Pazartesi, Eylül 24, 2012

KÖMÜR UYUŞTURUCU OLARAK KULLANILABİLİRMİ?

Yine kış ayları geliyor, havaların soğumasıyla birlikte sobalar yakılacak, özellikle de akşam saatlerinde sokakta dolaşırken genzimizin yoğun kükürt nedeniyle yanacağı günler başlayacak, her ne kadar da yaşadığımız kent canım yurdumun en fazla rüzgârlı bölümü olsa da bu makus kaderini aşamıyor genizlerimiz. Canım yurdum iddia odur ki bir dolu konuda, çağ atladı ama kömür ile ısınma konusunda hala çağ atlayamadı, görünen o dur ki daha da bir vade atlayamayacak, çünkü yine görünen o ki seçimler devam ettiği sürece de oyçeker (oy çekim aleti) olarak dağıtılmaya devam edecek kömür, bazılarının sevinci olacak bazıların ise üzüntüsü, bu memlekette astım ve solunum yolları rahatsızlıkları olan yurttaşlarımıza kolaylıklar diliyorum bir kez daha bu vesileyle de…
Bu çerçevede kömür dağıtımı için yine yoğun faaliyetlerin yürütüleceği günler yaşayacağız, malum önümüzdeki yıl 2013 ve bazı planlar var, ak sokaklarımızı kara elmasın tozlarının kaplayacağı günler yakın yani, kara elmasın tozu ne yazık ki sosyal devlet anlayışı çerçevesinde siyasetin etrafını kuşatmıştır artık ve bundan kolay kaçış yok. Ayrıca bu dönem valilerin ve kaymakamların dağıtımda daha aktif rol alması görülebilir, “benim valim binecek kamyona vatandaşın ayağına giderek kömürü dağıtacaktır” şeklindeki başbakan emri mucibince.
“Getir oyu verelim Kömürü” canım yurdumun siyasi yaşamına girdiğinden beri yeni bir iş kolu daha oluşmuş oldu, kömür kullanmayanlara tahsis edilen/dağıtılan kömürün satın alınarak pazarlanması gibi şeytanın bile aklına gelmeyecek yurdum insanının girişimcilikte sınır tanımaz zekâsının tezahürüdür bu sektör gayri, ilaveten ve bu gidişle kara elmas olacak canım yurdumun kara talihi korkarım vallahi.
Kömür önceleri canım yurdum insanının alındığı ikna odalarında, “sosyal devlet kömür dağıtır” ilkesi uyarınca uyarılması için kullanıldı, ama uzun süreli kullanılan uyarıcılar uyuşturucu etkisi yapmaya başladı ve artık yapılacak bir şey kalmadı, tek yol var Yaradana sığınıp önceleri uyarılanların şimdilerde uyuşturulduklarını anlayabilmeleri için etkisi güçlü dualar etmek. Peki, uyuşturucu madde olarak kullanılıyor da, bağımlılık yapıyor mu, vallahi görüldüğü kadarı ile bu sorunu cevabı ne yazık ki evet, esrar, extasy, eroin, alkol ve sigara gibi bağımlılık yapan maddelerin tıbbi yöntemler ile tedavileri günümüzde mümkün görünmekte beraber kömürün uyuşturucu olarak kullanıldığında tedavisinin ve yarattığı fikri sapmalarının telafisinin mümkünü görünmemektedir, gerçi canım yurdum insanının da tedavi olmak gibi bir niyeti de görünmüyor ya, ilaveten. Kim bilir belki de Kömür halüsinojen bir maddedir çünkü ne yaparsak yapalım mızrağın çuvala girmediğini fark edemiyoruz ve gerçekler karşınında bu kadar da kör olunmazı yaşayamıyoruz, kömür müptelalığı sayesinde… Yoksa Dünya Sağlık Örgütünün “uyuşturucu yaşayan organizmaya alındığında, organizmanın bir ya da birden çok işlevini değiştirebilen herhangi bir maddedir” öngörüsü mucibince bizde bir değişiklik oldu da, bizden umut ta kesildi mi bilemiyorum vallahi…
Tabii eskiden yakıt olarak tezek vardı; hani kod numarası, kalorisi olmayan adı b.k olan, dağıtılması halinde insanları bu kadar uyuşturamayacağı gerekçesiyle dağıtılmadığından olsa gerek, insanlar daha uyanık idiler, kolay kolay siyasi kündeye gelmiyorlardı.
Kimse şimdi gönül rahatlığıyla her şey yolunda ekonomi doludizgin vs vs gibi hamasi nutuklar atmasın, çünkü iyi bir ekonomide hem de her yıl artışının katlanmasından söz edilen bir şekilde 10 yılda 15 milyon ton kömür dağıtılıyorsa çok ciddi bir sorundan söz etmek gerekir. Vatandaşın canım yurdumun gayri safi milli hasılasından aldığı pay arttıkça kömür dağıtım ve kullanım oranı artıyor, dünyanın tüm ekonomistlerini bir araya getirin bu tılsımlı duruma bu ağabeyler kadar usulune uygun yorum yapamazlar vallahi. Demek ki; büyük iddialarla öne sürüldüğü üzere, ileri demokrasiye ve dünyanın 18. büyük ekonomisine sahip olmak, ücretsiz kömür dağıtım ihtiyacını ortadan kaldıramamış, olsa olsa aydınlık üzerine kara kömür komedisi derler buna, Patagonya da bile buradakinin aynısı olmaz asla ve kata… Son zamlarla birlikte 2012-2013 kış sezonu için kömürde kaynak sorunu çözülmüştür gibi görünmektedir, Türkiye Kömür İşletmelerine (TKİ) olan borçta bu kaynaktan rahatlıkla ödenebilecektir gayri…
Bundan 60-70 yıl sonra büyük ihtimalle canım yurdum kömür dağıtım ve kullanımını yasaklayacaktır, işte artık o andan itibaren bu olanları çocuklarımıza anlatmak için üniversitelerde kürsüler kurulacaktır gibi geliyor bana ve öğretim üyeleri öğrencilerine dağıtılan kömürler sayesinde canım yurdum insanına mışıl mışıl uyuması için sağlanan sıcak ortamı ballandıra ballandıra anlatacaklardır muhtemelen…
Şimdi birileri çıkar ve kömürler seçimlerde oy almaya yönelik dağıtılmadı, bu dağıtım sosyal devlet olmanın gereğidir derse, buna ben inanırım da benden başka kimse inanmaz hatta kömür alarak kullananlar da başta olmak üzere, yahu 2007 seçimleri yaza denk geldi oy derdiniz yoktu da neden yaz günü kömür dağıttınız derler adama, evet evet tabii ki adama…
Kömür dağıtımında oy kaygısı vardır bu tartışılmaz ama devşirilen tüm oyların günahını da kara kömüre yüklemek kara vicdanlılıktır, insafsızlıktır. Her şeye rağmen ve tüm bunların sonucunda kömür dağıtıldı ve siyasi yaşam belirlendi gibi bir sonuç çıkarılırsa üzülürüm, benim kişisel görüşüm, kim ve ne kadar para, kömür, yiyecek, giyecek ve mobilya dağıtırsa dağıtsın siyasi hayatı bu kadar belirleyemez, kömür dağıtmakla itham altına alınmış olduğu düşünülen siyasilerimizin başarılarının muarızları tarafından böyle değerlendirilmeleri kendileri açısından bir zafiyet olmanın yanında inanılmaz bir gaflet olacaktır ve de en önemlisi canım yurdum insanına hakaret olacaktır, canım yurdum insanı maddiyat karşılığı oy vermez… Ne yapalım hukuki durum bu…

Pazartesi, Eylül 17, 2012

BİLİM ADAMLIĞI, ETİK ve EMPATİ

İnsanlığın irtifa kaybettiği, insanı insan yapan önemli değerlerin erozyona uğradığı, özellikle 1980 sonrasına denk gelen dönemde daha yoğun bir şekilde hayatımızı kuşatmış olan, kendi değerlerini diğerlerine bir şekilde kabul ettirme, bu uğurda gerekirse zor kullanmayı makul bulan, kendi bildiğinin dışında doğru olamayacağı, düşündüklerini ve hayallerini gerçek inanmışlıklarını ise bilim zanneden, intihalden mutlak nasiplenen bilim adamı görünümlü ama ortaçağ kafalı ancak bir o kadar da etkili ve yetkili biçimde donanmış müsveddelerden geçilmemektedir. Mezkûr dönem öncesi varlığının farkına varamadığımız, ama sonra kaybedince de irkildiğimiz, erozyon ve irtifa yitiminin esas gerekçesini oluşturan, ahlak, etik ve empati; günümüzde çok sık kullanılmasına rağmen güncelde ne yazık ki bir türlü esas rolü alamayan konumu itibariyle de durumumuzun izahı ve kurtuluşumuzun reçetesi olarak durmaktadır.

Bilim ve özelde de İnşaat Mühendisliği dünyasının, Betonarme konusunda ünü dünya çapında olan, dünya çapında tanınmışlığının aksine mütevaziliğini asla ve kata terk etmediğini kendisini yakından bilenlerin altını çizerek anlattığı bir bilim adamı akademisyen olan Uğur Ersoy hocanın bir söyleşisinde bahsettiği hocası Ferguson ile ilgili anılarının 2 tanesini sizlerle paylaşmak istiyorum bu hafta, paylaşmak istiyorum ki nasıl bilimi adamı olunurun benim tarafımdan tarifini yapabileyim. Uğur Ersoy için; İnşaat Mühendisleri odası başkanlığı yapmış Cemal Gökçe ve hemen hemen her İnşaat mühendisinin paylaştığı görüşünde ne diyor; “Biz Uğur Ersoy’u sadece iyi mühendis olarak tanımıyoruz, iyi ders anlatan hoca olarak tanımıyoruz; Uğur Ersoy Hocamızın diğer hocalarımızdan farklı bir özelliği daha var, mühendis olmanın yanında filozof bir yanı da var; yani mühendis olmanın yanında düşünen, yazan, anlatan ve insanları, özellikle de mühendisleri düşündüren bir yanı var.” Peki, Uğur Ersoy hoca kendi hocası için ne diyor; “Değer yargılarının büyük çapta erozyona uğradığı, dürüstlüğün erdem sayılmadığı, ilkelerin yerini para ve köşe dönme hırsının aldığı bu dönemde umarım Ferguson bana olduğu gibi gençlere de örnek olur. Onları çarpık düzenin yapay düşlerinden uyandırır.” Bu tanımları ve değerlendirmeleri yaşayarak hak ettiklerini yaşam öykülerinden bildiğimiz bu insanların artması en büyük arzumuz olup, bilim adamlığı nasıl yapılırın, genel ve yerel yönetimle ve onların yönetme haksızlıkları ile nasıl baş edilebileceğinin, bu anlamdaki direnmenin kutsallığının, ahlak ve etik’in ne anlama geldiğinin, neden empati yapılmasının gerekliliğini bir kez daha anlayacağız.
ANI-1Ferguson Hoca çok dindar bir adamdı. Ayda bir kez, pazar günü, metodist kilisesinde vaaz bile verirdi. Bu kadar koyu dindar bir adam, kimsenin hayat tarzına karışmaz, başka dinden olanlara hatta dinsiz olanlara  bile bu konuda saygılı davranırdı. Ellili yıllarda Amerika’da Mc Carthy rüzgârı esiyordu. Önüne gelen komünistlikle suçlanıyor, soruşturmaların ardı arkası kesilmiyordu.   Milliyetçilik ve dincilik günlük hayata egemen olmuştu. Ülkede tam anlamıyla bir terör havası esiyordu. İnsanlar korku içindeydi. Herkes milliyetçilikte ve dincilikte birbiriyle yarış ediyordu. Işte bu dönemde Texas Üniversitesi Mütevelli Heyeti bir karar aldı. Her ö¤retim üyesi Tanrı’ya inandığına dair imza verecekti. Ö¤retim üyeleri arasındaki paniği bugün gibi hatırlarım. Geç kalmak korkusu ile hocalar bir imza kuyruğu oluşturmuştu Tanrı’ya inanmayanlar bile tereddütsüz basıyorlardı imzayı. Eee, ne de olsa işin sonunda damgalanmak vardı. Koca üniversitede tek bir öğretim üyesi bu deklarasyonu imzalamayı reddetti. Bu kişi, o üniversitede belki de Tanrı’ya en fazla inanan insandı. Bu öğretim üyesi Ferguson’du.  imzalamayı reddetmekle de kalmadı Ferguson.  Bir de istifa mektubu yazdı o mütevellilere. Mektubunda insanların inançlarının sorgulandığı bir üniversiteye otuz yıldır hizmet etmiş olmaktan utanç duyduğunu belirtiyor ve istifasının kabulünü istiyordu. Bu soylu çıkış karşısında Mütevelli Heyeti kararını geri almak zorunda kaldı. Deklarasyonu imzalayanlar pişman oldular ve utandılar. Ferguson herkese bir insanlık dersi vermişti. O elbette Tanrı’ya inanıyordu, ama inançların sorgulanmasına da karşıydı. işte Ferguson böyle bir insandı.
ANI-2Ellili yıllarda ülkenin güneyinde ırk ayrımı vardı. Üniversitenin olduğu Austin, Texas’ın başkentidir. Otobüsler zenci ve beyaz diye bölümlere ayrılmıştı. Zenciler lokanta, gece kulübü, plaj gibi yerlere giremezlerdi. O zamanlar yirmi bin öğrencisi olan üniversitede bir tek zenci ö¤renci yoktu. 1963’te Austin’e ikinci gidişimde ırk ayrımı konusunda büyük gelişmeler olduğunu gözledim. Artık üniversitede az da olsa zenci öğrenci vardı.  Üniversitedeki tek zenci doktora öğrencisi ise inşaat Mühendisliği Bölümü’ndeydi: E. Perry. Ferguson, Perry’nin doktorasını bitirdikten sonra üniversitede öğretim üyesi olarak kalmasın› istiyordu. Üniversite Mütevelli Heyeti buna şiddetle karşı çıkt›. Bunun üzerine Ferguson’un başlattığı kampanya ile yirmi ö¤retim üyesi Mütevelli Heyeti’ne bir muhtıra verdi. Ya Perry alınacak ya da hepsi istifa edecekti. Mütevelli Heyeti geri ad›m attı. Böylece Perry, Texas Üniversitesi’ne al›nan ilk zenci ö¤retim üyesi oldu. Dr. Perry, Texas inşaat Mühendisleri Odası’na kaydolmak istediğinde de reddedildi. Bunun üzerine Ferguson, yıllarca başkanlığını yaptığı bu kurumdan istifa edece¤ini ve tüm Amerika’yı baştanbaşa dolaşıp, odanın yaptığı ırk ayrımını anlatacağın bildirdi. Oda Perry’i üyeliğe kabul etti. Texas inşaat Mühendisleri Odası’nın ilk zenci üyesi de oldu Perry.
Umalım ki, artık muhalif ve muarızlarına “katli vaciptir” yaklaşımı gösterenlerin, yönetimle aynı görüşü paylaşmadıkları için başlarına olmadık şeyler gelenlerin yaşadıkları karşısında “oh oldu” diyenlerin, şeytanın bile aklına gelmeyecek yöntemlerle muhaliflerini tasfiye edenlerin, hiç umudum yok ama geleceğini şekillendirsin bu örnekler. Kendileri başkalarına her türlü hakareti yapan ve daha da ötesi bunu bir hak bilen ama kendilerine karşı benzer şeyler söyleyenleri hain ilan eden, söylenenleri hakaret kabul ederek muarızlarına, muhaliflerine saldırmayı hak görenler de nasiplenir bu örneklerden.

