Pazar, Kasım 02, 2014

KARA KARA KÖMÜRLER YİTİP GİDER ÖMÜRLER


Başbakan Ahmet Davutoğlu: “Ahtapot” dediğimiz sistem devreye girdi.
Başbakan Ahmet Davutoğlu: Madencilerin zor şartlarını biliyorum öncelikli hedefimiz işçi kardeşlerimize ulaşmaktır.
Enerji Bakanı Taner Yıldız: Dalgıçlar suya girdiler. Görüş mesafesi 1 mt bile değil. 3 ya da 4 mt bile dalınacak durumda değil.
Başbakan Ahmet Davutoğlu: Bizzat bu adli soruşturmanın takipçisi olacağım.
Başbakan Ahmet Davutoğlu: Su seviyesi yaklaşık 10 mt ye kadar indi.
Başbakan Ahmet Davutoğlu: Önemli olan her işverenin madenciyi evladı gibi görmesidir. İşletmenin veya işverenin ihmali varsa hesabı sorulur.
Başbakan Ahmet Davutoğlu: Suyun bulanıklaşması nedeniyle zorluk yaşanıyor.
Başbakan Ahmet Davutoğlu: Önceliğimiz suyun boşaltılması ve madencilere ulaşmak.
Enerji Bakanı Taner Yıldız: Arama kurtarma çalışmaları toplamda, 420 kişilik ekip, 2 uçak, 3 helikopter, 25 ambulans18 AFAD kurtarma ekibi ile yürütülüyor.
Enerji Bakanı Taner Yıldız: Suyun ne kadar beslendiğini bilmiyoruz.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik bakanı Faruk Çelik: Öğrendiğimiz kadarı ile 25 kadar yıl önce Yozgat’ta buna benzer bir olay yaşanmış.
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan: Olayın olduğu anda yemeğin aşağıda yenmesine yönelik baskılar böyle bir sıkıntıyı doğurmuştur.
Enerji Bakanı Taner Yıldız: Zaman ilerliyor 18 işçi kardeşimizle ilgili umutlarımızın azaldığını söylememiz gerekiyor.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik: Bu acı çekilecek gibi değil, artık bir çözüm bulmamız gerekiyor.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik: Bir maden ocağın kapatıyorsunuz 50 kişi araya giriyor açtırmak için.
Başbakan Ahmet Davutoğlu: İşçilerimizden rica ediyorum, kendi haklarının takipçisi olsunlar. Hiçbir şekilde onlara tanınan hakların ihlal edilmesine izin vermesinler.
Başbakan Ahmet Davutoğlu: Maden kazasında kaybettiğimiz vatandaşlarımız için taziyelerimi arz ediyorum. (01.11.2014 daha ölü ya da diri madencilere ulaşılamamış iken)

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Faruk Çelik, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, Ulaştırma Denizcilik ve Haberleşme Bakanı Lütfi Elvan; ocağın yakınında çadırdan oluşturulan mescitte cuma namazlarını kıldılar.

Yukarıda; daha öncekilere neredeyse kopyası halinde özeti verilen kaza seyrinin, Devlet büyüklerimizin değerli söylevlerinden ve icraatlarından derlenen görüşlerden sonra konunun yeterince sarih olması hasebiyle herhangi bir yoruma ihtiyaç duyulmayacağını düşünmekteydim. Ancak; kaderin ve fıtratın yaşananlara türban edilmesi karşısında, yorum yapmamanın da kolay anlaşılmanın önünde engel olabileceği ve muradımın tam anlaşılamayacağı korkusuyla kısa da olsa birkaç kelam etmenin kaçınılmaz olduğu kararına vardım.

Yitirdiğimiz “onlarca can” sonrası konu ile ilgili; durumu kurtarma, acıyı soğutma hatta sonuç itibari ile olayı kapatma çalışmaları yapmak üzere bir görünüm veren ilgili tüm yetkililer, kazaların olduğu yerlerde sahne alarak, kaza diye sunulan, aslında bal gibi de cinayet olan yitimler arkasından “kader” ile başlayan cümleler kurmuşlar, hatta seviye bir hayli düşürülerek ister dil sürçmesi deyin, ister haddini aşma deyin, “bu işin fıtratında ölüm var” veya “ama her şeye rağmen güzel ölüm oldu” gibi yakıştırmalarla konuyu meşrulaştırmaya çalışmışlardır. Tabii ki bu ilave açıklama hafıza sahiplerine yöneliktir, diğerleri zinhar üstlerine almamalıdır bu kelamları… Ulan ne dünya be, sel-sellap olur, deprem olur, trafik kazası olur, heyelan olur, fırtına olur, kuraklık olur, salgın hastalık olur, asansör halatı kopar, binalar çöker, yüzlerce hatta binlerce can yiter ve hepsi de muktedirlerin tüm gayretleri ile “kader”e yüklenir, bravo bu muktedirlere, yüce Mevla bunlara 7-7 gelen zar vermiş, ne olursa olsun, hep bunlar kazanır… Kara kara kömürler, yitip gider ömürler, cebe dolar yeşil yeşil dolarlar…

Ermenek’te yaşananların acısı atılamadan bu sefer, elma toplamaya giden insanların tıkna tıkış doldurulduğu midibüsün devrilmesi sonucu yaşanan yitimlerden sonra, derdine yanan ama yaşadığı şok nedeniyle de düşünmeye başladığı anlaşılan bir kadının sözü bu acımasız hayatı özetler gibi duruyordu sanki “olmaz olsun şu fakirlik”… Oysa bir bilse idi, “FAKİRLİĞİN, AÇLIĞIN VE SEFALETİN, YOKSULLARI DEĞİL, ZENGİNLERİ DOYURAMADIĞIMIZA” bağlı olduğunu. “Kapitalizm bir hırsızlık müessesesidir” görüşünü temel almadan yapılan her türlü analiz, tıpkı bugünlerde basına yansıyan ana muhalefet partisi yönetimin zihin karışıklığının tezahürü olan “bizim önerdiğimiz kapitalizm daha sosyal demokrat daha insancıl” benzeri şekilde biter ve olsa olsa da pansuman tedbirdir ve de ne yazık ki “benim oğlum okur döner yine okur” tekerlemesine hayatiyet katar.

Aman sakın; buradan tek başına AKP iktidarını suçluyorum gibi bir sonuca varılmasın, ondan öncekilerde, şu andaki muhalefet partileri de benzer şeyleri savunmakta pek bir mahir durumdadırlar vallahi… Vallahi yok yahu o kadar da değil diyenlerin olduğunu hissediyorum, hadi bakın onların yerel yönetimlerine de göreyim sizi… Taşeronlaştırma adı ile maruf, sadece ve sadece kâra ve ranta yönelik uygulamalar, imar rantları, ihale “alidiboları”, torpil ve irtikâp var mı, yok mu? Yok diyorsanız da, inanırız gayri…

Pazartesi, Ekim 27, 2014

İŞKENCE GÖRME REKORU


Sözlüklerde çok sıradan bir şekilde sıralanmış kelimeleri cımbızla seçerek, adeta kuyumcu titizliği ile büyük bir özen ve bezenle işleyerek, yan yana getirir ve “işte bundan daha iyi anlatılamazdı” denilen mısraların üstadıdır, Ahmet Arif… Üstadın; şair-yazar Leyla Erbil’e 1954–1959 yılları arası, adeta düz yazının şiirleşerek bir aşk abidesi haline gelmesinden oluşan duygularla yazdığı mektupların bir araya geldiği, “LEYLİM LEYLİM” adlı kitabı okuyorum, yer yer yüreğim burkuluyor, yer yer ürperiyor yer yer de büyüleniyorum… Bu nasıl yüce bir aşk, bu nasıl kara bir sevda, bu nasıl karşılıksız bir aşk sorularının, bugünkü sosyal hayatın anlayışı ve seviyesi ile cevap bulamayacağı düşüncesine sığınarak, kâh Ahmet Arif yerine, kâh Leyla Erbil yerine, kendini koyuyor insan ama sonuç sıfıra sıfır…

"bir eyyam da sana Lalikom diye seslenicem. "benim dilsizciğim" diye anlam verilebilir. Ama bu bir ünlemdir daha çok. Sevili, yangın bir ünlem. Ne Türkçe, ne Kürtçe, ne Zazacadır. Bu üç dilin bileşiminden doğan bir ünlem bu. Lal, Türkçedir. Lalik ya da Lalo Kürtçe. Om eki Zazacaya kaçar. Ya işte böyle Lalikom! Ses et, konuş, sev, payla bir hal et ama. Küçük dilin yerindedir inşallah. Kurban olur, çoban dururum dillerine senin.
Bineceğin trenlerin soluğu tükenmesin. Ayağını attığın yerler deprem görmesin. Denizler uslu vapurlar yollu olsun. Ferman et rüzgar beni de alıp oralara atsın.
Mutlu ol. Allah beni kahretsin. Gözlerinden öperim. Ellerinden öperim. Öperim kızı öperim. Öperim oğlu öperim.”

"İncil gibi, Tevrat gibisin Leylim. Hilesiz, arık ve duru. Cihanda hiçbir kimse dostunu, kardeşini, sevgilisini-acısını, ülküsünü, eğilimini, benim seni sevdiğim gibi sevememiştir. Sen aklıma gelende başım dönüyor."

Yer yer, Leyla Erbil’e, kendisine bu kadar kara sevda ile bağlı olan birinin sevgisine karşılık vermediği ve ilaveten zaman zaman cevaben yazdığı mektuplarında Ahmet Arif’in hislerini debreştirecek ya da körükleyecek umutlar verdiği için, Ahmet Arif’e ise, bu büyük kara sevdasına cevap vermeyen birine, hala ve ısrarla, büyük bir aşkla yazıyor olmasından ötürü kızıyor olabilir insanlar… Yer yerde insanlar, her ne kadar özel hayattır, özel hayatın mahremiyeti gibi kelamlar etseler bile, geçmişleri ile yüzleşme olarak bakanlar için, yüceltecekleri bir fırsat gibi bakacaklardır mektupların kitaplaştırılmasına, diğer taraftan…

Her şeye rağmen ben ise; bu büyük şairin dönem itibari ile de, demokrasi havarisi gibi gösterilen Menderes istibdadı ile başının belada olması tarafı ile daha fazla ilgiliyim. Şairin başı muktedirlerle belada, siyasi entrika dayatmaları ile sürekli bir yargılanma hali devam etmekte, mapusluklar, kalebentlikler ve sürgünler ile yok edilmeye çalışılıyor, normal hayatında ise iş bulması sürekli engelleniyor, bulduğu işlerden ise kısa sürede iyi saatte olsunların devreye girmesi neticesinde işten atılıyor, sürekli yoksulluk ve sıkıntılar içinde yılması ve biat etmesi bekleniyor, Koca Şair ise yılmak ne kelime destansı direnişler gösteriyor. Tüm bu boğucu, yok edici ve kahredici baskıları yazarak ve yine yazarak aştığını anlıyoruz, koca Şairin… Çeşitli yayınlarda; yoğun siyasi engellemelere karşın, eleştiri, deneme ve şiirler yayınlıyor, modern ve çağdaş şiirin abidelerinden sayılacak olan tek kitabı ise “Hasretinden Prangalar Eskittim” işte bu şartlar altında doğmuş oluyordu. Aslında; Leyla Erbil’e yazdığı mektupların birer aşk mektubu olması bir yana arka planda dönemin, sosyal yapılanmasını, siyasi entrikalarını, ekonomik durumu, ekonominin durumu ve sonucu olan kaçakçılık boyutunu ve hayatını, bizden olmayan kahrolsun kabilinden, tenkil ve tedibin boyutunu sergilemesi açısından çok önemli olduğunu görmekteyiz. Diğer taraftan edebiyat dünyasının da, dönemin rüzgârlarından nasıl etkilendiği, hayatın içinde hep olan ve olacak olan adamlar ve adam kisvesindekilerin kâh açıkça, kâh gizlice zikredildiğini de görmekteyiz.

Kısacası parti dalgasından yargıladılar. Sivil ağı cezada beraat ettim. Hem de dört tane savcı değişti benim yüzümden. Herifleri sürdüler. Gene de beraat ettim işte! Sonra askeri mahkemeye verildim. Anlayacağın bir kuzudan iki post çıkardılar. İdareci yahut elebaşıcı olarak yargıladılar, oniki yıldan başlıyordu cezam. Sonra Allah acıdı herhal, polis olduğunu söyleyen en önemli şahit bile benim hakkımda büsbütün vicdansızca konuşmadı, bu sefer ÜYE olarak-tam manasıyla delilsiz, sebep gösterilmeden ve kafadan bir hükümle-gün yedim. Hepsi bu. Utanılacak bir b.k yemedim, yemem de! Ama polise sorarsan ben bir canavarım. Çünkü yüzlerine tükürdüm, tenhada yakalayıp eşek sudan gelinceye kadar dövdüm, rüşvet, döviz kaçakçılığı ve randevuevi işlettiklerini bildiğimi, bunları er geç yazacağımı söyledim. Birinin defterini dürdüm, birini merdivenlerden atmak için fırlattım. Kolu kırıldı. Hepsi bu işte. Haksızlığa, hakarete dayanamıyorum. Türk siyasi hayatının işkence görme rekorunu kıracak kadar zulüm görmeme budur sebep!

