Çarşamba, Kasım 21, 2012

AK SAÇ, AK BIYIK, AK SİYASET


Muhteşem Süleyman dışında bu adam kadar çok konuşup bir o kadar da boş konuşabilme yetenegini yaradan kimseye bahşetmemiş olup bir başıboş konuşma uzmanıdır. “Güce tapan insan modeli” nasıl olunabileceğini yazılarında öylesine güçlü , muhteşem ve asla yıkılamaz bir ABD (Amerikan muhipleri bu sözü sevmezler) ya da hükümet tarifi yaparak öyle bir güzel anlatırki 100 yalaka bir araya gelse bunun eline su dökemez, hele hele de ABD nin Irak’a özgürlük ve demokrasi getiririyor analizi tam evlere şenlik olup canım Yurdumun tüm kargalarına yıllarca sürecek bir gülmece olmuştur.

Amerikan misyonerleri tarafından kurulan okullarda rahle-i tedrisat eylemiş olup, Ortaokul öğretimini Kayseri Talas Amerikan Okulu’nda, lise öğretimini Tarsus Amerikan Koleji’nde layıkıyla alan, Osmanlı Paşası torunu olan, şimdilerde katıksız ve hazımsız ABD yağcısı ve yalakası, 68 kuşağının ayrık otlarından biri, bir çok Aydınlıkçı benzeri gibi, öğretiminin yarattığı akli ve fikri altyapı sayesinde aslına çok açıktan rücu etmiş, 1980 sonrasi dönemin Başbakanı Turgut Özal'in gölge dışişleri bakanı olarak görev yaptığı bilinmekte olup, NATO ve Pentagon nezdinde önemli akreditasyona haiz olmasıyla övündüğü bilinen, fikir değiştirme ordinaryüsü bir muhterem olup hikayemizin başrolündedir. Hatta o kadar Amerikanmuhibidir ki, söylentiler doğru ise, benzeri bir fosil gazeteci ile Kuzey Irak’taki Süleymaniye havaalanını işletme şerefine bile nail olmuştur, gücü elinde buluunduran muktedirlerin masasında oturabilmek, uçaklarında gezilere katılabilmek, NATO nun gizli mahfillerinde ağırlanabilmek adına yazdığı yazıları halk için değil, destek ve nemalandığı mezkur mahfillerin kendisine sufle ettiklerini yazmakta ve bu haliyle de hepimizi kör ve sersem zanneden, beyin ve akıl ölümü gerçekleşmiş birisidir.

Bir kısım insanın saygı duyduğu ama temelde nemalandığı mahfillerin bile kendisinden korktuğu, sanki rüzgar gülünü icat edenlere inat olsun, nasıl dönülür, fikir nasıl değiştirilir, fikirlere takla nasıl attırılır, fikri çark nasıl başarılır konularında son derece istikrar gösteren zat, önemli bir kısım insan tarafından kötü anılan birisidir. Kısa Cumhuriyet tarihimizin bu çok degerli siyasi dansozü, kesafeti hayli yüksek komprador, her devrin adamı olmayı hep becermiş olup, bugünlerde medyada bol miktarda benzerine rastlanmaktadır ve artık kümeler halinde yaşamaya başlamışlardır.

Bazı; senden medet umanların seni sahneye sürerken, kulağına üfledikleri “unutma sen, Filistin, Lübnan, İran ve Sovyetler Birligi, hülasa tüm komşu coğrafyalar üzerine derin bilgilere sahip ve konunun uzmanısın” laflarına pek aldırma ben ahir ömründe senin, ister Cumhuriyet  gazetesi, ister Hürriyet, Sabah, Güneş, Vatan, Yeni Şafak, Bugün, Referans gibi gazetelerde olsun sığ, derinliği ancak seni anladığını söyleyenlerin akli derinliği kadar, ayakları asla yere basmayan, iddialı ama tutarsız binlerce analizinden birinin hayat tarafından doğrulandığını görmedim ama zat-ı alilerinizin nema ve mama düzeyinin arttığını hep gördim, Amerikanmuhip’i olmanın neticesidir tüm bu yaşananlar, dış politika bilginin derya deniz olduğu izlenimi vermeye çalışırsın ama tüm bilgisinin Wolfowitz'in Kissinger'in Fuller’in  kulağına sufle ettikleri ile sınırlı olduğu bir türlü gizlenememektedir. Sonuç olarak dışişleri bakan düzeyindeki bilgine sadece liberal ve dini siyasetin merkezine yerleştirenlerden başkası inanmamaktadır, ABD icadı liberal ve ılımlı islam fikriyatının vitamin hapları ve hormonları ile beslenmiş, çene suyu pilav bir adamsın. Türkiye'yi bir ABD eyaleti gibi gören, hep bu doğrultuda konuşan ama sürekli yanılan, yenilen güreşçi güreşe doymazmış misali asla pilavdan kaşığını da döndürmeyen, pes de etmeyen yazar, tam bir mandacı görüntüsü vermekte olup, Kurtuluş Savaşı dönemdeki mandacıların ruhuna fatiha dedirtmekte ve tamtamına bir ABD teknisyeni edasıyla, ekmek parasının kaynağının ne olduğunun ciddi tebarüzü cihetinde icraatlarına devam etmektedir, bağlılığının koruma ve güvencesi altında...

Para kokusunun en meşhur takipçilerinden olup, işine gelen konuların üstüne büyüteç istemediği konuların üstüne dürbünü tersten tutan, bir gazeteci olmanın ötesinde biri olduğunu sürekli hissettiren, benzeri H. C. (bu da bir Osmanlı paşa torunudur) ile yazdıklarının NATO (Brüksel) ve Pentagon (Washington) merkezlerindeki Türkiye masaları tarafından sürekli beğenilen ve takdir edilen hatta bu masaların Türkiye şubesi gibi çalıştıklarıda seslendirilmektedir. 90 ların başında Körfez savaşında Turgut Özal, 1 koyup 5 alacağız dediğinde ona yazılarıyla büyük bir vaveyla kopararak destek vererek savaş çığırtkanlığı yapmış ve 5 koyup 1 alamadığımız vaki olmuş olmasına rağmen muhteremin 3 ün birşeyini almışlığın gevrek pişkinliği ile yoluna devam etmiştir. "köşe" yazarıdır diyene insanın ne köşesi be bal gibi yuvarlak yazarıdır diyesi gelir insanın bu kara cahil desem değil ama anlaşıldığı ve iddia edildiği üzere 70 li yıllarda Lübnan’da MOSSAD ajanlarına rehberlik edip kampdaşlarını ele verdiği günden itibaren, nabza göre şerbet veren bu sonradan görme gazetecinin demokrasiden tek anladığının kendileri ne yaparlarsa yapsınlar, ister gammaz, ister ajanlık ve isterse de yalan yazma olsun bunların hepsi makul karşılanmalıdır, ama bilmelidir ki kendi gazetesini ihbar edip baskın ve arama yapılmasını istemiş olması onu tarihe bu ilk ile de yazdırmıştır.

Günümüzde canım yurdumda “Atatürk'ü putlaştırmayın” sloganının mucitlerinden olan bu zat, bu kelamı canı yürekten ederken, ısrarla ve inatla, her tarafımızı saran despotlardan, Ayetullahlardan, diktatörlerden ve şeyhlerden rahatsızlık beyan etmemiş, tam aksine memnuniyetini mezkûr akımların sivil toplum hareketi ve liderlerinin de kanaat önderi olduğunu beyan ederek cümle âleme göstermiştir. Neresinden bakarsanız bakın ne kadar süslerseniz süsleyin, neo-osmanlı akımının bilinçlerde kayma yaratmasını temine yönelik ve asla benzerlerinin söylemekten bıkmadıkları bu aptallık doktorası sayılacak tezin jeostaretejik analiz yutturması da, bizim adımıza ayrı bir aptallık ispatıdır. Mezkur zatın bu aptallık seviyesindeki analizleri onu, “Adriyatik'ten Çin seddine kadar Türk dünyası” derken Türkmenistandan parası ile gaz bile alamayanların, “bir daha Davos’a gelmem” çıkışıyla da İsrail ile yapılan ve uzun vadede mezkur politikaların kafalarda yerleşmesini temin edecek yaklaşımlara götürmekte iken, Irak’ta destekledikleri Amerikan emperyalizminin katlettiği milyonlarca Müslüman için sus-pus noktasına getirmektedir, ne gam ne keder… Olsun, maksat kafalar karışsın ve beylerin yelkenlerine rüzgar dolsun… Turgut Özal’ın danışmanlığını yaptığı ve hatta kendisine gizli dışişleri bakanı payesinin verildiği dönemde de “büyük oynamalıyız” yaklaşımı ile canım yurdumun Irak ile savaş eşiğine getirilmesindeki rolünü kim unutursa unutsun bizler, yani % 60 lar asla unutmayacağız.

Beyefendinin; son 30 yılın başbakanlarına derin, içten ve samimi muhabbetle bağlılığını büyük bir heyecanla izlemekte ve kendisini benzerleri ile bir yarış içinde görmekteyim, sanki bu yarışın çok ciddi bir ödüle müstenit olduğu kanısı kendisini izleyen her insanda oluşmakta olup, yeter be dostum övgünün de sövgü gibi bir sınırı olmalı, bunun da bir ahlakı ve etiği vardır diye düşünmektedir ademoğlu… Tüm bunların sonucunda bu muhterem “bana neden dönek diyorlar” diye kızarak etrafına dert yanmaktaymış, hiç anlamıyorum neden alınıyor, neden kızıyor, yanlış ise yanlış olduğunu göster, sadece yanlış diyerek bu yaftadan kurtulmak mümkün değildir ki....

Çarşamba, Kasım 14, 2012

FENERBURNU BALIKÇI BARINAĞI VE RIHTIM PROJESİ

(TELGRAFHANE BALIKÇI BARINAĞI)
“Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı tarafından yapılan Çeşme’deki Fenerburnu Balıkçı Barınağı ve Rıhtım Projesi’ne ait imar planları Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından onaylandı. Plan askıya çıkarken 12 milyon TL bedeli bulunan projede 200’e yakın balıkçının barınması amaçlanıyor.” diye veriyor haberi gazete, hâlihazırda bitmiş Çeşme limanına son yolculuk duası yapılıyor sanki bu haberle.