Pazar, Eylül 09, 2012

İZMİR ENTERNASYONAL FUARI NOSTALJİSİ

Kurulma kararı 1923 te düzenlenen İzmir İktisat Kongresine dayandığı anlaşılan, 1937 yılında Ekonomi Bakanı Celal Bayar tarafından “İzmir Enternasyonal Fuarı” resmi adıyla açılışı gerçekleştirilen ve dönemin dünyasında ekonomik gelişmelerin belki de deyim yerindeyse ülkelerin birbirlerine hava attıkları endüstriyel, kültürel ve sosyal gelişmelerin topluma sunulduğu bir arena olarak düşünülmüştür.
“İzmir Enternasyonal Fuarı” ya da kısaca İzmirlilerin deyişiyle “Fuar”, canım yurdumun sadece sanayileşme, makineleşme macerasını göstermez aynı zamanda ciddi bir veri olabilecek şekilde sosyolojik değişimini de ifade eder, kolayca anlaşılacağı üzere sıradan bir panayır ya da teşhir durumu değildir Fuar.
“İzmir Enternasyonal Fuarı” yola çıkıldığı andaki sergi, teşhir ve panayır havasından sıyrılıp “Fuar” havasına girdiği yıllarda, artık dünyada sıkı bir şekilde savaş tamtamları çalmaktaydı ve bu durum fuarın açılmasında bir inkıta yaratsa da, asıl sıkıntılar 2. Dünya savaşı sonrası yaşanır. Savaş sonrası oluşan bloklar arası ideolojik polarizasyon fuar platformuna sıçramıştır artık, Fuarın yumuşamaya zemin hazırlayacağı görüşü bazılarınca ileri sürülse de, hiçbir zaman için böyle olamayacaktır. Amerikan emperyalizminin kıskacı içine girmiş canım yurdumun savcıları artık yeni bir hedefe daha dikkat etmek durumundadırlar, hatta zaman zaman “Komünizm propagandası” yapılıyor gerekçesiyle de soruşturmalar da oluyordu, artık blokların lokomotif ülkeleri açısından rekabet, kapışma, propaganda ve yıpratma çalışmaları için yeni bir platform oluşmuştur.
Genç Cumhuriyet bir taraftan halkına fuar vasıtasıyla; Başta Sümerbank olmak üzere Etibank, Türk Hava Kurumu, TPOA vb. gibi kuruluşlarla ne tür sanayileşme hamleleri içinde daha müreffeh bir hayata ulaşılacağının reklamını yaparken, hazırlanan bu platform vasıtasıyla da, Sosyalist Cephenin lokomotifi Sovyetler Birliği ile Kapitalist Cephenin lokomotifi Amerika Birleşik Devletleri arasındaki müthiş rekabete sahne oluyordu. Mezkûr rekabet endüstriyel gibi de görünse aslında müthiş bir ideolojik rekabet idi, en azından benim gözümde, o tarihlerdeki ziyaretçi defterlerine göz atmak bile mücadelenin seviye ve keskinliğinin boyutunu göstermesi açısından çok önemliydi, taraftarlar överken muhaliflerin küfür ve hakaretlerine sahne olmuş bu defterler benim açımdan önem arz ederdi. Müttefik olmaları nedeniyle insanlarla çok içli-dışlı olan NATO ülkelerinin pavyon çalışanları yanında izlendikleri ve soruşturmalara uğramak korkusuyla sadece şekil itibariyle ilişki kuran Sosyalist blok ülkeleri pavyon çalışanları arasında fark çok abartılı biçimde sırıtırdı adeta. Özelikle 2 süper gücün uzay çalışmaları konusundaki rekabetinin 70 li yılların fuarına yansımış görüntüleri ziyaretçilerin fazlaca dikkatini çeker ve Ay’a önce kim gitti, nasıl gitti, hangi araçlarla gitti gibi anahat oluşturan konuların yanında, kim hangi hayvanı götürdü ve ne kadar uzun yaşatabildi, kim hangi besinlerle ne kadar süre dayanabildi gibi detaylara da girilirdi. Ancak hafızamda kaldığı kadarıyla da tüm şişirmelere ve cilalamalara karşın bugün bile hala karaya roket indiremeyen ABD nin bu savaşı kaybettiğini o günlerde anlamış ve yıllar sonra da tarafların ilgili müzelerine yaptığım ziyaretlerden de kararımın doğruluğunu teyit etmiş durumdayım.
Canım Yurdumun dört bir yanından insanlar büyük bir merakla gerek turistik, gerek teknolojik ve ekonomik gelişmeleri izleme gezisi, gerekse de kültürel gelişmeleri takip etme adına İzmir’e akarlardı o zamanlar, Fuar süresinin 1 ay olması ise en cazip tarafıydı gezmek isteyenler açısından çünkü herkesin iş ve tatil programına uygun görünüyordu bu takvim. Bizlerde; artık tarlalarda hasat edilecek ürün kalmaması ve zeytin hasadına da uzun bir süre bulunması nedeniyle hemen okulların açılması öncesi, ailece hatta sülalece kalabalık bir şeklide ama sürekli ve düzenli olarak her yıl fuarı ziyaret ederdik. Gün boyunca her yeri gezeceğiz kaygısıyla hızlı dolaşma ve gezme neticesinde fazlaca yorulur ve yorgunluğumuzu nedendir bilinmez ama yeraltına döşenen elektrik kablolarına bağlardık ya, hatırladıkça hala gülerim. Verilen harçlıklarımızın yettiğince; paraşüt kulesinden atlamadan fuarın meşhur trenine binmeye hatta artarsa da bir gazinoda “Sanat Güneşi” Zeki Müren ya da “Türk musikisinin yıldızı” Müzeyyen Senar başta olmak üzere dönemin popüler sanatçılarını izleme şansı bulurduk, böyle bir dönemde ilk defa “Sanat Güneşi” Zeki Müren’i mini eteğiyle de izlemiştim. Kim unutabilir İmamın karısı lakabıyla sahnelere çıkan Sevtap Çetinkale’yi dönem itibariyle, ahh daha kimler kimler… Bedia Akartürk, Tanju Okan, Ümit Topçam, Nuri Sesigüzel …
Artık dünyanın geldiği nokta da Fuarın eskisi gibi bir anlamının kalmadığını anlıyoruz, çünkü görkemli açılışlar yok, çünkü insanlar akın akın ziyarete gelmiyor, belki yarış ihtiyacı bitti, belki propaganda aracı olma ihtiyacı bitti, belki de gelişen teknoloji karşısında tanıtımın internet ortamında daha yaygın yapılması sahne aldı, bilemiyoruz, artık ne olduysa oldu gerekçesi nedir tam bilmiyorum ama Fuarın eski havası yok…
Ama biz yine de Fuarımızı; güzel düzenlenmiş 5 kapısıyla, Atlama kulesiyle, Treniyle, kapılarda bekleyen faytonlarıyla, Hayvanat bahçesiyle, ilk çizgi filmleri izlediğimiz sinemasıyla, Gazinolar arası sanatçı rekabetiyle, Fuar dolayısıyla düzenlenen özel milli piyango çekilişleriyle, büyük havuzundaki dönemin teknolojisine uygun ışık oyunlarıyla, hele hele de fuar tanıtım afişlerindeki cazibe hala hafızımdadır ve biz böyle hatırlamaya devam edeceğiz, ama hayal kurarken ama günleri yaşamış akranlarımızla muhabbet ederken.
Açılışlar; 9 Eylül kapısında yapılır, görkemli açılışlar olur, hükümetlerin ağır topları buralara gelir hatta Ege Bölgesini yakından ilgilendiren tütün ve anason fiyatları burada açıklanırdı. Eğer beklenen hatta hayal edilen fiyatlar açıklanmışsa büyüklerimizin keyfi daha da yüksek olduğundan bizim de harçlıklarımıza yansıyan tarafından ötürü biz de çok memnun olurduk bu durumdan.
Gelinen nokta itibariyle artık dünyanın serbest dolaşım denilen teknik adıyla tek ticaret alanı haline dönüşmesinden mi, artık eskisi gibi ülkelerin bağımsızlık derdi olmamasından kaynaklanan rekabet etmeme kararından ötürü mü bilinmez ama herkesin hemfikir olduğu bir şey var o da Fuarın artık eskisi gibi insanlara keyif vermiyor olmasıdır.
Evet, nerede o eski Fuarlar ve üstüne yapılan muhabbetler…

Cuma, Ağustos 31, 2012

İÇİMİZDEKİ SUUDİLER

Tarih 4 Eylül 1999 Türkiye ile İrlanda milli futbol takımları arasında oynanan “2000 Avrupa Şampiyonası” finallerine katılma yolunda büyük öneme sahip olan baraj eleme maçı öncesi yapılan yoğun ve maksadını da bir hayli aşan ve Hıncal Uluç başta olmak üzere bir kısım gazetecinin eleştirilere hedef olan dönemin Milli takım teknik direktörü Mustafa Denizli; maç sonrası finallere katılma hakkı elde edilince, rakip İrlanda’nın yanında “içimizdeki Irlandalılar” diye mezkur gazetecileri hedefe koymuştur. Oysa maç öncesi yapılan bu ölçüsüz eleştirilere cevap vermesi Mustafa Denizli’nin meşrebine uygun olmasına rağmen tüm eleştiriler karşısında sessiz kalmayı tercih etmiş ve adeta ben size maç sonunda sorarım der gibi beklemiş ve sonra da “İrlanda’yı yendik ama önemli olan içimizdeki İrlandalıları yenmek” diyerek sessizliğini bozmuştur. Nerden bilecekti Milli takım teknik direktörü Mustafa Denizli o gün sarf ettiği; “içimizdeki İrlandalılar” sözünün bilahare, sanattan, spora siyasetten ekonomiye kadar tüm alanlarda bireylerin ya da kurumların ihanetini tanımlamak, halk arasında nifak ve huzursuzluk çıkaran, sağ gösterip sol vuranları işaretlemek için kullanılacak adeta da atasözü gibi bir söz olacağını. Oysaki bu sert eleştirilerin hemen arifesine kadar, sosyetenin, hadi sosyal hayatın diyelim, iki önemli ismi olan Hıncal Uluç ve Mustafa Denizli’nin arasından su sızmamakta idi, Hıncal Uluç Mustafa Denizli’yi sahip olduğu olanaklar çerçevesinde parlatmaktadır, parlattığı sürece sorun yok tabii, ama eleştiri olursa hele de bu fazlaca ağır olursa, tukaka, maazallah olursun İrlandalı. Ama Allahı var Hıncal’ın ertesi gün kendisine soru sorulduğunda hemen “içimizdeki İrlandalı” olduğunu kabul etmiş, hazmetmiş ve içselleştirmiştir. Diğer taraftan Mustafa Denizli’ye Türk edebiyatına kazandırmış olduğu bu harika söz için teşekkür ederken, neden İ harfi yerine I harfi sesi vererek İrlandalı yerine Irlandalı dediği de ısrarla sorulmalıdır görüşündeyim, acaba Çeşme şivesi mi, İngilizce bilgisi mi, yoksa dili mi sürçtü, yoksa çok fazla sinirli olmasına mı bağlıydı? Bilemiyoruz gayri…
 
Peki; bu topraklar içimizdeki başkaları ile ilk defa, Mustafa Denizli’nin bu sözü söylediği dönemde mi tanışmıştır, acaba içimizde sürekli bizden olmayanların bir köşe başı tutmuşluğu varmıydı? Tarih bilgi derinliğim çerçevesinde açıkça söyleyebilirim ki, bu tür adamlardan bu coğrafyada kurulmuş olan her devletin içinde bol miktarda olmuştur ve ne yazık ki olmaya da devam etmektedir, görünen o ki toprağın mümbit olması nedeniyle de bundan sonra da hep olacaktır.
 
