Pazartesi, Ekim 19, 2015

SPONSOR ARIYORUM

Bilindiği üzere, sponsorluk; hedefi olan kuruluş ve kurumların amaç ve hedeflerini hızlı ve güvenli gerçekleştirebilmeleri için sanat, kültür, sosyal ve spor alanlarında, gerçek kişi veya tüzel kişilerin, para, araç-gereç ya da hizmet ile desteklenmesi ya da tüm bu çalışmaların planlanması, yürütülmesi sürecinin finansman teminidir. Sponsorluk; sponsor olunana hedefe varmada kısaca destek anlamında olmakla birlikte, sponsorlara da, geniş kitleler nezdinde yoğun izlenen mezkur alan üzerinden de, reklam, beşeri ilişkiler, satış, teşvik vb. hedeflerde ve marka adını kafalara nakşetme, markaya itibar kazandırma, kurum ya da kuruluşa ehven ve sevimli kimlik kazandırma ve de özellikle vergi muafiyetleri ve mezkur kamu ilişkilerinin ehvenleştirilmesi adına bir hoşluk teminidir, aynı zamanda... Kolayca bilinebileceği üzere; her türlü ticari kurum ve kuruluş yanında kamu kurumları da bu alanda, ciddi ciddi yer almaya başlamışlardır. Diğer taraftan, işletmelerin ürünlerinin hedeflere uygun pazarlanabilmesi, hatta “sponsorluk” numarasıyla kitleler nezdinde mezkur ürünlerin bilinirliğini arttırmak, ürünlere ihtiyaç oluşturma, satışları artırmak mümkünse patlatmak gibi bir süreçten bahsetmekteyiz. Pazarlama faaliyetlerinin “tilkileri”; klasik reklamların güvenirlik ve etkinlik ölçümünün gerçekten saptanamaması, yoğun rekabet koşulları içinde güme gitmesi kaygılarıyla, behemehâl reklama türbanı geçirip, siyasal destek verdikleri üzerinden de yasal sponsorlukların yarattığı mamalanmanın mucibince, piyasa kontrolü adına bu icadı hayata geçirmişlerdir. Bir nevi reklam bütçesi olan sponsorluk, vergi mevzuatları mucibince de bol miktarda yağlı bir durum oluşturmuştur. Sponsor ise; Finansal velinimet demektir... Necip Türk Milletinin genlerine işlemiş ve karakteristik özelliğe evrilmeye başlamış, aklın temelinde, “devlet bize baksın”, “herkes bize yardım etsin” ruh hali oluşmuştur...

Sponsorluk; Nişanyan’ın etimoloji sözlüğünde, İngilizce kökenli “bir girişimi destekleyen veya finanse eden, kefil, garantör”, Klasik Latince de ise, “sponsor, kefil ve söz kesmek, ant içmek, kefil olmak”, TDK da ise; “destekleyici” olarak tanımlanmaktadır.

Sponsorluk; sadece yukarıda belirtildiği üzere sadece mezkur alanlarda mı kullanılıyor, şüphesi hayır...Dünyada pek çok ülkede, siyasal yaşamın manipüle edilmesi uğruna, burjuva anlamda da olsa siyasal ahlakın irtifa kaybetmesine neden olunmuştur, ama elimizdeki en azından bendeki verilere göre, bu konudaki ilk çok büyük legal manipülasyon Almanya'nın Faşist lideri Adolf Hitler tarafından yapılmış olup, seçimlere yönelik bastırılan büyük afişlerle, fakir Alman halkına dağıtılan kömürleri Mısır’daki piramitlerin büyüklükleri ile kıyaslayarak anlatmaktadır.
Peki canım yurdumda, bu tür seçmen sponsorluğu ne zaman başladı, açıklık adına seçim izlemelerinin başladığı dönemde, dönemim muktedirleri tarafından kanaat önderlerinin desteklenerek toplumsal manipülasyon hedeflenir iken, 1970 lerde ise, gereken oyun birkaç kat oy pusulası basılarak çalınan ya da kaybedilen mühürlerin fütursuzca kullanılarak, al mühürlenmiş oy pusulasını, getir boş oy pusulasını karşılığında al yeşil doları kampanyası ile al ayakkabının tekini seçim sonuçlarına göre al diğer tekini kampanyası ile direk desteklemeye geçilmiş olup, malum zatın öncülleri başlatmışlardır, dedikodusundan geçilmez olmuştur. Artık bir defa delmekle birşey olmaz denildi ya, beyaz eşya, kömür, makarna, yağ, gıda, giyim eşyası ve para, seçim manipülasyonuna enstrüman olmuştur. Ne yazık ki, bu her siyasi ekibin gözünü kırpmadan yaptığı bir iş olmaya başlamış ve görece de varolsa siyasi etik yerlere serilmeye başlamıştır. Şüphesiz bu enstrümanların tamamı legal ve kanuni zeminde yapılmakta olup, seçimlerin illegal finansmanının manipülasyona yansımaları konusunda delilli söz söyleyecek durumda değiliz. Ancak şu kadarını yazayım ki, bir ülkede soygun ve hırsızlık düzeni siyasal olarak olumlanıyorsa, bir paylaşım piramidi var demektir… Ganimetten pay alan neden ses çıkarsın ki… Sen mutlu, ben mutlu, oyunu...

Eskiden “Adalet” kazanırdı, sonra birden “Anavatan” kazanmaya başladı, şimdide “Adalet ve kalkınma” kazanmaya başladı, “A” ların zaferidir bu efendiler. Eeeeeeeeeeeee ne de olsa alfabenin ilk harfi, bizde hala ve bunca yılda ancak bu kadar öğrenebilmişiz, durmak yok yola devam…

Günün moda ifadesi “sponsorluk” ya, bende yaklaşan seçimlerde sahip olduğum oyuma sponsor arıyorum, oyumu satıyorum demiyorum zinhar, ki kamusal bir sorumluktur oy sahipliği, zam yapmanın adının fiyat ayarlaması, sansürün adının düzenleme olduğu bir ülkede bu da fazlaca sırıtmaz herhalde… Bende oyum için istediğim rüşvetin adını sponsorluk anlaşması talebi diye nitelendirsem çok mu olur acaba? Gerçek vatandaş - sanal vatandaş durumu var sanki canım yurdumda, gerçekler sponsor aramıyor, kamusal sorumluluk alıyor, diğerlerine zaten diyecek kelam yok... Allah selamet versin...


Yazımı önemli feylesof Nietzsche’nin bir sözü ile bitireyim; “Cahil bir toplum, özgür bırakılıp kendine seçim hakkı verilse dahi, hiçbir zaman özgür bir seçim yapamaz. Sadece seçim yaptığını zanneder. Böyle bir seçimle iktidara gelenler, düzenledikleri tiyatro ile halkın egemenliğini çalan zalim ve madrabaz hainlerdir.”

Pazartesi, Ekim 12, 2015

GAZETENİN 3. SAYFASINDAKİ ZAT’A CEVAP


Uzun bir süreden beri yazılar yazdığım “YENİ ÇEŞME” gazetesi, eleştiri hakkımı sürekli saklı tutmak kaydıyla, açıktan ve direk söylemek gerekirse gerçekten övülecek işler yapmakta olup, kendince ve olabildiğince bağımsız ve tarafsız bir tutum almaktadır, diyebilirim. Diğer taraftan ise bu gazetede yazı yazıyor olmam, gazete genel politikasıyla ya da gazete sahibi ve yazı işleri müdürü ile tıpatıp aynı şeyleri aynı şekilde düşünüyorum anlamına gelmemektedir, gelmeyecektir de... Zaman zaman, gerek yazı içeriği ve sahip olduğu iddaaya teorik açıdan, gerekse de vaka anlatımlarının takdim tehirlerine itirazlarımı sözlü olarak aktardım ve nihayet bir de yazılı karşılık ve eleştiri yazısı yazmaya karar verdim.

Son bir kaç sayıda başta olmak üzere özellikle de bu sayıda; biraz da beni ve diğer arkadaşımı kastederek, hatta çaktırmadan dalgaya alarak, “Çeşme’nin devrimci başkanı” söylemimiz üstünden, “Arkadaşlar, Devrimci Başkan, der... Ben ihtiyatlı davranırım. CHP li Sosyal Demokrat Başkan der geçerim.” diye yazmış... Artık cevap vermek kaçınılmaz oldu, asla kat’a bir polemik arayışında değilim ama olacaksa da kaçacak halim yok, hoş geldi sefa geldi makamından başım üstünde karşılarım... Ne yaparmış Aydın Korkmaz, ihtiyatlı yani “tedbirli” olurmuş, vay ki vay... Doğru vallahi, bir önceki Belediye Başkanımız Faik Abimizle ilgili de, bayağı ihtiyatlı davranışları vardı, ben de “ihtiyat”a saygımdan ötürü fazlaca kelam etme ihtiyacı duymamaktayım, eğer bu girişimim bir polemik havası alırsa seve seve bugün ihtiyaç duymadıklarımı, ihtiyaca binaen yazıya dökerim... Başkanın “devrimci” olmasının kendisince nasıl bir tarifi var, ben bilemiyorum, ne yaparsa bir insan devrimci sayılır, ne yapmazsa devrimci sayılmaz tasnifi biraz flu... Mesele devrimci devrim yapar, yapmazsa da devrimci olmaz gibi klasik bir tarife sığınarak, bir tarafı ilzam etmenin yolu sadece budur diye dayatmanın, gelinen nokta itibariyle bizzatihi kendi durumudur, derim ben de... Bilmem anlatabildin mi, biri de kalkar, devrimciyim diyorsun ama sen de devrim yapmıyorsun, dolayısıyla sende devrimci değilsin, der ve cevap bulamazsın bu yaklaşıma... Kaldı ki, literatür gereği başkanın böyle bir sıfat ile nitelendirilmesinin mümkün olmadığını, bende en az kendisi kadar bilmekteyim, ama bunu o bilmekte mi onu pek bilememekteyim... Ben ve diğer arkadaşım başkana hala ısrarla ve inatla böyle demeye devam edeceğiz ve anladığım kadar ile de Aydın Korkmaz da bizi tiye almaya devam edecek... Bizim kasıtlarımız çok açık ve net olup kendisiyle paylaşmışızdır tüm bu tariflerimizi, ama ne yazık ki bu kadar kâr edebilmişiz, demek ki....