Koca şair Ahmet Arif, yokluğu varlığa, umutsuzluğu umuda, acıyı tatlıya, tuzu bala, hasreti vuslata, güçsüzlüğü güce, uzağı yakına, tabuyu bilime, kimsesizliği birlikteliğe çevirmeyi başarmıştır. Diğer taraftan haddimi de aşmak istemem ama dili üzerine de birkaç kelam etmek istiyorum; bugünlerde 91. yılını kutlamaya hazırlandığımız Cumhuriyetimizin, bir Kürt olarak, Türkçesinin yüz akı olmayı başarmış, muktedirlerin çağdaş ve irdeleyici şiiri önünde oluşturduğu bendi de yıkıp geçmiştir. Kürt şair Ahmet Arif, Türkçeyi yalın, duru ve topluma yakın kullanımı ile de kolay anlaşılır biçimde mektuplarına aksettirmiş, sanatın toplum adına yapılıyor olmasının ibretlik örneğini de oluşturmuştur ayrıca.  

Tabii Ahmet Arif, yaşadıklarını, gördüğü işkenceleri açıkça yazmamasına rağmen yaşadığı zulmün ne yaman olduğunu kestirebiliyoruz, ancak acaba, kendisi bilse idi, bu zalimliği kendisine uygulayanların ardıllarının, dünyanın başına bela ABD’nin tüm dünyaya eşit olarak uygulamaya başladığı zulüm ve işkencelerin mektebinin, mezkûr ülkenin kanatları altında, Panama’da zirve yaptığını ve 80’ler Türkiye’sinde mezkûr okul çıkışlı işkencecilerin sahne aldığını, hala iddia eder mi idi acaba, işkence görmede rekor kırdığını…

“Son tramvayı kaçırsam bile, imansız, rahipsiz, merasimsiz, gelir sana ulaşırım ilk durakta. Üzerimde künyemsi hiçbir şey bulunmamalı” diyerek lafa girişip, Yunus Emre’den bir alıntı ile içinde bulunduğu durumu çok açık ve yalın bir biçimde anlatmaya çabalar…

“Bir garip ölmüş diyeler
Üç günden sonra duyalar
Soğuk su ile yuyalar
Şöyle garip bencileyin”

 
NOT: İtalik yazılar kitaptan alıntılardır.

Pazartesi, Ekim 20, 2014

HULKİ’nin SİNEMASI


Çocukluğumun ve gençliğimin; büyük arkadaş grupları ile başta futbol olmak üzere oynanan sokak oyunları dışında, en önemli eğlence kaynağı sinema idi… Çeşme’nin tek sinema salonu “Ses Sineması” bir depodan dönüştürülmüş, salon balkon diye 2 ayrılmış, salonun arkasında 4 ya da 5 adet loca denilen; ama sadece adı loca olan, bölümden oluşan, yoğun toz bulutu arasında film seyredilen ama Çeşme açısından da en önemli eğlence merkezi idi… Bakmayın başlıkta verilen isme, şimdi nedenini hatırlayamadığım bir nedenle “Tilki” nin sineması denirdi, oysaki dönem itibari ile Çeşme’nin en şık giyimli kişilerinden biri olup, her görenin ise “Hulki Bey” diye seslendiği birisi idi kendisi… Kim demiş, neden demiş ve neden bu kadar yayılmış ve neden herkes tarafından söylenir hale gelmiş, bir sürü tevatüre rağmen gerçekte bilinmez idi ya da ben bilmiyorum… Ancak her şeye rağmen büyülü bir atmosfer olduğu kesin idi, hele hatırladığım 1970 yılında Meksika’da düzenlenen Dünya Futbol Şampiyonasından özetlerin hemen film öncesi verildiği dönemin büyüsü ise tartışılmaz idi ve o dönem itibariyle Dünya Şampiyonu olan Brezilya’nın ilk onbirini tüm futbolseverler gibi bende ezberlemiş idim ve hala bugün bile o kadroyu büyük bir hayranlıkla ve eksiksiz hatırlarım. Tek eğlence kaynağı olması nedeniyle film öncesi gelecek program adı altında filmlerin en iyi yerlerinden derlenen fragmanların bizleri, işte bu filmi de izlemeliyim noktasına getirmesi ise bir başka heyecan yaratır ve bilahare de arkadaşlar arasında gidenlerin kendilerince önemli saydığı sahneler üstüne muhabbetleri ve gidemeyenlerin ise, bunları dinleyerek içlerinden ah çektikleri de hiç unutulur değildir.

Yılmaz’ın film afişi yapıştırılmış tahtayı sırtlaması, tenekeden uyduruk megafonla daha doğrusu huni ile, başrollerinde; Hülya Koçyiğit, Nebahat Çehre, Ediz Hun ve Fikret Hakan, “Affetmeyen Kadın”, “bu akşam Çeşme Ses Sinemasında” diye bağıran Hüseyin bugün bile hatıralarımızı süsler, tam da bu düzen içinde neredeyse tüm Çeşme’nin dolaşılması ise ekonomik başarı için gereklidir. Bilahare, bu kabil reklâm yapılması işi, daha az sürede, daha fazla insana ulaşabilsin diye, faytonların üstünde film afişlerini gezdirmeye evrildiğini hatırlamaktayım. Daha sonraları bu çalışma, yerini minibüslerle yapılan çalışmaya yerini bıraktı, hatta giderek de azaldı, belki yaratılan sinema izleme kültürü reklâma ihtiyaç duyulmayacak düzeye ulaştı ya da sinemaseverler kendileri bağımlılıkları gereği kişisel takibe geçtiler ve bu yeterli oldu, kim bilir… Hatırladığım kadarı ile şimdilerde artık hayatta olmayan birkaç büyüğümüz, sürekli her akşam seansına gider, sürekli aynı yerde oturur bağımlılığa ermişlerdi hatta o kadar ki, aynı film kaç gün devam ederse etsin, onlarda kesintisiz izlemişlerdir aynı filmi…

Bir dönem İsmet Abinin ve bir dönemde Ahmet abinin, bedeli 25 ile 50 kuruş arasında değişen ücretlerdeki biletleri kestiği mavi ışıklı, belki de kırmızı ışıklı idi, sinemanın ön tarafındaki küçük oda, bu sinema ile tanışmanın ve büyülü atmosferine dâhil olmanın ilk adımı olarak yerini alırdı her zaman. Girişteki “Duhuliye” 25 kuruş yazısını dün gibi hatırlıyorum. Biletini alan herkes hemen büyükçe sayılabilecek giriş kapısından içeriye adımını atar atmaz, biletlerin kontrol edilmesi aşaması Hüseyin tarafından gerçekleştirilirdi. Bilet kontrolünü takiben, eğer balkonda film izlenecekse sağ taraftaki ahşap merdivenden balkona ulaşılır ama ahşap merdivenin her basamağından her adımda çıkan tozun tüm sinemaya hâkim olduğunu hemen hemen herkes bugün hatırlar zannederim. Loca bölümü ise sinemanın salonunun arka bölümünde, tuğladan örülerek bölünmüş ve 5-6 kişinin bir arada film izlemesi için düzenlenmiş, salon ise bazılarında çiviler bile açıkta olan ahşap koltuklarla doldurulmuş şekilde sizleri karşılar idi.

“Cigaralar sönsün başlacak” anonsuna müteakip, önce aydınlatma ışıkları söner, sinemanın en ulaşılmaz bölümü makine dairesinden tılsımlı makine sesi gelmeye başlar ve makinist Kamil abinin görev alması ile film izlemeye başlardık. Yukarıda sigaraların sönmesi gerekir anonsunun yapılmasına bakılınca sanki film izlenirken sigara içilmez gibi durum oluştuğu zannedilmesin, sigara tiryakileri hemen salonun karanlığına sığınarak yakarlardı sigaralarını, sigara ateşinin görüldüğü her tarafa görevliler tarafından yapılan uyarılarının hiçbir işe yaramadığını da dün gibi hatırlıyorum. Ne garip değil mi, film öncesi ve film arasında sigara içilmesine izin verilip, film esnasında izin verilmemesi… Hele hele bazen filmlerin izlenmesi sırasında oluşan ses problemlerinde seyircilerin “Makinist ya ses, ya kes” diye bağırması enteresan bir durum oluştururdu. Refik Avcı’nın makinist olma sevdası nedeniyle uzun süre bedelsiz olarak makinist Kamil Abiye yardımcılık yaptığı süreci de herkes hatırlayacaktır.

Ben, sinemaya gidebilmek için para temininde aileme,  dönemin, en azından benim için, önemli ve ses getiren filmleri “Tarkan” ve “Karaoğlan” ve benzeri filmlerinin, sınıf ya da tarih öğretmelerinin tavsiye ettiğini söylemekte hiçbir beis görmeyişim, sinema konusunda nasıl göz karalığına sahip olduğumun ispatıdır herhalde.

Film izlerken “don lastiği” liflerinden parmaklarımıza takarak yaptığımız sapanlar ile portakal kabuğundan küçük küçük parçaları hedefsiz atışımız sırasında insanların rahatsızlığı bizi hiç rahatsız etmezdi, ne yazık ki. Her zaman olmasa da, zaman zaman satın aldığımız gazozların kapağını açıp yavaş yavaş içmek yerine, salon koltuklarındaki çivilerde kapağa delik açıp, daha uzun süre gazoz içme zevki yaratmaya çalışmamız ise tam bir vurdumduymazlıkmış. Diğer taraftan da bu filmleri beleş izleyebilmek için her türlü girişim mübah sayılmıştır tarafımızca, genellikle boş şişelerin salondan toplanması gibi yardım işleri beleşçiliğe en uygun işler idi dönem itibariyle, hatta bu beleş girişlerden faydalanamamamız halinde zaman zaman Karakoli dağının sinemaya yakın yerinden, sinemanın çatısına taş attığımızı hatırlamaktayım… (Allahtan mühürü zaman oluştu).

“Hulki’nin Sineması” önceleri yaz-kış hizmet verirken sonraları yaz aylarında kapatılması gündeme geldi, bunda belki de, önceleri sadece Ilıca’da bulunan yazlık sinemaların artık, Çeşme’de de sahne alması etkili olmuştur. Mezkûr sinemanın tam arkasına denk gelen sokak, uzun süre biz çocukların futbol oynadığı bir alan olmuştur hatta doğal yapısı nedeniyle de çokta uygun bir alandı… Hele bu arka sokakta futbol oynadığımız bazı dönemlerde, kadınlar matinesinden çıkan kadınların gözleri yaşlı hallerini bugün bile gülümseyerek hatırlamaktayım.

Bu yazıda hafızaya dayalı bir durum söz konusudur, nisyan ile malülü nedeniyle de, varsa yapılan hatalardan peşinen özür dilerim… Ama bu dönemin çok önemli figürünü günümüze taşıyabilmektir muradım, eksiği gediği de varsa, daha iyi hatırlayanlar tarafından yazılmasına bir gerekçe oluşturur diye düşünmekteyim…

Pazartesi, Ekim 13, 2014

BURASI BİR DERNEK DEĞİL, “BİR ÜLKE”


Bugünlerde sürekli başlığa çıkarılan bir manşet var; “Atatürk’e ve bayrağımıza saygı göstermeyenlerin bu ülkeden gitmesi gerekir”. Ne kadar güzel değil mi, senin gibi düşünmeyeni kovarsın olur biter, Allah bu kabil heriflere bir de yeter güç verirse, kesinlikle 6–7 Eylül kıyımının bin beteri gerçekleştirilir, bu sefer tek farkla kendilerinden olmayan herkes ya da kendileri gibi düşünmeyen herkes hedefte olacak gibi görünmektedir… Hani deseler ki; bu ülkenin önemli değeridir, ATATÜRK, kimse sevmek zorunda değil ama saygı duymak zorundadır, çok kolay anlayacağız ve katılacağız bu kervana, ama nerde mademki saygı duymuyorsun topla valizlerini, kaybol gözümden ruh hali… Çok cididiyim, bu başlığı atanların ruh derinliklerinde, akli art planlarında şiddet var, kesinlikle… Bundan daha güzel bir linç kültürü örneği verilebilir mi Allasen… Tıpkı, 70’li yıllarda benzer zihinlerin; “komünistler Moskova’ya” ya da 90’lı yıllardaki versiyonu; “ya sev ya terk et”… Kutluyoruz bunları, gele gele geldikleri noktada buluştukları sözde karşıtlarıyla, hayırlı, uğurlu ve kademli gelecekler diliyoruz… Sloganlarına ne kadar uygun bir jargon ve yaklaşım… Allah selamet versin bunlara… Peki; bu görüşleri yaratan ve destekleyen kişilerin, Almanya’daki yabancı işçilere yönelik “auslander raus” ya da daha da özelde oradaki çalışan vatandaşlarımıza yönelik “Türken raus” gibi Neonazi, faşist klasiği sloganların atılması ve bu siyasi rüzgârın yarattığı atmosferde, vatandaşlarımızın evlerine yönelik saldırıların ve çıkarılan yangınların ölümlere yol açtığında yürekleri hiç mi yanmadı, hiç mi üzülmediler acaba?

