Pazar, Ağustos 31, 2014

ÇEŞME 2014


Türkiye’nin en önemli turizm merkezlerinden biri olan Çeşme; 2014 yılı yaz sezonuna yeni bir yerel yönetim ile girdi. Seçimler öncesi Belediye Başkan Sn. Muhittin Dalgıç ile sohbetlerimizde, 2014 yılı için kendilerinden çok önemli girişimler beklenmemesini beklediği beyanı ve yapılacak “küçük dokunuşlar” ile önemli sonuçlar alınacağını, kaldırım, park, yol yaptık gibi belediyelerin asli görevi olup yapacağı işlerle övünülmeyeceğini defalarca tekrarlamış idi.

Çeşme son yılların en kalabalık günlerini yaşamakta, esnafın geçmiş yıllara göre daha memnun olduğunu beyan ederek, 2014 Şeker bayramı otoyol çıkışlarını veriyor Başkan, Karayolları ilgili departmanının bilgilerine göre günlük ortalama yaklaşık 25.000 araç, yaz ortalaması ise günlük yaklaşık 15.000 araç olarak şekilleniyor. Başkanın anlatımlarından, anladığımız kadarıyla bu rakamların bir önceki yıla göre bir hayli yüksek… Çeşme ve benzeri sahil kentlerinin en önemli sorunlarından en başta geleni; kış nüfusu üzerinden bütçeden elde edilen pay-gelir ile yaz nüfusunu yönetme becerisi olup, konunun sadece para sorunu olarak algılanmaması gerektiğinin altı kalın kalın çizilmekte Başkanca… Çünkü bunun bu biçimiyle söylenilmesi halinde bazı münkir ve münafıklar tarafından, konunun sadece para meselesi biçimiyle algılanılmasına dayalı algı bozukluğu nedeniyle, personel ve makine parkı vs. ihtiyacı göz ardı edilmektedir. 

Peki; Çeşme’de eksik yok mu, şüphesiz var ve de ne yazık ki olmaya da devam edecektir, sorunlar sadece yerel değildir çünkü, canım Yurdumun bu kabil şekli yönetim tarzını tercih etmesi başlıca sorunudur. Yerel iktidar ve genel iktidar uyuşmazlığına sebep olan bu tercih, daha çok baş ağrıtmaya devam edecek gibi görünmektedir. Sürekli adem-i merkeziyet diyerek, dayatılan ya da türbanlanarak görülmesi engellenen katı merkeziyetçilik, her geçen gün artmakta olup yerel yönetimleri sadece temizlikçi konuma getirme arayışı haline gelmiştir, ne yazık ki…

Dinlenme, eğlenme, görme, tanıma benzeri amaçlarla yapılan gezi anlamına gelen “Turizm”; bugünkü içeriğiyle mezkûr tarife, benim kişisel çekincelerime rağmen, yerleşik genel kanı ve içinde yaşadığımız rejimin kabulleri ve tarifleri açısından çok insanı çekebilmek, çok insan için cazibe alanı olmak ise, bu en azından bu dönem itibariyle başarılmış görünüyor. Sonuç itibari ile amaç, mezkûr tarife uygunluk çerçevesinde, kentinizi ister deniz, plaj gibi cazibeler, ister her yer sıcaktan bunalırken oldukça serin ve rutubetsiz bir ortamda bulunma konforu, ister merak edilerek görülmeye gelinmesi, ister festivallere katılmak ya da izlemek, ister eğlenme amaçlı konserleri izleme, ister tarihi kalıntı-buluntuları görme isteği, ister oldukça meşhur termal sulardan yararlanma, ister meşhur balık restoranlarında deniz mahsulleri yemenin zevkine varmak, ister kongre merkezlerinde neler olduğunu izlemek, vb. gibi nedenlerle olsun, yabancıları gerek günübirlik gerekse de konaklamalı ağırlama ise, maksat ve murat hâsıl olmuştur gibi durmaktadır. Her şeye rağmen ben bu gelişmeleri Sn. Başkan’ın ve ekibinin uyumlu ve verimli çalışmaları ile küçük dokunuşlarına bağlıyorum, aaa birileri de çıkar bunların Sn. Başkan’ın girişimleri ile ilgisi olmadığını söyler, eee ne yapalım ağızları torba değil ki büzelim… Onlarda Çeşme’nin verimli bir sezon geçiriyor olmasını Ankara Büyükşehir Belediye başkanına bağlar, olmazsa Mersin Valisine bağlar, olur biter…

Küçük dokunuşları hissetmeyenlerin, duyargalarının nasırlaşmış olduğuna bağlamak gerekmektedir herhalde bu hissizliklerini…

Asıl başarı göstergesi olacak “Büyük dokunuşlar” önümüzdeki yıldan itibaren başlayacak gibi anlaşılmaktadır, Başkanın konuşmalarından, peki neydi bu dokunuşlar, şöyle kısaca sıralayarak bakalım… 9 bölgeye ayırıp 9 farklı etkinlik, bölgeleri karşı karşıya getirmeden, aktivitelerini yerel dokuya ve davranışlarına has yaklaşımları da göz önünde tutarak, planlama ve gerçekleştirilmelerini bizlerde merakla beklemekteyiz. Çeşme’nin çeşmeleri, Çeşme kent müzesi, 2. taş ocağına Osmanlı-Rus deniz savaşının, özellikle geceleri ışıklı gösterimlere uygun figüratif kabartmalarla canlandırılması, İnkilap caddesinin “Old Bazaar” adı altında yeniden ihya edilmesi ve sunumu, Dalyan da “Nezir’in kulesinin” yeniden inşa edilmesi, Çeşme, Çiftlik ve Ilıca sahil bandının yeniden düzenlenmesi, Çeşme meydanının yeniden en eski haline kavuşturulması çalışmalarının sonuçlandırılması, Plajların tamamen halka açılması ve mevcut kiralama düzeninin sona erdirilmesi, Karakori (Kutludağ) olarak bilinen limana hâkim tepenin yerli ve yabancı heykel sanatçılarına tahsis edilerek “heykelland” kurulması, Çeşmeköy tarihi kalıntılarının gezilebilir hale getirilmesi, Dünyaca ünlü Pırlanta plajının yeniden ve daha güçlü bir biçimde “kitesurf” merkezi haline getirilmesi, “Antik Bağlararası yerleşkesi” çalışmalarının gezilebilir bir hale getirilmesi çalışmalarına destek verilmesi, 12 İon kentinden biri olan Erythrai arkeolojik kentinin daha etkili gezilebilir bir yer haline getirilmesi için gerekli desteğin bulunması ve verilmesi, Eşek adasının mevcut statüsünün tekrardan eski haline getirilmesi için gerekli girişimlerin yapılması gibi ilk akla gelenler… vs. vs…

Tüm bunların dışında; Çeşmelilerin Yerel yönetimden mutlaka başarmasını bekledikleri en önemli ve adeta olmazsa olmaz dedikleri, TOKİ’nin Çeşme imar kurallarını alt üst eden ihalesinin engellenmesi ve Çeşme imar kuralları ve plan notlarına uygun hale getirilmesi, Çeşme’nin yerleşim alanlarının bu kadar içine sokularak adeta bir intikam meselesiymiş gibi duran ve bağrına hançer gibi saplanacak RES lerin yapımının önüne geçilmesi de yerel yönetiminin önünde duran en önemli sorundur. Çevre duyarlılığı ile bilinen Çeşme Belediye Başkanı ve Meclis üyelerinin mezkur konu ile ilgili iyi niyetli girişim ve inatla direniş çabaları da Çeşmeliler tarafından takdirle karşılanmaktadır.

Pazartesi, Ağustos 25, 2014

TÜRKMENİSTAN’A BENZEMEK - 3


16 Ağustos 2011 tarihli gazetelerde yer alan flaş bir haberle konu kamuoyuna malolmuştu; Türkmenistan da Fettullah Gülen Cemaati’nin bu ülkedeki okullarını kapattı.” Sonra konu diğer ülkeleri de kapsayan bir kapatmalar serüvenine dönüşmüş idi…

Haberlerin detaylarına bakınca, “Türkmenistan Devleti, Cemaatin Türkmenistan’da yarattığı dini ortam ve türbülans ile cemaat mensuplarının ABD adına gizli emeller besleme iddiaları ve bunların daha da artacağına yönelik duyduğu kaygılar yüzünden 1990 yılından beri bu ülkede faaliyet yürüten cemaate ait tüm Türk Okulları diye bilinen okulların faaliyetlerini sonlandırma kararı” aldığını görmekteyiz. Haber Ajans’larının haberlerine göre, söz konusu Türk okullarının öğretim ve eğitim faaliyetleri yanında ülkede mezkûr okullardan mezun olan ve yetişmiş öğrencileri kilit mevkilerdeki görevlere atamak için hiçbir fedakârlıktan kaçınmadığı hatta bu uğurda büyük rüşvetlerin bile verildiği anlaşılmaktadır. Hülasa Türkmenistan Devletinin açıklamasının Türkçe ve direk meali; bu okullarda ABD için casus olarak çalışacak elemanlar yetiştirildiği ve bu elemanlar vasıtasıyla devletin idari yapısına sızılarak müesses nizamın bu yönde tesisi ve yerleştirilen bu kabil kişiler vasıtası ile de seviyesi yükseltilmeye çalışılan kapitalizmin üzerinden emperyal amaçlara uygun ortam oluşturulmasına karşı çıkıyoruz, diye anlaşılabilir…

O günleri dün gibi hatırlıyoruz; okulların kapatılmasına şiddetle karşı çıkanların, başta da Gülenperverlerin iddiası; “Casus yetiştirme ile ne ilgisi var, ABD Emperyalizmine hizmet te nereden çıkarılıyor, külliyen palavra ve kara propagandadır” değerlendirilmesi ile “aslında tam tersine bunlar Rus emperyalizmine hizmet edenlerin faaliyetidir, ABD ile Türkiye’nin 80 yıldır birlikte hareket etmelerinden ötürü böyle değerlendirme yapılamayacağı ama bu kabil değerlendirmeler Türkiye düşmanlarının ekmeğine yağ sürmek isteyenlerin faaliyetidir” biçimiyle şekillenirken, alınan karara “Asya enerji kaynaklarının ve yollarının tam kontrol altına alınması girişimi olan ABD emperyalizmine bir karşı duruş, kış uykusundan uyanarak doğru işi Türkmenistan yaparken, Türkiye bu cemaate teslim oluyor, zaten bunlar ABD’ye casus temin ediyorlar” yorumuyla, AKP ve Gülen Cemaatı muhalifleri destek veriyorlardı…

Bilindiği üzere; Fettullah Gülen tarafından gerçekleştirilen çalışmalar neticesinde, 120 ye yakın ülkede 500 lise ve benzeri okul, 6 üniversite, yüzlerce dil eğitim ve öğretim merkezi açılmış ve yaklaşık 100.000 civarında öğrenci tedris edilmiştir. Yapıldığı; kulaklara fısıldanan bir çalışma neticesinde, mezkûr okullarda ABD vatandaşı olan birkaç bin eğitmen ve öğretmen bulunduğu söylenmekte, ayrıca diğer taraftan özellikle Orta Asya cumhuriyetlerinde Hükümetlere yönelik anormal girişimlere bu kadrolardan devşirilenlerin, her ne kadar sürekli tekzip edilse bile, hep karışmış olmasından hep dem vurulur…

Yaklaşık 3 yıl öne Türkmenistan tarafından gerçekleştirilen operasyonun bir benzeri “Türkmenistan’a benzemek” adına şimdi canım yurdumda sahne almaktadır, üstelik ufak tefek tenakuzların dışında son derece uyumlu götürülen AKP- Gülen Cemaati koalisyonunda taşları yerinden oynatırcasına ses çıkartacak bir şekilde…

Bilindiği üzere; AKP Hükümet’i tarafından alınan bir kararla “Dershanelerin” kapatılmasının gündemde olduğu kamuoyuna açıklanmıştır, gerçi ve her ne kadar çalışmanın belli bir grubu hedef almadığı, kapatılma çalışmalarının 10 yıldan beri gündemde olduğu açıklamaları yapılsa bile, hedefe yerleştirilen kurum ve kişilerin “kardeş” olduğu defaatle açıklansa dahi konunun can yakıcı boyutta olduğu ve aslında dershaneler üstünden yürütülen kavganın nelere türban olduğu da pek anlaşılamamaktadır gibi. Konu ile ilgili derin analizler yapmak değil meramımız, sadece yüzümüzün batı yerine doğuya çevrilerek nelerin, nerelerden örnek alındığının altını çizmek olacaktır…

