Pazartesi, Kasım 16, 2015

YUNANİSTANDAKİ PONTUS DERNEKLERİ ve SOYKIRIM


Geçtiğimiz günlerde Çeşme’den ÇESO (Çeşme Esnaf Sanatkarlar Odası) heyeti ile birlikte gerçekleştirdiğimiz Yunanistan Sakız Adası seyahatinde; program gereği gezilen “resim sergisi” arkasından 2 saatlik serbest zaman bitiminde bir araya gelinecek, kararlaştırılan buluşma saati öncesi Sakız Adası Büyük Park önüne geldiğimde, parkın içinde “Birleşmiş Milletler Göç İdaresi” tarafından tahsisi yapılan çadırların aralarında, göçmenlerin durumuna tanıklık etmek adına dolaşırken birden, biraz ileride pankart asan birkaç genci görünce merak edip pankartların ne olduğunu anlamaya çalışırken, birden kulağıma “Karadeniz Maçka” türküleri gelmeye başladı, asılan pankartlara biraz yakında kurulan aletlerle müzik yayını yapılmaya başladı, anlamaya çalışırken, sahne siyah cüppeleri ile “din adamları” tarafından dolmaya başladı... Müziklerin kendisi, din adamlarının varlığı ve de özellikle her ne kadar anlayamadıysam da pankartlardaki görünüm, milliyetçilerin bir protesto görüntüsünü ortaya çıkarmaktaydı... Bir kenara çekilip, fotoğraf ve video çekmeye devam ettim... Her dakika, din adamlarının sayısı artıyor, her yeni gelenin önceki gelenden daha önemli bir mevki işgal ettiği her hallerinden belli oluyordu, birkaç ta sivil giyinimli gösterici de oradaydı, an itibariyle...

Grubumuza rehberlik eden bir Sakızlı Arkadaşa gösterinin konusunun ne olduğunu sordum; Yunanistan Eğitim Bakanı Nikos Filis’in katıldığı bir televizyon programında; kendisine sorulan bir soru üzerine 7 yıl önce Avgi Gazetesinde de yazmış olduğu; “Pontus soykırımı yoktur” açıklamasını tekrar etmiş ve şöyle devam etmiş; “Yıllar önce gazeteci olarak çok sayıda tarihçi ve uluslararası uzmanın görüşüne katılarak bu Pontus Hellenizmine soykırım yapılmadığına ilişkin açıklama yaptım. Kan dökülerek yapılan “etnik temizlik” ile “soykırım” arasında bir ayrım yaptık. Bu, Jön Türklerin vahşetinden çeken Pontusluların acısını ve dökülen kanı tanımadığımız anlamına gelmez. Bu başka bir şey. Bilimsel anlamda soykırım başka bir şey”. Yandı gülüm keten helva... Protestolar, istifa çağrıları...

Canım Yurdumun, ünlü ancak, 50 yılda, 50 farklı çizgi savunucusu olarak tarihe geçmiş, şu anda bir partinin de liderliğini yapan malum zat’a gün doğmuş hemen... Malum zat; “Türkiye'nin  Strazburg'da kazandığı AİHM zaferinin gerekçeli kararını Filis de tekrarlıyor.  Buna göre, soykırım hukuki bir tanımdır. Uluslararası Mahkeme kararı ve soykırım  tanımı olmaksızın soykırım tanımı kullanılamaz. Tehcir, soykırım değildir ve bu  nedenlerle ulusal parlamentoların aldıkları soykırımı tanıma kararları yanlıştır” diyerek açıklamaya sahip çıkıyor... Meşrebe ve damara uygun ya... Hani insanın sormadan duramadığı, hangi mahkemenin, hangi kararı, hangi döneme ve hangi yöne göre alınan karar, ne amaçla kullanılma hedefi olan karar... Karar da karar... Kararın bata diyesi geliyor, velev ki o tanım, velev ki bu karar, ula insanlar yok oldu, insanlar... Velev ki tehcir, velev ki tatile gönderme, velev ki soykırım, ne değişir, insanlar öldü, insanlar yok oldu... Ama beylerin umrunda mı? İnsanlar yok olmuş, insanlık irtifa yitirmiş... Varsa yoksa, toprak istenir, tazminat istenir... Yani toprak istenmesin, tazminat istenmesin, varsın yüzbinlerce insan ölsün... Sevsinler sizi, emi...

Ancak; bu ara detaylardan azade, tanık olduğum protesto gösterisinin “asıl oğlanları” din adamları idi, tıpkı dünyanın her yanında, her dininde, her milliyetçi ve egemen şakşakcısı ve savunucusu gösteride olduğu üzere... Malum olduğu üzere, eşitsizlik ve yoksulluğun yok edilmesi iddiası ile tezahürünün hilafına, muktedirlerin ve egemenlerin düzenine itiraz ve isyan eden, hatta bu itiraz ve isyanın zorla bastırılmasına baş kaldıran ve yaratılan değerlerden daha fazla pay talep edenlere karşı bir nevi terbiye tadadı gibidir, din ve din adamlığı... Eeee tarifi de böyle yaparsanız, adamların rolü de gayet açık ve anlaşılır olur... Tabii ki, mabed-i muazzama ve maâşât-ı muazzama tahsisat-ı hükümet olunca, durumun farklı olması beklenemez... Ne demişler, “parayı veren düdüğü çalar”... Ayaktakımlarının, enalttakilerin, açların, işsizlerin, yoksulların, emeğinden başka satacak şeyi olmayanların, yanında olma tercihi konulursa, mezkur durum hayal olur... O nedenle akıllı olmak gerek tabii... Bakın bakalım, etrafınızdaki ülkelerin ya da kendi ülkemizin mezkur zevatının durumuna, durumları gereği nerede olmaları gerekir ya da oldukları yere nasıl gelmişlerdir, sorusunu kendi kendinize sorun ve cevabını 100 kere aklınıza veya defterinize yazarak, konuyu çalışın...

Hatırlayın bakalım; dünyanın en önemli dini lideri Papa Hazretlerine Filipinler seyahati sırasında 12 yaşındaki kız çocuğunun “Tanrı neden bizim seks işçisi olarak çalışmamıza izin veriyor” sorusunu... Var mı cevabı...

Hatırlayın bakalım; bir sürü andevül din alimi diye ortalıkta endam deviren zevatın; “Kızlar 9 yaşında evlenebilir”, “iz bırakmadan kadınları dövün”, “kadın recm edilir”, “faiz haramdır deyip en büyük faizci düzenin parçası olunmasına”, “Ya devlet başa ya kuzgun leşe” vs. vs. gibi daha şimdi saymaya gerek olmayan,  bir sürü subuk kelamları karşısında, Milli Eğitim ve Sağlık Bakanlığı bütçelerinin toplamlarından fazla bütçe harcayan ve kendilerini fetva makamı diye kakalamaya çalışanların ne dediğini... Hiç... Kocaman bir hiç... Maksat müesses nizam devam ede, beylerimiz nemalana... Onların umruna mı işsizlik, onların umruna mı yoksulluk ve yolsuzluk, onların umruna mı hastalık, onların umruna mı doğa katliamı, onların umruna mı Irak, onların umruna mı Suriye... Vallahi yeter şiştim...

Pazartesi, Kasım 09, 2015

CHIOS, BARIŞ ve HUZUR

ÇESO (Çeşme Esnaf ve Sanatkarlar Odası) Başkanı Osman Köfüncü; Çeşme ve Sakız Adası ilişkilerinin geliştirilmesi adına yapılan ziyaretin konuşmalar ve temenniler bölümünde, 2012’de bu işin temellerinin atıldığını beyan ettikten sonra “keşke 20 yıl önce yapabilseydik, kesin NOBEL Barış ödülüne aday olurduk” gibi fantastik bir yaklaşım gösterdi, bunun bir istek, bir niyet, bir kararlılık olduğunu anlıyorum, ama 20 yıl öncenin konjonktürü göz ardı edilerek, niyetlenilecek bir durum değildir bu... Ama yine de kulağa hoş gelen kelamlar bunlar... Ancak bu kadar hoşluk yanında bir de ciddi bir resmi tarih tespiti sözkonusu ki, asıl tenakuz orada başlıyor... Hani, her 16 Eylül Çeşme’nin Kurtuluş törenlerinde, temsiliyete haiz her zevat der ya; “düşmanı denize döktük”... İşte bu dil düzelmeden ya da düzeltilmeden, diğer taleplerin altı nasıl dolar, Allah bilir... “Düşmanı denize döktük” diye övünenlerin ve de onların torunları bugün artık, turistik, ekonomik, kültürel, sportif ilişkiler oluşturarak yeni ve barışa hizmet eden bir arayış ve gelişme istemektedirler. Ve bunun “Ege’nin” 2 yakası için bir gereklilik, hatta kaçınılmazlık olduğu ortadadır. Artık, ya “düşmanı denize döktük” teranesi terkedilmeli ya da bu sevda terkedilmeli gibi durmaktadır... Bir taraftan işbirliği ve üstüne barış arayışında ve beklentisinde olacaksın ve diğer taraftan da beklenti içinde olduklarını yılda birkaç kez de olsa düşman nitelemesi ile yaftalayacaksın, kargalar da güler...