Diğer taraftan ama en önemli cevap gerektiren nokta ise, kendisine büyük, ulvi ve anlamlı bir nokta olduğuna inandığım “komünist” mevkiini uygun gören muhteremin, tüm yazılarında, değerlendirmelerini kapitalizmin genel geçer tarifleri, kâr, maliyet, üretim (ihtiyacı gözetmeyen), pazarlama vs. vs. üstünden yapıyorsa, burada kafa bulanıklığının tezahürü söz konusudur bence... Son yazıda, “üretim tesisleri, fabrikalar ve pazarlama” ifadelerini öne çıkararak, Çeşme’lilerin de meşrepleri gereği çok seveceği bir tarife, kendi yazım alışkanlıkları ve tekniği açısından kısaca dalıyor, sevgili kardeşim... “Çok üretelim” demenin, çok tüketelim demenin tersten ifadesi olduğunu bilerek ya da bilmeyerek göz ardı ederek, çok üretelim, çok artık değer oluşsun, işverenin karşılığını ödemediği ya da ödemeyeceği çok değer oluşsun, vay ki vay, nasıl yaklaşım ama değil mi... Konuyu kendisine açtığımda ve bu yaklaşımı bir yerden hatırladığımı ve ilk defa “Çeşme Esnaf Odası Başkanından” duyduğumu söylediğimde de, biraz içerleyerek, “ben bunu uzun yıllar önce söyledim” der ve bende durumu idare etme adına, olabilir başkan da senden duymuştur o zaman dedim, konu mahreç ve telif tartışmasını aştı, çok şükür... Sonra fabrika mülkiyeti üstüne muhabbette, yazıda Belediye’yi kastı çok açıkken, ben mülkiyetin kooperatif olmasını kast ettim diyerek yine soldan bir orta yaptı, bilahare de konuşması ile, biz sosyalist olmayanların kafasını pırıl pırıl berrak bir hale getirdi, sağolsun... Eeeee, tabii ki, sevgili kardeşim, muhtemelen, fabrikalar çoğalsın, işçiler çoğalsın, nasıl olsa işçiler de devrimci olacak, gibi bir fantastik sıralamayı düşünüyordur(!!!!)... Ama konu, konserve fabrikası rayından bir attı, enerjiye kadar onlarca konuda sörfe geçti ama bir türlü, sınırsız üretimin aynı zamanda sınırsız tüketim olduğu konusuna gelemedi, görünen o ki gelemeyecek te... O da ısrarcı, bende ısrarcıyım, bakalım neler olacak... Ben ısrarla kaynaklar sınırlı dedikçe, ben tüketim tasarruflu olmalı dedikçe, ben konfor ısınızı azıcık azaltın dedikçe, ben minimal yaşayın dedikçe, hayati ihtiyaçlar dışında minimum düzeyde giyinin, kuşanın dedikçe, dahili frenler devreye girdi galiba, umarım fren balataları sürekli çalışır hale gelir... Daha çok şey var, yazılacak ama, adam “patron” işime de son verebilir, haddimi bileyim diyor, burada kesiyorum... Bundan kellisini gazetede devam ettireceğiz, merak edenler, Salı ve Çarşamba günleri sabah saatlerinde buyurup gelsinler, eğer işime son verilmezse tabii ki...

Sevgili Aydın; sen yoldaşını bulmuşsun, Allah yolunu açık etsin, 312’lik yoldaşınla, mutlu ol... Ama dikkat et, çıktığın yol ve yola çıktığınla ilgili fazlaca uyarılara muhatap olma istersen... Hayırlı yolculuklar...

Nazım Hikmet’i hep eleştirdiğini söyleyen Aydın Korkmaz’a, aynı iştahı taşıyarak sanayinin yüceltildiği için seveceği bir N. Hikmet şiiri....

Trrruum
Trrruum
Trrruum
Trak tiki tak
Makinalaşmak
İstiyorum
Beynimden, etimden, iskeletimden
Geliyor bu
Her dinamoyu
Altına almak için
Çıldırıyorum
Tükürüklü dilim bakır telleri yalıyor
Damarlarımda kovalıyor
Oto direzinler, lokomotifleri

Pazar, Ekim 04, 2015

BUNLARIN CEMAZİYE’L EVVELİ – 6 KORE SAVAŞINA ASKER SEVKİYATI


Sadece adı demokrat ama icraatları ile despotik bir yönetim gösteren Demokrat Parti (DP) hükümeti, başta DP’nin Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve DP’nin Başbakanı Adnan Menderes, haiz oldukları vasıfları ve amade oldukları vazifeleri mucibince, “sınırı bulunmamasına” rağmen, dünyanın öteki tarafındaki savaşa dahil olunması için, Anayasa’yı da çiğneyerek meclis kararı almaksızın, 1 tugay askeri Kore savaşına sevk etmişlerdir... Demokrasi yıldızı diye vatandaşımıza kakalanan muhteremlerin vatandaşını, emperyalistlerin amacına vasıl olmaları adına soktuğu ilk savaşlardan biri olarak tarihe geçmiştir, Kore savaşı, bu anlamda sonraları ABD’ye yaranma adına, Afganistan’dan taaa Afrika’ya kadar asker göndermemize yol açması hasebiyle de kara bir lekesidir canım Yurdumun bağrına kazınan.  Bu ne idüğü belirsiz amaçlı, asla kimin kişisel olarak ne kazandığı belirlenemeyen bir savaş olarak tarihe geçen, canım yurdumun insanın kafasında da, “yahu biz 30 yıl önce bu emperyalistlere karşı savaşmış idik, şimdi ne oldu da onların komutasında dünyanın bu ucunda savaşıyoruz” düşüncesi bile oluşturmamıştır ve korkarım ki oluşturmayacaktır da, baksanıza hala açıktan ve bodozlama saldırıyorlar, ne işimiz vardı oralarda diyenlere ve ne yazık ki bu saldıranlara da yurdum insanı saldırı vekaleti vermektedir, Allah selamet versin... Kahramanlık gazı verilerek; Sarıkamış faciasından sonra, canım Yurduma yaşatılan en anlamsız ve gereksiz bir savaştır... Tabii ki başkalarının evlatları üstünden kabadayılık taslamanın moda olduğu, hatta fazlaca karşılık bulduğu bir ülkede yaşıyorsanız, vereceksiniz şehadet gazını, süreceksiniz savaşa... Sonra, dalga geçer gibi yaparak, “benim de amacım şehit olmaktır” diyeceksiniz...Sevsinler sizi...

Hani bir de demezler mi ki, yahu kardeşim bu yaptıklarımızı yapmasak, yani ABD’nin istediği yere asker göndermezsek, ülkemizin işgal edilmesi halinde, ABD yardımımıza koşmayacaktır, anlaşılır gibi değil, ama canım yurdumun insanı açısından sorun yoktur, dost ve müttefik diye görülen ya da kakalanan, gel dediğinde geldiğimiz, git dediğinde gittiğimiz ABD bize, her türlü ambargoyu uygular, askerimizin kafasına çuval geçirir, uluslararası kuruluşlarda hep aleyhimizde tutum takınsa da, içimizdeki ABD muhipleri gibi çalışan zevat, ki onlar hep muktedir rolü alırlar, ne yapıp, ne eder kandırırlar insanları... Bu yalanı söyleyenlere de, “at yalanı seveyim inananı” demek gerek ama yalan her daim karşılık buluyor işte, ne yapalım... Oysa ki, canım yurdumun insanı; “söyleyen deliyse dinleyen akıllı olmalı” diye harika bir sözün yaratıcısıdır ama siyasal tercihi konusunda bu sözü asla kullanmaz... Kore’ye asker gönderme konusunda; aldığı gazla hemen bir dernek kurar necip Türk Milletinin necip fertleri, ve başlarlar gönüllü toplamaya, tıpkı bugünlerdekine benzer şekilde, inanmayacaksınız ama ciddi sayıda da gönüllü başvurusu alırlar hatta o kadar ki dedikodulara göre savaşı tertipleyen ve amiral gemisinde oturan ABD’de bile o kadar gönüllü çıkmaz... ABD’ye şirin görünme konusunda devletimizin tüm kurumları adeta bir yarışa girer, her kurum karınca kararınca katkı sunmaya çalışır, hatta o kadar ki, Diyanet İşleri Başkanlığı; savaşın “komünizm’” karşı bir cihat olduğundan bahisle, toplumsal muhalefet oluşmasını engellemek için fetvalar yayınlar. Bu arada yine savaş aleyhtarı protesto gösterileri yapan “Barışseverler Cemiyeti”nin bir kısım üyeleri tutuklanır ve çeşitli hapis cezalarına çarptırılır.

