Pazar, Ağustos 09, 2020

YEREL TAT SÜTSAN

 Bilindiği üzere şeker, reçel, pekmez, tahin, yoğurt, süt ve her türlü meyvelerin ve şurupların kar ya da buzun belli miktarda karıştırılmaları ile takdimine ve ikramına tarihin her döneminde ve her mutfakta rastlanmaktadır. Bu maksada matuf, Adana’ya ilk defa gittiğim 1976 yılında Toroslardan kamyonlarla kar getirilip mahallelerde satıldığını gördüğümüzde müthiş şaşırmış idim. Sonraları Adana’ya alıştıkça, temelde limonlu suyun dondurulması ile elde edilen “eskimo” adı verilen buz ve pişirilmiş nişasta üstüne rendelenmiş buz ve pudra şekeri serpilmesi ve üstüne de meyve şerbeti dökülmek suretiyle “bici bici” adı verilen tatlıyı da gördüm, enteresan mamuller idi. İnsanların serinletici ürünler yeme ya da içme ihtiyacı her daim olmuştur ve soğutma sistemlerindeki teknolojik gelişimlere bağlı ürün çeşitliliği de buna uygun gelişmiştir. Evet Adana’da bunlar var iken, Çeşme’de ise İzmir kökenli “Sütsan” diye harika lezzete haiz bir dondurma satılmakta idi. Daha o zaman sermayenin temerküzünün temayüzü kabul edilebilecek ve mezkûr sektörün ve de dolayısı ile kapitalizmin armadası olarak öne çıkan “Algida”, “Golf” ve “Panda” gibi markalar henüz sahne almamış idi, var idiyse de ben bilmiyordum. Gerçi sonraları bir yerel marka olan “Mado” oluşturduğu zincir dondurmahanelerle rol almıştır sektörde. Orijinali “Kahramanmaraş Dondurması” olan bu sonuncusu ise geldiği nokta ile orijinalinden bir hayli uzaklaşmış görünmektedir en azından benim gözümde. Dondurmanın orijinalini sadece Kahramanmaraş hedefli üretim yapıldığı zamanlarda, 80’li yıllardan itibaren defalarca yerinde yani “Yaşar Pastanesi”nde denemiş biri olarak tadı, lezzeti ve orijinalliği iyi bilenlerden sayılırım. Neyse biz yazımızın konusunu oluşturan Sütsan’a ve mezkûr markanın piyasadan çekilişinin ekonomik, teknolojik, tarihsel ve sosyolojik tarafına dönelim.

Kapitalize olmanın mode deyimi “Markalaşmak” olunca, her şeyin bozulması da kaçınılmaz mukadderat haline dönüşmüştür günümüzde, ne yazık ki. Tabii ki tüketiciye ulaşan mamulün ticarileşmesinin, gıda koruyucularının kullanımının, miktarların devasa boyutlara varmasının kalite üzerindeki olumsuz etkisi yanında ana girdi ürünlerinin de benzer süreçlerden benzer şekilde etkilenerek başkalaşması da ne yazık ki etkilidir bu olumsuz sonuçlarda. Artık eski süt üretimi kalite ve kandite açısından ulaşılabilir değildir bana göre, velev ki yine eski sütler var bu sefer eski yöntemler hayaldir, o da olsa eski esnaf ve ustalar yok, diyelim ki bunların hepsi var ve mütekâmilen üretim yapılıyor, ne yazık ki bunu hissedecek ağız-dil kalmadı bizlerde gayri. Kimya artık gıda sektörünün emrindedir tek başına gıda olarak tüketilemeyecek ayrıca ürünün ana bileşeni, ana ya da yardımcı hammaddesi olmamakla birlikte, lakin ürünün mamul hale gelmesi, ambalajlanması ya da depolanması ya da nakil edilmesi ile ilgili olarak ve ürünün tat, koku, görünüş, vs gibi diğer niteliklerini korumak, düzenlemek ve düzeltmek ya da istenmeyen değişikliklere ve dönüşümlere engel olmak maksadıyla gıda ürünlerine mezkur bilimin delalet ve desturuyla katılımlarına izin verilen ve maalesef bu kalıntıların ya da türevlerinin mamul maddede kalıcı değişikliklere sebep olan, gıda bağlayıcıları, gıda katkı maddeleri icat edilmiş ve mertlik bozulmuştur. Tatlandırıcı, renklendirici ya da renk düzenleyici, parlatıcı, koruyucu, antioksidan, asit düzenleyiciler, topak ve köpüklenme önleyicileri, hacim arttırıcılar, emülgatörler, nem düzenleyiciler, kabartma işlevi görenler, stabilizatörler vs gibi o eski tatların oluşumu sürecinde olmayan hatta dönem itibari ile bilinmeyen maddeler tüm bunlara sebep. Bu kadar ve eskiden bilinmeyen maddeler gıdaya katılır ise imalat, ambalaj, depo, nakliye ve öngörülemeyen olumsuz çevre etkilerine açık hale gelen ürünlerde kaçınılmaz olarak gıda kirlilikleri oluşacaktır. (Bu bilgilerin önemli kısmını yazının hazırlanması sürecinde bilgisine başvurduğum Kaya Erdal Çapan tarafından aktarılmıştır)

Ayaklı Google kabilinden, bilgi ve hafıza kapasitesinin genişliği ve derinliği ve de özellikle yüksek belagati ile Kaya Erdal Çapan konu üstüne muhabbetimiz sırasında “icecream” ile “dondurma” arasındaki farkı mükemmel bir biçimde anlattı ama ben bunu yazıya ne yazık ki bu kadar ehven aktaramayacağım galiba. Dondurmadaki iyi kaynatılmış süt, sahlep’in önemi ie “icecream” içeriğindeki krema, yağ ve şekerin yer alışını öylesine güzel aktardı ki, konunun tam da burası bir yazı konusu olacak kadar derin, anlamlı ve uzundur. Hele bir de benim yeni öğrendiğim “kuru buz” ile normal buzun farkını ve gıda saklamada önemini anlattı ki o da ayrı bir hikâye. Kendisine bu vesile ile bir kez daha teşekkürler ediyorum.

Şimdi gelelim Ege’nin efsane ağız tadı, “SÜTSAN DONDURMALARINA”. Çocukluğumun eşsiz tadı Sütsan, bildiğim kadarı ile Çeşmeli 2 ailenin farklı bireylerinin ortaklığında İzmir Kemeraltı semtinde kurulmuştur. Bugün artık farklı işler ile meşgul “Subay” ailesinin büyüklerinden 3 kardeş ile “Ertan” ailesinden bir kardeşin ortaklığı ile kurulur yine bildiğim kadarı ile. Kalınca ve yağlı gibi bir görünüşü olan kâğıda sarılmış, küçük boy margarin büyüklüğünde dikdörtgen prizma, tahta çubuk üzerinde, hatırladığım en fazla 2 ya da 3 çeşidi bulunan ama bana göre sade sütlüsü inanılmaz lezzetli olan ve şimdiki endüstriyel dondurmalarla asla ve kat’a kıyaslanamayacak ve şimdilerde artık üretilmeyen çocukluğumuzun ve Bölgemizin yegâne hazır dondurması idi. Hazır dondurmanın adını “Sütsan” yapan dondurmadır adeta. Maalesef o da, “rekabetçi piyasa” ya da “serbest piyasa” adı verilen sermaye temerküzü sürecine yenik düşüp tarihteki ve hafızalardaki yerini almıştır. İlk defa bir ürünün özel buzdolaplarının olduğunu ve satış noktalarına bila bedel yerleştirilmiş olduğuna da belki de ilk kez şahit olduk.  