Hani birde bunu diğer alanlarda yaptıklarının devamı olan dönüşüm olarak açıklamıyorlar mı, ahaa orada Allah canımızı alsın daha iyi. Adama sorarlar; siz YGS ve KPSS sınavlarının sorularını bugün karşı durduğunuzu beyan ettiğiniz cemaatin dershaneleri üzerinden dağıtılması iddialarını “soruşturma açtık, soruşturuyoruz, suçluları cezalandıracağız” teraneleri ile aklayacaksınız, sonra da her şeyi dönüştürerek düzelteceğiz iddiasını ortaya atacaksınız, kayıkçı kavganızı bize allayıp pullayacaksınız, hadi ordan… Öğretim hayatını içinden çıkılmaz problemlere gark ederek 4+4+4 uydurmacısını ve abukluğunu yaratıp başımıza musallat edenlerin dershanelerin kapatılarak eğitimi ve öğretimi düzelteceğiz demesine inanmıyorum, inanalar olursa da, onlara da Allah Selamet versin… Bende lise hayatımı, bu dershanelerin yaygın sahipliğini yürüten ekibin öncülleri tarafından (kestehane pazarı öğrenci yetiştirme derneği destekli)  kurulan bir okulda hem de yatılı olarak geçirmeme rağmen, uzun yıllar önceki versiyonu olması hasebiyle bugünkü kadar rol almamış olmalarından da olabilir, sinsiliğin ve ince detay çalışmaların etkisinde kalmadan ama onların ne olduğunu iyi bilerek geçirmiş idik yıllarımızı. Şimdi bakıyorum ve anlıyorum ki, dershaneleri kaldırma niyetini beyan etmişlerin de, dershanelere sahip çıktığını haykıranlarında özellikle ve tahammüden yanlış yaptıklarını düşünmekteyim…

Peki; gerçekten dershaneler üstünden yürütülen bir savaş mıdır söz konusu olan, yoksa çok önceleri seslendirilen ve “süpürmeyin” çıkışıyla ertelenen ABD’nin Gülen cemaati üstünden AKP ile oluşturduğu koalisyonu şimdi sona mı eriyor? Gerçekte canım Yurdumun siyasetine; Sarıgül’ün liderliğini yaptığı TDH (Türkiye değişim hareketi) ile CHP koalisyonu üstünden yeni şekil verme çalışmaları mı var kavganın arkasında? Yani bu güne kadar yani yaklaşık 50 yıldır devletin verdiği eğitimin dershaneler açarak baltalanması konusundan hiçbir rahatsızlık duymadan dershaneleri kuran zihniyetin birden öğretimin irtifa kaybetmesinin nedeni tayini herhalde kayıkçı kavgası olsa gerek… Acaba bugünlerde ABD ye gitmekte olan bir muhalefet partisi lideri üstünden canım Yurduma yeni bir çeki düzen verme çalışmalarının yapılmasını engellemeye yönelik bir baskı aracımıdır, bu dershane kapatma işi… Utanmadan; adının önünde “milli” sözcüğü bulunan 2 bakanlıktan birinin son 50 yıldır içini boşaltan bir ırkın afadı olacaksın, bidayette devletin dayattığına karşı çıktığın beyanıyla okullar gebersin dershaneler ve özel okullar gönensin, kapitalizmin ve emperyalizmin sömürü çarklarına karşı duymayacak bir nesil için çalışacaksın, sonra gak guk…

Daha 3 yıl bile dolmamış olmasına rağmen; dün Türkmenistan’da Fettullah Gülen cemaatine bağlı okulları kapatırken burada alkış tutanlar şimdi bakıyorum AKP Hükümetince aynı cemaate bağlı dershanelerin kapatılmasına ateş püskürüyorlar, anlamak mümkün değil vallahi… Ama sonuç itibariyle, onların 3 yıl önce yaptığını buradaki takipçileri nihayet ve eksik biçimiyle yerine getirmektedir…

Son söz acaba; dünyayı değerlendirmede de olduğu üzere dershane kapatma konusunda da “dost-düşman” tefrikinde yanlış kılavuzlar mı takip edilmektedir, konu üstüne ister konunun uzmanı ister hiç bilmeyeni olsun mutlaka ve mutlaka tefekkür etmelidir?

Pazartesi, Ağustos 18, 2014

YALAN ve KARA PROPAGANDA


TDK (Türk Dil Kurumu) Güncel Türkçe Sözlük’e göre:

Yalan;
1. Doğru olmayan, gerçeğe uymayan söz, kıtır
2. Yalancı kimse
3. Uydurma

Propaganda;
Bir öğreti, düşünce veya inancı başkalarına tanıtmak, benimsetmek ve yaymak amacıyla söz, yazı vb. yollarla gerçekleştirilen çalışma, yaymaca…

Kara propaganda;
Doğru olmayanı; entrika ve kumpas kurmak adına, yalan, iftira ve fitne ile süsleyerek, bilerek, isteyerek ve taammüden söyleme sanatı… Var olmayan, doğru olmayan her şeyi varmış gibi, doğruymuş gibi gösterme çabalarının tümü bu kabil bir faaliyettir.  

Tarihin çok eski devirlerinden bu yana devam eden, yalan, propaganda ve kara propaganda adına bilimsel olarak(!!!!) bugün bildiğimiz her şeyin babası, tüm dünyayı tam bir felakete sürükleyen Nazi Almanya’sının “Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı” Joseph Goebbels’tir. Faşist lider Adolf Hitler’in tüm ateşli konuşmalarının kalemşörü de olan bu faşist; “Bir şeyi ne kadar uzun süre tekrarlarsanız insanlar ona o kadar fazla inanırlar” ve “Söylenen yalan ne kadar büyükse, inanan o kadar çok olur”  şeklinde özetlenecek ya da formüle edilecek “propaganda” ilkelerini “Bizim amacımız halka doğruları söylemek değil, halkı etkilemektir” veciz yaklaşımı ile taçlandırmıştır. Yönetim erkini elinde bulunduranların, bıkmadan, usanmadan, utanmadan, sıkılmadan ve yorulmadan, fahiş bir yalana türban giydirerek “cici” hale getirilmesi karşısında, toplumun niçin direnemediği üstüne yapılan çalışmalardan anlaşılıyor ki; yalana dayalı söylemi sürekli tekrarlarsanız, insanlar, bırakın yalan mı doğru mu olduğu üstüne tefekkür etmeyi, zamanla kendi fikriymiş gibi benimser ve içselleştirir ve hatta katıksız savunmaya başlarlar. Hemen ilk elde aklımıza gelebilecek, içeriğinin bile ne olduğundan bihaber olunan onlarca konunun, özellikle de tüm öğrenimi kulaktan dolma bilgilere dayalı insanlar tarafından, temcit pilavı kabilinden ısıtılıp ısıtılıp önlerine konulması nedeniyle, sunuluş içeriği ve biçimine kayıtsız kalarak, sunanların yaratmak istedikleri algı doğrultusunda anlamış olmalarının başka bir türlü izahı olmasa gerek. Propagandanın babası olarak tarihteki yerini alan; Joseph Goebbels, aklın dumura uğrayacağı, beynin spazm geçireceği noktanın “sarsılmaz inanç” yaratmaktan geçtiğinin tespitini yapınca, herhangi bir şeyin sarsılmaz şekilde savunulmasının ölçüsü olarak ta “yanıp tutuşan fanatizmi” öne çıkarır. Yığınların akli dumur noktasının bu anlamdaki karşılığının, dinsel, mezhepsel, ırksal, takımsal, ülkesel karşılıkları anlamında fanatikleşen nefretinin ne tahribatlara yol açtığı, insanlık tarihinde çokça yer alması yanında, yakın tarihimizde nasıl çılgın ve akıl almaz katliamlara ve savaşlara yol açtığı da herkesin malumu olması gerekir. Aksi takdirde nasıl izah edilebilir, Kahramanmaraş, Çorum ve Sivas katliamları… Düne kadar önemli bir gerginlik olmaksızın komşu olarak yaşayan, birden komşusuna yok etmeye yönelik düşmanlık sergileme hatta yok etme noktasının akılla izah edilebilir bir yanı olmasa gerek… Yalan ve kara propagandanın tılsımlı etkisi altında, bilinçaltına yerleştirilen nefretin, talana ve yok etmeye evrilmesi “halkı aydınlatma ve propaganda” bakanının öngörüleri çerçevesinde bir hayli kolay anlaşılır olmakta açıkçası… Hele günümüzde, eğlence aleti olarak önümüze dayatılan TV’lerden, paparazzi programları, beyinsel hantallık yaratmaya yönelik yarışma programları, fanatikleşen futbol karşılaşmaları, borazanlaşan tartışma programları ile kara propagandanın önemli unsuru haber programları adı altında, yaratılan uykulu ortamda, satır aralarından yayılan ve dikte edilen nefret söylemi neticesinde yaratılan fanatik ortam, mezkur konunun en mümbit alanıdır. Gelişen teknoloji ve bilimsel atılımlar neticesinde, gösterilen çabalar değişen propaganda tekniklerine bağlı “toplum mühendisliği” gibi bir kompleks hale gelmiş olsa dahi, Goebbels’in orijinal öğretisine sadık kalınmaktadır, değişim sadece şekli kalmaktadır, örneğin kimse artık toplu kitap yakma ritüelleri düzenlememekte ama kitaplar ve yayınlar toplu olarak ele geçirilmekte ya da yayımlanmasının ya da dağıtılmasının önüne geçilmektedir…

“Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı” Joseph Goebbels; öğretisinin fanatik ardıllarını tarifleyebilmek adına bazı başka benzerliklere de kısaca değinmekte fayda vardır. Örneğin; mezkûr zatın “Yargı, devlet hayatının efendisi olamaz, devlet politikasının hizmetkârı olmalıdır” kabilinden akıllara zarar bir yaklaşımı vardır ki, ardıllarının ağızlarından düşürmedikleri bir yaklaşımdır ve ne yazık ki yaşanan beter bela bu yaklaşımın en önemli sonucudur.

Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı” Joseph Goebbels için politika ise, “İnsanlar, gerçek olaylar ve durumlar üstüne açık seçik bir bilgiye sahip olsalardı, bu haberleri okuyarak çökebilirdi insanlar. Alman halkının bütün bunları öğrenmemesi ne iyi! Sahip olacağı kanaat, hazır halde önüne konuyor” tarzı yaklaşımı ise, ne menem bir karabela ile karşı karşıya olunduğunun resmidir…

Ancak günümüzde ardıllarının bu büyük başarılarının karşısında, yaşıyor olsa idi ne derdi acaba Goebbels? Bence hasetinden çatlardı… Bence bu konuda tek haset etmeyecek yaratık “mart kedisidir” herhalde…

Salı, Ağustos 12, 2014

SIRADAN FAŞİZM


Partisinin ve kendisinin yükselişi önlenemeyen ve kendisine geniş kitleler adına asla karşı durulamayan ama bir avuç sermayedar için ise kesinlikle parlatılması gereken lideri, uzunca bir süredir kolluk güçleri tarafından bilinen ve bu yüzden de izlenen ve aynı zamanda ilgili polis birimleri tarafından devlet bekasına tehdit mülahazası ile kendisine bir dosya bile oluşturulmuş biri olarak bilinmekte ve devletin buyurganlığı ile başı belada olan biridir.