Büyük Şair Nazım Hikmet; 25 Haziran 1959 tarihinde bu durumu aşağıdaki şiiri ile tespit ve tenkit eder...

DİYET
Gözlerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey,
iki gözünüzle bakarsınız,
iki kurnaz,
   iki hayın,
        ve zeytini yağlı iki gözünüzle
                 bakarsınız kürsüden Meclis'e kibirli kibirli
                          ve topraklarına çiftliklerinizin
                                     ve çek defterinize.
Ellerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey,
iki elinizle okşarsınız,
iki tombul,
   iki ak,
        vıcık vıcık terli iki elinizle
            okşarsınız pomadalı saçlarınızı,
                    dövizlerinizi,
                           ve memelerini metreslerinizin.
İki bacağınızın ikisi de yerinde, Adnan Bey,
iki bacağınız taşır geniş kalçalarınızı,
iki bacağınızla çıkarsınız huzuruna Eisenhower'in,
ve bütün kaygınız
      iki bacağınızın arkadan birleştiği yeri
              halkın tekmesinden korumaktır.
Benim gözlerimin ikisi de yok.
Benim ellerimin ikisi de yok.
Benim bacaklarımın ikisi de yok.
Ben yokum.
Beni, Üniversiteli yedek subayı,
                   Kore'de harcadınız, Adnan Bey.
Elleriniz itti beni ölüme,
            vıcık vıcık terli, tombul elleriniz.
Gözleriniz şöyle bir baktı arkamdan
ve ben al kan içinde ölürken
           çığlığımı duymamanız için
                   kaçırdı sizi bacaklarınız arabanıza bindirip.
Ama ben peşinizdeyim, Adnan Bey,
ölüler otomobilden hızlı gider,
kör gözlerim,
          kopuk ellerim,
                     kesik bacaklarımla peşinizdeyim.
Diyetimi istiyorum, Adnan Bey,
göze göz,
ele el,
bacağa bacak,
diyetimi istiyorum,
alacağım da.


 

 

Pazartesi, Eylül 28, 2015

BUNLARIN CEMAZİYE’L EVVELİ – 5 KIRŞEHİR’İN İLÇE YAPILMASI

Yere göğe “Demokrasi şehidi” hasebiyle sığdırılamayan, neredeyse demokrasinin ulu ve ulvi yıldızı diye tapınılan, ama “dindar ve kindar” nesil yetiştirme uzmanı ve öncülü olduğu bilahare ortalığa saçılan, her türlü hile, hurda ve desise dolu işler işleyip sonradan pişman olan ya da çark eden, seçim kazanıp iktidarını koruma adına, insan olanın asla ve kat’a aklına gelemeyecek, malum meleği bile hasetinden çatlatacak düzeyde kararlar alınan bir dönemin lideridir malum zat...

Malum hareket, “yeter söz milletindir” diyerek, ABD den aldığı sınırsız ve katıksız destek ve gaz ile ortaya çıkıp, ve de, ne yazık ki öngörüsüz ve çapsız bazı aydın çevrelerin de, tıpkı şimdiki zamanlardaki “yetmez ama evetçi” benzerleri gibi, çoşku ile desteklediği, Demokrat Parti (DP), 1950 seçimlerinde, o günkü seçim kanunun da, el ve yol vermesiyle, %53 oyla TBMM’de % 85 oranında bir temsiliyet yakalar ve canım yurdumun artık kaderinin, tarihe kara bir leke gibi düşmesine, neden olur... Esasen de; TBMM deki bu adaletsiz ve hukuki ama ahlaksız temsil, iktidar sahiplerinin başını döndürür, artık kendilerini deyim yerindeyse ali kıran, baş kesen gbi hissetmektedirler... Nasıl olsa TBMM’de çoğunluk kendilerinde, artık hilafeti bile getirmek isterlerse getirebilirlerdi, gücün hoyratlaştığı, hoyratlığın saldırganlaştığı, saldırganlığın yok etmeye kadar vardığı sürecin, vitesi bir arttırılmıştı... Akıl ve izan ihsan eylesin yaklaşımlarına kapılar kapatılmış, Allah ta verdikçe veriyordu bunlara gücü.... Çağdaş ve uygar dünya için birer angutluk sayılabilecek, günlük kar ve yaklaşımların siyasetin merkezini oluşturması devri başlamıştı, artık... Reis ne istiyorsa o oluyordu, hukuk ayaklar altına alınmış, ne gam ne keder... Aslolan paşazadelerin iktidarı devam ede...

1954 yılında milletvekili genel seçimleri yapılır; oyların % 58 ini DP, %35 ini CHP, % 5 ini CMP ve % 3 ünü Bağımsızlar alır ve TBMM’de temsil ise DP 502, CHP 31, CMP 5 ve Bağımsızlar 3 milletvekili şeklinde olur... Görüleceği üzere, tablo seçim sistemi tercihinden ötürü çok anlamsız ve temsil hakkaniyetine hiçte uygun düşmemektedir. Liderliğini Osman Bölükbaşı’nın yaptığı CMP (Cumhuriyetçi Millet Partisi), sadece Kırşehir İlinde 5 milletvekilliğini alır, alır da, gerek seçim çalışmaları süresince DP muhalifliğinin yoğunluğu, gerekse de eleştirilerin şahsiliği ve ağırlığı karşısında, DP iktidarı Kırşehir’e mim koymuştur artık...

Uzun çalışmalar neticesinde, kendilerine oy vermeyen Kırşehir İlini ilçe yapma kararı alınır ve derhal uygulama için kanun hazırlanır, talimatla komisyonda hazırlanan Kanun tasarısını inceleme görevini üstlenen komisyonun Başkanı DP’li olmasına rağmen o bile dayanamaz ve kanun tasarısının hiçbir hal ve şartta adalet düşüncesi ile bağdaşmadığını öne sürerek istifasını verir. Artık kinini ve öfkesini esirgemeyen bir ekip iş başındadır ve her kim ki muhaliftir, bir anlamda katli vaciptir, hatta o kadar ileri gidilmiştir ki söylemde; CHP nin aldığı %35 oy bile sindirilememiş ve Başvekil Adnan Menderes’in tarihe bir ibret konuşması olarak geçen sözü etmesine sebep olmuştur, “Demek ki, bu memlekette demokratlaştıramadığımız yüzde 35’lik bir halk var”... Bu ne hırs, bu ne doymazlık, bu ne kin, Allah gözünüzü doyursun... Nerdeyse fırınlara talimat edip, muhaliflere ekmek verdirmeyecekler...

Neyse, tekrar Kırşehir’in ilçe yapılması olayına gelelim; zaman itibariyle, Kırşehir ilçe yapılınca bir kısım ilçeleri ayrılarak Nevşehir ili oluşturulur, bir kısım ilçeler ise, Ankara ve Yozgat’a bağlanarak, konu, tam da Demokrat Parti ve yönetiminin şanına uygun ve son derece demokratik(!!!!) bir biçimde derdest edilir. Gerçi, Kırşehir 1957 yılında, artık hangi akla hizmet ya da hangi anlaşma mucibince tekrar il yapılır bilinmez ama daha önce kendisine bağlı ilçelerin önemli bir bölümü artık başka illere bağlanmıştır. Geçmiş olsun...

Dedik ya, kindar ve dindar bir yönetimin son derece demokratik(!!!!) yönetimi altında inim inim inler canım Yurdum, bu dönemde sadece CMP liderinin seçildiği ille mi sınırlı kalır, nerdeeee, CHP liderini de tercih eden Malatya, bu demokratlaştırılma operasyonundan nasibini alacaktır, hemen buradan bölünme suretiyle Adıyaman diye yeni bir il ihdas edilecektir. Şimdi diyorlarki; bugünlerde yaşananlar ilk olup daha önce yaşanmamışlardır... Hadi bakın bakalım ilkmiymiş... Beklenen oy verilmeyince ne yapılıyormuş, hemen cezası kesiliyormuş, nasıl kesiliyormuş, kanun marifetiyle, buldun mu beleş el kaldırıcıları hemen kanunlar çıkarılıveriyor ve oluyor sana kanun nizam hakimiyeti, sevsinler... Gerçi malum hikaye; Kırşehir’den gelen adam Kadıköy’ü görünce, “buraya Köy, bizim oraya da şehir diyenin boynu altında kalsın” demiş ya, bizim açımızdan da, Kırşehir il olsa ne olur, olmazsa ne olur, ama konu, nasıl bir kin ve öfke fışkırmasıdır, görülsün diye... Bu olay, basında ve tarihteki yerini “Kırşehir faciası” diye alınca, hemen Başvekil Adnan Menderes, hani Demokrasi havarisi ilan edilir ya, “Kırşehir faciası diyorlar... Eğer memlekette ilçe olmak facia ise, hemen söyleyeyim ki, memleketimizde halen yaklaşık 500 ilçe daha vardır. onlar da bu hale göre facia içindedirler” diyerek, kendisi gibi düşünmeyenleri ne kadar ciddiye aldığını gösterir, gücün sarhoşluğunun yarattığı ahlak ve terbiye kaybıyla, tıpkı diğer tüm ardılları gibi...