Genelde “barış”, devrimcilerin, solcuların ve sosyalistlerin işi ve uğraşı olup, ısrarla talep ve takip etmeleri neticesinde bir eylem planına bağlanır, ama, Çeşme ve Sakız adası arasındaki bu dostluk en azından Çeşme ayağı (çünkü Sakız ayağındaki önemli kişinin sosyalist olduğunu biliyoruz) genellikle sağcılardan oluşmuştur, Eski Belediye Başkanı Nuri Ertan, Eski Belediye Başkanı Faik Tütüncüoğlu, Eski ÇESO Başkanı Mustafa Cenger, şu andaki ÇESO Başkanı Osman Köfüncü vs vs... Bu da not edilmesi gereken bir durumdur, en azından benim açımdan böyledir. Bu köprülerin barış ve sonucunda yaratılacak sosyal ve siyasal iklimin, kültürel, tarihsel ve turistik ve sportif faaliyetlere yol vereceği açık olmakla birlikte, velev ki barıştan gayrısı olamadı, bu iş salt barış için bile yapılır, ben bu sonucu bile çok önemsiyorum... Diyelim ki bu girişimlerin altında, şeytanın avukatlığına soyunarak söylüyorum, salt ticari kaygılar, turist rekabeti ve fazlalığı yaratma çabası vardır, öyle olsa bile, umarım ve dilerim ki, barıştan yana girişim ve kararı üstünden, bu anlamda tribünlere oynanan bir şey değildir tüm bu olanlar... Adamlar gayet güzel karşılık birbirlerine saygı ve sevgi baslediklerini beyan ediyorlar, ama söylenenler gerçekten harika şeyler, efendim gerçek öyle değildir diyenler olabilir, eee valla ben bilemem, ben niyet okuyacak durumda değilim, ne diyorlarsa o... Ha dediklerinin hilafına da bir davranış görürsek, onu da yazmak bize vazifedir hemde sık eleyip, derin ve sert eleştirerek... Umarım tribünlere oynanmıyordur. Bizim barışa ihtiyacımız var, ama hem içeride hem de dışarıda, hem de behemehal, hatta bir hayli fazla ihtiyaç var, barış ve huzur bekliyoruz.... Yurtta barış, Dünyada barış... Milliyetçiler, buradan bakıp karşı adına iç geçirir, karşıdan bakıp bura adına iç geçirirler, kim ne derse desin, ne yazık ki bu böyledir... Hangi milliyetçiler mi, ne fark eder ki, ha Yunan milliyetçisi, ha Türk milliyetçisi, ha Kürt milliyetçisi...

Ortadoğu’da yaşanan kirli savaşın, kişisel olarak değil ama ülke yönetimi olarak müsebbibi sayılma suçlamasının etkisiyle, Çeşme’de yaşanan “Suriyeliler krizi”nin nasıl bir dram olduğunu, dakika dakika izleyen, gönlü bulanan, yüreği daralan ve sürekli gözleri yaşaran birisi olarak, maalesef Sakız Adasında da, bin beter vaziyetlere tanıklık etmenin ilave üzüntüsü de, birlikte olduğumuz insanların hem zihinlerini, hem de gündemleri işgal etmiştir. Savaşı bilmeyenlerin, savaşa gitmeyenlerin, savaştan umar şeyleri olanların, yarattıkları savaşta, ne ocaklar sönüyor, ne hayatlar son buluyor, aman allahım bu nasıl bir ızdıraptır dedirten manzaralar... Sahilde, patlamış botlar, atılmış can yelekleri, her yerde görülüyor, tüm sakız adasının Çeşme tarafına bakan sahilinde... Diğer taraftan, kale etrafında, rıhtımda, sokak aralarında, parklarda, her yerde “göçmenler”... Ufacık bezlerden yarattıkları küçücük kapalı alanlarda çocuklarını uyutmaya çalışırken, kendileri açıkta, ayazda... Şanslı olanlar UNHCR nin “Göçmen idaresi” çadırları altındaki daha kabul edilir, ızdıraplı yaşamları... Kimse bu göçmenlere, taksilere binemezsin, dolmuşlara binemezsin, otobüslere binemezsin demiyor, yine de... Savaşı bilmeyen, ama savaşı isteyen ve yaratan ve savaşlardan umarı ve muradı olan beylerin vicdanlarının sorgulandığı yerdir, barış ve huzur dolu olan yerler, bu anlamda barışın kıymetini bilmek gerektiği asla ve kat’a unutulmadan, öyle gaza gelip, herşey vatan için gazıyla, yola çıkılırsa sonumuz, mazallah... Peki savaş umarcısı ve yaratıcısı beylerin, bu sonuçları bilmediklerini söylemek mümkün mü? Hayır, şüphesiz hayır...

Evet, tam da bu yüzden, barışı kim istiyorsa, kim barış için çaba gösteriyorsa, bu uğurda kim samimi girişimlerde bulunuyorsa, bizden destekten başka bir şey beklemesin, destek, hem de tam destek... Bu anlamda Osman Köfüncü ve ekibine bir kez daha teşekkür ediyor ve başarılar diliyoruz.

Ne olursa olsun barış, ne olursa olsun huzur... Her türlü gönülsüz göç dalgası yaratan girişimlere hayır...

Adalılar da bizim insanlarımız gibidir ve bu yüzden karşılıklı gidişler, gelişler, çalışmalar, ikamet etmeler “kuralsız olmalıdır” diye düşünüyorum, hem de herkese ve her kesime... Efendim, şöyle olurmuş, böyle olurmuş, olsun, nasıl olsa bir vade içinde bir düzene kavuşur, ve  belki de dünyada sınırsızlığın bir ilk adımı olur bu. “yaşasın sınırsızlık”, yaşasın sınırsızlık diyen ve diyebilenlerin yüzü suyu hürmetine gelişecektir..

Bana da gazeteci denmez ama, ÇESO’nun bu seyahatini izledim, ne mi yazacaktım, seyahat izlenimleri mi, olmadı, ama ne yapalım bana da böyle bir görev düştü.

 

Salı, Kasım 03, 2015

SEÇİMLER ARDINDAN

1 Kasım 2015 Milletvekili seçimleri sonrasında, bazı kesimlerce çok sıkıntılı ve sarsıcı kabul edilen sonuçların doğduğu kabul edilse bile, bizler açısından hiç te sürpriz bir durum olmadığı çok nettir. Geç saatlerde seçim sonuçlarının resmi olmayan kesin sonuçları ortaya çıkınca, dostum, çok iyi bir siyaset analisti Sn. T. Uslu’dan detaylı bir değerlendirme aldım... Değerlendirmeden de görüleceği üzere geniş kitlelerin tercihlerinin yoğunlaştığı merkez siyasette ciddi değişikliğin olmadığı, kenarlarda ise merkeze doğru geçişlerin olduğu, ki bunların makul karşılanması gerektiği açıktır. Ayrıca, Canım Yurdumda, necip milletimiz açısından dünya yansa, kılı kıpırdamama durumu çok şükür ki devam ediyor.

“1 Kasım seçimlerini 2011 seçimleri ile kıyaslamamız daha doğru olacaktır. 7 Haziran seçimleri, cinayetler ve tehditler karşısında 5 ayda bu denli savrulabilen kaypak bir seçmen kitlesinin varlığı bakımından doğru bir kıyaslama ölçüsü oluşturmuyor.
“2011 seçimlerinde AKP % 49,95 oyla 326 milletvekili kazanmıştı. Şimdi, % 49,41 oyla 316 milletvekili kazanmış...
2011 seçimlerinde CHP % 25,94 oyla 135 milletvekili kazanmıştı. Şimdi % 25,38 oyla yine 134 milletvekili kazanmış...
2011 seçimlerinde MHP % 12,98 oyla 53 milletvekili kazanmıştı. Şimdi %11,93 oyla 41 milletvekili kazanmış...
2011 seçimlerine bağımsız olarak katılan BDP adayları 36 milletvekilliği kazanmışlardı. Şimdi % 10,70 oyla 59 milletvekili kazandılar...
Bu sonuçlara göre AKP ve CHP oy olarak neredeyse tam yerinde saymışlar. CHP milletvekili sayısını 1 azaltmış, AKP ise 10 milletvekili kaybetmiş...
Yine bu sonuçlara göre MHP % 1 oy kaybına karılık 12 milletvekili yitirmiş.
Ve HDP, hem oy oranını oldukça önemli bir oranda artırmış ve hem de milletvekili sayısını 36'dan 59'a çıkarmış...
Bu sonuçlara göre iki seçim arasında sadece HDP başarılı bir sınav vermiş görünüyor. Bırakınız eğlentileri, zafer naralarını, balkon konuşmalarını... Tablo meydanda... Eşeği kaybedip bulduktan sonraki nafile sevinçleri önemsemeyin. Ülkeyi öyle zorlu günler bekliyor ki, bu AKP tek başına iktidarda olsun ve görelim...”

Buradaki; 7 Haziran seçimlerinin değerlendirme dışı tutulmuş olmasını okuyucularımız, garipseyebilirler ama 7 Haziran seçimleri zaten yok sayılmıştır, değerlendirme dışı tutulmuş ve red edilmiştir, yok sayıldığından da tekrar seçim adı ile maruftur ve tam da bu yüzden bizde değerlendirmenin 2011 ve 2015 seçim sonuçları arasında kıyaslanarak daha doğru olacağına karar verdik. Yani, aradaki aşamada, “serbest bırakırsan ya davulcuya, ya zurnacıya varır” sözü mucibince yaşanan savrulma sanal bir durumdu... Ve şimdi yeniden; necip milletimiz asli tercihine rücu ederek, durumu özür dileme kabilinden dengelemiştir.

