Pazar, Nisan 14, 2019

HASANKEYF



Süryanice “Hesna Kepha”, Arapça “Hisn Kafya” olarak bilinen ve nihayetinde Osmanlıcaya “Hasankeyf” olarak geçen yerleşim, tarihi boyunca içinden geçen yol ve akarsu ve de bir yanı ile Anadolu’ya, bir yanı ile Mezopotamya’ya, bir yanı ile Diyar-ı Acem’e, bir yanı ile Kafkasya’ya, bir yanı ile Arap Yarımadası’na açılan kapı olması sebebi ile kavimlerin paylaşamadığı hatta uğruna çok çeşitli kereler savaşıldığı lakin hiç kimsenin kendinden önceki yaratılmış medeniyeti yok etmediği bir yer olmuştur, ta ki bize kadar. Bir kavimler kapısı olması hasebi ile de yaklaşık 25 uygarlığın izlerine rastlanan bu güzel ve aynı zamanda kutsal topraklar, “Göbeklitepe” bulgusu ile tarımın en eski merkezi olma gerçeği kısmen sarsılsa bile, zirai kültür ve çeşitliliği açısından da, örneğin ilk kez yapılan buğday, arpa, yulaf, kanolanın prototipi kolza, keten, nohut, bakla ürünlerinin yetişmesine insanın müdahil olması açısından da değerlidir.    

Tarihi yaklaşık 11.000 yıl (yazı ile onbirbin) öncelerine dayanan ve ortaçağ dünyasının kültür, ticaret ve siyaset odaklarına da merkezlik yapmış, görkemli ve gizemli ve doğu ile batının buluştuğu bir dinler mozaiği antik kent olan Hasankeyf’i sular altında bırakacak olan Ilısu Barajı, ülkemizin önemli bir kültür mirası olan 25 farklı kültürün izini barındıran ve UNESCO’nun 10 dünya mirası kriterinden 9’unu karşılayan bu antik kenti ortadan kaldırmanın yanında, Ilısu Barajı'nın su tutmaya başlaması ile birlikte tarihi mağaralar, camiler, saraylar, kiliseler gibi tarihi ve kültürel değerler sulara gömülmekle kalmayacak, dünyada sadece Dicle-Fırat su sisteminde yaşayan ve “GAP Doğal Hayatı Koruma Derneği” tarafından hazırlanan raporda da açıkça belirtildiği üzere; nadir yaban hayvanlarının neslinin tükeneceği ve Hasankeyf ve Dicle havzasının yırtıcı kuşlar için doğal göç koridoru olduğu ve dünyada az bulunduğu tespit edilen bu çeşit türlerin bulunduğu alanların bu bölgede olması nedeni ile de buradaki yaban hayatının da biteceği aşikardır.

Dicle kenarında doğmanın ne olduğunu herkesten fazla içselleştirdiğini anladığımız, Hasankeyf’in simge insanı Çoban Ali’yi dinliyoruz, gözlerimiz nemlenerek en sonunda laf şöyle bağlanıyor; “bunu kimse anlamaz, ancak yaşarken bilinir”. Devamla diyor ki, “Mesela Hasankeyf’siz bir baraj yapmayı düşündük. Hasankeyf’i turizme kazandırmak için barajı 1 km önceden bitirilmesini tercih ettik. Tarihi su altında kalmaktan kurtarıp bir turizm cenneti haline getirmeyi planladık. Bunu Hasankeyfli arkadaşlarla düşündük.  Barajın verimi 50 yıllık ve sonra verim alınmayacak. Biz orayı bir Nevşehir, Göreme gibi turizme açmak istedik. Hasankeyf’in tarihi 11 bin yıllık. O tarihi niye sonraki nesillere bırakmayalım ki? Barajı her zaman yapabiliriz. Ama tarih yapmak mümkün değil.” Neyse, kelam çok ancak zayi etmemek adına, sükut. Ve yine, keşke biz de kendisi kadar Hasankeyf’i sahiplenebilsek dediğimiz Çoban Ali’nin bir şiiri ile devam edelim.

Düştüm Hasankeyf yoluna,
Kurbanım sağına soluna
Akan yeşil sularına
Kurban olam Hasankeyf’e…

Nöbet tutan köprüsüne
İki yollu minaresi
Kurban olam Hasankeyf’e
Hayran olam Hasankeyf’e…

Evet; maalesef “Barajlar Kralı” diye tekrarlana tekrarlana doğruluğu gerçekleşecekmiş gibi bir yaklaşım ile nitelenen “meşhur diğer ve malum çoban döneminde” 1960’ların sonlarında başlayan, esasen de bölgeyi ne yazık ki insansızlaştırmayı hedefleyen bir görüntü veren biçimde sular altında kalacak alanda dağınık olarak yaşayan yaklaşık 25.000 kişiyi, size yeni konutlar yapıyoruz, merak etmeyin edaları ve nidaları ile 1.000 konutluk planlamanın ortasında bırakırlar. Sizler “mağara”larda yaşıyorsunuz, sizlere medeniyet getireceğiz, sizlere iş sahları yaratacağız sunumu ile, ki bu sunum ne yazık ki coğrafyanın kadim ve necip milletleri tarafından her daim yutulmuş şeker kaplı malum gıdası oluyor, konu kilitlenmiş, malum zatın ardılları malum zatlar tarafından da bugünlere kadar ite-çeke taşınmıştır. Bu kelamı biz esasen ABD’nin Irak ve Suriye işgalinden biliyoruz ama…

Bir önceki kötü deneyim “Halfeti” örneğinden ders alamamış ya da ders almak istememiş tutumumuz ile, parmağım kör gözüne misali, tarihin, kültürün ve medeniyetlerin yok olması yanında asla telafi edilemeyecek habitat tahribatına göz yumulmaktadır. Bakıyorum şimdiler de, şapkadan tavşan çıkarma ordinaryüsleri, kentin göbeğindeki “Tarihi Roma Köprüsünün restorasyonunun tamamlanarak su altında kalmasını müteakiben de sualtı dalış sporları merkezi yaratılacaktır” gibi, haydi çılgın demeyeyim ama karakoncolos proje projeksiyonu peşindeler, Allah selamet versin. Adama; neden diye sormazlar mı? Neyse. Kültürel değerlerin başka yere taşınıp hayatiyetine devam etmesi gibi ucube savunmalar ise, “ne var canım, Bergama Zeus Tapınağı, ha Bergama’da ha Berlin’de ne fark eder” tadında zekâ parıltısı vermektedir. Ben gittim, gördüm ve yazıyorum. Neler kaybediliyor şahadet etmeden, kimse gak guk etmesin lütfen…

Barajın yapımcı firmaları arasında olan CENGİZ İnşaat ve NUROL İnşaat akıllara çok şey getiriyor olması bir yana, bu çok tartışmalı ve gayri-ekonomik projeyi başta; Hasankeyf'liler, Batman'lılar, Diyarbakır'lılar, Mardin’liler olmak üzere tüm Türkiye, yerli ve yabancı aydınlar, göbek bağı olmayan tüm mühendis, arkeolog, sosyolog, antropolog, sivil toplum gönüllüleri, hekimler, ekonomistler, sanatçılar, kısacası bütün yurtseverler yıllardır istemediklerini ve iptalini tüm ulusal ve uluslararası platformlarda beyan ettiler, ama sonuç şerefli mağlubiyet. Vatana ve Millete hayırlı uğurlu olsun… Neden mi, gayri ekonomik, 28.Eylül 2009 tarihli yazıma bakarlarsa, pırıl pırıl bir kafaya sahip olurlar

 

Pazartesi, Nisan 01, 2019

ÇİFTLİK KÖYÜ ÇEŞMELERİ


 Su çeşmeleri vardır, hayrattır, birileri tarafından, ataları, büyükleri ya da bir yaşanmışlık adına yaptırılır ve herkesin kullanımına sunulur ve bu babtan olmak üzere yad edilme işleri gerçekleşir. Çeşmenin üstüne de kim tarafından yaptırıldığı ve kimin adına hayrat olduğu yazılarak yad edilme işlemine yön ve kolaylık hazırlanır. Hayrat çeşmeler kent sokaklarında olacağı gibi köy yollarında da yaptırılır ki yayan yolculukların bol olduğu alanlarda gelen geçenin su ihtiyacı karşılansın. Bu manada hem insanların su ihtiyacı karşılanır hem de hayrat edilmişliğin hayır dualar eşliğinde yad edilmesi sağlanır. Malum artık köy bakkallarına kadar girmiş “şişe sularının” olmadığı yıllardır söz konusu, öyle bakkalın da adım başı olmadığı yıllar aynı zamanda, bakkal yerine “çerçi”ler arz-ı endam eder ama heybelerinde satılık su yoktur, su dediğin Allah’ın suyu, para ile mi satılırmış, gülerler adama hatta döverler bile belki, kapitalizmin daha, çoban olduğu, halk adamı olduğu iddia edilen ekabirlerin ellerinde bu kadar hoyrat olmadığı yıllardır, görece hafif softtur kapitalizm ve suyu para ile satma cesareti/kararı alınmamıştır kanun marifeti ile. Maksat hayır ile anılmaktır, maksat susayana su vermektir, maksat öteki dünya da amel defterine iyi şeyler yazdırmaktır, maksat maksattır işte, hayratta… Durum kişiseldir aynı zamanda… Yap hayratı kurtar hoyratı mealinden mülhem… Malum “hayrat” Arapça “Hıyr” kelime kökünden gelip iyilikler, hayır işleri manasında kullanılmıştır. Hayratı yapan ya da yaptıran şahıs, hayratı kullanacak şahıslara da bir mesaj iletmek ister; öğrenelim, öğretelim, hatırlayalım, hatırlatalım, unutmayalım, unutturmayalım, hatta unutulmayalım faslından, misalen; “bir çeşme yaptırdım su içmeye, tası yok, kırma kurnasını yapacak ustası yok” …