Şimdi yeniden seçimlere gidilirken, malum zatın ardıllarından beklenen, benzer davranışlardır, hatta daha da sofistike olanını uygulayabilirler, mesela, Çeşme ilçesini, Yozgat’a ilçe yapıp, Yozgat’ın Yerköy ilçesini de İzmir’e ilçe yapabilirler, vs. vs...

 

Cumartesi, Eylül 19, 2015

KENTLERİN YAYALAŞTIRILMASI


Ülkemizin içinde bulunduğu kentleşme süreci; hayatın diğer alanlarındaki gibi, ne yazık ki, insanı öne al(a)mayan, arabesk bir gelişim gösteren ve kentlerin artan nüfusunun kentsel mekanlar olan yayalaştırılmış alan arayışlarının arttırmasına rağmen, taşıt ulaşım ve trafiğini düzenlemeye yönelik şekillenmektedir. Kent ölçek ve dokusunu ihmal eden bu anlayış, taşıt araçları ve ulaşımı öncelikli bir ulaşım ve ulaştırma mühendisliğine evrilmiş durumdadır. Kentler açısından, bir yenilenme ve yeniden yapılanma süreci sayılabilecek “kentlerin yayalaştırılması” öngörülü projelerin artması, bu anlamdaki bilinç artışı ile birlikte doğru orantılı ilerlemektedir ve ilerleyecektir. Hayatın total olarak ticarileştirilmesi sürecinde, cazibe alanlarının doğru ve isabetli tayin edil(e)memesi, ticaret yapılıyor olmasının tapınılır duruma gelmesi, kent yaşamında insanı geri plana itmektedir, varsa yoksa daha çok, daha çok nasıl para kazanılır... Yaya ağırlıklı ulaşımın zorunlu ve gerekli olduğu kentlerde, maalesef mevcut durum içinde, halkın toplu kullanımına tahsis edilecek yeni yerler ihdas edilmesinin, imar ve mülkiyet mevzuatı açısından zorluğu ortada olup, bu kabil kullanımlara yönelik alternatif alanlar içerisinde hemen öne çıkan, konut alanlarında çocuk oyun yerleri teminine ve ticari alanlar içerisinde daha dinamik ama daha güvenli bir ticaret ve temaşaya yönelik, taşıt trafiğinin süreli durdurulması kaçınılmaz olup, daha estetik, daha ekolojik bir kent oluşumuna katkı sunar, aynı zamanda daha katılımcı ve daha paylaşımcı bir toplum yaratmanın en önemli öğesini de oluşturur...


Yayalaştırmanın; kent açısından, yeniden yapılanma, kentsel yenileme ve yenilenme programı olarak geliştirilmesi noktasında, kent içi yollarda mezkur amaca yönelik planlama, yolların yayalaştırılması, yaşanabilir ve dinamik yollar yaratmanın yanı sıra daha estetik bir kent yaratma adına, perakende ticaretinin arttırılması, kent merkezindeki insan hareketliliğinin arttırılması, kent merkezindeki erişimin kolaylaştırılması, kirlilik ile mücadele, kent merkezi imaj arttırılması, yaya faaliyetlerinin ve güvenliğinin geliştirilmesi, kentin sosyal imajının arttırılması, sokakların etkinliklere açılması ve insanın etkinliğe erişiminin kolaylaştırılması, kentin saygınlığının artırılması, insan-çocuk-sokak ilişkisinin geliştirilmesi, çevresel eğitimin yükseltilmesi vs. vs. açılarından kaçınılmazlığı ortadadır.



Çeşme’nin bir vadedir, kısım kısım da olsa etkili ve kararlı bir biçimde sokaklarında yayalaştırılması projeleri, hayata geçirilmekte ve halkın olumlu yaklaşımı ile karar alıcıları da devamı konusunda cesaretlendirmektedir. Alaçatı’nın taşıt trafiğine süreli olarak uzun yıllardır kapalı olması, ticaret, temaşa, eğlence ve sosyal yaşama nasıl katkı sunmuştur, uzun uzun anlatmaya gerek, bilenler bilir... Çeşme’nin “Old Bazaar”ı, Hurmalı Caddesi (İnkilap Caddesi) aynı şekilde, süreli taşıt trafiğine kapatılarak, canlanmış bir sosyal ve kültürel yaşama, ticaretin daha güvenli yapılıyor olmasına, gürültü kirliliğinden kurtulmaya, kentsel erişimin kolaylaşmasına, vs. vs. evrilmiştir...


En son yayalaştırma projesi olarak gerçekleştirilen; Çiftlik Mahallesi (Çiftlikköy) merkezi uygulaması, geç kalınmakla birlikte, nihayet bu sezonun son ayında, başlamıştır. Çiftlik Merkezde; yaşanabilirliğin arttığı, yayanın rahat dolaşabildiği, yaya güvenliğinin arttığı, taşıt gürültüsünün bitirildiği, eksoz gazının etkisinin kırıldığı, sosyal canlılığın arttığı ve bu nedenle de yaşam kalitesinin artmasına katkı sağlayan bu uygulamanın, genellikle vatandaşlar arasında memnuniyet yarattığı söylenebilir. Yukarıda bayağı detaylı verilen gerekçelerden ötürü, taşıt trafiğinin süreli durdurulması ve sokakların yayalaştırılması projelerinin artması çalışmaları yaptığını bildiğimiz Çeşme Belediye’sine  şimdiden bu çalışmalarında kolaylıklar diliyoruz.


Ancak, Çiftlik Merkez’deki yayalaştırma girişiminin, bir tarafı ile “Çiftlik Plajına” kattığı değer ve hareketlilik, diğer tarafı ile de, taşıt trafiğinin mütekamilen yönlendirilmemesi ve diğer rahatlatıcı önlemlerin ve bölümlerinin planlanmamış olması nedeniyle, ciddi sıkıntılara hatta yer yer taşıt sahiplerinin kızgınlıklarına ve kavgalarına neden olmuştur. Genellikle tüm toplumuzda varolan davranış biçimi burada da, kendini göstermiş, “yasak” tespit ve tayin edilmiş, ama alternatifi ya da yerine ikame olunacak davranış, usul ya da yöntem tespit ve tayin edilmemiş, taşıt trafik yönlendirilmesi için yeterince trafik işareti yerleştirilmemiş hatta yer yer eski yönlendirme levhalarının kaldırılmaması nedeniyle de, özellikle de tatil günlerinde tam bir curcuna yaşanmıştır.
Çiftlik Merkezde; gerek sürekli yaşayanlar ve işletme sahipleri gerekse de yaz süresince yaşayanların önemli bir bölümünün, merkez plaja erişim güvenliğinin artması, görsel kalitenin artması, yürünebilirliğin artması, caddenin genel görüntüsünün daha estetik ve ekolojik hale gelmesi, işletmelerin konuklarına daha gürültüsüz bir ortamda hizmet verebiliyor olmaları açısından memnun olduklarını ancak bu tür kararların hayata daha kolay geçebilmesi, daha çabuk uygulanabilir ve memnuniyetin daha yüksek hale gelmeleri açısından, karar süreçlerine mezkur kesimlerin etkin bir biçimde muhakkak katılması gerektiğini belirtmekte olup, düşüncemize göre de, bu katılımın temini için Çeşme Belediyesi’nin anketler ya da mini referandumlar uygulaması ile daha etkin, daha yaygın, daha adil ve demokratik hale geleceği kesindir.

Pazar, Eylül 13, 2015

ATATÜRK; “MENEMENİ YAKIN” DEDİ Mİ?


Geçenlerde; İlçemizin önde gelen siyasilerinden birisi “sosyal medya” da, “bir subay şehit oldu diye, “Menemen’i yakın” diyen Mustafa Kemal’i özledim” diye buyuruyordu... İnanılır gibi değil, o ki sosyal demokrat olduğu iddiasıyla ve temsil ettiği siyasetin gereği, suhuletle konuşması ve davranması gerekirken, tam tersine savaş tamtamları çalıyor olması, akıllara ziyan... Birkaç nedenle akıllara ziyan diyorum, öncelikle bulunduğu makam suhulet gerektiren bir makam, ilaveten asıl hedef unutularak sarf edilmiş kelam, ayrıca ve en önemlisi Mustafa Kemal Atatürk’ü bir “devlet adamı” olmaktan azade gösterme çabası gibi durmakta, be kardeşim zaten karşınızdaki blok koro halinde zaten “onu”, deli, sarhoş, başınabuyruk, ali kıran baş kesen olarak göstermeye çalışıyor, ne biniyorsun sen de bu trene... Bi sus bilmediğin (belki de iyi bildiğin) konulara fazla karışma, değil mi... Bu zat’a sadece Maria Magdelena hakkında şu küçük hikayeyi iyi okumasını salık veririm... Malumunuz; İsrail'de fahişelik yaptığı gerekçesiyle taşlanan Maria Magdelena’yı (Meryem) Hz. İsa korumaya çalışır ve kadını taşlayarak linç etmek için toplanan kalabalığa “Hiç günahım yok” diyen taş atmaya devam etsin der ve bunun üzerine öfkeli kalabalık dağılır...