Peki, yarın başka birileri de, “Hz. Muhammed’i sevmeyenlerin bu ülkeden gitmesi gerekir” ya da başka birileri “Hz. Ali’yi sevmeyenlerin bu ülkeden gitmesi gerekir” ya da daha başkalarının “Hz. Musa’yı sevmeyenlerin bu ülkeden gitmesi gerekir” ya da çok daha başkalarının “ Recep Tayyip Erdoğan’ı sevmeyenlerin bu ülkeden gitmesi gerekir” ya da daha çok başkalarının “Kemal Kılıçdaroğlu’nu sevmeyenlerin bu ülkeden gitmesi gerekir”, sonrasında diğerlerinin “sarı saçlıları sevmeyenlerin bu ülkeden gitmesi gerekir” vs. vs. denmesi halinde neler olacağının iyi hesaplanması gerekir. Lütfen, aklın başa devşirildiği günlere hızlı bir şekilde ulaşalım… Böyle herkes muhalifini ya da benzeri olmayanını kovan ruh haline sahip olursa kaosun ne kadar artacağı üzerine tefekkür edelim… Diğer taraftan zaten, oyun kurucular tarafından tüm güç ve kapasitemizin bu kabil abukluklarla ki; sonraları kesinlikle bir eşeklik hali diye nitelendirilecektir, tükenmesi isteniyor… Yani tam bir “insanların rüya görmesini engellemeyin ki gerçekleri görmesinler” motivasyonu…

Dün birilerinin de “siz bu ülkeye orta Asya’dan geldiniz oraya dönün” demesi kadar komik durumlara düşmeyelim lütfen… Aklı başında herkesi “sağduyuya” ve “sol duyuya” davet ediyorum… Yahu, insanların birbirlerini sevmeseler bile, saygı duymalarının ve katlanmalarının zemini hiç oluşmayacak mı bu ülkede?

Atatürk’ü sevmeyenleri beğenmeyebilirsiniz, Orta çağ karanlığından Yeniçağ aydınlığına adım atılmış olmasının birilerinin zoruna gitmiş olacağını sevmiyor olabilirsiniz, ama burası “BURAYI SEVENLER CUMHURİYETİ” değildir ilaveten bu ülke bir dernekte değildir… Burası, burayı sevenler kadar sevmeyenlerin de, alkışlayanlar kadar eleştirenlerin de ülkesidir, fikrini herkesin kabul etmesi gerekir kanaatindeyim… Sonuç itibariyle burası bir dernek değil, bir ülkedir.

Bir ülkenin yurttaşları, lehte hukuk çiğnenince hakkı gasp edilenlere “ohh oldu”, aleyhte hukuk çiğnenince “kahrolsun” denmesinin önüne geçmesi konusunda soğukkanlı bir tavır göstermelidir… İllaki hukuk ama çağdaşı… Aksi takdirde; bu sağırlar diyaloğunun bu ülkeyi bir felakete götüreceği aşikârdır… Lütfen dikkat… Ha bu söylenenlere kulak asmama kararı alınmışsa da, malum hikâyeyi anlatalım bir birimize… Bir Türk’ün üzüm bağına; birgün, bir Türk, bir Kürt ve bir Ermeni üzüm çalmaya girerler, bağ sahibi Türk yakalar bunları ve evvelemirde yapışır Ermeni’nin yakasına ve “hadi Türk ile Kürt benim din kardeşim sayılır, sen kim oluyorsun da hırsızlığa yelteniyorsun” deyip basar tokadı, yapıştırır yumruğu, adamın hışını çıkarır ve elini kolunu kaldıramaz hale getirip atar bahçeden dışarı, sonra döner Kürt’e “hadi bu Türk, sen ne hakla hırsızlığa benim bağıma girersin” der ve Ermeni’ye yaptığı muamelenin tıpkısını yapar ve yallah bağın dışına sallar gitsin ve döner Türk’e “lan sen nasıl bir Türk’sün, utanmaz herif sen ne hakla Bir Kürt ve bir Ermeni ile işbirliği yaparak bir Türk’ün bağına hırsızlığa girersin” der ve aynı muamele… Bağın dışında 3 ü birlikte bağa hırsızlığa girdiğinde güçlü iken, yok Müslüman, yok Türk yok, yok Kürt muamelesine tabi tutularak eşek sudan gelene kadar dayak yiyen ve güçsüz hale gelen 3 kafadar, bu nasıl oldu diye düşünürken, Kürt, Türk’e “Ermeni’yi dövmesine izin vermeyecektik” demiş… Bu kıssa’nın öküz versiyonuda var ve “sarı öküzü” vermeyecektik şekli ile nihayetlenir. İşte bu kıssa’dan çıkacak hisseye uygun yaşanmaması halinde, Almanya’da Nazi dönemindeki malum Papaz’ın durumuna düşer ve maazallah sıra bize dayak atılmasına gelince bizi savunacak kimse kalmayabilir… Kaldı ki 2000 li yılların başında sanatçı Ahmet Kaya’ya yapılan ve ittifakla çok çirkin ilan edilen saldırı, şimdilerde asli faillerinin bile özür dileyerek kapatmaya çalıştığı şebekliği sakın unutmayalım…

Bu ülkenin “asla ve kata onun ya da bunun, tek başına babasının malı değildir” fikrine herkesin bir şekilde inanması, inanmıyorsa da katlanması gerekir diye düşünüyoruz… Bu ayrımcılık karşısında izan eksikliğine, şuur kaymasına behemehal dur denilmelidir… Bu dur deme işlemi de herhangi bir makamın ya da kişinin işi değildir ve olmamalıdır da tek başına, bu hepimizin işidir, en azından kendine şu anda yazmak istemediğim siyasal sıfatları uygun görmeyenlerin işidir.

Bu girişimler bir marjinal grup tarafından yapılmış olması halinde, insanın kabul etmese bile anlayabileceği bir durum olabilirdi ama ne yazık ki böyle değil ve bence de tehlike olma hali de buradan kaynaklanmaktadır.

 

Pazartesi, Eylül 29, 2014

ROMANTİK ÖKÜZLER


Malum hikâye; zamanın behrinde, sucuklarıyla ünlü bir kentte zamanının en modern kombine et tesisi inşaatları tamamlanmış, sıra artık görkemli bir açılışa gelmişti. Planlanan açılışın görkemine uygun bir devlet büyüğü açılış için davet edilir, işte rutin konuşmalar ve kurdele kesimleri derken sıra tesisin gezdirilmesine gelir, Genel Müdür açılışa kendilerini kırmadan katılanlara, tesisin modern yapısını ballandıra ballandıra anlatır ve sonunda da “anlaşılacağı üzere girişten canlı öküz banta sokulur, hiç el değemeden tüm aşamalar gerçekleşir ve sonunda da el değmeden hazırlanan sucuklar çıkar” diyerek konuyu ve sunumu sonlandırmak ister. Ancak törene katılan devlet büyüğü duruma ne kadar çeşitli yönlerden bakabildiğini gösterebilmek açısından, “peki, sucuğu buradan soksak diğer taraftan canlı öküz çıkar mı?” diye sormaz mı? Heyetin içinden kim olduğu bilinmeyen ama bulunduğu makamı hiç hak etmediğini düşündüğü devlet büyüğüne, herkesinde duyabileceği şekilde “onu sizin babanız yapmıştır” der… Hikâyedir sonuçta, şimdi kalkıp bundan alınmaz, herhangi bir mülki erkân, umarım…

Dönem itibariyle, mezkûr hikâyenin başrollerindeki öküzlere öküzlüklerini anlatabilmek adına bu kabil hikâyeler anlatılırdı… Eeee vatandaş cahil olduğu için böylesi tebarüz ettirmeler ile durum karikatürize edilirdi… Şimdi öyle mi ya, cehaletini sırtından atan çarıklı erkân, bir baktı mı gözünden anlıyor öküzleri, gerçi artık öküzlerde bir hayli naif ve romantik oldular ya, denizdeki balığın çakması gibi çakıyorlar… Bunlar kim mi, nasıl mı anlaşılır… Bir bakalım resmedebilecek miyiz, bol miktarda örneği olan bu romantik öküzleri…

Bunlar, 12 Eylül üniversitelerinde beyinleri safsata ile dolmuş hatta safsatanın da pembesidir ve pembe renk hâkim renktir beyinlerinde, tüm beyin faaliyetleri halüsinasyonlardan ibarettir, bunlar her birisi küçük Kenan Evren gibi yetiştirilmiş, karnı bulgur pilavı ile doldurulmuş ayakkabısı ve şapkası arasına sıkıştırılmış, ama 3 kitap okuyup her halta merhem oldukları sanısına kapılmış, popolarında gördükleri peynir parçasından mülhem mandıra sahibi oldukları kanısına varmış, bunlar bilimi bile pop yapan ya da anlayan hatta magazinleştiren bir kuşağın afadıdırlar, sevsinler sizi kurbağacıklar, sevsinler sizi neotosuncuklar…

Çok okumuş, az anlamış görüntüsündeki bu zevzekleri gerçek anlamda hiçbir soruna sahip çıkarken göremezsiniz, aldıkları öğretim gereği sadece kendi haklarına dokunuşlar olursa, ağlayarak ve sızlanarak yalandan ve yalancı somun pehlivanı gibi ortaya çıkarlar, akılları, memleketseverlik adına sadece kurumsal yapıların analizi ve hedef edilmesi yerine mezkûr yapıların temsiliyetindeki bazı şahıslara magazin yanı ağır basar bir biçimde saldırmayı küfretmeyi maharet belleyen zavallılardır bu kabil embesiller… Bunlar, “bildiği yanıldığına yetmeyen” aklıevveller olup kendilerini çok akıllı, çok zeki, çok bilgili, çok görgülü olarak değerlendikleri için ahkâm kesmekte, kimse bunların alımına çalımına bakmasın bunların bilgi derinliği 2 parmak kalınlığını asla ve kata geçmez, bunlar salt bu nedenle etrafındaki herkesi bilgisiz, cahil ve görgüsüz zannederek, “ben üniversite bitirdim”, “kamu yönetimi tahsili eyledim” diye övünüp dururlar… Bakılmasın bu okuduğu iki kitaptan alıntı yapıp konuşmasına, kitaplardan aforizmalar afırtmasına, bakılmasın bu derin feylesofya yapıyor görüntüsüne… İşte bu kafa, olması gereken ile olan şey arasındaki farkı ancak başkalarının gözü ile görür, başkalarının kulağı ile duyar, başkalarının aklı ile analiz eder, sonra da kalkar bu benim özgün düşüncem der ya, işte bunlara kargaları bırakın sümüklü böcekler bile gülüyor… Bunlara göre herkes sahtekâr, herkes dolandırıcı, herkes namussuz, herkes bilgisiz… Bilgisizliğin efelenmesi kabilinden donanımlı akıldanelere kimse aldanmasın, gerçi kimsenin de aldandığı yok ya, bu tosuncuklar ehem mühim ilişkisini bilmez, zaman-mekân-teknik terakki değerlendirmesini bilmez… Diğer taraftan her halt kafalarında ve ruhlarında karışıktır bunların, o kadar karışıktır ki, ürolog yerine jinekolağa gidecek kadar kafaları karışıktır… Bunlar, kafalarının ardındaki ırkçı, dinci eğilimleri, çaktırmadan tuttukları çanaklar ile örtmeye çalışır, tatlı ve sığ su aydınları gibi böğürürler, böğürtünün sonucu boş varil gürültüsünü aşamayacak değerde, kem küm mealinden ışık saçarlar etraflarına… Aidiyetlerinin ve heyecanlarının, varolan akıllarının ve mantıklarının, aptalca önüne geçtiği bu muhteremler zannederler ki, hedef alarak saldırdıkları kişileri, buram buram kompleks kokan saldırıları ile aşabileceklerdir ya da daha önem atfedilen kişi olabileceklerdir, eee ne denilmiştir,  “tahsil cehaleti alır, eşeklik baki kalır”…

Fuzuli ne diyor;
Mey biter saki kalır
Her renk solar haki kalır
Diploma insanın cehlini alsa da
Mayasında varsa eşşeklik baki kalır

Ziya Paşa ise konuyu daha net koyar;
Bed asla necabet mi verir hiç üniforma
Zer - duz palan vursan eşek yine eşektir

Peki, kim bunlar, yahu bunlardan bir tane örnek verin bari diye sorduğunuzu duyar gibi oluyorum, bunlardan ne yazık ki bol miktarda var, bunlar karşınıza bazen bankacı, bazen emlakçı, bazen gazeteci, bazen yazar olarak çıkarlar… Daha fazla bilgi vermek ya da isim beyanında bulunmak tazminata konu olacağından daha fazla ileri gidemiyor, bununla iktifa ediyorum.