 
Su Çeşmeleri vardır, sosyal hayatın içinden çıkan ortak değerdir, kamu hizmetidir, önceleri göreceli millet memnuniyeti bilahare de millet desteği yaratmak adına kentin önemli bir parçası haline gelmiş ve getirilmişlerdir. Su ihtiyaçlarının karşılanması, tarihsel gelişimi içindeki ev dizaynlarının temel unsurlarından birini oluşturmuştur, kuyu ya da sarnıç inşaatları mezkûr dizaynların mütemmim cüzlerini oluşturmuştur ancak kolayca anlaşılacağı üzere bu yapıların her daim ve her yerde yapılamayacağı aşikardır ve de bu nedenle bunun yanında mutlaka suyun ve milletin önemine binaen su şebekeleri ve bağlı sokak çeşmeleri yapımı kaçınılmaz olmuştur. Sokak çeşmelerinin dizaynı ise çok çeşitli formlarda gerçekleşmiş olup, kimi tek yüzeyli kimisi 2 yüzeyli kimileri ise 4 yüzeyli olmak üzere kâh evlerin duvarlarına kâh bahçelerin duvarlarına kâh meydanların ortasına inşa edilmiştir. Tam da bu neden ile zaman içerisinde mezkûr inşaatlarda estetik kaygılar da ön plana çıkmış, hatta yönetimlerin yönetsel ve dönemsel rekabetlerinin tezahürü olarak adeta birer sanat şaheseri haline dönüşmüşlerdir. Şehir meydanlarındaki su çeşmeleri estetik değer ilavesi yanında şehir peyzajının zenginleştirilmesi amacı ile mimari değeri yüksek yapıları oluşturmuşlardır. Başta İstanbul olmak üzere, İzmir hatta Çeşme’nin eski su çeşmeleri bilenler açısından bu yazdıklarımın teyididirler esasen. Bilenler Çeşme Meydanındaki mermer kaplı su çeşmesini bilirler, resmen estetik değeri yüksek bir şehir peyzajı elemanı iken aynı zamanda bir sanat şaheseri idi… Çeşme’nin Çeşmeleri, bana göre, yaptıranlar açısından da bir yarışın içinde olduklarının tezahürüdür adeta, genellikle gövde ve özellikle de fasatları kesme taş ile, fasatta oluşturulacak kemerli bir niş ile süslü, nişin içinde monoblok ayna taş, monoblok bir yalaktan ve üzeri kemerli bir kubbeden ve altındaki hazneden, yalak yanlarında gerek su kabını bekletme ya da kişinin oturup dinlenmesine imkan veren oturaktan oluştuğunu bilmekteyiz. Bakmayın önceleri başlayan kötü restorasyonların giderek estetik değeri artan restorasyonlara dönüşmesine siz, yine de gerçeklerinin çok altında işler kotarılmıştır. Umarım yetkili ve ilgililer yaptıkları işe daha fazla ilgi gösterip estetik ve sanatı ön plana alırlar.

Bu genel yaklaşımdan mülhem gelelim, köyüm Çiftlik’in Çeşmelerine, bildiğim kadarı ile geçen yüzyıldan kalan Değirmen Dağı su kaynaklarının köyün içme suyu ihtiyacını karşılamak üzere, şimdilerde Çeşme Belediyesince restore edilen ve Çevre Yolunun Değirmen Dağı eteklerinde kalan bölümünde yer alan, bizlerin “Yukarı Çeşme” dediği 2 yüzlü bir meydan çeşmesi vardır. Mezkûr Çeşme; Değirmen Dağındaki kaynaktan Çeşmeye kadar yeraltından döşenmiş pişmiş toprak borular(künk) ile getirilen suyun köylülere arz edildiği bir Çeşme olup, yapımına ve yapım tarihine yönelik herhangi bir bilgiye ciddi kaynaklarda rastlanılmasa dahi, gerek yapım tekniği gerekse de yaklaşık yapım tarihleri göz önüne alındığında dönemim “Çiftlik Belediyesi” tarafından inşa edildiği tahmin edilmektedir. Köye yerleştirilen mübadillerin ve göçmenlerin geldikleri tarihlerde mezkûr çeşmenin kullanımda olması bu fikri desteklemekte ve güçlendirmektedir. Hatırlanacağı üzere “Çiftlik Belediyesi” ve kamu hizmetlerinin gelişmişliği konusunda Evliya Çelebi Seyahatnamesi kaynaklı bilgileri daha önceki yazılarımda aktarmış idim. Mezkûr Çeşmenin isale şebekesi konusunda zaman zaman tıkanıkları açmak, zaman zaman da su kaynağındaki iyileştirme çalışmalarını, isale hattının pişmiş toprak borular (künk) ile ve boruların ek işlerinde yüksek kalite ile inşa edildiğini gördüğümde şaşırdığımı hatırlıyorum, şimdi de bir inşaat mühendisi gözü ile yapılan özensiz çalışmalara bakınca da hüzünlenmeden geçmek mümkün olmuyor vallahi… Daha sonraları ise demek ki ihtiyaçlar öyle şekillenmiş olacak ki, şu andaki Köy Merkezine, dere kenarında bugün tam da eskiden “Hamit’in Bakkal” dediğimiz yerin (Hamit Türken) karşısına deposu ve gövdesi betondan imal edilmiş ve eski “Yukarı Çeşmeden” beslenen bir çeşme daha inşa edilmiştir. Ancak hatırladığım kadarı ile bu çeşme yaz aylarında faal olamazdı, yine mecburen insanlar Yukarı Çeşmeye giderlerdi su almak için. Eve su alınması gerektiğinde biz çocuklara düşen toprak testilerle eve su taşıma işi aynı zamanda bir eğlence ve eğleşme haline dönerdi, çeşme başı muhabbetleri, görece büyük abilerimizin biz çocukları bir şekilde gaza getirip güreşe tutturmaları ki ben yaşıtım Halil Gemici ile yaptığım güreş adına itiş kakışları asla unutamam, hele hele yarım yapalak bilgiler ile yapılan futbol muhabbetleri, hey gidi günler hey…  

Cumartesi, Mart 16, 2019

TÜRKMENİSTAN; KRAL ÖLDÜ YAŞASIN YENİ KRAL


Aslolan; “egemenliktir ve de egemenlik sürekliliktir” manasındaki esasen monarşilere ait olması gereken, ne yazık ki her daim geçerliliğini, ama o şekilde ama bu şekilde koruyan “kral öldü, yaşasın yeni kral” Fransa mahreçli söz, krallığın hiçbir kopukluk yaşanmadan devamına delalet etmesi bakımından ayak takımlarının pozisyonunu ifade eder, peki yeni kral ile eski kral arasındaki halef ve selef ilişkisi buna her zaman uyar mı, zinhar… Mezkûr söz bizim ve tüm dünyanın hayatına aynen “kral öldü, yaşasın kral” haliyle geçmiştir, ehl-i vatan için. Bakılmasın “efendim bu söz zannedildiği gibi yeni muktedire yalakalık ile bağlılığı değil, esasen devletin devamlılığını ifade eder” denilmesine, çıkış niyet ve nedeni ne olursa olsun pratikteki karşılığı tam da odur.

Türkmenistan bilindiği üzere, 1917 Ekim Devrimi ile kurulan Sovyetler Birliği'nin Orta Asya'daki 5 cumhuriyetinden biri olup önce 1921 tarihinde Türkistan Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti'ne bağlı Türkmenistan Oblastı olarak kurulur bilahare 1924 tarihinde de Türkmenistan Sosyalist Cumhuriyeti olarak birlik içerisinde yer almaya devam eder. Konumuz tarih olmadığı için bu konuya daha fazla girmeyi bir başka yazıya erteleyerek, devam edelim. Sosyalist Cumhuriyet ya herkes öğretim ve eğitim konusunda eşit haklara sahiptir gayri. Bu baptan yazı konumuzu oluşturacak, Türkmenistan Komünist Partisi son iki Merkez Komite 1. Sekreteri; Mukhamednazar Gapurov ile Saparmurat Niyazov  ve bugünkü sistemin son iki devlet başkanı Saparmurat Niyazov ile Kurbankulu Berdimuhammedov ilişkileri üstüne yaşananları aktarmak. Ekim devrimi öncesinde Türkmenistan'da bin kişiden ancak yedisi okuma yazma bilirken, 1946'da bu rakam bin kişide dokuz yüze çıkmış olmasına rağmen ehil ve akli davranışın galebe çalması mümkün olabilmiş midir? Yazıyı okuyup siz karar verin gari…