Hadi biz duymuyoruz ayaktakımı olarak, bu ilçede siyaset yapanların duymaması diye bir şeyin olma ihtimali yok, ihtimalin olmaması yanında 24.06.2010 tarihinde saat 11:00 de, İzmir Çevre ve Orman İl Müdürlüğü gözetiminde, kurum ve kuruluşların temsilcileri ile Çeşme Belediye Toplantı Salonunda gerçekleşen ÇED sürecindeki “halkı bilgilendirme” toplantısı sanki kimseyle paylaşılmıyor, ne zamana kadar 11.11.2012 tarihine kadar, sonra birden Çeşme siyasetçilerinin muhalefet kanadı böyle bir konunun gündemde olduğunu hatırlıyor ve Yerel iktidardan destek alamadığı iddiasıyla dar kapsamlı ama benim de katıldığım halka açık bir toplantı düzenleniyor. Bu toplantıda anlıyoruz ki; konu zaten siyasetin yerel oligarşisi tarafından, halka da güvenilmediği için kimseye söylenmeden kendi içlerindeki dengeler ya da pazarlıklar çerçevesinde çözülmeye çalışılmış, ama anlıyoruz ki tam bir sukut-u hayal yaşanmış. İl yönetimindeki arkadaşımız Bakan Beyin, projenin tahribatının boyutunu anladığı için 6 ya da 7 ay önce proje iptali için talimat verdiğini söylüyor, İlçe yönetiminin konuyu ve vahametini hazırladıkları bir dosya ile bakanlık ve ilgili müdürlüklere aktardıklarını, anlattıklarını samimi bir şekilde anlatıyorlar ama sonuç ortada, tabii ki burada ben yereldeki arkadaşlarımızın samimiyetine inanıyor ve çabalarını destekliyorum, ancak tüm siyasetçilerin ve yetkililerin haklısınız demesine rağmen projenin yürütülüyor olmasını da necip milletimizin siyasetteki temsilcilerinin geneldeki siyaset yapma mahareti ve anlayışıyla çok uyumlu buluyorum, tavşana kaç tazıya tut, tam bir oyalama ve hafıza kısalığımıza sığınma… Aslına bakarsanız her şey kurallara ve yasalar ile yönetmeliklerin öngörülerine uygun bir vaziyette yürütülmüş, ulusal ve yerel yayın yapan ama çok sınırlı sayıda insanın okuduğu (hatta okumadığı dersek daha doğru olur) 2 adet gazetede duyuru yapılmış, def-i bela kabilinden konu kitabına uydurulmuş ve balıkçılığın tekeli “trol ve gırgırcılar” son savaşı kazanmış görünmektedir, bundan sonra ne mi olur, hiç mi hiç umudum yok bence hepimiz günah benden gitsin edasıyla ahlar ve vahlar içinde “…mış gibi yaparak” “ben dediydim” edasıyla eski yaptıklarımıza ve söylediklerimize devam ederiz, konuda bir vade sonra unutulur gider, “onlar erer muradına biz çıkarız kerevetimize...”
Şimdi gazete haberine dönersek, gelinen son nokta itibariyle konunun asli tarafları olarak “Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı”, “Çevre ve Şehircilik Bakanlığı” ile “Çevre ve Orman Bakanlığı” tali taraf ise Çeşme Belediyesi görünmekte olup; farklı siyasetçiler tarafından yürütülüyor olmasına rağmen sanki tarafların tamamının muradı aynıymış gibi durmakta ve sonuç itibari ile yandı gülüm keten helva durumu işte… Ama uzun yıllardır eleştirdiğimiz günlük siyasete yön verenlerin karşıtlıkları ve dostlukları üstünden ya da dost kuvvetlerin kazançları, düşman kuvvetlerin kayıpları üstünden siyaset yapmalarının bir sonucudur tüm bu başımıza gelenler, geleceklerden maada… Hani nerde Kültür ve Turizm Bakanlığı, behemehâl bir karar alın ve bölgeyi tıpkı Ayasaranda da yaptığınız üzere koruyun da görelim, ama galiba Ayasaranda başkaydı değil mi??? Hani birde bakanlığa ve müdürlüklere alternatif sunduk demiyorlar mı, bela bizden gitsin de nereye giderse gitsin tam sinir oluyorum, demezler mi adama yahu kardeş şiddetle karşı çıktığınız konuda dediğinize uygun karar almayanların, alternatif sunmanıza neden sıcak baksınlar ki, geç bunları anam babam geç bunları bir kalem…
Balıkçılar kooperatifinden bazıları, oradaki sosyal tesislerin kendilerine verileceği umuduyla, salt bu fırsat doğdu diye de ve kendilerine önerilen bu çıkar uğruna projeyi zımnen destekledikleri de çok net anlaşılmakta, ama aynı sıkıntıları marina inşaatı öncesinde de yaşadıklarını unutarak, iddia ediyorum tüm bu koparılan vaveyla unutulacaktır ama çocuklarımız ve torunlarımız asla unutmayacaktır, dün kötü yapanları bugün biz nasıl anıyorsak onlarda bizi böyle anacaktır. Destek verenler Çeşmeli balıkçılar yerine yabancı trollere yönelik olduğunu ya görmüyorlar ya da bizi aptal yerine koyuyorlar ya da başka bir şey var yazamıyorum, anlaşılmıştır gayri…
Çeşme’nin içinde yaşayanların yüzmek için gidebilecekleri 3 adet plajdan bir tanesinin; Ayasaranda, öyküsü herkesin bildiği bir şekilde yitirildiği, bununla birlikte de Fener plajının yitirileceği ve kala kala tek plajın; Tekke (teke) plajının kalacağı kimin umurunda, iddia ediyorum ki buranın da canına okuyacak bir bahtı kara grubu bulup çıkaracaktır bu necip Türk milleti…
Mevcut taş ocağının bu dolgular için çalıştırılması durumunda da oranın önemli ölçüde açılacağı ve gelecekte de bir otel yapımına hatta kot alımının emin ve ehven eller tarafından yapılması halinde de yaklaşık 10 katlı bir otel yapılacağının da önü açılır memleket bir tesis daha kazanır diye ellerini ovuşturanların olduğunu düşünüyorum açıkçası…
Bu konuda hassasiyet gösterilmesi bir çevrecilik bilinç gelişmesi midir diye bakıyorum, ne yazık ki evet diyemiyorum çünkü rüzgâr enerji türbinlerinin Karadağ’a yerleştirilmelerine ses seda yok, ama yiğitliğe necaset sürdürmeme adına da yarım ağızla da ona da karşıyız deniliyor ya, yanıyor gülüm keten helva yanıyor…
Meşhur darb-ı mesel’deki sarı öküzün verildiği yer ve zaman 80 li yılların ortaları ve yol yapıyoruz uydurmacısıyla Çeşme limanına ilk yapılan dolgu dönemidir, o zaman da söylenmişti, bakın bu yol körfezin bitirilmesine kadar sürer gider, yol açmayın, yol olmayın, ama siyasetin yerel oligarşisi böylesini uygun görmüştü, ne diyelim, o dönem de aynıydı tek kriter düşman kuvvetlerin kaybı, dost kuvvetlerin kazancı…
Bu yatırımın engellenmesi için ne yazık ki birkaç kişi dışında kimse samimi görünmüyor, kimisi kendi projesi uygulanmıyor ya da projesinin tanıtımına izin verilmiyor diye vaveyla koparıyor, kimisi bizim partinin projesi değil diye kenara çekiliyor, kimisi biz istemiyoruz Bakan Bey ile ben konuştum kendisinden duydum iptal talimatı verdi diye söylüyor ama yahu kardeşim, bu projeyi bize yani Çeşmelilere rağmen gerçekleştirecekseniz, ben ilçe başkanlığından, biz belediye meclisindeki parti grubundan, ben il yönetim kurulundan istifa edeceğim, ben partiden istifa edeceğim diyerek net tavır koymuyor, diğerleri ise bu zaten iktidar partisinin işi ya da bundan zarar görecek kendi partilerinden diye kenara çekiliyor, olan Çeşme'ye oluyor demiyor kimse (birkaç samimi insanı vareste tutuyorum). Vah ki vahhh…
Varsayalım ki bu proje AKP’nin ya da başka partinin, ne önemi var ki bu yaklaşımın sonuç itibariyle Çeşme’nin bir bölgesinin katline karar verilen bir proje, hiç düşünmeksizin karşı çıkılmalıdır, hani devşirme olacak ama “Mevzuu bahis Çeşme ise gerisi teferruattır” olmalı şiar…

Salı, Kasım 06, 2012

SKANDAL YARGILAMALAR – 3 REICHTAG YANGINI


Reichstag (Rayştag); Almanya Parlamentosunun toplandığı bina, 1892 yılında yeni bir parlamento yapımı için mimari bir yarışma düzenlenir ve Alman mimar olan Paul Wallot yarışmayı kazanır, 1884 yılında başlanan inşaat 1894 yılında tamamlanır ve 27 Şubat 1933 tarihindeki yangına kadar hizmet verir.

Canım Yurdumda da örnekleri olduğu üzere, “bu kış komünizm gelecek” diye aslında bir tür kara propaganda ürünü olan “yaratılan korku” çerçevesinde Komünistlerin genel greve gidecekleri ve ekonomiye büyük sekte vuracakları gerekçesiyle, aslında öngörüsüyle Cumhurbaşkanı Paul Von Hindenburg; seçimlerde, konjonktüründe uygun düşmesi nedeniyle seçilen 1. parti durumunda ve başında Faşist- Führer Adolf Hitler’in bulunduğu parti ile Katolik Merkez Partinin bir koalisyon kurarak istikrarlı bir durum oluşturacağı bir hükümet kurmasını isteyerek Hitler’i başbakan (şansölye) olarak atamış ve muhtemelen de ne kadar kanlı bir tarih yazılacağını hissederek yeni bir döneme kapı açmıştır. İlerde tarihe kanlı diktatör olarak geçecek, tüm dünyayı kana bulayacak ve 5 yıl sürecek ve yaklaşık 50 milyon insanın ölümüne, yüzmilyonlarca insanın yaralanması ve sakat kalmasına neden olacaktır bu faşist-Führer Adolf Hitler.

Almanyada 1933 yılında Faşist – Führer Adolf Hitler iktidardadır artık, son seçimlerde de komünist parti 6 milyon oy almasına rağmen bu sonucu engelleyememiştir, engellemek ne kelime artık komünist partisi Nazizm-Faşizmin baş hedefi haline gelmiştir tam da bu yüzden, artık Hitler’in ifadesine göre de “Bir tanrı işareti beklenmektedir, bir işaret olsa komünizm ezilecektir”. Artık Faşizm bir işaret bekleyecektir ya da bir işaret yaratacaktır, tüm yoğunluk bu noktadadır. Faşizmin önderleri hummalı bir çalışma neticesinde, yaratılacak işaretin ne olduğunu bulmuşlardır, “Reichtag” yakılacak ve üstüne de yaratılan besleme ve yalaka basın sayesinde de vaveyla kopartılacaktır, artık kara propagandaya dur durak yoktur, Komünistlere yönelik saldırıya büyük fırsat yaratılacaktır.

Hitler’in sağ kolu Hermann Göring’in evinden Reichtag’a açılan bir altgeçit vardır ve SA adı verilen faşist kıtaların lideri olan Karl Ernst kendisine bağlı hücum taburlarından çok güvendiği birkaç faşisti bol miktarda yanıcı ve kimyasal maddelerle bu geçitten geçirir ve onlarda aldıkları talimat gereği Reichtag’ı kundaklar ve yakarlar. Faşistler için Tanrı işareti gelmiştir, komünizm ezilecektir fırsat doğmuştur, yalaka ve yandaş basın ve yayın organları da devreye girer sahne alırlar ve hasıl olan maksada uygun olarak kara propagandaya zemin olurlar ve halkta büyük bir korku, sindirme, gözdağı verecek ve panik yaratacak yayınlar başlamıştır. Kamuoyu nezdinde “suçlu budur” algılaması oluşturmak ve faşistlere “bakın hedef aldığımız komünistlerin hepsi kötüdür ve suçludur” deme ve propaganda yapma hakkı doğurmak için ellerinden geleni artlarına koymazlar, tutmak ne mümkündür bu satılmışları artık…

Reichtag yangını sonrası Adolf Hitler, Cumhurbaşkanı Hindenburg’a, anayasadaki kişi hak ve özgürlükleriyle ilgili maddelerin rafa kaldırılması yönünde bir kararname imzalatarak, seçim çalışmaları sırasında Nazi Partisi ve milliyetçiler dışındaki tüm partilerin seçim çalışmalarının durdurulmasına ve komünist partisinin parlamentodaki tüm milletvekilleri ve parti ileri gelenleri tutuklanmasına zemin hazırlanmıştır.

Yangının hemen ardından, halkı aydınlatma ve propaganda bakanı olan Joseph Göebbells, kendisine gelen bizim çocuklar başardı haberi üstüne, Adolf Hitler ile birlikte yangın yerine giderler ve cayır cayır yanan Reichtag’a bakarak, ağzından salyalar çıkarcasına kızgın olan Hitler Gestapo şefi Rudolf Diels'e bağırarak “işte komünist kalkışma başladı, zaman geçirmeksizin, her komünist bulunduğu yerde gebertilecek” diye talimat verir.  Artık kendilerini iktidara getirenler tarafından verilen görevlerin yerine getirebilmesi adına Faşistlerin yapamayacakları, göze alamayacakları herhangi bir şeyin kalmadığı aşikârdır, tamda alınan seçim kararı arifesinde artık gözlerinin ne kadar kara olduğunu herkese ispat etme fırsatıdır bu provokasyon yangını… Yangın faşistler tarafından kundaklama sonucu gerçekleştiği çok açıktır ama soruşturmayı yürüten polis malum nedenlerle kısa sürede, psikolojik sorunları olan Marinus Van Der Lubbe adında eski bir komünisti tutuklar, yoğun baskı ve işkencelere dayanamaması neticesinde Lubbe, kurtuluşun suçu kabul etmekte olduğuna karar verir ve kundaklamayı yaptığını itiraf eder, derhal mahkemeye çıkarılır ve yargılanır suç sabit görülür, idam cezası alır, yangından mal kaçırırcasına derhal idam edilir.

Yargılanan sanıklar arasında birisi daha vardır, Bulgaristan Devrimi’nin önderi Georgi Dimitrof’tur onun adı, eğitimini yarıda bırakarak başladığı matbaa işçiliği sırasında grevlerle tanışır, bu süreçte sosyalist kimliği gelişir ve pekişir, 1. Paylaşım Savaşı’nda, savaşması gereken askerleri savaşa karşı örgütlediği gerekçesiyle tutuklanır, bilahare Bulgaristan Komünist Partisi yönetimine seçilen Dimitrof, sonra gelişen olaylar neticesinde ülkeyi terk ederek, Yugoslavya, Viyana ve Berlin’de yaşayan Dimitrof, mezkûr Leipzig Duruşmaları ile de faşizmi yargılayan komünist olarak dünya tarihine geçer, 1949 yılında vefat eden “faşizme karşı birleşik cephe” adlı kitabı ile devrimci mücadeleye büyük katkı vermesinden ötürü de kendisini saygıyla analım, yeri gelmişken.

Sonuçları itibariyle; mahkeme sürecinde Reichtag kundaklamasının şüpheye yer vermeyecek şekilde Faşistler tarafından, siyasi amaçlarının gerçekleştirilmesi doğrultusunda gerçekleştiği ortaya çıkar, Dimitrov cezaevindeyken, sosyalistler, demokratlar Hitler faşizminin bu provokasyonunu teşhir ederek, yalanı ortaya çıkarırlar, konu ile ilgili ciddi yayınlar yapılmıştır. 3 ay süren duruşmaların ardından, uyduruk mahkeme heyeti bile kendi yalanlarına dayanamayarak, Dimitrof ve arkadaşlarını aklarlar.