Kurtuluş savaşı veren Anadolu sürekli İstanbul merkezli içimizdeki Avrupalılar tarafından taciz ve tehdit edilmişlerdir. Kim unutabilir ki; Sadrazam Damat Ferit Paşa ve Molla Sait gibilerin başını çektiği “İngiliz Muhipleri Cemiyetini” ve fakru zaruret içerisinde onurları ile Kurtuluş Mücadelesi örgütlemeye çalışan kadroları çeşitli yöntemlerle karalamaları, yetmeyince hararetli şekilde kurtuluş savaşını engellemek adına iç karışıklıklara ve ayaklanmalara destek verenleri nasıl unuturuz. İngilizlere bilgi aktarmayı önemli görev addetmiş İngiliz Muhipler Cemiyeti üyelerinin, İngiliz ajanı Frew’in talimatlarıyla, neler yaptıklarını tarih kayıt altına almıştır, merak edenler açar okurlar. Ayrıca, bu o dönemin “içimizdeki İngilizler” vasıtasıyla örgütlenen ve örtülü biçimde amaçları yukarıda kısaca belirtilen, Hürriyet ve İtilaf Fırkası başta olmak üzere yüzlerce nifak örgütlenmesi de söz konusudur, yerimiz dar olduğu için detaylara girmiyoruz.
Kurtuluş savaşı bitince; bu topraklara ihanet bitti mi, nerde, biter mi, bitmedi ve korkarım ki de bitmeyecek…
 
1945 lerden sonra da canım yurdumu yönetenler maalesef artık savaştan, gerek coğrafi nedenlerle gerekse de ekonomik ve siyasi nedenlerle çok güçlenmiş olarak çıkan ABD (Amerika Birleşik Devletleri) tarafına avdet etmişlerdir, bir bir… Artık moda Amerikan muhipi olmaktır, bütün siyasal, ekonomik ve sosyal örnekler, kıyaslamalar yeni aidiyet üstünden yapılmaktadır. Amerika eğittiği askerlere darbe yaptırır, sonra darbe solcular tarafından yapılmıştır vaveylası ile solun itibarsızlaştırma çalışmaları çok geniş şekilde büyük propaganda ile gerçekleştirmeye çalışılır. Hülasa artık “içimizdeki Amerikalı” olmak önemli kapıların açılması için yeterlidir ve şiddetine bağlı olarak ta irtifa kazanılmaktadır.
 
Her türlü kirli işleri çevirenler, canım yurdumun baştan başa kan gölüne çevrilmesine neden olunan şartların mimarları, artık “içimizdeki Amerikalılar” dır, ortalıkta başta gerçek Amerikalılar olmak üzere bol miktarda yerli Amerikalılar dolaşmakta, siyasal ve ekonomik pozisyonlar almakta, toplumun zihnini bulandırarak yanlış yönlendirme uzmanları gibi toplumu yalanlarla, hileyle, desiseyle yönetmektedirler. Bu konuda yüzlerce kitap yazılmıştır ve kolayca bulunabilmektedirler hala, denilebilir ki bu yazılanlar külliyen yalandır, propaganda ya da ekonomik gerekçeler amacıyla yazılmışlardır, sadece etrafınıza dikkatlice bakın ve yazılanların hayat ile uyumlu olup olmadığını düşünün ve gözlemleyin yeter.
İçimizdeki Amerikalıların en önemlilerinden birisi de 5 li çete ile 12 Eylül 1980 de faşist darbesini gerçekleştiren Başdarbeci Kenan Evren dir ve bu iddiayı doğrulayan ise ABD Dışişleri Bakanının ABD Başkanının kulağına “Bizim çocuklar darbeyi gerçekleştirdi” diyerek tarihe düştüğü nottur. Artık bu konuda daha fazla söylenecek bir şey kalmadığını düşünmekteyim, kolayca anlaşılacağı üzere mezkûr zat müseccel bir markadır konu itibariyle, tıpkı öncülleri ve ardılları gibi.
 
Canım Yurdum üstüne esasen de tüm Ortadoğuya, uzunca bir süredir çöken karabasanın planlarını yapan mahfillerin başında gelen emperyal politikalar üretim merkezi Exeter Üniversitesinin çalışmaları sonuçlarını vermiş, artık canım Yurdumda ve tüm Ortadoğuda mezkur üniversite mezunları sahne almış, başrol oyuncusu olmuşlar, ülkelerin önemli kişileri Exeter de lisans ya da lisans üstü eğitimi almış ya da doktora yapmış ve ülkelerini yönetmektedir, maksat hasıl olmuş ama sömürünün devam etmesi adına da kesintisiz ve şiddeti sürekli artan bir uygulamaya ihtiyaç bulunmaktadır.
 
Yarabbim, bu nasıl oluyor, bu babtan sayılmak üzere şimdi de Damat Ferit Paşa ve Molla Sait gibilerin yeni versiyonları “içimizdeki Suudiler” sahne aldılar canım yurdumun, bağlarında ve dağlarında, bu topraklar ne mümbitmiş be, sürekli yetiştiriyor ve sürekli içimizde bir takım yabancılar yaratıyor ve yetkilendiriyor ancak bir türlü topraklarının kendisini seven yerliler yetiştiremiyor, bu ne hazin bir durum. Arapfili olan içimizdeki Suudilerin (aslında onlarda Amerikalı ya) son mevsimini yaşadığını umarım canım yurdumda, aksini düşünmek bile istemiyorum açıkçası.
 
Yahu bu memlekette içimizde bol miktarda; Amerikalı, Rus, İngiliz, Fransız, Arap, İrlandalı, Alman, Avusturyalı, Hollandalı varda asıl olması gerekenlerden yok galiba… Neden acaba? Topraklarda mı sorun var acaba?

Pazartesi, Ağustos 27, 2012

PAPAĞAN BİR HAL’İL ya da BİR HAL’İL PAPAĞAN

Ne diyor bu adam; CIA ve yerli işbirlikçileri tarafından 1 Mayıs 1977’de gerçekleştirilen ve 12 Eylül Faşist darbesine yol açmada önemli bir kilometre taşı olan katliam için  “kontrgerilla yok, solcular birbirini vurdu”. Sevsinler seni Papağan gibi adamsın Halil; bu söylediğin palavraları öncülün olan Nazlı Ilıcak ablan gibiler çok söyledi, ama tarihi gerçekler senin zannettiğin kadar kolay örtülemiyor, değiştirilemiyor hele senin gibilerin çabası da buna hiç katkı sunmaz, gerçi bunları bilmiyor olduğunu düşünemiyorum, sen akıllı ve zekisin, bu çabalarının bir başka gerekçesi olmalı, kamuoyu senden bu konuda açıklama beklemektedir ayrıca, gerçi açıklamasan da herkes kestirebiliyor bu gerekçeleri… Gerçi her zaman iktidar yanaşmaları ve nemazadeleri çıktı senden önce de ve muhtemel senden sonrada çıkmaya devam edecektir. Binbir yalan, dolan, hile, desise, dolap demagoji ve propagandaya rağmen, muktedirlerin her türlü gücü ve zenginliği ve eli uzunluğu, sizin gibilere destek verse de, tarih ne bu katliamı planlayanları ve gerçekleştirenleri unutacaktır, nede sizin gibi bunu temizlemeye ve aklamaya çalışanları affedecektir, bunu bir defa daha böylece bilin.
Bu yazı asla; Halil Berktay, Oral Çalışlar ve çeşitli türevlerini aydınlatma gibi bir görev taşımaz hatta taşıyamaz, çünkü onlar ve benzerleri esasen yeterince berrak bir hafızaya sahiptirler konu ile ilgili ama bugün yüklendikleri misyon gereği böyle davranmaktadırlar, en azından böyle anlaşılıyor. Halil Berktay; “tarihçi kimliğimle gerçekleri açıklamak durumundayım” derken zannedilir ki, adam aslında ta ilk günden itibaren konuyu tüm detayları ile biliyor ama ilk kez, vicdanının sesini dinleyerek açıklıyor. Zinhar, yok böyle bir şey. Söylediği ve iddia ettiği tüm laf ve görüşler, katliamın akabinde, dönemin MC (Milliyetçi Cephe) iktidarınca, Amerikalı ajanlar ve içimizdeki Amerikalı provokatörler vasıtasıyla, başta iktidarın borozanı niteliğindeki TRT olmak üzere, ellerinde ki tüm basın araçları ile yaymaya çalıştıkları gibi, miting meydanında mitinge katılanlar arasında bir çatışma asla ve kata olmamıştır, tamamen halk düşmanlarının, 12 Eylül faşist darbesine gidilecek süreçte, tamamen faşist darbecilere yol açma ve hazırlama çalışmasından ibarettir. Nerden mi anlıyoruz, özet olarak diyelim; ne diyor baş darbeci anılarında, “şartların oluşmasını bekledik”. Ama çocuklar; Propagandanın babası Göbbells’in izindeler ya; “yalan ne kadar büyük ve sık tekrarlanırsa inanan o kadar çok olur” felsefesine sarılmışlar son çare olarak aldıkları desteklerle…
Oysa yaşı bugünlerde; 50 ve yukarısında olan hemen hemen herkesin kolayca hatırladığı gibi; 1 Mayısı kutlamaya gelenlerin daha miting alanına varmadan ne tür provokasyonlarla karşı karşıya kaldığını son derece açıktır. Eğer fırsatını bulabilseler idi bu ortamı hazırlayanlar, devrimci grupların bir kısmını meydana almadan işi bitirecekler idi, ısrarlar neticesinde de planlanan olmayınca bu sefer plan B devreye sokulmuştur, daha önce mezkûr alanlarda pusuya yatmış halk düşmanı provokatörlerin yaylım ateşi ise korkunç bir panik yaratmıştır, ölümlerin önemli bir kısmı da bu panik ortamında yaşanılan ezilmeler ve panzerlerin altında kalarak oluşmuştur.
Kapitalizmin içine düştüğü dünya çapındaki krizden nasibini alan canım Yurdumda, 12 Mart faşist darbesinin de çözemediği sorunların artışı üzerine muktedirlerin; esasen de okyanus ötesi suflörlerin sufleleri neticesinde, diğer taraftan da toplumsal muhalefetin de yaşanılan ekonomik ve siyasi sıkıntılar karşısında mücadele direnç ve azminin yükselmesi üzerine yeniden bir ara rejim arayışına girdikleri bu döneme denk düşer 1 Mayıs katliamı, işte tam da bu nedenle, 1 Mayıs katliamının öncesi ve sonrasında gerçekleştirilen diğer kanlı olaylar izahta vareste tutulamaz, tutma gayretleri de beyhudedir. Muktedirler kendi aralarındaki çelişki ve çatışmaların artışına ve yoğunlaşmasına paralel, 12 Mart faşist darbesinin de çözemediği ya da çözümde tam istenilen noktaya ulaşılamayışı karşısında, denenen defalarca seçimlerden de arzu edilen sonuçlar çıkmayınca, yeni 12 Martların önünü açacak, gelişini çabuklaştıracak (başdarbecinin ifadesiyle de şartların oluşmasını bekleme süreci) genelde CIA çıkışlı provokasyonları; gerek direk kendileri gerekse de yerli ortak ve uzantılarıyla gerçekleştirilmiştir. Bu çerçevede; canım yurdum boydan boya kanlı olaylara gark edilmiştir, deyim yerindeyse kan gövdeyi götürmüştür. 5.000 e yakın insanın ölümüne, onbinlerce insanın sakat kalmasına neden olunmuştur.
Bu Türkiye solunun geçmişini itibarsızlaştırılarak, gözden düşürülmesi gayretlerinin, hemen katliamın ardından başlayıp bugünlere kadar devam ediyor olması da tesadüf değildir, esasen Halil Berktay gibilerin de bu itibarsızlaştırma süreci içindeki rolü kendilerine çok şık düşüyor açıkçası, hani bizim yaşımız uygun bu muhteremlerin o tarihlerde de, kimlerle ve hangi amaçlarla ittifak yaptıklarını ya da yapmanın caiz olduğunu beyan ettiklerini, kimlerle dirsek temaslarında bulunduklarını, hatırlamak için, bunlar dün de sürpriz değillerdi bugün de…
Bana bak; “sen âlemi kör ve aptal mı zannediyorsun” derler adama, beri gel, bu senin iddia ettiğin gibi sol içi bir çatışma olsa idi, o tezgâhı ayarlayıp kuranlar, hiç şüphen olmasın ki biraz üstüne katar ve belgeleri ile yayınlarlardı, Sular İdaresi binası ve İntercontinental otelinin üstüne uzun namlulu silah yerleştirip kullananlar solcular olsaydı, bunların da fotoğraflarını yayınlardı ve bilesin ki büyük bir şitayişle de ve asla devlet sırrı damgası vurmadan ve her isteyen mahkemeye de bunları sunardı. Halil denen bu çocuk olsa olsa, o tarihlerde Nazlı ablalarının dediklerini bugün tekrarlayarak, tarihi gerçekleri muktedirlerin ağzıyla ve muhtemelen de yine aynı muktedirlerin sunduğu sınırsız ve kendisi için çok faideli olduğunu zannettiğim olanaklar çerçevesinde prim yapmaya çalışan birisidir, hadi ordan, saygısız adam… Hani sözde tarihçi olduğu iddia edilen bu zat; kolayca bilineceği üzere metod olarak dava dosyasından, görgü tanıklarından, delillerden ve ifadelerden hiç faydalanmadan, bu konuda fetva verir durumda hissediyorsa kendini, kendisi için kendisine nasıl bir kulp takar bilinmez, ama tarih karşısındaki durumu da kocaman bir hiç olacaktır.
Söylenen bütün yalanlar Kanlı 1 Mayıs katliamının, halkın üzerine ateş açan halk düşmanı güçlerin bir tertibi olduğunu ve oldubittiye getirerek propaganda ile de sol içi çatışma diye gösterme çabalarını, gizleyemez ve gizleyemeyecektir. Tarih, Halil Berktay ve türevlerinin çabalarını da hiçbir zaman ciddiye almayacaktır.

