cezaları ile sonuçlanacak her türlü hakaret, saldırı ve
yaralama hatta öldürme fiilleri bile cezasız kalmaktadır. Buradan cesaretle
maçlardan sonra mikrofon uzatılan küfürbaz ve saldırgan seyirciler “ne yapalım
bu şekilde dejarj oluyoruz” deme cesareti gösterebiliyorlar, üzerine de TV
lerin en önemli saatlerini işgal eden egoları gazlanmış ve şişirilmiş aslında
kocaman birer hiç olan malum zevat tarafından da “seyirci haklı kardeşim” gibi
subuk yaklaşımlarla topluma şirin gösterilmeye çalışılmakta, her bir gereksiz
detaya müdahale etme gereği gören RTÜK denen sansür kuruluşundan ise ses
çıkmamaktadır. Adeta 50 TL verip bilet alan herkes, karşısında olan herkese,
beğenmediği hakem, yönetici, futbolcu, seyirci ayırımı yapmaksızın her
istediğine küfür edebilme, saldırabilme ruhsatı/yetkisi almıştır. Tüm bu
rezalete göz yumanlar işi o kadar uçuk noktalara getirmişlerdir ki, bir
ambulans geçişi konusunda haddinden fazla geniş ve rahat davranan yetkililer,
herhangi bir maç kutlaması için oluşan konvoylara adeta eskortluk yapılmasına
prim vermektedirler. Bakıyorsun inanılmaz bütçelerle kurulan güvenlik ve izleme
tesisleri neticesinde bu her türlü herzeyi yemiş zevat yakalanıyor,
zannedersiniz ki ceza hukuku çalışacak nerde adeta dağ fare doğuruyor, “2 hafta
maçlara girememe cezası”, komedi… Bu kutsanmışlık içinde bu kabil insanların bu
kadar saldırganlıkla yetinmesini de bir kar olarak görmekten başka bir şansımız
kalmamaktadır. Maçların yaratılan atmosferlerde oynanması esnasında normal
hayatta son derece sakin, sessiz ve akıllı görünümlü deve dişi gibi insanların
adeta kendilerini kaybedercesine illizyona kapılmaları ve örneğin 2 samimi
arkadaşın karşıt takımların taraftarı olması halinde birbirlerine karşı
takındıkları tavır mide bulandıracak noktaya tırmanmaktadır. Futbolun kendisinin
afyon etkisi yaratmasının yanında asıl etkisi diğer olaylara türban
geçirilmesine yol açabilmesi, muktedirler tarafından en fazla desteklenen ve
köpürtülen yanıdır. Milli maç dönemlerinde, bu milli görevdir yorumu yapıp
alkış bekleyen aktörlerin işin paraya döküldüğü prim tartışmaları tarafında
milli görev yorumunu bir kenara bırakıp, şundan aşağı olmaz, bundan yukarı
olmalı pazarlıklarına kolaylıkla girebilmeleri bile konunun ne türden bir milli
görev algısına tekabül ettiğini göstermektedir. Futbolcuların çok büyük paralar
ile transfer edilebildiği, Canım Yurdumda bile naklen yayın ihalesinin 2 milyar
dolar civarında bir bilançoya ulaşabildiği, Rıdvan Dilmen gibi spor
yorumcularına yıllık 5 milyon dolar ödenebildiği, kaldı ki bu zat gibi bu
ülkede en az 25 milyon insan vardır, ortamlarda sporun toplumsallığı illizyon
yaratmanın dışına asla ve kata çıkamayacaktır. Hiç unutmuyorum, Sovyetler
Birliği döneminde katıldıkları 1982 dünya kupası finallerinde turnuva gol kralı
olan futbolcusuna tebrik ve takdir için gönderilen 100 doları duyan bizim
önemli zevatımızın hor görmeleri gazetelerin spor sayfalarını günlerce işgal
etmişti, bu ekip etik, ahlak ve sporun erdemi üzerine koca koca laflar
ettiklerini hemen unutabilmişlerdi… Şimdilerde bakıyorum da aynı zevat ortaya
saçılan şike kayıtlarına, iddialarına ve mahkeme kararlarına karşın hala ve
utanmadan “aman dikkat futbol çöker” gibi abuk subuk laflar etmekte, adeta aman
futbol çökmesin de isterse toplumun tüm ahlaki değerleri çöksün demektedirler,
ahlaksızlığın bu kadarı da ancak futbol yorumculuğu ile gerçekleşebilmektedir
adeta… Ama bu işin de cılkı çıktı artık, eskiden bir maç izlemek için hafta
sonu beklenirdi, şimdilerde her gün, her saat herhangi bir TV kanalında maç
seyredilmek mümkün, buna paralel olarak ta afyon alma seansları uzamaktadır.
Artık dünya tek kutuplu dünya da oldu ya, sömürünün ve
baskının artışına doğru orantılı bir biçimde daha da öne çıkarılıyor futbol
haliyle, peki bu şişirilmiş ve abartılmış bütçelere dayanması mümkün mü, peki
bu gidişle futbol çöker mi, bilemiyorum ama gelen sinyaller hiç te olumlu
değil…
Son olarak; yıllar önce Devekuşu Kabare’de geceler oyununda duyduğum
müthiş, “insanların rüya görmesini
engellemeyin yoksa gerçekleri görürler” ile yakınlarda kaybettiğimiz futbol
emekçisi Metin Kurt’un “Futbol borsada
değil arsada oynanır” sözleri ile konuyu bağlayalım. Anlayana…
Çarşamba, Eylül 11, 2013
12 EYLÜL HUKUKU
(DÜN İYİ İDİ DİYENLERE)
Zulüm İmparatorluğu Amerika Birleşik Devletleri; genelde
Dünyaya özelde de Doğu Akdeniz, Orta Doğu ve Orta Asya’ya yönelik tek
hükümranlık politikaları çerçevesinde oluşturduğu “yeşil kuşak” projesi çerçevesinde kuşağın coğrafyasına denk gelen
ülkelerinden Türkiye’de 12.Eylül 1980 de; “içimizdeki
Amerikan çocukları” ve tarihe eli kanlı 5’li çete olarak geçen ve tüm
dünyada bir avuç destekçileri hariç nefretle kınanan faşist cunta tarafından
bir darbe gerçekleştirilmiş ve Amerikan çıkarlarına hizmet etmede kusur
yapmayacağı taahhüdünü yenilenerek, içine düşülen ekonomik krizden çıkmanın
anahtarı gibi sunulan 24 Ocak kararlarının katıksız uygulanabilmesi için
mıntıka temizliği yapalacağı sözü verilerek islamist politikaların ve
politikacıların önü açılmıştır. Kemalizm bile hedef tutularak başlanan ve
esasen de solun tüm renklerine kadar geniş bir yelpazede, inanılmaz bir intikam
saldırısı olarak bilinen ve bugün ülkemizde yaşanan tüm sorunların temelini
oluşturan bu faşist darbe, bugün temsilcileri konumundaki iktidar sahiplerine
dikensiz gül bahçesi bırakan bu cunta ve başındaki faşistler bu ülkenin
insanları tarafından asla ve kata unutulmamalıdır, unutulmamalıdır ki,
ülkemizin son yüzyılda yaşadığı bu en büyük siyasi ahlaksızlık ve travma iyice
anlaşılabilsin ve gelecek kuşaklara da anlatılabilsin. Yarattıkları tenkil,
tedhiş ve tedip ortamı ile emperyalist talan, soygun ve yağmaya daha uygun alan
açan “içimizdeki ABD’nin çocuklarından”,
darbecilerinden, kontrgerillacılarından, gladiocularından hesap sorulmalıdır ve
bugünkü ardılları olanlara da gerekli cevap verilip muhtemel gelişmeler için
cesaretleri kırılmalıdır.
Bu baptan özetle anlaşılacağı üzere; bugün ülkemizde ne
varsa 12 Eylül de kurgulanmış ve planlanmış olup, sendikal ve işçi hakkı
daralmasından, özgürlük daralmasına kadar akla ne musibet geliyorsa mesnet ve
gerekçe oluşturmuştur. Kısaca 12 Eylül halen devam etmektedir, günün gerekleri
ve uluslar arası beklentiler bu yönde olduğu sürece de uzunca bir süre devam
edeceği de anlaşılmaktadır.
Şimdi bakıyorum da bir kesim, bugün yaşananların canım
Yurdumun geçmişinde hiç görülmediğinden dem vurarak sanki örtülü ve zımni bir
12 Eylül unutturmacasına çanak tutmaya çalışıyor, oysa dün de kötü idi bugün de
kötü ve korkarım ki ahir ömrümüzde sosyal politikasını öne alan bir iktidar
görmeyeceğiz herhalde. Ancak özellikle 12 Eylül döneminin, kelle avına çıkılmış
paranoyasının bu kadar çabuk unutulması gelecek adına hepimizi açıktan
korkutmalıdır, o günlerde yaşanan ve maalesef mecelleden bu yana hukuk
nasibinin toplum adına hiç yaşanmamışları sahnelendi.