Mukhamednazar Gapurov; bir köylü ailenin çocuğu olarak Chardzhou (bugünkü Türkmenabad) bölgesinde dünyaya gelmiş, öğretmen okulunu bitirir, öğretmenlik yapar, emperyalizmin Sovyetleri işgal etme girişimine karşı tarihe “Büyük Vatanseverlik Savaşı” olarak geçen savaşa birlik komutanı olarak katılır, savaştaki yararlılıkları yanında ciddi yaralanmalar sonucu ordudan terhis edilir, terhisi takiben çeşitli okullarda öğretmenlik ve müdürlük yapar, politik hayatı da bu arada başlar, parti üyeliği ve çalışmaları neticesinde, öncelikle yerel düzeyde bilahare de ulusal düzeyde parti yetkilisi olur, nihayetinde de 1969 - 1985 tarihleri arasında Türkmenistan Komünist Partisi Merkez Komitesi 1. Sekreteri olarak görev yapar. Artık emeklilik gelip çatmıştır, bir köylü çocuğu olarak doğup Türkmenistan’ın 1 numaralı kişisi olan Gapurov’un önüne. Aşkabat yakınlarındaki Berzengi köyünde küçük bir köy evinde emeklilik hayatını sürdürmektedir. Partideki yerine ise Aşkabat yakınlarındaki Kıpçak köyünde bir işçi ailesinin çocuğu olarak doğan Saparmurat Niyazov gelmiştir.
Saparmurat Niyazov; babasını “Büyük Vatanseverlik Savaşı”ında kaybetmiş, artık öksüzdür, felaketler kendisi için bitmez ve 1948 de Aşkabat’ta yaşanan büyük deprem felaketinde başta tüm aile büyükleri olmak üzere tüm akrabalarını kaybeder. Artık kimsesizdir ve bir yetimhaneye yerleştirilir, an itibariyle ülkesinde kimsesizlerin kimsesi durumundaki sosyalizm sayesinde Leningrad Üniversitesinde enerji mühendisliği öğretimi alır ve sonuçta da Gapurov’un emekliliği üzerine Türkmenistan Komünist Partisi Merkez Komitesi 1. Sekreteri seçilir ve de Türkmenistan’ın 1 numarası olur. Gün gelir büyük hile ve desiseler ile yapıldığı iddiası bir türlü nihayetlenmeyen bir oylama neticesinde SSCB dağılır. Akşam haberlerine çıkan beyaz saçlı Niyazov, kendisinin istememesine ve ülkesinde birlikten yana ciddi bir destek olmasına rağmen, dağılma kararının alındığını göz yaşları içinde açıklar. Sabah uyandığında artık kaderi başka türlü çizilen Türkmenistan’ın yine 1 numaralı kişisidir, tek farkla artık saçlar beyaz değil, kömür karasına boyanmışçasına simsiyahtır. Uzun anlatmaya gerek yok, ilk icraat Komünist Partisinin gayri yasal ilanı ve eskinin şeklen birebir devamı ancak içerik olarak 180 derece karşıtı bir düzen oluşturulur. Kaleme aldığı “Ruhnama” adlı kitap ile yeni ülkeye yön vermeye çalıştı, diğer taraftan vatandaşlarına “Müslümanlıklarını” hatırlatarak yepyeni bir düzene geçildi, neler mi yapıldı, neler neler… Haftanın günlerinin adları değiştirildi, yılın aylarının adları değiştirildi, ülkeden çaktırmadan Rusların kovalanmasının yolu açıldı, her kamu kurumuna bir irşad ve diriliş kitabı tayin edilmiş Ruhnama’nın okunma odaları organize edildi, vs vs. Daha çok yazılabilir ama konumuz bu değil. Mutlak iktidarı döneminde selefi Gapurov’un kaçak olduğu iddiasıyla Berzengi’deki küçük köy evini yıkar, ama gerekçesi hangi husumete ya da dostluğa dayalıdır bilinmez, çünkü Gapurov’un 1985 ten beri uzun yıllar oturduğu evin kaçak olduğu tespit edilmiştir işte. Gapurov bahçesine bir derme çatma kulübe inşa eder ve nihayetinde o eskinin güçlü kuvvetli 1 numarası bu şartlarda halefi tarafından mahkûm edilir ve 1999 yılında vefat eder.

Peki; sonra ne mi olur? Kimsenin sonsuz yaşayamayacağı gibi ölüm Türkmenbaşı’nın (Niyazov) da kapısını çalar, hakkın rahmetine kavuşur. Yerine ispatlanamazsa da ciddi ciddi oğlu olduğu söylentileri yapılan Kurbankulu Berdimuhammedov geçer. Yeni başkan selefinden aşağı mı kalacak, zinhar. Hani Firavun’a sorarlar sen niye firavun oldun diye ya, o da der ki eee kimse itiraz etmedi… Durum bu durumdur gayri, güzelim Türkmenistanda. Niyazov’un Rusya’da yaşayan eşi ve yine Rusya’da yaşayıp Türkmenistan’ın tüm tütün mamulü ve sigara ithal ve satış işlerini üstlenmiş oğlu, eş ve babaya son görevlerini yapmak üzere Türkmenistan’a gelirler, ama cenaze töreni sonrası sürpriz bir kararla (aslında değil) tutuklanırlar, iddia baba döneminde yurt dışına kaçırılan ve ağırlıklı Almanya bankalarında bulunan ve Türkmenistan’a ait olduğu iddia edilen paranın geri getirilmesinin yetki devridir. Sonra ne mi olur? Mezkûr zevat serbest kalır, anlamı nedir? Belki yetki devredildi para geriye geldi, belki de tahsilattan vazgeçildi, bilinmez. Peki tüm bu anlatılanlar doğru mudur? Ben bilemem ama Türkmenistan’da çalıştığım dönemde neredeyse her Türkmenden dinlediğim biçimi ile anlattım, yaygın anlatım bu ise ispatlanır düzeyde doğru olsa ne olur, olmasa ne olur… Etme bulma dünyası mı desem, eden bulur mu desem, kimsenin yanına kar mı kalır desem, desem de desem…

Sonuç itibari ile Türkmenistan vatandaşlarına göre de durum “gelen ağam, giden ağam” dan öte değil… Eeeee esasen krallığa karşı değil de kral ve değişimi ile ilgili iseniz size bu yakışır…

 

Cumartesi, Mart 09, 2019

TÜTÜN ve TÜTÜNCÜLÜK

 Su sıkıntısını fazlaca yaşayan ama elden fazlaca bir şey gelemeyeceği gibi tarım faaliyetinin de sürdürülmesinin kaçınılmaz olması halinde tarımı yapılan bitkiler yörelere göre eşitlilik göstermekle birlikte, su nasibi fazla olmayan Çeşme ve Çiftlik köy ve tarım denince, 1980’li yıllara kadar “tütün” başrol alırdı. Tütüncülük; ailenin tüm bireylerini ayırt etmeksizin ama gücüne ve yeteneğine göre, sürecine dahil eden ve tüm yıl süren bir tarım çeşididir. Tarımsal ikame ve istihdamın yanında endüstriyel ve ticari boyutu da hiç küçümsenemeyecek bir faaliyet olmanın yanında %100 yerli ve milli süreci temsil etmektedir. Sonraları ne mi oldu; bunu zamanın ABD Başkanının “our boys” diye tanımladığı abilere sormak lazım gelir esasen. Sağlık açısından olumsuz olmasının yegâne faktör olması köpürtülerek ve esasen de piyasayı ABD tütün tekellerinin insafına terk edilmesin yolunu açan müstevlilerin yerli bedhahları sahne almışlardır gayri. Efendim bu arada tütün işletmeciliğinin içine Amerikan blend tarzı sunum için kimya sanayii sokularak, başta tiryakiliği artıracak tedbirlerin çoğaltılarak, sağlık sektörünün daha da karlı hale getirilmesinin yolu açılmış ne gam, ne keder. Bu arada gençlik yıllarını bir kadim tiryaki olarak geçirip sonradan nedamet oluşarak sigarayı terk eden biri olarak, şimdiden bakınca iyi ki erken dönemde bırakmışım da şimdi büyüklerimizden fırça yemekten kurtulmuşum diye açıktan seviniyorum.

 
Neyse; biz yine tüm yılı kapsayan aile tarımı faaliyeti kapsamında tütüncülük işine geriye dönelim. Kış aylarının en meşakkatli faaliyeti tütün fidelerinin yetiştirilmesi ile geçer, fidan ocakları hazırlanacak, gübrelenecek, yağmur ya da dolu gibi ocaklara zarar verecek diye o günün koşullarında tedbir almak, doğru ve uygun örtü kullanmak, vs vs, eee tabii o günlerde internet gibi bir kolaylık olmadığından nerede ise noktasal meteorolojik analizlere ulaşmak söz konusu değil, havaya bakarak isabetli tahminler yapmanız gerekmektedir. Fidanlıklarda yabancı otlarla mücadele yine hatırladığım kadarı ile el ile yabancı otların tek tek sökülmesi şeklinde olur ve de tahmin edileceği üzere felaket zordur, fidancılıkta ilaçlama da çok önemlidir hatırladığım kadarı ile mavi küf diye bir hastalık vardı bununla iyi mücadele edilmemesi halinde başarısızlık kaçınılmazdır, ayrıca yine hatırladığım kadarı ile zararlı haşere olarak sümüklü böcek var idi bunda da en etkili ilaç ise, herkes yapar mı idi bilmiyorum ama babam içine su doldurulmuş kırçaklara toparlak yumrusu (siklamen çiçeği kökü) doğrar ve bekletirdi, sonra da fidan sulama suyunda kullanırdı bunu, mezkur haşere ve böceklere karşı iyi bir koruyucu idi. Tohumun ıslatılması, ehven süre bekletilerek tohumun çatlatılması, tohum hazırlanan ocaklara dikilmesi ve yüzeyin ehven nemde tutulması da başarıda bir başka gerek ve etkendir. Fidanlık hazırlanır iken drenaj bile düşünülmelidir aksi takdirde ihtiyaçtan fazla su fidanların iyi yetişmemesine hatta yer yer çürümesine bile neden olmaktadır. Önceden hazırlanmış ahır gübreleri toprak ile yeterince iyi ve doğru karıştırılmalıdır. Bir önceki yıldan doğru ve ehven koşullarda toplanmış ve hazırlanmış tohumlar kullanılmalıdır. Tohum ve fide oranının 3’te 1 gibi olması gerçeği de işin sıkıntısının büyüklüğünün ispatıdır adeta. Tütüncülükte yüksek başarı ve getiri iyi fidan yetiştiriciliği ile doğru orantılıdır, eğer siz yeteri kadar sağlıklı, bol köklü, iyi ve uygun zamanda gelişmiş ve de aynı zamanda yeterince fidan yetiştirememiş iseniz, gerisi hayal kırıklığıdır.