Pazartesi, Ağustos 13, 2012

AHLAKLI İNSAN OLABİLMENİN TEMEL TAŞLARI

Türkiye mühendislik ve müteahhitliğinin önder firmalarından STFA’nın kurucuları ve ortakları Sezai Türkeş ve Fevzi Akkaya, mühendislik mektebinden 2 okul ve sınıf arkadaşının, dayanışarak nasıl bir dünya devi olunacağının tarihi oluşturmaktadırlar.
Sezai Türkes Feyzi Akkaya arkadaşlığının ve ortaklığının, çalışma yaşamları süresince hem dünya çapında, hem de ülkemizdeki inşaat sektörünün vardığı noktayı ve seviyeyi gösteren ve sektöre katkı sunan ve mühendislik literatürüne geçmiş bulunan, hatta bir kısmı dünyada Türk tezi olarak anılan yüzlerce yeni uygulamanın icadını gerçekleştirmiş ve uygulamışlardır.
Örnek olarak Feyzi Akkaya’nın, Erzincan demiryolu inşaatında 44 no.lu köprüye keman telleri baglayıp, ''la'' sesine akort ederek, çelik elemanların fazla gerilip gerilmediğini izlemesi, günümüzde aynı is için kullanılan ''Meihak Gauge''lerin ilk habercisin olmuştur. (online e-inşaat dergisinden alıntı)
Diğer taraftan ise; mesleğimizin duayeni Fevzi Akkaya’nın kaleme aldığı ve ilgisi ile oluşturduğu bilgisinin kapsadığı alanın genişliğini göstermesi bakımından değerlendirilmesi gereken ve 11 ciltten oluşan “Şantiye el kitabı” hala güncelliğini koruyarak meslektaşlarımıza yol gösterici konumundadır.
Neredeyse tüm hayatını adadığı mühendislik ve taahhüt sektörüne ve sektörün neredeyse tüm sorunlarına ilgi göstermiş, sadece ilgi göstermekle kalmayıp edindiği bilgiler ve deneyimler neticesinde de, icat edilen yöntemler yanında, taahhüdün can damarı olan zaman ve proje yönetimi konusunda yüzlerce yeniliğe öncülük ederek, 1940 lardan 1970 li yılların ortasına kadar, yurtiçinde köprü, iskele, liman, baraj, tünel ve yüksek gerilim hatları STFA tarafından inşa edilmiş olup başlıcaları da Sivas-Erzurum TCDD köprüleri, Kuşadası, Bartın ve Ereğli limanları ve Kadıncık Hidroelektrik Santralarıdır. 1970 li yılların ortalarına doğru, Libya'da Trablus Limanı inşaatının yapımını herkesin malumu bir gelişme neticesinde üstlenmişlerdir, bilahare de, Libya, Suudi Arabistan, İran, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman ve Tunus başta olmak üzere Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Uzak Doğu’da önemli sayılabilecek ihaleler kazanmışlar ve artık bir dünya devi omlulardır. STFA, Türkiye'de, 2. Bogaz Köprüsü ve çevre yolları, Orhaneli Termik Santrali, Haliç Tünelleri, Galata Köprüsü gibi projeleri de gerçekleştirirken, Feyzi Akkaya akademik hayatına devam etmiş ve Doktora ve Fahri Doktorluk unvanlarını da almıştır.
Şimdi bu kadar gücü elinde bulunduran bir Firmanın reklamı gibi görünecek bu yazıyı neden kaleme aldım, bir defa bu grubun benim reklam yazısı yazmama ihtiyacı asla olamaz, peki; neden böyle bir ihtiyaç oluştu derseniz de, yine uzun yıllar şirketleri bünyesinde inşaat mühendisi olarak hizmet ettiğim bu gruba dâhil olan herkese bir şekilde öğretildiğini bildiğim ve adeta ahlakın kilometre taşlarını oluşturan ilkelerden biri olan “beton yer altında da kalsa betondur” ilkesidir ve görünse de görünmese de mutlaka ve mutlaka aynı özen gösterilmelidir, işte elinde bu kadar güç varken, yapı üretimi disiplini konusundan taviz vermeyen bu tutumun, bir dünya görüşü haline gelmesinin hikâyesinin bugün artık ne yazık ki çok az patronda kaldığına işaret etme ihtiyacıdır.
Kapitalizmin kutsadığı; “hür teşebbüs” adı altında da sürekli kafalara nakşettiği ve bilinçli yalan söyleyen ve propaganda yapanlar haricindekilerin de anlamadan da çok anladığını zannetmeleri neticesinde biat ettiği çok basit bir kurallar manzumesidir ve amentüsü de sadece ve sadece de “karların maksimizasyonudur”. Deyim yerindeyse “köftenin çakılması” üzerine şimdi aynı kapitalistler, kapitalizmin vahşetini gizleyebilmek adına; sosyal sorumluluk adı altında, çalışanlara da kapitalizmin pençesi altında ezilmelerini şirin ve mazur gösterme adına bir yeni program uydurmuşlardır. Artık ve zorunlu olarak Friedman’ın “İş hayatının tek ve biricik sosyal sorumluluğu kârı arttırmaktır” ilkesi, fazlaca sırıtmasından ötürü kendi içlerinde ve sıkışan alttakilerin gerek sendikal düzeyde gerekse de farklı platformlardan şimdilerde çok fazla tepki vermeye başlamaları üzerine, firmaların yaptığı ticaretin aslında sadece para kazanmak olmadığı, verilen hizmet ya da malın kalite, ayıpsız ve ekonomikliği de, işletme çalışmalarının ahlak ve etik değerleri ön plana çıkmalı görüşü de, lafta savunma noktasına getirmiştir kapitalizmin temsilcilerini. 
Kapitalizmin temsilcilerinin sosyal sorumluluk kavramı adına öne sürdükleri ve tartışma yaratan en önemli kuralın; kişisel ahlak ile kurumsal ahlak arasındaki ilişkinin, kişisel ahlakın kurumsal ahlaksızlık karşısındaki tavrının, ya da daha açık ifade ile kurumun çalışana dayattığı ahlaksız davranma şablonu karşısındaki tavrın tarifi olduğu anlaşılmaktadır. Aksi takdirde, kurumsal yapıların lafta ve kandırmacanın güzel ambalajı altında; çalışanlara, müşteri velinimettir diye gaz verip gerçekten böyle düşünüldüğü yanılsaması yaratarak, rezilliğin bini bir para rezalet davranış sergileme modelleri kendilerine eğitimler ve kurslar adı altında verilmezdi. Hele bir de yapılan ticaretin; insanlara hizmet etmek adı altında yapıldığı yalanı var ya, inanılmaz bir palavra, ayrıca yine bu tanımlar kapsamında, bazı sanatçılara, müzelere, tiyatrolara, senfoni orkestralarına, eğitim kurumlarına, spor kulüplerine mali destek vererek şirin görünme çabaları var ya, daha da bir inanılmaz palavra…
Şimdi 1. bölümde “ahlakın kilometre taşları” denilebilecek şekilde yeraltında bile olsa, görünmese bile betona nasıl davranılması gerektiğini söyleyen, öğütleyen işadamlarından, müşteriyi kazıklayarak krizden kurtulmayı maharet sayan işadamlarına terfi edildi canım yurdumda. Peki, söylenenleri teyit etmek zor mu? Hayır, hem de aksine çok kolay…
Bakın etrafınıza dikkatlice, Turkcell, Avea, Digitürk, Arçelik, Beko ve daha binlerce benzeri firma ürün ve hizmetlerinden kaç kişi şikâyetçi, konunun boyutu hemen anlaşılır. Oluşturulan müşteri hizmetleri; müşteri memnuniyetsizliğini ortadan kaldırmak için yalan üretme hizmetleri haline gelmişken, hele birde çalışanların kafalarına, “ne yapalım ekmek paramız”, “yoksa bizi işten atarlar” korkusu yerleştirilmişken, onlarda işten atılmayayım, çoluğum çocuğum mağdur ve perişan olmasın derken, başka binlerce insanın mağdur ve perişan edilmesine aracılık ettiklerinin kaygısını ve vicdan azabını hiç yaşamazlar. Gelin geçen yıl uydurulan, Türkiye Futbol liginde olan playoff (süper final) maçlarını başka türlü izah edin de görelim, bakalım…
Peki; bir bilinse ki biz yani tüketiciler olmadan, onların fabrikaları ve işletmelerinin bir anlam ifade etmeyeceği, hatta kısa süreli protestolarda bile nasıl krizler yaşayabilecekleri bir hatırlanabilse, en alttakiler biraz güçlerinin farkına bir varabilseler, hayat az da olsa daha güzel olacak ama nerde…

Salı, Ağustos 07, 2012

BİR REKTÖR PORTRESİ “MEHMET PAKDEMİRLİ”

Hatırlanacağı üzere dönem, üniversite öğrencilerinin bir türlü yemesi gerektiğini akıl edemediği ve düşünemediği ayrıca tüm öğrenim hayatları boyunca yumurtanın faydalarının öğretmenleri tarafından bir türlü anlatılamadığı, yumurtalı eylemlerin yaygın olduğu bir dönem ve son 3 Hükümetin ağır toplarından Bülent Arınç’ın Celal Bayar Üniversitesine ziyareti var gündemde, rektör olduğu biraz zor anlaşılan ama eski önemli bakanlardan Ekrem Pakdemirli’nin mahdumu Mehmet Pakdemirli beyefendi, muhtemelen aldığı bir istihbarata ya da aldığı bozuk yumurta kokularına dayanarak, ziyareti protesto etme ihtimali olan öğrencilerin yanına giderek, “eyleminize bu uyarıdan sonra devam ederseniz sizi okuldan atarım” gibi diyerek, kendisine eylülist bir profesör olarak çok yakışan ama asla bir rektöre yakışmayacak bir biçimde, ileri demokrasimizi yeni bir boyuta taşımıştır, hayırlı uğurlu olsun… Ama adama bravo bahse konu öğrencileri üniversiteden atmıştır, burası benim üniversitem, burası babamın malıdır edasıyla, her şeye rağmen bu karar mahkemeden dönmüştür Allahtan, hani be adam sizin cenahtakileri muhalifiniz görünümlü aslında sizin öncülünüz olanlar üniversiteden böylesine cahilce atınca, yaptığınız çıkışlar, unuttunuz değil mi, evet çünkü konu artık siz değilsiniz tabii ki.
Devir Özal’ın fırtınalar estirdiği dönem ve karşısında muhalefet lideri Erdal İnönü, hani yanlış da anlaşılmayacaksa ve deyim yerindeyse tam da dişine göre bir rakip ve kendisine hakaretamiz yaklaşımlara dahi gülerek sadece kendisinin espri dediği üslupla cevap veriyor, İktidarın başı muhalefet liderini bir anlamda tahkir ve tahrik etmek için olsa gerek bir toplantıda “babası İsmet Paşa olmasaydı bu üniversite bile bitiremezdi” benzeri bir laf etmişti ya şimdi de ben Celal Bayar Üniversitesi Rektörü bu beyefendinin babası ANAP ın kurucularından ve lokomotiflerinden Ekrem Pakdemirli olmasa idi kesinlikle Anadolu Lisesine giremezdi, üniversiteye giremezdi ve üstüne üstlük Profesör unvanı alamazdı, bütün bunları bir şekilde başarsa bile asla ve kata Üniversite gibi “özgür aklın, özgür vicdanın, özgür irfanın, özgür imanın” ve “düşünce açıklama özgürlüklerinin başkenti” olması gereken kuruma rektör olamazdı diye bir his var içimde dersem ne olur acaba, tabii ki birileri de çıkar ve tüm bu iddiaların doğru değildir diyebilir, ama ne yapayım işte bende hislerimi açıklıyorum.
Bir tarafıyla da; mezkûr beyefendinin öncülleri ve yandaşları “adam gibi adamdır” gibi bir takım cilalama faaliyetlerine tam yol girişse de, yine bu taifenin tüm karalama kampanyalarında hedef gösterilen tek parti döneminin Ankara Valilerinden Nevzat Tandoğan’ın meşhur hikâyesindeki “bu memlekete komünizm gerekirse biz getiririz size ne oluyor” yaklaşımının bir benzeri ve ne yazık ki ilk örnekte de olduğu üzere hedefi yine “Atatürk’ün görevlendirdiği biz öğrenciler cumhuriyeti korumaya çalışıyoruz” diyen öğrencilere “cumhuriyeti ben korurum”, tepeden bakmacı, nobran, her şeyi sadece kendilerinin bildiğini zanneden, kendi bildiklerinin tek doğru olduğunu zanneden zihniyetin bir başka renge bürünmüş devamı olmaktan kurtaramamaktadırlar kendilerini. Kerametlerinin kendilerinden menkul olduğunu zanneden bu ve benzeri taifenin, başarılarının ardında acaba; artık sosyal medyanın gelişmesi, yaygın ve etkin kullanımı sayesinde gizleyemedikleri ÖSS sınavlarındaki, kayırmacı-dayanışmacı, medyan adı altında yandaşa şifre ya da cevap anahtarı verme gibi durumlardan etkilenmiş olmalarının aklımıza gelmediğini mi zannediyorlar, bu benzer taifenin önemli bir bölümünün intihalci olduğu da yine bu kadar ayan beyan ortada iken, bu yaklaşımları âlemi aptal yerine koyduklarının bir ispatımıdır acaba? Vallahi yemiyorlar artık…
Bademcik bıyıcıklarıyla; aidiyetinin özellikle öne çıkmasını planlayan, ileri demokrasinin savunucusu olarak ne kadar öğünse azdır diyebileceğimiz, üniversiteye rektör değil ama sahibinin sesi YÖK e rektör olmuş (belki de tektör) ziyaretçisi kendi yandaşı olunca koruma içgüdüsünün tavan yaptığı bu uğurda gözünün ne kadar kara olduğunu hiç sakınmadan gösteren, gelecekte önce YÖK başkanlığının bilahare de Milli Eğitim Bakanlığının önemli adaylarından olduğu zannıyla manevralar ve idmanlara şimdiden başlamış, kendisini Maho Ağa, bekçi Murtaza, Üniversiteyi babasının malı, öğrenciler de çiftlikte maraba, fabrika da amele zanneden hukuk ile guguku, demokrasi ile mamokrasiyi karıştıran bu muhtereme babası bir üniversite kursaydı da bu hallere düşmeseydi demekten başka çare görünmüyor, en azından şimdilik. “kıta dur Mehmet sende dur” kabilinden Atatürk’ün “öğretmenler, (bu arada rektörler de mecburen dâhildir herhalde) cumhuriyet, sizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür, nesiller ister" sözünü Mehmet beyefendiye söylememiş (Mehmet senden de şeklinde yani) olduğundan, ya da Atatürk’ün yüksek öngörüsü nedeniyle atlama ihtimali yok diyorsanız da bu çocuğun duymamasından ötürü, bu tür yanlışlıklarını hoş karşılasak ta ama ele güne karşı ayıp oluyor demekten de alamıyoruz kendimizi…
Adam rektör değil sanki istihbaratçı, polis, savcı ve hâkim edasıyla her şeyi tespit etti ve kanuna uygun yargıladı ve attı, yahu bu taife bir de çıkıp Kaddafi’yi, Saddam’ı ve Esad’ı suçlamazlar mı, insanın karnına ağrılar giriyor gülmekten, ağrı geçince bir bakıyorsunuz kargalar da gülüyor, hayda yeniden gül ve yeniden karın ağrısı… 70 li yıllardan beri bu ülkenin yüzü aydınlık, fikri aydınlık ve zikri aydınlık insanlarının “bakın üniversiteleri Kuran Kursu” seviyesine indirmeyin diye tüm uyarılarına “komünistler Moskovaya” diye karşılık verirseniz, üniversiteler de ya davulcuya ya zurnacıya kaçar işte…
İşin şamatası bir kenara, birde böylesine havadan sudan ve hukuki olmayan sebeplerle (kanuni değil) okuldan atma yetkisi varsa bu insanların, vay gelmiş canım yurdumun başına, ama ileri demokrasinin cilveleri işte ne diyebiliriz ki… Üniversiteleri, intihalciler ve şifreciler ele geçirmişse, dün karşı çıkılanın bugün makul ve normal olduğu iddiaları ayyuka çıkmışsa, bu üniversitelerden ne beklenir Allahaşkına… Bir de bunlara gazetelerde dünyalar kadar köşe tahsisi yapılmış, TV ler de boy göstererek bilim arz ederler, peki Allahaşkına, bunlara bilim adamı dersek, Einstein, Hawkins gibi gerçek bilim adamlarına ne demek gerek…
Bir de daha önceki rektörler de benzeridir gibi kıyaslamalar yaratarak bu durumu olumlama telaşına düşmüş olan bir taife var, ezeli ve ebedi komedi durumundalar emin olun ki, hadi söyleyin bakalım bize, dün bu rektörler böyle atanırlardı, dün bu rektörler karşı fikirlere tahammül etmezler, saygısızca hatta saldırganca davranırlardı, dün bu rektörler icraatlarını bu yönetmeliklere göre yaparlardı, peki bugün olumlamaya çalışılan bu durum ile dünün ne farkı var, seçim yöntemi aynı, tahammülsüzlük aynı olunca; fark, badem bıyık ve renk farkı oluyor galiba, biri kara biri yeşil, ama unutulmasın ki, yeşilden kara karadan da yeşil üretmek mümkün olabilir, tıpkı bunların birbirlerine dönüştükleri gibi…