O dönem bir konuşmasında kendilerine muhtemel bir istihbarat
ya da plan tatbikatı diktesi mucibince, eğer “5 Lİ ÇETE” yani MGK üyelerinden birine herhangi bir suikast yapılması
halinde suikastı yaptığına karar verilen örgüt üyelerinin cezaevlerindeki tüm
üyelerinin öldürüleceğinin kararını aldıklarını televizyondan tüm dünyaya
açıklamıştı. Sonraları, dizginlerin uluslararası tertibin sözcüleri tarafından,
taleplerine binaen görece serbest kalması ortamında da, ilk önce MHP
milletvekillerinden Rıza Müftüoğlu’nun gündeme yeniden taşıması ve bilahare de sözde
gazeteci Ali Kırca ile bir röportajında da hiç korkmadan tekrarlamıştır aynı
görüşleri, “evet, Genelkurmayda böyle bir
karar aldık ve bunu açıkladım ki, korksunlar, netekim bu yüzden de böyle bir
şey de olmamıştır” diyerekten, ancak bir insanın cinnet halinde alabileceği
bir kararı heyet olarak aldıklarının altını çizerek nasıl bir katliamı göze
aldıklarını tekrarlamıştır. Peki, bunlar diğer tüm faşist diktatörler gibi
böyle bir katliama hazır oldular diyelim, bunların gözünü kan bürümüş diyelim,
çetenin başı Kenan Evren’e, hem de canım yurdumda hukuk adına ne varsa ayaklar
altına almasına rağmen, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Fakülte Kurulu 2
Aralık 1982 tarih ve 4943 sayılı kararınca “Fahri
Hukuk Doktoru” unvanının verilmesini hem de ittifakla alınan bir kararla
verilmiş olmasını ve aynı gün her fakültenin dekanın, birer öğretim üyesinin, yüksekokul
müdürlerinin ve rektör yardımcılarının katıldığı İstanbul Üniversitesi
Senatosunca da hukuk doktorluğu yetmezmişçesine oy birliğiyle “Fahri Hukuk Profesörlüğü ve Hukuk
Doktorluğu (Honoris Causa)” verilmesini nasıl izah edeceğiz. Hani bugün
adalet ne hale geldi diye hayıflanan, dövünen ve bağıranlara göre bu durum
nasıl izah edilebilir acaba? Aman kimse bana o dönem başkaydı demesin lütfen,
dün ile bugün arasındaki fark sadece şekildir… Hem de şimdilerde hukukçu diye ortalıklarda
vızır vızır dolaşanların önemli bir bölümü bu rezalet paye taltifini öneren ve
hazırlayanların rahle-i tedrisatından geçmişken, nasıl olurda bu görmezden
gelinir, anlamak mümkün değil… Hele bir de kararın gerekçesine bir bakım, “Haiz olduğu ahlaki faziletler ve
meziyetler yanında vatana hizmet ve yurtta ilmin yayılmasında büyük hizmetler
ifasıyla temayüz etmiş olan Cumhurbaşkanı Sayın Kenan Evren'e ilmi kıymet ve
meziyetlerinin tebcili için "fahri profesörlük" payesinin tevcihine
karar verilmiştir.” Tam bir rezalet…
Peki, hiç hukuk öğrenciliği yapmamış olanların bile kolayca
bilebileceği üzere, örneklerinin yüzlerce yıl gerilerde kaldığı, hukukun en
önemli düsturu suçun kişiselliğinin ayaklar altına alındığı bu davranışı bir
üniversite hocası olarak, deve dişi kabilinden olan koca koca Prof lar,
Doçentler bilmez mi idi? Bilmemeleri mümkün mü, bilirler hem de domuz gibi
bilirler, ama yağcılık ve yalakalık unvanı kazanılma karşılığında düzenlenen bu
kâğıt parçasının ne önemi vardır bu zevat için. Nasıl olsa kimse onlardan bu rezaletin
hesabını soramazdı hatta sormayacaktı. Yaklaşık 5 yıldan beri, o dönemdeki
İstanbul Üniversite’si Hukuk Fakültesi Fakülte kurulu üyeleri ile İstanbul
Üniversitesi Senatosunu oluşturan bu zevatın kimler olduğunu öğrenme
konusundaki tüm girişimlerim maalesef olumlu sonuçlanmamıştır. Çok merak
ediyorum acaba bu heriflerden arta kalanlar kimler ve bunlardan hangileri
nerelerde hangi paye ve unvanlarla görev yapıyorlar ya da akıldanelik
ediyorlar, acaba geçmişte katkı verdikleri bu subuk karar için pişmanlık
duyuyorlar mı vs. vs. görüşüme göre bunların her birinin adı unutulmamalı ve
unutturulmamalı… Eğer yaşamıyorlarsa da mirasçılarından özür dileyerek tüm bu
kelamları ediyorum, aralarında aklı başında insanların varolma ihtimalini göz
önünde tutarak tabii ki. Tarihin her döneminde İstanbul Üniversitesi bu kabil
gerici ve faşizan görüşlerin etkisi altında kalmıştır, ama bu seferki bu kadar
da kolay açıklanacak cinsten değil Vallahi. İstanbul Üniversitesi alnındaki bu
kara lekeden kurtulmak için behemehal, bu unvanı geri alma kararı almalıdır,
aksi takdirde bu kamburla anılacaktır hep…
Neymiş demek ki, suç ile hiçbir ilişkisi olma ihtimali olan
binlerce insanın katli için karar almış, diktatörlerin başı için örnek hukukçu
anlamı da taşıyabilecek paye taltif kararı veren hukukçular da varmış geçmişte,
şimdi de bol miktarda örneği olduğu üzere… Aslolan, demokratik, ahlakı yüksek
ve hiçbir zaman utanç ve pişmanlık duyulmayacak kararlar üretebilmek, namusu
asla tartışılamayacak karar üretecekleri yetiştirebilmek, aksi sadece ve sadece
utanç müzelerinde resim olarak kalacaktır geleceğe… Üstelikte artık faşist
askeri darbenin üstünden yaklaşık 1,5 yıl geçmiş artık, işkence de ölenler,
sokakta sürek avı neticesinde öldürülenler, tutuklu sayılarının milyonu aşmış olması,
idamların durmadan gerçekleşmesi gibi gayri hukuki keyfi uygulamaların ayyuka
çıkmasına ve yok ben duymadım, yok ben görmedim demenin mümkün olmadığı bir
ortamda olmasına rağmen bu rezalet yaşanmıştır.
Pazar, Eylül 08, 2013
MUTAVVA
Suudi Arabistan'da günlük yaşam içerisindeki tüm
faaliyetlerin İslam dininin Vahabi yorumuna uygun olup olmadığını denetleyen din
polisinin bilinen adı “Mutavva”dır
ve genellikle 2 şerli ekip halinde, sakallı, cüppeli ve değnekli aynı zamanda
asker ya da polis korumalı bir biçimde gezerler, insanların ve de özellikle
kadınların ve yabancıların şeriat kurallarına uygun yaşayıp yaşamadıklarını
denetlemek ve gerektiğinde ya da uygunsuzluk tespit edildiğinde derhal müdahale
etmekle görevlidirler. Kısaca görev tanımları ne olursa olsun, pratik olarak,
kadınların çarşaf giyip giymedikleri veya giymişlerse dahi kurallara ne kadar
uygun giyindikleri, mutavva tarafından projektöre yakın gözlerle itina ile
izlenir bu zındık, münkir ve münafık soylarının davranışı, ilaveten tam
anlamıyla bir erkek toplum olsa bile, görev sadece kadına müdahale etmekle
sınırlı olmayıp, namaz vakti sokakta gezenleri yakalayıp camiye namaza
getirmek, vakit kaçmışsa da kaza namazı eda edilmesinin şartlarının
yaratılmasından sorumludurlar. Hele hele Laikliğin kalesi diye adlandırdıkları
Türkiye’den biri iseniz ve hafifte olsa kural ihlali yaptıysanız hele namaz
kaçırdıysanız bunun burnunuzdan fitil fitil geleceği aşikârdır ama başta
yabancılar olmak üzere kuralların sıkılığına itiraz eden yerlilerde işin
kolayını bulmuşlar, hemen namaz vakti biniyorlar arabaya “seferi” duruma geçerek durumu savuşturuyorlar… Bir boyutu ile de,
Osmanlının “istemezük” diye
başkaldıran yeniçeri ocağı gibi dayatma sahibidirler, yönetime bile müdahale
hakları vardır bir dereceye kadar, genel yönetimi fazlaca hedef tutmazlarsa “hacı kıran baş kesen” rolünü
oynamalarına her daim müsamaha ile bakılmıştır. Bildikleri en önemli 2 kelime
ise; “Hijappp” ve “Sela” olup, bu ülkede yaşanacaksa herkesin evvel emirde bilmesi
gereken 2 kelimedir de aynı zamanda, biri örtün diğeri ise ezan anlamındadır.
Arapçada, itaat ettirmek, boyun eğdirmek kökünden üretilen
“Mutavva” kelimesi ile bilinen bu dini polis ekibi, Suudi Arabistan’da “Fazileti yükseltme ve günahı önleme komisyonu”
resmi adı ile anılmaktadır. Bu kelimelerin sihirli kıvrımına bakarak Suudi
Arabistan’da çalışıp oranın cennet olduğunu düşünenler de din polisi diye bir
şey yoktur olamaz da, diyorlar ama tabii ki bu itiraz “zevahiri kurtarmaya”
yetmiyor…
Son dönemde basını sıklıkla işgal eden Suudi Arabistan
mahreçli fetvalara bakılırsa, “Fazileti
yükseltme ve günahı önleme komisyonu” nun görevleri sadece kadın-erkek
ilişkilerine sıkışmış kalmış gibi görünmektedir, sanki bu komisyonun
anayasasında; kadınlar edepsiz, hayasız, sadece erkek düşünürler ve
düşkünüdürler, onları nasıl ayartırım, nasıl yoldan çıkarırım dışında bir şey
düşünmezler, erkekler ise Alimallah korumasız(!!!), yolda yalnız yürüyen bir
kadın görürlerse hemen saldırırlar, bir kadın ve bir erkek kamuya açık bir
yerde dahi bir araya gelirlerse zina yapılır yaklaşımı, bulunmaktadır. Nedir bu
kadın ve erkek ilişkisi üzerine bu saplantı pek anlaşılmaz ama kadın üzerine bu
kadar titizlenmelerine rağmen her Suudi erkeği çok eşlidir, ne yaman çelişkidir…
Bir de bu durumu savunurken “canım ne var onlarda sevgilileri ile gizli gizli
benzer hayatı yaşıyorlar” demezler mi, gülermisin ağlarmısın… Nasıl bir
algılama oluşuyor bu kafalarda acaba, kadın ve erkek söz konusu ise eğer, varsa
yoksa cinsel ilişki, bir toplumun böyle düşünme saikiyle bu kabil örgütler
oluşturuyor olması asla ve kata makul olamaz, çok muhtemel ki sıkıntılı bir ruh
hali ya da anlaşılamayan bir dünyanın dışa vurumudur… Gerçi canım yurdumda da
benzer manzaralar fazlaca yaşanıyor ama görmek isteyene, kadın kameramanın
görünen topuklarından tahrik olan milletvekillerinden başlayan, aynı denize
giren kadın ve erkek zina yapmaktadırlar görüşüne kadar subuk düşünceler
basında sıkça boy göstermekte ancak önemli bir kitle bu durumu görmek
istememektedir ya da makul karşılamaktadır.