Şimdi gelelim, mezkur konunun benim tarafımdan nasıl göründüğünü anlatmaya...

23 Aralık 1930 günü İzmir'in Menemen ilçesinde gerçekleşen, asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay'ın ve yardımına koşan bekçiler Hasan ve Şevki'nin, nihayetinde rejimi ve inkılapları hedef tutan, şeriat ve tarikat bayraklarının açılarak, başta Giritli Derviş Mehmet, Manifaturacı Osman, Hafız Cemal, Tabur İmamı İlyas Hoca, Alipaşazade Ragıp Bey, Şeyh Hafız Ahmet, Giritli İbrahimoğlu İsmail vb. gibi isimlerin bulunduğu, neredeyse tamamı Manisa ilinden gelen yaklaşık 150 civarında kişilerce katledilmesi üzerine, siyasi ve hukuki bir hayli fazla sonucu olan, olaylar zinciridir, mezkur başlığın konusu... Mustafa Kemal Atatürk, olayın kendisine bildirilmesi üzerine, İsmet İnönü, Fevzi Çakmak,  Kâzım Paşa (TBMM Başkanı Kâzım Özalp) ve 3. Ordu Müfettişi Orgeneral Fahrettin Altay Paşa’yı Çankaya Köşkü’nde bir toplantıya çağırır, olayların seyri ve vahameti üstüne durum değerlendirmesi ve alınacak tedbirler konusunda görüşmüştür. Olayların sadece Menemen’de olmasına rağmen, tüm Manisa ve Balıkesir illerinde sıkıyönetim ilan edilir... Sıkıyönetim komutanı da; 3. Ordu Müfettişi Orgeneral Fahrettin Altay Paşa tayin edilir. 1. Kolordu Komutan Vekili General Mustafa Muğlalı başkanlığında bir Divanı Harp kurulmuştur.

General Mustafa Muğlalı başkanlığında kurulan Divan Harp’te, 24 Ocak 1931 günü iddianame okunur ve 29 Ocak 1931 günü mahkeme 37 (kişinin idama mahkûmiyetine, 41 kişinin çeşitli hapis cezaları ile cezalandırılmalarına, yaklaşık 70 kişinin de beraat ve suçsuzluğuna karar verir. infazlar gerçekleştirilir... Ancak, iddia edildiği gibi küçük bir olay ise, neden hem Manisa hem Balıkesir illerinde topyekün bir sıkıyönetim ilan edilir ve “isyanı bastırmak” ve “suçluları cezalandırmak” adına olağanüstü önlemler alınır ve bu olağanüstü önlemlere uygun, yoğun(!!!!) çalışmalar yürütülür, bugün bile pek anlaşılır görünmemektedir. Ya olay söylendiği gibi küçük ve yerel bir durum değildir, ya da niyet biraz da başlıktakine uygun düşmektedir...

Peki; Mustafa Kemal Atatürk, böyle bir laf etmişmidir? Bu lafı söylediğini iddia edenlerin neredeyse tamamı, Atatürk karşıtları, hilafet yanlıları ve Osmanlı hayranları olduğuna göre buna şüphe ile bakılması kaçınılmazdır... Anıların sahiplerine de bakınca, her birinin de içlerinde sanki saklı kalmış bir canavara yol veriyormuşçasına, konuya dört elle sarılmış durumdalar... Özellikle, bu lafı Mustafa Kemal Atatürk’ün söylediğini iddia eden şahsın, itham edileceği konuların katmerleşmesine yol açacağını bilmesi gerekir diye düşünüyorum ama bir özür bile dilemediğine de bakılırsa, Atatürk’ü ilzam ettiğinden, hatta hukuktan, kanundan anladığının da bu kadar olduğu kanısına vardım, ne yazık ki... Yahu be adam; “Atatürkçüyüm”, “Mustafa Kemal’in askeriyim” diye içi ne yazık ki yeterince dolu olmayan kelam ettiğinde, inandırıcı olmayı bir kenara bırak, muhalefet eden insanların da çıkıp; mazallah, akşam toplanıp yemekte kararlar üretilip uygulanıyordu, hükümete danışan yoktu, Büyük Millet Meclis’ine danışan yoktu, 2-3 kişi her türlü kararı alıp uyguluyordu der çıkar ve ne yazık ki senin de cevabın olmayacağını bilmen gerekir... Sonra mazallah, bu sinirli adam, bu “sarhoş” adam canının istediği gibi yönetmiştir bu ülkeyi denildiğinde, savunma için  söylenecek söz bırakmazsınız kimseye... Diğer taraftan; böyle bir laf edilmiş ise, o lafı emir olarak uygulayacak kişinin General Mustafa Muğlalı olduğunu da unutmuşa benziyorsun... O general ki, 3. Ordu Komutanlığına atandığı zaman, hem de korkmadan yazılı (arşivlerde kolayca bulunabilecek) emirlerle neler yaptığını hepimiz iyi biliyoruz, dolayısıyla söylenecek fazlaca kelam yok...

Ama anlaşılıyor ki, bu zat ve benzerleri için hukuk önemli değil, anlaşılan o ki, gizliden gizliye benzemeye çalıştığı; Kenan Evren de, benzer bir talimat verdiğini anılarında anlatır, yani suçlu ya da değil önemli değil... Hepsini yok edin... Günümüze, bu şaibeli sözün taşınmış olmasının en önemli sebebi; “intikam değil, katliam istiyoruz katliammmmmm” diye haykıranlara hak vermek gibi akıllara ziyan bir iklim oluşturulur...

Bu lafı böyle söylenmiş diye kabul ederseniz, “velev ki” söylenmiş olsun, 21. Yüzyılda hala bir geçerliliği vardır gibilerden yaklaşım gösterenlerin, hukuktan ne anladıklarını sorgulamaya bile gerek yok... Allah bu kabil insanlara iktidar yüzü göstermesin, muhtemelen bu günleri bile bize aratır hale gelebilirler...

M. Armağan ve M. Çelik gibi sözde tarihçilerimiz olduğu sürece, canım yurdum insanının öğrenebileceği şeyler, mezkur zatın öğrendiklerinden fazlası olmaz...Allah selamet versin, demekten başka birşey de, bize düşmüyor... Bir de yıldık artık, bu  muktedirlerin işine gelmeyince, olayın içinde İngiliz ajanları vardı, provokatörler vardı gibi kabak tadı veren açıklamalarından, be adamlar devletin tüm gücü elinizde, yakaladınız da, ifşa ettinizde ve bizde gördükte, inanmadık mı? Ama lütfen insanoğlunun aklı ile dalga geçmeyin, herkeste, en az sizde olduğu kadar, akıl ve zeka vardır...

Pazar, Eylül 06, 2015

SAVAŞI ZENGİNLER ÇIKARIR FAKİRLER ÖLÜR


Bugün köşemi Kübalı şair Nicolás Guillén’in savaş karşıtı güzel bir şiirine ayırıyorum.

BOLİVYALI KÜÇÜK ASKER

Bolivyalı küçük asker, 
Bolivyalı küçük asker, 
sırtında tüfeğin, gidiyorsun 
tüfeğin Amerikan malı 
tüfeğin Amerikan malı 
Bolivyalı küçük asker 
tüfeğin Amerikan malı.

Sinyor Barrientos verdi onu sana 
Bolivyalı küçük asker  
Mister Johnson' un armağanı 
kardeşini vurman için  
kardeşini vurman için 
Bolivyalı küçük asker  
kardeşini vurman için. 

Kim bu ölü, bilmiyor musun 
Bolivyalı küçük asker? 
Bu ölü Che Guevara, 
Arjantinliydi Kübalıydı 
Arjantinliydi Kübalıydı  
Bolivyalı küçük asker, 
Arjantinliydi Kübalıydı.

En iyi dostundu senin, 
Bolivyalı küçük asker, 
yoksulların dostuydu 
doğudan dağlara kadar 
doğudan dağlara kadar 
Bolivyalı küçük asker  
doğudan dağlara kadar. 

Gitarım tepeden tırnağa 
Bolivyalı küçük asker
yas tutuyor, ağlamıyor 
ağlamak insan işi 
ağlamak insan işi 
Bolivyalı küçük asker  
ağlamak insan işi.

Sırası değil ağlamanın  
Bolivyalı küçük asker  
ele mendil yakışmaz şimdi 
ele tırpan yaraşır 
ele tırpan yaraşır 
Bolivyalı küçük asker 
ele tırpan yaraşır. 

Para veriyorlar sana  
Bolivyalı küçük asker  
alıp satıyorlar seni  
bu iş zalimin işi 
bu iş zalimin işi 
Bolivyalı küçük asker 
bu iş zalimin işi. 
 