Neymiş “istikrar” kazanmış, sevsinler sizi... Nasıl bir istikrar ise bu, fıtrat, TOMA, biber gazı, sniper, sokağa çıkma yasağı, makarna, kömür, döviz hareketleri, ABD, Rusya, AB, Ortadoğu vs. vs... AKP, şehit cenazeleri göstererek, neler olacağını tebarüz ettirirerek avantaj elde ettiği seçim sonrası, CHP “Sorumluluğumuz arttı”, MHP, “Partimizin tüm organları görev başında”, HDP, “Kızılca kıyametin içinde barajı geçtik, başarıdır” diyerek, durumu stretejik derinlikte tespit edip değerlendirmiştir. Hepinize Allah selamet versin... Yine gak guk... Meseleler bir başka bahara ötelenmiştir... Diğer taraftan, en hızlı AKP’li anket kuruluşları bile böyle bir sonuç tespit ve tayini yapamamışken, hatta AKP bile durumu sürpriz olarak görmüşken, insanların “oy çalınacaktır” iddialarını ne oranda ciddiye almış oldukları da ayrı bir değerlendirme konusudur. Eğer ciddiye alınıp ta gereği yerine getirilmemiş ise ve ilaveten halkın acil, yakıcı ve kahredici sorunlarına kalıcı ve ahlaklı çözümler bulunamadığı ortada iken, tercihini hâlâ böyle kullanmış halkın cahil olduğu iddiasının ardına sığınarak durum izah ediliyor ise, olsa olsa en hafifinden cahilliktir. Evet halk cahil, çözüm diye bulabildiği tek şey uhrevi duruma ve dünyevi 3 maddelik ve sıradan maddiyata sarılmak ise, burada kabahat, elbette kendisinde olduğu kadar çözüm bulma ve önerme makamında bulunanlardadır da... Ayrıca da bu halk seçimler öncesi çok güvenilecek kadar eğitimli ve öğretimli idi de, bir gece de mi cahil oldu, dün söylenmeyenlerin bugün söyleniyor olması en hafifinden ikiyüzlülüktür...

Birde “emanet oy” meselesi vardı, ilgili herkes, körün fil tarifi misalince, “asıl emanet oylar diğer partilerde” ya da “emanet oyların olduğunun bilincindeyiz” ikilemi içinde güme gitti ama hayat böyle işte konuşanı susturursanız, hayat size bunu fatura eder misali, emanet oy konusu kısa sürede doğruluğu ispatlanmış bir konu olarak önümüze dikildi... Üstelik de HDP’nin emanet oyları batıdan ziyade, ağırlıklı oy depolarının bulunduğu illerde, AKP’den alındığı ve günü gelince aslına rücu ettiği ağırlıklı olarak görüldü. CHP’nin HDP’ye emanet oy vermemiş olduğu da ispatlandı, hani 7 Haziran seçimlerinde “bir kısım” CHP’liler bizim önemli miktarda oyumuz, HDP barajı aşsın diye HDP’ye gitmiştir gibi “gak guk” kabilinden geyik yapmışlardı ya, onun da aslı ve astarı olmadığı açığa çıkmıştır.

Diğer taraftan, iddia edildiği üzere, salt korkunun yarattığı oy geçişidir bunlar diye de izah edilmesin, vallahi “bir Türk dünyaya bedeldir” ya da “bir Kürt dünyaya bedeldir” iddiası da güme gider... Çok parametreli bir tercihler manzumesidir tüm bu olanlar. Sonuç itibari ile; bu sonuçlar necip milletimizin özgür iradesi ile tezahür etmiş ise, adama derler “yahu verseydiniz bu oyları 7 Haziranda, bu kadar ölüm olayı ile karşılaşılmasaydı” ... Gerçi söyleneni, kimin söylediğine bağlı olarak halkımız iyi dinler, bu seçim bunu da kanıtlamıştır, gerçi 400 istendi ama ne yapsınlar cepte bu kadar vardı... Ne mesaj mı verdi, güldürmeyin...

Cuma, Ekim 23, 2015

ZAT, AYDIN KORKMAZ, PATRON, SEVGİLİ AYDIN

Bu hafta; İstanbul Atatürk Havalimanında yaşadığı olumsuzluklar karşısında, havalimanı tuvaletinde ayakkabı bağıyla intihar ettiği söylenen, İngiliz gazeteci Jacqueline Annen Sutton üzerine; bir insanın tuvalette uzunluğu en fazla yaklaşık 1.00 mt olan ve özellikle 78’lilerin hiç yabancı olmadığı ayakkabı bağı ile nasıl intihar edebileceği üzerine yazayım diye içimden geçirirken... Keyif alarak yazılar yazdığım YENİ ÇEŞME Gazetesinin bu haftaki sayısının bir gün önceden basılıp, erkenden elime geçmesi ve 3. sayfada gördüğüm, beni hedefe koyan iddialı yaklaşım üzerine polemiğe son kez kabilinden, gazetenin 3. sayfasındaki Zat’a, Aydın Korkmaz’a, Sevgili Aydın’a ve Patron’a, son kez ve ne olursa olsun bir daha asla vermeyeceğim cevabı vereyim kararı aldım...

YENİ ÇEŞME Gazetesinin 3. Sayfasındaki; Zat, Aydın Korkmaz, Sevgili kardeşim, Sevgili Aydın; diye kendisine hitap edilmiş olmasını, bir kararsızlık meselesi ve nitelemede tutarsızlık zannetmiş, oysa ki, bu tam tersine, sıfatlarının neredeyse sayılamayacak kadar, en azından benim nezdimde, çok olduğunun göstergesi olarak algılanmasını gerektiren bir yaklaşım olup, bana da sadece, Ruhi Çilek diye başlamış ve öyle devam edeceğini ve de gerekirse öyle bitireceğini söylemiş, eeee tabii ki benim bilgim, ilgim, tecrübem, becerim, kabiliyetim, belagatım, hassasiyetim çok sınırlı olunca, ona tekabül eden sıfatlarım da sınırlı olacaktır, hatta o kadar ki, Ruhi Çilek’in, takdim-tehir edilerek, Çilek Ruhi denilmeyi hak edecek kadar bile değil... Önceki yazımda; kendisine hitap şekillerimin de sayısal dökümünü yapmış sevgili kardeşim, ne diyeyim, Allah selamet versin. Günün mode deyimidir ya; “algı”, ahada tam da öyle... “Ördek Memet” hikayesi yani... Evet, tam da “senin anlattığın karşıdakinin anlaması ile sınırlıdır” durumu... Ancak; “uslup meselesi, ayakkabı köselesi değil” gibi kurtlar vadisinden fırlamış gibi görünen bir feylosofianın, makul ve kabul edilebilir görünüp, bu yaklaşımın düstur edilebileceğinin kabul edilmesi hedeflenir iken, bunun üstüne daha da uzun uzun kelam ediyor olmanın “vatana ve millete bir faydası olamayacağının” üstüne parmak basmaya gerek yoktur diye düşünüyorum...

Bir başka başlık ise; “herkes kendi köşesinde İlçemiz ve Ülkemizdeki olaylara kendi dünya görüşlerine göre yorum yapıyor” diye yazarak, gerçekten gereksiz bir alınganlık eseri olduğunu düşündüğüm bir konuya giriyor ve sanki bir satır önceki “Yeni Çeşme Gazetesi, bir platformdur” iddiasını tekzip edercesine, burası insanların, en azından benim öyle, diğerlerinin durumu ne beni ilgilendirir, ne de bilgi sahibiyimdir, ücret karşılığı çalıştığım bir yer değil, elbette, kendi özgür irademle karar verdiğim şeyleri yazacağım, siparişle yazı yazılacak platformlar ile bir ilişkim yok, olamaz da ... Evet, polemik başlattığını bildiğimiz yazımda da, belirtmiş idim; bir kez daha yazayım, “açıktan ve direk söylemek gerekirse gerçekten övülecek işler yapmakta olup, kendince ve olabildiğince bağımsız ve tarafsız bir tutum almaktadır”, bunda gazetenin patronunun tutumu kadar, biz düşündüğü gibi yazanların da payı vardır. Sen, senin gibi düşünmeyene sayfa tahsisi etmeme hakkını kendinde görüyor olabilirsin, ama bilesin ki biz düşündüğü gibi yazanların da o sayfayı kullanmama hakkımız vardır... Yoksa platform başka bir şey haline dönüşür, Allah muhafaza...

“Karakolda doğruyu söyler, mahkeme de şaşar” , eee, Sayın Aydın Korkmaz, Sevgili Aydın, Sevgili Kardeşim ve de patronum, ben zat-ı alileriniz gibi, karakol ve mahkeme yüzü görmediğimden bu savının daha baştan şaştığını söylemem seni üzmez herhalde, ama bak ben Amerika’ya da gitmedim ama üstüne laf edebilme konusunda herhangi bir bilgi eksiğim yoktur diye düşünüyorum.

“Onca yoksulluk varken”; filminden bahsediyorsun, sen filmi seyretmişsin, bana da tavsiye ediyorsun... Tabii ki, biz sinema yüzü görmediğimiz için böyle bir hak sana doğuyor, Sayın Aydın Korkmaz, Sevgili Aydın, Sevgili Kardeşim ve de patronum... Ama; senin gibi dostlarımdan (al sana bir ilave sıfat daha), hem tiyatro oyunu üstüne, hem filmine, hem de kitabına yönelik çok şey dinlegimden, en az senin kadar kulaktan dolma (!!!!!) da olsa, bilgi sahibiyim, kulaktan dolma diyorum çünkü bildiklerinin düzeltilmeye haydi güncellenmeye ihtiyacı var diyelim, geçelim... Kaldı ki, burada tarafınızca zımnen, ülkenin içinde bulunduğu çok sıkıntılı bir durum yerine, “polemik arayışında bulunuyor olmam”, köşe işgal ediyor olmanın sefaleti olarak değerlendirilmektedir. Memleketin sıkıntılarının önceliğini tayin etme yetkisinin sende olmaması bir kenara, “arkadaşlar” ifadesinin gölgesinden, bazı analizleri ve görüşleri tiye alma hakkının olmadığı da çok açıktır ve bu konuda yaptığımız eleştirileri de makul ve anlayışla karşılamanı bekliyorum. Eleştiri hakkımı, herhalde birilerine, velinimettir tayiniyle temlik edecek halim yok, ben herkese olduğu gibi, sen sevgili kardeşime de eleştiri hakkımı kullanırım, kullanıyorum ve de kullanacağım, bundan taviz yok... Bu lafın bu anlamdaki mealini görmezden gelerek; “Ne yapmışız, neyi söyleyememişsin, neyi yazamamışşın” diye adeta, meydan okuyan bir edayla sesleniyorsun, ee gayet güzel, ben nerde bunu söyleyemedim, nerde neyi yazamadım demişim, yok böyle bir şey... Zaten kast-ı mahsusayı oluşturan böyle bir şart oluşursa, sırtımda yumurta köfesi yok ya... Kaldı ki, böyle ne bir kastım oldu, ne de ima etmişliğim oldu, ne de söylemim, ama “eleştiri hakkımı saklı tutuyorum” ifademi vesile kabul ederek, başka şeyler de ima ediliyorsa ki, sanki öyle bir hava oluştu, duruma kani olduğum an gereğini yapacağımdan başta sen olmak üzere, kimsenin zerre kadar kuşkusu olmasın...