Suudi Arabistan’da çalıştığımız dönemde bir akşam bir AVM de
dolaşırken, birden yanındaki askerlerle birlikle bodozlama üzerimize gelen
mutavvalardan, pasaport kontrolü sonrasında neden durdurulduğumuzu sorunca
“kadınlara bakıyorsunuz” gibi yanıt alınca, gülermisin ağlarmısın, bir şey de
diyememe noktasında, ülkeye henüz giriş yapmamızın hoşgörülme gerekçesi
oluşturması hasebiyle, sert uyarılarda bulunarak yanımızdan ayrılışlarını
müteakip arkadaşlarla etrafımızda kadın olup olmadığı sorusunu birbirimize
sorarak gülmüştük, oysaki etrafımızda bulunan kadınların hiçbir taraflarının
açıkta olmaması nedeniyle, genç mi, yaşlı mı, çocuk mu ya da gerçekten kadın mı
olduklarını bilebilmek için müneccim olmanın kaçınılmazlığı ortadayken… Ayrıca
bu mutavva’ların bir başka ulvi görevi daha var, ülkeye yabancı menşeli gazeteler
bunların denetimde girmekte ve büyük bir özenle ve üşenmeden, kendi kurallarına
uygun giyinmemiş kadınların poz verdikleri gazete haberlerinin boyanarak
sansürlenmesi, eskaza boyanmamış mezkür fotolardan birinin olması durumunda bu
işle görevli kişilerin cezalandırılması bu baptan olup, bu ahvalde gel de
gazete okumaktan keyif al, gazeteler bir geliyor önemli bir bölümü boyanmış,
boya başka taraflara da bulaşmış, ne gam…
Suudi Arabistan’da öğrenebildiğimiz kadarı ile yaklaşık 25.000
Mutavva’nın varlığından bahsedilmektedir sayının azlığı önemsenmelerini
hafifletmez yaklaşık 5.000 prensin olduğu bir ülkede bunların etkinlikleri
inanılmazdır. O kadar etkindirler ki, 2002 yılında Mekke’de bir kız okulunda
çıkan bir yangından kurtulmaya çalışan 15 genç kızın, dini kurallara uygun
giyinmedikleri yani çarşaf ve başörtüsü giymedikleri gerekçesiyle, dışarıya çıkmalarına
izin verilmemiş hatta çıkmaya çalışanları da döverek içeriye tekrar sokmuşlar ve
hatta itfaiye ekipleri tarafından kurtarılmaları da engellenmiş, itfaiye
ekiplerine “kızlar uygun giyimli değil içeriye giremezsiniz, onlara
dokunamazsınız” diyerek ölümlerine yol açılmıştır. Peki, sonuç ne oldu derseniz çocukların
ailelerinden az biraz tepki o kadar. Tıpkı bizdeki Konya yatılı kurs misali,
konu kapandı gitti…
Suudi Arabistan’da Vahabi öğretisinin getirdiği katı
kurallar toplumsal yaşamın en önemli damgası olup mahremiyet çok büyük öneme haiz
olup, restoranlar, AVM’ler, kafeler mutlaka aileler için ayrı bir alan
düzenlemekte hatta bir kısmı ayrı giriş kapılarına sahiptirler. Canım Yurdumun
bir dolu kentinde benzer görüntüler yaşanmakta ve korkarım ki bu görüntüler
durmadan da artacaktır çünkü katı ve metodik dinsel yorumlara dayalı, hayata bu
cenahtan nizam verme iştah ve arzusu arttıkça benzer tanıklıklarda artacaktır.
Muktedirlerin her gün her an herhangi bir şeyleri bahane ederek yeni
düzenlemelere yönelmesi de ne yazık ki kanıksanır hale gelmekte ve şeriata pupa
yelken rota tutturma konusunda toplumsal fren oluşturması beklenen bariyerlerde
birer birer aşılmaktadır.
Pazartesi, Eylül 02, 2013
DÜNYA BARIŞ GÜNÜ
DEJAVU
Dünya kaynaklarının sömürülmesi için ABD ve AB tarafından kurgulanan
ve yürütülen politikaların acımasızlığı ve kaynak daralmasına paralel
acımasızlığın daha da artmasına tepki olarak sömürüye ve baskıya direnen
unsurlara rağmen savaş, katliam ve soykırımlar ne yazık ki devam etmektedir.
Emperyalizmin yeni sömürgecilik evresinde oluşturduğu talan ortamında, talep
edilen barış ve demokrasinin de anlamı, geniş kitleler tarafından yoğun savaş
histerisinin yarattığı kara propaganda karşısında pek anlaşılamamaktadır.
Uyuşmazlıklara, sömürüye karşı duruşlara, emperyalizmin kendi ekonomik
gerçeklerinden ötürü adaletli olması ya da en azından hoşgörülü olması,
anlaşmazlıklara barışçıl ve adil çözümler araması gibi bir şık hiç
olamamaktadır ve de bu düzen sürdüğü sürece de olamayacaktır. Emperyalizm ve
jandarması ABD’nin başta olmak üzere tüm uluslar arası ve ulusal ortakları,
uyuşmazlıklara, anlaşmazlıklara, adaletli ve barışçı çözüm taleplerine karşı,
tüm dünyada silahlı güce dayalı baskı, şiddet, savaş ve yok etme yöntemlerine,
sömürünün devam edebilmesi adına sürekli başvurmaktadır. Salt bu yüzden; barış,
demokrasi, eşit ve adil paylaşım, sömürüye karşı durma, insan hakları söylemi;
Emperyalizm ve jandarması ABD’nin başta olmak üzere tüm uluslar arası ve ulusal
ortakları tarafından hoş görülmeyecek ve yok edilecektir.
Bugünlerde de; canım yurdumun muktedirleri tarafından da
yürütülen BOP eşbaşkanlığının, Savunma Sanayi destekleme fonu, Milli Savunma
Bakanlığı bütçesinden direk ve endirekt, örtülü ödeneklerden gerek iç savaşa
gerekse de dış savaşlara aktarılan, hem de yoksulluk ve yolsuzluklar
içindeyken, mali büyüklükler barış adına moral bozucu noktalardadır ne yazık
ki… Bu duruma bakmaksızın eşbaşkanlığın görevi adına önce Tunus, sonra Libya
daha sonra Mısır şimdi de Suriye’de her türlü katakulliye yatıp, savaş
çığırtkanlıkları yapmaktadırlar, hem de öyle bir çığırtkanlık ki, adamları
sınırlı operasyon bile kesmiyor, sonuna kadar taş taş üstünde, baş baş üstünde
kalmasın edasıyla bağırıp duruyorlar.
Emperyalistler ve bu coğrafyadaki yalakaları Irak’ta kimyasal silah
vardır diye ortaya attıkları yalanlara benzer yalanlarla adeta hepimizi keriz
yerine koyarak şimdi de Suriye’yi “kimyasal
silah kullandı” palavralarıyla, yakmanın, yıkmanın idmanlarını yapıyorlar.
Bir yandan “BM’in Kimyasal Silahları Araştırma Heyetinin raporunu bekliyoruz”
deyip aynı anda içerideki terör faaliyetlerine destek verip diğer yandan
saldırı hazırlıklarını tamamlıyorlar ve bizim niyetlerini anlamadığımızı
varsayarak bize de hikâye anlatıyorlar, yok kongreden karar çıkacakmış, yok BM
güvenlik konseyinden karar çıkacakmış vs. vs. yahu be adamlar bizimkilerin ne
dediğini görmüyor musunuz sizin adınıza… Türkiye dış işlerine hakim zihniyetin batılı
mahfillerin fikirlerine angaje olmuşluğu bu seviyede olunca, yapılacak bir şey
kalmıyor geriye…
Bu yazı kaleme alınırken “1 Eylül dünya barış günü”
etkinlikleri sona ermiş, belki de emperyalist güçler ve bu topraklardaki
işbirlikçileri tarafından komşumuz Suriye’ye büyük bir saldırı başlamış ta
olabilecektir.
Canım Yurdumun çok uzun yıllardır kaderine hakim olan
batılıların çıkar ve saldırı politikalarına angaje zihniyet, hep kendini bir
önceki dönemin devamı ve takipçisi diye adlandırmıştır ve adeta noter görevi
yapan vatandaşımızın da teveccühüne mazhar olmuştur. Mevcut muktedirlerin öncül
tayini yaptıkları 1980’lerin muktediri Turgut Özal’ın Irak’a karşı nasıl
husumet gösterdiği uluslar arası sömürü çarkının jandarmasının saldırgan
politikasına nasıl eklemlendiğini herkesin dün gibi hatırlayacağını bildiğimden,
mevcutların en önemli öncül saydıkları Adnan Menderes’in bu konudaki nasıl bir
öncül olduğunu gösteren “Kore Savaşı”nı
yazmak istiyorum.
Demokrasi, özgürlük ve insan hakları vaat ederek 1950
yılında iktidar olan DP (Demokrat Parti) ve Adnan Menderes, sanki iktidara
gelişinin 2. ayını kutluyormuşçasına bir skandal karara imza atmış, Büyük
Millet Meclisine danışmadan, üstelikte anayasa emri olmasına rağmen meclis
kararına ihtiyaç duymamış, hatta muhalefet partilerine bile görüş sormaksızın,
savaşa dâhil olma kararı almıştır.
Dünya halklarının emperyalizmin sömürüsü altında bulunmayı ret
etmeleri her zaman olduğu üzere, emperyalist jandarma ABD nin gadrine
uğramaları için yeterli bir neden oluşturmuştur. 2. paylaşım savaşı
sonuçlandığında mağluplardan Japonya işgal ettiği Kore topraklarından
çekilmekteydi, benzerlerinin Avrupa kıtasında da yaşandığı üzere Kore
Korelilerin tüm karşı çıkışına rağmen ne yazık ki Kuzey ve Güney Kore diye 2 ye
bölünmüştü, Güney Kore’nin Amerikan, Kuzey Kore’nin de Sovyetler Birliği
desteği aldığı aşikâr olup, Kuzeyde 1948'de Kore Demokratik Halk
Cumhuriyeti'nin oluşması ve izlenen sağlıklı politikalar ile Güney Kore’de aynı
politikaların cazibesi artmıştır. Bu bağlamda yaşanan iç savaşa, ABD
önderliğindeki emperyalist takım mezkûr coğrafyaya müdahale etmek ve olası
politik ve psikolojik sorunları oluşmadan boğmak ister. Bu uğurda da bu olay
öncesinde ve sonrasında, her daim ABD’nin bir bakanlığı gibi çalışmakta olan Birleşmiş
Milletler “Güvenlik Konseyi” daimi
üye Sovyetler Birliğinin katılmadığı bir toplantıda Kore’ye asker gönderme
kararı alır ve savaşın resmen tarafı olur.