Tütün fidanlarının dikimine ayrılmış tarlaların da hazırlanması ayrı ve zor bir başka süreçtir, yağmur ve tarla tavı gibi takipler doğru ve zamanında yapılacak, tarla birkaç kez sürülecek, tezekli bir yüzey olmaması için tırmıklanacak, bu kabil işlemlerin her birinin layığı ile yapılabilmesi için her ailede, aile büyüklüğü ya da tarımsal faaliyetinin büyüklüğü ile mütenasip sayıda at ve eşek bulunacaktır. Pulluk, tırmık ve bunların yeterince kama ve vida somun gibi yedekleri olacaktır, olmalıdır. Artık hazırlanan tarlalara, fide dikim sırası gelmiş ve aylardan da mayıs olmuştur. Su taşımacılığı için kırçaklar, fide dikimi için karık açılacak çapalar, fidan dikilecek baskılar yeterince ve uygun bulunacaktır. Karık açmak faaliyetin en önemli bölümüdür, fidanın dikileceği tavın yakalanacağı derinlik te bir zorunluluk idi göçürülen fidanın ehven tavda toprağa dikilmesi işin olmazsa olmazdır. Sonradan çevre kuyulardan, olmadı derelerdeki su birikintilerinden taşınan su, dikilen fidana toprakla ilk temasında kendisine can vermek kabilinden “can suyu” olarak verilecektir. Kuyulardan kovalarla çekilen su, atların üstüne bağlanmış kırçaklara doldurulup dikim yerine taşınması genellikle çocuklara düşen bir iş olup, boyu yetişmeyenlerin uygun taşlar bulup telafi etmesi de enteresan bir detaydır. Tarlada taşınan suyun biriktirildiği kırçaklardan süzgülerle dikilen fidana can suyu verilmesi de dikkat ve çaba isteyen bir iş idi, özellikle azıcık derin olan karıklar arasında dikili fidanlara zarar vermeden dolaşmanın zorluğu düşünülünce. Karıkların açılması ise işin zorluk derecesine istinaden ailenin en güçlü kişisine düşen bir görev olup ki genellikle bu rol babadadır, karıkların uygun tavı bulan ama ille de düzgünlüğü açısından övünülen bir durum olup herkes “ip gibi düzgün” karık açma konusunda görüş sahibi olurdu. Dönem itibari ile en bilinen ilaç ise “folidol” idi hatırladığım, ne için mücadele edilecekse ver folidolu gitsin ruh hali hakimdi… Bir diğer detay ise yetişmeye yüz tutmuş tütün fidanlarının gerek dibini doldurmak ve gerekse de zararlı otlarla mücadele kapsamında yapılan çapalama işleri idi ki bu da zor bir faaliyet olup bazen 2 kez yapılırdı. Gerek fidan yetiştirilmesi gerekse de fidanların tarlaya göçürülmesi konusunda zaman itibari ile biz çocukların okul dönemine denk gelmesi nedeni ile fazlaca görev aldığımız söylenemez. Ancak tütün kırma ve dizme dönemi artık tatile denk gelir ve işinde nispeten zorluk derecesi düşük olması nedeni çocukların yoğun katıldıkları bir süreçtir. Sabahları çok erken tarlaya gidilir, sırası ile; dip orta ve tepe sıralaması ile tütün yaprakları tek tek toplanır, keletirlerin içine yerleştirilir, yine eşek ve atlar marifeti ile dizilmek üzere evlere taşınırdı. Hızlı ve kaliteli bir kırım yapılabilmesi için ya sabah çok erken saatler ya da geceleri lüks ışıkları altında kırımlar yapılırdı. Kırılan tütün yapraklarının dizimi ise gölgede tüm ailenin bir arada yürüttüğü bir faaliyet olup işin belki de en eğlenceli bölümüdür. Yaklaşık 1 mt uzunluğundaki tütün iğnelerine tütün yaprakları dizilir, arka tarafındaki deliğe ip geçirilmesi ile de ipin üstüne aktarılır ve oralardan da kargılara iplerinden asılır, oradan da kırmandala denilen askı düzeneğinin üstüne kurutulmak üzere sıralanır idi. Bu süreçte yağmur yağması halinde kurumaya yüz tutmuş tütünü ıslanmaktan korumak asıldır bu nedenle her evde uygun kapama ve koruma malzemesi bulunurdu. Kurumanın bu faslında bir ara kargıların üstünden kurumuş tütünler üst üste evde bir odaya dizilir ve bekletilirdi. Artık kuruyan tütünün neredeyse her evde bulunan baskı makineleri ile baskılanıp balyalanması ve evin en önemli köşesinde, gelecek tütün eksperlerini beklemek üzere depolanması aşamasına gelinmiştir. Ama çok şükür bitti derken gelecek yılın hazırlıklarına geçilecektir. Benim tüm bu süreçte aklımda kalan en güzel taraf ise, tütün fidanlarının tarlalara dikilmesinden sonra hazırlanan ve tüm ailenin bir arada yediği etli ve yoğurtlu “kırçma” denilen yemek idi. Bu yemek ile ilgili ayrı bir yazı yazmak istiyorum.

Cumartesi, Mart 02, 2019

ÇİFTLİK KÖY ve SAKIZ AĞACI

Çiftlik köy “sakız ağacı” konusunda bir derya deniz ama değerlendirmede ciddi manada geri kalmış ya da olması gereken noktaya gelememiş durumda. Mübadele sonrası gelen atalarımız iki ağaca inanılmaz şekilde hoyrat davranmış görünmekte, sakız ve zeytin, her ikisi de maşallah çıralı ve reçineli olması nedeni ile en fazla tercih edilen yakacak olarak değerlendirilmiş. Sonuçta geldikleri yerde fazla bilinmeyen ağaçlar konusunda tam bir sıfırı tüketme noktası. Sonradan komşunun adaları ile münasebetler geliştikçe görülüyor ki “sakız” ağacı ciddi bir ekonomik değer, yeni yerleştikleri yerin yerli ağaçlarından zeytin ve ürünü zeytinyağını tanıdıkça da sakıza ve zeytine meyilleri artar, ama meyil hızlı olmaz. Çok sonraları iki ürün konusunda da ne yazık ki tüm çalışmalara rağmen rakipleri; Lübnan, İtalya, Yunanistan ve İspanya’nın çok gerisinde kalmaya devam etmişlerdir. Ve görünen o ki trend böyle giderse geride kalınması mukadderat olacaktır.

Sakız ağaçları üstüne Çiftlik Köy başta olmak üzere eski Belediye Başkanlarından Nuri Ertan döneminde bir envanter oluşturulması ve koruma çalışması başlatılır bazı ağaçlar dikenli teller ile korumaya da alınır ancak konunun bir toplumsal faaliyet olmaması halinde ne olacaksa o olur, tespit ve tasnifi yapılan bu ağaçların büyük bölümü heder olur malum faaliyetler çerçevesinde. Zaten def-i bela kabilinden yürütülen faaliyet de sönümlenir gider zaman içinde.

Sonra Çiftlik Köyde bir dernek kurulur, “Çiftlik Köy Eğitim Çevre ve Dayanışma Derneği” adı ile; kurucuları arasında Başkan Nadir Türken, İzzet Albayrak, Muhittin Aydın, Süleyman Atagöz, Metin Gemici’nin de bulunduğu ekip, imar uygulaması neticesinde Çeşme Belediyesi mülkiyetine geçmiş bir alanı kısa sürede sakız ağacı ile donatırlar. Mülkiyeti Belediyeye geçmiş olan bu alan, Belediye Başkanı Nuri Ertan’ın başta tüm itirazlarına rağmen sonradan kabullenmesi ile, Çiftlik Köyün ilk sakız bahçesi olarak zımnen tescillenir, sakız ağaçları Çiftlik Köy içindeki eski sakız bahçesinden alınan çelikler Ege Üniversitesinden Doç. Dr. Murat İSFENDİYAROĞLU tarafından saksılarda köklendirilir, ağaç çukurları Abdullah Çandıroğlu ve Seyfi Yurttaş tarafından makine ile hazırlanır, Dernek tarafından seferber edilen Köy İlkokul Öğrencileri marifetiyle her birisinin birer adet ağaç dikimine katkı sunduğu ilaveten dikimine katkı verdikleri ağaçlara kendi isimlerini de vererek gerçekleştirilir,  şimdi o ağaçlar kocaman kocaman sakız ağaçları halinde olup, çevre yolu üzerinde plajlara gidiş istikametinde yolun sağında kalmaktadır. Zımnen tescili yerleştirilen bir tabela ile de yarı resmiyet kazanır. Tabelada Dernek, Belediye ve Metin Gemici isimleri ortak yer alır başlarda. Sonra yerel iktidar değişir, tabeladan derhal dernek adı çıkarılır çünkü yeni Belediye Başkanı Faik Tütüncüoğlu ile Dernek üyeleri arasında eleştiriye dayalı anlaşmazlıklar oluşur, eee yetki kimde Belediyede, hooopppp dernek adı silinir, sadece Metin Gemici adı bırakılır… Peki sakız ağacı konusunda mezkur başkan ile başka bir atılım yapılır mı, zinhar… Ama onlar da, yeni yapılan inşaatların oturma ruhsatı alınması aşamasında her bağımsız bölüme birer adet sakız ağacı dikilmiş olması şartı getirerek yeni bir karar oluştururlar, katkısı olur mu, evet, şüphesiz olur ama uyanık müteahhitlerle baş etmek kolay mı onlar bir yolunu bulurlar, kimisi mevcut sakız ağaçlarından dallar koparır toprağa dikerler, tıpkı sakız ağacı dikilmiş gibi, kimisi ise küçük küçük ağaçlar satın alır ve dikerler, doğası gereği nazik olan bu ağaçlar yetersiz bakım neticesinde kısa sürede kurur giderler.