Vakti geldi uyanmanın 
Bolivyalı küçük asker  
dünya ayağa kalktı 
erkenden doğdu güneş 
erkenden doğdu güneş 
Bolivyalı küçük asker
erkenden doğdu güneş.

Doğru yolu tutmaya bak
Bolivyalı küçük asker
kolay bir yol değil bu
kolay değil, düzgün değil
kolay değil, düzgün değil
Bolivyalı küçük asker
kolay değil, düzgün değil.

Şunu öğrenmen gerek
Bolivyalı küçük asker
kardeş dediğin vurulmaz
kardeşini vurmaz insan
kardeşini vurmaz insan
Bolivyalı küçük asker
kardeşini vurmaz insan.

Pazartesi, Ağustos 31, 2015

BUNLARIN CEMAZİYE’L EVVELİ – 4


GÜNLÜKLER

1950 yıllar, Canım Yurdumun bağrına çöken “yeni tek parti” despotizmi mucibince, demokrasi ve özgürlük talebinde bulunmak, “yeter söz milletin” faslından derdest edilmek için yeterlidir, artık... Muhalefet edilmesini bırakın, nihayetinde kendilerinden olunmamasının bile rahatsızlık yarattığı ve tenkil edilmek için yeterli sayıldığı sath-ı mail oluşmuştur gayri... Hani bize bazılarının kakalamaya çalıştığı üzere, “her şey güzelmiş” halinin zinhar oluşmadığı dönemdir aslına bakarsınız... İçine saldırgan kurtları almışların, yüzüne astıkları kuzu postlarının, kendilerini çok fazla koruyabilmeleri mümkün değildir, çünkü kurt içeride de olsa kuzuya baskın çıkmaktadır. Kendilerine itiraz edilmediği sürece son derece uyumlu, kapının önünde başka, kapı arkasında başka konuşmaları, uysal ve çelebi görünmeleri sahte olup, asla ve kata uzun süreli olamamaktadır, içlerinde kurtlar onları önünde sonunda ama sürekli ele vermektedirler... Bunun en iyi anlaşıldığı ya da sobelendiği yerler de, kendi mahremleri olarak sonsuza kadar kalması gereken ancak bazen bunun da ihlal edilmesi sonucu dışarıya vuran, tutulan “günlük”lerdir. Dönemi yansıtması açısından, önemi ve görevi itibariyle çok da ciddiye alınması gereken bir kişinin, Ethem Menderes’in günlüklerinden, çok önemli ve günümüze tutacağı ışık açısından önemli bulduğum bölümleri aşağıda aktarıyorum. Bilindiği üzere, Ethem Menderes (1899-1992) Adnan Menderes’in çok yakın çalışma arkadaşı, aynı zamana içişleri, savunma, bayındırlık ve devlet bakanı olarak görev yapmış, Başvekil Adnan Menderes, Ethem Menderes’te o kadar büyük bir sevgi oluşmasına sahiptir ki, onun “Ertekin” olan soyadını bile çabucacık değiştirip, kendisine yakınlığını daha da ileriye taşıdı. İşte, bizlere demokrasi şehidi, diye takdim edilen, oysa vaka-i nüvis olmayan kayıtlara göre ise, şeriatın, edebiyata, musikiye, adliyeye, tapuya, nafıaya, vakıflara sinmesine ya da çökmesine yol veren, şeriatın vaiz ile imam ile taaa köylere kadar bir saltanat kurmasına zemin hazırlayan  Başvekil Adnan Menderes’e bu kadar yakın olan birinin bile ilerleyen yıllarda neler düşündüğünü, nelerden korktuğunu hatta nelerden dehşete düştüğünü anlatan, “Ethem  Menderes günlüğü”nden kısa birkaç not... Falih Rıfkı Atay’ın bir sözüne göre de; Türkiye’de demokrasi hoca ve mürteci saltanatı demektir... Lafın tamamı da cahile söylenirmiş, işte...

8 kasım 1957: Grubun havasını beğenmiyorum. Dün gece Samet (Ağaoğlu), Şem’i (Ergin), Hayrettin (Erkmen) vesaire arkadaşlar Cumhurreisi’ne (Celal Bayar) davetli idi. Bayar, “Tehlikeli vaziyetteyiz, icap ederse diktatörlükle idare edeceğiz” demiş, dinleyenler üzerinde tesir menfi. (Bu hava) Yavaş yavaş grup içinde yayılıyor, Hayrettin endişede, Şem’i tenkit ediyor; Samet de.

14 Kasım 1957: (Celal Bayar’ın) Umur motöründe (teknesinde) Cevat Açıkalın ve Fahrettin Kerim (Gökay) ile beraber konuştuk. Açıkalın daha sonra geldi. Bayar “icap ederse İsmet Paşa’yı da sehpaya götürmekte hiç tereddüt etmem” dedi. Korkunç ihtiras. Böyle bir sebep hiçbir zaman mevcut olamaz. Bu telkinler karşılıklı, Başvekil’le (Adnan Menderes) hangisinden çıkıyor acaba?

11 Haziran 1958: Başvekil (Adnan  Menderes) milletvekili Fahri Ağaoğlu’nun gruptaki konuşması münasebetiyle çok ağır konuştu. Kırıcı mukabele taraftarı. Başvekilliği bırakmamak için silaha dahi müracaat edeceğini söyledi. Bir nevi delilik alameti.

9 Mayıs 1959: Başvekil (Adnan Menderes) İzmir’de İsmet Paşa’ya (İnönü) selam durdurulan emniyet ekibinin subayı hakkında sordu. Emniyet ekibini selama durduran subayın vaziyetini halletmek mühim imiş? Küçük işlerden kurtulamayacaklar.

6 Haziran 1959: İktidarımız durmadan yıpranmakta. Zavallı Başvekil (Adnan Menderes) 78 ay evvel “Vatan Cephesi harekatı ile üç, beş ay içinde Halk Partisini boş çuvala çevireceğim” demişti. Zeka ile idraksizlik bir arada.

7 Ekim 1959: (Başbakan) Menderes, Avni Doğan’a “seçimi kaybedeceğimizi hissedersem Halk Partisi’ni dağıtırım, yine iktidarda kalırım” demiş. Düşüncesi de bu; “Radyo mücadelesi ile Halk Partisini eriteceğim, İsmet Paşa’yı mahvedeceğim” diyor.

Türkiye siyasal gelişimi içinde, gericileşme ve irtica, her zaman demokratik bir kılıf bularak, arkasına da bazen “yetmez ama evet”çiler kadar solcuları takarak, aman hemen bugüne gelmeyin, merak edenler “Demokrat Partinin” de yetmez ama evetçilerine bakabilir, artarak devam etmiştir ve etmektedir de... Türkiye Cumhuriyeti’nde, gericileşmenin ve irticanın önünü sonuna kadar açmış, hatta “siz isterseniz şeriatı bile getirebilirsiniz” sözü ile daim ve kaim kılmış, irticanın bir siyasal ideoloji haline gelmesini temin etmiş bir partinin “Demokrat” olarak anılması kadar absürd bir durum olmasa gerek... Taze demokrasi girişimini, ABD nin de isteği doğrultusunda, irtica ve gericiliğin kucağına oturtarak, bugünkülerine de öncülü olmaktan iftihar etme fırsatı verdikleri için, sürekli yad edilmekte olsalar da, asla ve kat’a, mutlakiyet özlemlerini gizleyememişlerdir.

Hiçbir şey ve hiç bir eylem idam ile cezalandırılmayı makul ve haklı kılmaz, kılmamalıdır, ancak artık birilerinin de bize “Demokrasi şehidi” kakalamasını bırakmasını istiyoruz... Daha çok günlükler var...Vakit buldukça yayınlayacağım...

 

Cumartesi, Ağustos 22, 2015

SAVAŞI ZENGİNLER ÇIKARIR, FAKİRLER ÖLÜR

Savaş bilindiği üzere yoksulları vuran, zenginleri daha da zengin eden ve hatta savaş zengini haline getiren, siyasilerin siyasi ömürlerini uzatan, siyasilerin sobelenmesinin önüne geçen, savaş kışkırtıcılarını adeta kutsallaştıran, kapitalizmin krizi karşısında yeni fırsatlar yaratan ve nihayetinde tüm insanlığı tehdit eden bir insanlık suçudur...

Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun, hemen seçimler öncesi, inanılmayan ve güvenilmeyen ama çaresizlikten umutvar bir durum diye değerlendirilen; “Silahlı mücadelenin, yerini, demokratik siyasete bırakmasının” sözü, ne yazık ki, seçimlerde gerekli desteğin verilmemesinin muhtemel bir sonucu olarak, konuya yaklaşım, “Allah bir daha bu millete evlatlarını şehit verme fedakarlığı yaratacak şartları göstermesin. Ama gerektiğinde sizler ve bizler bu vatan için, gelecek için evlatlarımızı da kendimizi de feda etmeye hazırız. Bu fedakarlığı da dünya alem bilmelidir” şekline evrilince, artık olanlar olmuş... Artık zemberek attı ya; kaç silahı olduğunu açıklayanlar mı ararsın, mühimmat stokunun ne olduğunu açıklayanlar mı ararsın, kimse gelmezse bile kanının son damlasına kadar savaşacağını ilan eden devlet büyükleri mi ararsın, artık ortalık Zaloğlu Rüstem’lerden geçilmez hale dönmüş, at izi it izine karışmıştır. Bu savaşla ilgili söylenebilecek en güzel sözleri, aslında yüreklerine ateş topu düşmüş, her iki tarafın yakınları söylemektedirler, ama kim dinleye, kim duya bu feryadı...Hemen hemen birbirine çok benzer kelamlar edilmekte; “Halklar bin yıldır kardeşçe, birlikte yaşadı ve yaşamakta. Halklar arasında sorun yok. Bu sorun küçük bir elit kesimin çıkar sorunu. Artık bu sorunu bitirin, bir çözüm getirin. Anadolu'daki fakir çocuklar artık ölmesin. Bu sorun çözülmezse herkes bu kanda boğulacak. Kimsenin, Kürt'le, Türk’le, Çerkez’le, Laz’la bir sorunu yok. Halklar kardeşçe yaşıyor. Bu mozaik ayrılırsa hiçbir millet için iyi olmaz”... Nokta...

Elbet birgün Canım Yurdumun insanı da anlayacaktır, önlerine dayatılan bu savaşın; gençlerin yitimi, kan, gözyaşı, matem, işkence, tecavüz, yoksulluk, tahribat, işsizlik demek olduğunu, barışın ise; artık, gençlerin yitimi, kan, gözyaşı, matem, işkence, tecavüz, yoksulluk, tahribat, işsizlik olmadığını...
Birgün bu topraklar da, barış yüzü görecek ve işte o zaman, bugünün bu savaş sevicileri lanetle anılacaktır, bunu daha önceki pratikler böyle göstermiştir ve de bunun böyle olacağına dair en ufak bir şüphem bulunmamaktadır. Türk ve Kürt analarının, şehitleri ardından döktükleri gözyaşı elbet birgün, nehirlere dönüşüp, bu savaş sevicilerini boğacaktır... Nedir bu ülkenin, bu açık ve gizli savaş çığırtkanlarından çektiği, yeterin be düşün, Canım Yordumun yakasından... Bakın bakalım, tüm şehit askerlerin, askerlik sonrası beklentilerine, hangisinin planında siyasete atılmak var, tam aksine tamamına yakınının, köyündeki ya da sıladaki yavuklusuna ya da çocuklarına kavuşmak, anasına ve babasına kavuşmak, iş güç kurmak ve çoluk çocuğa karışmaktan başka ne var... Ve elbet bu topraklarda da birgün anlaşılacaktır ki, en kutsal şey insan yaşamıdır, ne birilerinin siyasi ikballeri, ne de diğerlerinin ekonomik ikballeri yaşama hakkından daha kutsaldır...

Fransız yazar ve düşünür, Jean-Paul Sartre’a ait olan; “savaşı zenginler çıkarır, fakirler ölür” sözünün siyasi, ahlaki, sosyolojik ve ekonomik “stratejik derinlik”i anlaşılması ve gereğinin yerine getirilirmesi en büyük dileğim olup, günün anlam ve önemini ifade etmesi açısından önemi olan bir fıkra ile bitireyim.

Ahal-i Osmanide, yeniçeri ve sipahi gibi sürekli askerliğin yanı sıra seferberlik hallerinde zorunlu askere alınma da varmış. Padişah efendinin değerlendirmeleri neticesi İhtiyaç hasıl olduğunda, seferberlik ve savaş hallerinde, 18 – 45 yaş aralığında askerliğe müsait tüm erkekler silah altına alınırmış. Mezkur fıkramızın konusunu oluşturan, Anadolu’nun bir köyünde, köylünün biri, üç erkek evlada sahiptir ve bunlarla birlikte tarım yaparak hayatlarını idame ettirirler. Osmanlı’nın bitmek tükenmek bilmeyen küffar üstüne seferlerinden birinde, sipahiler köylünün de kapısını çalarlar, padişah fermanı uyarınca köylünün büyük oğlu askere alınır, alınır ama alınış o alınış. Büyük oğlan artık şehit olmuştur, kutsal padişahın kutsal savaşı uğruna... Köylü büyük oğlunun şehitlik mertebesine varmasının acısı ve yası henüz taze iken, padişahın baharda yeni bir seferi söz konusudur, kefere dünyasına... Bu kapsamda köylünün kapısı yine çalınır, ortanca oğlanı da seferberlik kapsamında sialh altına alırlar... Nihayi sonuç değişmez, kısa süre sonra kapısı çalınır, kara haber gelir, ortanca oğul da şehadet şerbeti içmiştir. Küffarla girilen bu cenklerden sürekli şehadet şerbeti içmek garip köylü çocuklarına düşer ya, köylünün içine ateş topu düşmesine rağmen oğlunun şehitlik mertebesine ulaşmasından ötürü, içinin yanmasına rağmen sesini de çıkaramaz. Günlerden birgün yine köylünün kapısı sipahiler tarafından çalınır, köylü yiğit gibi 2 evladının acılarını kalbine gömmeğe uğraşır, tevekkül içinde hayatını idame ettirirken, kapıdaki sipahileri görünce, yine padişahın kefere üstüne seferberlik düzenlediğini ve sıranın 3. oğluna geldiğini anlar... Yine sipahiler aynı minval üstünde, padişah topraklarının korunması ve genişletilmesi üstüne, kahramanlık destanları düzüp, küffara karşı cihadın, şehadet şerbetinin kutsaliyeti üstüne nutuk atarak, “oğlunu askere alacağız” demeleri üstüne, “gidin sarayda ki padişahınıza söyleyin, benim zürriyetime güvenerek küffara harp ilan etmeye”..

Benden bu kadar...