ABD ve Müttefiklerinin savaşa katılması ile artık savaş uluslar arası
bir hal almıştır, bir tarafta ABD, İngiltere, Kanada, Avustralya, Filipinler,
Fransa, Hollanda, Türkiye, Yeni Zelanda, Belçika, Lüksemburg, Yunanistan,
Tayland ve Güney Afrika, diğer tarafta ise Çin ve Sovyetler Birliği savaşın
aktif savaşanlarıdır. Skandal karar neticesi savaşa katılan Türkiye ise; 4.500
kişilik kuvvetle katılır ve ne yazık ki 37 subay, 26 astsubay, 658 er olmak
üzere toplam 721 şehit, 2147 yaralı, 346 hasta, 234 esir ve 175 kayıp vererek
savaşı tamamlar.
Muhalefet ise savaşa katılma kararının alınma şekli dışında
herhangi bir şeye itiraz etmez sadece Meclis kararı alınmadı diye gensoru
verilir, ama bugünkülerin benzeri bir tablo o günde hâkimdir ve Başbakan Adnan
Menderes; yeni güvenlik konsepti gereği Türkiye’nin NATO’ya girmesinin
kaçınılmazlığı iddiasıyla, girişi hızlandırmak ve kolaylaştırmak için bu kararı
aldıklarını ve bunun için Meclis kararı almaya lüzum görmediklerini açıklarken;
“Kore savaşına katılma kararı Bakanlar
Kurulunun ittifak kararıyla alınmış, anayasanın ihlali söz konusu değildir, biz
gördük ki ülkemizin selameti uzun vadede sayısız riski göze almada ve dış
politikadaki inisiyatiflerimizi korumada yatmaktadır” demiş ve üslubu ve
içeriği bugüne aynen miras bırakmıştır.
Diğer taraftan tıpkı bugün olduğu üzere aktif olarak barışı
savunanlar ağır saldırılara hedef olmuşlar, Barışseverler Cemiyeti bildiriler
dağıtarak ciddi biçimde gizlenmiş olan bu kararı halka duyurmuşlar ve Barışseverler
Cemiyeti üyeleri “kararı tenkit etmek,
milli mukavemeti kırıcı ve askeri isyana teşvik edici beyanname neşretmek”
ile suçlanırlar ve Askeri mahkemede yargılanırlar ve sonuçta da 3 yıl 9 ay
hapse mahkûm oldular; askeri temyiz mahkemesinin kararı bozması ile 15 ay hüküm
giydiler.
Büyük şair Nazım Hikmet; Kore’de şehit olan bir subayın
Menderes’e söyledikleri diye aşağıdaki şiiri yazar.
DIYET
Gözlerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey,
İki gözünüzle bakarsınız,
İki kurnaz,
İki hayın,
Ve zeytini yağlı iki gözünüzle
Bakarsınız kürsüden Meclis'e kibirli kibirli
Ve topraklarına çiftliklerinizin
Ve çek defterinize.
Ellerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey,
İki elinizle okşarsınız,
İki tombul,
İki ak,
Vıcık vıcık terli iki elinizle
Okşarsınız pomadlı saçlarınızı,
Dövizlerinizi
Ve memelerini metreslerinizin.
İki bacağınızın ikisi de yerinde, Adnan Bey,
İki bacağınız taşır geniş kalçalarınızı,
İki bacağınızla çıkarsınız huzuruna Eisenhower'in,
Ve bütün kaygınız
İki bacağınızın arkadan birleştiği yeri
Halkın tekmesinden korumaktır.
Benim gözlerimin ikisi de yok.
Benim ellerimin ikisi de yok.
Benim bacaklarımın ikisi de yok.
Ben yokum.
Beni, Üniversiteli yedek subayı,
Kore'de harcadınız, Adnan Bey.
Elleriniz itti beni ölüme,
Vıcık vıcık terli, tombul elleriniz.
Gözleriniz şöyle bir baktı arkamdan
Ve ben al kan içinde ölürken
Çığlığımı duymamanız için
Kaçırdı bacaklarınız sizi arabanıza bindirip.
Ama ben peşinizdeyim, Adnan Bey,
Ölüler otomobilden hızlı gider,
Kör gözlerim,
Kopuk ellerim,
Kesik bacaklarımla peşinizdeyim.
Diyetimi istiyorum Adnan Bey,
Göze göz,
Ele el,
Bacağa bacak,
Diyetimi istiyorum,
Alacağım da.
Cumartesi, Ağustos 24, 2013
BİR SANDIKLA GELME HİKÂYESİ
Geçen haftaki yazımda, muktedirlerin; şeytanı bile çileden
çıkaracak “sandıktan geldik, sandıkla
gideriz” kara propagandası üzerine görüşlerimi aktarmış idim, bunların
öncülleri de ardılları da birdir, aynıdır kesinlikle de aynı teranenin arkasına
sığınırlar, ahir ömrümüzde, “bulun 226
yı gelin” diyen somun pehlivanları ile başlayan bu yaklaşımların “sandıktan geldik” biçimine evrilmesi
son derece doğal ve kaçınılmazdır, literatürde bu yaklaşımların adının ne
olduğunu herkeste açıktan bilir, bu nedenle işin teorisine yönelik fazlaca
kelama gerek yoktur.
Hani çok sıkışınca ve gerçeklerin çarpıtılması ihtiyacı
doğunca kolayca ve rahatlıkla söylenen “sandıkla
geldik sandıkla gideriz” edebiyatı var
ya, hani sadece kendileri sandıkla gelmiş görüntüsü verip her şeyi yapma hakkı
elde ettikleri iddiasında bulunan bu zevatın öncüllerinden birisinin, sandıkla
gelip sandıkla gitmediği üzerine bir hikâyesi vardır ve bu hikâyeyi herkes
bilir ama unutmuş olanlara hatırlatmak, hafıza tazeletmek adına yazalım dedik…
Hani bu zevat Suriye’den demokratik adım atmasını talep ettikleri iddiası
taşıyorlar ya, kendilerinin destek aldıkları ya da kendilerini yırtarcasına
destekledikleri ya da üzerlerine toz kondurmadıkları Suudi Arabistan’da,
Katar’da demokrasi varmışçasına ya da bizim bunları bilemeyeceğimiz
düşüncesiyle bunları rahatlıkla söylerler ya kara propaganda adına ve
Göbbells’e inat… Hani meslek odalarının yönetimleri de seçimlerle gelmişlerdir
ama onların bu umurlarında değildir, neden, çünkü onlar ya da destekledikleri
seçilmemişlerdir öyleyse onlar seçimle gelmemişlerdir, hava ve tava bu işte
kendilerine göre…
Dönem 27 Mayıs cuntası sonrasıdır, siyaset arenasına güdümlü
sürülenler dışında bir de destekli sürülenler vardır ve bunlar siyaseti
önceleri kurallarına göre yapmaya başlasalar da, kuyruk sıkışınca kuyruk
sıkışıklık ölçüsünde toplumu sıkıştırmaya başlarlar, bu sıkışıklıkta
burjuvazinin temsilcisi sen olacaksın ben olacağım kavgası içinde, taşlar
yerine oturur, birisi uluslararası sermayenin ve yerli ortaklarının, diğeri de
Anadolu burjuvazisi diye adlandırılan, aslında diğerlerine kızarak yerine göz
dikenlerin, temsilcisi olmuş gibi pozisyon almayı tercih etmişlerdir… Bu renkli
simalardan birisi Süleyman Demirel diğeri de Necmettin Erbakan’dır… Dönemin
Amerikan destekli güçlü partisi AP (Adalet Partisi) dir ve cunta sonrası organize
olan ve Menderes’in DP (Demokrat Parti) sinin devamı iddiası ile politika
yürütmektedir, partinin başına da hemen cunta sonrası olduğundan cuntacıların tasfiye
etmelerine rağmen yine de hoşuna gidebileceği düşüncesi ile eski 3. Ordu
komutanlarından Ragıp Gümüşpala getirilmiştir, partinin ağır toplarından birisi
hatta en önemlisi ise Sadettin Bilgiç’tir ki, Bilgiç Ailesi, Süleyman
Demirel’in hemşehrisi olarak elinden tutup bürokraside ve siyasi hayatta
yükselmesinin yegâne aracıdır. Tarihe, sadece taraftarları tarafından “barajlar
kralı” ya da “baba” diye anılarak geçtiği iddia edilen Süleyman Demirel artık
Morrisonluğun kendisini kesmemesi üzerine, amerikanperverliğini daha iyi icra
edeceği ya da sergileyeceği evvela AP başkanlığı bilahare de Başbakanlık
koltuğu hedefi ile genel başkanlık yarışına girişince, rakibi konumundaki
Sadettin Bilgiç’in de Necmettin Erbakan ve arkadaşları tarafından desteklenmesi
ve nihayetinde de seçimi kaybetmeleri üzerine, Erbakan’ın aktif siyaset hayatı
şimdilik olmak kaydıyla sona eriyordu.
Necmettin Erbakan; 1956 da kurucuları ve ortakları arasında
olduğu “Gümüş Motor” şirketindeki
faaliyetlerine ve akademik kariyerine ağırlık verir bu boşluklarda, ancak
kaptan köşkünde bulunduğu şirketin, yanlış yatırımlar yapılması ve üretim
süreçlerindeki yaşanan mali ve idari problemlerde en büyük rolün kendisinde
olduğu kanısına varılınca, aralarında Nakşibendi Tarikatı Şeyhi Mehmet Zahit Kotku’nun
bulunduğu hissedar tarikatdaşları tarafından istifaya zorlanmış ve bir şekilde
de şirket ile ilişkisi kesilmiştir. “Gümüş Motor” Şirketinin adı da, tarikatın merkezinin
“Gümüşhane Tekkesi” olması hasebi ile düşünülmüş olup, tek ve en önemli üretimi
ise “Pancar motor”dur, önceleri darbecilerin de desteğini alan bu üretimler
çağa ve piyasa koşullarına uyamayınca hedeflenen gelişmeyi gösterememiştir ve
macera fiyasko ile sonlanmıştır.
Necmettin Erbakan’ın Süleyman Demirel ile arasının yukarıdaki
satırlarda bahsedildiği üzere bozulması konusu, Erbakan’ın taktik çekilmesi ile
dönem itibariyle görünürde tekrar düzelmiştir ve artık Başbakanlık koltuğunda
oturan Demirel’in desteğine de muhtaçlık söz konusudur, aralarındaki görece
barış sürecinde, Amerikan emperyalizminin elde alternatifler olmalı kabilinden
değerlendirmelerine müteallik mezkûr dönemde gizli destekleri almaya devam
edecektir, direk ya da endirek... Hatta o kadar destek almıştır ki Başbakan Demirel’den,
bir söyleşisinde kendisi için; “Benim çok yakın arkadaşım kendisi. Zaten onu
sanayi odası genel sekreterliğine de ben getirdim” diyebilecek kadar konuyu
derinleştirmiş ve tekzip edilmeyen bir açıklama bile yapmıştır.