Bilahare; yerel yönetim aynı partide kalmak kaydı ile değişir, artık Muhittin Dalgıç vardır Belediye Başkanlığında. O günden sonra gerek Başkanın inisiyatif ile gerekse sakız ağacı farkındalığı oluşması gerekse de toplumsal bilincin yükselmesi ile, sakız ağaçlıklarının kurulmasında kamunun yeniden “baş rol” alması gereği öne çıkar. Çiftlik Köye bu dönemde ilaveten 4 adet daha sakız bahçesi ilave edilirek toplam sayı 6 ya çıkarılır. Dönemin Çiftlik Köy yetkilisi Turgay Soykan’ın da çabaları asla unutulmamalıdır, bu manada emeği geçen herkese teşekkür etmek boynumuzun borcudur. Bundan sonra gelecek yönetimlerden de bir önceki dönemden daha da fazla çaba sarf ederek sakız bahçelerini çoğaltmasını bekliyoruz, istiyoruz ve sürekli de isteyeceğiz.

Çiftlik Köy “sakız festivalinde” öğrendiğimiz teknik ve ekonomik bilgilerin üstünden bir kez daha geçmekte fayda vardır. Bu anlamda sakız reçinesi (mastika) ve sakız uçucu yağı üretiminin merkezi durumundaki Yunanistan’ın Sakız Adası üretimin olduğu her köyde kooperatif marifeti ile örgütlenmiş ve üst birlik olarak ta Sakız Üreticiler Birliği oluşturulmuş, kilogram fiyatı 90 ila 100 euro arasında bir fiyattan satılmak üzere yıllık yaklaşık 150.000 kilogram üretime ulaşılmıştır. Peki; yapılan ihracatın 2 önemli hedefi neresi derseniz, Ameri Birleşik Devletleri ve Türkiye… Canım Yurdumun ne kadar sakız, ne kadar sakız yağı ya da sakız reçeli aldığı konusunda bilgi varsa da ben ulaşamadım. Bu arada sakız yağının piyasa fiyatının da yaklaşık 900 euro olduğunu da ilave etmeliyim. Bu üretim miktarları, bu piyasa fiyatları ile ciddi üretim seviyelerine ulaşılabilirse Çiftlik Köy’ün ekonomisine nasıl bir rakamın girebileceği aşikardır. Bu nedenle teşvik ve destek konusunda kamu yöneticilerinin rol hatta başrol almaları kaçınılmazdır. Aaa sakız ağacı bakımının ve sakız üretiminin ne kadar meşakkatli ve sıkıntılı olduğunu bilmiyor muyum, ziyadesi ile biliyorum, lakin kolay olan ne kaldı ki?

12 ay yeşil kalan sakız, çalı görünümlü olmakla birlikte, gösterilen ihtimam ile ağaç haline dönüşen, tüm Akdeniz ülkelerinde bulunmakla birlikte, “damla sakızı” üretimine uygun olanının doğası, Sakız Adası ile Çeşme ve de özellikle Çiftlik Köy olarak belirtilmektedir, bilim insanlarınca… Daha çok şey yazılabilir ama benden bu kadar, ileri ve teferruatlı bilgi için doğru adres Ege Üniversitesi ve ilgili bilim insanı Murat İSFENDİYAROĞLU ve Çeşmenin yerli üreticilerinden de Çoşkun Vural’dır.

Cumartesi, Şubat 23, 2019

ÇİFTLİK KİLİSE ve MAŞATLIK


Çiftlik köy kilisesi ve hemen yanındaki “maşatlık” dahi, bir dönemi yok edici diye tanımlayanlar tarafından maalesef yok edilmiş kültürel miras listemize dahil edilmiştir. Kilisenin yerinde artık yeller estiğinden sadece Maşatlık Çeşme Belediye Başkanı Muhittin Dalgıç tarafından diğer birkaç kültürel mirasta olduğu üzere yeniden ayağa kaldırılmış bulunmaktadır. Kilisenin yerinde yeller esiyor dememe rağmen sadece bahçesindeki “kotarina” taşlarından zemin kaplamasının minik bir tarafı bulunmaktadır. Mezkûr kaplama Çiftlik 69. Sokak üzerinde yer alan parkın hemen güney-batı tarafında görülebilir durumdadır. Ne yazık ki elimizde konuya yönelik yazılı bir eser yok, varsa da ben bilmiyor olabilirim, şu ana kadar edindiğim tüm eserlerde ne yazık ki bu kiliseden hiç bahsedilmez. Şu ana kadar edindiğim ve Çeşme İlçesindeki Kiliseleri konu alan en derli toplu eser, “Bizans sanatı doktora seminer çalışması” alt başlıklı, danışmanlığını Doç. Dr. Zeynep Mercangöz’ün yaptığı ve Yüksek Arkeolog Aytekin Erdoğan tarafından kaleme alınan “Çeşme İlçesi sınırları içerisinde bulunan kiliseler” adlı çalışmadır. Ne yazık ki burada da Çiftlik Köy’de bulunan hiçbir kilise olmadığı gibi sanki Çiftlik Köy de hiç olmamış gibi davranılmış durumdadır. Mezkûr eserde kayıt altına alınmış, Çeşme içi, Dalyan, Ildırı, Germiyan köylerindeki kiliselerin yapım tarihlerine bakınca 18. Ve 19. Yüzyıllar olduğunu görmekteyiz. “Katopanaya” adı ile maruf alttaki fotoğraflardan ne müthiş bir kilise olduğu kolaylıkla anlaşılacak yapının envantere girememiş olması inanılmazdır. Diğer taraftan Çiftlik Köyün, sadece yörenin 10. ya da 11. büyük ve önemli kilisesi diye bahsedilen “Katopanaya”nın dışında da birçok kiliseye ev sahipliği yaptığı, bugün bile kısa bir arazi ziyareti ile anlaşılabilir. Ayrıca Altınkum’a gider iken denizin ilk göründüğü yerde yani TEDAŞ’a ait trafonun hemen ardındaki tepenin bile “Kum kilise” mevkii diye anılması bile söylediklerimin bir kanıtı olsa gerektir. İlaveten özellikle Pırlanta Plajından sonraki Karaabdullah Mevkiine giden yol üstünde bile hala şapel kalıntılarına rastlanmaktadır. Aşağıdaki fotoğraflarda “Katopanaya” Kilisesinin çok uzaktan, Değirmen Dağı yönünden çekilmiş bir fotoğrafından anladığımız kadarı ile yukarıda verdiğim lokasyon doğru görünmektedir. Bugün tam orada tescilli 2 adet muhteşem taş bina bulunmaktadır ki, çok muhtemeldir kilise yetkililerinin ikamet ettiği binalardır. Bir diğer fotoğraftan anladığımız kadarı ile
bir ayin sonrası ya da öncesi kalabalığın yerel olma ihtimali düşüktür bu da Pazar ayinleri için mezkûr kilisenin adalardan ziyaretçileri olduğu söylentileri olup fotoğraf karesinde bulunanların fotoğrafın çekildiği yöne bakıyor olmaları da bu durumun teyididir diye düşünüyorum. Madem ki iddia o ki; tarlalarda ve çiftliklerde çalıştırılmak üzere adalardan çalışkan ve iş ihtiyacı olan Rum kökenliler buralara getirilmiş, neden acaba “Melek Paşa Çiftliği” diye bilinen bu topraklarda olmasınlar. Diğer taraftan bir dönem nüfusu yaklaşık 4.000 civarında olan, hatta Çeşme’nin 2 nahiyesinden biri olan ve dahi “Belediye” olarak sokaklarında gece aydınlatması için gaz lambaları olan bu yerleşimde kiliseler olmasın, olmaması akla aykırı. Yine fotoğraftan hareket ile; 2 katlı ve bir hayli geniş ve dikdörtgen kesitinde ve beyaz mermer kaplı, çan kulesi dahi görkemli olsun bu büyük bina sadece gösteriş için yapılmış olsun, mümkün değil. Beyaz mermer kaplı olması bilgisi tabii ki fotoğraftan anlaşılmıyor, sözlü tarih kapsamında kayıt altına alınmamış olsa bile, mübadele ile gelen atalarımızın anlatımlarından biliyoruz, ilaveten bugün hala balıkçı barınağının orada, sahipsiz atık vaziyetteki sütunlarından kalan parçalar ile Çiftlik Köy meydandaki Atatürk heykelinin kaidesi içine yerleştirilmiş olan “Çeşme fasadlarından” anlıyoruz.