Gıda teknolojilerinin ve endüstrisinin mezkûr ana ve ara maddeleriyle de yeterince oynayarak daha da ekonomik hale getirdiği dondurma hepimize afiyet olsun. Son olarak sözlükler “dondurma” karşılığını “icecream” olarak veriyorsa da herkesin “cream” yerine neden “milk” kullanılmamış olmasına yüksek dikkatlerini teksif etmelerini öneririm. 

Pazar, Ağustos 02, 2020

ÇOCUKLUĞUMUZUN UĞRAK YERİ RUMELİ PASTANESİ

Bakmayın başlıkta “uğrak yeri” diye yazdığıma, şüphesiz paramız olunca uğrayabildiğimiz yer diye ifade edilmesi daha doğru olacaktır. Ama gerçekten para bulunur bulunmaz ya da ne yapılır ne edilir para mutlaka bulunur ve mutlaka uğranılır bir yerdir, “Osman Abi’nin” yeri. Çeşme’nin en eski ve en meşhur tatlıcısı “Cemal Şakar’ın” çırağı olarak müthiş lezzetli, tatlılar, reçeller yapım hünerini edinmiş ve geliştirmiştir. Gerçi mezkûr dönem; henüz kapitalizmin emrindeki kimya biliminin gıdaya gayri ahlaki müdahale etmediği yani her ürünün doğal olarak ve doğal yollardan yetiştiği ve kullanıldığı bir dönemdir. Esasen de “ustaların” yüksek ahlaki değerlerini alınterlerine katarak üretim yaptıkları bir dönem olması hasebi ile her şeyin doğal olmasıdır bunlara neden. Bakmayın siz, yöneticilerin sonradan “katma” işini vergiye tahvil ettiklerine, mezkûr büyüklerimiz sadece “arı ahlaklarını” katarlar idi, yaptıkları işlere. Belki de bu yüzden her şey daha güzel idi, o yokluklarımıza rağmen. Hatta biraz daha ileri giderek diyeyim; onlar sadece esnaf değildi, onlar dost idi, onlar bazı işleri cüzi karşılıklar ile üstlenerek hayatı kolaylaştıran ve güzelleştirenler idi, onlar ahlakı yüksek büyüklerimiz idi. Bu arada bu yazının konusunu oluşturan büyüklerimiz başta olmak üzere tüm diğerlerini de hasretle yad edelim, bu vesile ile.

Osman Mersin; bugünkü dondurma ve reçelleri ile meşhur “Rumeli Dondurmacısı” ki ulusal basında dondurması ile ünlü olduğu şekliyle yer almakta olmakla birlikte, tatlı ve reçelleri ile özellikle de reçel çeşitliliği açısından çok önemli ve özelliklidir, bence. Önceleri şimdiki “Kiliseyi” çarşının çıkışına doğru geçince köşedeki manavın yanındaki küçük imalathanesi ve pastanesi ile hizmet verirken hemen her türlü tatlısı ve dondurması hararet ile müşteri bulurken, benim için keşkül ve üstüne dondurma inanılmaz idi. Sakızlı, kavunlu ve kara dutlu dondurması unutulmazlar arasındadır. Osman Abi’nin bugünlere taşıdığı meşhur düzenin oluşması sakın çok kolay olmuştur zannedilmesin, askerlik sonrası tütüncülük işine dönülmemesi ve artık çıraklıkta yapılmayacağı kararı mucibince, işine dört kolla sarılmış, çıraklık dönemini çok iyi bir öğrenme dönemi olarak geçirmiş ve meşakkatli bir iş hayatı sürecini çok çalışarak geçirmiş olmasına bağlıdır. İyi imalat yapılması yeterli midir, şüphesiz değil, pazarlanması da gerekmektedir, çeşitliliği her gün artan bu nadide ürünlerin. Hatırlayanlar vardır şüphesiz, Osman Abi’nin, koluna taktığı birkaç gözlü seyyar dondurma tezgâhı (askısı) ile müşterinin ayağına kadar gidip bu muhteşem lezzetleri sunduğunu. Ne bitmez tükenmez bir enerji idi, ne zaman üretirsin, ne zaman dükkanı temizler, vitrinleri doldurur, ne zaman seyyarlık yaparsın, ne müthiş bir koordinasyon…

Osman Abi’nin oğulları Hasan ve Hüseyin çocukluklarından itibaren ciddi katkı sundular her faaliyete, Hüseyin benim çocukluk ve okul arkadaşım olması nedeni ile bu faaliyetlerin ve çabaların yakın tanığıyımdır bir dönem. Sonraları tahsil hayatı ve iş hayatı nedeni ile Çeşme’den uzak kalınca sadece rast geldiğimiz dönemlerde sohbet edişimiz söz konusudur. Şimdilerde artık birlikte faaliyet yürütmeyen 2 kardeş ile arkadaşlığımız halen devam etmektedir. Benden birkaç yaş büyük olmakla birlikte Hasan Mersin beni her gördüğünde “Baba dostu” kelamı ile karşılar ve sevindirir. Hüseyin Mersin ise hala ortaokuldaki okul numaralarımızı tek tek hatırlar ve bu numaralar ile hitap eder, bu bir taraftan değişik bir nostalji oluşturur iken diğer taraftan samimiyetin dipsizliğinin göstergesi olarak kulağıma halen çok sevimli gelmektedir. Şimdilerde Hüseyin’in Pastanesine gittiğimizde yeni bir ürün ya da farklı bir imalat varsa, tadıp yorum yapmam için mutlaka ikram eder, meşguliyetine binaen de kısacık da olsa eski günlerden tadımlık hatırlatmalar yaparız birbirimize. Gerçi artık yaş kemale erince, şekerleşme vücuda sirayet edince bu kabil işetmelerden uzak duruyoruz ama yine kapı önünde de olsa sık sık bu hatırlatmalara devam ederiz. Hüseyin Mersin Çeşme’de erken otomobil sahibi olanlardan biridir hatırladığım kadarı ile… Yeni ve yerel imalatı yapılan İtalyan Fiat kopyası Murat 124’ler o İtalyan filmlerindeki gördüğümüz afisi ile sahne almıştı Canım Yurdumda da, bilenler için olmasa bile fazlaca otomobil bilgisi ve görgüsü olmayan bizler için güzel otomobil idi. İşte Hüseyin de bunlardan bir tane satın almış, ona bakarak biz de umutlanmış idik, o aldığına göre biz de alabiliriz diye ama, nerde benim 15 seneden fazla beklemem gerekecek idi. Evet, hatırladığım kadarı ile koyu yeşil bir Murat 124 sahibi idi ve bu onun için inanılmaz bir sosyal statü idi, biz şüphesiz arkadaşımız olduğu için bir taraftan sevinir iken bir taraftan da acayip kıskanırdık ve tahsis edene de sitem ederdik.