Pazar, Temmuz 22, 2012

SÜLEYMANNAME KÜLLİYATI Bölüm 7 "Dün dündür bugün bugün"

İçimizdeki Amerikalıların en önemli temsilcisi olan pek muhterem ve muhteşem zat; necip Türk milletinin hafızasının kısalığını en iyi ve tam anlamıyla çözmüş politikacılarımızdan olup, yer yer bu durum tespitini yapmış olmanın gururu ile karşımıza geçerek dalga moduna vardırmıştı yaklaşımını, kendisine ve her koşulda siyasal ve ekonomik nemalandırdığı takipçilerine bir şey olmadığı sürece memleket yanmış umurunda olmayan, vurdumduymazlığın ordinaryüsü olmayı becermiştir. Gelişmeler karşısında gerdan kırarak yaptığı ve sığ felsefe hocaları tarafından önemsenen durumunu, binanaleyn diyerek necip milletimizi uyutup, “kuşa bak” derken de yandaşlarının kasalarını gırtlağına kadar doldurmasını, hayret ve ibretle izlemişimdir hep. 
Canım yurdumun insanının balık hafızası durumunu tam anlam ve detayları ile tespit edip çözmüş ve yakınları tarafından içinden çıktığı Necip Milletimize ne kadar benzediğinin izafesi ve nişanesi ve tam anlamıyla ironik olarak “çoban” lakabıyla anılmış, Canım Yurdumun çıkılabilecek en yüksek yönetimsel mevki ve makamı olarak Cumhurbaşkanlığına kadar ulaşmış, muhterem ve muhteşem bu zat belki de bizleri hedef alarak “ne kadar da kısa hafızalısınız, daha dün olanları bile hatırlayamazsınız siz kardeşim” kabilinden olmak üzere, seçim meydanlarında her türlü sözü verip seçilince de, sözü yerine getirmeyeceğinin en geniş anlamıyla yüzümüze vurulmasının ifadesi olarak siyaset felsefesine girmiş “dün dündür, bugün bugündür” sözünü sarf etmiştir, şimdiler de de bizler telifsiz ve sınırsız kullanmaktayız. 
Her türlü sorumsuzluğu meşrulaştırmayı hedefleyerek söylenen, dün söylenen hiçbir şeyden sorumluluk hissedilmemesi gerektiğinin kafalara çakılarak, zırt pırt fikir ve karar değiştirmenin önemsenmesi gereken bir şey olduğunun tespitini paradigma haline getiren, insanı, insanları ve insanlığı inançsızlık, güvensizlik ortamına iten bu söz olsa olsa bu muhterem ve muhteşem zat tarafından söylenebilirdi. Aslında, günümüzde de “kurtlar vadisi” dizisinden fırlamış gibi duran bu söz, gerisine çok fazla kafa yormadan sadece ve düz olarak algılanırsa, bizimle dalga geçilmiş gibi dursa da, yine muhterem ve muhteşem zatın siyaset felsefesine kazandırdığı ve siyasetçilerin sıkıştıkça ve de özellikle “dar ül harp” yorumu ile nitelendirdikleri alanlarda başvurabileceği bir söz olarak düşünülebilir. Ancak, bu sözün direk takipçileri ve red ediyor gibi görünen endirek takipçilerine kalan miras; seçimlerde projelerimiz ve yapacaklarımız diyerek, binlerce laf edeceksiniz söz vereceksiniz, hatta iktidara gelince 100 gün içinde ekonomiyi düze çıkaracağım bu sözümün altını çizin deyip, iktidar sonrası daha kötü bir tablo yarattınız iddiasına verdiğiniz cevapta altını çizdiğiniz söz hatırlatılınca, şimdi de üstünü çizin diyeceksiniz, hiçbir sözün takipçisi olmayacaksınız, canım yurdumun insanının psikolojisini bozup, olan kötü olaylar karşısında da aynı insanları “meczup” diye nitelendirilmeme olsaydı eğer ne haliniz varsa görün diyecektik ama kazın ayağı öyle değil işte. Bu söz zamanla, verdiysem ben verdime size ne oluyora, bir parlamento dönemimde 5 parti değiştirmeye, dövizde kur garantisi verip sonra ekonomik kriz oldu ne yapalım deyip devlet ciddiyetini yok etmeye varıyorsa, Canım Yurdum insanının psikolojisi kaçınılmaz olarak bozuluyor, kişiliksiz ve daha kolay yönetilir hale gelmesi de maalesef gerçekleşiyor.
Aslında, canım yurdumda taaa eskiden beri böyle iken şimdilerde tüm dünya da da bunun böyle olduğunu üzülerek gördüğümüz, bu sözün tekabül ettiği ilkesizlik, kıvırtmacılık, her ne kadar yukarıda belirtilen günlük pespaye izahlara binaen edilmiş olursa olsun ama derinlemesine bakıldığında ise tam tersine batıya öykünme modeli ve bu modelle de kapitalistleşme çabalarının, sermayeye neyi, ne kadar, ne zaman, nasıl uygun görüyorsanız öyle yapın demenin bir çeşidi olmanın ötesine geçememiştir, daha tehlikelisi ise yarından bakınca bugünde dün olacak ve hayat böyle devam edecek, eşitler ve daha eşitler arasında uçurum her anlamda açılmaya devam edecektir.
Bakmayın sözün pek sahiplenmiyor gibi olduğuna, başbakan dahi bu sözün sıkı takipçisidir, yeni transfer Numan Kurtulmuş’ta benzer imalar ve tavırlar içerisindedir, çünkü muktedirler için çok önemli bir çıkış ve kaçış yaratmaktadır, bugün yenilen her türlü herze için dün söylenilenler önünüze çıkarılırsa hemen kolaylıkla sarılıp, soruyu kündeye getirebileceğiniz bir şansı tanıyor.
İşte kendisinden uzun yıllar nemalanan ve nemalanmanın devamını bekleyen çevrelerce kendisini sürekli kılabilmenin yolu bu olduğu için adı “Bir bilen” e çıkan muhteşem ve muhterem zatın tüm bildiği; ABD de aldığı diksiyon, düzgün konuşma ve hızlı okuma kursları adı altında ve iktidarı kendisine teslim edenler tarafından kulağına sufle edilen günün önemli konularıymış gibi olanları, canım yurdumun insanına  “kuşa bak” taktiği ile yutturmadır. Yoksa ABD de gördüğü öğretimin ve eğitimin başarıları çok sınırlıdır ve ancak mikroskopla fark edilebilmektedir, tabii ki anlayana, yoksa kendisini yüzlerce sıfat ile taltif edenlere söylenecek fazlaca bir şey yoktur. İspat mı isteniyor, dün verilen görev gereği "İmam-hatipler, imam yetiştirsin diye açılmayacak, Dinini bilen doktorlar, avukatlar, mühendisler yetiştirmek için açılacak" derken, bugün yine kendisine verilen görevin gereği olarak “Türbanlılar Suudi Arabistan’a gitsin” diyebilmektedir pişkinlikle, işte size dün ile bugünün görev gereği edilen kelamları.

Pazartesi, Temmuz 16, 2012

LEYLA KABASAKAL CİCİM

Leyla Kabasakal; hayatının her evresinde gözlemlediğim haliyle, herkesin sevdiği hürmet ve saygı gösterdiği bir bilge Cumhuriyet kadını olmayı, hayata her şeye rağmen pozitif bakmayı becerebilmiş, geleceğe umutla bakmış, etrafındakilerin de bakabilmesi için çaba göstermiş, telkin de bulunmuş, etrafında bulunan herkese etrafında bulunmanın güvenini hissettirmiş müthiş ve tarif zor bir büyüğümüzdü, aramızdan ayrılışının yıldönümüne yakın bu günlerde kendisini büyük bir özlemle yâd ediyor olmanın, hayatımdaki önemli evrelerdeki kararlarda etkili olmuş olması hasebiyle bir kez daha gururunu yaşamaktayım.  Hayatım da çok önemsediğim ve sevdiğim Anneannem kadar önemli olan “Cicim” tahsil hayatımda çok önemli bir dönemeç oluşturan, yakın çevremde sözü dahi edilmeyen kolej de lise öğretimi görmenin önemi telkinini babama ve anneme yapması neticesi hayatımda bir dolu değişikliğin ve de farklılığın kapısını açmıştır, her konuda kendisine büyük minnet duymama rağmen sırf bu konu için bile minnettarlığımın boyutu tarifsizdir.

Şimdiki gibi internet, kütüphane ya da evlerde ansiklopedi yok, varsa da birkaç ailenin evinde var, biz çocuklar için bir şey mi sorulacak derhal Leyla Kabasakal’ın evine gidilir ve soru yöneltilir, yahu bir de bir şeyi bilme değil mi ha mübarek, nerde o her şeyi bilirdi hem de iyi bilirdi bizim gözümüzde, bildiklerini hayatı boyunca hep aynı cümlelerle ve aynı sadelikte de aktarmayı sürdürdü, hiç yanılsamadan.

Bana anlattığı yaşanmış hayat öyküleri, cumhuriyetin ilk yıllarının sancılı günlerinin güzel anıları ve masallar yetmemiş gibi çocuklarıma da aynı şeyleri büyük bir özen ve titizlikle anlattı, özellikle de Atatürk sevgisini yılmadan anlattı, bizlere ve herkese, çevremizde kendisinden bu anlamda etkilenmiş ben dâhil yüzlerce hatta binlerce insan olduğunu bilirim.

İzmir’deki eve çocukların gerek okul gerekse de iş hayatlarına katkıda bulunmak için sürekli gider oradaki işleri ayarlar gelir, narenciye bahçesindeki “damaki” ye oradaki ihtiyaçların giderilmesi için bakılır, yaz ayları büyük ölçüde tabii ki benim bilebildiğim ilk yıllarda Ilıca’daki eve gidilir orada tarla bahçe işleri yürütülür, tabii ki evlerin merkezini Çeşme Bağarası’ndaki tarihi ev oluşturmakta idi ki bu evi alt katını oluşturan depolar benim için birer kütüphane havası oluştururdu, eski dergiler gazeteler, ders ve hikâye kitapları bulmak mümkündü yığılı eşyaların arasındaki eski valiz ve kasalarda. Sürekli yer değiştirmeye dayalı olması ne güzel bir hayat görünürdü bana, ama bu kadar eve paylaşılmış bir emek ve dikkat Cicim’de nasıl bir duygu, yorgunluk oluştururdu bunu anlamak olanaksızdı, yüzünden konuşmasından ve davranışlarından, işte böyle dirayetli Cumhuriyet kızı ve kadını idi, hatta o kadar ki oğlu Osman Kabasakal bile kendisini, Leyla Sayar diyerek saygı ağırlıklı korku içeren ifadelerle anar ve sözünü ederdi.

Ayrıca gerek kişisel tecrübeden gerekse de kendisinden öncekilerden aktarılanların dikkatli dinlenmesinin ışığında fahri doktor, eczacı ve hemşireliği ya da bu konularda danışılan insan olmayı da becermiştir kendisi, büyük oğlu Halim Kabasakal’ında kel olmaya yüz tutmuş durumuna ve özellikle de bende de gelecekte kel olma riskini ya da dirayetini görerek bizlere Defne ağacı yaprakları belli dönemlerde toplanır, kaynatılır ve kaynama suyu ile de kelliğe derman olmak üzere kafalar yıkanırdı, ancak sağlığında kelleşen kafamıza bakarak neden başarılı olamadığı konusunda hayıflanır dururdu. Merkez evi diye nitelendirdiğimiz evinin bahçesinde yetiştirdiği sinameki bitkisi tüm mahalle halkına soğuk algınlıkları ile mide bağırsak rahatsızlıklarında hizmet verirdi, bu bitkide toplanır hatırlayabildiğim kadarı ile limon ile kaynatılır içilirdi, yine hatırlayabildiğim kadarı ile en başarılı olduğu bölüm bu idi.