Siyasi hayatta tutunabilmenin yolunun kendisi açısından,
Sanayi Odası içindeki faaliyetlerden geçtiği analizi neticesi, taa MNP (Milli
Nizam Partisi) ni kurana kadar, önce ve sırasıyla 1959 da İstanbul Sanayi Odası
Makine İmalatçıları Sanayi Meslek Komitesi Başkanlığına, 1966 yılında Genel Müdürü
olduğu Gümüş Motorları daha ehven şartlarda satabilmek için ithal kotalarını düzenleme
yetkisini elinde bulunduran Odalar Birliği Sanayi Dairesi Başkanlığına, buradan
ise aldığı ya da alınmasında önemli rol aldığı kararların Odalar Birliği Genel
Sekreterliği tarafından uygulanmamasını engel görerek, bu kez de Genel
Sekreterlik görevi hedeftir ve gerçekleşir o da, bilahare de Genel Başkanlık
hedefe girince Genel Sekreterlik koltuğunu doldurduğu dönem içinde bunun
gerçekleşmesi için her türlü altyapının ve kulisin hazırlıklarını yapar ve
nihayetinde de o da gerçekleşir. Seçimlerin iptali konusunda yapılan girişimler
neticesinde, Danıştay; girişimcileri haklı bulur artık başkanlık yargı kararı
ile iptal edilmiştir, Danıştay girişimcileri haklı bulur bulmasına ama hani
“sandık ile geldik sandık ile gideriz” ve “hukukun üstünlüğüne inanırız”
diyenlerin öncülüdür ya, ortada yargı kararı olmasına rağmen başkanlığı bırakmaz
ve ne yazıktır ki başkanlık makamı bu işgalden emniyet güçlerinin birkaç günlük
çalışması neticesinde hak sahibine teslim edilmek üzere geri alınabilmiştir, işte
durum budur görüleceği üzere bu kafa seçimle gelir ama seçimle gitmek ister mi,
vallahi yukarıdaki hikâyeden anladığınız kadarı iledir bu sorunun cevabı… Bu
kafa için yargı kendi lehlerine karar verirse, o yargı kararıdır ve kutsaldır,
değilse asla ve kata uygulanmaya değmez ve batıldır, seçim kendilerini muzaffer
kılmış ise eğer, seçim meşrudur aksi takdirde zinhar…
Hikâyenin, ilim, irfan ve feyz bölümü yukarısıdır ancak
hatırlamayanlar için mezkûr zatın siyasi hayatının bir bölümünü daha geliştirip
bırakalım, bilindiği üzere TOBB ricatının üzerine aktif siyasi hayatta
tutunabilmek için bu sefer Demirel’in başında bulunduğu AP ye milletvekili
olmak hesabı ile kayıt yaptırmak ister ama oradan da geri çevrilir, artık bu
ilişki ile köprüler atılmalıdır, Konya bağımsız milletvekili adayı olarak seçime
katılır ve Konyalı tüccar ve Anadolu eşrafının büyük sermayeli esnaflarının büyük
desteğiyle milletvekili seçilir, derhal kendi partilerini kurmak üzere
çalışmalar başlar yoğun kulisler neticesinde, AP den transfer edilen birkaç
milletvekili ile birlikte Nakşibendîlerin, Nurcuların ve Kadirilerin ittifakla
desteğini alarak MNP (Milli Nizam Partisi) kurulur ve 1990 larda Başbakanlığı
kadar uzanacak bir siyasi serüven başlar… Partinin kurulmasına ön ayak
olanların ise, tarım ağırlıklı üretiminden sanayi ağırlıklı üretime yönelen
kapitalizmin Anadolu’da her geçen gün ekonomik durumları bozulan küçük sermaye
grupları, küçük toprak sahipleri, küçük esnaf ve zanaatkârlar; büyük kentlerde
ise her geçen gün daha da yoksullaşan muhafazakâr emekçi kesimler ile
Cumhuriyet’in laiklik adı altındaki uygulanan politikalarından muzdarip dindar
kesimler olduğu göz önüne alındığında bu siyasi hareketin nasıl bir seyir
izleyeceği taaa o günlerden belli idi, bu arada Amerikan Emperyalizminin toplumun
bu kesiminin de zaptu rapt altında tutulması öngörüsü adına Türkiye
Cumhuriyetinin Silahlı kuvvetlerinin en tepesindekilerin de vasıtası ve desteği
ile 12 Mart faşist darbesinden korkusu nedeniyle yurdu terk eden bugünkülerin
öncülü bu zat, 1971 de sığındığı İsviçre’den garantiler verilerek getirilip
tekrar parti kurulmasına zemin hazırlanmış ve bu destek tüm söylenenlerin
aksine sonuna kadar hiç değişmemiştir hatta o kadar ki bu destek ardılları
içinde bir hayli cömert kullanılmış ve bugünlere kadar da taşınmıştır.
Son söz, ne diyor; Mark Twain, seçimlerin yani sandığın
özgürlüğün tek yaratıcısı ya da aracısı olduğu savına karşı: “oy vermek bir farklılık yaratsaydı, oy vermemize izin vermezlerdi”
Cuma, Ağustos 16, 2013
KURTULUŞA İNANMIŞLIĞIN PORTRESİ
MUSTAFA ÖZENÇ
“Ben hiçbir karşılık gözetmeksizin, kendimi Türkiye emekçi
halklarının sömürü, baskı ve zulme karşı verdikleri “insanca yaşama”
mücadelesine adadım.
Bizatihi emperyalizm tarafından yönlendirilen oligarşinin
resmi, sivil tüm güçleriyle halka karşı ilan ettiği sindirme, köleleştirme, yok
etme savaşına karşı Türkiye halklarının “DEVRİMCİ YOL”unda mücadele ettim.
Yürüdüğüm yolun engebeli, dolambaçlı ve sarp olduğunu
biliyordum. Doğruluğuna inandığım bu yolda ilk düşen de ben değilim. Son düşen
de olmayacağım. Bu savaş kurtuluşa kadar sürecektir.
İnsanlığın bu onurlu savaşında bir sıra neferi olarak ölmek,
ölümlerin en yücesidir.
Er ya da geç... Zafer Türkiye emekçi halklarının faşizme
karşı birleşik devrimci savaşının olacaktır.
Her zaman için onur duyduğum, birlikte olduğumuz Türkiye
emekçi halklarının kurtuluşu uğrunda omuz omuza çarpıştığımız Devrimci Yol
saflarından beni ancak ve ancak ölüm ayırabilirdi. Ki bu da, geride
mücadelemizi “kurtuluşa kadar” sürdürecek yoldaşlar olduğu müddetçe, şerefli
bir nöbet teslimi olarak, beni hiçbir şekilde korkutacak bir olay değildir.
Ancak istemeyerek bu nöbeti teslim ettiğim için üzüntü duyabilirim. Türkiye'de
devrim yapmak için yola çıkan siyasi hareketimiz, izlediği doğru eylem ve
mücadele çizgisiyle kısa sürede büyük mesafeler katetmiş ve emekçi kitlelerin
büyük sempati ve güvenini kazanabilmiştir. Bu arada çeşitli eksikliklerimiz
dolayısıyla sınıflar mücadelesinde yetişmek olanağı bulamadığımız olaylar
olmuştur.
Devrimci Hareketimizin kazandığı prestijde hiç kuşkusuz,
yiğitçe çatışarak, ya da işkence tezgâhlarında direnip sır vermeyerek, ölen,
sakat kalan ve zindanlara tıkılan yoldaşlarımızın payı çok büyüktür. Ne yazık
ki yiğit yoldaşlarımızın kanı pahasına sağlanan bu prestije gölge düşüren,
devrimci hareketimize önemli ölçüde zarar veren dönekler ve hainler de
çıkmaktadır. Bunlar zora gelince “paçayı kurtarma” düşüncesiyle bir anda
Türkiye emekçi halklarına karşı sorumluluklarını unutmakta ve acizlikleriyle
hem kendilerini hem de diğer birçok kişiyi utanacak duruma düşürmektedirler.
İşin ilginç yanı böyle alçaklar, genellikle fazla işkence görmekten ziyade,
psikolojik zayıflıktan dolayı çözülmektedirler.
Her şeye karşın Devrimci Hareketimizin bu sorunların
üstesinden geleceğine ve Türkiye Halklarının kurtuluş bayrağını oligarşinin
burçlarına dikeceğine olan inancım tamdır.
Bu inançla sizleri selamlar, devrim yolunda başarılar diler
ve satırlarımı büyük devrimci CHE'nin şu sözleriyle bitiririm:
“Ölüm nereden ve nasıl gelirse gelsin
Savaş sloganlarımız kulaktan kulağa yayılacaksa
Ve silahlarımız elden ele geçecekse,
Başkaları mitralyöz sesleriyle,
Savaş ve de zafer naralarıyla
Cenazelerimize ağıt yakacaklarsa,
Bu uğurda ölüm hoş geldi, safa geldi.”
Ailesine yazdığı son
mektup
“Sevgili Babacığım
Hepinizi ne kadar sevdiğimi bilirsiniz. Sizin de beni ne
derece sevdiğinizi ve en iyi şekilde yetiştirmek için ne çok çaba ve
fedakârlıklar gösterdiğinizi de biliyorum. Sizlere bu satırları yazmamın nedeni
kendinizi bu konuda suçlamamanız içindir. Siz bana karşı görevinizi fazlasıyla
yerine getirdiniz. Bu yüzden sizi kimsenin suçlamaya hakkı yoktur. Buna
yeltenenler olursa, bilin ki onlar bile bile ya da bilmeyerek bu sömürü
düzenine köleliği savunanlardır…
Ben yolumu kendim çizdim. Şu veya bu şekilde. Kişisel hırs
ve çıkarlar uğruna düzene sadık köleliği değil: emekten ve emekçiden yana olmayı,
sermaye ve onun egemenliği ile sömürüsüne dayalı düzene karşı mücadeleyi seçtim.
Yürüdüğüm yolun ne kadar sarp, engebeli, dolambaçlı olduğunu
da biliyordum. Çünkü sömürücü sınıf emperyalizme göbeğinden bağımlı, çıkarları
emperyalizmle aynı yönde ve devlete egemendi. Bu egemenlik ve saltanatı
sürdürebilmesinin temel koşulunu; baskı ve şiddete dayalı politika ve bunu
tamamlayan yalan, demagoji v.b. propaganda oluşturuyordu.