Leipzig duruşmasının derinlemesine incelenmesi halinde, mezkur provokasyonun konu ile ilgili ve bilgili her birimiz için bir “de javu” olduğu kanısına kapılacak şekilde tanıdık geleceği aşikardır, provokasyon konusunda bir hayli başarılı çalışmaların yapıldığı Canım Yurdumda…

Pazar, Ekim 28, 2012

SÜLEYMANNAME KÜLLİYATI Bölüm 8

“Üs yok, tesis var”
İçimizdeki Amerikalıların en önemli örneği olan pek muhterem ve muhteşem zat; devri iktidarında ki 7 kez gelmiştir, lakabı olan Morison Sülo’yu hak etmek için temsiliyetine hiç ihanet etmeden, tek beklentisi olan başbakanlık karşılığında, Canım Yurdumun geleceğini hiç umursamadan hizmete devam etmiştir, kendisini Amerikanlığa o kadar kaptırmıştır ki uğruna gerdan kırarak etmeyeceği kelam yoktur, laf doğru yanlış ne önemi var, asıl olan anı kurtarmaktır kendisi için, nasıl olsa hafızası kısa olduğu artık binlerce kez ispatlanmış biz vatandaşlar var karşısında. Emperyalist paylaşım savaşlarının 2. sinden sonra kapitalist dünyanın sömürgeleri nezdinde, emperyalizmin jandarması rolündeki ABD’nin sempati ile görülmesi, iyiliksever bir ülke ve kapitalist dünyanın en büyük düşmanı gibi gösterilen Sovyetler Birliği’ne karşı kapitalist dünyanın koruyucu ve kurtarıcısı olarak algılanması için yerelde ülke yöneticileri tarafından, saldırganlıkların ve katmerli sömürünün üstünün gizlenmesi ve hoş gösterilmesi çabası doruktadır artık, neden çünkü yerelde iktidarlar artık Amerikaseverlerin elindedir.
60 lı yıllar toplumsal bilincin tavan yaptığı yıllar, ben değil biz demenin ahlak olarak tariflendiği yıllar, tüm dünyada olduğu üzere bizde de bir gençlik hareketi olarak başlayan, ama genelde ABD’nin ahlaksız saldırılarının önemli katkısı olduğu, özel de Vietnam savaşının gençlik içinde yaşanan Kore savaşı faciasından da etkilenerek, “bizim savaşımız değil” gerekçesiyle reddedildiği ortamda, ABD de siyahların son demlerini yaşayan eşitlik mücadelesi, kısıtlanmak istenen Üniversite özgürlük ve hakları için ivme kazanan, katmerli sömürünün artık sırıtması, geniş halk yığınları da tarafından da görülmeye başlanması, fabrika ve toprak işgallerine kadar varacak bir muhalefetin oluştuğu dönemdir, Canım Yurdumda muhteşem ve muhterem zatın Genelkurmay Başkanı konumundaki yoldaşının “sosyal gelişmeler ekonomik gelişmenin önüne geçti” analizi yapmasını gerektirecek bir dönemdir. Toplumsal bilincin artması demek, bilincin eyleme dönüşmesi demektir artık, toplumun üzerine serilmiş ölü toprağını silkelemesi ile birlikte başlayan uyanış, genelde ABD’yi özelde de onların uzantıları ve karşılıksız sevenleri yerel muktedirleri harekete geçirmiş, karşılıklı ve farklı platformlara bağlı olarak, söz ve eylem düelloları hız kazanmış, cilaları dökülmeye başlamış ABD imparatorluğunun asıl pozisyon ve amacının gizlenebilmesinin zorlukları yerel muktedirleri akıl ve izan dışı yalan ve propagandalara sürüklemiştir. Canım Yurdumda hızlı yaşanan bu uyanış ve silkiniş, bir tarafı ile inanılmaz hızlı bir biçimde uluslararası yayınların takibi, görece serbest tartışma ortamı, Üniversitelerde başlayan antiemperyalist mücadele örgütlü mücadele haline evrilirken, artık çene suyu pilavın muhalefeti frenlemekte yetersiz kaldığını gören ABD ve içimizdeki Amerikalılar, bir taraftan bizzatihi devletin kendisi diğer taraftan da sivil uzantıları vasıtasıyla saldırılarını arttırmaktaydı. Artık canım Yudum insanı bir yanıyla da güncel politika da kendileri adına söz sahibi olsunlar diye TİP’i (Türkiye İşçi Partisi) Büyük Millet Meclisine göndermiş, küçük bir grup halindeki TİP temsilcileri tam da tariflerden gelen muhalefetini etkili bir biçimde yürütmekteydi, diğer taraftan içimizdeki Amerikalı oluşları bir türlü gizlenemeyenlerin deşifre edilmesi sürecinde; TİP artık halkın o güne kadar duymadığı bir takım gerçekleri seslendirmeye başlamış, o kadar ki hatta, bir gün TİP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar “Ülkemizde Amerikan üsleri var!..” diyerek yüklenince içimizdeki Amerikalıların dönem temsilcisi Muhteşem zat “Üs yok, tesis var!..” diyerek üstlenmiş olduğu Amerika’nın şirin gösterilmesi rolünü oynamaktaydı. O rolü o kadar başarılı oynadılar ki muhterem ve muhteşem zat öncülleri ve ardılları artık bugün canım yurdumda, Amerikan üsleri var denilebilecek bir durum kalmamış çok şükür ve Canım Yurdumu topyekün bir üs haline getirmişlerdir ve ne yazık ki vilayet sayısından fazla üs bulunmaktadır ve kimse de sormuyor artık “komünizm” de yok, neden diye. Canım Yurdumun kendi devleti içinde bol miktarda ABD eyaleti gibi çalışmaktadır bu üsler ama kimsenin de umurunda değildirler, zaman zaman çevre ülkelerden terörist nitelendirmesiyle uçaklar dolusu getirilen insanlara işkence için merkez, zaman zaman bölge ülkelerinde kullanılmak üzere gizli ordu eğitim merkezi haline getirilmiştir, ne gam ne tasa…
Ama en traji-komiği ise pek Muhterem ve Muhteşem zatın izahatlarıdır aslında; TİP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar’ın Millet Meclisi’ndeki bir konuşmasında “35 milyon metre kare toprak işgal altında” diyerek Amerikan üslerini eleştirip bir soru önergesiyle de Amerika ile imzalanan ikili gizli anlaşmaların kamuoyuna açıklanmasını ister; tarihe geçecek şu açıklamayı yapar, “Baktık ki, Amerika ile yapılan gizli anlaşmaları tümüyle kapsayan bir dosyamız bile yok. Küçük rütbeli bir subayın, yüzbaşı düzeyinde bir Amerikalının imzaladığı anlaşmalardan tutun da, Türkiye’nin ABD’ye neler verdiğini içeren önemli anlaşmaların hiçbirinin metni elimizde değil”. Ama taraftarlarından ve ortaklarından kimse, “yahu nasıl oluyor bu, hani biz 17 devlet kurma geleneğine sahiptik” gibi kelam etmez. Körfez savaşı adıyla bize öğretilen ama aslında Irak işgali diye tarihe geçecek savaşta, aniden dünya basınında sınırlı da olsa ABD nin İncirlik-Adana üssünde atom bombası ve nükleer başlıklı bomba depoları var benzeri haberler çıkmaya başladı, necip Türk Milleti o zaman öğrenmeye başladı, kendisinden nelerin saklamaya çalışıldığını ama artık iş işten geçmiştir. Ama derler ya aşkın gözü kördür işte bu nedenle bu Amerikanseverlerin ve destekçilerinin gözleri kör olmuştur bu sevgiden (vallahi tamamen duygusal), bu ne aşk imiş be, ne aşkla bağlanmaymış be, üzerine binlerce kitap ve makale yazıldı gözü açılan yok.
Amerikan üssü ya da tesisi olmuş ne fark vardır da bu kadar önemseniyor bu farkın tebarüz ettirilmesi; aslında hiçbir fark yoktur pratik işleyişi ve çalışması açısından ama dönem antiemperyalist, antiamerikancı bir dönemdir, Vietnam savaşı başta olmak üzere Amerika’nın yaptığı her şeyin protesto edilmesi telaşa düşürmüştür bu amerikaperverleri, ABD Büyükelçisi Commer’in arabası bile temsiliyetine müstenit yakılmıştır, ABD 6. filosu protesto edilmiştir adeta bir kurtuluş savaşı benzeri ABD askerleri denize dökülmüştür. NATO ittifakıyız uydurmacısıyla vatanın her tarafında mantar gibi ABD üsleri tesis edilmiştir, kah NATO düşmanı ilan edilen Sovyetler Birliğini izleyeceğiz numarasıyla kah “etrafımız düşmanla çevrilidir” e inandırılarak, önceleri sadece lojistik destek verecek ekip ve ekipman derken sonradan fiili işgal güçleri konuşlandırarak ve propaganda ile de sanki Türkiye menfaati varmışçasına, aslında fiili durum vatanın her karışının işgalidir nihayetinde ama yerel muktedirlerin umurunda mı ki. Dün Sovyetler Birliğine karşı idi propagandasına karşın bugün İsrail’i İran’dan koruyacağız numarasıyla, ama fiili işgalin yürümesi için her dönem ama hep ehven yalan ve propaganda.
Emperyalizm ve yerel temsilcileri sömürü çarklarını çeşitli ama çelişkili yöntemlerle örtbas etmek istiyor dedik ya, bunun en önemli ayağı anlatılan masallara inanan insanlar bulmak sayılarını arttırmak onları partileştirmek, bu sayede de uyuşturup, uyutmaya devam etmektir. En çarpıcı ve açıktan sırıtan sömürü ilişkisini bile en masum anlatımlarla, hatta bunun bir bağımsızlık duruşumuşcasına yutturulması ve bunun toplumda büyük destek bulması ise çağdaş fareli köyün kavalcısı rolünün ne kadar muazzam yürütüldüğünün ifadesi olsa gerek. Peki; çağdaş fareli köyün kavalcıları muhteşem ve pek muhterem zat ile nihayetlendi mi, zinhar kendi izinden gelenler boynuzun kulağı nasıl geçebileceğinin ispatı gibi durmaktadır ortada,  dün de böyleydi, bugün de böyle ve korkarım ki değişmeyecekte.
Ne diyelim; bizi ve Canım Yurdumu bu vatan sevicilerin elinde oyuncak haline getirenlerin boynu altında kalsın.



Pazartesi, Ekim 22, 2012

SEVGİLİYE MEKTUPLAR


“Devrimi en çok, en güzel aşkları yaşamak için istedim” diyen, 12 Eylülün iç savaş koşullarında öğrenim hayatına devam edemeyen, sayısız defa gözaltılar yaşayan, 12 Eylül uyduruk mahkemelerinde idamla yargılanan, müebbet hapisle cezalandırılan, sonra da genel afla 1991 yılında bu esaretten kurtulan dostum Muhittin Çoban, “O büyük gün geldiğinde” ve “Bir aşk hikâyesi” adlı kitaplarından sonra 3. kitabı “Sevgiliye mektuplar” basımını gerçekleştirdi.
“Özlem” mengene gibi sıkan soğuk duvarlar arasında gün boyu yaşanan, derinden sarsan duygudur diye tarif yapan Muhittin; “Tozlu sokakları, sokak aralarında top koşturan çocukların ağulu seslerini, “kör olmayasıca, akşam baban gelir, görürsün sen’” diyen annelerin cazgırlığını, kaldırımlardaki insan selini, motosiklet seslerini, çamurlara bata çıka yürümeyi, kızlar köprüden geçerken suya atlamayı, sıçrayan suyla kızları ıslatmayı, önden tomurcuk memelerine, arkalarından yuvarlak kalçalarına şaşı oluncaya kadar bakmayı, faşistlerle kavgayı, mahallede olası faşist saldırıya karşı nöbet tutmayı, özgürlüğü özlersin ve varsa sevdiğin, sevdiğini özlersin. Kısacası yapamadığın her şeye karşı özlem yüklüsündür. Günler, aylar, yıllar uzadıkça özlemin daha da ağırlaşır, dayanılmazlaşır, ızdırap verir. Bir de sevdiğin uzaktaysa, gelemiyorsa her görüş günü görüşüne kaldırmaz, dayanamaz buna yüreğin, taşıyamazsın.” diye özetler özlemin boyutunu.
Başka bir yerde ise sevgilisine kavuşma özlemini “bir gün şu duvarları aşıp, tel örgüleri parçalayıp, tıpkı Ceyhan nehrinin denizle buluşması gibi, özlemle, çoşkuyla sana doğru akacağım ve sana kolundaki ülgerlerden, dudağındaki rujdan, gözündeki yaştan daha yakın olacağım. Sigaranın gri dumanı gibi, içine süzülüp taht kuracağım yüreğinde. İşte o zaman seni, özgürlüğüm kadar, kavgam kadar ölesiye seveceğim ve her mevsim açan hiç solmayan çiçeğim olacaksın benim.” diye tarifler.
Doğa: huzur
Huzur: yüzün
Yüzün: deniz
Deniz: saçların
Saçların: newruz
Newruz: özgürlük
Özgürlük: hedef
Hedef: gözlerin
Gözlerin: renk
Renk: tenin
Tenin: çiçek
Çiçek: gül
Gül: dudakların
Dudakların: mutluluk
Mutluluk: yanında olmak
Yanında olmak: kavga
Kavga: yaşamak
Yaşamak: başak
Başak: çoğalmak
Çoğalmak: söz
Söz: seni seviyorum;    olur Muhittin kardeşim için.