Usta bir demagog olan lider, taraftarları ve destekçileri kimlerdi diye bakıldığında, küçük esnaf ve işletme sahiplerinin, memurların, işçilerin, geçmiş dönemlerde itibarını kaybedenlerin, hatta azda olsa kriminal unsurların olduğu açıkça görülecek olup, “prensiplerin durduramayacağı, güçlü yumruklara ihtiyacı olduğunu” sürekli vurgulayarak, bu taraftarların içinden gözünü budaktan esirgemeyen çekirdek bir oluşuma evrilmesi için her türlü fedakarlık yapılmıştır. Liderlik rolü başlangıçta kendisine pekte uygun görünmüyor olsa da, becerebileceği konusunda ise kendisini parlatanları endişelendiriyor olmasına rağmen, kendisi bu farkındalıkla her şeye rağmen inatla, sabırla ve yılmadan çalıştı, günlerce ayna karşısına geçerek hitabet antrenmanları yaptı, kaç kişi olduğuna bakmaksızın her tür kalabalığın önünde sahne alıyor, herkese refah sözü veriyor, kapalı kapılar ardında geçmiş dönemde ülkeyi yönetenler tarafından kaybedildiğini düşündüğü toprakların tekrar ülkeye katılacağı sözünü veriyordu, kiracıların çoğunlukta olduğu yerlerde kiraları düşürme, ev sahiplerinin yoğun olduğu yerlerde de kiraları yükseltme sözü veriyordu, büyük mağazaların sahiplerine rakiplerini ortadan kaldırma, küçük dükkân sahiplerine de büyük mağazaları kapatma sözü veriyordu, söz vermede asla cimri ve eli sıkı davranmıyordu, nasıl olsa insanlar da söylenenleri yiyordu atışlar serbest idi gayri, büyük mitingler ve gösteriler düzenleniyor, bu organizasyonlar için gerekli olan büyük bütçeler muvazaalı bağış sistemlerinin oluşturduğu gizli kanallardan sürekli olarak geliyordu, artık plan yürüyordu kendisine sahne verenler açısından… Sermaye açısından her şeyi, her alanı tam anlamıyla kapsayabilmek ve tanımlayabilmek, tayin edilmiş hayatı ve görece refahı sunabilmek ya da yaratabilmek için güçlü iktidara ihtiyaç vardı her zaman olduğu üzere, işte aranan kan bulunmuştu gayri…

Cumhuriyetin ne anlama geldiğini bilmeyen ya da aslında çok iyi bilen ama bir türlü içselleştiremeyen bir yönetim oluşturma sevdası ki büyük sermayenin böylesi bir yönetime ve diktatöre ihtiyacı olduğu ve bu uğurda da hiçbir finansal destekten kaçınılmayacağı çok açıktı ve de öyle tecelli etti. Artık bir diktatör doğuyor, bir güç yaratılıp önünde diz çöküp güce tapınma süreci başlıyordu, öyle ki başlangıçta kabine toplantılarında tüm kabine arkadaşlarına arkadaşça davranan, toplantıya geçilirken ilk oturan bile olmamak adına tevazünün zirve yapmasını bilhassa temin ederek, herkesin elini öncelikle sıkan ve oturulacak yeri bile tek tek işaret ederek arkadaşlarının oturmasını temin ediyor, herkesin oturmasını müteakip oturuyor, işte artık ülkenin kader yolcuğu kendisinden çok şey beklenen lider üstünden başlıyordu… Onlarda; ellerine geçirdikleri yeni düzenin gücünün kanıtlanması için hiçbir şeyi esirgemediler, insanları yapılan muhteşem gösteriler karşısında psikolojik baskı altına alıp önce nemalanmalarını sonra şaşırmalarını, en sonunda da güze tapmalarını temin ettiler…

Yukarıda anlatılan yakıcı ve ürkütücü gelişmelere gebe ortam; önemli Sovyet sinemacısı Mikhail Romm’un, hemen hemen tamamı Alman Faşist lider Adolf Hitler'in özel film arşivi, SS subaylarının çektiği özel filmler, Sovyetler'in ve diğer kimi ülkelerin devlet arşivleri gibi kaynaklar da bulunan filmler ile Almanya'da Nazizmin 1930'larda başlayan yükselişini ve yaşanan büyük bir trajedi ile yaklaşık 50.000.000 insanın ölümü ile nihayetlenen savaşın neticesi ile birlikte gelen çöküşün belgeselleşmiş film hikâyesidir.

Film; faşizm denen belanın hangi koşullar sonucu sermayenin dayattığı bir yönetim biçimi olduğunu; içeride, toplumun gündelik hayhuy içerisinde yönetime yönelik ilgisizliğin, durumun vahamet ve azametinin farkına varmakla birlikte çok tehlikeli sonuçlar doğuracak derece ya da aptallık seviyesinde hoşgörünün ya da iyi niyetin, küçük ve önemsiz değerlendirilmesi yapılarak olaylara zamanında müdahale edilmemesinin, sürekli savsaklanarak yerine getirilmeyen görev ve sorumlulukların, insani ilgisizliklerin, günlük kısır çekişmelerin deyim yerindeyse kayıkçı kavgalarının gözlerden ırak tuttuğu gelişmelerin ve dışarıda çağ dışı kalmış krallar ve kraliçelerin şatafatlı hayatların haricinde ilgi alanı oluşmamış uğraşların hikâyeleştirilmesinden yola çıkarak çok çarpıcı bir biçimde gözler önüne sermektedir.

“Sıradan Faşizm” filmi, sinemanın gücünü belgelerden alan, emperyalizmin yaşlı kıtadaki yaşama düşman kabulü ve tayini yapılan doğuda doğmakta olan sosyalizmin yok edilmesini nihai hedef koyan niyetlerin, Adolf Hitler’in başrollerinde, Benito Mussolini ve Franco’nun yardımcı rolünde, komedi düzeyindeki toplumsal aptallığın ve aymazlığın zirvesinin büyük bir trajediye dönüşmesini tüm çıplaklığı ile gözler önüne sermektedir. Askerinden siviline Avrupa’nın öğrenimi en yüksek bürokrat, teknokrat ve askerlerini yetiştirip istihdam eden bir ülkenin, her birisinin ayrı ayrı görüp, teşhis etmesine rağmen, kâh kişisel menfaatler uğruna göz yumma kâh iyi niyetlerin gözleri kör etmesi, akılları dumura uğratması sonucu nasıl olurda bir felaketin eşiğine gelebileceğinin hikâyesinin anlatıldığı bu filmi uzun yıllar sonra bir kez daha hatırlayıp seyretmenin keyfini ama gerçek hayattaki karşılığının bir kez daha hatırlanılması adına da hüznünü yaşamış oldum, günümüzü yansıtma ve günümüze dersler çıkarma adına da seyretmiş olanlar da dâhil olmak üzere herkese bir kez daha filmin izlenmesi önemle önerilir.

Sokaktan gelerek; burada sakın ve zinhar sokaktan gelinmiş olmayı küçümsediğim anlaşılmasın, bir kültürel seviye anlaşılması niyetiyle, “Her çavuş öğretmen olabilir ama her öğretmen çavuş olamaz” gibi abuk-subuk olsa olsa kurtlar vadisi dizisinden fışkırmış olabilecek bir felsefe tezahürü bir Alman atasözünün yaratıcısı, bu faşist Adolf Hitler, tüm ezikliklerini üstünden attıktan sonra, sahip olduğu itibari güce de tapanların her geçen gün geometrik artış izlemesi karşısındaki kurgulanmış ve sanal ortamı gerçek zannıyla, eğitim ve öğretiminin bu işleri kıvıramayacak düzeyde olmasına rağmen, çıkarları uğruna kendi abukluklarına destek verenler ile günlük basit çıkarları ve kaçamakları uğruna duruma göz yumanların aymazlığı içinde, yerleşik Alman kültürü ve hayatıyla adeta dalga geçmekte ya da zihin ve akıl yaşı 5 i geçmeyen çocuksu fantezilerle ortalığı kırıp geçirmektedir artık…

Yerleşik Alman medeni hayat değerlerinin köklü olmasına rağmen; herkesin arı ırktan olması kaydı şartıyla 4 çocuk yapmasını istemektedir, karşısındakilerin suskunluğu karşısında ise, eğer bir arı ırka mensup Alman kadın 4 çocuğu yoksa derhal arı ırkın bir erkek temsilcisini bulup sayıyı 4 e iblağ etmesini isteyebilecek düzeyde fütursuzlaşmıştır gayri, üstelik kadının evli olup olmamasının ve de bulacağı arı ırkın temsilcisi erkeğin evli olup olmamasının önemsiz olduğunu söyleyebilecek kadar akıllar tutulmuştu bir kere, hatta yüce Führer bir keresinde bir kenar mahalle de yaşanan pejmurdeliğin üstüne oraya arı ırkın temsilcilerinin oluşturduğu bir askeri birliği yerleştirip arı ırkın yeni çocuklar kazanmasına vesile olmuş, hatta Himmler bir keresinde kadınların askerlere hayır diyemeyeceğine yönelik çok ayrıntılı emirler bile hazırlamıştır.

“Oyuncu ve sanatçılara ara sıra parmağın ucunu göstermek gerekir” gibi veciz bir söz ederek sanata ve sanatçıya, Alman 3. İmparatorluğun kızlarının geniş kalçalı olması gerekir diyerek biyolojiye, anatomiye ve modaya, Tereyağı şişmanlık yapıyor diyerek beslenmeye bakışını derç ederek hayatın en küçük detayını bile belirlemek ve dikte etmek adına toplum mühendisliğine soyunulmuş ve totaliter bir tavır sergilenmiştir.

Diğer taraftan ise vahim gelişmeler vardı; tüm üniversitelerin önünde kütüphaneler boşaltılarak kitap yakma seansları düzenleniyor, bir defasında üniversite önünde “halkı aydınlatma ve propaganda bakanı” Göebbells konuşuyor; “Yahudi entellektüelizmi artık son buluyor, bu gecenin yarısında geçmişin iblislerini alevlere teslim ediyoruz” diye ateşli ve etkileyicili konuşmalar yapıyor, bu arada kimin kitaplarını mı yakıyorlar, Tolstoy, Mayokovski, Volteire, Anatole France, Jack London vs. gibi yabancı ve Heine, Thomas Mann, Heinrichmann gibi dönemin en önemli Alman yazarların kitapları da yakılıyordu, ama aslında insanlığın fikri ve zekâsı idi ateşe atılan ama ne gam ne tasa…

Faşizmin ve gestaponun vahşetinden İlk etkilenenler komünistler oldu, hemen toplandılar hapislere atıldılar, sonra sosyal demokratlar, sendikacılar muhalif işçiler gazete ve radyo-TV muhabirleri, sonuçta Führer Hitler gibi düşünmeme cesareti gösteren herkes zulmün tadına bakacaktı… Artık fren tutmaz duruma gelinmiştir, Alman hukuk akademisinde konuşan bir yetkili “her Almanın en büyük sevgiyi Führer e göstermesi gerektiği üzerine nutuk atıyor, konu hukuk ya söylediklerinin bir yasa tasarısı haline getirilmesi için öneride bulunabiliyor, işte dönemin özeti bu idi. “Annem basit bir kadındı fakat Almanya’ya büyük bir evlat hediye etti” gibi megalomanik bir noktaya gelen düşünceye, “sizin aranızdan biriydim, çalışarak, öğrenerek, aç kalarak buraya geldim. Kısaca ben eskiden ne isem şimdi de oyum. Bu büyük esere başlarken cesareti entelektüellerden değil, alman çiftçi ve işçilerinden aldım” diyerek, toplum mühendisliğinin altyapısı güçlendirilerek konuya romantizm de katılıyordu Tüm konuşmaları sıradan bayağı idi ama ateşli ve histerik konuşmalardı bunlar ve artık “parti führer führer ise partidir”, ona göre ve kendisini partinin bir parçası, partiyi de kendisinin bir parçası gibi hissediyordu, böbürlenmenin buyurganlığa, buyurganlığın da kibre evrilmesinin bir sonucu olarak… Allah taksiratlarını afferder mi bilemiyorum…

Pazar, Ağustos 03, 2014

ÇEVRECİNİN DANİSKALARI


Geçtiğimiz tüm bir yılın gündemini oluşturan; yurttaşa davranış nezaketi ve çevre duyarlılığı ile hareket edilse olayın birkaç gün içinde kapanma ya da unutulma olasılığı bir hayli yüksek olan ama tam tersi bir davranış ile “kerim devlet saikiyle” hareket ederek, sonuçta da 6 kişinin ölümü, 12 kişinin gözünü yitirmesi ve yaklaşık 1000 e yakın ağır olmak üzere binlerce insanın yaralanması ve “Devletin gücünü tebarüz ettirilmesi” ve “destan yazılması” ile nihayetlenen küçük çaplı bir iç savaş provasından herkesin ders çıkarıldığını söylemesine rağmen hala ders çıkar(a)mayaların iç savaşın her alanda ve topyekûn hale gelmesi için sanki çaktırmadan çalışmalar yürütülmektedir ve bu uğurda ne çevre duyarlılığının ne de yurttaş talebinin göz önünde bulundurulmadığı gözlemlenmektedir. Gerçi belki hata “Yurttaş”tadır, karşında eğer varsa bir şey beklenebilir yani olmayan şey nasıl beklenebilir ki, oysa çevrecinin daniskasıyım diye ortada dolaşanlardan bu duyarlılığın olmayacağını öngörebilmeliydi, hadi yurttaşın kusurunu hafifletecek kömürlü ve makarnalı seansların varlığı hasebiyle anlaşılabilir durumdadır da; başta, taa bakanlık makamına kadar ulaşmış insanların da içinde bulunduğu ve kendilerini aydın(!!!!) diye tanımlayanların ve köşe başlarını tutmuşların bu öngörüde olamaması neyin emaresidir acep, nema ve mama meselesidir herhal aslolan…