Salı, Eylül 23, 2014

HER 2 SİNE DE TEŞEKKÜR


Çeşme; canım Yurdumun, imar planı yaparak kentleşmenin ya da başka bir deyişle inşaat faaliyetlerini parlatarak, ihtiyaca dayalı olmasa bile rant yapılaşmasının sınırsız patlamasına mıntıka temizliği kabilinden çalışmaların ön plana geldiği döneme, her kent gibi “ya Allah” diyerek başlamıştır… Aynı dönemde yola çıkan Kuşadası, Didim, Marmaris, Alanya, Dikili ve Ayvalık ve de hatta Mersin benzeri yerlerin, dönemin aklıselim mühendisleri ve mimarlarının tüm canhıraş uyarılarına rağmen, nerelere geldiği herkesin malumudur… Peki Çeşme bundan etkilenip bir rant alanı olmamış mıdır?, bu soruya olmamıştır demek kolay değil, ama yukarıda verilen benzerlerine kıyasla çok ciddi bir biçimde korunabilmiştir… Hele bir bakın bakalım kıyı kentlerinin durumuna, bir kıyaslayın bakalım Çeşme’nin durumunu bu pespayeliklerle, kolay mı bu baskılara direnmek ki bu baskılar insanların yaşamını bile tehdit etmiştir, zaman zaman… Mezkûr döneme politik olarak damga vurmuş 2 isim vardır; Çeşme’de, Nuri Ertan ve Faik Tütüncüoğlu… İkisi de aynı siyasi gelenekten gelmekte olup kaderin cilvesi, daha doğrusu kadere cilve yaptırarak oluşturulan siyasetin oyunu onları ayrı ayrı partileri itmiştir, özellikle birisinin diğerini hiç akılda ve gönülde yok iken aday olarak öne çıkarıp sonra da diğer partiye paslaması da, tam bu kabil bir davranıştır açıkçası.

Birisinin ailesinin sosyal ve ekonomik durumunun tezahürü, diğerinin mesleki hayatının kendisi üstünde yarattığı kibrin sonucu oluşan bilgiçlik, ekip çalışması yapabilmelerine hep engel oluşturmuş, dolayısıyla da görece doğru işler yapabilmesine bariyer oluşturmuştur, haydi biz şarklılar ekip oyununu beceremiyoruz, diyerek durumu kurtaralım bari… Bilgiçlik, ister mesleki kibrin sonucu, ister sosyal ya da ekonomik statünün tezahürü olsun, ne yazık ki insanı, başkasının fikrini sormaz olmaya, araştırma yapılmasına ihtiyaç duymamaya, ben her şeyi bilirim demeye, bilmeseydim zaten burada olmazdım demeye, varıncaya kadar bir nobranlık mertebesine ulaştırır ki, Canım Yurdumda yaşanan da budur genelde de, yerelde de, ne yazık ki, dün, bugün ve korkarım ki yarın da böyle olacak, orada ya da burada…

Ortada, “bildiği yanıldığına yetmeyen” bir takım aklıevveller dolaşmakta ve bunlar kendilerini çok akıllı, çok zeki, çok bilgili, çok görgülü olarak değerlendikleri için ahkâm kesmekte, kimse bunların alımına çalımına bakmasın bunların bilgi derinliği 2 parmak kalınlığını asla ve kata geçmez, bunlar salt bu nedenle etrafındaki herkesi bilgisiz, cahil ve görgüsüz zannederek, “ben üniversite bitirdim”, diye övünüp dururlar… Bakılmasın bu okuduğu iki kitaptan alıntı yapıp konuşmasına, kitaplardan aforizmalar afırtmasına, bakılmasın bu derin feylesofya yapıyor görüntüsüne, biz ne stratejik derinlikler gördük bu ülkede, o derinliklerin bile yanında bayağı sığ kalır bu yaklaşım ve bu kafa… İşte bu kafa, olması gereken ile olan şey arasındaki farkı ancak başkalarının gözü ile görür, başkalarının kulağı ile duyar, başkalarının aklı ile analiz eder, sonra da kalkar bu benim özgün düşüncem der ya, işte bunlara kargaları bırakın sümüklü böcekler bile gülüyor… Bunlara göre herkes sahtekâr, herkes dolandırıcı, herkes namussuz, herkes bilgisiz… Bu yüzden, kendileri asla yönetici olamadıkları ve olamayacakları için, yönetmenin ve kitle politikası yapmanın ne olduğunu da bilmedikleri için, çaktırmadan devşirdikleri fikirleri ile bu yöneticilere kılavuzluk yapmaya soyunurlar… Bilgisizliğin efelenmesi kabilinden donanımlı ve tarifi yukarıda verilen muhteremler, bilir bilmez bu 2 kişiye saldırır dururlar, ama diğer taraftan merkezi yönetime, yerel yasal ya da gayri yasal güçlere karşı Çeşme’nin savunulmasının nasıl zor bir iş olduğunu ya da olabileceğini düşünmek bile istemezler, “bekâra karı boşamak” kabilinden işkembe-i kübradan sallar dururlar. Bu kabil akıldanelere kimse aldanmasın, gerçi kimsenin de aldandığı yok ya, bunlar toptan kötü ve toptan iyi değerlendiricileridir, yönetimdekilerin iyi şeyleri var kötü şeyleri var, ehemin mühime tercihi var, zaman-mekân-teknik terakki gibi tefriklerden azade değerlendirme yaparlar… Bunların gözünden bakarsanız Çeşme’ye, her şey kötüdür, ama öylemidir gerçekten, bilmiyorum…

Peki; Çeşme bu iki duayen ve halef-selef belediye başkanı politikacı tarafından gerçekten iyi yönetilmiş midir? Kendileri açısından da tam da kendi düşündükleri gibi yönetebilmişler midir? Kitle partisi adayı olmalarının verdiği ve her düşünceye şirin görünme, yakın durma gibi hatalar yapmışlar mıdır? Şimdi olsalar yine aynı işleri benzer şekilde onaylar mıydılar? Oy verenlerin abuk-sabuk ta olsa bazı isteklerini oy kaygısı ile makul karşılamış mıdırlar? Düşmanlıklar-dostluklar üstünden tercihler kulanmışlar mıdır? Dostlar lehine düşmanlara kök söktürülmüş müdür? Bu kabil soruların cevabı ne yazık ki çok olumlu değildir… Sıralamaya kalkarsak Amerika’ya köprü olur… Ama temsil ettikleri fikrin sağlam temsilcileridir, ne yapalım durum böyle, yaşasın kapitalizm, yaşasın liberalizm…

Mesela; Şimdi olsa Nuri Ertan, Çiftlik Köyündeki şu anda yatçılık ve kaptan okulu olarak hizmet gören tarihi binanın uzantısı, sadece çatısı yıkılmış pencerelerindeki dövme demirden yapılmış pencere demirli ve duvarları yörenin, sarı ve kırmızı rengin hâkim olduğu, harika taşları ile yapılmış muhtemel hizmet binalarının, sırf yol geçireyim diye yıkılmasına ön ayak olur muydu? Şimdi yeniden önüne gelse, Çiftlik Köyü yolu olarak limanın doldurularak düzenlenmesine ön ayak olur muydu? Ben kesinlikle zannetmiyorum, bu binaların yıkılmasına bugün onay vereceğini, ama dönemin dostlukları ve düşmanlıkları üstünden politika yapmanın sonuçlarının Çeşme’nin ciddi zararlar görmesine yol açmasına, gerek kişisel gerekse de canım yurdumun geldiği bilinç boyutu itibariyle bugün onay vermezdi… Şimdi ki Nuri Ertan olsa, acaba plajlardaki üstsüzlere yönelik, merkezi hükümetin şimdilerde tam bir şebeklik addedilecek yaklaşımı mucibince, zabıta yönlendirmesi ve uyarısı yapacak kadar ileri götürür müydü? Zinhar…

Peki; Şimdi yeniden önüne gelse, Faik Tütüncüoğlu, Tekke Plajına o gudubet yapılaşmanın, hiçbir şekilde ve de hiç kimseye tanınamayacak kadar yoğunluklu olmasının önünü açar mıydı? Şimdi olsa, kaldı ki yanlışını hemen anlayıp sonradan karşı çıktığı, ama ilk karşı çıkanları geri zekalı diye nitelediği, Fener Burnu (Telgrafhane) açık deniz balıkçılığı için yapılacak ve Çeşme’ye hiçbir faydasının olması mümkün olmayan bu yapının savunucusu olur muydu? Kesinlikle inanıyorum ki, bugün olsa o abuk-sabuk projelere onay vermez idi…

Ama kapitalizmin en karikatürize uygulamasının sahnesi olan Canım Yurdumun, nasıl ki arsa rantına, inşaat ihale rantına teslim edilmesi karşısında büyük kitleler sessiz kalmışsa, yerelde de geniş kitlelere dayalı politika yapan mezkûr büyüklerimiz de, sesi gür çıkan azınlığın, sessiz çoğunluğun sessizliği mucibince verdiği zımnen onaya binaen galebe çıkan fikirlerine ve taleplerine cevaz vermişlerdir…

Her ikisinin de imar tasarruflarından zarar görmüş biri olarak, her ikisini de sevgi ve saygıyla anıyorum… Çünkü biliyorum ki, onlar tıpkı Mecelle’nin “def-i mefasid celb-i menafiden evladır” düsturu uyarınca davranıp, çok iyi işlere imza atamamış olsalar da, zararın ve çok kötü uygulamanın önlenmesi yanında fayda temininde geri kalmış olsalar da onlar değerlidirler, sırf bu yüzden teşekkürü hak etmektedirler… Aktif politika dışındaki hayatta, yolda yürürler iken kendilerine verilen selamın gerçek ve kalıcı oyları olduğunun bilinci ile sokağa çıkmakta olan, ABİLERİMİZE bundan sonra hayatlarında da başarılar dilemek ve kendilerine tüm eksiklerine rağmen Çeşme’yi benzerlerine göre daha iyi korudukları için de teşekkür etmek gerekir…

Pazar, Eylül 07, 2014

TÜRKMENİSTANA BENZEMEK 4


Türkmenistan’ı bilenler iyi bilirler; orada ekonomik hayat, inşaat, buğday, pamuk ve gaz ihracı ile sınırlıdır.  Özellikle inşaat faaliyetleri çok önemli bir yer tutar, çalışanların çok büyük çoğunluğu inşaat işinde çalışır ve kimi araçlarını kiralar şoförlüğünü yapar, kimi inşaatta işçi olarak çalışır çünkü orada iş yapan firmaların çalıştıracağı personelin %70 i yerli olmak zorundadır, kimi malzeme başta da kum ve çakıl satmaya çalışır, kimi malzeme ithal edip pazarlamaya çalışır, kimisi de iş ayarlamaya çalışan firmalara aracılık eder, vs. vs…

Devlet Başkanının babasının çiftliği gibi yönettiği ülkedir Türkmenistan, Devlet Başkanı bu ülkede her ve tek şeydir, konuşulacak, görülecek, örnek alınacak ve övülecek ve övünülecek tek şeydir, onun söylevleri kanun, yaptıkları yönetmelik, hissettikleri ise mutlaka yapılması gereken olup varsa yoksa Devlet Başkanı, hakkında olumsuz söylenebilecek her kelime sınırsız hapis ya da daha fazlası için yeterli gerekçedir, Devlet Başkanının tek başına yönettiği hem de sadece o anki ruh haline göre ve aklından geçenlere sadakatle… Devlet Başkanının tek başına yönettiği ve kontrol ettiği, asla kimsenin görüşü, önerisi ve uyarısı olamayacağı bir düzen ve disiplin içinde, sadece ve sadece ruh hali ve düşüncelerinin kendisine yol gösterdiği, çağdaşlığın göstergesi akıl ve hukuk nizamının çok fazla önem arz etmediği görüntüsü ve debdebesi ile hayat devam etmektedir bu taraflarda… Tam bir heyula yaratıp önünde diz çökme ritüeli, tam doğulu kafa…