Yine bir başka yerde; Muhittin, “ilk anımsayışım, bugünün 8 mart oluşunu…. Bugün senin günün, bugün annemin günü, bugün ablamın günü, bugün çırçır fabrikasında çalışan kadınların günü, dayaktan inleyen, cinsel obje olarak kullanılan kadınların günü…” diyerek dünya kadınlar günü üzerinden hayalinde yarattığı meçhul sevgilisine özlemini anlatmaya devam ediyor.
Bir kartpostal yazımında şu cümleler yer alıyor; “bir tanem, bir bir tahliye oluyorlar profesörleri, emniyet amirlerini öldüren, Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta katliam yapanlar; hayali ihracatçılar, vergi kaçırıcı vatanperverler ve adli (kader) mahkûmlar. Meclis, şartlı tahliyeyle bir kez daha ödüllendirmiş oldu vatanperverlerini. Biz “vatan hainlerine” ise, vatan hainliğine devam ettiğimiz için “yatın” dediler. Kavuşmamızı bir süre daha erteleyeceğiz, elimizde olmayan sebeplerden dolayı. Vatanımıza, milletimize hayırlı olsun. Sana da, bana da, bize de geçmiş olsun. Umutla kal… Aşkla kal… Daima benle kal aşkım…”
“Yalanlarla örülü bir yaşamın içinde, gelmeleri gitmeleri, duraklamaları, heyecanları, kavgaları, sevgileri inatla ve huzur içinde, hiçbir tedirginlik duymadan, doğallığıyla ve kanıksayarak yaşıyoruz” diyerek te sevgiyi genelleştirerek devam ediyor.
Kitap kolay ve hızlı aynı zamanda akıcı ve keyif alınarak okunacak nitelikte…
Kitapçılarda bulmak çok zor, D&R dan internet ortamında satın almak en kolay yol, kitabı edinmek isteyenler açısından…
İyi okumalar


Cuma, Ekim 19, 2012

BAĞLARARASI ARKEOLOJİK ALANI ve SİT ALANI UYGULAMALARI-2

23 Nisan 2012 tarihinde “BAĞLARARASI ARKEOLOJİK ALANI ve SİT ALANI UYGULAMALARI” başlıklı yazım üzerine mezkûr alanda mağdur olmuş okuyucularımızdan Mehmet Yerli bir mail gönderip derdini ve konu ile ilgili yaşadıklarını ve sonuçta oluşan mağduriyetini uzun uzun anlatmış ve olduğu gibi yayınlıyorum. Ben kendimi konu ile ilgili taraf addetmiyorum ama özellikle Çeşme genelinde gerek doğal gerekse de arkeolojik SİT konusunda zarar görmüş birisi olarak ta yaşananların facia boyutunda olduğunu da biliyorum. “Bizden” olanların konuyu sonuçlandırmaktaki hızını ve maharetini, “Ötekilerin” ise işinin görülme sırasının bir türlü gelmemesini hayretle izlerken, bu haksızlıkların önüne bir türlü geçilemiyor olmasını da iyi niyetle izah edilecek olmaktan çok uzak olarak değerlendiriyorum.
Sayın Mehmet Ruhi Çelik bey. yazılarınızı okudum tebrik ediyorum. Merhum Tümer Tütüncüoğluna ait 5247 ada 1 parsel 2005 yılında 1 nci derece sit çeveresi 3 ncü derece korumaya alınmıştır. 5238 ada 4 parsel 2001 yılında 1 derece sit çevresi 3 ncü derece korumaya alınmıştır. Doğru karar fakat 3 ncü derece sit kapsamında kalan 5236 ada 2.bize ait 3 ve 4 numaralı parsellere bina yapmak üzere 2004 yılında karar aldık.Çeşme müze müdürlüğü denetiminde kazıldı. olumlu rapor yazıldı.bu raporu beyenmeyen Prof.Dr.Hayat Erkanal ve Çeşme nin Arkedoloğu Hüseyin Vural.ın sit kuruluna 05/08/2004 tarihinde müracat ederek kazının yenilenmesi sağlanmış. 1645 sayılı kurul kararı ile çevresi 3 ncü derece korumasız 1 nci derece sit ilan edilmiştir.
 İlgililere soruyorum. Şaraphaneye sözüm yok bu yerlerin çevresi 3 ncü derece korumaya alınmadığı için yapılaşmaya gidilmiştir. 01/07/2005 ve 31/07/2005 tarihleri arasında yerlerimiz kazılıyor Prof Dr Hayat Erkanal hoca 10 ay sonra raporunu kurula veriyor 1 yıl sınra 3 ncü derece korumasız 1 derece sit uygulamasına geçiliyor ama çevresi yapılaşmaya devam eder ve etmiştir.
 Çeşme tarihi Kervansarayın yanında olan ,1993 ve 1998 yıllarında alınan ilke kararı gereği aralarından yol geçse dahi kurumdan izin alınmadan bina yapılamaz kararına karşılık bir adet 3 katlı bina 2 adet te 2 katlı bina yapılmıştır.Arkeoloğ Hüseyin Vural’ın yeri ise kimse müdahale edemez istediği gibi binalarını yapar biz ve merhum Tümer Tütüncüoğlu binalarımızı yapamayız.Çeşme Liman höyügünü 317 metre karelık alan temsil etmektedir.İlgililere duyurulur.Şikayetlerim üzerine Hüseyin Vural Bergama Müze Müdürlüğüne atanır ataması 9 ay sonra gerçekleşir fakat ne hikmetse bu vatandaş bakanlar kurulu kararı ile Çeşme Bağlar arası kazı komserliği görevine getirilir..Yetkililere duyurulur.bunun sırrı nedir.
Teşekkürler M.RUHİ ÇELİK bey.
Mehmet Yerli
Kendisi ile ayaküstü yaptığımız kısa bir konuşmadan sonra gönderdiği mailde de aynı şeyleri tekrar etmiş okuyucumuz.
Bilmeyenler olabileceği nedeniyle; daha önceki yazımda mezkûr bölgenin adreslemesi için şöyle yazmıştım. “Çeşme Bağarası (Bağlararası) arkeolojik kazı alanı; Çeşme limanının dün 50 mt. bugün 100 mt. uzağında yer almakta ve denizle başlayan Çeşme ovasının tam merkezini oluşturmaktadır.”
Ayrıca; “2000 li yılların başında Bağarasında (Bağlararası) konumuzu oluşturacak arsa üzerinde mahalle ve çocukluk arkadaşlarımızdan Tümer Tütüncüoğlu nihayet artık benim de bir evim olacak sevinciyle planladığı konut inşaatı için temel kazılarını yaptırmaya başlayınca bazı duvar ve arkeolojik buluntuları bulunuyor, hemen haber verilen Çeşme Müze Müdürlüğü yetkilileri kazı çalışmalarını durduruyor ve duvar kalıntılarının ve arkeolojik buluntuların Tunç çağına ait olduğu anlaşılıyor, İzmir Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu tarafından mezkûr arsa ile etrafındakiler SİT alanı ilan ediliyor ve inşaat yasağı konuluyor.” ve “Çeşme’nin şimdilerde prestijli konut alanı durumundaki Bağarasında (Bağlararası) bir evim olacak hayalini kuran ancak malum nedenlerle gerçekleştiremeyen, çocukluk ve mahalle arkadaşımız Tümer Tütüncüoğlu uzunca bir süre burayı ilgili bakanlığa devretmek ya da başka bir arsa ile değiştirmek gibi girişimlerde bulunuyor ancak sonuç yok, ne yazık ki hayalini gerçekleştiremeden aramızdan ayrılıyor Tümer, şimdilerde yıldızlardan bakarak hala bir gelişme olmadığı için de orada da rahat olamıyordur.” diye yazarak oradaki arsa sahiplerinin dramına kısaca değinmiştim.
İlaveten; “Neden bu ülkede benzer durumlarda ki benim de katıldığım hızlı ve doğru şekilde davranan mevzuat efendiler, her şeye para bulan deve dişi gibi kocaman yetkililer, bulunan ya da ilan edilen doğal SİT, Arkeolojik SİT vs. gibi alanlardaki özel mülkiyet hakkı konusunda duyarsız olurlar, sorunu aslında yurttaşın sorununu, çözümü duyuna havale ederek çözmezler, anlamak kesinlikle mümkün değildir. Deve dişi gibi yetkililer; siyasi otoritenin çıkardığı yasalara rağmen ki bu yasalar trampa, kamulaştırma gibi çözümleri öngörür ama bir türlü sonuç alınmaz, ya müracaatınız kabul edilmez, müracaatınız kabul edilir talebiniz bir yerde dondurulur, talebiniz dondurulmasa sonuçlandırılsa bile, kamulaştırma için ödenek bulunamadı ya da ödenek beklenmekte, trampa için uygun arsa bulunamadı ama aranmaya devam edilmektedir hatta sizin bildiğiniz yerler varsa bize bildirin gibi trajikomik bir dolu hendek oluşturulur, atlat atlatabilirsen deveye durumu anlayacağınız.” diye yazmıştım.
Bizden önceki kavimler ve kültürleri, kökenlerimiz hakkında merak ettiğimiz detayları, uygarlıkları, insanoğlunun kayıtlı tarih öncesinden günümüze kadar ulaşabilen kent kalıntıları sayesinde mimari gelişimini, bulunan eşyalar ile de yaşam kültürlerini, gelişmeler ile insanoğlunun geliştirdiklerini anlamamıza yarayan buluntulardan en önemlisi sayılan arkeolojik kazılar neticesinde elde ettiklerimiz olup, bu tespit edilen alanın kamulaştırılması ya da trampası konusunda neredeyse toplumun çok önemli bir kısmı hem fikirdir, geri kalan göz ardı edilebilecek azınlık ise zaten ne yapılırsa değişmeyecektir. Canım yurdumun neresinde toprağı kazarsak kazalım tarih fışkırıyor ve yukarıdaki gerekçelerle de bunlara behemehâl sahip çıkılmalı, etrafı çevrilerek koruma altına alınmalı, bu sahiplenmeyi çok doğru buluyor ve sonuna kadar da destekliyorum ancak bu alanların ve buluntuların sahibinin durumuna göre tarih ya da değersiz taş parçası gibi bilimsellikten uzak nitelenmesine ve buram buram kayırma ve nemalanma kokan şekilde toplum tarafından yakıştırılmasına mahal vermemek için de bilimsel bir ölçü olmalı ve bazı odaklarının taleplerine prim verilmemeli ve kolayca da anlaşılacağı üzere; Arkeolojik SİT alanlarına inşaat yapılabilen insanlarımız ile hiçbir endemik değeri olmayan ve yalnızca kültür bitkisi yetiştiriliyor olmasına rağmen arazilerinin doğal SİT alanı yapılmış insanlarımızın birbirlerin durumunu nasıl algıladıklarını uzun uzun anlatmamıza gerek yok, “zengin arabayı dağdan aşırır fakir ise düz ovada yolunu şaşırır” hikâyesi, tabii ki bu film çok tutulunca sınırsız sayıda devamı çekilmektedir.
Ne diyelim;

Devlet-i Osmanî ahalide terfi-i temayüz ilim irfan ile olmaz,
TERFİ ya olacak kuvvetli iltimas,
ya olacak madeni haz,
ya da olacak ten ile temas…
Konu ile ilgili yetkililer, konuya gereken özeni ve önemi sadece değerinden ötürü göstermeli, bizdendir ya da bizden değildir değerlendirmesinden azade olarak görev yapmalılar, ayrıca nasıl olacağını da pek bilememekle beraber kanunlar da bu kadar geniş yorum ve kanaat oluşumuna açık bırakılmamalıdır ki; tıpkı çocukken büyüklerimiz birkaç çocuğun bulunduğu ortamda birine diğerini işaret ederek “tut şunun burnunu” der ve tutarken biz çocuklar da tutarsın tutamazsın diye kavgaya tutuşurduk ya zinhar böyle olmasın; ne gereği var bir arkeolog ile vatandaş arasında bu kadar olumsuz ve gergin ortam oluşmasına.
Diyelim ki; yasalar şöyle böyle ve bol miktarda yoruma açık; eeee  yılda bilmem kaç yüz yasa çıkarmak ile öğünen muhteremler yapın yeni düzenlemeleri geçin bu mağduriyetlerin önüne.