Bilindiği üzere; Çeşme Belediyesi, Çeşme'nin tarihi değerlerine sahip çıkma iddiasıyla, Çeşme merkezindeki tarihi hamam ve Çiftlik Mahallesi'ndeki eski Hıristiyan mezarlığı ile Kemik Odası'nı restore etti. Ama aynı Belediye, yukarıda detaylarını verdiğimiz kilise artıklarına aynı ilgiyi göstermedi, mutlaka bilmediğimiz başka haklı gerekçeleri vardır… Yıkmak veya sahiplenmemek kısa vadede maliyetsiz bir davranış olmakla birlikte uzun vadede nasıl bir maliyeti olduğunu görüyoruz, ve dahi göreceğiz… Mesela mezkur kiliseyi yıkıp taşlarından parti binası inşaatı yapmak ile sahip çıkmamak şüphesiz aynı şey değil ama lütfen ilgi… Efendim sorumluluk filan kurumlarda denilerek aradan sıyrılmak kolay olsa bile doğru değildir ve kabul görmeyecektir ve de görmedi de…

Diğer taraftan; hemen şu anda yerinde yarım yamalak bir parkın bulunduğu kilisenin güney-doğusunda ve Çiftlik Köy mezarlığının tam karşısında kalan Rum mezarlığı “maşatlık” ve kemik odasının restorasyonu önemli bir çalışma idi, emeği geçenler hep hatırlanacaktır. Kemik odasının kitabesinden yapım tarihinin 1876 yılı olduğu anlaşılmaktadır. Mezarlıkta yer açmak adına eski mezarlardan kemikler toplanıyor, kemik odasına konuluyor ise ve Rum nüfus belirttiğimiz düzeyde ise demek ki kilise en az bundan 100 yıl önce inşaa edilmiştir demek akla pek aykırı gelmez. Çocukluğumdan itibaren maşatlık olarak bildiğimiz bu yer; Türkçe Etimoloji sözlüğüne göre Arapça “Maşhad” kelimesinden türetilen “şehitlik” anlamında zaman ve mekân ismi olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır da maşatlığın neden şehitlik olduğunu biz bir türlü anlayamamaktayız. Mezar taşlarından günümüze ne yazık ki bir şeyin intikal etmediği mezarlığın dış duvarları tamamen eski haline getirilmiş olmakla birlikte mezarlık giriş kapısı konusunda ne eskiden günümüze bir bakiye var ne de bir çalışma. Kemik odası mezarlığın güney-doğu köşesinde yer alır ve tonoz yapılı bir taş bina olup içinde kemiklerin toplandığı bir kemik kuyusu bulunmaktadır.

Cumartesi, Şubat 16, 2019

EVİM - 5


Evet, güzel komşularımız ile devam ediyoruz bu haftada ne kadar detaylı hatırlayıp, ne kadar detaylı anlatsak anlaşılır bir şey olmaktan biraz uzak kalır, bu komşuluk, bu seviyeli ilişkilerin sadece yaşanılarak anlaşılabilir bir şey olduğu aşikardır. Komşular arası çekişmeler olmaz mı idi, şüphesiz vardı. Ama bugünkü kadar mekanik olmayan ilişkiler içinde mutlaka bir sosyal damar öne çıkar idi. O günler canım yurdum insanının “komşuda pişer bize de düşer” sözlerini yarattığı günlerdir, komşu bilirdi ki mutlaka komşuda pişenden ihtiyaç halinde kendisine de bir şey aktarılır idi. Eyyy gidi günler, bakın şimdi yolda yere düşene yardım etmekten imtina eder bir toplum haline gelindi, gelişme bu olmalı ya da olmamalı herhalde… Aaaa biri de çıkar “komşunun tavuğu komşuya kaz görünür” ya da “kötü komşu insanı mal sahibi eder” sözünü de bu komşular yaratmadı mı derse ona da itiraz etmem ama yaygınlığı ve kapsama alanı konusundaki ısrarımı sürdürürüm.

Kendisini tanımadığım ama eşinden bir kahraman gibi bahseden ve bizim de “Horoz Kaptan” (Ahmet Poyraz) olarak birçok macerasını kendisinden dinlediğimiz bir Affa Nine komşumuz var, Affa nine kısa boylu, beyaz saçlı, yaşına göre dinamik, hafızası güçlü birisi olarak sürekli benim de yaş dönemim itibari ile hoşlandığım, eşi Horoz Kaptan’ın özellikle Hindistan taraflarına yönelik yelkenli gemi ile seyahatlerini ve maceralarını dinlemenin tadına doyamazdım. Bize her gelişinde mutlaka sorar ve anlatması isterdim, o da hiç üşenmez bir babaanne şefkati ile sürekli değişik bir macera anlatırdı. Horoz Kaptan’ın oğlu aynı lakap ile “Horoz Halil” olarak bilinirdi, kendisine ait bir tekne ile Fener ve Döküntü Fenerlerinin tüplerini değiştirir, bakımlarını yapar ve fener lambalarının sürekli çalışıyor olmasını temin ederdi. Halil abimiz Sevim ablamız ile evlendi, 2 de çocukları oldu. Artık, Affa nine, Halil abi ve Sevim abla sadece anılarımızda yaşıyorlar. Nurlar içinde olsunlar. Ama özellikle Affa ninenin bana bir torun edası ile Horoz Kaptan’ın maceralarını anlatması daha dün imiş gibi gelmektedir.  

Turgut Usta ve Kâşife Abla, hemen yan komşularımız idi, Turgut Abi, inşaat ustası/kalfası idi, hatırladığım kadarı ile Çeşme’deki birçok evin yapımında alın teri vardır. Şimdilerde yıkılmış, önünde merdivenle ulaşılan geniş pundi (teras)si olan bir evde kiracı olarak oturmakta olan Turgut usta sonradan deniz kenarında uzunca sayılacak bir sürede bizzat kendisinin inşa ettiği eve taşınmışlardı. Özellikle Kâşife abla ve annemin samimi sohbetlerini hatırlamaktayım şimdilerde. Turgut abimizin kirada oturduğu ev, Ilıca’lı Yılmaz abilerin evi idi, bildiğim kadarı ile. Bu evde altındaki damdan geçilerek girilen dar ve dereye kadar uzanan, içinde narenciye, badem, incir ve zeytin ağaçları bulunan bir bahçeye açılırdı.

Turgut abilerin kendi evlerine taşınmasından sonra mezkûr eve Mersin Silifkeli olan ve “Sahil Sıhhiye”de görev yapan Mehmet Abi (Kurt) ve ailesi taşınmış idi, uzunca yıllar komşuluk ettiğimiz bu aile emekliliklerini müteakip memleketleri Silifke’ye geri dönmüşler idi. Bu komşuluk esnasında ilk defa tanık olduğumuz bir olay gerçekleşmiş idi, Mehmet Abinin buraya taşındıktan sonra bir oğlu doğmuş ve adını da Mehmet koymuşlar idi, şimdilerde çok yaygın olmamakla birlikte kullanılan babanın oğul ile aynı adı taşıması, bizim için dönem itibari ile çok şaşırtıcı olmuş idi. Oysa ki bizim alışkanlığımız ve davranışımız olsa olsa oğula babanın adını vermek ile sınırlı idi. Ama sonraları bunun da normal ve makul bir tutum olduğunu yaşayarak öğrenmiş idik. Yıllar sonra Silifke ziyaretimde, Mehmet abinin kendisini görememiş olsam bile kızları ile görüşüp, sağlık ve afiyette olduklarını öğrenmiş idim, tabii ki şimdilerde durum nedir, bilemiyorum.

Cici “Leyla Kabasakal” kışları İzmir yazları da Ilıca’da yaşamaya başlayınca, evlerine Fevzi abi (Ergun) ailesi ile taşındı. Oğlu Nadir Ergun ve kızı Ülkü ile o yıllara dayalı tanışıklığımız var ve Nadir ile halen devam eden arkadaşlığımız bulunmaktadır. Fevzi abi o zaman Namık Kemal ilkokulunda çalışır, ama muhtemelen bütçe kaygıları ve hedef tutturma gerekçeleri ile, yaz aylarında akşamları yakın zaman önce yitirdiğimiz Tansık Usta (Erte) ile birlikte harika hazırlanmış çerezler satarlardı, sonraları bu ekibe Ahmet Erküçük katılmıştır. Çok çalışkan ve becerikli Fevzi abimiz birkaç sinemada da makinist olarak ta görev üstlenmiştir. Bir gün denk getirebilir isem sinemadaki makinistlik günlerine ilişkin anılarını ilk elden dinleyip, yazmak istiyorum. İlerlemiş yaşına rağmen hala deyim yerinde ise dipçik gibi dolaşan abimize uzun ve sağlık dolu bir yaşam diliyorum bu vesile ile de.

Fevzi Abinin bacanağı ve sokağımızın köklü ailelerinden Öztin ailesinden Uğur Öztin ve Ayşe abla ve Uğur abinin annesi Halide Teyze ile birlikte yaşarlar idi, ailenin diğer fertlerinden önemli bir doktor olan, Namık Öztin, sonradan havacı general olan Avni Öztin, sonradan Çeşme belediye başkanı olan Hulusi Öztin, hep güzel komşularımız idi, 3. nesil Öztin’lerden, Uğur abinin çocukları torun Halide ve Hüsamettin halen sokağımızda oturmaktadırlar. Öztin ailesi de büyük bir bahçe içindeki bugün artık tescilli ve korunan bir binada yaşamışlar idi.