Kendisi “Cicim”, kocası Tevfik Kabasakal dedem, büyük oğlu Halim Kabasakal amcam, kızı Feride Kabasakal (Aras) ablam, küçük oğlu Osman Kabasakal abim oldu ve hala öyle olmaya devam ederler. Sonraları çok ta istediği ve hak ettiği hac farizasını yerine getirince de artık “Hacı Cici” makamına gözümde ve gönlümde terfi etmiştir. Hacılığı sadece kendisine ait yaşayan nadir hacılardan olup, Cumhuriyetin kadını olmayı asla ve kat’a terk etmemiştir, Atatürk ve Cumhuriyet sevgisini özellikle çocuklarıma anılarını anlatırken dışarıdan bir gözlemci olarak daha güzel ve özel hissetmişimdir.

İlkokul sıralarındayım hayata aritmetik yaklaşım gösterme kabiliyetine haiz gösteriyor olmama rağmen, bir türlü çarpım tablosunu (Kerat tablosunu) ezberleyemeyişim karşısında kendi evimde yaşanan kısa süreli gerginlik neticesinde derhal güvenli liman olarak gördüğüm Cicinin evinde soluk almış ve kendisi ve eşi (Dedem) tarafından gösterilen pedagojik yaklaşım ve de aslında sabırla karışık üstün hoşgörü neticesinde, şimdi ezberleme süresini hatırlamıyorum ama çok kısa süre sonra pencereden babama ezberlediğimi gösterince, babamın şaşkınlığı tariflenemez boyutta idi, belki de sırf bu yüzden babamın bundan sonraki tahsil hayatımda hiçbir sertliğine ve tersliğine rastlamadım. Eeee işte hayat öğretiyor da sen öğrenebilirsen hikâyesi.

Özellikle benim çevremde kolej mefhumunun hemen hemen hiç bilinmediği bir dönemde, telkinleri neticesinde ailem beni koleje göndermiş ve benim hayat çizgimde ciddi bir değişiklik ve farklılık yaratmış ve hiç tereddüt etmeden de velim olmayı üstlenmiş, karşılıksız bir şeylerin nasıl yapılabileceğinin bir örneğini daha göstermiştir.

Üniversite sınavım dâhil tüm sınavlara giderken bütün gece “pirinç okur” sabahın köründe de kendisine uğrayıp başarı dileklerini ve helalliğini almaya gittiğimde bana onları verir, hemen sınav öncesi bunları eksiksiz ve kendi tarif ettiği usul gereği yutmamı sıkı sıkıya tembih ederdi, bu çabaları boşa çıktı mı bilemem ama kendince beni başarılı bulur ve kendi tarifine uygun bulduğu başarımda da pay sahibi olduğunun bilinci ve etkisiyle de bir sonraki sınavlarda daha fazla gayret ve özen gösterdiğini bana hissettirirdi.

Bir de ilk defa kendisinden duyduğum sonraki yaşamımda ise sadece lügatlerde rastladığım bir kelime girmişti hayatıma “karakoncoloz”, büyüklerin çocukları korkutmak için kullandığı gerçek dışı bir yaratık, umacı, hayalet, canavar ya da çok çirkin kimse anlamında bir kelime idi. Kendisine yakıştırdığımız alaylı bir eğitimci olarak bugünden bakılınca belki de tek eksik diyebileceğimiz tarafı olarak görünse de bu hayalet, canavar ile korkutma, bizlerin şerrinden ve karıştırma merakından ancak böyle korunabilirdi doğrusu…

Bana böyle sahip çıktı işte, biz kendisine yeterince karşılığını verebildik mi bilmiyorum ama kendisine saygıda kusur etmeyerek telafi etmeye çalıştık bu fedakârlıkları, umarım karşılık bulmuştur.
“Cici” diye seslendiğimde etraftan tam kastımın ne olduğu dün de bugün de pek anlaşılamamıştır ama o benim gönlümün biricik “Cici”si olmayı hep başarmıştır. Yarın 17 Temmuz ve Cicim bu tarihte artık yaşlanmamayı tercih ederek aramızdan ayrılmış ve bizi güzel ve her biri dersler dolu anıları ile baş başa bırakmıştır. Diğer hayatında ışıklar içinde olmasını, diğer tüm yakınları ve sevenleri gibi ben de canı gönülden dilemekteyim. “Cicim” iyi ki vardın, iyi ki seni tanıdım, iyi ki senin rahleyi tedrisinden geçtim, ne mutlu bana.

Salı, Temmuz 10, 2012

TEBLİĞ

Bir vatandaş ihbarı
Polisin 915 nolu ihbar hattını arayan bir kişi ismini ve adresini vermeksizin; “Mercedes bir minibüsle bir grup sakallı insanın kasabalarında ve bağlı köylerinde bir süredir dolaştıklarını, özellikle okulların önlerinde bulunarak birçok öğrenci ile ilişki kurduklarını, ilişki kurdukları tüm insanlara Müslümanlığın faziletlerini, Hıristiyanlığını köhnemişliğini anlatırken kendi din ve ırklarına hakaret edildiğini, buralarda gizlice camiler açmak istedikleri” ihbarını yapmıştır.
İşte biri artık fitili ateşlemiştir, konu tüm ciddiyetiyle gelişecektir.
Bir gazete haberiÜlkede her geçen gün Müslümanlığı kabul edenlerin sayısının hızla arttığını savunan, konu ile ilgili önlemlerin alınarak bu artışın önüne geçilmesini isteyen bir tavır içerisinde olan gazete De zieth tir gittung “Sakallıların tehlikeli oyunları” başlıklı bir yazı yazarak ortalığı 66 ya vermeye çalışıyordu. Gazete “sakallı-şalvarlı Müslümanlar çeşitli yöntemleri kullanarak, iyi niyetli görüntüler altında insanlarımızı ağlarına düşürmek için büyük çabalar harcamaktadırlar. Gençlerimiz bulundukları kentlerde etraflarındaki bu gelişmeleri merak ettiklerinde, kafalarında bunlar kim ve ne yapmak istiyorlar acaba gibi bir soru oluştuğunda, büyük imparatorluklarının yeniden tesis edilmesi ve dünyada Müslüman egemenliğinin kurulması adına tebliğ faaliyetinde bulunan insanları ev görünümlü camilerde ziyaret ettiklerinde, kendilerinin büyük bir hoş görü ve güleryüzle karşılandıklarından bahisle, kendilerine ikram edilen çeşitli egzotik yemekler ve alımlı bayanların özel ilgilerinden…” diye bahsederek yaptığı haberle ortamı daha da germeyi amaçlamaktaydı.
Bir iddia “yaratılmak istenen vatandaş tavrı”“Büyük Osmanlının izinde” topluluğunun vatandaşlarda yaratmak istedikleri, yaratılmasını hedefledikleri “İncil’in büyük bölümü değiştirilmiştir, İncil yeniden ve ehil olmayan kişilerin elleriyle yazılmıştır, dolayısıyla Yüce Tanrı’nın kitabı olmaktan çıkmıştır” düşüncesi ile uzak vadede de kendi emellerine uygun olarak Müslümanlaşmanın yaygınlaşması beklenmekte ve temel amaç tüm dünyanın Müslümanlaştırılmasıdır, sade Hıristiyan vatandaşlar ve dünya bunun farkına varıp tedbir almalıdır.
Bir küçük parti, National işçi partisiMilliyetçi bir tavra sahip National İşçi Partisinin bu süreçte rol almaksızın kenardan gelişmeleri izlemesi beklenmez şüphesiz. Gerek kendilerine ait yayın organları ile gerek gençlik örgütleri konuyla ilgili yayın ve çalışmalara derhal başlarlar haliyle, gençlik örgütleri ev görünümlü camiler diye tespit ettiklerini iddia ettikleri binaların önlerine sık sık gelerek protesto nümayişleri yapmakta, kendi çalar kendi oynar meali olan yayın organları da bu nümayişlere geniş yer ayırarak kamuoyu oluşturmaya çalışmaktadır ama asıl darbe ise dünya çapında ve bir şekilde ihalesi Müslümanlara yapılmış büyük ve ses getiren eylemleri referans göstermekten geri duymayarak toplumda kin ve nefret duyguları oluşturulması hedeflenmiştir.
Bir büyük parti, Hiristiyan demokrasi partisiGörece küçük partilerce, görece militan tutumlu hangi mahfillerden ne destekler aldığı bilinmeyen üstelik kaç okuru vardır ve kaç kişiyi etkisi altına alır tefriki yapılmaksızın öne çıkarılan ve yayın organı tanımına sokularak bahsedilen gazetelerce, muhafazakâr Kilise çevrelerince bu kadar kaşınan bir konu varsa, kitle partilerinin bundan etkilenmemesi söz konusu olmaz haliyle.  Gerek yerel gerekse de federal parlamentolarda geniş şekilde yer alan Hıristiyan Demokrasi Partisi başbakanın ve içişleri bakanının cevaplaması talebiyle sık sık sözlü ve yazılı soru önergeleri vererek konuyu ülke geneline taşımaktadırlar. Soru önergelerinin temelini ise “Yapılan büyük propaganda ve çalışmalar neticesinde Hıristiyan dinini terk edip Müslümanlığı seçen gençlerin sayısının ne olduğunu tarafınızca bilinmektemidir? Müslüman propagandasının bu kadar serbest ve aleni yapılması milli güvenliğimiz zedelememektemidir? Müslümanların bu faaliyetlerine yerelde ve genelde bu kadar hoşgörülü olunmasının özel bir nedeni mi vardır? Bunların derhal devlet güvenlik kurulu tarafından görevlendirilecek uzmanlarca araştırlması gerekmektedir” oluşturmakta olup konu bu düzeyde de kaşınılmaya devam etmektedir.
Bir soruşturma; Yerel Polis soruşturmasıPolis tarafından yürütülen soruşturma kapsamında gözaltına alınan Müslüman tebliğcilerden etkilenerek Hıristiyanlığı terk edip Müslümanlığı seçen birisi ise polisin sorgu sırasında kendilerine bir hayli sert davrandığından bahisle “Polisin soruşturma neticesinde kendisinin Hıristiyan muhafazakâr bir aileden geldiğinin öğrenildiğini, Müslümanlığı tercih etmemim herhangi bir maddiyat karşılığı mı olduğunu, herhangi bir Müslüman ülkede kendisine lüks bir yaşam vaadi ile mi olduğunu, yoksa güler yüzlü bayanların mı etkisinde kalarak olduğunu, yoksa gerçekten Müslümanlığa sempati duyarak mı seçim yaptığı konusunda ısrarlı sorgulamanın” yapıldığını uzun uzun anlatmıştır.
Büyük bir soruşturma; Federal Polis soruşturmasıBir taraftan aşırı Hiristiyan partilerin, bir taraftan aşırı muhafazakar basının, bir taraftan taraftar kaybına uğrayacağı kaygısı ile hareket eden kilisenin, diğer taraftan provokatör ajanları vasıtası ile yaratılan ortamda yerel bir soruşturma ile yetinmeyen İçişleri bakanlığının talimat ya da talebi ile Federal polis devreye sokulmuştur. Federal polisin uluslar arası terörle mücadele masası devreye sokularak Müslümanlar üzerinde baskı oluşturulmaya hazırlanmakta ve bu uğurda büyük çaplı operasyonlar planlanmaktadır.
Bir mahkeme kararıBir bardak suda koparılan büyük fırtına yargıda nihayetlenecektir artık, iddia sahipleri ve savunanlar nasıl bir sonuç çıkacağını büyük bir merakla beklemeye başlamışlardır artık, çünkü son karar yargıdan gelecektir, lehte ya da aleyhte…
İnsanların dinlerine ve inançlarına göre yasaların yorumlanmasının çağdaş dünya gereklerine aykırı olduğu savıyla, yerel mahkeme, insanların dini inanç, gelenek ve göreneklerine göre bir araya gelmelerinin, iddia edildiği üzere toplu namazlar kılmalarının herhangi bir izne gerek duyulmaksızın icra edilebileceğinden bahisle, ev görünümlü cami iddia edilen yerde insanların bir araya gelmeleri, toplu ibadette bulunmaları, hasbıhal etmeleri terör tanımına girmeyeceği gibi, aynı zamanda örgütlü bir kalkışma hazırlığı yorumuyla da cezalandırılamaz, yorumu mahkeme tarafından verilince, artık taraflara konuyu tartışmak, kaşımak ve provoke etmek imkânı şimdilik kalmamış olup, yeni imkân ve fırsatlar taraflarca şimdiden kullanmak üzere beklenmektedir.


Peki; yukarıda bahsedilen konu gerçek bir konumudur, hayır gerçek değildir, tam tersi hayal ürünüdür, ama gerçekleşmesi mümkünmüdür, evet mümkündür, nasıl gerçekleşebilir, oradaki Müslüman sözcüğünün yerine, Hiristiyan koyun, Ermeni koyun, Kürt koyun, Devrimci koyun, Komünist koyun, karşıtlarını da buna göre belirleyin, bir de güzel ülke tayin edin bakalım, hikâyede size neler tanıdık gelecektir. Peki ben bunları neden yazdım diye düşünebilirsiniz, bakın bakalım dünyaya “kuşa bak” yöntemiyle insanlara bunlar anlatılırken gerçekte neler olmaktadır.