Bakanlar kurulu toplantıları, TV lerde halka açık yapılır ve akıllara ziyan bir durumun sefaletidir adeta, koca koca bakan postundaki muhteremler süklüm püklüm olurlar, ıkınıp dururlar, doğu halkları bel dansları topluluğunun bir elemanı gibi kıvrak hareketler ile durumu geçiştirmeye çalışırlar… Bu ülkede bakan olmanın asla kendi iradenize bağlı olmadığı gibi, eeee ne varda bunda her yerde aynıdır diyenlere cevap olması kabilinden de, bakan olmamak ta kendi iradelerine bağlı değildir bu muhteremlerin… Hele, “bu sene buradan şu kadar buğday, şu kadar pamuk hasadı yapılacaktı, neden yapılmadı”, hani “neden yapılamadı” gibi doğa koşullarının da faktör olabileceği şartı yok hükmünde de muhterem için, “neden yapılmadı” gibi bir buyurganlık içinde… Arkasından çok muhtemel ki, hemen koca deve dişi gibi bakana “boşattım seni” der ve bakanlıktan ve de salondan da kovar, tabii ki dışarıda onu tutuklanmak gibi bir kaçınılmazlık karşılar… Peki sen böyle yaparsan, senin “eyalet başkanların” ne yapar, o sene rekolte iyi değilse, borç harç hem de kendi kesesinden, komşu ülkelerden gizli ithalat, al sana durumu kurtarma adına çalışma, eğer yeterli bütçe bulunup ta gerekli miktarda gizli ithalat ta yapılmışsa, hadi sana üretim birincilikleri, hadi sana ödüller, hem de Devlet Başkanı elinden… Gakunzi ve de gukunzi diyor bu durumlara İtalyanlar… Kimse de demiyor be kardeşim, bu nasıl özgür iradedir, bu nasıl özgür bireydir, herkes bravo diyor, Devlet Başkanına… Gözünü seveyim meşhur o dönemki Almanya… Karayolları Bakanı, bir sabah işine geliyor, hemen kapıda kendisine artık bakan olmadığı tebliğ ediliyor, artık bir yol işçisi olarak hayatına devam edeceği ve hemen çalışma yerine gidip kürekle çalışması istenince de tıpış tıpış gidiyor… Hemen her çağdaş insanın ilk aklına gelmesi gereken, “bırakır giderim” olur ama sonra başına nelerin gelebileceğini biliyorsan itirazsız gidersin, paşa paşa kürekle çalışmaya devam, yok ülkeden kaçarım diyorsan da “yedi sülalenin” başına neler gelebileceğini var sen hayal et…

Başkent Aşkabat, tüm eski binaların ekonomik ömrünü tamamlayıp tamamlamadığına bakılmaksızın, adeta eskiyi unutmak adına, tamamen yıkılarak, baştanbaşa yeni konutlar, saraylar, kütüphaneler, parklar, anıtlar, yollar ve eğlence yerleri yapılarak, çöl ortasında bir cennet yaratılmaya çalışılıyor ve yapılanların hepsinin nasıl olması gerektiği ve nerede yapılacağının tayin ve tespiti de Devlet Başkanına ait olmak kaydıyla, insanların yaşamaya mahkûm edildiği cehenneme rağmen… “Ak Aşkabat” yaratıyorum sevdasına, tüm binaların dış cepheleri, beyaz mermer ile kaplanır, bu inşaat sözleşmelerinin olmazsa olmazıdır, İtalya’dan Carrera, Yunanistan’dan Tasos, Türkiye’den Kemalpaşa, sonraları da Vietnam’dan Vietnam beyazı (bunun bir dönem tek ithalatçısı Çalık grubu idi) ise ithalatın kaynağıdır. Ama başkent Aşkabat’tan ayrıldığınız takdirde, ne yazık ki hiçbir şey yapılmak istenmiyormuş görüntüsü veren, aslında çok ta kötü olmayan, eski Türkmenistan görüntüsüyle karşılaşırsınız ve gerçek Türkmenistan ile yüzleşirsiniz ki, bana göre daha gerçekçi, daha hoş ve daha doğal hatta daha da keyifli yüzüdür buraları, ama muradım Aşkabat dışında bir şey yapılmak istenmemesini anlatmak, hadi sevenleri darılmasın diye Aşkabat kadar yoğun ve konsantre olmayan diyelim…

Aşkabat’ta çalıştığımız ve bir hayli fazlaca inşaat yapımı yüklendiğimiz dönem, bir sabah bir şantiyeye gelen, başta inşaat bakanı ve inşaatı yapılan ilgili idarenin bağlı olduğu bakan, binaların dış cephesine ki, neredeyse montajı tamamlanmış, hatta ithalat sırasında bizzat kendilerinin expertiz raporu düzenledikleri mermerin, derhal sökülerek yerine yenisinin getirtilmesini talimat ediyorlar, bizim şantiye yöneticileri de konuyu üstlerine aktarıyor, bir kenarından dâhil olduğumuz konunun çözümü sürecinde, neden beğenilmediği ve kimin beğenmediği gibi sorularımızın karşılığı her cevap; “Yaşuli” olunca ki; bu deyim üstleri ve yaşlıları ve de herhangi bir bakanın söylemesi halinde de Devlet Başkanını kastedince, akan sular durmuştu… Bir devlet Başkanının herhangi bir binanın dış kaplaması ile bile ilgilendiğini görünce insanın aklı dimağı duruyor nerdeyse… Hani Allahtan, şimdilerde artık imar konularına haddinden fazla karışmış bizimkileri görünce de yüreğimize soğuk sular serpiliyor vallahi… Hatırladığım kadarı ile de o mermerler değişmemiş idi, ama Devlet Başkanının bizim patronlara küstüğünü de hatırlamıyorum… Kendi ülkemden önce, ben bu ülkede öğrendim, bir Devlet Başkanının inşaat faaliyetleri ile bu kadar yakından ilgilendiğini, hem de mesleği ve çalışma alanı bu olmamasına karşın, şimdi anlıyorum ki, benzemek adına ne çileler çekiliyor… Benzemek ise maksat ve murat herhalde inşaat faaliyetlerine karışmaktan geçiyor ama küsmeden, darılmadan… 

Pazar, Ağustos 31, 2014

ÇEŞME 2014


Türkiye’nin en önemli turizm merkezlerinden biri olan Çeşme; 2014 yılı yaz sezonuna yeni bir yerel yönetim ile girdi. Seçimler öncesi Belediye Başkan Sn. Muhittin Dalgıç ile sohbetlerimizde, 2014 yılı için kendilerinden çok önemli girişimler beklenmemesini beklediği beyanı ve yapılacak “küçük dokunuşlar” ile önemli sonuçlar alınacağını, kaldırım, park, yol yaptık gibi belediyelerin asli görevi olup yapacağı işlerle övünülmeyeceğini defalarca tekrarlamış idi.

Çeşme son yılların en kalabalık günlerini yaşamakta, esnafın geçmiş yıllara göre daha memnun olduğunu beyan ederek, 2014 Şeker bayramı otoyol çıkışlarını veriyor Başkan, Karayolları ilgili departmanının bilgilerine göre günlük ortalama yaklaşık 25.000 araç, yaz ortalaması ise günlük yaklaşık 15.000 araç olarak şekilleniyor. Başkanın anlatımlarından, anladığımız kadarıyla bu rakamların bir önceki yıla göre bir hayli yüksek… Çeşme ve benzeri sahil kentlerinin en önemli sorunlarından en başta geleni; kış nüfusu üzerinden bütçeden elde edilen pay-gelir ile yaz nüfusunu yönetme becerisi olup, konunun sadece para sorunu olarak algılanmaması gerektiğinin altı kalın kalın çizilmekte Başkanca… Çünkü bunun bu biçimiyle söylenilmesi halinde bazı münkir ve münafıklar tarafından, konunun sadece para meselesi biçimiyle algılanılmasına dayalı algı bozukluğu nedeniyle, personel ve makine parkı vs. ihtiyacı göz ardı edilmektedir. 

Peki; Çeşme’de eksik yok mu, şüphesiz var ve de ne yazık ki olmaya da devam edecektir, sorunlar sadece yerel değildir çünkü, canım Yurdumun bu kabil şekli yönetim tarzını tercih etmesi başlıca sorunudur. Yerel iktidar ve genel iktidar uyuşmazlığına sebep olan bu tercih, daha çok baş ağrıtmaya devam edecek gibi görünmektedir. Sürekli adem-i merkeziyet diyerek, dayatılan ya da türbanlanarak görülmesi engellenen katı merkeziyetçilik, her geçen gün artmakta olup yerel yönetimleri sadece temizlikçi konuma getirme arayışı haline gelmiştir, ne yazık ki…

Dinlenme, eğlenme, görme, tanıma benzeri amaçlarla yapılan gezi anlamına gelen “Turizm”; bugünkü içeriğiyle mezkûr tarife, benim kişisel çekincelerime rağmen, yerleşik genel kanı ve içinde yaşadığımız rejimin kabulleri ve tarifleri açısından çok insanı çekebilmek, çok insan için cazibe alanı olmak ise, bu en azından bu dönem itibariyle başarılmış görünüyor. Sonuç itibari ile amaç, mezkûr tarife uygunluk çerçevesinde, kentinizi ister deniz, plaj gibi cazibeler, ister her yer sıcaktan bunalırken oldukça serin ve rutubetsiz bir ortamda bulunma konforu, ister merak edilerek görülmeye gelinmesi, ister festivallere katılmak ya da izlemek, ister eğlenme amaçlı konserleri izleme, ister tarihi kalıntı-buluntuları görme isteği, ister oldukça meşhur termal sulardan yararlanma, ister meşhur balık restoranlarında deniz mahsulleri yemenin zevkine varmak, ister kongre merkezlerinde neler olduğunu izlemek, vb. gibi nedenlerle olsun, yabancıları gerek günübirlik gerekse de konaklamalı ağırlama ise, maksat ve murat hâsıl olmuştur gibi durmaktadır. Her şeye rağmen ben bu gelişmeleri Sn. Başkan’ın ve ekibinin uyumlu ve verimli çalışmaları ile küçük dokunuşlarına bağlıyorum, aaa birileri de çıkar bunların Sn. Başkan’ın girişimleri ile ilgisi olmadığını söyler, eee ne yapalım ağızları torba değil ki büzelim… Onlarda Çeşme’nin verimli bir sezon geçiriyor olmasını Ankara Büyükşehir Belediye başkanına bağlar, olmazsa Mersin Valisine bağlar, olur biter…

Küçük dokunuşları hissetmeyenlerin, duyargalarının nasırlaşmış olduğuna bağlamak gerekmektedir herhalde bu hissizliklerini…

Asıl başarı göstergesi olacak “Büyük dokunuşlar” önümüzdeki yıldan itibaren başlayacak gibi anlaşılmaktadır, Başkanın konuşmalarından, peki neydi bu dokunuşlar, şöyle kısaca sıralayarak bakalım… 9 bölgeye ayırıp 9 farklı etkinlik, bölgeleri karşı karşıya getirmeden, aktivitelerini yerel dokuya ve davranışlarına has yaklaşımları da göz önünde tutarak, planlama ve gerçekleştirilmelerini bizlerde merakla beklemekteyiz. Çeşme’nin çeşmeleri, Çeşme kent müzesi, 2. taş ocağına Osmanlı-Rus deniz savaşının, özellikle geceleri ışıklı gösterimlere uygun figüratif kabartmalarla canlandırılması, İnkilap caddesinin “Old Bazaar” adı altında yeniden ihya edilmesi ve sunumu, Dalyan da “Nezir’in kulesinin” yeniden inşa edilmesi, Çeşme, Çiftlik ve Ilıca sahil bandının yeniden düzenlenmesi, Çeşme meydanının yeniden en eski haline kavuşturulması çalışmalarının sonuçlandırılması, Plajların tamamen halka açılması ve mevcut kiralama düzeninin sona erdirilmesi, Karakori (Kutludağ) olarak bilinen limana hâkim tepenin yerli ve yabancı heykel sanatçılarına tahsis edilerek “heykelland” kurulması, Çeşmeköy tarihi kalıntılarının gezilebilir hale getirilmesi, Dünyaca ünlü Pırlanta plajının yeniden ve daha güçlü bir biçimde “kitesurf” merkezi haline getirilmesi, “Antik Bağlararası yerleşkesi” çalışmalarının gezilebilir bir hale getirilmesi çalışmalarına destek verilmesi, 12 İon kentinden biri olan Erythrai arkeolojik kentinin daha etkili gezilebilir bir yer haline getirilmesi için gerekli desteğin bulunması ve verilmesi, Eşek adasının mevcut statüsünün tekrardan eski haline getirilmesi için gerekli girişimlerin yapılması gibi ilk akla gelenler… vs. vs…

Tüm bunların dışında; Çeşmelilerin Yerel yönetimden mutlaka başarmasını bekledikleri en önemli ve adeta olmazsa olmaz dedikleri, TOKİ’nin Çeşme imar kurallarını alt üst eden ihalesinin engellenmesi ve Çeşme imar kuralları ve plan notlarına uygun hale getirilmesi, Çeşme’nin yerleşim alanlarının bu kadar içine sokularak adeta bir intikam meselesiymiş gibi duran ve bağrına hançer gibi saplanacak RES lerin yapımının önüne geçilmesi de yerel yönetiminin önünde duran en önemli sorundur. Çevre duyarlılığı ile bilinen Çeşme Belediye Başkanı ve Meclis üyelerinin mezkur konu ile ilgili iyi niyetli girişim ve inatla direniş çabaları da Çeşmeliler tarafından takdirle karşılanmaktadır.