Pazartesi, Ekim 15, 2012

AYDIN GEZİSİNİN ARDINDAN

Türkiye’nin en önemli kültür varlıklarından 1.000 den fazlasına sahip olduğu bilinen, incir, zeytin, pamuk ve kestane üretiminde ülkemiz sıralamasında en önde gelen, tarihte çeşitli dönemlerde büyük imparatorlukların merkezlerinden biri olmuş, Osmanlı döneminde ise önce eyalet, sonra sancak, daha sonra ise İzmir, Manisa, Muğla, Antalya, Isparta sancaklarının bağlı olduğu eyaletin merkezi olarak kavimlerin tarihsel hareketlerinde hep gözde bir yer tutmuştur, bugünkü adıyla “efeler diyarı” Aydın; Menderes ırmaklarının alüvyonlarıyla doldurduğu çok verimli ve yemyeşil ovasında yüzyıllara tanıklık etmektedir, Traklardan, Kayralılardan, Hitit imparatorluğundan, Dorlardan, Perslerden, Makedon imparatorluğundan, Bizans imparatorluğundan, Selçuklu İmparatorluğundan, Menteşeoğullarından, Aydınoğularından, Osmanlı imparatorluğuna kadar, sanat, felsefe, sosyal bilimler, tarım ve mimaride çok önemli yerler işgal ederek. Aydın adı duyulur duyulmaz bugünlerde; hemen efeler diyarı olduğu akla gelir, bilindiği üzere “Efe” (ler); zeybeklerin reisi konumunda olan ve kökeni de Osmanlı İmparatorluğunun, siyasi ve iktisadi çözülme döneminde merkezi otoritenin baskılarına ve haksız uygulamalarına başkaldıran direniş örgütüne dönüşen bir geleneğe sahip olup bu niteliği ile anti-emperyalist Milli Kurtuluş savaşımızda Ege bölgesi düzeyinde inanılmaz katkı sunarak haklı onurun sahibidirler.
İl merkezinin; bir deniz ve zeytin deryası olduğu ziyaretçileri tarafından hemen gözlemlenmektedir, özellikle Çine tarafına yol aldığınızda dağ bayır zeytin ağaçlarıyla dolu, kilometrelerce yol alıyorsunuz sağlı sollu zeytin ormanları, insan inanılmaz keyif alıyor bunları görünce. Ancak; ekonomik refah zeytini yetiştirene, yağını üretene nasıl yansıyor, bu konuda, etrafınıza bakınca anlıyorsunuz durumu, fazlaca kelama hacet yok. Benim gezimden sonra tesadüfen henüz yandaş olmayan bir TV kanalında yöre köylülerinin konuşmalarını görünce, milletin efendilerinin de bir görüşü olduğunu fark ediyorsunuz ama refahın hayatlarını kolaylaştırmak için kullanılmadığını da üzülerek görüyorsunuz, ne diyelim, gelin kızımız gibi hem ağlar hem giderler.
Bugün Aydın’ın sokaklarını baştanbaşa dolaştığınızda, bu kadar muhteşem tarihsel geçmişe rağmen, camiler dışında geçmiş yüzyıllara ait herhangi bir yapı kalmadığını büyük bir hayal kırıklığı ile gözlemlemektesiniz,  nerde o Osmanlının Sancak ve Eyalet merkezi olmasının ihtişamını yaşatan ve yansıtan yapılar, Trabzon, Kütahya, Amasya, ya da Manisa’da benzerlerine çokça rastlanılanlar. Bence; Aydın’ın en büyük talihsizliği Adnan Menderes’in başbakan olması ve Aydın’ı komple yenileme çalışmasıdır. Adnan Menderes’in başbakan olduğu günlerde koruma mefhumu ve kültürü henüz keşfedilmemişti necip Türk Milletince, özellikle gâvur mabetleri ve evleri yorumuyla bu ortak sayılacak eserler nasıl yıkılır, yok edilir ya da yeni yapılar nasıl oluşturulur dünya âleme göstermek gerekiyordu ve gösterdiler. Gerçi yabancı değillerdi, atalarının da böyle davranmış olması hasebiyle de uygulamada hiç yabancılık çekmediler. İşte o gün bu kentsel dönüşümden (!!!!) nasip alarak kazandığını zannedenler bugün çok geçte olsa neleri kaybettiklerinin farkına varıyor ya, ama, çok şükür artık Rum evi yok, gerçi Osmanlı evi de kalmamış ya… Ama inanıyorum ki bugünkü düzeyde koruma bilinci gelişmiş olsa imiş o dönemde, yapılan o yıkım ve yok etme, hatta bir anlamda iz silme yaklaşımı asla olmazdı diye düşünüyorum, ya da Adnan Menderes bugün hala hayatta olsa inanıyorum ki kesinlikle böyle davranmaz idi… Bu biraz sizi seçenlerin beklentisi ve sizin politika yapma tarzınızla ilgili herhalde, hayal ile yaşamak istiyorsanız ya da goygoy politikacıysanız, sonuç bu oluyor haliyle normal olarak ve hele de AMERİKA’ya benzeyeceğim diye tutturuyorsanız, illaki Küçük Amerika olacağım diyorsanız, tek ezberiniz bu ise, hayatta intihalden başka yol bilmiyorsanız, asar-ı atika neyinize derler adama. Dönem öyle bir dönemdir, canım yurdumu “küçük Amerika” yapmak isteyen zihniyet artık iktidardır, memlekette olabildiğince Amerikan muhipleri yaratılması esastır ve bu minvalde çok ciddi ekonomik, siyasi ve kültürel çalışmalar yapılmakta, dönüşümler sağlanmaktadır, tüm bunların yansıması mimarlık ve şehircilikte de kendini göstermektedir. Model Amerika olunca da; en eski yerleşimi bile bir yüzyılı geçmeyen yerde, ören yerleri, arkeolojik alanlar ve kültürel değerler adına ne alınabilir ki.
Her şeye rağmen; Kentin dışında kalması, belki de sadece zeytin tarımına elverişli olması hasebiyle de; Kuşadası, Didim gibi dünya çapında tarihi, kültürel ve turistik merkezlerin olması nedeniyle de maalesef öne çıkamamış; ilk Kayra Devleti başkenti Alinda, antik Kayra kenti Alabanda ile Aydın’ın tarihteki ilk yerleşim merkezi durumundaki Tralleis ten kazılar ilerledikçe tarih fışkırmaktadır yeraltından, tarih, doğa, kültür ile ilgili her insanın ahir ömründe mutlaka görmesi gereken yerler olarak değerlendirmekteyim buraları…
Canım Yurdumun 1866 yılında inşa edilen ilk demiryolu hattı İzmir-Aydın arasında olmasına rağmen, bu hat ne yazık ki yeterince etkin kullanılamıyor olmasının gerekçesi; dün “demiryolları komünizmin, karayolları hür teşebbüsün ifadesidir” diyen zihniyetin bugün hala daha yetki sahibi olmasından kaynaklanıyor olmalıdır. Yine bu alanda da küçük Amerika olalım fikriyatı ağır basınca, bugün çok kolayca görüleceği üzere tüm ovaların göğsüne hançer saplanması gibi otoyollar yapıldı güzelim ve verimli ovalarımıza, yollar ovada olunca kentler hızlı şekilde ovaya indi, önemli ölçüde deprem riski alınması yanında tarımsal alanların hızlı şeklide tükenmesi ya da kirlenmesi gündeme geldi.
Diğer kültürleri anlamamız ve değerlendirmemiz, kökenlerimiz, uygarlıklarımız, gelişmelerimiz ve geliştirdiklerimiz hakkında bilgilenmemize yarayan buluntulardan en önemlisi sayılan yeraltından çıkarılan tarihsel ve kültürel hazineler fışkıran canım yurdumun ekonomik takati ve kudreti ne yazık ki bu kadar arkeolojik alanı, kazılarını tamamlayarak konuyla ilgili olanların gezisine açmak için yetersiz kalmaktadır. Denilebilir ki; ülkede iddia edildiği kadar ekonomik talan yapılmamış olsa, talan edilen ekonomik değer bu çalışmaları tamamlamaya yetebilir, talan edilen değerlerin büyüklüğü konusunda uzmanlardan anlayabildiğimiz kadarıyla bu iddia akla ve aritmetiğe de uygun görünmektedir, ancak yine de bu kadar alanın kazısının tamamlanması, açık ya da kapalı alanlar yapılarak ilgili eserlerin koruma altına alınması, güvenlik tedbirlerinin devam ettirilmesi, devasa bütçelere tekabül etmekte ve temini bugünkü gerçekler içinde de zor görünmektedir.

Cumartesi, Ekim 13, 2012

REFERANDUM - ÖZERKLİK - BAŞKANLIK


Gündemin savaşa kilitlendiği dönemde, TBMM de önemli bir kanun sayılabilecek “Büyükşehir Kanunu Taslağı” görüşülmekte ve ilk bakışta da son derece masum görülen ama şeytanın avukatlığına soyunarak bakılacak olursa uzun vadede de müesses nizamın temellerine konulan dinamit olduğu kabul edilecektir. Anayasa Mahkemesinden dönen bir önceki yasa ile devamı niteliğindeki bu yasa ile birlikte neler geliyor derseniz anladığım şu; evvel emirde mevcut Büyükşehir Belediyeleri ile yeni ihdas edilenler o ilin tüm sınırlarını kapsamak bilahare de Valilik yetkilerinin Belediyelere devri nihayetinde de birkaç ili birleştirerek eyaletler oluşturmak vs. vs. Büyükşehir Belediye sınırları içinde yerel parlamento niteliğindeki “İl Genel Meclisleri” yerine muhtemelen belediye meclisleri ile aynı anlamda devam edilecek, ayrıca yasa kapsamında belde belediyeleri de kapanacak, bu şimdilik her ne kadar sonuçları şu andan kestirilemeyecek yollar açıyorsa da canım yurdumun siyasi ikbaline, bizim için şimdilik önemli olan tarafı Çeşme İlçemize bağlı Alaçatı Beldesinin belediyeye sahip olma hakkını yitiriyor olmasıdır.
CHP genel Başkanlığı; TBMM de yakın zamanda kabul edilmesi beklenen mezkûr yasayla kapatılması öngörülen belde belediyelerinde önce kendi partisine ait yerler olmak üzere bilahare de diğer partilerin başkanlık yaptığı belediyelerin yönettiği beldelerde seçmen kütükleri esas alınarak referandum düzenleyeceğini açıkladı, bu anlamda önemli turistik beldemiz Alaçatıda bu pazar (14.10.2012) bu önemli çalışma yapılacaktır. Tabii ki CHP nin beklentisi; katılımın yüksek olması ve önemli ölçüde hayır oylarının çıkması, bakalım hep beraber yaşayıp göreceğiz neler olacağını… Duygusal açıdan ben;  son yıllarda yerli ve yabancı turistlerin göz bebeği haline gelen Türkiye’nin en önemli Turizm beldesi Alaçatı’nın bu haliyle kalmasını yani mevcut statüsünü korumasını tercih ediyorum, ama siyaseten ve ahlaken Alaçatı halkı saygı duyulması kararı vermelidir ve sonuç ta saygıyla karşılanmalıdır.
Bu referandumuna muhalefetin beklediği canım Yurdumun siyasi ikbali açısından önemi harbiyesi olmayan bir referandum olarak bakmak mümkün ama iktidarın da buna saygı göstermesi gerekmektedir kanımca, hem kanımdan hem de beklentimden çok uzakta olduğumu da biliyorum. 
Konuyu düşündüğümde genel anlamda kendimi yasaya muhalif ya da muafık olarak hissetmiyorum ve bu anlamda da taraf olmadığımı hemen belirtmeliyim, merkeziyetçiliğin ve adem-i merkeziyetçiliğin nasıl gerçekleştirileceği benim açımdan daha önemlidir, demokratik ve halk için olmadığı sürece ha o olmuş ha bu olmuş. Ancak şu anda en önemli sıkıntısı 2 li bir hukuk öngörüsü çerçevesinde canım yurdumun bir bölümü bu şekilde diğer bölümü ise eski sisteme göre yönetilmeye devam edecek, devlet rutinleri açısından, memur tayinleri ve onların alışkanlıkları açısından vs vs.
26.01.2011 tarihli yazımda “Aman ha sakın bana yahu Çeşme kim bağımsızlık kim demeyin… Çeşmenin bağımsızlık geçmişine bir bakalım… MÖ III yüzyılda İyonya’daki 12 bağımsız başkentten biridir ve merkezide Erythrai’dir. Bilahare Pers işgaline ve egemenliğine karşı; diğer İyon kentleri ile birlikte ayaklanmış, Büyük İskender’in Persleri Anadolu’dan uzaklaştırması ile bağımsızlığını tekrar kazanmıştır.
Şimdi bunlar hayaldir diye ısrarla yazıyorum ya birileri de bunun suç olduğunu söyleyebilir ama Anayasa Mahkemesi eski Raportörü Doç. Dr. Osman Can, ki kendileri şu an yaşadığımız ileri demokratik ortamın mimarlarındandır, Diyarbakır’da katıldığı “Anayasa Paneli”nde “Örneğin Anayasanın değiştirilemez maddeleri diye ilginç şeyler var. Ya başkentin Ankara olmasını kim bize sordu. Babalarımız ve dedelerimiz karar vermedi bildiğim kadarıyla” demiş ya. Oda kocaman ve pek parlak hukukçu ve muktedirlerin akıldanesi ya, kesinlikle suç işlemez diye düşünüp, cesaretlenip bu kelamları ettim. Affola…
Haydi, hoş geldiniz Çeşme Cumhuriyetine…” diye yazmıştım ya, haydi yeniden ve tam yol ileri, ÇEŞME DEMOKRATİK ÖZERK CUMHURİYETİ….
Yazının tamamı http://sosyalyasamdaalternatif.blogspot.com/ adresinden ilgili başlıktan okunabilir.

Pazar, Ekim 07, 2012

SKANDAL YARGILAMALAR – 2 ROSENBERGLER


Dünyadaki tüm kötülüklerin planlama ve icra mahfili durumunda olan ABD, lokomotifi olduğu bloğun çıkarlarını korumak adına esasen de kapitalizmin dünya çapındaki katmerli sömürüsünün devamı adına her türlü nifak, hile, hurda ve desise üretim tesisi gibi tüm kurumlarıyla kendilerinden olmayanlara saldırı halindedir, dün de böyleydi bugün böyledir yıkılmadığı takdirde yarın da böyle olacaktır ne yazık ki… ABD, II. Paylaşım savaşı olarak literatürdeki yerini alan büyük savaştan sonra dünyanın yeni şerifi olduğunu açıktan beyan eder, artık dünyanın başına bela olacak, hacı kıran baş kesen edasıyla, sosyalizmin tesisini ve yükselişini de bahane ederek, uygulamaya başladığı soğuk savaş konseptiyle, toplumlar ve devletlerin ya kendilerinden “taraf” olacağını ya da düşmanları olarak “bertaraf” olacağını açıktan ilan eder. Soğuk savaş konseptine uygun yöneticiler bulunur, yetkilendirilir, toplum büyük bir öcü ile karşı karşıya kalmıştır korkusu yaratılarak ve özellikle tarihe “McCarthizm” olarak geçecek faşizan saldırılar başlatılmıştır. Faşizmin, gericiliğin temsilini üstlenen “McCarthizm” dönemin ABD sinde, ekonomik krizin çözülmesi için yaratılan savaşın da, sorunları çözememesi üzerine, aşırı derecede askerileşmiş ekonominin ayak takımları arasında yol açtığı yoksulluğun önüne geçilememesi, faşizme karşı direniş eğilimlerinin güçlenmesi, hatta ABD Komünist partisinin gücünün mevcut durumundan birkaç yıl içinde yaklaşık 10 kat artması kaygıları iyice arttırmıştır. ABD yönetimi; hiçbir zaman vazgeçmeyeceği taktiği olan “pireyi deve, deveyi pire yapma” provokasyonlarına dayalı McCarthy gibi faşist politikacıların da desteğiyle yaratılmış olan komünist umacısı üzerine çullanmalıdır, artık “Polis devleti” uygulamaları başlamıştır, genelde adalet ve özelde de Mahkemeler de bu kapsamda muktedirlerin karşıtlarını yok etme, kendi saltanat ve sömürülerinin devamının aracı haline gelmiştir. Artık, ABD içinde tüm yurttaşların özgürlüklerine, temel anayasal haklarına ve zaten bunların kırıntısının bile ABD açısından rahatsızlık yarattığı diğer ülkelerde tam bir saldırı ve terör yaratılmış, sürek avına dönüşen şekilde, Sosyalistler, Demokratlar, ilericiler ve en nihayet kendilerinden olmayan herkesi kapsayan deyim yerindeyse tam bir “itlaf” harekâtı başlamıştır. ABD içinde kendilerinden olmayanların derdest edilmesi sürecinde; onbinlerce FBİ elemanı, bir o kadar da Maliye elemanı başta olmak üzere, askerler, polisler ve özel güvenlikçi görev alıyor, tam bir “ya tam susturacağız ya kan kusturacağız” ortamı yaratılıyor, yüzbinlerce insan tutuklanıyor, önemli bir kısmı önemli cezalara mahkûm edilerek cezaevlerinde çile dolduruyor, bu insanların önemli bir kısmı işsizdir, fişlenmiştir artık ABD nin ali menfaatleri açısından ötekilerine hayat hakkı yoktur, bu kapsamda önemli sayıda insan idama mahkum edilir, mezkur kampanya neticesinde bir komplo ile tutuklanan, tarihe hukuksuzluğun en önemli örneklerinden biri sayılan bir şekilde yargılanan ve idam cezası verilenlerdendir, Ethel ve Julius Rosemberg.