Babamın yetiştirdiği “Ağaç Kavunlarından” yapılan reçellere, önceleri Cemal Şakar büyüğümüzün kattığı tat ve değer ile devam ederken bilahare meşguliyetlerine uygun bazen Hasan bazen de Hüseyin kardeşlerin imalatları ile devam etmekteyim. Ancak bu konuda nostaljiye daha sadık ve uygun olanın Hasan olduğunu da hemen söylemeliyim. Her yıl bahçedeki tek ağaçtan hasat ettiğimiz 20 ila 25 adet arası ağaç kavunları kendisine teslim edilir biraz da meşakkatli bir süreç sonunda reçele dönüşür. Bu imalat süreci daha ne kadar devam eder ya da bizden sonra neler olur bilemiyoruz gayri malum imalat çeşitliliği ya da katkılar yepyeni bir ağız tadı oluşumuna yol açmış durumdadır. Umarım bu değişim ve dönüşüm artık ilerlemez burada durur ancak durmayacağı da bir kesin…

Mübadele, Osman Abinin yolunu Selanik’ten önce Sakız’a sonra da Çeşme’ye düşürür. Rumeli Pastanesi’nin sitesinde, mübadeleye yönelik eksik tanımlamalar olsa bile, kendi bilgileri ile, Osman Abi, şöyle yer almaktadır. “Dedemiz Tatlıcı Osman Mersin'in anne ve babası savaş sonrası Avrupa'da yaşayan Türklerin göç etmesi emriyle göçe zorlandılar. Diğer binlerce Türk aile ile birlikte yollara düşerek kağnılarla ve at sırtında uzun bir yolculuğa çıkmak durumunda kaldılar. Uzun yıllardan sonra yeniden Anavatana döndüler. 1920-1922 senelerindeki bu mübadelede Avrupa'daki Türkler Türkiye'ye, Türkiye'deki Yunanlılar da Yunanistan'a göç ettiler. Büyük dedemiz arkadaşına ait ufak bir yelkenli gemi ile yolculuğu tercih edip eşiyle ve 2-3 aile ile daha birlikte Türkiye'ye doğru yolculuklarına başlamıştır. Selanik'ten yola çıkan aileler Sakız Adası'nda (Chios) yolculuklarını tamamladılar. Birkaç ay Sakız Adası'nda konaklayan dedemiz karşıya Çeşme'ye geçmeye karar vermiştir. Yine bir ile karşıya, Çeşme'ye geçen büyük dedemiz Çeşme'de kalmaya karar vermiş, Anadolu'nun daha içlerine doğru göç etmesi için ısrar eden arkadaşlarına katılmayıp burda yerleşmeye karar vermiştir. Selanik'teki mesleği olan tütüncülük ve bahçıvanlıkla hayatlarını sürdürürlerken 1921 senesinde kurucumuz, dedemiz Osman Mersin dünyaya gelmiştir. Büyük dedemiz, Osman dedemizi çok ufak yaşlarından itibaren yine mübadele ile Çeşme'ye yerleşmiş Cemal Usta'mızın yanına verir. Cemal Usta'mızdan bildiği tüm tatlı ve dondurmaları öğrenir, askerden döndükten sonra yine kendileri gibi Selanik'ten mübadele ile gemilerle gelmiş olan bir ailenin kızı rahmetli babaannemiz Şadiye ile evlenir. 1945 senesinde babaannemizin çeyizlik masa ve sandalyeleri ile Çeşme Çarşısı içerisindeki ufak dükkanımızı açar.”

 


Pazar, Temmuz 26, 2020

AĞLASUN AY ŞAFAĞI – TARİHİNİ SEVDİĞİM ÜLKEM

Geçenlerde yolumu Burdur’a düşürüp önce Salda Gölü bilahare de Sagalassos’a çıktım. Çıktım diyorum çünkü yaklaşık 1.100 rakımlı Ağlasun’dan geçip yine yaklaşık 7 km’lik yolu döne döne 1.750 rakımlı tepeye varılıyor. Varılınca da ne kadar önemli bir “Antik kent”e gelindiği hemen anlaşılıyor. Bilgi ve uzmanlık alanım olmadığı için çok detaylı anlatımlar yapabilmem şüphesiz söz konusu olamaz, kentin arkeolojisi, antropolojisi ve sosyolojisi üstüne. Ancak, ülkesinin tarihini, kültürünü merak eden ve araştıran bir vatandaş olarak, kent üstüne kelam etme olanağı verecek, büyüklük ve görkemi tespit etme açısından her antik alanda yaptığım gibi, öncelikle tiyatro ya da agora uğradığım yer oluyor, burada da önce “Tiyatro” yapısına yönleniyorum. Muhteşem bir yapı olduğu kesin, şüphesiz “Efes” ve “Aspendos”daki benzerleri gibi değil lakin şehrin nüfusunun farklı farklı kaynaklara göre 5.000 ila 30.000 arasında olduğu yazılmakla birlikte yaygın kanaat yaklaşık 5.000 olduğu ve tiyatrosununsa 7.000 kişilik olduğudur. Ayrıca şehrin üst kotlarında bulunuyor olmasının yanında Kente hakimiyeti açısından da değişik bir durum oluşturmaktadır. Diğer taraftan da Kentin kurucusunun “Marcus Aurelius” olduğu bilinmekte ve de bilindiği üzere kendisi en önemli 5 Roma İmparatordan birisi olmakla birlikte bunun yanında önemli bir feylesof ve şehir plancısıdır. Ayrıca güzel Şehrimiz İzmir’in de deprem ile büyük ölçüde yok olması üzerine kenti yeniden inşa ve ihya etmesi hasebi ile hemşerimiz de sayılmalıdır. Aynı zamanda rivayet o ki mezkûr İmparator Roma’nın fakir ve ezilen kesimlerinin yanında yer alarak zenginlere karşı tavır almış, artık nasıl oluyorsa…   

Kent, estetik kaygılar gözetilerek tasarlanmış ve o güne kadar oluşmuş estetik değerler muhteşem şekilde kullanılmış hissini her ziyaretçide ören yerine adım atar atmaz oluşturmaktadır. Uygarlık ve estetik bir kentte ne biçimde hayatiyet bulur, işte bunun adeta bir resmi geçididir, Antoninler Çeşmesi ve Agorası, Tiyatro, Kütüphane, Yamaç Evler, Lüks Mallar Pazarı, Geç Helenistik Çeşmesi başta olmak üzere mimari eserler ve yerleştirilen heykellerden söz etmek kanıt için yeterli olacaktır. Depremden ötürü oluşan muhtemel heyelan ile tamamen toprak altında kalan “Antoninler Çeşmesi”, hünerli ellerin yaptığı kazılar sonrası tamamen açığa çıkarılıp ayağa kaldırılmış ilaveten de orijinal su kaynağına yeniden bağlanarak müthiş bir görsel şölen oluşturulmuş vaziyettedir. Gerçi “su”ya harici takviyeler yapıldığının her türlü işareti de açıktan görülmektedir ama olsun o kadar kusur kadı kızında da olur misalinden tamamı kabulümüzdür. Diğer taraftan, uzmanı olmamama rağmen nedense “ciyak” diye sırıtan ve bana göre hiç de uygun olmayan bir kütüphane restorasyonu var ki, ilgili Bakanlıkta ehliyetsizliğin ve beceriksizliğinin bayağı mesafe kat ettiğinin ispatıdır adeta. Gerçi, burada olmasa da başka yerlerde nadide örneklerine rast geldiğimiz “restorasyonda PVC kapı pencere” kullanma becerisine sahip bir Milletin ahfadı olarak bilime, tarihe ve geleneğe takla attırmışlığımız da az değildir. Neyse burada nihayetlendirelim bu manadaki eleştirilerimizi. Diğer taraftan her türlü abuk subuk projeye, kuruma ya da uygulamaya “kaynak” bulan ya da yaratan Canım Ülkemin 4.000 civarında olduğu bilinen “antik kentlerin” ihya edilmesine kaynak bulamamasının ya da bulmamasının bir kez daha tanığı olmanın da burukluğunu üzerimden atamıyorum. Neredeyse her 200 km² ye bir antik kent düşen canım yurdumun bu varlığını tarihsel bilgiye, bilimsel veriye ve de turistik biriktirmeye dönüştürememiş olması kafaların ne ile meşgul olduğunun bir başka ifadesidir. Şüphesiz kolay değil, bir taraftan kendi yaratıp büyüttüğün problemlerle boğuşacaksın diğer taraftan da bu problemlerin uluslararası tsunamileri ile… Ve de beyt ül malı da yanlış insanlara teslim edeceksin… Vay ki vay…

Kalıntı ve buluntuların bu hali ve miktarı ile bile kente nasıl bir itina gösterildiğinin, nasıl bir kent kültürü oluşturulduğunun kanıtı iken kentin tamamına bir projeksiyon yapılabilmesi halinde ne muhteşem bir görüntü oluşabileceğinin hayali cihana bedeldir, misali. “Lüks ürünler pazarı” adı ile bir alanın olması ise çok enteresandır açıkçası, düşünün ki, çokça kullanılan bir kervan güzergahı üstünde değilsiniz, görece çok büyük bir nüfusa sahip değilsiniz, adından fazlaca söz ettirecek kadar zengin de değilsiniz.