Zaten hiçbir zaman istikrara kavuşmayan, emperyalizme
bağımlı, çarpık kapitalist düzenin açmazları derinleştikçe; baskı ve şiddet o
ölçüde artmaktaydı...
Nitekim önce sivil köpeklerini halkın üzerine saldılar.
Okulları, işyeri ve mahalleleri faşist zorbalara işgal ettirerek, geniş emekçi
kitleleri, demokrat aydın ve öğrencileri köleleştirmeye çalıştılar. Katliamlar
yarattılar. Olan bitenleri “anarşi ve terör” diye açıklayıp, sınıf mücadelesini
örtbas etmeye kalktılar. Bütün bunlar yetmedi. Sivil sıkıyönetim, bölgesel
sıkıyönetim ve arkasından 12 Eylül... Emekçi sınıf ve tabakalarının kazanılmış
tüm haklarının ortadan kaldırıldığı bir ortam. Herşey önceden hazırlanmış bir
oyunun parça parça sahnelenmesi idi. Her sahnede başrol oyuncuları değişiyordu.
Ve Türkiye emekçi halklarının devrimci mücadelesinin yükselmesini önleyemedi.
Hiçbir zaman da önleyemeyecektir.
Ben ve daha yüzlerce kişinin öldürülmesi, ülkemizde yaşanan
sınıf savaşını durduramayacak ve bu savaş, bu bozuk düzen tüm pislikleriyle
tarihin çöp sepetine atılıncaya kadar sürecektir.
Sizlere veda mesajı olarak yazdığım bu satırları bitirirken,
tek isteğim sabır ve iradenizi koruyarak; bu olayı bir aile faciasına
dönüştürmemenizdir. Hepinize sonsuz selâmlar, saygılar ve sevgiler.
Elveda...”
Cumartesi, Ağustos 10, 2013
SÜLEYMAN-EL İSA (ŞAİR-ÜS SAGİR)
Türkiye’de; gerek Doğu yazar ve şairlerine bakıştaki
sorunlar, gerekse de Suriye ile çok uzun yıllara dayalı dostane ilişkilerin
olamayışı nedeniyle, belki de Arap Ulusçuluğunu ilke edinmiş parti kurucusu
olması nedeniyle çok fazla bilinmeyen ya da bilinse de yeterli ilgi
gösterilmeyen ama Dünya şiirinin duayenlerinden, Ortadoğu’nun en büyük şairi, katıldığı
Moskova Dünya Barış Konferansında tanıştığı ve dostluklarını ölüm ayırıncaya
kadar sürdürdükleri Nazım Hikmet’in yaşayan son dostlarından, Dünya PEN
Yazarlar Birliğinden Aziz Nesin’in dostlarından, Arap Dünyasının özgürlüğe
açılan penceresinin büyük yazarı ve şairi Süleyman
El İsa’yı 08.08.2013 akşam saatlerinden kaybettiğimizi öğrenmiş
bulunmaktayım, ışıklar içinde yatsın, üzüntüm büyük olmakla birlikte başta
dayısını kaybeden eşim olmak üzere tüm sevenlerine, yakınlarına ve ailesine baş
sağlığı dilerim.
1982 yılında Asya-Afrika Yazarlar Birliği'nin “Lotus” ödülü sahibi, 2000 yılında “Arap Yaratıcı Şiir Ödülüne” layık görülen,
yüzlerce eseri bulanan ve yaşamını Suriye'nin Başkenti Şam'da sürdürürken yaşamını
kaybeden şair-yazar Süleyman El-İsa'yı
yıllar önce Suriye’nin başkenti Şam’da, kendi ününün muazzamlığına karşın
eşiyle birlikte mütevazı bir yaşam sürdürdüğü evinde ziyaret etmiş, Türkiye
anıları ve yazıları, Asi nehrinde yüzmeleri, Fransızların Hatay’ı işgali ve
onlara karşı verilen kurtuluş amaçlı direniş ve Fransız mapushanelerindeki
çileler başta olmak üzere çok çeşitli konulardaki görüşlerini dinleyip, ilim,
irfan ve feyz almış, özellikle Nazım Hikmet ve Aziz Nesin ile ilgili anılarını
üstadın şiirimsi konuşmaları ile büyülenmiş bir vaziyette ve ayrı bir kulakla
dinlemiş idim, bir hayli ilerlemiş yaşına rağmen Şam’ı gezmemiz sırasında da
gezi rehberliğini bizden esirgememiş koca çınarı büyük bir hayranlıkla izlemiş
idik. Bilahare; Hama, Lazkiye ve Şam’da çekilen sıkıntılar, lise hayatı ve özgürlük,
vatan ve yurtseverlik üstüne yazılan şiir ve yazıların kendisine tutuklamalar
ve yargılamalar olarak geri dönmesi, 2. Dünya savaşı yıllarında daha lise
çağlarında iken Suriye BAAS partisinin, Irak Hükümetinin sağladığı burs ile Arap
dili ve Edebiyatı dalında yüksek öğretim için Bağdat’a gittiği dönemde de Irak
BAAS partisinin kuruluşunda katkı sunduğu dönemlere ilişkin anılarını dinlerken
de, hafızasının diriliği, tazeliği ve derinliğine hayran olmuştuk. Hele, daha
ilkokul 3. sınıf öğrencisi iken öğrendiği ama asla unutmadığı ve aksanından ötürü
dinlemesini çok sevdiğimiz bizler için hiç sıkılmadan defalarca tekrarladığı “inatçı
2 keçi” şiirini nasıl unutabiliriz… Suriye Kültür Bakanlığının 1964’te dört
kitabının yayımlanması üzerine kendisine ödenen telif hakkı olan para ile uzun
yıllar önce terk ettiği Türkiye özlemi ağır basınca, koca çınar, bu parayı
bitip tükenmeyen özlemini gidermek için Türkiye gezisine çıkarak harcamayı
uygun görmüş ve ailesi ile birlikte Türkiye’ye gelmiştir, bu geliş onun ilk ve
son gelişi olup bu gezisinde Hatay, Mersin, Ankara ve İstanbul’u gezmiş ve bu
gezi ile ilgili anılarını kitaplaştırmıştır. Bir defasında, soğuk savaş
günlerinin gerginliği içerisinde başvurduğu Türkiye vizesi için olumsuz yanıt
alması üzerine, kalbinin burukluğunun yarattığı sıkıntı ile bir daha asla vize
talebinde bulunmamış ve şimdilerde Suriye ile savaş ortamı öncesi oluşan olumlu
iklime rağmen bu seferde yaşlılık nedeniyle vize girişiminde bulunmamıştır.
Hatta öğrendiğimiz kadarıyla eski Dışişleri bakanlarından Vahit Halefoğlu ile
ilkokul sınıf arkadaşlığı olmasına rağmen o dönemde bile kalbinin bir kez
kırılmasına katlanamayacağından herhangi bir girişimde bulunmamıştır. Hele
başından hiç çıkarmadığı beyaz şapkası ile önümüze düşüp bizi gezdirdiği Şam’da
ilerlemiş yaşına rağmen bizden kesinlikle geri kalmayışı ayrıca ne denli bir
Şam tarihçisi ve gezi rehberi olduğunu da bizlere göstermiştir, üstat...
1921 yılında Hatay’ın Samandağ ilçesine bağlı Nahırlı Köyü
(şimdiki adıyla Aknehir Beldesi) Besatin-el Asi Mahallesi’nde doğmuş, babası Şıh
Ahmet’in yörenin âlimlerinden olması ve köyünde ilkokul olmaması nedeniyle ilk
öğretmenliğini babasının yaptığı bilinen, iki katlı evlerinin alt katı okul ve
kütüphane olarak kullanıldığını ifade edilen, burada babasından aldığı okuma
yazma kursları ile öğrenimini ilerleten ve Ömer Hayyam’ın rubaileri ile genç
yaşta tanışan, bu tanışıklığın ve aldığı eğitimin ve öğretimin meyveleri daha 9
yaşında iken ortaya çıkar ve ünü Antakya’nın tamamına yayılır ve kendisine “Şair-üs Sagir (Küçük Şair)” denilerek şairlik
süreci başlar. Eşi; Prof Dr Melek Abyad, dünya tatlısı bir insan olmanın yanında,
eşi ile gurur duyduğunu gözlerinin içinde hissettiğimiz birisi olup, başta ve
özellikle Fransız edebiyatında etkisi görülen Cezayirli yazarlar olmak üzere
pek çok yazarın eserlerini Fransızcadan Arapçaya çevirmiştir.
Yaşamı; her özgürlük savaşçısının başına geldiği üzere,
sıkıntı, çile ve zulüm ile doludur, üstelik kurucusu olduğu partinin
iktidarında bile küskünlükler yaşadığı direk kendisinden duyulmasa bile
bilinmektedir, Nazım Hikmet’e Türkiye Cumhuriyeti tarafından reva görülen zulüm
ve işkenceler, Fransızların Hatay’ı işgali sırasında Fransızlarla başlayan
bulunduğu tüm ülkelerde de koca çınar Süleyman El İsa’nın başına da gelmiştir.
Geçen yıl, Suriye Yazarlar Birliğinin de kurucusu olan bu
koca çınar için, doğduğu topraklar olan Antakya Aknehir Beldesinde düzenlenen, Türkiye
Yazarlar Sendikası (TYS), Aalen-Antakya Kültür Derneği ve Aknehir Belediyesi
işbirliğiyle bir saygı paneli düzenlenmiş idi, ne yazık ki orada bulunamamış ve
bulunamadığım için çok üzülmüş idim. Sonradan öğrendiğim kadarı ile başta, Belde
Belediye Başkanı Mehmet Mübarek, TYS Antakya Temsilcisi Mehmet Karasu, Suriye
Yazarlar Derneği Başkanı Dr. Ali Ekle Orsan ve çok sayıda seveni ve davetlilerin
katıldığı panelde, “Bu topraklarda doğmuş, çocukluğunu
burada geçirmiş, ben Aknehirliyim diyen büyük bir ustayı, halkımıza anlatmaktan
dolayı mutluyum. Onun eserlerini konuşmak ve paylaşmak bizler için çok önemli” biçimiyle yapılan tanıtım kendisi
için büyük mutluluk nedeni olmuş…
Değerli şair-yazar ve çevirmen Nuri Sağaltıcı ile yaptığı
görüşmede; “Hayatımda hep insanı
önemsedim. Yalnızca insanı. Ben şairim, şair gibi düşündüm ve şair gibi
yaşadım. Ülkemi ve insanları karşılıksız sevdim.” diyerek, nasıl bir dünya
yorumuna sahip olduğunu samimi ve çok şairane göstermiştir. Nuri Sağaltıcı’nın çevirisi ile Koca Çınarın
buram buram Antakya ve memleket özlemi kokan bir şiiri aşağıdadır.