Muktedirlerin bitmez tükenmez ekonomik saldırıları karşısında Çeşme vadisini çevreleyen başta Karadağ olmak üzere 4 tepeyi de; enerji temin realitesi açısından da hiçte gereği yokken RES yatırımcılarına, Çeşme Halkının tüm karşı çıkışlarına rağmen, desteğe devam edilmektedir. İstanbul merkezli “Gezi Parkı” direnişine benzin püskürtülürken bu sefer Çeşme için, kaş ile göz arasında tüm süreç tamamlanarak 07.06.2013 tarih 28670 sayılı resmi gazetede yayınlanan acil kamulaştırma kararı çıkartılıvermiştir hem de hazine adına kamulaştırma yapılması kaydıyla, madem bu özel ve de güzel sektörün temsilcisi, OKMAN Enerji ki; sahibi “siz direnin biz yukarıdan işleri hallediyoruz ifadelerini kullanarak” ve “derenin taşı ile derenin kuşunu vurmak” kabilinden dalgasını da geçerek, bırakın kamulaştırmayı da kendi finansman marifetleri ile halletsinler, ama olmaz… Resmi Gazetede bakanlar kurulu üyelerinin imzaları ile yayınlanan ve “İzmir İli, Çeşme İlçesinde tesis edilecek Karadağ Rüzgâr Enerji Santralinin yapımı amacıyla ekli listede bulundukları yer ile ada ve parsel numaraları belirtilen taşınmazların Hazine adına tescil edilmek üzere Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu tarafından acele kamulaştırılması; Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığının 15/5/2013 tarihli ve 696 sayılı yazısı üzerine, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 27 nci maddesine göre, Bakanlar Kurulu’nca 27/5/2013 tarihinde kararlaştırılmıştır” biçimiyle ifade edilen karar; peki, kamulaştırma işlemlerinde “acil” kaydı şartı varsa bu neyin delaletidir deyip mezkur kanunun ilgili “acele kamulaştırma” başlıklı maddesine bakıyoruz; “Madde 27 - 3634 sayılı Milli Müdafaa Mükellefiyeti Kanununun uygulanmasında yurt savunması ihtiyacına veya aceleliğine Bakanlar Kurulunca karar alınacak hallerde veya özel kanunlarla öngörülen olağanüstü durumlarda gerekli olan taşınmaz malların kamulaştırılmasında kıymet takdiri dışındaki işlemler sonradan tamamlanmak üzere ilgili idarenin istemi ile mahkemece yedi gün içinde o taşınmaz malın 11 ve 12 nci madde esasları dairesinde ve 15 inci madde uyarınca seçilecek bilirkişilerce tespit edilecek değeri, idare tarafından mal sahibi adına milli bir bankaya yatırılarak o taşınmaz mala el konulabilir. Bu Kanunun 3 üncü maddesinin 2 nci fıkrasında belirtilen hallerde yapılacak kamulaştırmalarda yatırılacak miktar, ödenecek ilk taksit bedelidir.”  “Hayda, ne oluyoruz kardeşim savaştamıyız” diye soran ve kamulaştırmanın muhatabı olan bir arkadaşımızın kendi sorusuna kendi cevabı “evet savaştayız, doğa ile, çevre ile ve onlara sahip çıkanlar ile savaştayız”. Eeee, tabi bu kadar çok bilen muktedirlerin olduğu yerde, tüm bunların başımıza gelmesi bizim kaçınılmaz ve karşı konulamaz mukadderatımızdır. Sonuçta anlaşılması gereken ise; “siz ne yaparsanız yapın, biz bir defa karar aldık” bunlar olacak, o kadar…

Peki; Çeşme’nin tek saldırıya uğradığı yer Karadağ üzerinden RES tesisleri midir? Nerdeeee, geçen yerel seçimler öncesi, idman ve manevralarının tuttuğu görülen ve halka ucuz konut verileceği vaadi ile canım yurdumun yarattığı ve son dönemde de tam bir rant devşirme aracı haline gelen TOKİ işi, yeniden ve yeni yerel seçim arifesinde tekrar hortlamıştır ve bu sefer de daha ciddi ciddi görüntüler vererek… Bir AKP li tanıdığımdan öğrendiğim kadarı ile; geçen yerel seçimler öncesi ilan edilen ve fakir-fukaraya TOKİ marifetiyle ucuz konut temin edilecektir çıkışı ile; yaklaşık 1.400 konut için 4.000 başvuru ve yaklaşık 2.200 parti üyesi kaydı gibi bir aritmetik büyüklük yaratılmış ancak rüzgarının bile bu büyüklüğü yakalamış olmasına istinaden de bu sefer daha somut adımlar atılmaktadır. Hani bu “özel sektör”e tapanlar, Cumhuriyetin çok olumsuz koşullarda yarattığı önemli sanayi değerlerinin, “devlet don mu üretir” gibi abuk laflarla itibarsızlaştırarak ve diğer taraftan da “devlet elini ekonomiden çekmelidir” propagandaları ile 3-5 kuruşa elden çıkarıldığı ortamda abdestsiz kapitalist davranışın sünnetlenerek, hatta rant varsa sadece muktedirler var diyecek mertebeye erişmesi olan TOKİ’nin ne olduğunu merak edenler, meclis lojmanlarının MESA’ya TOKİ üzerinden nasıl ihale edildiğine baksınlar yeter… 26 Haziran tarihinde Ilıca’da Çeşme AKP ilçe teşkilatı tarafından sunumu yapılan TOKİ’nin 1.584 konutluk Çeşme çıkarma harekâtının tanıtımı yapılmış ve katılan gazeteci arkadaşlarımızın aktardığına göre sunumu yapanlar ise yine fakir-fukaraya ucuz konut sloganı ile start alan tanıtımda bulunanlar; konu ile ilgili proje detaylarının AKP ilçe teşkilatından edinilebileceğini, müracaatların ise Kaymakamlığa yapılacağını, müracaat edeceklerin aylık 2.500 TL den az gelir ve 5 yıldır Çeşme’de oturmuş olmaları gereğini beyan etmeleri gerekebileceğini, sunumu yapanların TOKİ’nin kalite sorunu yaşadığı yönündeki yaklaşımın doğru olduğunu bildiklerini ama bu sefer kalite konusunun bizzat Sn. Başbakan tarafından denetleneceğini, güncel olan ve sıkıntı yarattığı görülen ağaç ve yeşil işinin ciddiyetinin boyutunu kavrayanlar hemen mezkur mahallere 30.000 ağaç dikileceği gibi çevreci bir rota tutturulacağını, dönemin AKP Çeşme İlçe Teşkilatı Başkanının ‘‘Şükür rabbime, Dünya lideri Recep Tayyip ERDOĞAN’ın neferi olmayı bana nasip etti’’ diyerek yerel seçimlerde nasıl aday olunacağının tarihe not edileceğini vs. vs. diyerek teşekkürü hak etmişler, bakalım bu sefer gelişmeler açıklandığı gibi olacak mı? Ancak; kalite konusunda görevi olmayanlara görev tevdi etmenin de bir faydası olamayacağını, İstanbul’un siluetini bozan projeler konusunda yaşanan polemikler neticesinde binaların müteahhidine küsmüş olduklarından ötürü Sn. Başbakan’ın onca işinin arasında bu konu ile ilgili fazla mesaiye kalmasına yol açılacağını ve müteahhit’in de artık bu tür sözler karşılığında müteahhitlik yapmayacağını açıklamış olması nedeniyle de, benzer müteahhit kayıplarının yaşanabileceği gerçeğini de hatırlatmak gerekecektir.

Sonuç olarak görünen o ki; Çeşme sermayenin her türlü oluşumu için bir cazibe merkezi oluşturmuş durumdadır ve önce koy’lar sonra plajlar beach clup, arta kalanlar ise yat marina yapılarak denize ulaşım halka kapandı, şimdi RES ve TOKİ projeleri ile var olan SİT ve orman alanlarıda elden çıkarılacak gibi duruyor, eeeeeeee elindeki tek alet çekiç olana her şey çivi görünürmüş misali canım Yurdum tek bir arsaya indirilmiş iken Çeşme’nin bundan nasip almayacağı düşünülemez tabii ki… Görünen o ki daha çok Gezi Park vakaları yaşanacaktır çünkü hedef artık hatti değil sathidir ve bu satıh tüm vatandır ve denilen de odur ki; hodri meydan, eeee ne de olsa çevrecinin daniskasıyız ya… Kaz dağları, Karadenizin tüm dereleri, Hasankeyf, Allonai, Sapanca Gölü başta olmak üzere tüm arkeolojik, doğal varlıklar elden gitmiş, kimin umurunda…  Hele birde “onların Bizans oyunlarına karşı da biz de onlara Osmanlı oyunu ile karşılık vereceğiz” gibi bir laf ortalıkta dolaşıyor ya, evlere şenlik… Durmak yok neobizans oyunu olan Osmanlı oyununa devam…

Marifet; kıl ya da kul-nefer olmanın dışında özgür bir tavır sergileyebilmektedir ve kimden ve nereden gelirse gelsin, bizden ya da onlardan gibi abukluklara tevessül etmeden davranabilmektedir, yoksa işin en kolay ve risksiz olanı ne olursa olsun kabullenmektir.

Pazar, Temmuz 20, 2014

ÇEŞME KARADAĞ’DA RÜZGÂR TÜRBİNLERİNE HAYIR-yeniden


Çeşme’nin; çok sınırlı konut ve ağırlıklı olarak ta rekreasyon alanı olarak ayrılması gereken, belki de bu yüzden ve bir ölçüde benim de doğru gördüğüm 1. derece doğal SİT alanı ilan edilen, kentin önemli yeşil alanını oluşturan Karadağ adında bir dağı vardır, bugünlerde farklı bir yaklaşımın hedefi durumundadır. Bu dağ http://sosyalyasamdaalternatif.blogspot.com/  adresindeki blok ve Yeni Çeşme gazetesindeki 07.02.2011 tarihli  “İLK YAP İŞLET DEVRET ÇEŞME’DE PAFTOS MESELESİ” başlıklı yazımda bahsettiğim “1914-1918 yılları arasında Çeşme Kaymakamlığı yapmış Hilmi Uran’ın anılarını topladığı “Meşrutiyet, Tek Parti, Çok Parti Hatıralarım (1908-1950)” adlı kitabında Çeşme bölümünde “Paftos meselesi” adlı başlık altında yazılmış enteresan bir bölüm vardır. Burada; benim bugüne kadar okuduğum kaynaklar içinde, bugün literatüre “Yap-işlet-devret” adıyla girmiş bulunan bir uygulamanın bulunması dikkatimi çekti. Nasıl anlatıyor bu uygulamanın kilometre taşlarını Hilmi Uran; “Çeşme’nin yakın tarihi hakkında sonraları edindiğim bilgiye göre, vaktiyle Çeşme’de de arazi büyük parçalar halinde idare edilir” ve devamında “İnsan elinin azlığından ve himmetsizliklerinden bu çiftlikler sahiplerine pek az fayda sağlarlarmış. Fakat Çeşme bu durumda iken adalar da, nüfus fazlalığından muzdarip bulunuyorlarmış, oralardan da nüfus kendine taşacak yer aramakta imiş. İşte adalardan bazı çalışkan ve becerikli Rumlar ihtiyaç sevkiyle Çeşme’deki çiftlik sahiplerine müracaat ederek, kendilerine ayrılacak küçük arazi parçaları üzerinde bağ tesisine izin almışlar ve uzunca bir müddet faydalanacakları bu bağları bu müddetin hitamında bağ olarak aynen çiftlik sahiplerine bırakmayı taahhüt etmişlerdir” (shf 67-68)… Zamanla bu Rumlar köylere de yerleşerek, kayalık arazileri set yapmak ve başka yerlerden toprak taşımak suretiyle bağlıklar kurmuş ve Sakız Adasından koyun getirerek yetiştirmeye başlamışlardır”

Evet; yamaçları tamamen teraslanarak ve yeterli toprak taşınarak elde edilen KARADAĞ’da Çeşme’nin uzun yıllardır dillere destan olan ve müthiş üzümü yetiştirilmiş, Çeşme şarapçılığı bu sayede bugün bile taaaa Fransa’ya kadar ün ve nam salmıştır. Terasların ne kadar muhteşem olduğunu, havadan fotoğraf çeken ama beni affetsin ne yazık ki ismini anımsayamadığım fotoğraf sanatçısının hazırladığı katalogdan bir kez daha görmüş idim geçenlerde, bu terasların bu haliyle bile bir kültürel ve turistik figür olduğunu asla unutmayalım, onları kaybettikten sonra hayıflanmanın bir faydası olmayacaktır.