Dönemin gerçekliği olmakla birlikte, her antik kente yaşadığım, “kim bilir kaç köle bu uğurda can vermiştir” ve “bu kadar mermer nereden ve nasıl taşınmış ve işlenmiştir ve bu uğurda ne kadar insan ve hayvan kaybı yaşanmıştır” sorularının bende yarattığı duygusallığın zihni yorgunluğunu ve yürek daralmasını daima hissederim. Burada ayrıca görkemli dağın yamacına kurulmuş ve nüfusu mezkûr rakamlara ulaşmış bir kentin gıda ve giyim ihtiyacı nasıl karşılanmıştır sorusu önem arz ediyor. Çok muhtemel ki “yazı”da tarım, bayırda hayvancılık yapılmış ama her halinden korunma ihtiyacının kuruluş yeri seçimine istinaden yüksek olduğu var sayılarak, tarımın kendisi ve hasadı arasındaki sürede gıda ve hayvancılık güvenliği nasıl sağlanmıştır ve bu uğurda ne kadar güvenlik görevlisi bulunmuştur, vs vs. Hülasa nüfusun ne kadarı köle rejimine tabi ne kadarı asker rejimine tabi, enteresan düşünceler şekilleniyor insanın kafasında. Her şeye rağmen kentin terk edilmesinde ya da sönmesinde ya da yok oluşunda mezkûr etmenler dışında doğanın gazabı etkili oluyor ve bir depremle yerle bir oluyor ne yazık ki ve hala insanoğlunun ders almaması nedeni ile hala kentlerini depremlerle kaybetmeleri gibi.

Ağlasun deyince de büyük şair Hasan Hüseyin Korkmazgil’in “Ağlasun Ay Şafağı” adını verdiği şiir kitabı hemen akla gelir, bizim kuşak ve cenah için, Şair, eşinin memleketi olan Ağlasun’da bir dönem yaşar ve o dönem Sagalassos’u görür. Kentin harap ve bakımsız halini görünce, buradaki uygarlık ve insanlığın binlerce yıllık birikiminin yok olması karşısında mezkûr kitapta yer alan “nehir” başlıklı ve duygularını tarihsel süreç içine yerleştiren bir şiir yazar.

Damlanın damlayı itişidir bu

Dalganın dalgaya bindirişidir

Ellerim Lagaş’tan

Hattuşaş’tan geliyor

Sesim benim

Gılgamış’tan

Homeros’tan

Dede korkut’tan

Ateşte ölmeyenim ben

Suda boğulmayanım

Ellerimde döndü dünyanın ilk tekerleği

Ilk ateşti ilk sözüm, şu ellerimdi

Mavi gök tanığımdır

Yağız yer tanığımdır

Altuni güneş tanığımdır ki

Dünyada ilk ben sevdim barışı

Atları nehirleri

Kızarmış ekinleri

Ormanlı baharları

Sever gibi sevdim

Ilk ben barışı

Yüzümde binlerce yıllık göçün

O evrensel çizgileri

Dünyada ilk ben sevdim kavgayı

Barışa varmak için

 


Cuma, Temmuz 17, 2020

ÇEŞME’NİN GEORGE BEST’İ; KURUPA MEHMET

“Çok fazla param var ve ben paramı alkole, kuşlara ve hızlı arabalara harcıyorum, geriye kalanı da saçıp savuruyorum” diyor, geçen yüzyıla damga vuran futbolculardan birisi olarak George Best. Sadece bu manada değerlendirme yapılıp, George Best deyip geçilebilecek birisi değildir çünkü futbol yetenek ve zekasını izah için tribünlerde her zaman açılan bir pankart ile taraftarlar ittifakla “Maradona Good, Pele Better, George Best” şeklinde görüş bildirmişlerdir. Şüphesiz bu görüşe katılmayanlar da vardır ve olacaktır. “Futbol zekâsı” ve futbol oynama becerisi ve de özellikle dripling ve çalım atmadaki yüksek başarısı konusunda gelmiş geçmiş tüm otoritelerden sürekli tam puan almış olup bu meziyetleri ile de taraftarların gözünde ve gönlünde taht kurmuştur. Lakin bu kadar yüksek meziyet ve beceri sahibi olan bir insanın bir o kadar da futbol disiplininden uzak olması nasıl izah edilir bilemiyorum açıkçası. Gerçi Best’in futbolculuğunu canlı seyretme şansına hiç sahip olamadım çünkü çocukluk dönemime denk gelmiş ve futbolsever bir çocuk olsam bile devir itibari ile Tv yayını henüz başlamamış sadece kısa filmler halinde sinemalarda o da çok önemli maçlardan ve önem atfedilen kişilere yönelik fragman tadında gösterimlerden bilirim kendisini. Lakin dönemin en önemli     belki de yegâne futbol dergisi “Türkspor”dan (adı başka olabilir ama ben böyle hatırlıyorum) satın al(a)mamak ve sadece gazeteci de göz geçirmek kaydı ile uzaktaki futbola bile ilgim bir hayli yüksekti, hala da öyledir. Şimdilerde ise her futbolcunun sayısız tanıtım ya da hatırla(t)ma filmleri mevcuttur, başta “youtube” olmak üzere sosyal medyanın bir dolu mecrasında. Best anlat anlat bitmez kabilinden biri olup bir tarafı ile futbolculuğu bir tarafı ile de özel yaşantısı ve dahi oradaki disiplinsizliği üzerine. Kendi ağzından özel hayatı ile ilgili, “1969'da içkiyi ve kadınları bıraktım. Hayatımda geçirdiğim en berbat 20 dakikaydı” demiş olması hayata bakışı üstüne bir tespittir. “Eğer çirkin olsaydım kimse Pele ve Maradona’yı hatırlamazdı” diyerek futbolla ilişkisini delillendirmesinin yanında unutulmaz Fransız Futbolcu Eric Cantona’nın “cennetteki ilk antrenmanında sağ açığa geçip, sol bekteki tanrının başını döndürmüştür. Bana takımında yer ayırmasını çok isterim” demesi ile durumu taçlandırması asla ve kat’a unutulamaz. Sıradışı yeteneği ve devrinde gündemden hiçbir türlü düşmeyen yani sıradışı özel hayatıyla George Best, 1968 de Avrupa’da yılın futbolcusu ödülünü alır ama ne yazık ki bu disiplin sürmez. Oysa; futbolun ordinaryüsü sayılan Sir Alex Ferguson “Best, tartışmasız futbolumuzun ürettiği gelmiş, geçmiş ve gelecek en yetenekli futbolcuydu” diyerek unutulmazlar tahtına oturtur kendisini, diğer taraftan da ünlü İskoçyalı futbolcu Gordon Mcqueen “Futbol oynamıyordu, şiir yazıyordu ve bizlerde dinlerken kendimizden geçiyorduk” sözleriyle Best’e hayranlığını ifade edecekti. Ama ne yazık ki Best’in tek aşkı futbol değildi...