Pazartesi, Ağustos 25, 2014

TÜRKMENİSTAN’A BENZEMEK - 3


16 Ağustos 2011 tarihli gazetelerde yer alan flaş bir haberle konu kamuoyuna malolmuştu; Türkmenistan da Fettullah Gülen Cemaati’nin bu ülkedeki okullarını kapattı.” Sonra konu diğer ülkeleri de kapsayan bir kapatmalar serüvenine dönüşmüş idi…

Haberlerin detaylarına bakınca, “Türkmenistan Devleti, Cemaatin Türkmenistan’da yarattığı dini ortam ve türbülans ile cemaat mensuplarının ABD adına gizli emeller besleme iddiaları ve bunların daha da artacağına yönelik duyduğu kaygılar yüzünden 1990 yılından beri bu ülkede faaliyet yürüten cemaate ait tüm Türk Okulları diye bilinen okulların faaliyetlerini sonlandırma kararı” aldığını görmekteyiz. Haber Ajans’larının haberlerine göre, söz konusu Türk okullarının öğretim ve eğitim faaliyetleri yanında ülkede mezkûr okullardan mezun olan ve yetişmiş öğrencileri kilit mevkilerdeki görevlere atamak için hiçbir fedakârlıktan kaçınmadığı hatta bu uğurda büyük rüşvetlerin bile verildiği anlaşılmaktadır. Hülasa Türkmenistan Devletinin açıklamasının Türkçe ve direk meali; bu okullarda ABD için casus olarak çalışacak elemanlar yetiştirildiği ve bu elemanlar vasıtasıyla devletin idari yapısına sızılarak müesses nizamın bu yönde tesisi ve yerleştirilen bu kabil kişiler vasıtası ile de seviyesi yükseltilmeye çalışılan kapitalizmin üzerinden emperyal amaçlara uygun ortam oluşturulmasına karşı çıkıyoruz, diye anlaşılabilir…

O günleri dün gibi hatırlıyoruz; okulların kapatılmasına şiddetle karşı çıkanların, başta da Gülenperverlerin iddiası; “Casus yetiştirme ile ne ilgisi var, ABD Emperyalizmine hizmet te nereden çıkarılıyor, külliyen palavra ve kara propagandadır” değerlendirilmesi ile “aslında tam tersine bunlar Rus emperyalizmine hizmet edenlerin faaliyetidir, ABD ile Türkiye’nin 80 yıldır birlikte hareket etmelerinden ötürü böyle değerlendirme yapılamayacağı ama bu kabil değerlendirmeler Türkiye düşmanlarının ekmeğine yağ sürmek isteyenlerin faaliyetidir” biçimiyle şekillenirken, alınan karara “Asya enerji kaynaklarının ve yollarının tam kontrol altına alınması girişimi olan ABD emperyalizmine bir karşı duruş, kış uykusundan uyanarak doğru işi Türkmenistan yaparken, Türkiye bu cemaate teslim oluyor, zaten bunlar ABD’ye casus temin ediyorlar” yorumuyla, AKP ve Gülen Cemaatı muhalifleri destek veriyorlardı…

Bilindiği üzere; Fettullah Gülen tarafından gerçekleştirilen çalışmalar neticesinde, 120 ye yakın ülkede 500 lise ve benzeri okul, 6 üniversite, yüzlerce dil eğitim ve öğretim merkezi açılmış ve yaklaşık 100.000 civarında öğrenci tedris edilmiştir. Yapıldığı; kulaklara fısıldanan bir çalışma neticesinde, mezkûr okullarda ABD vatandaşı olan birkaç bin eğitmen ve öğretmen bulunduğu söylenmekte, ayrıca diğer taraftan özellikle Orta Asya cumhuriyetlerinde Hükümetlere yönelik anormal girişimlere bu kadrolardan devşirilenlerin, her ne kadar sürekli tekzip edilse bile, hep karışmış olmasından hep dem vurulur…

Yaklaşık 3 yıl öne Türkmenistan tarafından gerçekleştirilen operasyonun bir benzeri “Türkmenistan’a benzemek” adına şimdi canım yurdumda sahne almaktadır, üstelik ufak tefek tenakuzların dışında son derece uyumlu götürülen AKP- Gülen Cemaati koalisyonunda taşları yerinden oynatırcasına ses çıkartacak bir şekilde…

Bilindiği üzere; AKP Hükümet’i tarafından alınan bir kararla “Dershanelerin” kapatılmasının gündemde olduğu kamuoyuna açıklanmıştır, gerçi ve her ne kadar çalışmanın belli bir grubu hedef almadığı, kapatılma çalışmalarının 10 yıldan beri gündemde olduğu açıklamaları yapılsa bile, hedefe yerleştirilen kurum ve kişilerin “kardeş” olduğu defaatle açıklansa dahi konunun can yakıcı boyutta olduğu ve aslında dershaneler üstünden yürütülen kavganın nelere türban olduğu da pek anlaşılamamaktadır gibi. Konu ile ilgili derin analizler yapmak değil meramımız, sadece yüzümüzün batı yerine doğuya çevrilerek nelerin, nerelerden örnek alındığının altını çizmek olacaktır…

Hani birde bunu diğer alanlarda yaptıklarının devamı olan dönüşüm olarak açıklamıyorlar mı, ahaa orada Allah canımızı alsın daha iyi. Adama sorarlar; siz YGS ve KPSS sınavlarının sorularını bugün karşı durduğunuzu beyan ettiğiniz cemaatin dershaneleri üzerinden dağıtılması iddialarını “soruşturma açtık, soruşturuyoruz, suçluları cezalandıracağız” teraneleri ile aklayacaksınız, sonra da her şeyi dönüştürerek düzelteceğiz iddiasını ortaya atacaksınız, kayıkçı kavganızı bize allayıp pullayacaksınız, hadi ordan… Öğretim hayatını içinden çıkılmaz problemlere gark ederek 4+4+4 uydurmacısını ve abukluğunu yaratıp başımıza musallat edenlerin dershanelerin kapatılarak eğitimi ve öğretimi düzelteceğiz demesine inanmıyorum, inanalar olursa da, onlara da Allah Selamet versin… Bende lise hayatımı, bu dershanelerin yaygın sahipliğini yürüten ekibin öncülleri tarafından (kestehane pazarı öğrenci yetiştirme derneği destekli)  kurulan bir okulda hem de yatılı olarak geçirmeme rağmen, uzun yıllar önceki versiyonu olması hasebiyle bugünkü kadar rol almamış olmalarından da olabilir, sinsiliğin ve ince detay çalışmaların etkisinde kalmadan ama onların ne olduğunu iyi bilerek geçirmiş idik yıllarımızı. Şimdi bakıyorum ve anlıyorum ki, dershaneleri kaldırma niyetini beyan etmişlerin de, dershanelere sahip çıktığını haykıranlarında özellikle ve tahammüden yanlış yaptıklarını düşünmekteyim…

Peki; gerçekten dershaneler üstünden yürütülen bir savaş mıdır söz konusu olan, yoksa çok önceleri seslendirilen ve “süpürmeyin” çıkışıyla ertelenen ABD’nin Gülen cemaati üstünden AKP ile oluşturduğu koalisyonu şimdi sona mı eriyor? Gerçekte canım Yurdumun siyasetine; Sarıgül’ün liderliğini yaptığı TDH (Türkiye değişim hareketi) ile CHP koalisyonu üstünden yeni şekil verme çalışmaları mı var kavganın arkasında? Yani bu güne kadar yani yaklaşık 50 yıldır devletin verdiği eğitimin dershaneler açarak baltalanması konusundan hiçbir rahatsızlık duymadan dershaneleri kuran zihniyetin birden öğretimin irtifa kaybetmesinin nedeni tayini herhalde kayıkçı kavgası olsa gerek… Acaba bugünlerde ABD ye gitmekte olan bir muhalefet partisi lideri üstünden canım Yurduma yeni bir çeki düzen verme çalışmalarının yapılmasını engellemeye yönelik bir baskı aracımıdır, bu dershane kapatma işi… Utanmadan; adının önünde “milli” sözcüğü bulunan 2 bakanlıktan birinin son 50 yıldır içini boşaltan bir ırkın afadı olacaksın, bidayette devletin dayattığına karşı çıktığın beyanıyla okullar gebersin dershaneler ve özel okullar gönensin, kapitalizmin ve emperyalizmin sömürü çarklarına karşı duymayacak bir nesil için çalışacaksın, sonra gak guk…

Daha 3 yıl bile dolmamış olmasına rağmen; dün Türkmenistan’da Fettullah Gülen cemaatine bağlı okulları kapatırken burada alkış tutanlar şimdi bakıyorum AKP Hükümetince aynı cemaate bağlı dershanelerin kapatılmasına ateş püskürüyorlar, anlamak mümkün değil vallahi… Ama sonuç itibariyle, onların 3 yıl önce yaptığını buradaki takipçileri nihayet ve eksik biçimiyle yerine getirmektedir…

Son söz acaba; dünyayı değerlendirmede de olduğu üzere dershane kapatma konusunda da “dost-düşman” tefrikinde yanlış kılavuzlar mı takip edilmektedir, konu üstüne ister konunun uzmanı ister hiç bilmeyeni olsun mutlaka ve mutlaka tefekkür etmelidir?

Pazartesi, Ağustos 18, 2014

YALAN ve KARA PROPAGANDA


TDK (Türk Dil Kurumu) Güncel Türkçe Sözlük’e göre:

Yalan;
1. Doğru olmayan, gerçeğe uymayan söz, kıtır
2. Yalancı kimse
3. Uydurma

Propaganda;
Bir öğreti, düşünce veya inancı başkalarına tanıtmak, benimsetmek ve yaymak amacıyla söz, yazı vb. yollarla gerçekleştirilen çalışma, yaymaca…

Kara propaganda;
Doğru olmayanı; entrika ve kumpas kurmak adına, yalan, iftira ve fitne ile süsleyerek, bilerek, isteyerek ve taammüden söyleme sanatı… Var olmayan, doğru olmayan her şeyi varmış gibi, doğruymuş gibi gösterme çabalarının tümü bu kabil bir faaliyettir.  

Tarihin çok eski devirlerinden bu yana devam eden, yalan, propaganda ve kara propaganda adına bilimsel olarak(!!!!) bugün bildiğimiz her şeyin babası, tüm dünyayı tam bir felakete sürükleyen Nazi Almanya’sının “Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı” Joseph Goebbels’tir. Faşist lider Adolf Hitler’in tüm ateşli konuşmalarının kalemşörü de olan bu faşist; “Bir şeyi ne kadar uzun süre tekrarlarsanız insanlar ona o kadar fazla inanırlar” ve “Söylenen yalan ne kadar büyükse, inanan o kadar çok olur”  şeklinde özetlenecek ya da formüle edilecek “propaganda” ilkelerini “Bizim amacımız halka doğruları söylemek değil, halkı etkilemektir” veciz yaklaşımı ile taçlandırmıştır. Yönetim erkini elinde bulunduranların, bıkmadan, usanmadan, utanmadan, sıkılmadan ve yorulmadan, fahiş bir yalana türban giydirerek “cici” hale getirilmesi karşısında, toplumun niçin direnemediği üstüne yapılan çalışmalardan anlaşılıyor ki; yalana dayalı söylemi sürekli tekrarlarsanız, insanlar, bırakın yalan mı doğru mu olduğu üstüne tefekkür etmeyi, zamanla kendi fikriymiş gibi benimser ve içselleştirir ve hatta katıksız savunmaya başlarlar. Hemen ilk elde aklımıza gelebilecek, içeriğinin bile ne olduğundan bihaber olunan onlarca konunun, özellikle de tüm öğrenimi kulaktan dolma bilgilere dayalı insanlar tarafından, temcit pilavı kabilinden ısıtılıp ısıtılıp önlerine konulması nedeniyle, sunuluş içeriği ve biçimine kayıtsız kalarak, sunanların yaratmak istedikleri algı doğrultusunda anlamış olmalarının başka bir türlü izahı olmasa gerek. Propagandanın babası olarak tarihteki yerini alan; Joseph Goebbels, aklın dumura uğrayacağı, beynin spazm geçireceği noktanın “sarsılmaz inanç” yaratmaktan geçtiğinin tespitini yapınca, herhangi bir şeyin sarsılmaz şekilde savunulmasının ölçüsü olarak ta “yanıp tutuşan fanatizmi” öne çıkarır. Yığınların akli dumur noktasının bu anlamdaki karşılığının, dinsel, mezhepsel, ırksal, takımsal, ülkesel karşılıkları anlamında fanatikleşen nefretinin ne tahribatlara yol açtığı, insanlık tarihinde çokça yer alması yanında, yakın tarihimizde nasıl çılgın ve akıl almaz katliamlara ve savaşlara yol açtığı da herkesin malumu olması gerekir. Aksi takdirde nasıl izah edilebilir, Kahramanmaraş, Çorum ve Sivas katliamları… Düne kadar önemli bir gerginlik olmaksızın komşu olarak yaşayan, birden komşusuna yok etmeye yönelik düşmanlık sergileme hatta yok etme noktasının akılla izah edilebilir bir yanı olmasa gerek… Yalan ve kara propagandanın tılsımlı etkisi altında, bilinçaltına yerleştirilen nefretin, talana ve yok etmeye evrilmesi “halkı aydınlatma ve propaganda” bakanının öngörüleri çerçevesinde bir hayli kolay anlaşılır olmakta açıkçası… Hele günümüzde, eğlence aleti olarak önümüze dayatılan TV’lerden, paparazzi programları, beyinsel hantallık yaratmaya yönelik yarışma programları, fanatikleşen futbol karşılaşmaları, borazanlaşan tartışma programları ile kara propagandanın önemli unsuru haber programları adı altında, yaratılan uykulu ortamda, satır aralarından yayılan ve dikte edilen nefret söylemi neticesinde yaratılan fanatik ortam, mezkur konunun en mümbit alanıdır. Gelişen teknoloji ve bilimsel atılımlar neticesinde, gösterilen çabalar değişen propaganda tekniklerine bağlı “toplum mühendisliği” gibi bir kompleks hale gelmiş olsa dahi, Goebbels’in orijinal öğretisine sadık kalınmaktadır, değişim sadece şekli kalmaktadır, örneğin kimse artık toplu kitap yakma ritüelleri düzenlememekte ama kitaplar ve yayınlar toplu olarak ele geçirilmekte ya da yayımlanmasının ya da dağıtılmasının önüne geçilmektedir…

“Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı” Joseph Goebbels; öğretisinin fanatik ardıllarını tarifleyebilmek adına bazı başka benzerliklere de kısaca değinmekte fayda vardır. Örneğin; mezkûr zatın “Yargı, devlet hayatının efendisi olamaz, devlet politikasının hizmetkârı olmalıdır” kabilinden akıllara zarar bir yaklaşımı vardır ki, ardıllarının ağızlarından düşürmedikleri bir yaklaşımdır ve ne yazık ki yaşanan beter bela bu yaklaşımın en önemli sonucudur.