Şu günlerde de yine ABD yine aynı konsept ancak bu sefer kişiler düzeyinde değil ülkeler düzeyinde ve artık kesinlikle yargılamaksızın infazlar gerçekleşmektedir ve ne yazık tüm dünya da bu haksız ve rezil durumun seyircisidir. Diğer taraftan konsept aynı kalmakla birlikte aktörlerini değiştiren ABD “devleti yıkıcı faaliyetlerden koruma” adı altında kendi ülke sınırları içinde de her türlü melaneti çevirmekte olup, modası hiç eskimeyen bu senaryoları da sürekli yutturmaktadır.

ABD'nin mezkûr dönemde tüm dünyayı tehdit ederken elindeki en önemli araç “atom bombasıydı”, bunun nasıl bir güç olduğunu zaten daha çok kısa bir süre önce Hiroşima ve Nagazaki kentlerinin yok edilmesinde kullanarak göstermişti, ancak Sovyetler Birliğinin de bu alanda başarılı denemeler yapıyor olmasının telaşı ile de, dünya çapındaki esas oğlan rolü yıkılabilir kaygısıylada, ABD nin psikolojisi iyice bozulmuş, Faşist McCarthy ve FBI ın önderliğinde, hem ibret teşkil etmesi hem de yitirilen psikolojik irtifanın telafisi adına, Sovyetlerin atom araştırmalarının bilgi kaynağının olsa olsa ABD deki “Bir Rus casusluk şebekesi” vasıtasıyla devşirilmiştir saikiyle, soğuk savaş paranoyasının etkisiyle sosyalistlerin, devrimcilerin demokratların üzerinden bir buldozer gibi geçirerek, bir anlamda da geleceğe ibret, muhaliflere de kendinize gelin bakın bunlar her an sizin de başınıza gelebilir, bizle birlikte olmazsanız hiçbirinizin garantisi yoktur gösterisi içinde, nükleer bilgi casusluğu yapılıyor yaygarasıyla da düzmece mahkeme süreçleri başlatılıyordu.

Bu mahkeme süreçlerinde binlere insanın yanında, ABD lilerin çok övündükleri adalet sistemlerinin ve mahkemelerinin uyduruk ama kesinlikle muktedirlerin ikballeri ile tevhit ettiklerini ispat edercesine, sadece ABD komünist partisi üyesi olmaktan başka hiçbir veballerinin olmadığı bugün bile tartışılmayan, uyduruk tanıklıklarla, uydurulan delillerle dönemin tam da ruhuna uygun atmosferinde akılları, gözleri kör ettiğinin ispatı biçimiyle Ethel ve Julius Rosemberg, adeta, devrimci işçilerle birlikte olmanın, işçi hakları için mitinglere katılmanın, buralarda şarkılar söylemenin, sosyal ve siyasal yaşamda aktif olmanın bedelini ödemişlerdir.  Artık onların nezdinde, sendikal haklar için mücadele, işçi hakları için miting, sosyal ve siyasal hakların herkes için tesisini istemek mahkûm edilmiş oluyordu, adeta malumun ilanıydı bu ama beyin ve akıl körü olanların bunu görmesi imkânsızdı tabii ki.  Bu insanlar “Atom bombası” bilgilerini Ruslara veriyorlardı ama bu bilgiler kimden alınmıştı, bu bilgileri aldıkları kişi konuyla ilgili ne kadar bilgiliydi, bu kişiler atom bombasının fiziği, kimyası ve matematiği ile ne kadar ilgilidirler ki bu bilgileri aktarabilsinler, bu bilgiler kibrit kutusumudur ki böyle cebine koy çık git bu kadar sıkı korunan yerden, peki bu koruma nasıl bir korumadır ki bu kadar kolay atlatılıyor vs. vs. akli sorgulamalardan azade bir süreç yaşanmıştır. Mahkeme komedisi daha doğrusu kara mizahı ile ilgili daha fazla bir şey söylemeye yer olmadığı çok açıktır, zaten tek ve en önemli tanık durumundaki sahtekâr yıllar sonra “mahkemede yalan söylediğini, Ethel ve Julius'un suçsuz olduğunu yıllar sonra itiraf eder”. Hatta Amerikalı sahtekârların, “suçunuzu kabul edin idamdan kurtulun” gibi telkinlerde bulundukları, o kadar ki teklifin defalarca yinelendiği her seferinde mapus kalacakları sürelerin tenzil edildiği bugün, kitaplara, tiyatro oyunları ve filmlere konu olması kadar ciddi politikacılar tarafından bile dillendirilmektedir. Suçu kabul ederlerse affedileceklerine yönelik gelen son teklif sırasında Ethel Rosemberg; “ey yoldan çıkmış para yiyiciler, ey satılmışlar, ey bu güzel dünyamızı kirleten iğrenç, kötü insanlar, işte size yanıt: sizin lanetlenmiş lütfünüze başım eğik yaşamaktansa kocamla birlikte ölmeyi yeğlerim.” Tek istekleri vardır artık bu çiftin; bu çok Yüce ama siyasetin tam anlamıyla etkisi altındaki mahkemenin 18 Haziran 1953 tarihinde idam kararının, günün evlilik yıldönümleri olması nedeniyle, önce ya da sonraya alınmasıdır, mahkeme ilk kararı bilinçli olarak mı kararlaştırdı bilenemiyor ama son istek kabul edilmiştir.

Ethel Rosenberg, ölümünden önce çocukları için bir şiir yazmış, hatta sadece onlara değil, barışa ve kardeşliğe inanan tüm insanlara yönelik yazılan şiir.

Bir gün öğreneceksiniz evlatlarım, öğreneceksiniz,
Neden kestik şarkımızı yarıda,
Neden kitabımızı açık bıraktık, işimizi tamamlamadan
Neden gittik toprak altında uyumaya
Ağlamayın artık evlatlarım, ağlamayın.
Yalanlar ve pislikler neden sarmış dört bir yanı?
Neden bu gözyaşları, bu zulüm neden?
Öğrenecek bir gün bunu bütün dünya.
Yeryüzü gülümseyecek, evlatlarım, gülümseyecek
Ve sevinçler yeşerecek mezarımızın üstünde
Savaşlar sona erecek, dünya mutlu olacak
Kardeşliğin ve barışın koynunda.
Çalışın evlatlarım, çalışın ve bir anıt dikin;
Sevgiye ve sevince bir anıt,
İnsanlık onuruna ve inanca,
Sizin adınıza koruduğumuz ve çocuklarınız adına!..

Pazar, Eylül 30, 2012

SKANDAL YARGILAMALAR - 1

SACCO ve VANZETTİ
1927 yılında Amerika Birleşik Devletlerinde (ABD muhipleri böyle söylediğimizde çok seviniyorlar) bütün dünyanın protestolarına ve çağrılarına kulak asılmaksızın, suçlulukları hiçbir zaman kanıtlanamayan hatta İngilizce bilmemelerinin bile idama gerekçe olduğu zaman zaman savlanan neredeyse yargısız infaz edilen ve milyonlarca insanın masum olduklarına inandığı, İtalyan göçmeni işçilerin tarihe gecen olayı, 15 Nisan 1920 günü bir fabrikanın muhasebecileri öldürülür ve işçilere dağıtılmak üzerine hazırlanmış yaklaşık 16 bin dolar civarında para, görgü tanıklarına göre 5 İtalyan görünümlü (tarife dikkat) adam tarafından gasp edilir. 5 Mayıs 1920 günü polis durdurduğu bir yolcu arabasından İtalyan görünümlü olduklarını düşündüğü kişileri indirir ve üzerlerinden silah da çıkması üzerine soygunla ilgili oldukları gerekçesiyle tutuklar. Nicola Sacco adındaki ayakkabıcı ile Bartolomeo Vanzetti adlı seyyar satıcı olan bu iki İtalyan kökenli göçmen, işçi grevlerinde ve politik yürüyüşlerde her zaman ön saflarda bulunan iki arkadaştır ve ölüme de beraber giderler.
31 Mayıs 1921'de başlayan dava; 20. yüzyılın en sansasyonel yargılamalarından biri olacağı, insanlık tarihinin ilk küresel protesto eylemlerine yol açacağı ve bu anlamda 7 düveli sarsacağı, izlenimini daha dava başlangıcında vermekteydi. ABD’nin ulvi çıkarlarını koruduğu zannıyla Mahkeme Yargıcı; davanın ilk cümlesini “Anarşist piçler” biçimiyle ederek ne kadar yargıç olduğunu gösterir, yetersiz İngilizcelerinin karşısında sorulan sorulara sadece “evet-hayır” şeklinde cevap vermeleri istenir, hatta cinayetinin asıl faillerinin bilahare yakalanmasına rağmen, bugünküleri aratmayacak ya da bugünkülere güzel örnek olacak şekilde skandallar neticesinde dava sonuçlanır, zanlılar artık ölüm mahkûmudurlar, ABD nin âli menfaatleri korunmuştur artık. Aralarında Bertrand Russel, Bernard Shaw gibi dünyaca ünlü isimlerin de bulunduğu yazarlar, çizerler, şairler, politikacılar ve sendikalar, sivil Örgütlerin yıllar boyunca davanın yeniden görülmesi talepleri reddedilmiş, Latin Amerika ve Türkiye, Avrupa’nın önemli başkentlerinde yüzbinlerce kişinin katıldığı dev mitinglerde adalet skandalı protesto edilmiş olmasına rağmen tepkiler hiçe sayılmış, göz ardı edilmiş ve 23 Ağustos 1927 yılında idamlar gerçekleştirilmiştir.
Tam yedi yıl süren bu komplo davasının, adalet skandal ve rezaletinin bir özeti ancak yapılan savunmadan kısacık bir alıntı ile yapılabilir, "ömrümde gerçekten hiç suç işlemediğim gibi, bütün ömrümce suçu, yani bugünkü yasaların ve ahlakın suç saydığı şeyleri yeryüzünden yok etmenin mücadelesini verdim. Bunların yanı sıra bugünkü yasaların ve ahlakın haklı bulduğu ve kutsadığı suçu da yani insanın insanı ezmesi ve sömürmesi suçunu da işlemedim. Ve burada bir suçlu olarak bulunmamın bir nedeni varsa, birkaç dakika sonra beni mahkûm etmeniz için bir neden varsa, o da işte bundan başka bir şey değildir." Savunmadan küçücük bir kesit olan ve adalet kavramı, ikili ve çoklu ilişkiler, toplumsal yaşam, hayatı üretenler ile hayatı yönetenlerin ilişkisi ve bu uğurda hayatı yönetenlerin yoğun baskısı altında kalan adaletin statükocu davranışı ve sonuçlar üretmesini ve muktedirlerin talepleri altında adaletin ezilmesi ön plana çıkmaktadır. Ancak anlaşılan odur ki; Vanzetti’nin “Bir proleterin hayat hikâyesi” başlığıyla yazdığı anılarından; müesses nizamdan haksız çıkar sağlayanların, nemalananların, menfaat temin edenlerin, korku ve telaşlarıyla oluşturdukları bir adalet söz konusudur enikonu ve kabaca.
Vanzetti, Sacco’nun oğlu Dante'ye yazdığı mektubun bir bölümünde kendince özetler durumu; “eğer baban ve ben, kalleş, riyakâr, dönek insanlar olsaydık ölüme gönderilmezdik… Bizi idam ediyorlarsa, bunun sebebi sana demin söylediklerimdir, çünkü biz yoksullardan yanaydık, insanların insanlar tarafından ezilmesine ve sömürülmesine karşıydık”
Tüm bu yaşananların dönemi, birinci dünya savaşının sona erdiği ama savaşa gerekçe olan kriz nihayetlendirmenin gerçekleşemediği ve ekonomik ve siyasi krizin tüm şiddetiyle devam ettiği bir dönemdir ve zıtlıkların, çelişkilerin, krizlerin tavan yaptığı, muktedirlerin çözümsüzlüğünün had safhaya vardığı dönemdir, işte tam bu dönemlerde devreye girer, suçun yargılanmasından ziyade yanı,  birgün sıra size de gelir kabilinden muktedirlerin gözdağı ve tehdit etme yöntemleri, hatta keyfiliğin boyutu yer yer toplumsal komplo davalarına dönüştürülür ihtiyaca binaen, toplumsal ibret ve linç oluşturmak adına… Sacco ile Vanzetti'nin yargılanması bir soygun davasını çoktan aşmış, siyasi kimlikleri üstünden, politik görüşleri, hayata bakışları yargılanarak Amerika toprakları üzerinde asla filiz vermesine izin verilemeyecek olan, izin verilen sınırlar dışında düşünme, aykırı tutum almanın izne tabi olduğunun beyinlere kazınması işidir. Her ikisi de grevlerde, savaş karşıtı mücadelede ve devlet karşıtı propagandada aktif olarak en ön saflarda yer almışlar, o dönemde ABD'de İtalyanca yayınlanan ve etkili gazetelerinden birinde yazılar da yazmışlardır.