 

Futbol aynı yıllarda ülkemizde de çok sevilir, futbolcular yakından takip edilir ve hatta sohbetlerde de yeterince şöhret olamamış futbolcular şöhret olmuşlara benzerlikleri ile eşleştirilip şöhretlerin isimleri eşleştirilenlere lakap olarak verilirdi, gerçi şimdilerde de sürer bu gelenek… Kimisi top oynama becerisi kimisi de özel hayatları ile eşleştirildi ama mutlaka bir benzerlik bulunurdu. Diğer taraftan Çeşme mezkûr yıllarda çok önemli futbolcular yetiştirmiştir ne yazık ki bunların çok azı ulusal düzeyde şöhreti yakalayabilmişlerdir. Örneğin, Altay’lı Mustafa Denizli, Adanaspor ve Malatyaspor’lu Malik Gençalp, Bolusporlu Süleyman Kocakara, Tirespor’lu Şerif Gün, Altınordu’lu Mehmet Ergin bunların en tanınırları olmuştur. Bir de futbol becerileri ve zekâları ile şöhret olma şansını yakalayıp da özel hayat tercihleri ya da futbol talihsizlikleri ve sakatlıklar nedeniyle daha yolun başında iken futboldan kopanlar olmuştur. Çeşmespor’un o yıllarından buna uygun onlarca futbolcu sayılabilir, Çoşkun Kalkan, Hasan Soma, Mehmet Erküçük ve Ergun Mütevellioğlu bunların en önde gelen temsilcileridir. Hele bir Mehmet Erküçük efsanesi ile tanıştı ki Çeşme, futbol talihsizliği olmasa belki de şu anda adı Metin Oktay gibi altın harflerle yazılacaktı bir yerlerde. Deyim yerinde ise “leblebi gibi gol atardı” Mehmet Erküçük…

 

Evet fazla uzatmadan başlıkta takdim ettiğim Mehmet Çağlayık’a, nam-ı diğer Kurupa Mehmet ve de Çeşme’de futbolculuğu ve hayatının bir parçası ile eşleştirilen “Çeşme’nin George Best’i”ne gelelim. Gerçekten hatırlayanlar olacaktır, Mehmet Çağlayık Çeşmemizin George Best’i olarak bilindi, söylendi ve tarihe öyle yazıldı, en azından biz bilenler nezdinde. Futbolculuğu ne yazık ki çok kısa sürdü lakin onun kısa futbolculuğunun yegâne nedeni aşırı duygusal olması idi ve ne yazık ki futbolda bu boyutta bir duygusallığa yer yoktur, olamadı da. Futbol oynama becerisi, futbol zekâsı, bir ceylan edası ile koşması, koşarken saçlarını bir aslan yelesi gibi sallaması, orta sahada başlayan oyunculuğunu daha geriye çekilerek devam ettirmiş ve de futbolun gerektirdiği kadar sert ve şairimsi yumuşaklığı ve duygusallığı yeni mevkiinde yakaladığı başarıya karşın yeterince uzun sürmemiştir. Maalesef ömrü de futbolculuğu kadar uzun olamamıştır, yakınlarda kaybettik kendisini ve bu vesile ile “Çeşme’nin George Best’i Mehmet’i” yıldızlara uğurlamış iken, sevenlerine, dostlarına, arkadaşlarına ve yakınlarına bir kez daha baş sağlığı ve sabırlar diliyorum. Onu her zamanki sakinliği ile ama kendisini anlamayan attığı pası değerlendiremeyen arkadaşlarına ellerini beline kayarak söylenerek eleştirme sahnesi ile hep hatırlayacağız. Attığı pası anlamayan, anlayamayan, topa koşmayan, pası değerlendirmeyen hemen herkese kızar ve söylenirdi, harika paslar atar ve bu harika pasların harika değerlendirilmesini beklerdi takım arkadaşlarından gerçi nihayetinde bir oyun ve amatörce yapılırdı o kadar amatördü ki herkes kendi formasını evde yıkar gelirdi. Duygusallığı inanılmazdır, Mehmet’in. Favoridir galip gelir ağlar, mağlup olur ağlar, sürekli bir duygu patlaması, bir Seferihisar maçında 3-0 mağlup iken maçın bitimine az kala oyuna giren Mehmet Erküçük’ün attığı 3 gol sonrası, Mehmet’in Mehmet’e sarılıp dakikalarca ağlaması hala hatıralardadır. Duygusallığını aşabilse idi muhtemelen o da futbol tarihindeki yerini layığı ile alacaktı. Saçlarını ki o dönem uzun saç moda olup kendisi de uzun saçlı idi bir sallayışı vardı tıpkı George Best, Best kadar uzun oynayamadı ama benzer kaderleri paylaştı dersek çok aykırı ve yanlış kelam etmiş olmayız. Çeşme’nin George Best’i Mehmet Çağlayık’ı bu vesile ile bir kez daha yad edip, nurlar içinde olmasını dilerken, “Hayatımda her şeye çalım attım ancak alkol hariç” diyerek ne yazık ki bu nedenle de hayata veda eden George Best’i de özlemle yad ediyorum.

 

Çok konuda kendisi ile aynı düşünmesem de, sosyal faaliyetlerine katılmış olmasam da, ömrünün son günlerinde sabah yürüyüşleri anında gazete satınalmadan sonraki ayaküstü de olsa 5 er dakikalık muhabbetlerimiz, birbirimize saygımızın, sevgimizin ve anlayışımızın adeta bir ifadesi idi. Ruhun şad olsun, Mehmet…