Halkı Aydınlatma ve Propaganda Bakanı” Joseph Goebbels için politika ise, “İnsanlar, gerçek olaylar ve durumlar üstüne açık seçik bir bilgiye sahip olsalardı, bu haberleri okuyarak çökebilirdi insanlar. Alman halkının bütün bunları öğrenmemesi ne iyi! Sahip olacağı kanaat, hazır halde önüne konuyor” tarzı yaklaşımı ise, ne menem bir karabela ile karşı karşıya olunduğunun resmidir…

Ancak günümüzde ardıllarının bu büyük başarılarının karşısında, yaşıyor olsa idi ne derdi acaba Goebbels? Bence hasetinden çatlardı… Bence bu konuda tek haset etmeyecek yaratık “mart kedisidir” herhalde…

Salı, Ağustos 12, 2014

SIRADAN FAŞİZM


Partisinin ve kendisinin yükselişi önlenemeyen ve kendisine geniş kitleler adına asla karşı durulamayan ama bir avuç sermayedar için ise kesinlikle parlatılması gereken lideri, uzunca bir süredir kolluk güçleri tarafından bilinen ve bu yüzden de izlenen ve aynı zamanda ilgili polis birimleri tarafından devlet bekasına tehdit mülahazası ile kendisine bir dosya bile oluşturulmuş biri olarak bilinmekte ve devletin buyurganlığı ile başı belada olan biridir.

Usta bir demagog olan lider, taraftarları ve destekçileri kimlerdi diye bakıldığında, küçük esnaf ve işletme sahiplerinin, memurların, işçilerin, geçmiş dönemlerde itibarını kaybedenlerin, hatta azda olsa kriminal unsurların olduğu açıkça görülecek olup, “prensiplerin durduramayacağı, güçlü yumruklara ihtiyacı olduğunu” sürekli vurgulayarak, bu taraftarların içinden gözünü budaktan esirgemeyen çekirdek bir oluşuma evrilmesi için her türlü fedakarlık yapılmıştır. Liderlik rolü başlangıçta kendisine pekte uygun görünmüyor olsa da, becerebileceği konusunda ise kendisini parlatanları endişelendiriyor olmasına rağmen, kendisi bu farkındalıkla her şeye rağmen inatla, sabırla ve yılmadan çalıştı, günlerce ayna karşısına geçerek hitabet antrenmanları yaptı, kaç kişi olduğuna bakmaksızın her tür kalabalığın önünde sahne alıyor, herkese refah sözü veriyor, kapalı kapılar ardında geçmiş dönemde ülkeyi yönetenler tarafından kaybedildiğini düşündüğü toprakların tekrar ülkeye katılacağı sözünü veriyordu, kiracıların çoğunlukta olduğu yerlerde kiraları düşürme, ev sahiplerinin yoğun olduğu yerlerde de kiraları yükseltme sözü veriyordu, büyük mağazaların sahiplerine rakiplerini ortadan kaldırma, küçük dükkân sahiplerine de büyük mağazaları kapatma sözü veriyordu, söz vermede asla cimri ve eli sıkı davranmıyordu, nasıl olsa insanlar da söylenenleri yiyordu atışlar serbest idi gayri, büyük mitingler ve gösteriler düzenleniyor, bu organizasyonlar için gerekli olan büyük bütçeler muvazaalı bağış sistemlerinin oluşturduğu gizli kanallardan sürekli olarak geliyordu, artık plan yürüyordu kendisine sahne verenler açısından… Sermaye açısından her şeyi, her alanı tam anlamıyla kapsayabilmek ve tanımlayabilmek, tayin edilmiş hayatı ve görece refahı sunabilmek ya da yaratabilmek için güçlü iktidara ihtiyaç vardı her zaman olduğu üzere, işte aranan kan bulunmuştu gayri…

Cumhuriyetin ne anlama geldiğini bilmeyen ya da aslında çok iyi bilen ama bir türlü içselleştiremeyen bir yönetim oluşturma sevdası ki büyük sermayenin böylesi bir yönetime ve diktatöre ihtiyacı olduğu ve bu uğurda da hiçbir finansal destekten kaçınılmayacağı çok açıktı ve de öyle tecelli etti. Artık bir diktatör doğuyor, bir güç yaratılıp önünde diz çöküp güce tapınma süreci başlıyordu, öyle ki başlangıçta kabine toplantılarında tüm kabine arkadaşlarına arkadaşça davranan, toplantıya geçilirken ilk oturan bile olmamak adına tevazünün zirve yapmasını bilhassa temin ederek, herkesin elini öncelikle sıkan ve oturulacak yeri bile tek tek işaret ederek arkadaşlarının oturmasını temin ediyor, herkesin oturmasını müteakip oturuyor, işte artık ülkenin kader yolcuğu kendisinden çok şey beklenen lider üstünden başlıyordu… Onlarda; ellerine geçirdikleri yeni düzenin gücünün kanıtlanması için hiçbir şeyi esirgemediler, insanları yapılan muhteşem gösteriler karşısında psikolojik baskı altına alıp önce nemalanmalarını sonra şaşırmalarını, en sonunda da güze tapmalarını temin ettiler…

Yukarıda anlatılan yakıcı ve ürkütücü gelişmelere gebe ortam; önemli Sovyet sinemacısı Mikhail Romm’un, hemen hemen tamamı Alman Faşist lider Adolf Hitler'in özel film arşivi, SS subaylarının çektiği özel filmler, Sovyetler'in ve diğer kimi ülkelerin devlet arşivleri gibi kaynaklar da bulunan filmler ile Almanya'da Nazizmin 1930'larda başlayan yükselişini ve yaşanan büyük bir trajedi ile yaklaşık 50.000.000 insanın ölümü ile nihayetlenen savaşın neticesi ile birlikte gelen çöküşün belgeselleşmiş film hikâyesidir.

Film; faşizm denen belanın hangi koşullar sonucu sermayenin dayattığı bir yönetim biçimi olduğunu; içeride, toplumun gündelik hayhuy içerisinde yönetime yönelik ilgisizliğin, durumun vahamet ve azametinin farkına varmakla birlikte çok tehlikeli sonuçlar doğuracak derece ya da aptallık seviyesinde hoşgörünün ya da iyi niyetin, küçük ve önemsiz değerlendirilmesi yapılarak olaylara zamanında müdahale edilmemesinin, sürekli savsaklanarak yerine getirilmeyen görev ve sorumlulukların, insani ilgisizliklerin, günlük kısır çekişmelerin deyim yerindeyse kayıkçı kavgalarının gözlerden ırak tuttuğu gelişmelerin ve dışarıda çağ dışı kalmış krallar ve kraliçelerin şatafatlı hayatların haricinde ilgi alanı oluşmamış uğraşların hikâyeleştirilmesinden yola çıkarak çok çarpıcı bir biçimde gözler önüne sermektedir.

“Sıradan Faşizm” filmi, sinemanın gücünü belgelerden alan, emperyalizmin yaşlı kıtadaki yaşama düşman kabulü ve tayini yapılan doğuda doğmakta olan sosyalizmin yok edilmesini nihai hedef koyan niyetlerin, Adolf Hitler’in başrollerinde, Benito Mussolini ve Franco’nun yardımcı rolünde, komedi düzeyindeki toplumsal aptallığın ve aymazlığın zirvesinin büyük bir trajediye dönüşmesini tüm çıplaklığı ile gözler önüne sermektedir. Askerinden siviline Avrupa’nın öğrenimi en yüksek bürokrat, teknokrat ve askerlerini yetiştirip istihdam eden bir ülkenin, her birisinin ayrı ayrı görüp, teşhis etmesine rağmen, kâh kişisel menfaatler uğruna göz yumma kâh iyi niyetlerin gözleri kör etmesi, akılları dumura uğratması sonucu nasıl olurda bir felaketin eşiğine gelebileceğinin hikâyesinin anlatıldığı bu filmi uzun yıllar sonra bir kez daha hatırlayıp seyretmenin keyfini ama gerçek hayattaki karşılığının bir kez daha hatırlanılması adına da hüznünü yaşamış oldum, günümüzü yansıtma ve günümüze dersler çıkarma adına da seyretmiş olanlar da dâhil olmak üzere herkese bir kez daha filmin izlenmesi önemle önerilir.

Sokaktan gelerek; burada sakın ve zinhar sokaktan gelinmiş olmayı küçümsediğim anlaşılmasın, bir kültürel seviye anlaşılması niyetiyle, “Her çavuş öğretmen olabilir ama her öğretmen çavuş olamaz” gibi abuk-subuk olsa olsa kurtlar vadisi dizisinden fışkırmış olabilecek bir felsefe tezahürü bir Alman atasözünün yaratıcısı, bu faşist Adolf Hitler, tüm ezikliklerini üstünden attıktan sonra, sahip olduğu itibari güce de tapanların her geçen gün geometrik artış izlemesi karşısındaki kurgulanmış ve sanal ortamı gerçek zannıyla, eğitim ve öğretiminin bu işleri kıvıramayacak düzeyde olmasına rağmen, çıkarları uğruna kendi abukluklarına destek verenler ile günlük basit çıkarları ve kaçamakları uğruna duruma göz yumanların aymazlığı içinde, yerleşik Alman kültürü ve hayatıyla adeta dalga geçmekte ya da zihin ve akıl yaşı 5 i geçmeyen çocuksu fantezilerle ortalığı kırıp geçirmektedir artık…

Yerleşik Alman medeni hayat değerlerinin köklü olmasına rağmen; herkesin arı ırktan olması kaydı şartıyla 4 çocuk yapmasını istemektedir, karşısındakilerin suskunluğu karşısında ise, eğer bir arı ırka mensup Alman kadın 4 çocuğu yoksa derhal arı ırkın bir erkek temsilcisini bulup sayıyı 4 e iblağ etmesini isteyebilecek düzeyde fütursuzlaşmıştır gayri, üstelik kadının evli olup olmamasının ve de bulacağı arı ırkın temsilcisi erkeğin evli olup olmamasının önemsiz olduğunu söyleyebilecek kadar akıllar tutulmuştu bir kere, hatta yüce Führer bir keresinde bir kenar mahalle de yaşanan pejmurdeliğin üstüne oraya arı ırkın temsilcilerinin oluşturduğu bir askeri birliği yerleştirip arı ırkın yeni çocuklar kazanmasına vesile olmuş, hatta Himmler bir keresinde kadınların askerlere hayır diyemeyeceğine yönelik çok ayrıntılı emirler bile hazırlamıştır.

“Oyuncu ve sanatçılara ara sıra parmağın ucunu göstermek gerekir” gibi veciz bir söz ederek sanata ve sanatçıya, Alman 3. İmparatorluğun kızlarının geniş kalçalı olması gerekir diyerek biyolojiye, anatomiye ve modaya, Tereyağı şişmanlık yapıyor diyerek beslenmeye bakışını derç ederek hayatın en küçük detayını bile belirlemek ve dikte etmek adına toplum mühendisliğine soyunulmuş ve totaliter bir tavır sergilenmiştir.