Hayatları üzerine kitaplar yazılmış, şiirler yazılmış, besteler yapılmış, şarkılar söylenmiş, tiyatro oyunları yazılmış ve oynanmış olan bu kahraman 2 işçiyi anlattığı romanında Howard Fast "onlar öldürülerek belki sonsuzluğa ulaştılar, ama onları öldürenler asla sonsuzluğa ulaşamayacaklar, çünkü sonsuz cesurlar için vardır, korkaklar için değil." diye konuyu özetlemiştir. Konu üstüne Nazım Hikmet de sonu çokça bilinen o meşhur ve muhteşem “hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için” diye bitirdiği bir şiir yazar, nerede ve ne olursa olsun haksızlığa daima karşı çıkma tutumunu sürdürür.
Bugün Irak, Tunus, Libya, Suriye başta olmak üzere tüm dünyaya demokrasi, özgürlük getireceğinin iddiasında bulunan ve bu uğurda da milyonlarca insanın katline sebep olan; insan hakları savunucusu, adalet timsali iddiasındaki ABD'nin yok saymak, silmek ve unutturmak istediği yargı skandallardan biri olan bu olayı, eğer unutulması istenmiyorsa ve eğer hukuksuzluğa, zulme ve adaletsizliğe meşruiyet ve aleniyet kazandırmak istenmiyorsa, bir kez daha tüm dünyanın protesto etmesi gerekmektedir. İşte tamda bu yüzden Einstein’ın dediği gibi; “Sacco-Vanzetti’yi insanlığın vicdanında canlı tutmak için her şey yapılmalıdır...” Tıpkı Rosenberg’lerin anılarını canlı tutma isteği ve gereği gibi… İşte tamda bu yüzden bugün, bu azgın, karşıtına hayat hakkı tanımayan barbarlık düzenine uygun hukuk ve içtihat oluşturan adalet sistemini behemehâl gözden geçirmeliyiz…
Nazım Hikmet kahramanları ölümsüz kılan ünlü şiirinde; idamlarını böyle ölümsüzleştiriyordu…
Yanıyordu kanlarında şavkı İtalya güneşlerinin
koştular temiz esmer alınlarla hayatın sesine,
dövüştüler yanında dövüşen kardeşlerinin.
Yeni dünyada düştüler eski zulmün pençesine!
Yedi yıl ölümün karşısında gülerek durdular.
Elektrikli iskemleye
kadife bir koltukmuş gibi oturdular.
Yürekleri dört bin volta yedi dakka dayandı.
Yandı yürekleri
yedi dakka yandı!..

Pazartesi, Eylül 24, 2012

KÖMÜR UYUŞTURUCU OLARAK KULLANILABİLİRMİ?

Yine kış ayları geliyor, havaların soğumasıyla birlikte sobalar yakılacak, özellikle de akşam saatlerinde sokakta dolaşırken genzimizin yoğun kükürt nedeniyle yanacağı günler başlayacak, her ne kadar da yaşadığımız kent canım yurdumun en fazla rüzgârlı bölümü olsa da bu makus kaderini aşamıyor genizlerimiz. Canım yurdum iddia odur ki bir dolu konuda, çağ atladı ama kömür ile ısınma konusunda hala çağ atlayamadı, görünen o dur ki daha da bir vade atlayamayacak, çünkü yine görünen o ki seçimler devam ettiği sürece de oyçeker (oy çekim aleti) olarak dağıtılmaya devam edecek kömür, bazılarının sevinci olacak bazıların ise üzüntüsü, bu memlekette astım ve solunum yolları rahatsızlıkları olan yurttaşlarımıza kolaylıklar diliyorum bir kez daha bu vesileyle de…
Bu çerçevede kömür dağıtımı için yine yoğun faaliyetlerin yürütüleceği günler yaşayacağız, malum önümüzdeki yıl 2013 ve bazı planlar var, ak sokaklarımızı kara elmasın tozlarının kaplayacağı günler yakın yani, kara elmasın tozu ne yazık ki sosyal devlet anlayışı çerçevesinde siyasetin etrafını kuşatmıştır artık ve bundan kolay kaçış yok. Ayrıca bu dönem valilerin ve kaymakamların dağıtımda daha aktif rol alması görülebilir, “benim valim binecek kamyona vatandaşın ayağına giderek kömürü dağıtacaktır” şeklindeki başbakan emri mucibince.
“Getir oyu verelim Kömürü” canım yurdumun siyasi yaşamına girdiğinden beri yeni bir iş kolu daha oluşmuş oldu, kömür kullanmayanlara tahsis edilen/dağıtılan kömürün satın alınarak pazarlanması gibi şeytanın bile aklına gelmeyecek yurdum insanının girişimcilikte sınır tanımaz zekâsının tezahürüdür bu sektör gayri, ilaveten ve bu gidişle kara elmas olacak canım yurdumun kara talihi korkarım vallahi.
Kömür önceleri canım yurdum insanının alındığı ikna odalarında, “sosyal devlet kömür dağıtır” ilkesi uyarınca uyarılması için kullanıldı, ama uzun süreli kullanılan uyarıcılar uyuşturucu etkisi yapmaya başladı ve artık yapılacak bir şey kalmadı, tek yol var Yaradana sığınıp önceleri uyarılanların şimdilerde uyuşturulduklarını anlayabilmeleri için etkisi güçlü dualar etmek. Peki, uyuşturucu madde olarak kullanılıyor da, bağımlılık yapıyor mu, vallahi görüldüğü kadarı ile bu sorunu cevabı ne yazık ki evet, esrar, extasy, eroin, alkol ve sigara gibi bağımlılık yapan maddelerin tıbbi yöntemler ile tedavileri günümüzde mümkün görünmekte beraber kömürün uyuşturucu olarak kullanıldığında tedavisinin ve yarattığı fikri sapmalarının telafisinin mümkünü görünmemektedir, gerçi canım yurdum insanının da tedavi olmak gibi bir niyeti de görünmüyor ya, ilaveten. Kim bilir belki de Kömür halüsinojen bir maddedir çünkü ne yaparsak yapalım mızrağın çuvala girmediğini fark edemiyoruz ve gerçekler karşınında bu kadar da kör olunmazı yaşayamıyoruz, kömür müptelalığı sayesinde… Yoksa Dünya Sağlık Örgütünün “uyuşturucu yaşayan organizmaya alındığında, organizmanın bir ya da birden çok işlevini değiştirebilen herhangi bir maddedir” öngörüsü mucibince bizde bir değişiklik oldu da, bizden umut ta kesildi mi bilemiyorum vallahi…
Tabii eskiden yakıt olarak tezek vardı; hani kod numarası, kalorisi olmayan adı b.k olan, dağıtılması halinde insanları bu kadar uyuşturamayacağı gerekçesiyle dağıtılmadığından olsa gerek, insanlar daha uyanık idiler, kolay kolay siyasi kündeye gelmiyorlardı.
Kimse şimdi gönül rahatlığıyla her şey yolunda ekonomi doludizgin vs vs gibi hamasi nutuklar atmasın, çünkü iyi bir ekonomide hem de her yıl artışının katlanmasından söz edilen bir şekilde 10 yılda 15 milyon ton kömür dağıtılıyorsa çok ciddi bir sorundan söz etmek gerekir. Vatandaşın canım yurdumun gayri safi milli hasılasından aldığı pay arttıkça kömür dağıtım ve kullanım oranı artıyor, dünyanın tüm ekonomistlerini bir araya getirin bu tılsımlı duruma bu ağabeyler kadar usulune uygun yorum yapamazlar vallahi. Demek ki; büyük iddialarla öne sürüldüğü üzere, ileri demokrasiye ve dünyanın 18. büyük ekonomisine sahip olmak, ücretsiz kömür dağıtım ihtiyacını ortadan kaldıramamış, olsa olsa aydınlık üzerine kara kömür komedisi derler buna, Patagonya da bile buradakinin aynısı olmaz asla ve kata… Son zamlarla birlikte 2012-2013 kış sezonu için kömürde kaynak sorunu çözülmüştür gibi görünmektedir, Türkiye Kömür İşletmelerine (TKİ) olan borçta bu kaynaktan rahatlıkla ödenebilecektir gayri…
Bundan 60-70 yıl sonra büyük ihtimalle canım yurdum kömür dağıtım ve kullanımını yasaklayacaktır, işte artık o andan itibaren bu olanları çocuklarımıza anlatmak için üniversitelerde kürsüler kurulacaktır gibi geliyor bana ve öğretim üyeleri öğrencilerine dağıtılan kömürler sayesinde canım yurdum insanına mışıl mışıl uyuması için sağlanan sıcak ortamı ballandıra ballandıra anlatacaklardır muhtemelen…
Şimdi birileri çıkar ve kömürler seçimlerde oy almaya yönelik dağıtılmadı, bu dağıtım sosyal devlet olmanın gereğidir derse, buna ben inanırım da benden başka kimse inanmaz hatta kömür alarak kullananlar da başta olmak üzere, yahu 2007 seçimleri yaza denk geldi oy derdiniz yoktu da neden yaz günü kömür dağıttınız derler adama, evet evet tabii ki adama…
Kömür dağıtımında oy kaygısı vardır bu tartışılmaz ama devşirilen tüm oyların günahını da kara kömüre yüklemek kara vicdanlılıktır, insafsızlıktır. Her şeye rağmen ve tüm bunların sonucunda kömür dağıtıldı ve siyasi yaşam belirlendi gibi bir sonuç çıkarılırsa üzülürüm, benim kişisel görüşüm, kim ve ne kadar para, kömür, yiyecek, giyecek ve mobilya dağıtırsa dağıtsın siyasi hayatı bu kadar belirleyemez, kömür dağıtmakla itham altına alınmış olduğu düşünülen siyasilerimizin başarılarının muarızları tarafından böyle değerlendirilmeleri kendileri açısından bir zafiyet olmanın yanında inanılmaz bir gaflet olacaktır ve de en önemlisi canım yurdum insanına hakaret olacaktır, canım yurdum insanı maddiyat karşılığı oy vermez… Ne yapalım hukuki durum bu…

Pazartesi, Eylül 17, 2012

BİLİM ADAMLIĞI, ETİK ve EMPATİ

İnsanlığın irtifa kaybettiği, insanı insan yapan önemli değerlerin erozyona uğradığı, özellikle 1980 sonrasına denk gelen dönemde daha yoğun bir şekilde hayatımızı kuşatmış olan, kendi değerlerini diğerlerine bir şekilde kabul ettirme, bu uğurda gerekirse zor kullanmayı makul bulan, kendi bildiğinin dışında doğru olamayacağı, düşündüklerini ve hayallerini gerçek inanmışlıklarını ise bilim zanneden, intihalden mutlak nasiplenen bilim adamı görünümlü ama ortaçağ kafalı ancak bir o kadar da etkili ve yetkili biçimde donanmış müsveddelerden geçilmemektedir. Mezkûr dönem öncesi varlığının farkına varamadığımız, ama sonra kaybedince de irkildiğimiz, erozyon ve irtifa yitiminin esas gerekçesini oluşturan, ahlak, etik ve empati; günümüzde çok sık kullanılmasına rağmen güncelde ne yazık ki bir türlü esas rolü alamayan konumu itibariyle de durumumuzun izahı ve kurtuluşumuzun reçetesi olarak durmaktadır.