Cumartesi, Temmuz 11, 2020

ÇEŞME EŞEK ADASI

Eşek; insanoğlunun doğasından koparıp, haydi ehlileştirdiği diyerek durumun vahametini küçültelim, çok amaçlı olarak başta da tarım, taşıma gibi alanlarda kullanmaya başladığı yegâne hayvandır, bilindiği üzere. Tek başlarına üzerlerine konulan semerler vasıtası ile taşımacılıkta kullanıldıkları gibi, “arabaya koşularak” daha organize taşıyıcı rolü üstlenirken bazı yerlerde de nadiren “çift sürmede” kullanılırlar. Yani kolayca hayal edilebileceği üzere, “eşek gibi” her şeye koşturulurlar. Daha önce “eşek metaforuna katkılar” başlıklı yazımda “eşek” deyip burun kıvıranların birçoğunun “aslan” dediklerinde müthiş gururlandıklarını yazarak konuya girip, insanoğlunun çok geniş kullanımı olan atasözlerine ilham kaynağı olduğunu yazmıştım. “Eşek sudan gelene kadar dayak”, “acemi nalbant gâvur eşeğinde öğrenir”, “aksak eşekle yüksek dağa çıkılmaz”, “anasını eşek kovalasın!”, “eşeği kulaklarından, aptalı konuşmalarından anlarım”, “eğer üç kişi sizin eşek olduğunuzu söylüyorsa, bir semer kuşanın”, “geçti Bor’un pazarı, sür eşeği Niğde’ye” başta olmak üzere derin manalı onlarca atalar sözü yanında “eşek kadar adam oldun” diyerek çocuklarının büyümesini ve akıllı davranmasını kast ederek söyledikleri bir sözün olduğunu da unutmamak gerekir. Hülasa eşeklerin davranışları ve hafızaları üzerine yapılan uzun ve ciddi araştırmalar sonucunda, eşeklerin oldukça zeki, dikkatli, arkadaş canlısı, rol yapma kabiliyeti yüksek, duygusal ve öğrenmeye meraklı ve yatkın oldukları anlaşılmıştır. Peki bunun yanında insanoğlu mütenasip bir yaklaşım gösterir mi mezkûr hayvanlara, nerde… Bazen eşeklerin semerlerinden bile kıymetsiz olduklarına rastlıyoruz bazı aktarımlarda. 1914 – 1918 tarihlerinde Çeşme Kaymakamlığı yapmış Hilmi Uran’ın “Hatıralarım” adlı kitabında; “Rumlar Çeşme’yi terk ederlerken birlikte götürecekleri eşyalarını eşekleriyle deniz kenarına kadar götürüyorlar ve kayığa binerken de eşeğin semerini sırtından alıp semeri de birlikte kayığa aldıktan sonra eşeği başıboş bırakıveriyorlardı. Sokaklarda başıboş sahipsiz dolaşmaya başlayan bu eşekleri toplatarak kalenin burcu altındaki muhafazalı bir avluya hapsettirmiştim. Fakat yüzlerce eşeğin bir araya gelmesi onları huysuzlaştırdığından vaveylalarından o civarda durulmaz olmuştu.” denilerek terk edilmiş eşek sayısının ne kadar fazla olduğunun altını çizmiştir. Demek ki zor durumda ilk terk edilecek hayvan “eşek” oluyormuş. Peki halen Anadolu’da bu terk edilme devam ediyor mu? Evet ne yazık ki, hayvanseverlik payesi tahtında kedisini, köpeğini çok seven halkımız eşeğini kışın bakım masrafı ağır geldiğinden doğaya terk ediyor. Gerçi bu terk edilişin tarihsel kökenleri de vardır, deyim yerinde ise “ekonomik ömrü” dolan at ve eşek gibi hayvanların doğaya serbest bırakılması bir gelenektir. Bu gelenek ağırlıklı olarak bakım masraflarından yırtmak içindir çünkü necip milletimizin ahde vefası ve kadirşinaslığı böyle tecelli etmektedir, köprüyü geçene kadar ayıya dayı demek vukuat-ı adiyedendir ne de olsa. Tam da bu nedenle kullanılan çok güzel bir sözcük vardır; “yılkı”, bir anlamı da at ya da eşek sürüsü olsa da esasen çalışma ve faydalı olma ömrünü tamamlamış hayvanın doğaya salıverilmesidir. Sahibinin, bakım masrafından kaçınmak bazen de elde olmayan nedenlerle, kudret ve güç yetmediğinden sadece kış aylarında doğada kaderine terk edip, yaz aylarında ihtiyaca binaen tekrar sahiplenilen, tabii ki şansı yaver gider de kurda kuşa yem olmadan sağ salim kışı atlatabilen ve bulunabilenler ya da geri dönebilenler için, bu durum geçerlidir. Canım yurdumda bu uygulamanın istisnasını bir zamanlar, İzmir ve Mardin Belediyeleri gerçekleştirmiş idi, hani araç giremeyen sokakların atıklarını toplamak için çalıştırılan eşekler kullanılır idi ya, çalışma gücü kalmayanlara emeklilik gibi bir uygulama başlatmışlardı. Ne kadar da duygusal ve ahlaki bir uygulamadı idi, insani diyemiyorum, malum nedenlerden ötürü.   

Neyse; biz başlığımıza doğru girizgaha devam edelim. Çeşme geçen yüzyılın başında olduğu gibi yüzyılın ortalarından itibaren benim de tanıklığımda küçük çiftçiliğin gereği olarak hemen hemen her evde bir eşeğin bulunduğu bir dönem yaşamıştır. Hatta 70 li yıllarda; Güzel Çeşme gerçek manada yabancı turistlerin tercih ettiği bir destinasyon idi ve o yıllarda şimdi “Eski Çeşme Harabelerini” gezmek için eşekli turlar düzenleniyordu. O yıllarda Çeşmespor’un kaleciliğini gayet başarılı bir şekilde gerçekleştirmiş ve şimdilerde İsveç’te yaşayan Arap Ekrem (Ekrem Çimen) gerek kendisinin gerekse de komşularından aldığı eşekler ile konvoy oluşturup “Eski Çeşme” gezisine çıkarır idi  turistleri. Enteresan bir aktivite oluşturmasının yanında ulaşım sorunu olan bu yere, turist taşımanın egzotik ve otantik ama çok eğlenceli bir yolunu da bulmuştu kendince.

Ege adaları içinde hemen hemen her ilçeye yakın bir eşek adası da vardır ve her birinin haritalarda yeri olsa da olmasa da bir gerçek ve kayıtsal adı vardır ama yerelde “yılkı eşekleri” için kullanılmasından ötürü de yaygın biçimde “eşek adası” olarak bilinirler. Bizim Çeşme’nin de böyle bir adası vardır ve gerçek adı “Kara Ada”dır. Bu ada yaklaşık 6,5 dekar büyüklüğünde olup doğal hayatın bulunduğu her yerde örneklerine rastlanılacak her türlü yaban hayvanını barındırır. Buraya eşek adası adının verilmesinin gerekçesi ise yılkı eşeklerinin buraya getirilip bırakılmasıdır. Atalarımız şimdilerde olduğu üzere kış ayları yılkı oluşturmazlar, emeklilikte dingin ve vasat yer önemlidir onlar için, eşekleri adına. Şimdilerde bakıyorum bazı uyanıklar uzun etaplı planlarına ve hesaplarına müteallik, yok “burada eşekler yiyeceksiz kalıyor, susuz kalıyor” iddiaları çerçevesinde adanın kullanım amacını çaktırmadan değiştiriyor. Sanki sadece kendileri hayvansever, doğasever kasınmalı edalarıyla uzun vadeli planlar ya da hayaller kuruyorlar, en azından görünen o. Sanki atalarımız, konu hayvan defetmek olduğu halde çok daha yakın adalar olmasına rağmen bu görece uzaktaki adayı mazoşistliklerinden seçmişler, ya bırakın Allahaşkına, bu suyu yoktur, otu yoktur iddialarını. Orada Ege’de yaşayan her türlü hayvanın ve bitkinin örneklerine denk gelmek her daim mümkündür. Atalarımız onları meşakkatli bir yolculuk ile oraya emeklilik hayatlarını geçirmeleri için bırakır iken bugünkünden daha “hayvani” ama daha sevecen bir ortam olduğu için tercih etmişlerdir. Yazının eki olan fotoğraftaki görünenler artık ne yazık ki yoktur, ve artık eşekler alçak akımlı elektrikli teller arkasındadır. Aaaaaaa, sonraları “hayvansever” görünümlü abilerimiz hayvanları kafeslere tıkıp insanlara para karşılığı gösterme maksadı ile hayvanat bahçeleri tanzim edince de, yırtıcı hayvanların besin ihtiyacı için ne yazık ki bu eşek adaları ilk akla gelen yerler olmuştur. Gerçi ahlakı yüksek kişilerce sucuk imalatı için de hedef oldukları ve ne yazık ki bunun bir hayli yaygın olduğunu da günlük basına yansımalardan anlamaktayız.