Pazar, Ağustos 09, 2015

BAHANE BULMA PROFESÖRLERİ

Kars İli, Allahüekber dağlarının eteğinde Selim İlçesi, Bozkuş köyü, dönem itibariyle 400 haneli ve bölgenin en büyük köylerinden biridir, dağlardan gelen ve hemen köyün yanından geçen oldukça büyük ve yaz kış akan deresi, fazla geniş olmamakla birlikte verimli bir araziye sahip bir köydür. Karların eridiği dönemlerde, suyun karşısına geçmenin bir mesele olduğu, kurak geçiyor denildiği dönemde bile karşıdan karşıya at ya da öküz arabaları ile geçilebildiği bu dere aslında doğa vergisi olarak susuzluk sorunu yaşanmasının önünde en önemli engeldir. Bir keresinde yağışlar eskisi gibi olmayınca ve aslında dere yine gümbür gümbür akmakta iken, toplumda her şey Allahtan beklenir ya, bir yağmur duası yapalım, işi kolaylaştıralım fikri takıntısı hasıl olur. Hemen Hoca Efendiye müracaat edilir, Hoca efendi düşünür taşınır ve planını açıklar. Köy ahalisi evlerinde, küçük küçük pasta benzeri ama yerel dilde “kıkırık” denen çörekler-kurabiyeler hazırlayacak, ama ahalinin hiçte alışık olmadığı biçimde hafifte tuz ilave edilecek bu çöreklere-kurabiyelere ki, yiyen muhteremlerin canı su çekecek ve canı su çekenlerin can-ı gönülden, “mevlam su ver” ritüeline katılım ve katkıları sağlanacak. Hoca efendinin umurunda değil tabii ki yaşlıların ve tansiyon sıkıntısı olanların durumu, onun gözünde varsa yoksa milletin içi yana, ta içlerden gelen mezkur yangına uygun bir şekilde duaya katıla… Maksat yağmur duası ya, insanın içi yansın ki, talep güçlü olsun…
Derenin karşı tarafındaki harman yerine gidilecek, bir anlamda piknik düzeneği içinde kurabiyeler yenilecek, hutbe okunacak, mağfiret dilenecek, yağmur duası edilecek ve beklenecek yağmur… Oysa dere gürül gürül akar, çok şükür ki motopomplar icat edilmiş, traktörler icat edilmiş, su tankları icat edilmiş, su hortumları icat edilmiş, ama kolayına kaçmakta beis yoktur. Hatta derenin suyu ile bir taraftan da değirmen çalıştırılmakta, tıpkı övendire misali… Olsun ne gam, ne keder… Su neden zahmet edilerek taşınsın, neden ciddi bir masraf ve çaba harcansın… Mademki Müslüman toplumuz, yalvarılır yakarılır Allah’a, sorun çözülür…   
Gün geldi çattı, sabahtan her katılan abdest tazeleyerek derenin karşısındaki harman yerlerine gitmek için hazırlandı, öncelikle çocuklar taşındı öküz arabaları ile karşıya… Kalabalık adeta mahşer yerine çevirir harmanlar bölgesini… Çocuklar tatlı olmadığı için çörek-kurabiyelere fazla teveccüh göstermeyince büyüklere iş düşer bir taraftan yesinler diye çocuklara ayar verirlerken diğer taraftan da hepsini yer bitirirler, içleri yanıp susadıkça suya ve de dolayısıyla yağmura hasret artar…
Ahali yağmur duası yapılacak alana gelince; duadan önce verilmesi vacip olan sadakalar verilir, yapılan haksızlıklar için helallikler zikredilir, Hocanın arkasında, cemaatle kılınması mendup olan 2 rekat namaz eda edilir… Hoca ahaliye döner ve neden bunların yaşandığına dair geniş ama pek anlaşılmayan bir hutbe verir… Hoca kıbleye döner, ahali arkasında ayakta saf tutar, Allahtan Müslümanlar için mağfiret dilenir, yağmur için Allaha yalvarılır yakarılır…
İçleri yanmış ama gönülleri yaşanan huş içerisindeki günün manasına uygun biçimde dingin vaziyette evlere dönülür… Akşamüstü, gökyüzünü yavaştan kara bulutlar kaplar ve aniden büyük bir gök gürültüsünü takiben yoğun bir yağmur başlar, bilahare yağış iri taneli doluya dönüşür… Sonuç itibariyle bir felakete dönüşen yağmur, tarlalarda hasadı bekleyen ürünleri tarumar eder, köylünün iyi olsun diye beklediği ürün tamamen yok olur…
Sinirler çok gergindir, hasarın çok büyük olmasını bir türlü içine sindiremeyen ahali, yaşanan dolu felaketinin müsebbibi olarak Hocayı görür, Hoca; ya duayı yanlış okumuştur, ya da yanlış bir şeyler yapmıştır, neyse gayri, her ne şekil değerlendirilmişse… Köyde hareketlilik başlar, sopasını, baltasını, küreğini ya da çapasını kapan burnundan soluyarak dayanır cami havlusundaki hocanın yaşadığı eve… Hoca çık dışarıya, yaşanan felaketin hesabını ver diye bağırtılar artıkça hoca, daha sağlam tahkim eder kapıyı bacayı… Tabii ki çıkmaz dışarıya, korku dağları sarmıştır… Aradan birkaç gün geçer, sinirler az da olsa yatışır, hocaya saldırma hocayı linç etme arzusu biter… Araya da giren önemli erkanlar vasıtasıyla, hoca ile konuşulur ve hoca; tüm suçu çöreklerin-kurabiyelerin içine konulan tuzun miktarına yükler… Ben bunlara kıkırıkların (çörek-kurabiyelerin) içine azıcık tuz koyun dedim bunlar gitmişler, tuzluk doldurur gibi tuz doldurmuşlar, az koysaydılar yağmur yağacaktı çok koymuşlar dolu yağdı diye durumu izah etmiştir…
Yaşanmış bu hikayeden, bugüne taşınacak hissemiz; yaşam, iyi bahane üretenlerin gemisini iyi yürüttüğü, yapamadıklarını meşrulaştırmak adına güzelce gizlediği bir düzenek haline gelmiş olmasıdır… Elektrikler kesilir, kediler trafolara girmiş olur… Madenciler katliam gibi iş kazalarında ölür, ihale işin fıtratına gider… Seller ortalığı götürür, doğayı biz mahvettik denilmez, takdiri ilahi’ye sığınılır… vs… vs… Tam bir “anne cici, baba kaka” yaklaşımı, sevsinler sizi ve mantığınızı… "Osuraklı g.t. çavdar ekmeği bahane" gibi muhteşem bir söz yaratma kabiliyetine haiz bir toplumun, bahane üretme profesörleri karşısında, dut yemiş bülbüle dönmesini de anlamak hiç mümkün değildir…


Pazartesi, Ağustos 03, 2015

FARELİ KÖYÜN KAVALCISI

“Fareli Köyün Kavalcısı” hikayesi, yaygın olarak bilinen ve Ortaçağ Almanya’sında geçtiği düşünülen, gerçekte pek çok çocuğun evlerinden döneme uygun malum nedenlerle ayrılıp ve sonra da ölümleriyle sonuçlanan bir olaydan hareketle önemli bazı yazarların hikayelerinde yer almış bir hikaye olup, günümüzü yansıtması açısından da ayrıca özel bir öneme sahiptir.
Hikaye; savaş öncesi canım yurduma bir, “kıssadan hisse”si bol olmak kaydıyla, aynen aşağıdaki gibidir.
Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde develer tellal, pireler berber iken, ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallarken; ülkenin birinde bir köy varmış. Günlerden bir gün, mezkur köyün bütün evlerine fareler dadanmış, binlerce fare köyün sokaklarında, evlerinde dolaşmaya başlamış. Köylüler yatak odalarına gitseler, mutfağa girseler farelerden kurtulamıyorlar, fareler ne bulurlarsa yiyorlarmış. Halk ne yapacağını şaşırmış vaziyette, Muhtardan bu işe bir çare bulmasını istemiş. Muhtarın da elinden bir şey gelmiyor ve böylece köyün adı “fareli köy”e çıkmış… Günlerden bir gün fareli köye bir kavalcı gelir, Muhtara: “Eğer bana bir kese altın verirseniz, köyü farelerden temizlerim” der, tüm köy halkı bu habere sevinerek, aralarında hemen kavalcının istediği bir kese altını toparlamış ve muhtara teslim etmişler. Halkın tek istediği bu farelerden kurtulmakmış. Kavalcı isteğinin kabul edildiğini görünce başlar kavalını çalmaya ve kavaldan öyle tatlı, öyle güzel sesler çıkar ki, fareler saklandıkları yerlerden akın akın çıkarak kavalcının yanına toplanır, kısa sürede kavalcının etrafı yüzbinlerce fare ile dolar, köydeki bütün fareler kavalcının etrafında toplandığı sırada kavalcı yürümeye başlar, Köye gelirken gördüğü dereye doğru yürür, kavalcı önde kavalını üfler, fareler peşinden gelir, kavalcı dere kenarına geldiğinde suyun içine yürür, farelerde peşinden gelince, hepsi suda boğulur ve ölür. Kavalcı bütün farelerin öldüğünü görünce de, ödülü olan bir kese altını almak için hemen köye geri dönmüş.
Fareleri yok eden başarısından sevinç duyduğu için, emin adımlarla yürür ve köye varınca: “Bir kese altınımı alırım. Bu altınlarla şehre gider, zengin insanlar arasına katılır ve rahat yaşamaya başlarım” diye düşünmüş. Bu düşüncelerle muhtarın yanına varan kavalcı muhtardan ödülü olan bir kese altını ister, Muhtar oyunbozanlık yapar “Nasıl olsa farelerden kurtulduk, bir kese altını vermesem olur” diye düşünür. Kavalcıya çeşitli bahaneler göstererek altınları vermez, kavalcı kandırıldığını anlayınca: “Ben size bir oyun oynayayım da görün” der ve başlar kavalını çalmaya, kavalın büyülü sesini duyan köyün bütün çoçukları kavalcının yanına koşar, kavalcı hem kavalını üfler hem de yürümeye başlar, köyün tüm çocukları kavalcının peşinden gider, Köyde hiç çocuk kalmaz, analar babalar başlar kara kara düşünmeye… Köylüler muhtara gider: “Ne yapacağız, ne edeceğiz, sen kavalcının hakkı olan bir kese altını vermeliydin. Bak şimdi çocuklarımızı aldı götürdü” derler… Kavalcı kızgın kızgın, peşinde çocuklarla birlikte ormana varmış, yorgunluk çökünce de, ormanda bir ağacın altında uykuya dalmış, kavalı kapan bir çocuk ise, arkadaşlarının yanına gelmesi için başlamış çalmaya, kavalın sesini duyan çocuklar hemen ormanda toplanırlar ve annelerinin babalarının yanına dönerler. Analar, babalar çok sevinir, şenlikler düzenlenir,  kırk gün kırk gece bayram edilir… Onlar erer muradına, biz çıkarız kerevetine…
Siz, artık bundan sonra; farelerin gittiğine mi, yoksa çocukların gittiğine mi üzülürsünüz, kendiniz karar verin... Hani çocukların yerine farelerin gittiğine üzülenlerin bol olduğu yeterince bilinmekte olup, kimsenin sesi soluğu çıkmamaktadır yine de... Her şey iyi giderken fareler götürülürken, aman bu götürme işinin sonu kötü bitebilir diye uyarılara kulak kapatanların, sıra çocuklarına da geleceğini bilemezler ya hikayenin sonu bu yüzden kötüdür işte… Mezkur hikayede; kim kavalcı, kim muhtar, kim köylü, kim fare, kim çocuk, tamamen size kalmış… Senaryo bu, kime hangi rolü verirseniz verin gayri…
Bugün savaş tamtamları çalanlara inat, büyük usta Nazım hikmet şiiri ile devam hayata;
kapıları çalan benim
kapıları birer birer.
gözünüze görünemem
göze görünmez ölüler.
Hiroşima'da öleli
Oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım,
Büyümez ölü çocuklar.
Saçlarım tutuştu önce,
Gözlerim yandı kavruldu.
Bir avuç kül oluverdim,
Külüm havaya savruldu.
Benim sizden kendim için
Hiçbir şey istediğim yok.
Şeker bile yiyemez ki
Kağıt gibi yanan çocuk.
Çalıyorum kapınızı,
Teyze, amca, bir imza ver.
Çocuklar öldürülmesin

Şeker de yiyebilsinler.