ANTAKYA’DA KALICIYIZ
Yükseklere
seriver hayalini, serpiştir ovalara
Seriver,
serpiştir yeşil, yemyeşil Antakya’ya
Sevenlerimiz
el ele kursunlar düğün dernek
Salıversin
sevgi çiçeklerini o güzel yurduma
Papatya
yanaklarına kazınmış özümü sarsıver Antakya’nın,
Selam
söyle Antakya’nın söğüt ağaçlarına
Hayallerini
seriver eski köprünün üzerine
Duyguların
boşalıp doruğa çıktığı anlarda
Umutlu
adımlarımızın andına uyuyan evlere seriver düşlerini
Ey
dostum, ey vatana göklerin ve yeryüzünün renklerini armağan eden fırça.
Ey
benim toprağıma özlem duyan olgun çocuk
Antakya’dasın,
Antakya…Sen tarihi efsanesin ey coşkulu kent
Tarih Antakya’dır bende ve Antakya tarihtir aslında.
Dostum, az uğrayıver bizim köyümüze de;
Özüm, çocukluğum, şiirlerimi göreceksin yanı başında.
Biraz
da Asi’ye sapıver kanımda akan
Oradadır
evim, uzanmıştır asi de bir yanında
Bir
soluklan gölgesinde yeşil dut ağacının
Şairin
sırdaşı olan kasideleri, sor o ağaca
Şiirlerimin
nabız atışında vardır o, her zaman
Resmet,
resmet gölgesini bile o sevdalı fırçanla.
Sevdiklerine,
sevdiklerime selamlarımı ilet ey dost
Çam
ağaçları gibi köklüdür onlar, o çamlar gibi, yüksek yamaçlardaCumartesi, Ağustos 03, 2013
SANDIKTAN GELDİK
İstanbul Tüp Geçit Projesi, daha başlamadan güzergâhı 2 defa
değiştirilen 3. Boğaz Köprüsü, Akkuyu Nükleer Santrali, Haydarpaşaport Projesi,
Uluslararası büyük destekçi Dubai Şeyhi El-Maktum'un Levent Garaj Projesi,
İzmir Otoyol Projesi, sözde düşman ilan edilen Yahudi lobisinin önemli
temsilcisinin Galataport Projesi ve kentsel yaralara dönüşen veya dönüşecek kentsel
dönüşüm projeleri başta olmak üzere yüzlerce projedeki; ahlaki, sosyal, siyasi,
ekonomik ve teknik sakatlıkları ya da alavere dalavereleri görerek ya da öne
sürerek, üstelikte yasalardan gelen yetkisini kullanarak mahkemelere başvurarak
dava açmak suretiyle karşı çıkan, tüm İnşaat, Jeoloji, Elektrik, Makine,
Ziraat, Petrol, Elektronik, Bilgisayar Mühendisleri ve Mimarların ortak yasal
organı TMMOB’nin yetkilerini, hem de Gezi parkı eylemlerinin sorumlusu tayin
edilerek ya da bu bahanenin arkasına sığınılarak keyfi bir biçimde neden yok
ettin diye sorulunca; cevap; Çünkü
sandıktan geldik,
Sayıştay, genel ve katma bütçeli tüm kamu kurum ve
kuruluşlarının, bütçe onayları ve denetimlerini yapma görev ve salahiyetlerine
haiz iken şimdi hazırladığı raporlarının bile kaale alınmadığı bir döneme
gelinmesi üzerine sorulan sorulara; cevap; Çünkü sandıktan geldik,
Gezi parkında; gerek bu civarda kalan son yeşil alandır,
gerekse de burası deprem anında toplanılacak alandır gibi çok çeşitli
gerekçeler öne sürülse dahi, insanların orada toplanıp bu projeye karşı
çıkışlarına sanki onlar bu ülkenin vatandaşları değilmişçesine, “Ne derseniz deyin
oraya topçu kışlasını yapacağız”, “O zaman ne dedik, olacak dedik, şimdi
oluyor. Bu tabi kışla olmayacak. AVM, belki rezidans olarak hizmet görecek.” denilmesine
karşı ulusal ve uluslararası tepkilere verilen cevap; Çünkü sandıktan geldik,
İstanbul kanal projesi rasyonel akla, uluslar arası
siyasete, bilime, tekniğe ve hayatın gereklerine uygun değil, adı üstünde bu
tam bir çılgın projedir denilmesine karşı, kininizi içinizde tutmayın ruh
haliyle verilen cevap; Çünkü sandıktan
geldik,
Gezi parkına AVM yapılacak, size mi soracağız, birileri
gelip bize akıl veriyor “bu yanlış” diye. Ya arkadaş sen aklını kendine sakla, Çünkü sandıktan geldik,
Suriye’de neden savaşın bir parçasıyız ya da en azından
neden böyle bir algılama var, cevap; size mi soracağız, sizden akıl mı
alacağız, istediğimizi yaparız, Çünkü
sandıktan geldik,
Tüm komşu ülkeler ile kavga, niza ve sorun yaşıyoruz, böyle
bir dış politika olmaz diyenlere, cevap; size mi soracağız yaparız Çünkü sandıktan geldik,
ÖSS sınavlarında yolsuzluk var diyenlere cevap,
araştırıyoruz, bakıyoruz, dediniz, bir sonuç yok, olmayacağı da çok açık
denilince hemen celallenip, ne yapacağımızı size mi soracağız, nasıl
yapacağımıza biz karar veririz, Çünkü
sandıktan geldik,
Anayasa Mahkemesi kararı ile irticanın merkezi olunmuş ne
diyorsunuz sorusuna cevap, oluruz, keserler para cezasını biter, Çünkü sandıktan geldik,
Kimlik siyaseti yapıyorsunuz, cevap hakkımız, Çünkü sandıktan geldik, Din siyasete
alet ediliyor deniliyor, size mi soracağız, Çünkü sandıktan geldik,
Yahu bu kanun ile çok eşlilik gelebilir deniliyor, sizden
akıl mı alacağız, Çünkü sandıktan geldik,
10. yıl marşını istemezük, biz istemediğimize göre kimse de
istememeli, neden, Çünkü sandıktan
geldik,
10 Kasım anma törenleri yapılmamalı, bir putun karşısında
sap gibi durulur mu, durulmaz neden durulmaz, Çünkü sandıktan geldik,
29 Ekim kutlanmamalı diyoruz herkes karşı çıkıyor neden
karşı çıkıyorsunuz, biz ne dersek o olur, Çünkü
sandıktan geldik,
Küçücük kızlar evlendiriliyor, “çocuk gelinler dünya
klasmanında” en üst sıralardayız diye bize akıl veriyorlar, aklınız size
kalsın, ihtiyacımız yok, Çünkü sandıktan
geldik,
İnsanların fişlenmesi ileri demokrasinin gereğimi diye
soruyorlar, eskiden de fişliyorlardı, şimdi de biz fişliyoruz ne olur ki, Çünkü sandıktan geldik,
Şu kadar çocuk yapacaksın, Çünkü sandıktan geldik,
Çocuk yaparken şu yöntemi kullanacaksın, Çünkü sandıktan geldik, Mizahçılara
hapis, Çünkü sandıktan geldik,
Tabiatın can damarı bu derelere HES yapmayın, yaparız Çünkü sandıktan geldik,
Allonoi neden sular altında kaldı, Çünkü sandıktan geldik,
Hasankeyf neden sular altında kalacak, Çünkü sandıktan geldik,
Hergün kadınlar eski eşleri tarafından
öldürülüyor, koca şiddetinden bunalmış kadınlardan geçilmiyor tedbir alınmalı
deniliyor, size mi soracağız, Çünkü
sandıktan geldik,
Deniz feneri soruşturması, Çünkü sandıktan geldik,
Bunlar stratejik kuruluşlardır özelleştirilemez, Çünkü sandıktan geldik,
Dolaylı
vergiler artık vatandaş tarafından taşınamaz durumdadır, Çünkü sandıktan geldik,
Eeeee Hitler de sandıktan geldi diye sandığımı red mi
edeceğiz, son bombamız da bu, ne diyelim Allah Selamet versin…
Vs. vs. vs. vs. vs.
Bu sandıktan geldik edebiyatının hayat içindeki pratik
karşılığı mı kast ediliyor acaba? Hiç
zannetmiyorum… Çünkü seçim performansını gerçekten ölçmenin yegâne yolu, direk,
filtresiz, barajsız ve dolaysız ve de özellikle hilesiz ve hurdasız seçim
yapmanın yolunu bulmak ve uygulamaktan geçmektedir, peki bunun böyle olduğu
bilinmez mi? Bilinir elbette, ama ne yazık ki muhalefeti dahi bunu talep etmez
canım yurdumun, çünkü piyangonun kendilerine isabet edeceği günü beklerler ya
da öyle bir algılama yaratırlar, vatandaş gözünde… Bizden söylemesi bu piyango
onlara bu kafa ile asla ve kata isabet etmeyecektir…
Yahu şu sandık meselesini;
1.
Seçim
Barajlarından azade tutarak,2. Partiler tüm adaylarını ön seçimle belirleyerek,
3. Parti üye kayıtlarının doğru yapılmasını ve denetlenmesini temin ederek,
4. Seçim kanununu değiştirerek,
5. Nispi temsil usulünü günümüze uyarlayarak,
6. Partiler kanunu değiştirerek,
7. Partilere hazineden yardım behemehâl kaldırarak,
8. Yunanistan’ın bile kullanmadan, ihaleyi kazanan firmaya geri iade ettiği “SEÇSİS” programıyla seçim ölçmeyi behemehâl bırakarak,
gibi detaylar başta olmak üzere seçimleri her türlü
manipülasyondan uzak tutacak, görece, ahlaka ve adalete uygun hale getirirsek, “sandıktan geldik” lafı anlamlı olur…
Vs. vs. vs. vs. vs..
Sonuç olarak; SORU,
Peki, TMMOB yönetimleri sandıktan gelmedi mi, Baro yönetimleri
sandıktan gelmedi mi, Tabip Odaları yönetimleri sandıktan gelmedi mi?