Bilim ve özelde de İnşaat Mühendisliği dünyasının, Betonarme konusunda ünü dünya çapında olan, dünya çapında tanınmışlığının aksine mütevaziliğini asla ve kata terk etmediğini kendisini yakından bilenlerin altını çizerek anlattığı bir bilim adamı akademisyen olan Uğur Ersoy hocanın bir söyleşisinde bahsettiği hocası Ferguson ile ilgili anılarının 2 tanesini sizlerle paylaşmak istiyorum bu hafta, paylaşmak istiyorum ki nasıl bilimi adamı olunurun benim tarafımdan tarifini yapabileyim. Uğur Ersoy için; İnşaat Mühendisleri odası başkanlığı yapmış Cemal Gökçe ve hemen hemen her İnşaat mühendisinin paylaştığı görüşünde ne diyor; “Biz Uğur Ersoy’u sadece iyi mühendis olarak tanımıyoruz, iyi ders anlatan hoca olarak tanımıyoruz; Uğur Ersoy Hocamızın diğer hocalarımızdan farklı bir özelliği daha var, mühendis olmanın yanında filozof bir yanı da var; yani mühendis olmanın yanında düşünen, yazan, anlatan ve insanları, özellikle de mühendisleri düşündüren bir yanı var.” Peki, Uğur Ersoy hoca kendi hocası için ne diyor; “Değer yargılarının büyük çapta erozyona uğradığı, dürüstlüğün erdem sayılmadığı, ilkelerin yerini para ve köşe dönme hırsının aldığı bu dönemde umarım Ferguson bana olduğu gibi gençlere de örnek olur. Onları çarpık düzenin yapay düşlerinden uyandırır.” Bu tanımları ve değerlendirmeleri yaşayarak hak ettiklerini yaşam öykülerinden bildiğimiz bu insanların artması en büyük arzumuz olup, bilim adamlığı nasıl yapılırın, genel ve yerel yönetimle ve onların yönetme haksızlıkları ile nasıl baş edilebileceğinin, bu anlamdaki direnmenin kutsallığının, ahlak ve etik’in ne anlama geldiğinin, neden empati yapılmasının gerekliliğini bir kez daha anlayacağız.
ANI-1Ferguson Hoca çok dindar bir adamdı. Ayda bir kez, pazar günü, metodist kilisesinde vaaz bile verirdi. Bu kadar koyu dindar bir adam, kimsenin hayat tarzına karışmaz, başka dinden olanlara hatta dinsiz olanlara  bile bu konuda saygılı davranırdı. Ellili yıllarda Amerika’da Mc Carthy rüzgârı esiyordu. Önüne gelen komünistlikle suçlanıyor, soruşturmaların ardı arkası kesilmiyordu.   Milliyetçilik ve dincilik günlük hayata egemen olmuştu. Ülkede tam anlamıyla bir terör havası esiyordu. İnsanlar korku içindeydi. Herkes milliyetçilikte ve dincilikte birbiriyle yarış ediyordu. Işte bu dönemde Texas Üniversitesi Mütevelli Heyeti bir karar aldı. Her ö¤retim üyesi Tanrı’ya inandığına dair imza verecekti. Ö¤retim üyeleri arasındaki paniği bugün gibi hatırlarım. Geç kalmak korkusu ile hocalar bir imza kuyruğu oluşturmuştu Tanrı’ya inanmayanlar bile tereddütsüz basıyorlardı imzayı. Eee, ne de olsa işin sonunda damgalanmak vardı. Koca üniversitede tek bir öğretim üyesi bu deklarasyonu imzalamayı reddetti. Bu kişi, o üniversitede belki de Tanrı’ya en fazla inanan insandı. Bu öğretim üyesi Ferguson’du.  imzalamayı reddetmekle de kalmadı Ferguson.  Bir de istifa mektubu yazdı o mütevellilere. Mektubunda insanların inançlarının sorgulandığı bir üniversiteye otuz yıldır hizmet etmiş olmaktan utanç duyduğunu belirtiyor ve istifasının kabulünü istiyordu. Bu soylu çıkış karşısında Mütevelli Heyeti kararını geri almak zorunda kaldı. Deklarasyonu imzalayanlar pişman oldular ve utandılar. Ferguson herkese bir insanlık dersi vermişti. O elbette Tanrı’ya inanıyordu, ama inançların sorgulanmasına da karşıydı. işte Ferguson böyle bir insandı.
ANI-2Ellili yıllarda ülkenin güneyinde ırk ayrımı vardı. Üniversitenin olduğu Austin, Texas’ın başkentidir. Otobüsler zenci ve beyaz diye bölümlere ayrılmıştı. Zenciler lokanta, gece kulübü, plaj gibi yerlere giremezlerdi. O zamanlar yirmi bin öğrencisi olan üniversitede bir tek zenci ö¤renci yoktu. 1963’te Austin’e ikinci gidişimde ırk ayrımı konusunda büyük gelişmeler olduğunu gözledim. Artık üniversitede az da olsa zenci öğrenci vardı.  Üniversitedeki tek zenci doktora öğrencisi ise inşaat Mühendisliği Bölümü’ndeydi: E. Perry. Ferguson, Perry’nin doktorasını bitirdikten sonra üniversitede öğretim üyesi olarak kalmasın› istiyordu. Üniversite Mütevelli Heyeti buna şiddetle karşı çıkt›. Bunun üzerine Ferguson’un başlattığı kampanya ile yirmi ö¤retim üyesi Mütevelli Heyeti’ne bir muhtıra verdi. Ya Perry alınacak ya da hepsi istifa edecekti. Mütevelli Heyeti geri ad›m attı. Böylece Perry, Texas Üniversitesi’ne al›nan ilk zenci ö¤retim üyesi oldu. Dr. Perry, Texas inşaat Mühendisleri Odası’na kaydolmak istediğinde de reddedildi. Bunun üzerine Ferguson, yıllarca başkanlığını yaptığı bu kurumdan istifa edece¤ini ve tüm Amerika’yı baştanbaşa dolaşıp, odanın yaptığı ırk ayrımını anlatacağın bildirdi. Oda Perry’i üyeliğe kabul etti. Texas inşaat Mühendisleri Odası’nın ilk zenci üyesi de oldu Perry.
Umalım ki, artık muhalif ve muarızlarına “katli vaciptir” yaklaşımı gösterenlerin, yönetimle aynı görüşü paylaşmadıkları için başlarına olmadık şeyler gelenlerin yaşadıkları karşısında “oh oldu” diyenlerin, şeytanın bile aklına gelmeyecek yöntemlerle muhaliflerini tasfiye edenlerin, hiç umudum yok ama geleceğini şekillendirsin bu örnekler. Kendileri başkalarına her türlü hakareti yapan ve daha da ötesi bunu bir hak bilen ama kendilerine karşı benzer şeyler söyleyenleri hain ilan eden, söylenenleri hakaret kabul ederek muarızlarına, muhaliflerine saldırmayı hak görenler de nasiplenir bu örneklerden.

Pazar, Eylül 09, 2012

İZMİR ENTERNASYONAL FUARI NOSTALJİSİ

Kurulma kararı 1923 te düzenlenen İzmir İktisat Kongresine dayandığı anlaşılan, 1937 yılında Ekonomi Bakanı Celal Bayar tarafından “İzmir Enternasyonal Fuarı” resmi adıyla açılışı gerçekleştirilen ve dönemin dünyasında ekonomik gelişmelerin belki de deyim yerindeyse ülkelerin birbirlerine hava attıkları endüstriyel, kültürel ve sosyal gelişmelerin topluma sunulduğu bir arena olarak düşünülmüştür.
“İzmir Enternasyonal Fuarı” ya da kısaca İzmirlilerin deyişiyle “Fuar”, canım yurdumun sadece sanayileşme, makineleşme macerasını göstermez aynı zamanda ciddi bir veri olabilecek şekilde sosyolojik değişimini de ifade eder, kolayca anlaşılacağı üzere sıradan bir panayır ya da teşhir durumu değildir Fuar.
“İzmir Enternasyonal Fuarı” yola çıkıldığı andaki sergi, teşhir ve panayır havasından sıyrılıp “Fuar” havasına girdiği yıllarda, artık dünyada sıkı bir şekilde savaş tamtamları çalmaktaydı ve bu durum fuarın açılmasında bir inkıta yaratsa da, asıl sıkıntılar 2. Dünya savaşı sonrası yaşanır. Savaş sonrası oluşan bloklar arası ideolojik polarizasyon fuar platformuna sıçramıştır artık, Fuarın yumuşamaya zemin hazırlayacağı görüşü bazılarınca ileri sürülse de, hiçbir zaman için böyle olamayacaktır. Amerikan emperyalizminin kıskacı içine girmiş canım yurdumun savcıları artık yeni bir hedefe daha dikkat etmek durumundadırlar, hatta zaman zaman “Komünizm propagandası” yapılıyor gerekçesiyle de soruşturmalar da oluyordu, artık blokların lokomotif ülkeleri açısından rekabet, kapışma, propaganda ve yıpratma çalışmaları için yeni bir platform oluşmuştur.
Genç Cumhuriyet bir taraftan halkına fuar vasıtasıyla; Başta Sümerbank olmak üzere Etibank, Türk Hava Kurumu, TPOA vb. gibi kuruluşlarla ne tür sanayileşme hamleleri içinde daha müreffeh bir hayata ulaşılacağının reklamını yaparken, hazırlanan bu platform vasıtasıyla da, Sosyalist Cephenin lokomotifi Sovyetler Birliği ile Kapitalist Cephenin lokomotifi Amerika Birleşik Devletleri arasındaki müthiş rekabete sahne oluyordu. Mezkûr rekabet endüstriyel gibi de görünse aslında müthiş bir ideolojik rekabet idi, en azından benim gözümde, o tarihlerdeki ziyaretçi defterlerine göz atmak bile mücadelenin seviye ve keskinliğinin boyutunu göstermesi açısından çok önemliydi, taraftarlar överken muhaliflerin küfür ve hakaretlerine sahne olmuş bu defterler benim açımdan önem arz ederdi. Müttefik olmaları nedeniyle insanlarla çok içli-dışlı olan NATO ülkelerinin pavyon çalışanları yanında izlendikleri ve soruşturmalara uğramak korkusuyla sadece şekil itibariyle ilişki kuran Sosyalist blok ülkeleri pavyon çalışanları arasında fark çok abartılı biçimde sırıtırdı adeta. Özelikle 2 süper gücün uzay çalışmaları konusundaki rekabetinin 70 li yılların fuarına yansımış görüntüleri ziyaretçilerin fazlaca dikkatini çeker ve Ay’a önce kim gitti, nasıl gitti, hangi araçlarla gitti gibi anahat oluşturan konuların yanında, kim hangi hayvanı götürdü ve ne kadar uzun yaşatabildi, kim hangi besinlerle ne kadar süre dayanabildi gibi detaylara da girilirdi. Ancak hafızamda kaldığı kadarıyla da tüm şişirmelere ve cilalamalara karşın bugün bile hala karaya roket indiremeyen ABD nin bu savaşı kaybettiğini o günlerde anlamış ve yıllar sonra da tarafların ilgili müzelerine yaptığım ziyaretlerden de kararımın doğruluğunu teyit etmiş durumdayım.
Canım Yurdumun dört bir yanından insanlar büyük bir merakla gerek turistik, gerek teknolojik ve ekonomik gelişmeleri izleme gezisi, gerekse de kültürel gelişmeleri takip etme adına İzmir’e akarlardı o zamanlar, Fuar süresinin 1 ay olması ise en cazip tarafıydı gezmek isteyenler açısından çünkü herkesin iş ve tatil programına uygun görünüyordu bu takvim. Bizlerde; artık tarlalarda hasat edilecek ürün kalmaması ve zeytin hasadına da uzun bir süre bulunması nedeniyle hemen okulların açılması öncesi, ailece hatta sülalece kalabalık bir şeklide ama sürekli ve düzenli olarak her yıl fuarı ziyaret ederdik. Gün boyunca her yeri gezeceğiz kaygısıyla hızlı dolaşma ve gezme neticesinde fazlaca yorulur ve yorgunluğumuzu nedendir bilinmez ama yeraltına döşenen elektrik kablolarına bağlardık ya, hatırladıkça hala gülerim. Verilen harçlıklarımızın yettiğince; paraşüt kulesinden atlamadan fuarın meşhur trenine binmeye hatta artarsa da bir gazinoda “Sanat Güneşi” Zeki Müren ya da “Türk musikisinin yıldızı” Müzeyyen Senar başta olmak üzere dönemin popüler sanatçılarını izleme şansı bulurduk, böyle bir dönemde ilk defa “Sanat Güneşi” Zeki Müren’i mini eteğiyle de izlemiştim. Kim unutabilir İmamın karısı lakabıyla sahnelere çıkan Sevtap Çetinkale’yi dönem itibariyle, ahh daha kimler kimler… Bedia Akartürk, Tanju Okan, Ümit Topçam, Nuri Sesigüzel …
Artık dünyanın geldiği nokta da Fuarın eskisi gibi bir anlamının kalmadığını anlıyoruz, çünkü görkemli açılışlar yok, çünkü insanlar akın akın ziyarete gelmiyor, belki yarış ihtiyacı bitti, belki propaganda aracı olma ihtiyacı bitti, belki de gelişen teknoloji karşısında tanıtımın internet ortamında daha yaygın yapılması sahne aldı, bilemiyoruz, artık ne olduysa oldu gerekçesi nedir tam bilmiyorum ama Fuarın eski havası yok…
Ama biz yine de Fuarımızı; güzel düzenlenmiş 5 kapısıyla, Atlama kulesiyle, Treniyle, kapılarda bekleyen faytonlarıyla, Hayvanat bahçesiyle, ilk çizgi filmleri izlediğimiz sinemasıyla, Gazinolar arası sanatçı rekabetiyle, Fuar dolayısıyla düzenlenen özel milli piyango çekilişleriyle, büyük havuzundaki dönemin teknolojisine uygun ışık oyunlarıyla, hele hele de fuar tanıtım afişlerindeki cazibe hala hafızımdadır ve biz böyle hatırlamaya devam edeceğiz, ama hayal kurarken ama günleri yaşamış akranlarımızla muhabbet ederken.
Açılışlar; 9 Eylül kapısında yapılır, görkemli açılışlar olur, hükümetlerin ağır topları buralara gelir hatta Ege Bölgesini yakından ilgilendiren tütün ve anason fiyatları burada açıklanırdı. Eğer beklenen hatta hayal edilen fiyatlar açıklanmışsa büyüklerimizin keyfi daha da yüksek olduğundan bizim de harçlıklarımıza yansıyan tarafından ötürü biz de çok memnun olurduk bu durumdan.
Gelinen nokta itibariyle artık dünyanın serbest dolaşım denilen teknik adıyla tek ticaret alanı haline dönüşmesinden mi, artık eskisi gibi ülkelerin bağımsızlık derdi olmamasından kaynaklanan rekabet etmeme kararından ötürü mü bilinmez ama herkesin hemfikir olduğu bir şey var o da Fuarın artık eskisi gibi insanlara keyif vermiyor olmasıdır.
Evet, nerede o eski Fuarlar ve üstüne yapılan muhabbetler…