Diğer taraftan ise vahim gelişmeler vardı; tüm üniversitelerin önünde kütüphaneler boşaltılarak kitap yakma seansları düzenleniyor, bir defasında üniversite önünde “halkı aydınlatma ve propaganda bakanı” Göebbells konuşuyor; “Yahudi entellektüelizmi artık son buluyor, bu gecenin yarısında geçmişin iblislerini alevlere teslim ediyoruz” diye ateşli ve etkileyicili konuşmalar yapıyor, bu arada kimin kitaplarını mı yakıyorlar, Tolstoy, Mayokovski, Volteire, Anatole France, Jack London vs. gibi yabancı ve Heine, Thomas Mann, Heinrichmann gibi dönemin en önemli Alman yazarların kitapları da yakılıyordu, ama aslında insanlığın fikri ve zekâsı idi ateşe atılan ama ne gam ne tasa…

Faşizmin ve gestaponun vahşetinden İlk etkilenenler komünistler oldu, hemen toplandılar hapislere atıldılar, sonra sosyal demokratlar, sendikacılar muhalif işçiler gazete ve radyo-TV muhabirleri, sonuçta Führer Hitler gibi düşünmeme cesareti gösteren herkes zulmün tadına bakacaktı… Artık fren tutmaz duruma gelinmiştir, Alman hukuk akademisinde konuşan bir yetkili “her Almanın en büyük sevgiyi Führer e göstermesi gerektiği üzerine nutuk atıyor, konu hukuk ya söylediklerinin bir yasa tasarısı haline getirilmesi için öneride bulunabiliyor, işte dönemin özeti bu idi. “Annem basit bir kadındı fakat Almanya’ya büyük bir evlat hediye etti” gibi megalomanik bir noktaya gelen düşünceye, “sizin aranızdan biriydim, çalışarak, öğrenerek, aç kalarak buraya geldim. Kısaca ben eskiden ne isem şimdi de oyum. Bu büyük esere başlarken cesareti entelektüellerden değil, alman çiftçi ve işçilerinden aldım” diyerek, toplum mühendisliğinin altyapısı güçlendirilerek konuya romantizm de katılıyordu Tüm konuşmaları sıradan bayağı idi ama ateşli ve histerik konuşmalardı bunlar ve artık “parti führer führer ise partidir”, ona göre ve kendisini partinin bir parçası, partiyi de kendisinin bir parçası gibi hissediyordu, böbürlenmenin buyurganlığa, buyurganlığın da kibre evrilmesinin bir sonucu olarak… Allah taksiratlarını afferder mi bilemiyorum…

Pazar, Ağustos 03, 2014

ÇEVRECİNİN DANİSKALARI


Geçtiğimiz tüm bir yılın gündemini oluşturan; yurttaşa davranış nezaketi ve çevre duyarlılığı ile hareket edilse olayın birkaç gün içinde kapanma ya da unutulma olasılığı bir hayli yüksek olan ama tam tersi bir davranış ile “kerim devlet saikiyle” hareket ederek, sonuçta da 6 kişinin ölümü, 12 kişinin gözünü yitirmesi ve yaklaşık 1000 e yakın ağır olmak üzere binlerce insanın yaralanması ve “Devletin gücünü tebarüz ettirilmesi” ve “destan yazılması” ile nihayetlenen küçük çaplı bir iç savaş provasından herkesin ders çıkarıldığını söylemesine rağmen hala ders çıkar(a)mayaların iç savaşın her alanda ve topyekûn hale gelmesi için sanki çaktırmadan çalışmalar yürütülmektedir ve bu uğurda ne çevre duyarlılığının ne de yurttaş talebinin göz önünde bulundurulmadığı gözlemlenmektedir. Gerçi belki hata “Yurttaş”tadır, karşında eğer varsa bir şey beklenebilir yani olmayan şey nasıl beklenebilir ki, oysa çevrecinin daniskasıyım diye ortada dolaşanlardan bu duyarlılığın olmayacağını öngörebilmeliydi, hadi yurttaşın kusurunu hafifletecek kömürlü ve makarnalı seansların varlığı hasebiyle anlaşılabilir durumdadır da; başta, taa bakanlık makamına kadar ulaşmış insanların da içinde bulunduğu ve kendilerini aydın(!!!!) diye tanımlayanların ve köşe başlarını tutmuşların bu öngörüde olamaması neyin emaresidir acep, nema ve mama meselesidir herhal aslolan…

Muktedirlerin bitmez tükenmez ekonomik saldırıları karşısında Çeşme vadisini çevreleyen başta Karadağ olmak üzere 4 tepeyi de; enerji temin realitesi açısından da hiçte gereği yokken RES yatırımcılarına, Çeşme Halkının tüm karşı çıkışlarına rağmen, desteğe devam edilmektedir. İstanbul merkezli “Gezi Parkı” direnişine benzin püskürtülürken bu sefer Çeşme için, kaş ile göz arasında tüm süreç tamamlanarak 07.06.2013 tarih 28670 sayılı resmi gazetede yayınlanan acil kamulaştırma kararı çıkartılıvermiştir hem de hazine adına kamulaştırma yapılması kaydıyla, madem bu özel ve de güzel sektörün temsilcisi, OKMAN Enerji ki; sahibi “siz direnin biz yukarıdan işleri hallediyoruz ifadelerini kullanarak” ve “derenin taşı ile derenin kuşunu vurmak” kabilinden dalgasını da geçerek, bırakın kamulaştırmayı da kendi finansman marifetleri ile halletsinler, ama olmaz… Resmi Gazetede bakanlar kurulu üyelerinin imzaları ile yayınlanan ve “İzmir İli, Çeşme İlçesinde tesis edilecek Karadağ Rüzgâr Enerji Santralinin yapımı amacıyla ekli listede bulundukları yer ile ada ve parsel numaraları belirtilen taşınmazların Hazine adına tescil edilmek üzere Enerji Piyasası Düzenleme Kurumu tarafından acele kamulaştırılması; Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığının 15/5/2013 tarihli ve 696 sayılı yazısı üzerine, 2942 sayılı Kamulaştırma Kanununun 27 nci maddesine göre, Bakanlar Kurulu’nca 27/5/2013 tarihinde kararlaştırılmıştır” biçimiyle ifade edilen karar; peki, kamulaştırma işlemlerinde “acil” kaydı şartı varsa bu neyin delaletidir deyip mezkur kanunun ilgili “acele kamulaştırma” başlıklı maddesine bakıyoruz; “Madde 27 - 3634 sayılı Milli Müdafaa Mükellefiyeti Kanununun uygulanmasında yurt savunması ihtiyacına veya aceleliğine Bakanlar Kurulunca karar alınacak hallerde veya özel kanunlarla öngörülen olağanüstü durumlarda gerekli olan taşınmaz malların kamulaştırılmasında kıymet takdiri dışındaki işlemler sonradan tamamlanmak üzere ilgili idarenin istemi ile mahkemece yedi gün içinde o taşınmaz malın 11 ve 12 nci madde esasları dairesinde ve 15 inci madde uyarınca seçilecek bilirkişilerce tespit edilecek değeri, idare tarafından mal sahibi adına milli bir bankaya yatırılarak o taşınmaz mala el konulabilir. Bu Kanunun 3 üncü maddesinin 2 nci fıkrasında belirtilen hallerde yapılacak kamulaştırmalarda yatırılacak miktar, ödenecek ilk taksit bedelidir.”  “Hayda, ne oluyoruz kardeşim savaştamıyız” diye soran ve kamulaştırmanın muhatabı olan bir arkadaşımızın kendi sorusuna kendi cevabı “evet savaştayız, doğa ile, çevre ile ve onlara sahip çıkanlar ile savaştayız”. Eeee, tabi bu kadar çok bilen muktedirlerin olduğu yerde, tüm bunların başımıza gelmesi bizim kaçınılmaz ve karşı konulamaz mukadderatımızdır. Sonuçta anlaşılması gereken ise; “siz ne yaparsanız yapın, biz bir defa karar aldık” bunlar olacak, o kadar…

Peki; Çeşme’nin tek saldırıya uğradığı yer Karadağ üzerinden RES tesisleri midir? Nerdeeee, geçen yerel seçimler öncesi, idman ve manevralarının tuttuğu görülen ve halka ucuz konut verileceği vaadi ile canım yurdumun yarattığı ve son dönemde de tam bir rant devşirme aracı haline gelen TOKİ işi, yeniden ve yeni yerel seçim arifesinde tekrar hortlamıştır ve bu sefer de daha ciddi ciddi görüntüler vererek… Bir AKP li tanıdığımdan öğrendiğim kadarı ile; geçen yerel seçimler öncesi ilan edilen ve fakir-fukaraya TOKİ marifetiyle ucuz konut temin edilecektir çıkışı ile; yaklaşık 1.400 konut için 4.000 başvuru ve yaklaşık 2.200 parti üyesi kaydı gibi bir aritmetik büyüklük yaratılmış ancak rüzgarının bile bu büyüklüğü yakalamış olmasına istinaden de bu sefer daha somut adımlar atılmaktadır. Hani bu “özel sektör”e tapanlar, Cumhuriyetin çok olumsuz koşullarda yarattığı önemli sanayi değerlerinin, “devlet don mu üretir” gibi abuk laflarla itibarsızlaştırarak ve diğer taraftan da “devlet elini ekonomiden çekmelidir” propagandaları ile 3-5 kuruşa elden çıkarıldığı ortamda abdestsiz kapitalist davranışın sünnetlenerek, hatta rant varsa sadece muktedirler var diyecek mertebeye erişmesi olan TOKİ’nin ne olduğunu merak edenler, meclis lojmanlarının MESA’ya TOKİ üzerinden nasıl ihale edildiğine baksınlar yeter… 26 Haziran tarihinde Ilıca’da Çeşme AKP ilçe teşkilatı tarafından sunumu yapılan TOKİ’nin 1.584 konutluk Çeşme çıkarma harekâtının tanıtımı yapılmış ve katılan gazeteci arkadaşlarımızın aktardığına göre sunumu yapanlar ise yine fakir-fukaraya ucuz konut sloganı ile start alan tanıtımda bulunanlar; konu ile ilgili proje detaylarının AKP ilçe teşkilatından edinilebileceğini, müracaatların ise Kaymakamlığa yapılacağını, müracaat edeceklerin aylık 2.500 TL den az gelir ve 5 yıldır Çeşme’de oturmuş olmaları gereğini beyan etmeleri gerekebileceğini, sunumu yapanların TOKİ’nin kalite sorunu yaşadığı yönündeki yaklaşımın doğru olduğunu bildiklerini ama bu sefer kalite konusunun bizzat Sn. Başbakan tarafından denetleneceğini, güncel olan ve sıkıntı yarattığı görülen ağaç ve yeşil işinin ciddiyetinin boyutunu kavrayanlar hemen mezkur mahallere 30.000 ağaç dikileceği gibi çevreci bir rota tutturulacağını, dönemin AKP Çeşme İlçe Teşkilatı Başkanının ‘‘Şükür rabbime, Dünya lideri Recep Tayyip ERDOĞAN’ın neferi olmayı bana nasip etti’’ diyerek yerel seçimlerde nasıl aday olunacağının tarihe not edileceğini vs. vs. diyerek teşekkürü hak etmişler, bakalım bu sefer gelişmeler açıklandığı gibi olacak mı? Ancak; kalite konusunda görevi olmayanlara görev tevdi etmenin de bir faydası olamayacağını, İstanbul’un siluetini bozan projeler konusunda yaşanan polemikler neticesinde binaların müteahhidine küsmüş olduklarından ötürü Sn. Başbakan’ın onca işinin arasında bu konu ile ilgili fazla mesaiye kalmasına yol açılacağını ve müteahhit’in de artık bu tür sözler karşılığında müteahhitlik yapmayacağını açıklamış olması nedeniyle de, benzer müteahhit kayıplarının yaşanabileceği gerçeğini de hatırlatmak gerekecektir.

Sonuç olarak görünen o ki; Çeşme sermayenin her türlü oluşumu için bir cazibe merkezi oluşturmuş durumdadır ve önce koy’lar sonra plajlar beach clup, arta kalanlar ise yat marina yapılarak denize ulaşım halka kapandı, şimdi RES ve TOKİ projeleri ile var olan SİT ve orman alanlarıda elden çıkarılacak gibi duruyor, eeeeeeee elindeki tek alet çekiç olana her şey çivi görünürmüş misali canım Yurdum tek bir arsaya indirilmiş iken Çeşme’nin bundan nasip almayacağı düşünülemez tabii ki… Görünen o ki daha çok Gezi Park vakaları yaşanacaktır çünkü hedef artık hatti değil sathidir ve bu satıh tüm vatandır ve denilen de odur ki; hodri meydan, eeee ne de olsa çevrecinin daniskasıyız ya… Kaz dağları, Karadenizin tüm dereleri, Hasankeyf, Allonai, Sapanca Gölü başta olmak üzere tüm arkeolojik, doğal varlıklar elden gitmiş, kimin umurunda…  Hele birde “onların Bizans oyunlarına karşı da biz de onlara Osmanlı oyunu ile karşılık vereceğiz” gibi bir laf ortalıkta dolaşıyor ya, evlere şenlik… Durmak yok neobizans oyunu olan Osmanlı oyununa devam…

Marifet; kıl ya da kul-nefer olmanın dışında özgür bir tavır sergileyebilmektedir ve kimden ve nereden gelirse gelsin, bizden ya da onlardan gibi abukluklara tevessül etmeden davranabilmektedir, yoksa işin en kolay ve risksiz olanı ne olursa olsun kabullenmektir.