Karakaçanlara, daha insanilik, daha hayvanseverlik adına yapılanlara bakınca insanın yüreği burkuluyor. Uyuz eşek derler ama kutsal olduğu söylenen develerin kervanına rehberlik, önderlik eden bu hayvanata biraz daha saygı…

 


Pazartesi, Temmuz 06, 2020

CAVİT KÜRNEK

“Yalnız isem çok yaşamayı neyleyeyim, maksat dostlar, sevenler ve kadirşinas insanlar ile çok yaşamak olmalıdır” ilkesi ile dolu dolu bir ömür geçiren, tam teşekküllü bir sanatçıdan söz etmek istiyorum bu yazımda. Cavit Kürnek olarak bilinir ama tam ismi İsmail Cavit Kürnek’tir. Hikayeci, Romancı ve Fotoğraf sanatçısıdır.  Hele foto-röportaj tarzı çalışmaları hayatın dinamiklerini yansıtması açısından gerek camianın içinden gerekse de dışından ilgili insanların takdirini her daim kazanmıştır. Yerelde nerede kültürel ve sanatsal bir faaliyet varsa içinde olmaya özen göstermiş birisi olarakta “Çeşme Kültür ve Sanat Derneği” içinde Türk Sanat Müziği Korosu’nun kurucusu olarak bilinmektedir.

Hikayeci, romancı, şair ve fotoğraf sanatçısı Cavit Kürnek, duyarlılıkları ve tercihleri neticesinde görece daha iyi, daha dingin ve daha müreffeh bir hayat yerine daha sorumlu, daha duyarlı ve daha faydalı bir insan olmayı tercih etmiştir. Karaburun kökenli olarak bilinmesine rağmen uzun yıllarını Çeşme’de geçirmiş ve bu nedenle de Çeşmeli sanatçı olarak bilinmiştir. 

Kitaplarının kendisi için yazılmış takdim ve tanıtım bölümünde; “Kıbrıslı Salih Suphi Bey ile Sakızlı Leyla Hicran Hanım’ın çocukları olarak, 14 Nisan 1933 tarihinde İzmir’de doğdu. Gümrük Muhafaza Memuru olarak babasının görevi gereği, 1936 yılında İzmir’in öksüz ilçesi Karaburun’a gitti. İzmir’e karayolu bile olmayan bu cennette tam 10 yıl yaşadı. Kız kardeşleri Cavidan ve İmren burada doğdu. Karaburun’da gerekli eğitim kurumlarının olmaması nedeniyle, 1946 yılında yeniden İzmir’e döndü. Orta öğrenimini İzmir’de tamamladıktan sonra, bir süre Ankara Kırıkkale’de teknik eğitim aldı. İklim koşulları nedeniyle hastalanıp, okuldan çıkarıldı. Askerlik görevinden sonra, İzmir’in en büyük basımevlerinden birinde çalışmaya başladı. Mesleği kısa zamanda kavrayıp ustalaştı. Durmadan okuyor, sinemaya, tiyatro gösterilerine gidiyordu.” diye yazılmıştır, hayatını ve uğraşılarını özetlemek adına.

Dünyaya ve yönetimlere ve de yönetenlere mesafeli ve eleştirel bir yaklaşım gösterme tercihi kendisini giderek muhalif biri haline getirir. Basın-yayın ve matbaacılık dünyasında yer alırken, sendikacılık görevi üstlenmekten de geri durmaz. Basın-iş sendikası İzmir Şube Başkanlığı görevini üstlenir, bu nedenle de başı sürekli olarak ağrır, ilkini yazdığı bir öykü nedeniyle geçirdiği sorgulamalar giderek artar ve ağırlaşır ve nihayetinde Canım Yurdumu dizlerinin üstüne çökertme operasyonu olan 12 Eylül Darbesinin kadrine de uğrar, mapushane ile tanışır.

16 yaşında iken bir arkadaşının fotoğraf makinesi ile başlayan fotoğrafçılık hayatı, İzmir’in ilk renkli fotoğraf laboratuvarını kurmayla devam ederken, çeşitli defalar çektiği fotoğraflardan oluşan “fotoğraf sergileri” düzenler. Çektiği fotoğraflardan kartpostallar üretilir, vs vs.

“Sardunyanın adı Maria” adlı kitabında; “Annem Leyla Hicran Hanım ve aile bireyleri, 1923 yılında Sakız Adası’ndan göç etmek zorunda kaldıkları zaman, mübadele gereği bu ev ve tarla verilmiş onlara. Aile kim? Anneannem Sakızlı Terzi Fatma Hanım, dayılarım Tenekeci Harun ile Mehmet, teyzem Hatice ve annem Leyla Hicran!” diyerek Çeşme’nin köklü ailelerinden olduğunun bağlarını da sıralar iken geçen yüzyılın başında yaşanan ve çok zorlu geçen mübadele bilgileri de aktarmaktadır.

Edebiyat dünyamıza kazandırdığı; “İnce Çimene Su- Öykü”, “Sardunyanın adı Maria – yaşam öykü”, “İzmir’in İnce Gülü – Roman”, “Dalgaları Saymak – Roman”, “Eşek ile Zeytin Ağacı – öykü”, kitapları ile okuyucuların dikkatini çekmiştir. Öykülerinde tasarlanmışlıktan ve kurgudan ziyade, sosyal hayatın ve doğanın gözlemi ile yaşanmışlıkların ve tanıklıkların aktarılmasına özen göstermiştir. Seyrekte olsa öykülerinde efsanelere yer vermiştir, örneğin “Sardunyanın Adı Maria” adlı kitabındaki “Tanrının gözyaşları” başlıklı olanında, bir nergis çiçeği diyarı olan Karaburun’da küçük küçük gölleri ile nergis ve efsanelerin bir karışımı vardır. “Kiralık Duvak” başlıklı ilk şiiri Ege Ekspres gazetesinde, diğerleri ise çeşitli zamanlarda Varlık, Dost, Evrim, Dönemeç ve Menteşe dergilerinde yer almıştır.

Vefatından önce imzalayıp verdiği “İzmir’in İnce Gülü” adlı kitabındaki tanıtım bölümünü aynen aktarmak istiyorum ki, bağlılık, duygu derinliği çok daha iyi anlaşılsın.

“Kordonboyu'nda atlı tramvaya binişimiz, kıyıdaki bir restoranda yediğimiz öğle yemeği, sonra çok süslü ve çın çın öten faytonla İzmir sefası!

'İzmir çok güzel!' diye bağırıyor, oturduğum yerde duramıyordum. 'Hep burada yaşamak isterdim!'

'Bağırma!' diyor Aleksi, 'seni duyabiliyorum!'

Bu sefer kulağına ağzımı dayıyor ve sessizce mırıldanıyorum:

'Seni çok seviyorum!'

Tam duyamıyor, tekrarlamamı istiyordu. Ben de olanca sesimle haykırıyordum:

'Seni seviyorum!'

(…..)

İzmir!

Mavi Ayaklı Güvercin!

Ne zaman İzmir'i betimlemeye kalksam, hep kuşa benzetirim! Rengi hep beyazdır ve bir damla yaş gizlenir gözünde!

İzmir'e aşık mıyım? İnsan bir kente âşık olabilir mi? Yani taşa toprağa ağaca, caddelere evlere, sarı otobüslere faytonlara, eskilerde de kalsa çın çın ve şiirsel sesli tramvaylara?

Yine de bir şehre tutulmanın ağaçla, denizle ve mavi bir gölgeyle olacağını sanmıyorum! Beni İzmir'e sırılsıklam tutkun edenin mahallemizde açan ve kokusuyla burun direğimi kıran bir yasemin olduğunu neden yadsıyayım? Gözleri bol kirpikliydi ve gövdesi sedef kakmalı bir udu andırıyordu.”