Yani kısaca (!!!!) diyeceğim o ki; Aydın Korkmaz, Sevgili kardeşim, Sevgili Aydın; yaptığın işi saygıdeğer buluyorum ve bu çizgide devam ettiğin sürece bulmaya da devam edeceğim, burada bir köşem olsa da, olmasa da... Bildiğin üzere yazıyor olmamım tek gerekçesi, yarın-öbürgün, torun torba, dost ve arkadaş çevrem, bu adam bu konuda ne düşünmüş diye sorduğunda başvuracakları bir kaynak olsun istedim, bu zaten var, bir blog sahibiyim, aaa senin gazetende bir köşem olmaya devam ederse mutlu da olurum, olmasa da canın sağ olsun... Yoksa ne reklam ve para, ne tanınırlık, ne bilgi satışı, ne de benzeri bir ikbal beklentisi içinde değilim, aman beni karıştırma... Artık ne dersen, de, sana cevap vermeyeceğim...Tıp...Tıp...



Pazartesi, Ekim 19, 2015

SPONSOR ARIYORUM

Bilindiği üzere, sponsorluk; hedefi olan kuruluş ve kurumların amaç ve hedeflerini hızlı ve güvenli gerçekleştirebilmeleri için sanat, kültür, sosyal ve spor alanlarında, gerçek kişi veya tüzel kişilerin, para, araç-gereç ya da hizmet ile desteklenmesi ya da tüm bu çalışmaların planlanması, yürütülmesi sürecinin finansman teminidir. Sponsorluk; sponsor olunana hedefe varmada kısaca destek anlamında olmakla birlikte, sponsorlara da, geniş kitleler nezdinde yoğun izlenen mezkur alan üzerinden de, reklam, beşeri ilişkiler, satış, teşvik vb. hedeflerde ve marka adını kafalara nakşetme, markaya itibar kazandırma, kurum ya da kuruluşa ehven ve sevimli kimlik kazandırma ve de özellikle vergi muafiyetleri ve mezkur kamu ilişkilerinin ehvenleştirilmesi adına bir hoşluk teminidir, aynı zamanda... Kolayca bilinebileceği üzere; her türlü ticari kurum ve kuruluş yanında kamu kurumları da bu alanda, ciddi ciddi yer almaya başlamışlardır. Diğer taraftan, işletmelerin ürünlerinin hedeflere uygun pazarlanabilmesi, hatta “sponsorluk” numarasıyla kitleler nezdinde mezkur ürünlerin bilinirliğini arttırmak, ürünlere ihtiyaç oluşturma, satışları artırmak mümkünse patlatmak gibi bir süreçten bahsetmekteyiz. Pazarlama faaliyetlerinin “tilkileri”; klasik reklamların güvenirlik ve etkinlik ölçümünün gerçekten saptanamaması, yoğun rekabet koşulları içinde güme gitmesi kaygılarıyla, behemehâl reklama türbanı geçirip, siyasal destek verdikleri üzerinden de yasal sponsorlukların yarattığı mamalanmanın mucibince, piyasa kontrolü adına bu icadı hayata geçirmişlerdir. Bir nevi reklam bütçesi olan sponsorluk, vergi mevzuatları mucibince de bol miktarda yağlı bir durum oluşturmuştur. Sponsor ise; Finansal velinimet demektir... Necip Türk Milletinin genlerine işlemiş ve karakteristik özelliğe evrilmeye başlamış, aklın temelinde, “devlet bize baksın”, “herkes bize yardım etsin” ruh hali oluşmuştur...

Sponsorluk; Nişanyan’ın etimoloji sözlüğünde, İngilizce kökenli “bir girişimi destekleyen veya finanse eden, kefil, garantör”, Klasik Latince de ise, “sponsor, kefil ve söz kesmek, ant içmek, kefil olmak”, TDK da ise; “destekleyici” olarak tanımlanmaktadır.

Sponsorluk; sadece yukarıda belirtildiği üzere sadece mezkur alanlarda mı kullanılıyor, şüphesi hayır...Dünyada pek çok ülkede, siyasal yaşamın manipüle edilmesi uğruna, burjuva anlamda da olsa siyasal ahlakın irtifa kaybetmesine neden olunmuştur, ama elimizdeki en azından bendeki verilere göre, bu konudaki ilk çok büyük legal manipülasyon Almanya'nın Faşist lideri Adolf Hitler tarafından yapılmış olup, seçimlere yönelik bastırılan büyük afişlerle, fakir Alman halkına dağıtılan kömürleri Mısır’daki piramitlerin büyüklükleri ile kıyaslayarak anlatmaktadır.
Peki canım yurdumda, bu tür seçmen sponsorluğu ne zaman başladı, açıklık adına seçim izlemelerinin başladığı dönemde, dönemim muktedirleri tarafından kanaat önderlerinin desteklenerek toplumsal manipülasyon hedeflenir iken, 1970 lerde ise, gereken oyun birkaç kat oy pusulası basılarak çalınan ya da kaybedilen mühürlerin fütursuzca kullanılarak, al mühürlenmiş oy pusulasını, getir boş oy pusulasını karşılığında al yeşil doları kampanyası ile al ayakkabının tekini seçim sonuçlarına göre al diğer tekini kampanyası ile direk desteklemeye geçilmiş olup, malum zatın öncülleri başlatmışlardır, dedikodusundan geçilmez olmuştur. Artık bir defa delmekle birşey olmaz denildi ya, beyaz eşya, kömür, makarna, yağ, gıda, giyim eşyası ve para, seçim manipülasyonuna enstrüman olmuştur. Ne yazık ki, bu her siyasi ekibin gözünü kırpmadan yaptığı bir iş olmaya başlamış ve görece de varolsa siyasi etik yerlere serilmeye başlamıştır. Şüphesiz bu enstrümanların tamamı legal ve kanuni zeminde yapılmakta olup, seçimlerin illegal finansmanının manipülasyona yansımaları konusunda delilli söz söyleyecek durumda değiliz. Ancak şu kadarını yazayım ki, bir ülkede soygun ve hırsızlık düzeni siyasal olarak olumlanıyorsa, bir paylaşım piramidi var demektir… Ganimetten pay alan neden ses çıkarsın ki… Sen mutlu, ben mutlu, oyunu...

Eskiden “Adalet” kazanırdı, sonra birden “Anavatan” kazanmaya başladı, şimdide “Adalet ve kalkınma” kazanmaya başladı, “A” ların zaferidir bu efendiler. Eeeeeeeeeeeee ne de olsa alfabenin ilk harfi, bizde hala ve bunca yılda ancak bu kadar öğrenebilmişiz, durmak yok yola devam…

Günün moda ifadesi “sponsorluk” ya, bende yaklaşan seçimlerde sahip olduğum oyuma sponsor arıyorum, oyumu satıyorum demiyorum zinhar, ki kamusal bir sorumluktur oy sahipliği, zam yapmanın adının fiyat ayarlaması, sansürün adının düzenleme olduğu bir ülkede bu da fazlaca sırıtmaz herhalde… Bende oyum için istediğim rüşvetin adını sponsorluk anlaşması talebi diye nitelendirsem çok mu olur acaba? Gerçek vatandaş - sanal vatandaş durumu var sanki canım yurdumda, gerçekler sponsor aramıyor, kamusal sorumluluk alıyor, diğerlerine zaten diyecek kelam yok... Allah selamet versin...


Yazımı önemli feylesof Nietzsche’nin bir sözü ile bitireyim; “Cahil bir toplum, özgür bırakılıp kendine seçim hakkı verilse dahi, hiçbir zaman özgür bir seçim yapamaz. Sadece seçim yaptığını zanneder. Böyle bir seçimle iktidara gelenler, düzenledikleri tiyatro ile halkın egemenliğini çalan zalim ve madrabaz hainlerdir.”

Pazartesi, Ekim 12, 2015

GAZETENİN 3. SAYFASINDAKİ ZAT’A CEVAP


Uzun bir süreden beri yazılar yazdığım “YENİ ÇEŞME” gazetesi, eleştiri hakkımı sürekli saklı tutmak kaydıyla, açıktan ve direk söylemek gerekirse gerçekten övülecek işler yapmakta olup, kendince ve olabildiğince bağımsız ve tarafsız bir tutum almaktadır, diyebilirim. Diğer taraftan ise bu gazetede yazı yazıyor olmam, gazete genel politikasıyla ya da gazete sahibi ve yazı işleri müdürü ile tıpatıp aynı şeyleri aynı şekilde düşünüyorum anlamına gelmemektedir, gelmeyecektir de... Zaman zaman, gerek yazı içeriği ve sahip olduğu iddaaya teorik açıdan, gerekse de vaka anlatımlarının takdim tehirlerine itirazlarımı sözlü olarak aktardım ve nihayet bir de yazılı karşılık ve eleştiri yazısı yazmaya karar verdim.