Diğer komşumuz, Mustafa Soma ve eşi Tasvip abla, inanılmaz derece çalışkan olup narenciye ve sebze yetiştirdikleri büyük bir bahçe içerisindeki evlerinde yaşamışlar idi, ne yazık ki artık hayatta değiller. Mustafa abinin 75 yaşında bahçede yorulmadan adeta dinlemeden çalıştığı hali dün gibi gözümdedir.

Hemen yanlarındaki evde; Şerif Soma ve eşi Havva abla yaşarlardı, oğulları Hasan Soma artık ne yazık ki hayatta değil. Hasan Soma çok değerli bir futbolcu olup Altay Spor Kulübünde de futbol oynadı ancak yaşanan talihsizlikler neticesinde futbol hayatı uzun süreli olmadı. Aynı evde daha önce Ali Sağdıç ve Ailesi, yaşamışlar idi. Oğlu Mustafa Sağdıç akranım ve okul arkadaşım idi.

Evet bu haftalık ta bu kadar, dip komşumuz Turan için ayrı bir yazı yazmayı planlamaktayım.

 

 

Çarşamba, Şubat 13, 2019

TOROĞLU BAŞKA ÜLKELERDE OLSA İDİ

TOROĞLU BAŞKA ÜLKELERDE OLSAYDI
AlmanyaTorstein
ArapEbu el Tor 
ArnavutlukTorolosh
BelçikaTorolki
Bosna HersekTorkach
BrezilyaTorinyo
BulgaristanTorov
ÇeçenistanTormaşal
Çek CumhuriyetiTorelek
ÇinTorai
DağıstanToroçvili
DanimarkaTorolson
ErmenistanTorolyan
EskimoTorasshole
FinlandiyaTorpink
FransaToroj
GürcüstanTorovili
HırvatistanTorolevski
HindistanTorolanje
HollandaTorkrijk
İranTorşems
İskoçyaTorkichus
İspanyaToroles
İsrailTorgud
İsveçTorkechi
İtalyaTorelli
İzlandaTorkiluss
JaponyaTorohomo
KamboçyaTorokiri
KazakistanTorkoch
KoreTorsumi
Kürt - KırmançiTorolmerdo
Kürt - ZazaToreşk
LatinceTorinçiyus
LazToruşak
LitvanyaTordelyus
MacaristanTorfolosh
MoğolistanTorpusht
MoldavaTorkichyus
NijeryaToroche
NorveçTorkis
ÖzbekistanTorbogk
Papau Yeni GineTorkinos
PolonyaTorkodosh
PortekizTorpero
RomanyaTorolesku
RusyaTorolov
SibiryaTorçanka
SlovakyaTorlesku
TaylandTorpich
TürkmenistanTorbeg
UkraynaTordanos
YunanistanTorolaki
ZuluToru
KızılderiTortop

Pazar, Şubat 10, 2019

EVİM - 4


Çocukluğumun geçtiği evin hallerine yönelik yazdığım; yaşam zorluklarının bolluğu yanında huzur, bereket ve mutluluk dolu sürecin tüm sokağımıza, hatta kentimize, hatta hatta tüm yurdumuza şamil bir durum oluşturduğunu söylemeye gerek yoktur sanırım. Sosyal ve ekonomik imkanların çok sınırlı ve kısıtlı olmasına rağmen hayatın tariflenemez kadar keyifli olmasının hayatiyeti bizim mutluluk tarifimizin kısıtlı ya da sınırlı olmasına mı bağlı idi bilemem ama insanların daha mutlu olduğu tüm beşerî ilişkilerin seviyesi ve kalitesinden bilinir ve anlaşılırdı. Yokluk ve mutluluk ile varlık ve mutluluk kıyaslaması yapıldığında görülecektir ki bu tuhaf tezat durum ve tenakuzun ne tarafında durursanız durun mutlaka karşının durumu daha özlenesi ve daha hedeflenesi bir cazibesi bulunacaktır. Şimdi çok çeşitli işlemleri oturduğumuz yerden kalkmadan bir tuş ile halledebildiğimiz bir üst teknolojik seviyede yaşıyoruz, herkesin cebinde yeterince para var, harika adalet saraylarında adalet dağıtıyoruz da ne oluyor, bir bakın Sağlık Bakanlığı verilerine, antidepresan kullanımı bir önceki yıla göre %25 artmış, son 10 yılda yaklaşık 2,5 kat artan bir sakinleştirici ilaç kullanımı söz konusu, yani istikrarlı bir ruh hali bozulmasının artışı, örneğin 2016’nın ilk 9 ayında 33 milyon 368 bin 916 kutu antidepresan tüketilmiş, bir önceki yıl yaklaşık 10 milyon kişi ruh ve sinir hastalıkları doktorlarına başvurmuş, demek ki tenakuz devam ediyor!!! Peki nedir bu kesif mutsuzluğun sebepleri; artan yoksulluk ve yolsuzluk, işsizlik, gelecek kaygısı, göç, tabii ve insani travmalar, madde ve alkol kullanım kaynaklı bozukluklar, toplumsal çatışma ve bölünmeler, belirsizlikler, vs vs… Neymiş demek ki “para ile saadet olmuyormuş” … Neyse; bu detaylar bu yazının hedeflediği konuyu aşmaya ve başka disiplinlerin iştigal alanını işgale başlamadan duralım. Aslolan beşerin beşer ve tüm doğa  ile iletişimi diyerek, çocukluğumun komşuluk ilişkilerine ve o güzelim komşularımıza gelmek istiyorum. İnsanlar o zamanlarda farklılıklarının beşerî ilişkilerinin önünde engel oluşturmadığını, amasız ve fakatsız salt “hemşehri” salt komşu olduğu için iletişmenin zorunluluğunu “komşu komşunun külüne muhtaçtır” atasözü ile formüle etmiştir. Bahse konu devir, “çat kapı misafirlik” devridir, kimse kimseye önceden haber vermeden misafir olur, habersiz gelinmesine rağmen büyük bir hoşgörü ile misafir edilirdi. İşte bu şeraitte çocukluğumdaki komşularımız ve komşuluk ilişkilerimiz üstüne hatırladıklarımı yazmak istiyorum.

Daha önceki bir yazımda tek başına kendisini konu ettiğim ve kendisine “cici” dediğim Leyla Kabasakal ve ile “dede” diye hitap ettiğim Tevfik Kabasakal en yakınımızdaki komşumuz idi ve nerede ise karşılıklı hakkımızda bilinmeyen birkaç mahrem şey dışında herhalde hiçbir şey yoktu. Yakın komşumuz olmamasına rağmen, günde en az 2 kez gördüğüm ve selamlaştığımız, babamın akranı İbrahim Tütüncüoğlu (Topal İbrahim), ki oğlu yaşında olmama rağmen bana bir yetişkin adam muamelesi yapan hatırladığım ilk kişi, ama mutlaka karşılıklı hitabımız “hemşehrim” idi. Ne güzel ve ne çalışkan bir abimiz, bir amcamız idi İbrahim abi, hergün sabah erken saatte sahibi olduğu “katır”ın sırtında bahçesine/tarlasına gider gün boyu orada çalışır ve eğleşir, akşam da geç saatte tekrar evine dönerdi. Başta enginar olmak üzere mevsimine göre her türlü sebze yetiştirme işini çok başarılı bir biçimde gerçekleştirdi tüm hayatı boyunca.

Yine bana yetişkin adam muamelesi yaptığını hatırladığım 2. önemli kişi ve komşumuz Marangoz Nuri Sağırbay abimiz/amcamız idi. Büyük bahçe içerisinde sulama havuzunun üstünde inşa edilmiş bir evde yaşar iken 1969 depreminde evin hasar görmesi nedeni ile bu sefer sokağa daha yakın bir yerde yeni inşa edilen bir evde oturmakta idi. Ancak, sağlık nedenleri ile uzunca bir süredir hukuki değil ama fiili emekli hayatı yaşar iken, tüm sokağımızı kedere boğan 1971 yılında elim uçak kazası olur ve oğlu pilot üsteğmen Ali Rıza Sağırbay abimiz vefat eder, bu vahim gelişme zaten ciddi sağlık sorunları yaşayan Nuri abimiz daha da çöker artık sadece evinin penceresinin önünde oturur, gelen geçen ile merhabalaşır, bazen de kısa sohbetler eder idi. Her görüşmemizde bana mutlaka “birader” diye hitap eder, bizde kendisine ve yaşamına hürmeten büyük saygı besler idik. Ailenin diğer fertleri aracılığı ile narenciye ve enginar tarımını da sürdürdüler uzunca bir süre, 2. oğlu, Zafer Sağırbay da havacı oldu ama şu anda gerekçelerini hatırlamadığım bir şekilde erken emekli olarak yurt dışına çıktı. 3. oğlu ise benim akranım Danış Sağırbay idi ve halen arkadaşlığımız tıpkı çocukluğumuzdaki gibi sürmektedir. Ne güzel ve iyi bir insan idi, Nuri Sağırbay abimiz. Şimdi görüyorum ki biz o tarihlerde babamızın akranlarına hatta daha da büyüklerine bile “abi” diye sesleniyormuşuz, bilemem gayri onlara kendilerini genç hissetmeleri için yardım mı ederdi bu yaklaşım yoksa çok ta anlamı olmayan bir yaklaşım mı idi.