Şimdi bu KARADAĞ rüzgâr türbinleri kurularak elektrik enerjisi üretilmek üzere ve 2057 yılına kadar geçerli olacak lisans tanzimi ile tahsis edilmiş bulunmaktadır.

Enerji; sanayi, teknoloji, ulaşım, iletişim başta olmak üzere bilgi toplumunun en önemli ve asla vazgeçilemeyecek bir ihtiyacıdır ve görünen o ki olacaktır da, dolayısıyla bu kadar değerli ve toplumun temel taşının temin kaynaklarının sınırlı olması ve dayandığı fosil yakıtların yarattığı çevre etkileri ve kaygıları nedeniyle, sürekli bir arayış içinde olan bilim dünyası, devamlılığı ve yenilebilirliği çevresel olumsuz etkileri en az olan enerji kaynaklarını bulmak ve geliştirmek adına yoğun çalışmalar içindedir. Bugün bilim dünyası, yenilenebilir enerji kaynaklarından başta Güneş, Rüzgâr, Jeotermal, deniz dalgası, hidrojen gibi kaynakların, Dünyanın yaşanabilirlik ortamının ve teminde de sürekliliğinin bozulmaması amacıyla enerjinin üretim yöntemi ve biçimleri ve bunların çevresel etkileri üzerine ulusal ve uluslar arası hukuk, üretim ve iletim teknik ve güvenlikleri bakımından bir hayli mesafeler kat etmiştir veya en azından bugünkü bilgi ve tecrübe düzeyimiz mucibince bu rahatlıkla söylenebilir görünmektedir. Günümüzde ihtiyacın çok önemli bir bölümünü oluşturan fosil yakıt kaynaklı enerjinin, sonuçta açığa çıkan sera gazı başta olmak üzere karbondioksit ve metan gazı, kükürt partikülleri, azot oksit ve kül neticesinde insan ve çevre sağlığı üzerinde çok olumsuz etkiler oluşturduğu sağır sultanın bile malumudur artık. HES (hidro elektrik santral) lerin de habitat ve iklim üzerinde olumsuz etkileri ise bugünlerde gerçekleşen eylemlerde çevre duyarlı sivil toplum kuruluşlarınca, özellikle de Karadeniz Bölgesinde yaşananlar yeterince afişe edilmiş bulunmakta ve kanımca salt bu nedenle de konuyla ilgili yatırımların bu oluşan yeni bilgi ve teknolojilerle yeniden gözden geçirilmesi kaçınılmaz olmuştur.

Uzun yıllardır Canım Yurdumda izlenen neoliberal politikalar çerçevesinde, eğitim, sağlık, kitle ulaşımı, enerji, su temini, toplu konut başta olmak üzere tartışmasız kamu tekeli olması gereken sektörler, bir taraftan var olan kamu tesisleri özelleştirmelerle diğer taraftan tahsis edilen lisanslarla da yeni yapımları, iştahları bir türlü ıslah olunamayan, terbiye edilemeyen her şeye paragözüyle bakan sermaye kesiminin insafına terk edilmiştir. Kapitalizmin genel ya da yerel bunalımının tavan yaptığı dönemlerde de, daha da katmerleşen bu uygulamaların rezalet örnekleri de asla göze görünmemekte hatta daha da radikalleşen boyut kazanmaktadır, yeter ki kapitalizm esenlik içinde sömürü çarklarını korusun muktedirler açısından, tek kriter budur, ancak gözü doymaz sermayeye yeni kârlı yatırım alanları ve olanakları açmak zorunluluğu bizim hayatımızı cendere altına alıyor ya adamı kahreden taraf o oluyor işte.

Enerjinin bir şekilde temin edilip sunulacağını bilen bizler, hele bu kaynak da yenilenebilir ve sürekliliği korunabilir, insan ve çevre açısından klasik kaynaklar kadar olumsuz sonuçlar doğurmayan rüzgâr ise, olsa olsa buna destek veririz ama seçilen yer KARADAĞ olunca, buna itiraz edilmesi gereği hemen oluşuyor. Adamın çıkıp meydana “başka yer mi bulamadınız beeee” diye bağırası geliyor, valla…

Yerleşim alanına bu kadar yakın hatta yerleşim alanının deyim yerindeyse dizinin dibine, rüzgâr türbinleri koymak önüne geçilemeyecek sorunlara neden olabilir, bu kadar mı aklıselimden vareste kararlar alınır, valla anlamak mümkün değil… Genelde enerji üretimi sırasında, oluşmasına neden olduğu olumsuzlukları en az olan kaynak olsa bile, bu hiç zararsız ve sorunsuz anlamı taşımaz ve taşımayacaktır da, başta gürültü, estetik, elektromanyetik alan, habitat ve doğal SİT alan tahribatı, rüzgâr kararlılığının bozulması, rüzgâr perdelemesiyle başlayan tespit edilmiş ve şimdilik yeni olması hasebiyle tespit edilememiş bir dolu sonucu da vardır ya da olabilir.

Hemen yakınında öğretim kurumlarının bulunması nedeniyle oluşacak elektromanyetik alanın ve gürültü sürekliliğinin, ilkokul çağındaki çocuklarımızın fizik ve ruh sağlığı üzerinde yaratacağı olumsuzluklar hiç düşünülmemiş gibi görünüyor… Gürültü kirliliği bugüne kadar baktığım tüm raporlarda sadece insanın duyduğu ses aralıklarına göre değerlendirilmiştir, bu konuda kuşlar, köpekler, tavuklar, koyun keçi gibi küçükbaşlar ve de özellikle arılar hep göz ardı edilmiştir, peki bunlar bu çevre ile ilgili unsurlar değilmidir, bu karar vericiler açısından acaba?

Peki, buraları benimde kısmen katıldığım karar ile doğal SİT alanı ilan eden, Çeşme’lilere bugüne kadar gavur eziyeti çektiren, hatta öyle ki tütün tarlalarını bile doğal SİT alanı ilan ederek artık konuyu başka bir rant alanına dönüştüren kadroların ve onların yerel uzantılarının doğal SİT alanı ilan edilen Karadağ’ın kurban edilişi karşısındaki tutumlarının ne olduğunu çok merak ediyorum doğrusu.

Görsel ve estetik açıdan sanki bu şehirde yaşayanları cezalandırmak istercesine gözümüze ve kulağımıza ve hatta zihnimize estetik değerlerimize bir saldırı şeklinde algılanmasının önüne geçemiyorum, açıkçası… Üretilen enerjinin ana şebekeye aktarılması için enerji nakil hatlarının geçeceği bölgelerdeki elektromanyetik alanın olumsuzluklarının göz ardı ediliyor vb. vb…

Bu her şeyi para kazanma-istihdam yaratma ikilemi içinde göstererek Canım Yurdum İnsanını en hassas noktasından yakalama çabaları içinde olanlara, daha az istihdamla daha büyük paralar kazanılabileceğini de hatırlatmak isterim, üstelik az istihdam ama çok geniş ekonomik güvence yaratılabilir, kolayca anlaşılacağı üzere. Bırakın insanları “kırk katır mı, kırk satır mı” cenderesine sokmayı…

Büyüklüğüne bağlı olarak değişiklikler gösteriyor olmasına rağmen, yatırım geriye dönüşlerinin 1 yıldan 3 yıla kadar, hatta büyük çaplı yatırımlarda 6 aya kadar düşüyor olması, sadece kendi işletmesini fazla önemseyen, asla insan ve çevre kaygısı olmayan, benim dışımda tufan-kıyamet olsun yaklaşımı ve basiretine sahip canım yurdumun kapitalistleri açısından hiçbir zaman ve hiçbir şart altında beis yoktur.

Sonuç olarak kentleri insan odaklı düşünmüyor ve planlamıyor iseniz tabii ki sözümüz olamaz, zaten tüm gelişmeler de bize muktedirlerin ve onun yoğun etkisi altındakilerin dert ve tasalarının “insanın kendisinin” olmadığı biçiminde olduğunu göstermektedir, bir taraftan şehirleri otobanlara çevirerek övünenler, diğer taraftan kentin ortasına termik santral yapıp dünyanın en çevreci termik santralini yaptık diyerek yalan söyleyenler, nihayetinde artık ustalaşınca da “çevrecinin babasıyız” mertebesine ulaşanların bizi getireceği nokta, çevrenin tüketildiği nokta olacaktır. Tam da bu nedenle KARADAĞ da rüzgâr türbinlerine hayır diyoruz…

Son olarak bir Afrika Yerli Sözü:

Son ırmak kuruduğunda,
Son ağaç yok olduğunda,
Son balık öldüğünde;
Beyaz adam paranın yenilemeyen bir şey olduğunu anlayacak!

Pazartesi, Temmuz 14, 2014

YOLDAN ÇIKMAMAK’A AÇILAN YOL


Herkesin bir yolu var cevazı mucibince herkes kendi yolunu yazıyor. Eeee işte "herkesin bir yolu var, herkes kendi yolunu yazsın" diye YOL açarsan olacağı buydu, sözlü tarihti, yazılı tarihti, yok bilmem ne tarihti... Artık bitsin bu kelam ve kalem yarıştırma diyen kimse de çıkmıyor ne yazık ki... Sussun herkes sonsuza kadar, geçmişin ve o yolun yüzü suyu hürmetine diyen de çıkmıyor ne yazık ki... Maazallah başlar herkes kendini merkeze koymaya başlar döşenmeye, aslında tabii ki bu coğrafyanın insanı Nasrettin hoca torunudur ve ayaklarının dibi de dünyanın merkezidir, ne yazık ki böyle de oldu galiba... Evet, kişisel referanslar üstünden yol tarifleri yapmaya kalkarsan, yani yolun bizatihi kendisinden azade tutum takınırsan maazallah ortalık toz duman olur… Anlaşıldığı kadarıyla söylenecek çok şeyi var herkesin, ama zaman biraz susarak soğutma zamanı olmalı... Ayrıca ve ilaveten herkesin bir yolu olamayacağı da gün gibi aşikârdır, ne demek herkesin bir yolu var, zinhar yok, herkes aynı yoldan geçti, herkes aynı yolu kullandı, o kadar, diyende çıkmadı şu güne kadar… O yol öyle bir yoldu ki, tek yoldu, bunu herkes böyle bilmeli, bırakmanın tam zamanıdır artık bu herkesin bir yolu vardı kolaylığını diyen de çıkmadı henüz…

Malum hikâyedir, hani seyir ettiğimiz 100 Hollywood filminin kesin ellisinde olur ya; yeni evlenenlerin törenini yöneten din adamı, evliliğe tanıklık eden izleyicilere döner ve “bu evliliğe itirazı olan varsa şimdi itiraz etsin yoksa sonsuza kadar sussun” der ya, günümüzün ve konumuzun hissesi bu olmalı, bence… Malumdur ama az hatırlanır işte… O gün susmuşsun şimdi konuşuyorsun, hem de herkes konuşsun diye yollar sonuna kadar açık tutulmuş iken… O gün susarak yapılan yanlışa bugün konuşarak devam etme yanlışına düşmeyelim diye bir yaklaşım hatalı olmaz herhal…

Yahu allahaşkına, konunun hala mahremiyetlerle dolu bölümü derç edilmeden, hadi diyelim genel maksat ve amaca yönelik kişisel kabullenmelerden bahsetmeden, günün rutinleri ile sınırlı anlatımların kime ne faydası olacak, kime yeni yollar için feyz olacak, biri de bu biçimiyle tefekkür etsin… Bir olay anlatacaksınız, bir kısmının sizinle mezara gidecek bölümleri var, bu tarafı ile zinhar bahsedilmeyecek, sonra da anlaşılacağım diye bekleyeceksiniz… Biraz zor, hatta çok zor… Peki, bilinmiyor mu da bu, bize düşüyor usulet ve suhulet telkini, bilinmez mi, bilinir, hem de çok iyi bilinir, ama bilinsin ki buradan murat ta biliniyor ve de tam da bu yüzden insanlar üzülüyor…