Pazar, Temmuz 28, 2013
YA TARAF YA BERTARAF
Demokrasi talepleri ile İstanbul Taksim Gezi Parkında
başlayan ve adım adım tüm Canım Yurdumu saran eylemler evrile evrile başka
boyutlar alarak, kökü dışarıdadır, arkalarında gizli örgütler vardır yalan ve
kara propagandasına rağmen halen devam etmektedir ve görünen o ki uzunca bir
süre devam da edecektir. Adalet, hak hukuk arayışı süreçlerinde; Baro, Tabip
Odaları başta olmak üzere diğer tüm meslek kuruluşları gibi Mühendis Odaları da
yerlerini geçmişte olduğu gibi bugün de almış ve alacaklardır, 3-5 kendini
bilmez istiyor diye bu işten mühendislerin vazgeçeceği düşünülüyorsa çok
yanılıyorlar. Mühendisler ve onların meslek kuruluşları bu mağrur muktedirlerin
yaptığı yasalar ile kurulmuş olmalarına ve o kurallara uygun çalışmalarına rağmen
neden sürekli hedef olmuşlardır diye baktığımızda; Süleyman Demirel, Turgut
Özal, Tansu Çiller, Necmettin Erbakan devri iktidarlarında imar numaralarının
yarattığı mamanın büyüklüğünün başta çevre katliamı yaratan rant ekonomisine ve
yarattığı çarpık kentleşme ve onun sonuçlarının doğurduğu sağlıksız toplumsal
ilişkilere hep direnmişlerdir. Ancak bu sığ (hatta sığ bile denmez ya)
zihniyetin en önemli temsilcilerinden birisi; bir tarihlerde kenti otoyollara
çevirme girişimi olan ardı ardına inşa edilen onlarca alt-üst geçitlere karşı
çıktığında TMMOB ni hedefe koyarak, kontrolünde tuttuğu şehir içi yolcu
taşımacılığının en önemli unsuru minibüslerin arka camlarına “mühendisler siz işinize bakın köprü yapmak
bizim işimiz” afişleri yapıştırtacak kadar da komikleşmişlerdi, ancak bu
komikleşmeden nasip ve murat canım yurdumun insanları tarafından alınamadığı
gibi o kurumda çalışan yüzlerce yandaş mühendisten de ses çıkmamıştı… Oysa
mühendis yandaş olmaz, mühendis sadece kendisine, ilgili disiplinin yemini mucibince
yüklenen misyon doğrultusunda, teknik, sosyal, ekonomik ve bunların
sonuçlarının siyasal yaşama yansımasına uygun davranışları ahlaken göstermek
durumundadır, yoksa “beni işten atarlar”, “ne yapayım bana emir verildi” gibi
saiklerle değerlendirmeler başlamışsa ki maalesef bol miktarda örnek var bu
konuda, artık kelamın kar etmediği noktada olduğumuzun yegane kanıtıdır bu.
Günümüzde de maalesef bazı meslektaşlarımız “Ya taraf ya da bertaraf” kara
propagandasının yarattığı etki alanının, etki ya da tılsımı mucibince oluşan
korku ortamında ses çıkaramaz hale gelmişlerdir, muktedirlerin sürekli toplumu
rencide edecek karar üretimleri sonucunda “biz
seçimle geldik” gibi kafa karıştırmaya yönelik abuk subuk yaklaşımlarına
ses çıkaramaz, fikir beyan edemez noktasındaki bu aklı kiradaki muhteremler de,
üstelik kendilerinin de katıldıkları seçimler sonucunda oluşmuş oda
yönetimlerine destek vermeleri ya da en azından saygı göstermeleri gerekmez mi?
Yahu kardeşim hani seçim kutsaldı, hani seçim muteberdi, hani seçimle gelen her
şeyi yapabilir idi, bunların birer palavra olduğu gün gibi aşikâr da tabii ki
görebilene… “Ya taraf ya da bertaraf” gibi faşist kafanın, hadi biraz yumuşatarak
söyleyelim demokrasiye yatkın olmayan kafanın dışa vurumunun en önemli öğesi olan
bu cümleyi kullanıp devamında da “bugün sessiz kalanların, yarın huzurumuza
gelmesi halinde biz de sessiz kalacağız”
demesini, içlerine sindirmesini ya da bu görüşe tepkisiz kalışını ya da
şiddetle ret etmeyişlerini olsa olsa “yetmez
ama evet” çiler ile “babadan kalma
ya da doğuştan evet”çiler becerebilirler…
Ancak kafalarının ardı çok karanlık bu fikri sadıkların,
karanlık dedikse belirsiz demedik, karanlık dedik çünkü biz göremiyoruz,
aydınlık ve net dedik çünkü kendileri adım adım neyi, nasıl ve ne zaman
yapacaklarını, çok uzun yıllar önce karanlık mahfillerde yapılan plan
doğrultusunda, bilerek uygulamaktadırlar.
Hatırlıyorum; bu ardı karanlık zihinlerin öncüllerinden bir
muktedir bir zamanlar, cezaevlerindeki mahkûmları “Kuran”ı birkaç kez hatim etmeleri
halinde serbest bırakalım diyebilecek kadar ileri götürmüş idi konuyu…
Doktorların meslek icra ettiği yerlerin kendileri açısından bir rant kapısı
olmaması halinde eminim ki, hiç sıkılmadan doktorların yerine üfürükçü
hocaların ikame edilmesi önerisini bile getirebilirler… Eeeee ne olacak
Öğretmen okullarını kapatıp yerine ziraat mühendislerini öğretmen atayan
zihniyetlerin memleketi taşıyacakları yer ancak burası olabilir, her şeye
rağmen yine de iyi sayılırız bir bakıma, bu kadar iç ve dış düşman saldırısı
altında bu kadar dayanabilmek ve direnebilmekte mahir bir durumdur…
Gündemimizi Mısır’daki darbeci ordu ve darbe mağdurları gibi
gösterilen İhvan (Müslüman kardeşler) hareketi oluşturuyor ya, oysa dünya âlem
biliyor ki bunlar birbirlerinin mütemmim cüzüdürler, orayla çok ilgiliyiz ya
keçinin koyuna popon göründü gerekçesi ile eleştirisi misali… Malum hikâye,
koyun telin üstünden atlarken sürekli poposunu kapatan kuyruğun kalkması
neticesinde, keçi ki kuyruğu sürekli kalkık ve popo sürekli görülür
vaziyettedir, koyunla popon göründü şamatası yapması… Memleket yangın yeri,
kimin umurunda, varsa yoksa Mısır, eeeee görev aşkı bu olsa gerek…
Şimdi; tüm yasa yapma temayüllerinin aksine komisyonlarda
bile görüşülmeksizin, Meclis genel kurulunda gezi parkı eylemlerinin hiçbir
mahkeme kararı olmaksızın sorumlusu ve kusurlusu ilan edilerek, Türkiye
mühendislik hayatını çok olumsuz etkileyecek kararlar olan ve TMMOB yasası diye
anılan ve Mühendis ve Mimarların ve de onların mesleki kuruluşu odalarının
yetkilerinin önemli bir kısmının bakanlığa devri ile ortalık çalkalanmaktadır. Sanki
Canım Yurdumun tek derdi, odaların denetim yapma yetkisinin neticeleridir de,
yemeden içmeden torba yasaya bu konuda hemen atılıverip çorbaya devam
edilmiştir. İddia edildiği üzere futbol oynarken kendisine faul yapanı bile
asla unutmayan liderin Geziyi de unutmayacağını iddia edenler bir kez daha
haklı çıkmış, ancak kişisel bu husumet ötesinde tüm memleketin bir arsa görülüp
daha fazla rant nasıl üretilir modelinin önü açılmıştır, umarım destekçiler
bunun farkındadır. Bugün bu subukluklara destek verenlerin; yapılmak istenenin mühendislik,
mimarlık, şehir plancılığı faaliyetlerinin mesleki disiplin içerisinde
yürütülmesinin, koordine edilmesinin teminini sağlayan meslek örgütlerinin
yürüttüğü kamusal hizmeti, rant peşinde koşanlara devrederek ve bunları
yetkilendirmek suretiyle de tüm Türkiye’nin rant alanlarına dönüştürülmesinin amaçlandığını
görmeleri gerekmektedir. Aksi takdirde ahhh Türkiyem Vahhh Türkiyem demenin bir
manası yoktur… Eksiğiyle gediğiyle ülkesini, meslek onurunu, doğayı, suyu,
toprağı savunmaya çalışan meslektaşlarımıza nasıl bir kindir bu anlayamadım,
ama yukarıdaki satırlarda da bahsettiğim üzere, Mühendislerin köprü yapımına
müdahil olmalarından bile rahatsız bir muktedir profili ile karşı karşıya
olununca yapacak fazlaca bir şey kalmıyor, direnmekten başka, bu saldırılara
karşı durmaktan başka… Bu köprü meselesine taktığımı dillendirenlerin olduğunu
duyuyor gibiyim, inanmayan varsa gitsin Ankara Sıhhıye meydanındaki ucube
köprünün kaç denetim firması değiştirilmek suretiyle ulaşıma açıldığına
baksınlar yeter…
Mısır’da, Mısır Elektrik İdaresinin yürüttüğü ve
şirketimizin üstlendiği bir dolu projeden birinin çalışmalarını yürüttüğümüz
bir dönem, bu vesile ile de idarenin farklı departmanlarında günlük işlerin
takibi için bulunduğumuz sürelerde çalışanların birbirlerine görev farkı
gözetmeksizin “başmuhendiz” benzeri
bir sözcükle seslendiklerine şahit olmuş ve kendilerine, birbirlerine neden
böyle seslendiklerini, burada çaycının bile böyle çağrılmasının nedeninin ne
olduğunu sorduğumda, aldığım yanıt bir hayli ilginç idi. Ülkede 2 tür mühendis
olduğunu, “mühendis el fenni” ve “mühendis el ehli” diye
tanımlandıklarını, bunlardan birincisini mühendislik mektebi mezunlarının,
ikincisini ise alaylı diye nitelenecek şekilde şantiyelerde uzun süre
çalışmasının neticesinde edinilebildiğini hayretler içinde kalarak öğrenmiş
idim… Evet; artık AK günlere az kaldı, adalet bakanı Kuran’ı hatim edenleri
serbest bırakalım, diğeri köprüleri-altgeçitleri mühendisler değil şöförler
yapsın, kontrol etsin, şimdide istermisiniz bu yasayla birlikte canım yurdumun
inşaat faaliyetlerini “mühendis el ehli”
vasıtasıyla yürütsünler ve mimar ve mühendisleri de amele atasınlar…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)