Salı, Temmuz 03, 2012

KÜRTAJA HAYIR, SOKAK VE İŞÇİ ÇOCUKLARA VE GELİN ÇOCUKLARA EVET

Muktedirler tarafından hayatımızın her detayının tektipleştirilmesini her geçen gün daha yoğun hissetmeye başladık, görünen ve anlaşılan o ki bu tektipleştirmeci yaklaşım son derece hızlı bir şekilde sürmekte ve katmerleşerek artmaktadır. İnsanoğlunun yüzyıllardır varolan özgürleşme mücadelesini bir siyasal duruş biçimi olarak algıladığını ve buna uygun davranacağını beklerken, özellikle son yarım yüzyıldır hayatının akışını ve biçimini demokrasi adına, seçerek yetkilendirdiklerinin tercihlerine ve onların gücünün yarattığı hayallerinin dünyasına uygun hale getirilme çabalarına ses çıkarmaz, tam kendileri siyaseti belirleyecekler diye düşündüğümüz bir anda kendilerinin seçkinci bir siyaset anlayışı tarafından belirlenir hale gelişlerini büyük bir düş kırıklığı ile izlemekteyim. Emperyalizmin yarattığı ve yerel işbirlikçi ve ortakları ile birlikte katmerli bir biçimde elele yürütülen “insanların gerçekleri görmesini engellemenin yolu insanların hayal görmelerinin teşvik edilmesinin” neticesinde, doğruyu yanlış yanlışı doğru algılama süreci artık nihayetlenmek üzeredir herhalde. Görünen o ki bugün artık, iradi olarak değişim yaratılması inancının sonuna gelinmiş, toplumsal değişimin emperyalizmin ve kendilerine eklemlenen yerel muktedirlerin sosyal ve siyasal tercihlerinin kabulü mutlaklaştırılmış, tabulaştırılmıştır.
Başbakan Tayyip Erdoğan, geçenlerde topluma şekil verme çalışmalarının bir parçası olarak yaptığı açıklamada “Her kürtaj bir cinayettir, bir Uludere’dir. Buna kimsenin müdahale etme hakkı olmamalı” değerlendirmesini yaparak artık sıranın nerelere gelmiş ve bundan sonra hayatının hangi detaylarına yönelik olacağının ipuçlarını vermiştir. Başbakan’ın kişisel tercihlerine tabii ki kimsenin söyleyebileceği bir şey olmamalı ve olamaz da, ancak alınan desteğin büyüklüğü ve bulunulan mevkinin gücünün yarattığı ortamda, kimsenin kendi kişisel tercihine ses çıkarmadığı unutularak ya da yok sayılarak, başkalarının kişisel tercihlerine ses çıkarılmasına da ses çıkarılmaması beklenmektedir. Ehhh olacağı da buydu….
Konunun önemine binaen yoğun tartışılma sürecinde anladık ki sağlık açısından yeterince güvenli olmayan koşullarda yapılan düşükler ya da denetimden uzak kalan ortamlarda yapılan kürtajlar nedeniyle Dünyada her yıl yaklaşık 100.000 kadın yaşamını yitirmekte ve bu ölümlerin büyük bir çoğunluğu yasaların kürtaja izin vermediği, az gelişmiş ülkelerde görülmektedir, ayrıca yine anladığımız kadarı ile dünyada her yıl 25 milyon kürtaj gerçekleşmekte ne yazık ki 5 milyon kadın sakat kalmakta ya da doğurganlık özelliğini kaybetmektedir. Bunun ne kadar vahim bir tablo olduğunu, aritmetikçi olmayan ama insani yönü fazla olan bir gözle bakarsak anlayabiliriz ancak.
Konu ile ilgili bir dolu kelam etmek mümkün, sağlık tekniği, hukuk, çağdaşlık, insan hakları açısından vs. vs. ama bu detaylar konusunda görüşüm ve bilgim olmasına rağmen yinede konuyu erbabına bırakıp, konunun sosyal ve siyasal yaşamımızı nasıl etkiliyor ve etkileyecek boyutuna bakmak istiyorum ben.
Kürtajın bir dini konu olmadığını yaklaşık 25 yıl içinde Diyanet İşleri Başkanlığının taban tabana zıt 2 açıklamasından anlayabiliyoruz. Bunun daha önemli gerekçeleri olması gerektiği çok açık olup, emek teminindeki maliyetin yanında ama daha da önemlisi toplumu zapturapt altına alabilmek adına yapılmış kabul edilmelidir. Bu gerekçelendirilme, Turgut Özal da dönemin emperyalist dayatmaları sonucu saldırgan tutumlar ise Bulgaristan hedef alınarak “80 milyon olalım o zaman soracağız bunlara”, bu dönemde de insan hakkı görüntüsünde, cinayete karşılık görüntüsünde devam ediyor. Hatta bazılarının freni de tutmuyor, tecavüz mağdurlarının itirazlarına “siz doğurun devlet bakar” kabadayılığına kadar varıyor.
Yahu bu efelenmenin; bir de tarafgirlerince çok sık başvurulan aritmetik yöntemle incelendiğinde insaflı bir tarafı ve sonucu olsa, belki de kimsenin diyeceği bir kalmayabilir ama Canım Yurdumun çocuk ölümleri, çocuk işçiler, çocuğa taciz ve tecavüz, çocuk gelinler gibi flaş konularda dünya ligindeki durumumuza bakınca nasıl da somun pehlivanı görüntüsü verdiği inkâr edilemez görünmektedir.
Çocuk ölümleri istatistikleri konusunda maalesef başa güreşen canım yurdumun, bugün yine ilgililerin açıklamalarından; çocuklarımızın 5 yaşına kadarki bölümünde %0 17,6 (binde) sını kaybetmekte olduğumuzu anlıyoruz. Dünya genelinde ise UNICEF’in açıklamasına göre her yıl 9.200.000 çocuk açlık, yetersiz beslenme ve hastalık nedeniyle yaşatılamamaktadır. 
Çocuk işçiler konusu ise bir başka kanayan yarasıdır Canım Yurdumun; Dünya liginde çocuk işçiler konusunda maalesef ilk 3 sırayı paylaşmaktayız, çağdaş dünya normlarına göre 18 yaş altındaki herkesin çocuk sayıldığı açıkken, bizim ilgili kurumlarımızın 18 yaş altı çocuklar için geçerli olacak ücret açıklıyor olması bile kafamızın ne kadar karışık olduğunun, meselenin ayırdında olmadığımızın bir göstergesidir.  Hani bazılarının taraflı bulacağı DİSK-AR’ın bir araştırmasında çalışan nüfusun % 20 sini çocuk işçilerin oluşturduğu açıklanmaktadır. Tarımda aileleri ile birlikte çalışan çocuklar ve ev işlerinde çalıştırılan çocuklar bu istatistiklere dâhil edildiğinde tablonun ağırlığı ve vahameti kolayca tahmin edilebilecektir. Canım yurdumda geçmiş yıllara oranla çocuk işçiliği azalmış olduğu bir gerçek olmakla birlikte, 1990’ların başında 1 milyon 700 olan sayının bugün 1 milyona kadar düştüğü saha çalışmaları yapanlar tarafından belirtilmekte olup sadece biz azalttık diye günlük politika malzemesi olarak övünülecek bir durum olarak görülmelidir, yoksa çağdaş ve gelişmiş ülkelerdeki durum referans alınacak olursa durumun hiçte övünülecek olmadığı görülecektir.
Diğer taraftan Çocuk gelinlerde 2. sıraya oturan Canım Yurdumun bu yakıcı sorun karşısında ses çıkarması gerekenlerin suspus olup, çok çocuk doğurun demelerini anlıyorum da buna uyanları anlayamıyorum açıkçası, problemi yaratan anlayışın problemi çözmesi beklenmez görüşü doğrultusunda çocuk yaştakilerle evlenenlerin çocuk gelinler sorunu çözmesi beklenmez diyerek iktifa edelim, yoksa zülfü yare dokunmanın sonuçlarına katlanmak durumunda kalabiliriz.
Sonuç itibari ile, Çocuk gelinler konusunda Gürcistan’ın ardından 2., İLO standartlarına göre çocuk işçiler konusunda ilk 3, çocuk ölümleri konusunda gelişmiş ülkelere göre ilk sıralarda, daha dün çocuklara büyük bir aymazlık içinde taciz ve tecavüzde neler yapıldığını Pozantı cezaevi örneği ile yaşamış iken, çocuklarla cinsel ilişkide bulunmanın rızaen olduğu gibi hukuki garabetleri yaratabilen çağdaş adalet uygulamaları ihdas ederken, kimsenin utançtan yüzü öne eğilmemişken, şimdi kalkıyorlar, tövbe tövbe… Kimse bu konuda fazlaca nutuk atmasın, fetva vermesin sadece işlerini yapsınlar, kimsenin çok fazlaca da akıla ve yol göstermeye ihtiyacı yoktur. Yoksulluk üzerinden siyasetin hayli prim yaptığı canım yurdumda, yaratılan yoksulluğun kendilerine politik tercih olarak dönmesini ve çağdışı ilkel dayatmaları behemehâl terk etmelerini siyaset erbaplarından hassaten bekliyor ve bunun yerine her yıl nüfusa % 2 hesabı ile yaklaşık katılan 1.500.000 insanın, yol, su, elektrik, çağdaş yaşanabilir konut, okul, sağlık, telefon, içilebilir bedava su, otomobil ve yeşil alan ihtiyaçlarını karşılamak için çalışmalarının gereğini fark etmelerini bekliyoruz.
Her gün; takımım için ölürüm, vatanım için ölürüm, ailem için ölürüm, senin için ölürüm de dur, onlarca kez ve ölümü kutsa, canım yurdumda kimin haklı olduğu birkaç yıl sonra eminim ki unutulacak savaşta onbinlerce ölüm olacak, silahlar, uçaklar ve bombalar ölüm kusacak, sen gerekli şeyleri yapmayacaksın sanki insanların “ben bugün zevk için bir kürtaj yaptırayım” tarzı estetik kaygıları varmışcasına çıkış yapacaksın, güldürmeyin bizi…
Son olarak ta; her şeyin merdiven altı üretimini beceren necip Türk milletinin, merdiven altı “kazıkazancılarına” (ahlaksız doktorlar arasında bu işi gizliden ve gayri yasal yapana bu ad verilmekte) gün doğmasın ne olur…

Salı, Haziran 12, 2012

SADECE DİYARBAKIR CEZAEVİMİ

İnsanın Kürt olarak doğmuş olmasından yani kendisinin hiçbir şekilde dahli olmamasından ve asla değiştiremeyeceği bir özelliğinden ötürü zulüm ve işkence görmesini normal bir insanın normal görmesi normal değildir, ilaveten bu olanları normal görenlerde normal değildir. Mevzubahis olan 12 Eylül zindanlarında işkence ve zulüm görenlerin sadece Kürt olup olmadığı ise, nereden baktığınıza bağlı olarak bu soruya evet te hayır da demek mümkündür. Örneğin; “Türkçe konuş çok konuş” gibi aptalca ve hatta alçakça konulan bir kuraldan hareketle evet demek mümkün iken, Türkiye solunun tamamen yok edilmesi için yapılan işkencelerin ve zulümlerin boyutu hatta savaş hali uygulamaları ile yok etme politikalarından hareketle, Mamak, Mersin, Adana, İstanbul Metris ve İzmir Buca’dan bakarsanız kaçınılmaz olarak hayır dersiniz, işte bu karmaşa içerisinde asıl gözlerden uzaklaştırdıkları külliyen solu Kürt ya da Türk ayrımı yapmaksızın yok etme taarruzu idi.

Tutuklamalarda ve gözaltılar da savaş hali koşullarını uygulayarak yarattıkları iç savaş koşullarını zımmen kabul ederlerken, gerçekte de yüzlerce fersah üzerinde uygulamalar yapıldı, hatta cezaevlerinin tamamı Nazi toplama kamplarını aratır hale getirildi, Nazi toplama kamplarından tek farkı krematoryumun olmaması olmuştur, hani meşhur “geceyarısı ekspresi” filmi var ya o dönemin cezaevleri yanında yıkanmış yunmuş kalır, “asmayalım da besleyelim mi” diyen leş özlemli kişilerin devleti yönetmesi söz konusuysa eğer, varın zindanları yöneten iktidarsızların yapabileceklerini hayal edin gayri siz, şeytanın bile aklına gelmez bunların yaptıkları ve bunu reva gören alçakların dışında bunu herkes anlayabilir.

Mamak cezaevindeki Raci Tetik, Metristeki Adnan Özbay, Adana cezaevindeki Selçuk Değer gibi yüzlerce de benzerleri olanlar özel olarak seçilmedi de sadece Diyarbakır’daki bu işkenceci Esat Oktay Yıldıran özel olarak seçildi havası verilmek isteniyor ve ne yazık ki bu da çok bilinçli bir yaklaşım ve de başarıya ulaştı maalesef; oysa hedef olarak, tüm devrimci, demokrat, yurtsever güçlere şiddetin bütün biçimleriyle saldıran bu azgın işkencecileri yöneten, bunun plan ve politikalarını yazan-çizen, tüm toplumu kişiliksizleştirme konusunda toplum mühendisliği yapan tüm bu faşist darbecileri ve yandaşlarını ve bunları bilipte görüpte ses çıkarmayanları görmek gerekir

Evet, kabul etmek gerekir ki Diyarbakır cezaevi işkencenin doruk noktasıydı, işkencecilerin ise kendilerini atayanları mahcup etmemek adına hızlı bir şekilde işkence konusunda doktora yapabilmeleri için en uygun zemindi. İşkencenin her türlüsünün hatta işkence şeytanının bile aklına gelmeyenlerin 24 saat devam ettiği bu medreselerde Türklerin bile Kürtleştirildiği bir vakadır.