Şüphesiz; “herkesin bir yolu vardır” iddiası kulağa çok hoş gelir ve bir hayli de janjanlıdır ama bir o kadar da sonuçları itibariyle sıkıntı yaratır, bu herkes tarafından çok bilinir ama ne yazık ki az uygulanır durumu da göz ardı etmemeliyiz. Yaşanan her şeye rağmen, çok güzel ama büyük bedellere mal olan muhteşem yolculuk, herkesin üzerinde çok kolaylıkla kelam ve kalem üretip oynattığı bir alan olmaktan azade olmalıdır. Geçmişin yakınlığı ve uzaklığı bir yana, hafızanın genişliği, sadakati hatta önceliği ve nisyanı ile sınırlı vs. gibi durumların da göz ardı edilmemesi naçizane beklentimiz ve hasletimizdir… Ayrıca bir başka malum hikâye, çokça bilinir az dikkate alınır cinsten; hikâye diyorum ama hikâye değil bir bilimsel deney, tanıklıkları ve hafızayı sorgulamak adına gerçekleştirilmiştir ve bir adam öldürme mizanseni ayarlanır bir odada ve bu odanın 7 adet kapısı vardır 7 ayrı “bilim insanı” birbirini görmeksizin birbirinden habersiz mizanseni 1 dakika süreyle izler ve olaya, öldürene ve ölene yönelik izlenimlerini ya da tanıklıklarını yazılı rapor haline getirmeleri istenir. Ortaya birbirinden ilgisiz, aynı olayı izlemelerine rağmen farklı tespitlerin yapıldığı bir tanıklık ve hatırlama süreci raporlaşmıştır artık ve değerlendirmeye tabi tutanlara da bu farklılıkların bilimsel izahını yapmaktan başka bir şey kalmamıştır geriye tüm bu çalışmalarda…

Bu yol tek’ti ve bu yoldan geçen herkes, yolun aynı çeşmesinden su içti, yoldan kalkan aynı tozu yuttu, yolun aynı noktalarında molalar verildi, yolun açıldığı vadinin sert rüzgârından bağırları aynı miktarda yandı, vs. vs… Ama o yolun çeşmesi halen akıyor olmalıdır, biz suyundan içmiyor olsak bile… Bu yol, dönemi itibariyle “otoyol”ların daha icat edilmediği bir dönem olduğundan, engebeli idi, dolambaçlı idi, sarp idi, şimdi bakıyoruz da herkes güzel güzel otoyollarda, kurulmuşlar güzel güzel otomobillere, oradan “gül döktüm yollarına” şarkısı eşliğinde talkına devam ediyorlar… Bu muhteremleri Allah ıslah etsin diyeceğiz ama… Dil lal olmuş…

Bizim o yollara döktüğümüz güller kurudu ama hala çok güzel kokuyorlar…

“Hafızayı beşer nisyanla maluldur” sözü kolay oluşmamıştır… Dikkat gayri… Çok dikkat… Hatta “sus ki derviş bellesinler” diyelim dersekte ayıp etmeyiz herhalde…

İnsanların hayatı, hep bir yol bulmak umuduyla geçmektedir, kimisi yolunu buluyor, kimisi bulamıyor… Ta Hannibal’dan beri, onun düşmanlarını atlatmak için kullandığı veciz sözü tekrarlanıp durmuştur; “ya yeni bir yol bulacağız ya da yeni bir yol yapacağız”, ama artık yeni bir yola, ne bulma ne de yapma anlamında ihtiyaç yoktur, yol bulunmuştur artık… Herkesin yolu bellidir ve tektir... Herkesin tutuğu yol hayırlı uğurlu olsun… Yolları açık olsun…


 

Pazar, Temmuz 06, 2014

HİKAYE’T ÜL VAKAİ ZABITAN


(amcalara masallar–1)

Canım Yurdumun, güzel bir kasabasında, tüm kasabalılar tarafından tanınan-bilinen işadamlarından birisinin eşi çağımızın belası olan hastalık nedeniyle hakkın rahmetine kavuşur, defin işlemleri ve arkasından gelen gelenek ve görenek gereği tüm vecibeler, işlemler ve sefahat tamamlanır. Mezkûr işadamının sahibi olduğu geniş ve ulaşımı kolay restoranda vefat eden eşinin arkasından “mevlit” okutulması kararı verilir ve konu ile kasabanın din önderleri ve ileri gelenlerine danışılır, sual olunur ki “her daim alkol servisi yapılan bu restoranda, mevlit okutulmasının dinimizce uygunluğu varmıdır”, işadamının en azından bu vecibeler konusunda bir hayli cömert olabileceği beklenti ve öngörüsüne dayanılarak cevaz-ı fetva derç edilir. Diğer taraftan görevi sürekli gezerek Belediye adına kontrol ve izleme görevi yapan ya da yapması gereken bir de “zabıta”mız vardır bu hikâyenin bir tarafında ve davetli olmanın dışında mezkûr ortamlara en azından mesai saatleri içinde zinhar dâhil olmaması gerekirken kendisini sürekli bu tür faaliyetlerin ayrılmaz bir parçası kabulü ile de mütemadiyen asli işinin dışında bu kabil faaliyetleri takip ederek, metazori katılımlar gerçekleştirmektedir, vazifesi nedeniyle de sürekli Belediye dışında olması ise ortadan kaybolmasına çok uygun bir ortam oluşturmaktadır ve hedefi başlıkta verilen işte bu muhterem çocuğun hikâyesidir, hikâyemiz. Diğer meslektaşları, gerek motosikletler gerekse de yürüyerek, yaz kış, uzun ve meşakkatli mesai saatleri demeden çalışırken, bahse konu beyzade, çağımızın kolaycı ve müşterisi bol olan malum bezirgânlık faaliyetlerine hiç ara vermeden devam etmekte ve birlikte hareket edeceği bir de grubun içinde de yer almaktadır. Bu konuda ilerideki yazılarımızda inşallah değinebileceğimiz üzere, soruşturma ve yaptırımlara da uğramıştır bu muhterem çocuğumuz…
Neyse biz fazla uzatmadan hikâyemize dönelim şimdilik. Fetva mucibince mevlit vakti saatinde, mevlit için katılımcılar kendileri için, faaliyete uygun düzenlenen mezkûr restoranda yerlerini alırlar, burada bu okumanın gerçekleşmesinin, dinen caiz ve helal olacağı cevaz-ı fetvasını veren dini önder grubundan ağır toplar, başta da dini önder bey olmak üzere, mezkûr zabıtamızın da katılımıyla, mevlit başlatılmıştır. Sulh selah ile dinlenen mevlid-i şerifi müteakip merhumenin arkasından hayır dualar edilir, helallikler verilir ve katılımcılar bir taraftan muhterem okuma heyetine teşekkürlerini diğer taraftan da eşini kaybeden işadamına başsağlığı dileklerini ileterek birer birer ayrılmaktadırlar. Nihayetinde, gelenek ve görenekler gereği, merhumenin hayırlarla ve dualarla anılması sefahati tamamlanır, mevlit okumasını gerçekleştiren başta dini önder bey olmak üzere tüm zevata ılık içecek ve bir miktarda yiyecek servisi yapılır ve kısmen de olsa muhabbet faslına geçilir. Bir taraftan eşini yitirmiş olmanın acısını içten yaşayarak çok üzülen hatta yıkılan ancak okunan mevlidin yarattığı ortamın ve katılımcıların hayır dualarının oluşturduğu huş içinde, dini önder beyin yanında oturarak yerini alan işadamımız, her ne kadar bu iş için herhangi bir ödeme talebinin olmamasına rağmen cebinden çıkardığı ve 2 ye katlanmış, iç içe konulmuş olan 200 Euro’yu dini önder beyin gömlek cebine yerleştiriverir. İşadamı kendisine bahşedilen bu ortamda eşine son bir kez daha helallik görevini yerine getirmiş olmasının yarattığı iç huzuru ile fazlaca cömert sayılmasa bile bu miktar ödemede bir tereddüt göstermemiş ve içinden de yarı mırıldanarak helallik vermiştir. Artık dini telkin ve görevlerinde gün itibariyle sonuna gelinmiş ve artık ayrılma vakti gelmiştir ancak mezkûr muhterem zabıtamız 200 Euro’dan kendisine bir pay ayrılmamış olacağı öngörüsü ya da umutsuzluğu içinde konuya odaklanmış ve kendisine nasıl bir pay oluşturabileceği konusunda kafa patlatmaktadır sadece. Tam ayrılmak üzere iken, fırsat kollayan zabıtamız için bir ışık doğmuştur aniden, def-i haceti için lavaboya giden dini önder beyin hemen peşine takılır ve lavabo önünde erkete vaziyetinde ancak avını bekleyen kaplan hazırlığı ve çevikliğinde pozisyon alır. İçeriden rahatlamış olmanın huzuru ve cebindeki paranın keyfiyle çıkan dini önder bey henüz yıkamış olduğu ellerinin daha ıslaklığını kurutamadan, kaplan çocuğumuzun eli büyük bir maharet ve kıvraklıkla derhal gömlek cebindeki 2 ye katlanmış iç içe konulmuş 200 Euro’ya yönelir ve 2 parmağı ile adeta kapar ve artık 200 Euro yer değiştirmiştir. Ancak zabıta çocuğumuz aldığı eğitim ve aile terbiyesi mucibince, özenle 2 ye katlanmış ve iç içe bulunan 200 Euro’dan bir tanesini alır diğerini dini önder beyin gömlek cebine tekrar yerleştirir.  Eeee çocuk, hem eğitimli, hem terbiyeli öyle hepsinin üstüne yatacak değil elbette, aslında konu buralara da gelmezdi ama dini önder beyde kendisine bilahare kırışırız ya da paylaşırız gibi bir ışık vermemişti, bir işaret çakmamıştı, böyle bir işaret çakmış olsaydı eğer, böyle terbiyesizlik addedilecek bir harekete zinhar kalkışmazdı… Diğer taraftan dini önder beyde önce hepsinin gittiği korkusuna kapılıp bilahare yarısının yeniden cebine girmesinin verdiği bir rahatlamayı yaşarken, gençliğinin ve cesaretinin hatta girişiminin neticesi, oluşan bütçenin yarısının cebinde olmasının rahatlığı da mezkûr ve muhteşem zabıtamızın yüzüne vurmuştur, gayri…
Bu hikâyenin gerçek olup olmadığını düşünecektir bazı okurlarımız, valla ben gerçek değildir diye cevap vermek isterim sadece… Peki, böyle bir hikâye yaşanmış olabilir mi, diyebilir bir kısmı, eee yaşanır tabii, neden yaşanmasın ki… Haftaya da hatırlayabilirsem eğer, devamı kabilinden uydurduğum bölümünü yazacağım, duruma göre…

Salı, Temmuz 01, 2014

ÇAKILDAK ve ÇAKILDAKÇI


Anadolu’da bir söz vardır : “Çakıldakçı”; bu koyunların kuyrukları altında, koyunun pislemeyi yaparken tüm gayreti ile kuyruğunu kaldırma çabasına rağmen yine de tüylere/kıllara yapışıp kuruyan ve oradan da kendi kendine asla düşmeyen pisliklerin (bokların); ki bunlara “çakıldak” denir, temizlenmesi işlemini gerçekleştiren kişiye de bu isim verilir ve genellikle bu görev çoban yardımcıları tarafından yerine getirilir. Gerçi aynı kelime insanlar içinde ve de ne yazık ki aynı anlamda kullanılmaktadır. Çakıldakların temizlenmemesi, kırkma denilen koyunun yününün alınması işlemi sırasında yünün/yapağının kalitesinin düşmesi anlamına gelmekte olup mutlaka en azından bahse konu kırkma döneminden önce bile olsa bir kez temizlenmek durumundadır, aksi takdirde yünün/yapağının işlenmesi zorlukları yanında kalite düşmesine de neden olmaktadır. Bu “çakıldakçıların” durumları, sayıları ise de işletmenin büyüklüğüne yani beslenilen koyun miktarına bağlı olup, eğer ailece yapılan bir işlemse çakıldakçılık görevi de ailede genellikle de çocuklara düşen bir görevdir, işletme büyüdükçe de görevler görece profesyoneller tarafından yerine getirilmektedir. Anlaşılacağı üzere; koyunun yününün/yapağısının kalitesinin ve işleme kolaylığının artması için koyunların çakıldaklarının (boklarının) yün kırkma dönemlerinde temizlenmesi gerekmektedir, çakıldakçıların sayıları ve sosyal statüleri de koyun sayısına bağlı olup; yukarıdaki yazılan tüm bu işlemleri yerine getiren çakıldakçıların durumunu muzip ve bilge kişiler Anadolu’da; eğer birileri önem vehmedilenlerin arkalarını temizliyorlar ve etraflarında yağcılık yapmak için dolanıp duruyorlar ise, bu kişiler için “çakıldakçı” demişler ve uzun yıllardır bu laf kullanıla gelmiştir.