Son bir kaç sayıda başta olmak üzere özellikle de bu sayıda; biraz da beni ve diğer arkadaşımı kastederek, hatta çaktırmadan dalgaya alarak, “Çeşme’nin devrimci başkanı” söylemimiz üstünden, “Arkadaşlar, Devrimci Başkan, der... Ben ihtiyatlı davranırım. CHP li Sosyal Demokrat Başkan der geçerim.” diye yazmış... Artık cevap vermek kaçınılmaz oldu, asla kat’a bir polemik arayışında değilim ama olacaksa da kaçacak halim yok, hoş geldi sefa geldi makamından başım üstünde karşılarım... Ne yaparmış Aydın Korkmaz, ihtiyatlı yani “tedbirli” olurmuş, vay ki vay... Doğru vallahi, bir önceki Belediye Başkanımız Faik Abimizle ilgili de, bayağı ihtiyatlı davranışları vardı, ben de “ihtiyat”a saygımdan ötürü fazlaca kelam etme ihtiyacı duymamaktayım, eğer bu girişimim bir polemik havası alırsa seve seve bugün ihtiyaç duymadıklarımı, ihtiyaca binaen yazıya dökerim... Başkanın “devrimci” olmasının kendisince nasıl bir tarifi var, ben bilemiyorum, ne yaparsa bir insan devrimci sayılır, ne yapmazsa devrimci sayılmaz tasnifi biraz flu... Mesele devrimci devrim yapar, yapmazsa da devrimci olmaz gibi klasik bir tarife sığınarak, bir tarafı ilzam etmenin yolu sadece budur diye dayatmanın, gelinen nokta itibariyle bizzatihi kendi durumudur, derim ben de... Bilmem anlatabildin mi, biri de kalkar, devrimciyim diyorsun ama sen de devrim yapmıyorsun, dolayısıyla sende devrimci değilsin, der ve cevap bulamazsın bu yaklaşıma... Kaldı ki, literatür gereği başkanın böyle bir sıfat ile nitelendirilmesinin mümkün olmadığını, bende en az kendisi kadar bilmekteyim, ama bunu o bilmekte mi onu pek bilememekteyim... Ben ve diğer arkadaşım başkana hala ısrarla ve inatla böyle demeye devam edeceğiz ve anladığım kadar ile de Aydın Korkmaz da bizi tiye almaya devam edecek... Bizim kasıtlarımız çok açık ve net olup kendisiyle paylaşmışızdır tüm bu tariflerimizi, ama ne yazık ki bu kadar kâr edebilmişiz, demek ki....

Diğer taraftan ama en önemli cevap gerektiren nokta ise, kendisine büyük, ulvi ve anlamlı bir nokta olduğuna inandığım “komünist” mevkiini uygun gören muhteremin, tüm yazılarında, değerlendirmelerini kapitalizmin genel geçer tarifleri, kâr, maliyet, üretim (ihtiyacı gözetmeyen), pazarlama vs. vs. üstünden yapıyorsa, burada kafa bulanıklığının tezahürü söz konusudur bence... Son yazıda, “üretim tesisleri, fabrikalar ve pazarlama” ifadelerini öne çıkararak, Çeşme’lilerin de meşrepleri gereği çok seveceği bir tarife, kendi yazım alışkanlıkları ve tekniği açısından kısaca dalıyor, sevgili kardeşim... “Çok üretelim” demenin, çok tüketelim demenin tersten ifadesi olduğunu bilerek ya da bilmeyerek göz ardı ederek, çok üretelim, çok artık değer oluşsun, işverenin karşılığını ödemediği ya da ödemeyeceği çok değer oluşsun, vay ki vay, nasıl yaklaşım ama değil mi... Konuyu kendisine açtığımda ve bu yaklaşımı bir yerden hatırladığımı ve ilk defa “Çeşme Esnaf Odası Başkanından” duyduğumu söylediğimde de, biraz içerleyerek, “ben bunu uzun yıllar önce söyledim” der ve bende durumu idare etme adına, olabilir başkan da senden duymuştur o zaman dedim, konu mahreç ve telif tartışmasını aştı, çok şükür... Sonra fabrika mülkiyeti üstüne muhabbette, yazıda Belediye’yi kastı çok açıkken, ben mülkiyetin kooperatif olmasını kast ettim diyerek yine soldan bir orta yaptı, bilahare de konuşması ile, biz sosyalist olmayanların kafasını pırıl pırıl berrak bir hale getirdi, sağolsun... Eeeee, tabii ki, sevgili kardeşim, muhtemelen, fabrikalar çoğalsın, işçiler çoğalsın, nasıl olsa işçiler de devrimci olacak, gibi bir fantastik sıralamayı düşünüyordur(!!!!)... Ama konu, konserve fabrikası rayından bir attı, enerjiye kadar onlarca konuda sörfe geçti ama bir türlü, sınırsız üretimin aynı zamanda sınırsız tüketim olduğu konusuna gelemedi, görünen o ki gelemeyecek te... O da ısrarcı, bende ısrarcıyım, bakalım neler olacak... Ben ısrarla kaynaklar sınırlı dedikçe, ben tüketim tasarruflu olmalı dedikçe, ben konfor ısınızı azıcık azaltın dedikçe, ben minimal yaşayın dedikçe, hayati ihtiyaçlar dışında minimum düzeyde giyinin, kuşanın dedikçe, dahili frenler devreye girdi galiba, umarım fren balataları sürekli çalışır hale gelir... Daha çok şey var, yazılacak ama, adam “patron” işime de son verebilir, haddimi bileyim diyor, burada kesiyorum... Bundan kellisini gazetede devam ettireceğiz, merak edenler, Salı ve Çarşamba günleri sabah saatlerinde buyurup gelsinler, eğer işime son verilmezse tabii ki...

Sevgili Aydın; sen yoldaşını bulmuşsun, Allah yolunu açık etsin, 312’lik yoldaşınla, mutlu ol... Ama dikkat et, çıktığın yol ve yola çıktığınla ilgili fazlaca uyarılara muhatap olma istersen... Hayırlı yolculuklar...

Nazım Hikmet’i hep eleştirdiğini söyleyen Aydın Korkmaz’a, aynı iştahı taşıyarak sanayinin yüceltildiği için seveceği bir N. Hikmet şiiri....

Trrruum
Trrruum
Trrruum
Trak tiki tak
Makinalaşmak
İstiyorum
Beynimden, etimden, iskeletimden
Geliyor bu
Her dinamoyu
Altına almak için
Çıldırıyorum
Tükürüklü dilim bakır telleri yalıyor
Damarlarımda kovalıyor
Oto direzinler, lokomotifleri

Pazar, Ekim 04, 2015

BUNLARIN CEMAZİYE’L EVVELİ – 6 KORE SAVAŞINA ASKER SEVKİYATI


Sadece adı demokrat ama icraatları ile despotik bir yönetim gösteren Demokrat Parti (DP) hükümeti, başta DP’nin Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve DP’nin Başbakanı Adnan Menderes, haiz oldukları vasıfları ve amade oldukları vazifeleri mucibince, “sınırı bulunmamasına” rağmen, dünyanın öteki tarafındaki savaşa dahil olunması için, Anayasa’yı da çiğneyerek meclis kararı almaksızın, 1 tugay askeri Kore savaşına sevk etmişlerdir... Demokrasi yıldızı diye vatandaşımıza kakalanan muhteremlerin vatandaşını, emperyalistlerin amacına vasıl olmaları adına soktuğu ilk savaşlardan biri olarak tarihe geçmiştir, Kore savaşı, bu anlamda sonraları ABD’ye yaranma adına, Afganistan’dan taaa Afrika’ya kadar asker göndermemize yol açması hasebiyle de kara bir lekesidir canım Yurdumun bağrına kazınan.  Bu ne idüğü belirsiz amaçlı, asla kimin kişisel olarak ne kazandığı belirlenemeyen bir savaş olarak tarihe geçen, canım yurdumun insanın kafasında da, “yahu biz 30 yıl önce bu emperyalistlere karşı savaşmış idik, şimdi ne oldu da onların komutasında dünyanın bu ucunda savaşıyoruz” düşüncesi bile oluşturmamıştır ve korkarım ki oluşturmayacaktır da, baksanıza hala açıktan ve bodozlama saldırıyorlar, ne işimiz vardı oralarda diyenlere ve ne yazık ki bu saldıranlara da yurdum insanı saldırı vekaleti vermektedir, Allah selamet versin... Kahramanlık gazı verilerek; Sarıkamış faciasından sonra, canım Yurduma yaşatılan en anlamsız ve gereksiz bir savaştır... Tabii ki başkalarının evlatları üstünden kabadayılık taslamanın moda olduğu, hatta fazlaca karşılık bulduğu bir ülkede yaşıyorsanız, vereceksiniz şehadet gazını, süreceksiniz savaşa... Sonra, dalga geçer gibi yaparak, “benim de amacım şehit olmaktır” diyeceksiniz...Sevsinler sizi...