Ama hatıralarımda en müstesna yerlerden birini de; komşumuz Nazikter Teyze ve Osman Amca tutar. Onlarda büyük bir bahçe içerisindeki evlerinde oturur, narenciye üretimi ile ilgilenirlerdi, başka bir ekonomik faaliyetleri var mı idi hatırlamıyorum. Bir torunlarını hatırlıyorum, adı Remzi, akranım idi ve Urla’da yaşıyorlardı, sonraları hiç yolumuz kesişmedi ve görüşemedik. İmar denen illetin mahallemizi yok etmesine kadar onların taş evi orada durmuş idi. Sonra ne mi oldu, hepimiz imarın nimetlerinden yararlanarak, narenciye ve sebze üretiminden vaz geçtik, evler yapıp kiraya vermeye başladık, durum bu… Bize deyim yerinde ise “çat kapı” gelen 2 büyüğümüz idi, Osman Amca ve Nazikte Teyze, bakmayın amca ve teyze dediğime aslında onlar dedem ve nenem yaşlarında idi. Ama bu misafirliklerin benim için en keyifli yanı, Osman Amca ile oynadığımız iddialı “dama” oyunları idi, zekâ, sabır, taktik, strateji, suhulet, hızlı düşünme, oyun planlama ve gerçekleştirme gibi disiplinleri gerektiren dama benim ileride satranç sevgisine dönüşecek ilk oyunum idi. Dama sevgisi, daha sonraları bizim gerçek dama ustası olarak ilk tanıdığımız İsmail Denizli abimiz ile dama oynamak için komşu şehirlere ve kasabalara gidişimize bile neden olmuş idi.

Cuma, Şubat 01, 2019

EVİM - 3


O zamanlar kamu kurumları şimdiki gibi iyi değillerdi, o zaman her şey büyük oranda bedelsiz olarak gerçekleştirilirdi, buna “hara” diye bildiğimiz İlçe Tarım Şefliği ya da Müdürlüğüne bağlı şimdiki “Migros”un yerinde bulunan hayvan ıslah, aşılama ve tohumlama merkezindeki tüm hizmetler de dahildir. Zamanın “Sakız Koyunu” türünün ıslahı ve daha verimli ve yararlı bir ortak haline getirilmesine yönelik çalışmaların üretici ile yüz yüze geldiği bu yer fazlaca hatırlamamama rağmen önemli bir yer idi biliyorum. Bazı çiftçiler, koyunlarını, keçilerini, ineklerini, beygirlerini getirirken eşeklerini bile getirenleri hatırlıyorum… Orada çalışan bir İsmail abimiz var idi, şimdilerde emekli ve zaman zaman karşılarız yolda, selamlaşır hâl hatır soruşuruz. Biz koyun ve keçilerimiz için hizmet alırdık oradan. Tavuklarla ilgili hizmet veriliyor mu idi hatırlayamıyorum. Sonradan kamunun hizmet anlayış ve şekli değişti ve artık oraya ihtiyaç ta kalmadı, zaten hayvancılık ta kalmadı, Belediye marifeti ile yıkılıp yerine bugün düğün salonu başta olmak üzere diğer hizmet alanları inşa edildi, çok şükür. Gelişme dediğin budur işte. Emeği geçenleri kutluyorum. O zamanlar ortaokulda tarım dersi diye bir ders vardı ve mecburi idi. Her çocuk asgari ve imkanlar ölçüsünde toprak, meyve, sebze ve hayvanlar ile ilgili bilgiler edinirdi, tabii ki gelişmemiş (!!!) ama mutlu idik, şimdiki öğrenciler gelişmiş ama mutsuzlar, artık hangisini tercih ederseniz, buyurun.

Ben bu anlamda kuşağımın birçok temsilcisi gibi birçok eksiğimize rağmen doğa ile iç içe ve son derece mutlu idim. Yavrulayan keçilerin “çepiş”lerini, koyunların “kuzu”larını kucaklayarak, onları bazen de emzikli şişelerden süt ile besleyerek, tavukların kuluçka dönemlerinde altına yumurta koyarak, yumurtadan çıkan “civciv”lerin ilk seslerini duyarak, büyüme bahtiyarlığını yaşamış biriyim. Kuluçka dönemlerinde tavukların yumurtaların soğumaması için, hiç kalkmadan yumurtaları sıcacık tutma içgüdülerinin gözlemcisi olmak kadar bilahare yumurtadan çıkan civcivlerin sendeleyerek yürümelerine tanıklık etmek, daha da sonra görece büyüyen civcivlerin “badi badi” yürümelerinin, annelerinden kırık buğday tanelerinin nasıl yenileceğinin, altlarındaki samanların nasıl eşeleneceğinin, suyun nasıl içileceğinin öğrenilme süreci ise tam bir eğitimdir. Horozun geniş aileye reislik etmesi, kocaman bahçede gezerek beslenilmesi, civcivlere sahiplenilmesi, kedilerin civcivlere bakışları, havanın kararmaya başlaması ile birlikte tamamının kümese kendiliğinden dönmesi, izlenilmesi gereken bir başka güzellik idi, şimdi bakın bakalım kimler bunlara tanıklık edebiliyor. Kümesin küçük bir pencerecik ile ayrılmış telli bölümünde ki burası da bu sayıdaki tavuğa bir hayli yeterli bir alan idi, gün içinde evde bulunmadığımız dönemlerde tavuklar, pencerecikteki kapağın açılması ile bu bölüme bırakılırlar, buraya yeşil taze otlar atılır, üstüne de buğday ya da mısır yemi de atılır, su ihtiyacı ise içinde yeterli su bulunan bir “taş yalak”tan karşılanırdı. Kümesin bu bölümüne taze ot toplayıp atmak, yalak’a su doldurmak benim görev tarifim içerisinde idi. Aynı zamanda ortaokulda İngilizce öğretmenliği yapan Veteriner (herkes baytar der idi) Süleyman Bey, tavukların aşılarını yapardı, aşı günleri mutlaka ben beklerdim gelmesini, bedel beklentisi olmaz idi bu hizmet karşılığı velev ki babam önceden ya da sonradan vermeye.

Hayvanların damındaki, haydi gübre diyelim, gübreleri temizlemek, toparlamak ve bahçede uygun bir yere taşımak görevlerim arasında olup bilahare de sık sık gübre aktarma denilen işleri de yapardım. Şimdi gerekçesi ne idi, neden yapılırdı hatırlayamıyorum ama gübre yığını uygun bir örtü ile örtülürdü, zaman zaman bu örtü kaldırılır, kürek ile gübre hemen yan tarafına kürek kürek atılarak aktarılır idi, aktarma işinin “gübrenin yanmasının” önüne geçmek içindi, öyle denirdi, onu hatırlıyorum. İçindekilerin organik atıklar olması hasebi ve oluşan mikroorganizmaların biyolojik ve kimyasal parçalanmaları ile inorganik hale dönüşen gübrenin yeterince bekletilmesi gerekir çünkü yabancı ot ve hastalık yapıcı unsurların yok olması hedeflenir. Tüm bu işlerin karşılığında, hazırlanan yoğurdun ve yumurtaların fazlasının satılması yolu ile elde edilen gelirin, harçlığa ilave olarak bana verilmesi de bu işlerden hoşlanmasam da, şikayetçi olma hallerimi mutedil kılıyordu.

Havuzun etrafında rengarenk boyanmış gaz tenekelerinden yapılmış saksılar içinde yetiştirilen çok çeşitli karanfillerden bahsetmiş idim önceki yazımda, orada her renk karanfil bulunur idi. Sadece kuruları ayıklanır, “çiçek dalında güzeldir” ilkesi gereğince kesilmezdi. Gerçekten şimdilerde o halleri hatırladığımda bir başka keyf kaplar içimi, dalar giderim su motoru çalışırken suyun havuza akarken çıkardığı ahenkli sesler, karanfillerin kokusu, hay Allah. Karanfillerden çiçek yürütmenin yolunu bulduğumda bile zımnen yakalanırdım babama, çok sert olmasa bile fırça yerdim, ama dinler miyim, serde gençlik var, karanfiller 2 şerli 2 şerli yürütülüp genç kızlara verilecek. Yıllar sonra artık torunlar gelmeye ve karanfillerden kesmeye başlayınca, ben “aman dedeniz kızabilir” dediğimde, dedenin adeta efelenerek “karışma çocuklara, bak çiçek seviyorlar, ne güzel” deyip beni susturur idi. Aynı şeyi ağaçtan mandalin kestiğim dönemde de mutlaka makas ile kesmemi isterdi, ben kestirmeden direk koparınca da kızardı, “neden makasla kesmiyorsun” diye, ancak ileri dönemlerde torunların makassız kesişlerine ise, “aferin çocuklar, kesin yiyin, aferin” deyişlerini de asla unutamayacağım. Bana hoşgörüsüz tutumun torunlara gösterilmemiş olması, “Tito” nun “dede”liğe terfi etmesi mi?, torun sevgisinin çok fazla oluşu mu? Yoksa yaşlanmanın oluşturduğu duygusallık mı? ne olduğu ve nasıl izah edilebileceğini bilemedim gayri. Babamın, çocuklarımın halleri…

Son söz, canım yurdumda küçük çaplı yürütülen aile tarımı ve hayvancılığı denilen “küçük üretici” faaliyetlerinin bırakın desteklenmesini, kösteklenmesi halinde geçmişin yad edilmesinin önünde burun çekmelerin eksik olamayacağı aşikardır.