Bu söz; Yurdumuzun çeşitli yörelerinde, Ege ve Çukurova’da böğrülce ve Ordu ve Giresun tarafında da fındık tazesi gibi meyve-sebzelerden, değirmenlerde bazı uyarıcı görevleri olan ses düzeneklerine kadar çeşitli anlamlarda da kullanılmaktadır.

Ege yöresinde ise; “çakıldaklı” diye bir söz bulunmakta olup, çok konuşan kafa şişiren, kafa ütüleyen anlamına kullanılmaktadır. Kök kelimenin farklı farklı ekler alarak bir hayli geniş alanda anlam bulmasının da, konunun ne kadar büyük bir tarif alanı oluşturduğuna bağlıdır.

Biz konumuz gereği yukarıda genişçe anlatılan ve yağcı, yardakçı ve erkete rolü için kullanıp, toplumumuzda da bu görevi yerine getiren bazı erbap kişileri tanımlamak için kullanacağız.

Canım yurdumun yaşadığı sıkıntısı ve çalkantısı büyük dönemlerde, herkesinde kolayca hatırlayacağı ve bilebileceği üzere; çakıldak olmayı içine gönül rahatlığı ile sindirmiş, ya da çakıldaklara karşı çakıldakçı olmayı tercih etmiş insanların sayısı artar. Oysa ki; Ademoğlu bir anlayabilse, çakıldak olmanın insanı insanlıktan uzaklaştırdığını, zinhar bu tercihinden vazgeçecektir… Ama nerde…

Bu haftaki yazı kısa oldu, umarım uzun yazıyorsun diyenler ve haliyle yazının uzunluğuna bağlı olarak ta fontunun bana ayrılan yerin azlığı nedeniyle bir hayli küçük olması hasebiyle de okuma zorluğu çekenler, rahat bir nefes almıştır.

 

 

Pazartesi, Haziran 23, 2014

PADYSHAIMUS SYNDROME

Osmanlı tarihinde; fetihlerin, ülke zapt etmelerin zirve yaptığı dönemin malum hikâyesidir, Fransa kralı Fransçois (Fransuva) Alman Kralı Şarlken ile 1525 yılında Pavye savaşı diye bilinen savaşı kaybeder ve esir düşer. Bunun üzerine Fransçois’in annesi Düşeş hanımefendi Osmanlı büyükelçisi vasıtasıyla, Padişah Kanuni Sultan Süleyman’a Fransçois’in esaretinin sona erdirilmesi talebini içeren bir mektup yazarak, himmet ve yardım bekler. Böyle bir mektup gerçekte var mıdır, varsa da orijinal midir, yoksa bazı lobiler tarafından dublajı yapılmış mıdır, montaj mıdır, bilinmez ancak her nasıl ise, kıssa üstünden günümüze hisse çıkarmamıza engel oluşturmamaktadır.

Kanuni Sultan Süleyman'ın Fransa kralı François’e gönderdiği 1526 tarihli cevabi mektup;

“Allah-ü Teala’nın lütuf ve yardımıyla, peygamberimiz Hz. Muhammet Mustafa (S.A.V.)’nın mucizesi, dört halifenin ve Allah’ın sevgili kulları olan velilerin mukaddes ruhlarının yardımıyla;
Ben ki,
Sultanlar sultanı, hakanlar hakanı hükümdarlara taç veren Allah’ın yeryüzündeki gölgesi, Akdeniz’in ve Karadeniz’in ve Rumeli’nin ve Anadolu’nun ve Karaman’ın ve Rum’un ve Dulkadir Vilayeti’nin ve Diyarbakır’ın ve Kürdistan'ın ve Azerbaycan’ın Acem’in ve Şam’ın ve Halep’in ve Mısır’ın ve Mekke’nin ve Medine’nin ve Kudüs’ün ve bütün Arap diyarının ve Yemen’in ve daha nice memleketlerin ki, yüce atalarımızın ezici kuvvetleriyle fethettikleri ve benim dâhi ateş saçan zafer kılıcımla fetheylediğim nice diyarın sultanı ve padişahı Sultan Bayezıd Hân'ın torunu, Sultan Selim Hân'ın oğlu, Sultan Süleyman Hân’ım.
Sen ki,
Françe vilayetinin kralı Françesko (François, Fransuva)’sun.
Sultanların sığınma yeri olan kapıma, adamın Frankipan ile mektup gönderip, memleketinizin düşman istilâsına uğradığını, hâlen hapiste olduğunuzu bildirip, kurtulmanız hususunda bu taraftan yardım ve medet istida etmişsiniz. Her ne ki demiş iseniz benim yüksek katıma arz olunup, teferruatıyla öğrendim.
Padişahların mağlup olması ve hapsolması tuhaf değildir. Gönlünüzü hoş tutup, hatırınızı incitmeyiniz. Bizim ulu ecdadımız, daima düşmanı kovmak ve memleketler fethetmek için seferden geri kalmamıştır. Biz dahi onların yolundan yürüyüp, her zaman memleketler ve kuvvetli kaleler fetheyleyip gece, gündüz atımız eğerlenmiş ve kılıcımız kuşanılmıştır. Allah hayırlar müyesser eyleyip meşiyyet ve iradatı neye müteallik olmuş ise vücuda gele. Bunun dışındaki vaziyet ve haberleri adamınızdan sorup öğrenesiniz. Böyle bilesiniz.
Cevabi mektup kimilerine göre; dönemin Osmanlı İmparatorluğu açısından diplomasi ve askeri üstünlüğünü göstermesi açısından son derece makul ve anlaşılabilir iken, kimilerine göre de, hoşgörüden azade kibrin zirve yaptığı bir tutum ve davranış olarak değerlendirilmektedir. Ancak, nasıl değerlendirilir ise değerlendirilsin, uluslararası kabul görmüş bir seviye, güç ve kabiliyet gerektiren bir durumun yansımasıdır, tüm bu yaklaşımlar…
Bu vesile ile de; kısaca da olsa bu tarihi tespit üzerinden günümüze bakarak görüş belirtmenin faydalı olacağı mülahazasıyla, bir devlet büyüğümüzün geçenlerde mezkur mektubun bir bölümünü, bir şeylerin tebarüz ettirilmesi adına tekrarlanması, en hafif deyimiyle bir halüsinasyon durumudur… Akıllara ziyan…
İktidar hırsının ve sahipliğinin yarattığı bu sarhoş edici hormonlu güç, Kanuni’nin söylemindekine benzer “Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi” yaklaşımı, mezkûr padişahların doğru işler yapmasına engel oluşturması yanında, yanlışlıklar bataklığına gark olmalarına yol açmıştır sürekli… Bu kabil ruh hali, mezkûr padişahlara, yapılan yanlışları bilseler ya da anlasalar dahi geri adım atma, kararı düzeltme gibi davranışlar önünde en ciddi engeli oluştururlar… Tam da bu yüzden, bir yanlışın kendi yorumlarına uygun olarak düzeltilmesi çabası yeni yanlışları doğurmakta, sadrazamları bile sahipliğin devamı için göz kırpmadan harcamaya kadar vardırmaktadırlar yanlışlıkları bazen de… Bu padişahların, bu padişahlık ruh hallerinin, “padişahım çok yaşa” nutuklarından beslendikleri aşikâr olup, bu ruh halinin zaman içinde padişahların sonunun hazırlayıcısı olması ise idraklerinden kaçmaktadır.
Son olarak yeni öğrendiğim haliyle belirtmeliyim ki, mezkûr hikâyenin ruhuna uygun olarak tespiti yapılan bu durumun, tıp dilindeki karşılığının “padyshaımus syndrome” denilen bir hastalık olduğu geniş çevreler tarafından kabul edilmektedir. Türkçemize “Padişah hastalığı” olarak çevrilebilecek bu sendrom, aslında makam koltuğuna oturulduğunda koltuktaki fitilin “fitillenmesi” neticesinde malum sonuçlara neden olurmuş… Hastalar ise oldum (çırak, usta, kalfa, müteahhit sıfatları ile) sanırlarmış kendilerini, her olmadığını gördüğünde de, hastanın ruhunu ateşler sararmış, kontrolden çıkarmış ve terbiyesiz, hazımsız, saygısız hatta küstah oluverirmiş... Yüce Rab ül âlemin bu kabil hastaların yar ve yardımcısı olsun… “Sen kimsin be” diye sağa sola sataşma gibi sonuçları olan bu hastalığın ne yazık ki hâlihazırda bir tedavisi de yokmuş… Muhataplarına da sabır ihsanı dilemekten başka bir şey yapamıyoruz… Herkese geçmiş olsun…

Salı, Haziran 17, 2014

SİZİN VEYSEL


Darbenin kaybettiği bir devrimcinin izinde “SİZİN VEYSEL” adlı kitabın yazarı, eski Mersin 78’liler Dernek Başkanı Ethem Dinçer, muhtemel ki konunun uzmanları ve tanıkları ile birlikte ya da onların ciddi destekleriyle hazırladığı ve 12 Eylül askeri darbesi döneminde hiçbir hukuki, ahlaki ve insani yaklaşım gösterilmeden idam edilen Veysel Güney’in, ancak 2 aya sığan yakalanma ve yargılanma ve infaz sürecini tüm detayları ile ele almaktadır. Kitap bu süreci ele alırken dönemin Cumhuriyet Savcısı Mete Göktürk’ün, özellikle bu infazdaki hukuksuzlukları öne çıkaran “adaleti gördünüz mü” adlı kitabını da refere ederek, gerek hukuki yaklaşımlarına gerekse de tanıklıklarına başvurmaktadır. Dönemin Cumhuriyet Savcısı Mete Göktürk yazdığı “adaleti gördünüz mü” adlı kitabında, Veysel Güney’in yargılanmasına yönelik çok ciddi ve fahiş hataları işler, burada “Veysel’in silah kullandığına yönelik delil olmadığından tutun, gerek yakalanma yerinin krokileri gerekse de çatışmada bulunan polislerin tanıklıkları üzerinden yapılan özensizlikleri ve aldıklar talimat gereği acele ile bir gencin idam edilmesi sürecini adeta yargılamaktadır. Artık infaz gerçekleşmiş ama daha da feciatı, Gaziantep mezarlık Müdürünün mezarın kimsesizler mezarlığında olduğunu ispatlayan tüm evrak ibrazına rağmen Veysel Güney’in hala bir mezarının bulunmamasıdır. Ancak uzun yazışmalardan sonra bir hukuk garabeti daha gerçekleşir, TBMM İnsan hakları komisyonu’nun sorusu üzerine Gaziantep Savcılığı’nca “her ne kadar DNA testleri uyuşmasa da Veysel Güney’in Gaziantep Mezarlığı 105341 nolu mezarda yattığı anlaşılmaktadır” denilerek, ölüm gerekçesi “İ.D” (İdam) ve cenazenin geldiği yer “Orduevi” notları bulunan “faili meçhul” kayıtlı mezarın Veysel Güney’e ait olduğu kabul edilmiştir.