Hani bir de demezler mi ki, yahu kardeşim bu yaptıklarımızı yapmasak, yani ABD’nin istediği yere asker göndermezsek, ülkemizin işgal edilmesi halinde, ABD yardımımıza koşmayacaktır, anlaşılır gibi değil, ama canım yurdumun insanı açısından sorun yoktur, dost ve müttefik diye görülen ya da kakalanan, gel dediğinde geldiğimiz, git dediğinde gittiğimiz ABD bize, her türlü ambargoyu uygular, askerimizin kafasına çuval geçirir, uluslararası kuruluşlarda hep aleyhimizde tutum takınsa da, içimizdeki ABD muhipleri gibi çalışan zevat, ki onlar hep muktedir rolü alırlar, ne yapıp, ne eder kandırırlar insanları... Bu yalanı söyleyenlere de, “at yalanı seveyim inananı” demek gerek ama yalan her daim karşılık buluyor işte, ne yapalım... Oysa ki, canım yurdumun insanı; “söyleyen deliyse dinleyen akıllı olmalı” diye harika bir sözün yaratıcısıdır ama siyasal tercihi konusunda bu sözü asla kullanmaz... Kore’ye asker gönderme konusunda; aldığı gazla hemen bir dernek kurar necip Türk Milletinin necip fertleri, ve başlarlar gönüllü toplamaya, tıpkı bugünlerdekine benzer şekilde, inanmayacaksınız ama ciddi sayıda da gönüllü başvurusu alırlar hatta o kadar ki dedikodulara göre savaşı tertipleyen ve amiral gemisinde oturan ABD’de bile o kadar gönüllü çıkmaz... ABD’ye şirin görünme konusunda devletimizin tüm kurumları adeta bir yarışa girer, her kurum karınca kararınca katkı sunmaya çalışır, hatta o kadar ki, Diyanet İşleri Başkanlığı; savaşın “komünizm’” karşı bir cihat olduğundan bahisle, toplumsal muhalefet oluşmasını engellemek için fetvalar yayınlar. Bu arada yine savaş aleyhtarı protesto gösterileri yapan “Barışseverler Cemiyeti”nin bir kısım üyeleri tutuklanır ve çeşitli hapis cezalarına çarptırılır.

Büyük Şair Nazım Hikmet; 25 Haziran 1959 tarihinde bu durumu aşağıdaki şiiri ile tespit ve tenkit eder...

DİYET
Gözlerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey,
iki gözünüzle bakarsınız,
iki kurnaz,
   iki hayın,
        ve zeytini yağlı iki gözünüzle
                 bakarsınız kürsüden Meclis'e kibirli kibirli
                          ve topraklarına çiftliklerinizin
                                     ve çek defterinize.
Ellerinizin ikisi de yerinde, Adnan Bey,
iki elinizle okşarsınız,
iki tombul,
   iki ak,
        vıcık vıcık terli iki elinizle
            okşarsınız pomadalı saçlarınızı,
                    dövizlerinizi,
                           ve memelerini metreslerinizin.
İki bacağınızın ikisi de yerinde, Adnan Bey,
iki bacağınız taşır geniş kalçalarınızı,
iki bacağınızla çıkarsınız huzuruna Eisenhower'in,
ve bütün kaygınız
      iki bacağınızın arkadan birleştiği yeri
              halkın tekmesinden korumaktır.
Benim gözlerimin ikisi de yok.
Benim ellerimin ikisi de yok.
Benim bacaklarımın ikisi de yok.
Ben yokum.
Beni, Üniversiteli yedek subayı,
                   Kore'de harcadınız, Adnan Bey.
Elleriniz itti beni ölüme,
            vıcık vıcık terli, tombul elleriniz.
Gözleriniz şöyle bir baktı arkamdan
ve ben al kan içinde ölürken
           çığlığımı duymamanız için
                   kaçırdı sizi bacaklarınız arabanıza bindirip.
Ama ben peşinizdeyim, Adnan Bey,
ölüler otomobilden hızlı gider,
kör gözlerim,
          kopuk ellerim,
                     kesik bacaklarımla peşinizdeyim.
Diyetimi istiyorum, Adnan Bey,
göze göz,
ele el,
bacağa bacak,
diyetimi istiyorum,
alacağım da.


 

 

Pazartesi, Eylül 28, 2015

BUNLARIN CEMAZİYE’L EVVELİ – 5 KIRŞEHİR’İN İLÇE YAPILMASI

Yere göğe “Demokrasi şehidi” hasebiyle sığdırılamayan, neredeyse demokrasinin ulu ve ulvi yıldızı diye tapınılan, ama “dindar ve kindar” nesil yetiştirme uzmanı ve öncülü olduğu bilahare ortalığa saçılan, her türlü hile, hurda ve desise dolu işler işleyip sonradan pişman olan ya da çark eden, seçim kazanıp iktidarını koruma adına, insan olanın asla ve kat’a aklına gelemeyecek, malum meleği bile hasetinden çatlatacak düzeyde kararlar alınan bir dönemin lideridir malum zat...

Malum hareket, “yeter söz milletindir” diyerek, ABD den aldığı sınırsız ve katıksız destek ve gaz ile ortaya çıkıp, ve de, ne yazık ki öngörüsüz ve çapsız bazı aydın çevrelerin de, tıpkı şimdiki zamanlardaki “yetmez ama evetçi” benzerleri gibi, çoşku ile desteklediği, Demokrat Parti (DP), 1950 seçimlerinde, o günkü seçim kanunun da, el ve yol vermesiyle, %53 oyla TBMM’de % 85 oranında bir temsiliyet yakalar ve canım yurdumun artık kaderinin, tarihe kara bir leke gibi düşmesine, neden olur... Esasen de; TBMM deki bu adaletsiz ve hukuki ama ahlaksız temsil, iktidar sahiplerinin başını döndürür, artık kendilerini deyim yerindeyse ali kıran, baş kesen gbi hissetmektedirler... Nasıl olsa TBMM’de çoğunluk kendilerinde, artık hilafeti bile getirmek isterlerse getirebilirlerdi, gücün hoyratlaştığı, hoyratlığın saldırganlaştığı, saldırganlığın yok etmeye kadar vardığı sürecin, vitesi bir arttırılmıştı... Akıl ve izan ihsan eylesin yaklaşımlarına kapılar kapatılmış, Allah ta verdikçe veriyordu bunlara gücü.... Çağdaş ve uygar dünya için birer angutluk sayılabilecek, günlük kar ve yaklaşımların siyasetin merkezini oluşturması devri başlamıştı, artık... Reis ne istiyorsa o oluyordu, hukuk ayaklar altına alınmış, ne gam ne keder... Aslolan paşazadelerin iktidarı devam ede...

1954 yılında milletvekili genel seçimleri yapılır; oyların % 58 ini DP, %35 ini CHP, % 5 ini CMP ve % 3 ünü Bağımsızlar alır ve TBMM’de temsil ise DP 502, CHP 31, CMP 5 ve Bağımsızlar 3 milletvekili şeklinde olur... Görüleceği üzere, tablo seçim sistemi tercihinden ötürü çok anlamsız ve temsil hakkaniyetine hiçte uygun düşmemektedir. Liderliğini Osman Bölükbaşı’nın yaptığı CMP (Cumhuriyetçi Millet Partisi), sadece Kırşehir İlinde 5 milletvekilliğini alır, alır da, gerek seçim çalışmaları süresince DP muhalifliğinin yoğunluğu, gerekse de eleştirilerin şahsiliği ve ağırlığı karşısında, DP iktidarı Kırşehir’e mim koymuştur artık...

Uzun çalışmalar neticesinde, kendilerine oy vermeyen Kırşehir İlini ilçe yapma kararı alınır ve derhal uygulama için kanun hazırlanır, talimatla komisyonda hazırlanan Kanun tasarısını inceleme görevini üstlenen komisyonun Başkanı DP’li olmasına rağmen o bile dayanamaz ve kanun tasarısının hiçbir hal ve şartta adalet düşüncesi ile bağdaşmadığını öne sürerek istifasını verir. Artık kinini ve öfkesini esirgemeyen bir ekip iş başındadır ve her kim ki muhaliftir, bir anlamda katli vaciptir, hatta o kadar ileri gidilmiştir ki söylemde; CHP nin aldığı %35 oy bile sindirilememiş ve Başvekil Adnan Menderes’in tarihe bir ibret konuşması olarak geçen sözü etmesine sebep olmuştur, “Demek ki, bu memlekette demokratlaştıramadığımız yüzde 35’lik bir halk var”... Bu ne hırs, bu ne doymazlık, bu ne kin, Allah gözünüzü doyursun... Nerdeyse fırınlara talimat edip, muhaliflere ekmek verdirmeyecekler...

Neyse, tekrar Kırşehir’in ilçe yapılması olayına gelelim; zaman itibariyle, Kırşehir ilçe yapılınca bir kısım ilçeleri ayrılarak Nevşehir ili oluşturulur, bir kısım ilçeler ise, Ankara ve Yozgat’a bağlanarak, konu, tam da Demokrat Parti ve yönetiminin şanına uygun ve son derece demokratik(!!!!) bir biçimde derdest edilir. Gerçi, Kırşehir 1957 yılında, artık hangi akla hizmet ya da hangi anlaşma mucibince tekrar il yapılır bilinmez ama daha önce kendisine bağlı ilçelerin önemli bir bölümü artık başka illere bağlanmıştır. Geçmiş olsun...