Kim unutmuştur cezaevlerinin bodrum katlarındaki hücreleri; kocaman Cardonları (büyük fare), lağım suları içinde sürünerek yenilen dayakları, memleketine doğru eğilerek sokulan copları, kazma sapları ile yenilen dayakları, susuz bırakılmaları vs. vs.
Kim unutmuştur, Mamak cezaevindeki tabutlukları ve orada ancak bu alçak işkencecilerin yapabileceği işkenceleri;
Kim unutmuştur yakınları ya da avukatları ile görüşmeye giderken yüzlerce metrelik koridorlarda sağlı sollu gardiyan ve askerlerin attığı dayağı, bu anlamda avukatın ve görüşmecinin gelmesi tam bir işkencedir bu dönemde tutuklular için görüşmeye gidip gelirken sağlı-sollu sıralanan gardiyan ve askerlerin sürekli salladıkları coplardan aldıkları darbeleri, artık öyle bir hale geliyor ki ne avukat ne de görüşmeci istiyorsun aman gelmesinler de yenilen dayaklar bir nebze azalsın diye düşünüyorsun;
Kim unutmuştur, günde onlarca kez söyletilen harbiye, ordu marşlarını ve beğenilmediği gerekçesiyle de atılan meydan dayaklarını, kitlesel işkenceleri;
Kim unutmuştur neredeyse hergün “herkes eşyalarının tamamını alsın ve havalandırmaya (dışarıya) çıksın” denilerek yapılan aramaların ve bu esnada giyim eşyalarının üstüne ayakkabılarla basılmasını, duruşmalar için gerekli dokümanlara el konulmasını ve bunun gün içinde defalarca kez tekrarlanmasını;
Kim unutmuştur gözler bağlı iken yüksek bir yere çıkarılmış hissi yaratılarak itelenmeyi ya da aşağıya atlanmasını isteme ve bekleme eylemlerini,
Kim unutmuştur insanlara yemeğin içine fare konularak yedirilmesini,
Kim unutmuştur bit ilaçlaması bahane edilerek belediyeden getirilen insanlar vasıtasıyla gözaltındakilerin anadan doğma soyundurularak arkadan ve önden ağaç ilaçlar gibi ilaçlanmasını ve gözaltındakilerin kendilerini insan hissetmemeleri için yapılan her türlü uygulamaları,
Kim unutmuştur geceyarısından sonra Adana Taşköprü’süne götürülüp soğuk suya iple sarkıtılarak sıra ile sallandırılmasını,
Kim unutmuştur, İnsanların insanlığından utanması gereken bu durumları bu yaşananları, kim?
Peki; kimdi bu alçak işkenceciler ve onların arkalarını sıvazlayanlar, ya da onları aklayanlar paklayanlar, neydi Türkiye’nin dört bir yanında hapishanelerde, nezarethanelerde, işkencehanelerde, tabutluklarda uygulanan insanlık, akıl, izan dışı zulmün sebebi…

Duruşmalarda Hâkim komutanların emri üzerine askerler tarafından atılan meydan dayaklarına seyirci kalan hatta büyük bir keyifle izleyen başta sözde mahkeme heyeti üyeleri olmak üzere, basın mensupları ve o dayağı atan askerler şimdi ne yapıyorlardır acaba? Duruşmalara elleri kolları bağlı çıkan, zincirlenmiş vaziyette çıkan sanıkları yargıladıklarını zanneden sözde mahkeme heyeti üyeleri şimdi ne yapıyorlardır, ne düşünüyorlardır acaba? Acaba onlarda şimdi 12 Eylül anayasasına ve darbecilere karşı olduklarını mı söylüyorlardır, bir yerlerde??? Acaba darbecilerden hesap sorulması gereğini mi anlatıyorlardır çevrelerindekilere?

Amaç kişiliksiz ve itirazsız bir toplum yaratmaktı, dönem için başardılar hatta kalıcı kıldılar, ama ne yazık ki “ileri demokrasi döneminde” de kişilik kazanma mücadelesi veren topluma da savaş açılmıştır, şimdilerde.

Tüm bu reva görülen uygulamalar önce şiddetle reddedildi, sonra sadece reddedildi, sonra reddetmeden dinlenildi, sonra sessizce karşı çıkılmadan dinlenildi, şimdi kabul edildi ama tüm bu süreç sonunda kimse cezalandırılmadı her şeyden önemlisi dönem ile de hesaplaşılmadı daha da kötüsü böyle bir niyetin olmadığı da açığa çıkmış olmasıdır.

Peki, neden sadece Diyarbakır öne çıkarılıyor acaba?

Meseleyi ele alış biçimi ne yazık ki sınıfsal olmaktan çok uzaklaştırılarak yapılırsa olacağı buydu ve oldu işte… Ama bilin ki bu işkenceciler ve onları yönetenleri ve destekçileri; asla ve kata Türk Kürt ayrımı yapmadan bu ülkenin yüzü aydınlık insanlarına kıydılar, onları aldıkları emirler gereği yok ettiler, insanlıktan çıkarmak için her yolu denediler…

İşte bu nedenle asla bu yaşananları unutmamak, unutturulma çabalarına da şiddetle karşı çıkmak gerekir.

Pazartesi, Haziran 04, 2012

SOKAK İSİMLERİNİN DEĞİŞTİRİLMESİ

Canım yurdumun Belediyelerinin kaldırım yenileme faaliyetleri dışındaki en aktif oldukları alanlardan biri de, cadde, sokak ve mahalle isimlerinin değiştirilmesidir. Yerel iktidarlar bu işleri yaparken, aynı zihniyetin taşındığı merkezi iktidarlar da İl, ilçe, köy, mezra, havaalanı, okul isimlerini değiştirmekten asla geri durmaz ve siyasi meşreplerine uygun değişikliklere devam ederler.  Maksat iş yapıyor görünmenin yanında, değiştirilmesi karara bağlanan ismin değerinin düşürülmesi ya da silinmesi, hatta aşağılanması hedef olurken yerine konulması karara bağlanan isme de değer katmak, hatta ne kadar muteber olunduğunun taraftarlara yansıtılmasıdır, en düşük ihtimal de tabelacılara iş yaratma düşüncesidir.

Büyük medeniyetlerin temelleri kentlerde atılmıştır tarih boyunca, kentler bu medeniyetlerin yaratıcıları vasıtalarıyla da bir ruha bürünürler, bu ruh insanların, etik, ahlak temelli sosyal davranışları üstünde inanılmaz bir katkı yapar. Medeniyet, bilineceği üzere anlamı şehir olan Arapça “Medine” kelimesinden gelir ve “şehirleşmek” anlamında yaygınca kullanılmaktadır. İngilizcedeki karşılığı ise; Latince kökenli civis yani yurttaş, kentli den türeyen civilization olup, medeniyet sözcüğünün tam karşılığını veremiyor ve bu sözcüğü tam tamına kuşatamıyor bence, gerçi dil uzmanı değilim boyumdan büyük kelam etmek istemiyorum ama yine de böyle.

Tarih boyunca da şehirler daima edebiyat, kültür ve sanatın merkezi olmuş olup, şehirler insanların ortak paydasını oluşturmuş ve insanlar canlı olmanın keyfine varabilmişlerdir bu sayede, bunun böyle olmaması durumunda şehirler birer canlı mezarlığı ya da binlerce robotun sadece kapitalizmin istediği ucuz iş gücünü karşılayabilmek adına çalışma kamplarına döneceklerdir. İnsanlar şehirlerde kaynaşırlar, iletişirler ve sonuçta daha rafine bir hayat ortaya çıkar, insanı insan yapan bu en temel özelliklerin gelişememesi, birlikte yaşama kültürünün dibe vurması demektir, dibe vuran “birlikte yaşam” kültürü ne yazık ki biyolojik anlamda milyonlarca canlı içinde yalnızlıktan kıvranan bireyler ortaya çıkarır.

Şehirler; mahalle, sokak, semt, havaalanı, okul, park, karakol, hastane vb. gibi yerlerin adları ile birlikte canlı görünürler, bir ruha sahip olurlar, daha sıcak olurlar, kulağa daha hoş gelen sözcüklerle yaşarlar, bu isimler şehrin tarihini ve estetik değerlerini gösterir, diğer taraftan bu hayatiyetin ve ruhun insan ömürleri ile sınırlı oluyor olması, ya da yeni seçilmiş belediye meclisleri ile son buluyor olması, şehirlerin medeniyetin beşiği olması ruhunu zedelemektedir.  Ayrıca; Sokaklara ruhsuz bir görüntü veren numara yerine kesinlikle isimler verilmeli ki sokaklar ve caddelerde birer ruh sahibi olsunlar ve verilen bu isimler sokak başlarına yerleştirilecek panolara yazılmalıdır, bu panolar sadece isimleri yazıyor da olmamalıdır ayrıca, bu kişiyi tanıtacak detaya haiz olmalı ve ne zaman, neden ve nasıl bu sokağa bu isim verildi gibi teferruatları da taşımalıdır.

Son dönemde; Canım Yurduma deli gömleği giydirmek suretiyle, 12 eylül faşizminin mimarları, içimizdeki Amerikan çocuklarının nadide örneklerinden olan, Kenan Evren önderliğindeki çeteninde isimleri okullardan, parklardan, caddelerden ve sokaklardan kaldırılıyor olması da bu kapsamda değerlendirilmeli ve behemehal bu işleme son verilmelidir ve Kenan Evren’in ve yol arkadaşlarının isimleri korunmalıdır ama yukarıda bahsettiğim üzere yerleştirilecek panolara Kenan Evren ve ekibinin Canım Yurduma ne kötülükler ettiğini tek tek yazıp, olası unutmalara karşın bir akıl defteri niyetine herkesin her an okuması ve asla kat’a unutmaması temin edilmelidir.

Kardeşim ihtiyaç mı oluştu Ülkemiz büyüklerinden kaybedilenlerin adını koymak gibi, her yıl yüzlerce yeni sokak ve parklar, karakol, okul, hastane vs vs tesis ve ihdas edilmektedir yapın oralarda istediğinizi ne diye uğraşırsınız milletin onlarca yıldır kullandığı isimleri, illaki bir şey mi değiştirmek istiyorsunuz gidin başka şeyleri değiştirin, ama bu işin yolunu maalesef şimdi unutturulmak istenen ya da halkımız tarafından unutulmak istenen ve birileri tarafından da ısrarla kafamıza çakıldığı biçimiyle demokrasi kahramanı Adnan Menderes açmış, durup dururken salt siyasi muhalifi Osman Bölükbaşı’nı cezalandırmak adına ama aslında onun nezdinde ona oy veren Kırşehirlileri cezalandırmak adına, Nevşehir’i il yapıp Kırşehir’i oraya bağlayıp ilçe yapmak suretiyle kendince cinlik yapıp, tıpkı bugün yaşananlar gibi, koca milletin zekâsıyla dalga geçmiştir. Al sana bir değiştirme furyası ile gelen değiştirme kültürü, kimi heykelin içine tükürür ve değiştirir, kimi yerleşmiş köşeli tarifi olan konuları değiştirir, yandı gitti gülüm keten helva…Unutmayalım ki her değiştirdiğimiz bir isim başka birilerini üzmekte hatta kinlendirmekte bile olabilir ve sonrası kan davası gibi gider, değiştir baba değiştir…

Benim bugün eski havasından, görüntüsünden ve estetik zenginliğinden çok uzaklarda olan ve şu anda yaşadığım sokak, ahir ömrümde; Sü El Maksud Efendioğlu Sokağı, Nazmi Keskin Sokağı, Şehit Teğmen Ali Rıza Sağırbay Cad., 1034 sokak vs. vs. gibi bir dolu isim ve numarayla anıldı, ama benim gönlümde hala kendisi ile ilgili kısıtlı bilgilere sahip olmama rağmen burayı yansıtan en güzel ve dolu görünen isim ise; Sü El Maksud Efendioğlu Sokağı dır. Artık bu değiştirme gayretkeşliğinden tüm ülke olarak vazgeçmeliyiz. Gittiler canım “Cumaovası”nı yaptılar “Menderes”, kardeşim hadi havaalanını yaptınız “Menderes Havaalanı” tamam, derdiniz nedir de ilçenin de adını değiştirdiniz.

Bu şekilde yapılan adres değişikliklerinin; Polise yapılan imdat çağrı ve ihbarları konusunda karışıkları, kısa sürede anlatılması gereken dertlerin uzun zamanda anlatılması, Ambulans çağrılması anında yaşanan telaşla verilen yanlış adresleri, telefon, elektrik, su faturaları vb. gibi daha yüzlerce yazışmanın adreslenmesini olumsuz etkilediğini yazmaya bile gerek yoktur herhalde.

Acaba bu sokak adlarını değiştirenler, ne demek istendiğini anlarlar mı?

Salt bu yüzden yaşadığım bir acı anımı da anlatayım bu vesileyle; 12 Eylülün sıkıntılarını direk yaşamış biri olarak, o zaman ki örfi yasalara göre 90 gün olmasına rağmen 104 günlük gözaltı dönemi bitti denildiği gün (kolayca anlaşılacağı üzere 5 li çetenin düşündükleri ve açıkladıkları yasa yerine geçiyordu o dönem); bu döneme aslında zulüm dönemi demek daha doğrudur ya, savcılığa sevk edilme öncesinde parmak izi alınması esnasında her şeyi bilmelerine rağmen belki laf olsun diye, belki de onlara da bir komünist olmamamıza rağmen komüniste dayak atma bahanesi gerektiğinden, adresimiz soruluyor, “Sü. El Maksud Efendioğlu Sokağı” dediğimde de, vay sen misin polis efendilere yanlış bilgi veren, eşek sudan gelene kadar dayak yine, meğerse sokak adları yine o tarihlerde Canım Yurdumun genelinde değiştirilip numarataja geçilmesi karar bağlanmış, nerden bileceksin ki, ama cennetten çıkma dayağı yedikten sonra, bu kabil hatalara düşmedik gayri, gerçi bundan sonra da soran da olmadı ya, neyse…

Şehirlere kimlik, can ve kişilik kazandıran şeyler, elektrik ve aydınlatma direkleri, kanalizasyon kapakları, kaldırımların taşı ve rengi, otobüs durakları, telefon kulübeleri, eğer bunlar sık sık değişirse kimlik ve kişilik değişimi yaşanır. Kent ve kentlilik kültürü nasıl oluşur elbette kentin kimlik ve kişiliği mezkûr ruhundan kaynaklanır. Hala ne demek istediğimizi anlamayan varsa, gider görür, Paris’i, Barcelona’yı, Londra’yı, Münih’i, Zürih’i, Amsterdam’ı, Moskova’yı, Budapeşte’yi, Prag’ı, Viyana’yı, vb…

Aidiyet Duygusu yaratabilmek ve “Benim Şehrim” diyebilmek için yalanlara ve kara propagandaya karşı uyanık duralım, diyeceğim ama biliyorum ki, çoğunluk uyumaktan yana…

Günümüzde birde muhtemelen büyük rantları dönüştürmek adına kentsel dönüşüm projeleri adıyla alıp başını giden ve takip edebilmekten uzak, Yerel ve Merkezi otoriteler tarafından kentsel dönüşüm hamleleriyle, şatafatlı ifade ile de “marka şehirler” yaratarak, yine kendilerince “ben ders almam ders veririm” ruh haliyle yarattıkları şehirleri kurtaracaklarını söylemiyorlar mı, gülmekten geberiyorum. Geleneksel ya da çağdaş şehircilik ve mimariden, yerli motiflerden uzak düşünülen bu dönüşüm gayretlerinin ağababaları, “kentsel dönüşüm” adı altında, Ankara, Yıldız ve Söğütözü’nde neleri dönüştürdüler, hep beraber biliyoruz…