Veysel Güney’in infazını müteakip, bugün bir kopyası Mersin 78 liler Derneğinde de bulunduğunu öğrendiğimiz, “gömülme izni” belgesi düzenlenir, belge savcı Mete Göktürk, Hükümet Tabibi Fahri Zincircioğlu ve Yüzbaşı Burhan Erdem 3’lüsü tarafından imzalanır ve belgede “Veysel Güney’in cenazesi babası Ali Güney verilmek üzere Yüzbaşı Burhan Erdem’e teslim edilmiştir” diye yazılmaktadır. Ancak aradan bunca yıl geçmesine karşın cenaze acılı aileye teslim edilmemiştir hatta cenazenin bile peşine düşülmesinden rahatsızlıklar oluştuğu ortaya çıktığı “kerim devlet” reflekslerinden anlaşılmaktadır. Darbenin hatta darbecilerin bile kendilerine has bir hukuku olmasına karşın, bu bile çiğnenerek, mezarsız ölüler cenneti yaratmanın keyfini sürmektedir sanki bazı caniler… İnsanın aklı havsalası asla ve kata almıyor, yahu bu nasıl bir kindir, yahu bu nasıl bir intikamdır; ölüleri bile kaybetmekten çekinilmiyor, bunun bir insan tarafından yapılmış olma ihtimali olamaz, olmamalıdır da… Gerçi; canım yurdum, bir emniyet müdürü yaratıyor ve bu mezkûr zat sırıtarak “bu herif asılırken bize söverse ne yaparız?” diye bir soru atıyor ortaya ve yanıt canım yurdumun bir sıkıyönetim komutanından geliyor, aynı şımarıklık ve sırıtkanlıkla,”ipten indirir, yeniden asarız sen kafanı yorma müdürüm”… Bunu söyleme ve yapma cüretinde bulunan insanlar yönetti bu ülkeyi zaman zaman… Hatta şimdi de bol miktarda benzerleri var… Bu dönem yaşananlara bir örnek olsun diye, utana sıkıla bir kez daha yazmak istiyorum ki; cenazesini almak üzere ilgili makamlara başvuran acılı aileye; “biz oğlunuzu mezara gömmeyeceğiz. Onun mezara ihtiyacı yok. Ölüsünü nehre atacağız. Canımız isterse belki bir köpeğin önüne atarız.” denilmiştir ve bu ahlaksız ve şerefsizliğin paçalardan akmasının adeta bir tezahürü olan bu lafları söyleyebilecek bol miktarda insan yetişmiştir bu topraklarda… Toprakta mümbit hani… Hani dönem itibariyle; faili meçhullerin, gözaltında kayıpların, kaçarken vurulanların, teslim ol denildiği halde teslim olmadı denilip kurşuna dizilenlerin, gözaltına alınma kaydı tutulmayanların, yer gösterirken kaçtı denilenlerin, öldürülüp bir kenara atılanların vs. vs. gibi gerekçelerle her yerleşim alanındaki kimsesizler mezarlıklarının sakinlerinin artmasına alışmış idi toplum ama devletin emniyetçileri, adalet erbapları ve infaz kurum yöneticileri vasıtasıyla zimmeti altında olan bir genç insanın cenazesi bile kayıp edilebiliyordu…

CHP Malatya milletvekili Veli Ağbaba “idam kararını verenler biliniyor, infaz edenler biliniyor, infazın yapıldığı yer biliniyor, idamda görev alan savcı biliniyor, cesedin teslim edildiği yüzbaşı biliniyor ama Veysel’in yeri halen bilinmiyor. Bu utanç tablosunu anlayabilmek, normalleştirmek, bunu sıradan bir olay olarak kabul etmek mümkün değildir” diyor… Ama ne yazık ki çok az bir insan topluluğu tarafından, konunun ehemmiyeti anlaşılıyor…

Mezkûr kitabın; İnönü Alpat’ın “Günlüğe düşen notlar”ı kitaplaştırırken yazdığı bir hikâyeyi ele alması, durumun müthiş bir tasviridir. Malum hikâye; milyonlarca karınca bir uçurumun kenarına gelir, karşıya geçmeleri gerekmektedir. Tek yol vardır önlerinde, yüzbinlercesi canı pahasına uçurumu dolduracak, arkadan gelenler ölen karıncaların üstüne basarak karşıya güvenle geçecektir. Önden gelenler öleceklerini bilerek atarlar adımlarını uçuruma. Uçurum karınca ölüleri ile dolar ama arkadan gelenler rahatça geçer.

Gözlerini kırpmadan uçuruma inen karıncalardan biri de Veysel Güney’dir.  Veysel Güney’e bunu reva görenler son tahlilde kaybedeceklerdir, her ne kadar kendileri cenaze kaybetme konusunda mahir olsalar bile, tarih karşısında hep kaybedeceklerdir… Bu cüreti gösteren tüm katiller tarihte birer alçak olmaktan öteye gidememişlerdir ve de gidemeyeceklerdir…

Marks’ın “Anlatılan senin hikâyendir” sözü mucibince herkese bir kez daha diyelim ki, sakın ha bana ne deme, sakın ha arkanı dönüp gitme, bu kadar hukuksuzluğa ve ahlaksızlığa göz kapatırsan, ses çıkarmazsan muktedirlerin yaptıklarını onaylamış olursun ve inşallah kimsenin hatta düşmanımın bile başına gelmez ama bu yaşanan hukuksuzluklar bir gün senin de kapını çalabilir diyelim ve sözü Grup Bandista’nın “de te fabula narratur” albümünden “hiçbir şeyin şarkısı”ndan bir bölüm ile sonuçlandıralım.

Bir kimsesiz mezarında yatıyor
Katilleri şimdi resim yapıyor
Veysel kalkıyor hesap soruyor
Güneş, güneş yine doğuyor
Sabah oluyor, sabah oluyor

Pazartesi, Haziran 09, 2014

GÜNEŞTEN GELDİM GÜNEŞE GİDİYORUM


E tipi cezaevine hareket ettik. Cezaevi müdürünün odası kalabalıktı. Yasa gereği infazda bulunması gereken görevliler dışında, pek çok subay ve emniyet görevlisinin de infazı izlemek için meraklı ve neşeli bir bekleyiş içinde olduklarını gördüm. Çaylar, kahveler ard arda içiliyor, şakalar, espriler havada patlıyordu. “Eşleriyle çocuklarının bu gösteriyi kaçıracaklarına üzülmüşlerdir mutlaka” diye geçti içimden. Bir ara içkili olduğu belli olan emniyet müdürü sırıtarak “bu herif asılırken bize söverse ne yaparız?” diye bir soru attı ortaya. Yanıt sıkıyönetim komutan yardımcısı’ndan geldi aynı sırıtkanlıkla,”ipten indirir, yeniden asarız sen kafanı yorma müdürüm”.

Kalabalığın içinde bir kadın çarptı gözüme. Bunun Sıkıyönetim askeri mahkemesi’nde görevli bir zabıt kâtibesi olduğunu söylediler. İdam kararını veren mahkeme heyetinde görevli askeri yargıçla birlikte gelmişti. Aşırı makyajlı, parfüm kokulu, baygın baygın çevresini süzen bu genç kadının hiçbir zorunluluk olmamasına karşın, gece vakti kalkıp buralara kadar neden geldiğine önce anlam veremedim. Ancak aralarındaki konuşmanın üslubundan askeri yargıçla ilişkilerinin pek içli dışlı olduğunu sezdim. Sanıyorum kâtibe hanım sevgili yargıcı ile birlikte baş başa bir yolculuk yapmak ve heyecan verici bir gösteriyi onunla birlikte izlemenin keyfini yaşayıp paylaşmak için gelmişti buraya.

Burada gördüklerim beni fazla şaşırtmadı. Bunlar hiç beklemediğim görüntüler ve davranışlar değildi. Ne var ki yine de midem bulandı, boğazım düğümlendi, boğulur gibi oldum bir ara.

Yukarıda aktarılan satırlar, bir infaz savcısının yazdığı kitaptan aktarılan satırlardır… Bu satırların içeriği tam bir rezaletin, sefaletin, alçaklığın ve kepazeliğin paçalardan akmasının kitaba tezahürüdür adeta, bir insan nasıl olur da birinin öldürülmesini bu şekilde seyreder, hadi diyelim görevi gereği gitti seyrediyor, peki nasıl olur da büyük bir neşe içinde, büyük bir keyif içinde öldürülme olayını izler, insanın içi kaldırmıyor bunları okurken ve yazarken… Aaa tabii bunların insanlığı tartışılır denilebilir, evet katılırım ama tek farkla bunlar insan olamaz, bunlar insan müsveddeleridir. Bir idam edilerek öldürülme ise eğer olay, durum daha da vahimleşiyor, ama bu mezkûr erkânda böyle bir duygu ve ahlak olmayınca, söylenecek fazlaca bir şey olamıyor… Nede olsa bu güruh “sallandıracaksın bunlardan birkaç tane bakalım bir daha yaparlar mı” geleneğinin günümüz temsilcileridir ve bunlar için hukuk adalet hak getiredir. Evet, konu bir 12 Eylül konusudur, şahsi menfaatlerini müstevlilerinin siyasi emellerine tevhit etmiş içimizdeki “ABD’nin çocukları”, yaptıkları askeri faşist darbe ile canım yurdumun altını üstüne getirip terör estirdikleri bir dönem… Dudaklarının arasından çıkan kelimelerin “hukuk” haydi yumuşatalım “kanun” sayıldığı bu faşistlerin, yönettiği ülkenin iş gören takımlarının böyle olması kaçınılmazdır, çünkü bu kabil insanlar vicdan, ahlak ve akıllarını zinhar kullanmadıklarını her daim ispat etmişlerdir… Bu alçaklar zor durumda kalınca da çıkarlar derler ki, “ne yapalım böyle emir verildi biz de yaptık”, ha be namussuzlar darbeci başı mı size gidin idam gecesini içki içerek kutlayın ve zil takıp göbek atın dedi, denilince de gak guk edip dururlar… Canım yurdumun garip halleri işte…

Mezkûr idam sehpası kimin için kurulmuştu, nerede kurulmuştu, kimler bu alçakça öldürülme olayına tanık olmuştu, bunun yazılması gerekmiyor… Başlıkta cümle, bilenler için kılavuz olabilir… Bugünlerde 33. yılı dolmuş olan bu katliamın, hem de tüm itirazlara rağmen, tüm lehte olan delillere rağmen, tüm hukuksuzluklara rağmen hatta kendisine savunma için avukat tutma hakkı bile verilmemiş olan ama neredeyse tüm idam edilenlere reva görülen sonucun, idrakinin kahrını yaşamaktayız yeniden…

Görüyorsunuz değil mi; devletin, hem de bu işlerle ilgili görevlisinin bile dayanamadığı, midesini bulandıran bir sahnenin yaşandığı yerde, 2 en önemli devlet görevlisinin laflarına, “indirir yeniden asarız”… Ne denir ki böyle durumlarda bu tür davranan insanlara, efendim meczuptur deyip geçilebilir ama mümkün mü, zinhar, çünkü bunlar görev icra ediyorlar, operasyon yapıyorlar, insanları tutukluyorlar, insanlara idam cezası veriyorlar vs. vs. Peki diyelim bunlar 12 Eylül döneminin yani her türlü adaletsizliğin ve ahlaksızlığın yaşandığı dönemin sonuçları, geçen seçim çalışmaları sırasında kitlelerin önüne idam cezasını neden uygulayamıyorsun diye “ip atmalar”, diğerinin de ona cevabı “hadi idam cezası getiriyoruz, var mısınız” diye çıkışları, nasıl unutacağız ya da değerlendireceğiz… Efendim birileri de çıkar ama bu son tartışmalar o senin bildiğin tartışmalar değil diyebilir, çok özel durumdur diyebilir… Ama unutmayalım ki, bu ülkenin başbakanı idam edilirken karşıtlarından alkış tutmuşların hadi sevinmişlerin diyelim, diğer taraftan bugün olsa idi birkaç ay hapis cezası ile cezalandırılacak olma ihtimali çok yüksek olan Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının sırf kendilerinden olmadığı için meclisteki idam oylamasında 2 ellerini kaldırarak, 3 e 3 intikam diyerek oy kullanan başbakanların ülkesidir, mutlaka bu tarz muhalifliğin sonucu kendilerine göre memleketin kendisinin dâhil olmadığı diğer yarısının asılarak öldürülmesine zil takıp oynayacak kadar kin ve nefret sahibidirler… Hatta bazı başbakanlar da özellikle “kininizi ve nefretinizi unutmayın” diye konuyu kaşır ve memleketin yarısı da “bravo” der…Hal-i pür melalimiz budur işte… Osmanlı döneminde idamları, halkın da izleyip görmeleri için şehrin en kalabalık meydanlarında yaparlarmış diyerek eskiyi kötüleyen en azından onaylamayan önemli bir güruhun bugün hala insanların asılarak öldürülmesinden zevk alıyor olması normal bir ruh hali yansıması olamaz ve de olmamalıdır… Peki, bundan kurtulabilme yolu ve yöntemi nedir diye azıcık tefekkür edilirse, kim olursa olsun ama her kim olursa olsun, telafisi olmayan bu cezalandırma yöntemine karşı çıkılmalıdır… Hatta suç tanımlarının yapılması ve uygulanmasının yanında, hatta tam karşısında suç diye nitelendirilecek durumların oluşmaması için ehven vasatın oluşturulması için canla başla çalışmalıyız… Yukarıda, kısaca özeti verilen ahlaksızlığın bir daha yaşanmaması için daha çok özgürlük, daha çok demokrasi talep etmeliyiz ve bunu sadece kendimiz acze düştüğümüzde değil tam tersine en güçlü olduğumuz dönemimizde bile böyle olmalıdır…

Bu vesile ile insanın insana kulluğuna ve insanın insanı sömürmesine karşı çıkma yolunda, şahsi hiçbir menfaat gözetmeden mücadele ederken katledilen tüm insanları bir kez daha özlemle anıyoruz.