Dedik ya, kindar ve dindar bir yönetimin son derece demokratik(!!!!) yönetimi altında inim inim inler canım Yurdum, bu dönemde sadece CMP liderinin seçildiği ille mi sınırlı kalır, nerdeeee, CHP liderini de tercih eden Malatya, bu demokratlaştırılma operasyonundan nasibini alacaktır, hemen buradan bölünme suretiyle Adıyaman diye yeni bir il ihdas edilecektir. Şimdi diyorlarki; bugünlerde yaşananlar ilk olup daha önce yaşanmamışlardır... Hadi bakın bakalım ilkmiymiş... Beklenen oy verilmeyince ne yapılıyormuş, hemen cezası kesiliyormuş, nasıl kesiliyormuş, kanun marifetiyle, buldun mu beleş el kaldırıcıları hemen kanunlar çıkarılıveriyor ve oluyor sana kanun nizam hakimiyeti, sevsinler... Gerçi malum hikaye; Kırşehir’den gelen adam Kadıköy’ü görünce, “buraya Köy, bizim oraya da şehir diyenin boynu altında kalsın” demiş ya, bizim açımızdan da, Kırşehir il olsa ne olur, olmazsa ne olur, ama konu, nasıl bir kin ve öfke fışkırmasıdır, görülsün diye... Bu olay, basında ve tarihteki yerini “Kırşehir faciası” diye alınca, hemen Başvekil Adnan Menderes, hani Demokrasi havarisi ilan edilir ya, “Kırşehir faciası diyorlar... Eğer memlekette ilçe olmak facia ise, hemen söyleyeyim ki, memleketimizde halen yaklaşık 500 ilçe daha vardır. onlar da bu hale göre facia içindedirler” diyerek, kendisi gibi düşünmeyenleri ne kadar ciddiye aldığını gösterir, gücün sarhoşluğunun yarattığı ahlak ve terbiye kaybıyla, tıpkı diğer tüm ardılları gibi...

Şimdi yeniden seçimlere gidilirken, malum zatın ardıllarından beklenen, benzer davranışlardır, hatta daha da sofistike olanını uygulayabilirler, mesela, Çeşme ilçesini, Yozgat’a ilçe yapıp, Yozgat’ın Yerköy ilçesini de İzmir’e ilçe yapabilirler, vs. vs...

 

Cumartesi, Eylül 19, 2015

KENTLERİN YAYALAŞTIRILMASI


Ülkemizin içinde bulunduğu kentleşme süreci; hayatın diğer alanlarındaki gibi, ne yazık ki, insanı öne al(a)mayan, arabesk bir gelişim gösteren ve kentlerin artan nüfusunun kentsel mekanlar olan yayalaştırılmış alan arayışlarının arttırmasına rağmen, taşıt ulaşım ve trafiğini düzenlemeye yönelik şekillenmektedir. Kent ölçek ve dokusunu ihmal eden bu anlayış, taşıt araçları ve ulaşımı öncelikli bir ulaşım ve ulaştırma mühendisliğine evrilmiş durumdadır. Kentler açısından, bir yenilenme ve yeniden yapılanma süreci sayılabilecek “kentlerin yayalaştırılması” öngörülü projelerin artması, bu anlamdaki bilinç artışı ile birlikte doğru orantılı ilerlemektedir ve ilerleyecektir. Hayatın total olarak ticarileştirilmesi sürecinde, cazibe alanlarının doğru ve isabetli tayin edil(e)memesi, ticaret yapılıyor olmasının tapınılır duruma gelmesi, kent yaşamında insanı geri plana itmektedir, varsa yoksa daha çok, daha çok nasıl para kazanılır... Yaya ağırlıklı ulaşımın zorunlu ve gerekli olduğu kentlerde, maalesef mevcut durum içinde, halkın toplu kullanımına tahsis edilecek yeni yerler ihdas edilmesinin, imar ve mülkiyet mevzuatı açısından zorluğu ortada olup, bu kabil kullanımlara yönelik alternatif alanlar içerisinde hemen öne çıkan, konut alanlarında çocuk oyun yerleri teminine ve ticari alanlar içerisinde daha dinamik ama daha güvenli bir ticaret ve temaşaya yönelik, taşıt trafiğinin süreli durdurulması kaçınılmaz olup, daha estetik, daha ekolojik bir kent oluşumuna katkı sunar, aynı zamanda daha katılımcı ve daha paylaşımcı bir toplum yaratmanın en önemli öğesini de oluşturur...


Yayalaştırmanın; kent açısından, yeniden yapılanma, kentsel yenileme ve yenilenme programı olarak geliştirilmesi noktasında, kent içi yollarda mezkur amaca yönelik planlama, yolların yayalaştırılması, yaşanabilir ve dinamik yollar yaratmanın yanı sıra daha estetik bir kent yaratma adına, perakende ticaretinin arttırılması, kent merkezindeki insan hareketliliğinin arttırılması, kent merkezindeki erişimin kolaylaştırılması, kirlilik ile mücadele, kent merkezi imaj arttırılması, yaya faaliyetlerinin ve güvenliğinin geliştirilmesi, kentin sosyal imajının arttırılması, sokakların etkinliklere açılması ve insanın etkinliğe erişiminin kolaylaştırılması, kentin saygınlığının artırılması, insan-çocuk-sokak ilişkisinin geliştirilmesi, çevresel eğitimin yükseltilmesi vs. vs. açılarından kaçınılmazlığı ortadadır.



Çeşme’nin bir vadedir, kısım kısım da olsa etkili ve kararlı bir biçimde sokaklarında yayalaştırılması projeleri, hayata geçirilmekte ve halkın olumlu yaklaşımı ile karar alıcıları da devamı konusunda cesaretlendirmektedir. Alaçatı’nın taşıt trafiğine süreli olarak uzun yıllardır kapalı olması, ticaret, temaşa, eğlence ve sosyal yaşama nasıl katkı sunmuştur, uzun uzun anlatmaya gerek, bilenler bilir... Çeşme’nin “Old Bazaar”ı, Hurmalı Caddesi (İnkilap Caddesi) aynı şekilde, süreli taşıt trafiğine kapatılarak, canlanmış bir sosyal ve kültürel yaşama, ticaretin daha güvenli yapılıyor olmasına, gürültü kirliliğinden kurtulmaya, kentsel erişimin kolaylaşmasına, vs. vs. evrilmiştir...


En son yayalaştırma projesi olarak gerçekleştirilen; Çiftlik Mahallesi (Çiftlikköy) merkezi uygulaması, geç kalınmakla birlikte, nihayet bu sezonun son ayında, başlamıştır. Çiftlik Merkezde; yaşanabilirliğin arttığı, yayanın rahat dolaşabildiği, yaya güvenliğinin arttığı, taşıt gürültüsünün bitirildiği, eksoz gazının etkisinin kırıldığı, sosyal canlılığın arttığı ve bu nedenle de yaşam kalitesinin artmasına katkı sağlayan bu uygulamanın, genellikle vatandaşlar arasında memnuniyet yarattığı söylenebilir. Yukarıda bayağı detaylı verilen gerekçelerden ötürü, taşıt trafiğinin süreli durdurulması ve sokakların yayalaştırılması projelerinin artması çalışmaları yaptığını bildiğimiz Çeşme Belediye’sine  şimdiden bu çalışmalarında kolaylıklar diliyoruz.


Ancak, Çiftlik Merkez’deki yayalaştırma girişiminin, bir tarafı ile “Çiftlik Plajına” kattığı değer ve hareketlilik, diğer tarafı ile de, taşıt trafiğinin mütekamilen yönlendirilmemesi ve diğer rahatlatıcı önlemlerin ve bölümlerinin planlanmamış olması nedeniyle, ciddi sıkıntılara hatta yer yer taşıt sahiplerinin kızgınlıklarına ve kavgalarına neden olmuştur. Genellikle tüm toplumuzda varolan davranış biçimi burada da, kendini göstermiş, “yasak” tespit ve tayin edilmiş, ama alternatifi ya da yerine ikame olunacak davranış, usul ya da yöntem tespit ve tayin edilmemiş, taşıt trafik yönlendirilmesi için yeterince trafik işareti yerleştirilmemiş hatta yer yer eski yönlendirme levhalarının kaldırılmaması nedeniyle de, özellikle de tatil günlerinde tam bir curcuna yaşanmıştır.
Çiftlik Merkezde; gerek sürekli yaşayanlar ve işletme sahipleri gerekse de yaz süresince yaşayanların önemli bir bölümünün, merkez plaja erişim güvenliğinin artması, görsel kalitenin artması, yürünebilirliğin artması, caddenin genel görüntüsünün daha estetik ve ekolojik hale gelmesi, işletmelerin konuklarına daha gürültüsüz bir ortamda hizmet verebiliyor olmaları açısından memnun olduklarını ancak bu tür kararların hayata daha kolay geçebilmesi, daha çabuk uygulanabilir ve memnuniyetin daha yüksek hale gelmeleri açısından, karar süreçlerine mezkur kesimlerin etkin bir biçimde muhakkak katılması gerektiğini belirtmekte olup, düşüncemize göre de, bu katılımın temini için Çeşme Belediyesi’nin anketler ya da mini referandumlar uygulaması ile daha etkin, daha yaygın, daha adil ve demokratik hale geleceği kesindir.

Pazar, Eylül 13, 2015

ATATÜRK; “MENEMENİ YAKIN” DEDİ Mİ?


Geçenlerde; İlçemizin önde gelen siyasilerinden birisi “sosyal medya” da, “bir subay şehit oldu diye, “Menemen’i yakın” diyen Mustafa Kemal’i özledim” diye buyuruyordu... İnanılır gibi değil, o ki sosyal demokrat olduğu iddiasıyla ve temsil ettiği siyasetin gereği, suhuletle konuşması ve davranması gerekirken, tam tersine savaş tamtamları çalıyor olması, akıllara ziyan... Birkaç nedenle akıllara ziyan diyorum, öncelikle bulunduğu makam suhulet gerektiren bir makam, ilaveten asıl hedef unutularak sarf edilmiş kelam, ayrıca ve en önemlisi Mustafa Kemal Atatürk’ü bir “devlet adamı” olmaktan azade gösterme çabası gibi durmakta, be kardeşim zaten karşınızdaki blok koro halinde zaten “onu”, deli, sarhoş, başınabuyruk, ali kıran baş kesen olarak göstermeye çalışıyor, ne biniyorsun sen de bu trene... Bi sus bilmediğin (belki de iyi bildiğin) konulara fazla karışma, değil mi... Bu zat’a sadece Maria Magdelena hakkında şu küçük hikayeyi iyi okumasını salık veririm... Malumunuz; İsrail'de fahişelik yaptığı gerekçesiyle taşlanan Maria Magdelena’yı (Meryem) Hz. İsa korumaya çalışır ve kadını taşlayarak linç etmek için toplanan kalabalığa “Hiç günahım yok” diyen taş atmaya devam etsin der ve bunun üzerine öfkeli kalabalık dağılır...

Şimdi gelelim, mezkur konunun benim tarafımdan nasıl göründüğünü anlatmaya...

23 Aralık 1930 günü İzmir'in Menemen ilçesinde gerçekleşen, asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay'ın ve yardımına koşan bekçiler Hasan ve Şevki'nin, nihayetinde rejimi ve inkılapları hedef tutan, şeriat ve tarikat bayraklarının açılarak, başta Giritli Derviş Mehmet, Manifaturacı Osman, Hafız Cemal, Tabur İmamı İlyas Hoca, Alipaşazade Ragıp Bey, Şeyh Hafız Ahmet, Giritli İbrahimoğlu İsmail vb. gibi isimlerin bulunduğu, neredeyse tamamı Manisa ilinden gelen yaklaşık 150 civarında kişilerce katledilmesi üzerine, siyasi ve hukuki bir hayli fazla sonucu olan, olaylar zinciridir, mezkur başlığın konusu... Mustafa Kemal Atatürk, olayın kendisine bildirilmesi üzerine, İsmet İnönü, Fevzi Çakmak,  Kâzım Paşa (TBMM Başkanı Kâzım Özalp) ve 3. Ordu Müfettişi Orgeneral Fahrettin Altay Paşa’yı Çankaya Köşkü’nde bir toplantıya çağırır, olayların seyri ve vahameti üstüne durum değerlendirmesi ve alınacak tedbirler konusunda görüşmüştür. Olayların sadece Menemen’de olmasına rağmen, tüm Manisa ve Balıkesir illerinde sıkıyönetim ilan edilir... Sıkıyönetim komutanı da; 3. Ordu Müfettişi Orgeneral Fahrettin Altay Paşa tayin edilir. 1. Kolordu Komutan Vekili General Mustafa Muğlalı başkanlığında bir Divanı Harp kurulmuştur.

General Mustafa Muğlalı başkanlığında kurulan Divan Harp’te, 24 Ocak 1931 günü iddianame okunur ve 29 Ocak 1931 günü mahkeme 37 (kişinin idama mahkûmiyetine, 41 kişinin çeşitli hapis cezaları ile cezalandırılmalarına, yaklaşık 70 kişinin de beraat ve suçsuzluğuna karar verir. infazlar gerçekleştirilir... Ancak, iddia edildiği gibi küçük bir olay ise, neden hem Manisa hem Balıkesir illerinde topyekün bir sıkıyönetim ilan edilir ve “isyanı bastırmak” ve “suçluları cezalandırmak” adına olağanüstü önlemler alınır ve bu olağanüstü önlemlere uygun, yoğun(!!!!) çalışmalar yürütülür, bugün bile pek anlaşılır görünmemektedir. Ya olay söylendiği gibi küçük ve yerel bir durum değildir, ya da niyet biraz da başlıktakine uygun düşmektedir...

Peki; Mustafa Kemal Atatürk, böyle bir laf etmişmidir? Bu lafı söylediğini iddia edenlerin neredeyse tamamı, Atatürk karşıtları, hilafet yanlıları ve Osmanlı hayranları olduğuna göre buna şüphe ile bakılması kaçınılmazdır... Anıların sahiplerine de bakınca, her birinin de içlerinde sanki saklı kalmış bir canavara yol veriyormuşçasına, konuya dört elle sarılmış durumdalar... Özellikle, bu lafı Mustafa Kemal Atatürk’ün söylediğini iddia eden şahsın, itham edileceği konuların katmerleşmesine yol açacağını bilmesi gerekir diye düşünüyorum ama bir özür bile dilemediğine de bakılırsa, Atatürk’ü ilzam ettiğinden, hatta hukuktan, kanundan anladığının da bu kadar olduğu kanısına vardım, ne yazık ki... Yahu be adam; “Atatürkçüyüm”, “Mustafa Kemal’in askeriyim” diye içi ne yazık ki yeterince dolu olmayan kelam ettiğinde, inandırıcı olmayı bir kenara bırak, muhalefet eden insanların da çıkıp; mazallah, akşam toplanıp yemekte kararlar üretilip uygulanıyordu, hükümete danışan yoktu, Büyük Millet Meclis’ine danışan yoktu, 2-3 kişi her türlü kararı alıp uyguluyordu der çıkar ve ne yazık ki senin de cevabın olmayacağını bilmen gerekir... Sonra mazallah, bu sinirli adam, bu “sarhoş” adam canının istediği gibi yönetmiştir bu ülkeyi denildiğinde, savunma için  söylenecek söz bırakmazsınız kimseye... Diğer taraftan; böyle bir laf edilmiş ise, o lafı emir olarak uygulayacak kişinin General Mustafa Muğlalı olduğunu da unutmuşa benziyorsun... O general ki, 3. Ordu Komutanlığına atandığı zaman, hem de korkmadan yazılı (arşivlerde kolayca bulunabilecek) emirlerle neler yaptığını hepimiz iyi biliyoruz, dolayısıyla söylenecek fazlaca kelam yok...

Ama anlaşılıyor ki, bu zat ve benzerleri için hukuk önemli değil, anlaşılan o ki, gizliden gizliye benzemeye çalıştığı; Kenan Evren de, benzer bir talimat verdiğini anılarında anlatır, yani suçlu ya da değil önemli değil... Hepsini yok edin... Günümüze, bu şaibeli sözün taşınmış olmasının en önemli sebebi; “intikam değil, katliam istiyoruz katliammmmmm” diye haykıranlara hak vermek gibi akıllara ziyan bir iklim oluşturulur...

Bu lafı böyle söylenmiş diye kabul ederseniz, “velev ki” söylenmiş olsun, 21. Yüzyılda hala bir geçerliliği vardır gibilerden yaklaşım gösterenlerin, hukuktan ne anladıklarını sorgulamaya bile gerek yok... Allah bu kabil insanlara iktidar yüzü göstermesin, muhtemelen bu günleri bile bize aratır hale gelebilirler...

M. Armağan ve M. Çelik gibi sözde tarihçilerimiz olduğu sürece, canım yurdum insanının öğrenebileceği şeyler, mezkur zatın öğrendiklerinden fazlası olmaz...Allah selamet versin, demekten başka birşey de, bize düşmüyor... Bir de yıldık artık, bu  muktedirlerin işine gelmeyince, olayın içinde İngiliz ajanları vardı, provokatörler vardı gibi kabak tadı veren açıklamalarından, be adamlar devletin tüm gücü elinizde, yakaladınız da, ifşa ettinizde ve bizde gördükte, inanmadık mı? Ama lütfen insanoğlunun aklı ile dalga geçmeyin, herkeste, en az sizde olduğu kadar, akıl ve zeka vardır...

Pazar, Eylül 06, 2015

SAVAŞI ZENGİNLER ÇIKARIR FAKİRLER ÖLÜR


Bugün köşemi Kübalı şair Nicolás Guillén’in savaş karşıtı güzel bir şiirine ayırıyorum.

BOLİVYALI KÜÇÜK ASKER

Bolivyalı küçük asker, 
Bolivyalı küçük asker, 
sırtında tüfeğin, gidiyorsun 
tüfeğin Amerikan malı 
tüfeğin Amerikan malı 
Bolivyalı küçük asker 
tüfeğin Amerikan malı.

Sinyor Barrientos verdi onu sana 
Bolivyalı küçük asker  
Mister Johnson' un armağanı 
kardeşini vurman için  
kardeşini vurman için 
Bolivyalı küçük asker  
kardeşini vurman için. 

Kim bu ölü, bilmiyor musun 
Bolivyalı küçük asker? 
Bu ölü Che Guevara, 
Arjantinliydi Kübalıydı 
Arjantinliydi Kübalıydı  
Bolivyalı küçük asker, 
Arjantinliydi Kübalıydı.

En iyi dostundu senin, 
Bolivyalı küçük asker, 
yoksulların dostuydu 
doğudan dağlara kadar 
doğudan dağlara kadar 
Bolivyalı küçük asker  
doğudan dağlara kadar. 

Gitarım tepeden tırnağa 
Bolivyalı küçük asker
yas tutuyor, ağlamıyor 
ağlamak insan işi 
ağlamak insan işi 
Bolivyalı küçük asker  
ağlamak insan işi.

Sırası değil ağlamanın  
Bolivyalı küçük asker  
ele mendil yakışmaz şimdi 
ele tırpan yaraşır 
ele tırpan yaraşır 
Bolivyalı küçük asker 
ele tırpan yaraşır. 

Para veriyorlar sana  
Bolivyalı küçük asker  
alıp satıyorlar seni  
bu iş zalimin işi 
bu iş zalimin işi 
Bolivyalı küçük asker 
bu iş zalimin işi. 
 
Vakti geldi uyanmanın 
Bolivyalı küçük asker  
dünya ayağa kalktı 
erkenden doğdu güneş 
erkenden doğdu güneş 
Bolivyalı küçük asker
erkenden doğdu güneş.

Doğru yolu tutmaya bak
Bolivyalı küçük asker
kolay bir yol değil bu
kolay değil, düzgün değil
kolay değil, düzgün değil
Bolivyalı küçük asker
kolay değil, düzgün değil.

Şunu öğrenmen gerek
Bolivyalı küçük asker
kardeş dediğin vurulmaz
kardeşini vurmaz insan
kardeşini vurmaz insan
Bolivyalı küçük asker
kardeşini vurmaz insan.