Bir “Panait Istrati” hayranı olduğunu kütüphanesini elden geçirirken anladım ve ayrıca Kürnek’in başarılı bir öykücü olmasında ciddi manada katkısının olduğu da gayet anlaşılır durumdadır.

Çeşme’nin sevilen insanı, fotoğraf sanatçısı, hikayeci, şair ve romancısı Cavit Kürnek, 86 yaşında 21.02.2019 yılında hayata veda eder. Geride birçok eser bırakır, bunlardan biri de değerli kütüphanesidir. Yeğeni Arda Gönül, Dayısının bu hazinesinin bir bölümünü tarafıma hediye etmiştir. Cavit Kürnek’in direk kendisine elden, mesaj ve posta yolu ile özel not ya da mesaj düşülerek hediye edilmiş, verilmiş ya da gönderilmiş olan manevi değeri çok yüksek olanlar hariç diğer kitapların genel edinebilme ve bulunabilme konusunda sıkıntı yaşanmayan bu bölümünün hediye edilecek gerek kamu gerekse de özel adaylar arasından tarafımın teveccühü büyük bir onur olup manevi değeri çok yüksek bu kitap hazinesine sahip olmanın büyük mutluluğunu yaşamaktayım. Mezkûr kitaplara Cavit Kürnek adına gözüm gibi bakıp kollayacağım ve de şüphesiz ki Canım Yurdumun bilgi birikimine ve hatıra ile hafızasına katkıya her zaman devam edeceklerdir.

 

Pazar, Haziran 28, 2020

BERBER SABİT- TIRAŞ ve SÜNNET

Sünnet toplumuzda erkek çocukları açısından koca bir ömür boyu unutulmayacak, ittifakla da aileler için “mürüvvet görme” diye bilinen, kimilerine göre olumlu kimilerine göre de olumsuz sonuçları olan bir “fazlalık aldırma” ameliyatı geleneğidir. Geleneği layığı ve kurumlarıyla yürüten eski dönem erbapları, nasıl olur da en azından 2 tanesi çok önemli sonuçlar vermeye mütemayil ciddi bilgi ve tecrübe gerektiren operasyonları kolaylıkla yürütmüşlerdir. Çok şükür ortalık, sonuçları büyük anormalliklerle dolu sünnetler, enjeksiyonlar ve ağız diş sağlığı problemlerinden geçilmez değildir, gerçi pantolon altında olan bölümü pek bilemiyoruz ama… Diğer taraftan  biz görmesek te konunun uzmanları, ehil olmayan bu zevat tarafından gerçekleştirilmiş, iğne ve aşı nedeniyle çağdaş toplumlarla kıyaslanamayacak kadar fazla olumsuz sonuç bulunduğu, sünnet operasyonlarının olumsuz ve kötü sonuçlarının sünnet olmayanlara göre had safhada olduğu, ağız ve diş sağlığı açısından ise hiç te parlak bir durumumuzun olmadığını sürekli anlatmaktadırlar, berberlikte ise ne yazık ki “Amerikan tıraşı”, Fransız “a la brosse”, Alman Nazi tıraşı ve Elazığ “tas tıraşı” arasına sıkışıp kalınmıştır.

Sünnet geleneğinin sadece tarafımıza ait olduğunu zannedenlerin varlığı ise bilgi ve ilgi seviyemizin harika bir göstergesidir, oysa okuyanlar ve araştıranlar bilir kökeni taa Sümerlere kadar dayanır tek tanrılı dinlerde ise Yahudilerle devam ettirilir. Sünnet bilindiği üzere dünyanın en eski ameliyatlarından sayılmakta olup, çok tanrılı toplumlarda ilgili tanrılara üretimden pay verilme şekli ile ilk kez Sümerlerde görülür, Hititlerde devam eder, Yahudilerde uygulanır, eski Mısırda da vardır, vardır da vardır… Hatta Afrika’da kadınların bile sünnetten yaygın nasiplendiği bilinmektedir. Öyle sadece bir inanca ya da bir etnik yapıya ait değildir, anlaşılacağı üzere. Özetle berberler tarihte ciddi manada sağlık memuru rolü ile donanmış görünmektedir, tıraş, sünnet, diş tedavisi, ufak tefek yaralara müdahale etmek, iğne ve aşı yapmak gibi benim de görme ve yaşama baht(sız)lığına düçar olduğum vaka iken yazımın ilk bölümünü okuyan dost ve okurlardan gelen bilgiler tüm bunlara ilaveten “hacamat çekmek”, “sülük çekmek” gibi faaliyetlerinde olduğu yönünde idi ki ben bu son 2 faaliyetten bihaberdim. Çok eskilerde, sağlık çantasını, berber, sıhhiyeci, sünnetçi ve dişçi faaliyetleri için gerekli olan el aletleri, müdahale ve tedavi malzemeleri ile doldurup köy köy dolaşıp ihtiyaç gideren seyyar bir ehl-i zenaat vardı ve ben bu çantalardan bir tanesini yakından görme şansına eriştim ancak ne çanta, çantadan ziyade tahtadan imal edilmiş kocaman bir bavulu andırır idi… Çanta adeta, seyyar dişçi, seyyar iğneci, seyyar sünnetçi dükkânı idi açıldığı zaman. Bu seyyar erbaplara tanıklık edip yine beni arayarak ilave görev tanımında bulunan bir arkadaşım ısrarla “nalbantlık” görevi de ilave etmek istedi, ben de yok artık dedim, yine de “olmaz olmaz deme, olmaz olmaz” diyelim… Bir de bu görev tanım kalabalıklığı içinde bakıyorum da; hepsini kapsayan bir “sağlık memuru gibi” yaklaşımı var iken, iş sünnete gelince birden “fenni sünnetçi” tanımı zuhur ediyor, sanki diğer faaliyetler “fen”den azade imiş manası oluşuyor. Sanki sünnet dışında her şey “örfi” yani “ehl-i tabip” ama sünnete gelince “fenni sünnetçi” … Konu; halktaki karşılığı sağlık olunca teşkilatsız halkın karşısında teşkilatlanmanın kaçınılmazlığı gereği İstanbul’da “sünnetçi berberler loncası” olduğunu Evliya Çelebi’nin seyahatnamesinde okumuştum.

Evet artık tekrar, “Berber Sabit”e kıralım rotayı. Bir önceki yazımda halamın oğlu olduğunu ve sünnetimi yaptığını belirtmiştim. Tabii ki gelenek ve göreneklerin yoğun etkisi altında hayatını şekillendiren ailemin dayatması karşısında sünnet konusunda da sünnetçinin karşısına savunmasız daha da önemlisi desteksiz bir vaziyette çıktım. Büyük abilerimizin anlattığı bir sürü abuk subuk ve mesnetsiz tevatürlerin etkisinden kurtulmak o yaş itibari ile hiç de kolay değildir, kolay olmadığı gibi üstüne üstlük büyüklerimizden de yalan yanlış hikayeler duyuyordum. Bunlardan en fazla aklımda kalan ve beni etkileyen de, kesilen parçanın bir etli yemeğe katılarak sünnet olan çocuğa yedirildiği uydurması idi, hadi gel bakalım et ye. Bu et yememe işi bir hayli uzun sürdü, vaktaki artık malum parçadan eser kalmamıştır kanaati oluştu ancak o zaman et yenilmeye başlandı. Artık fazla et tüketilmesin diye bizimkilerinde bu uyduruk hikâyeye katılması mı etkili oldu bu konuda bilemiyorum. Serde küçük çocuk olma durumu da var diğer taraftan ileri yaşlarda malum işi balta ile yapacaklar palavraları da var, gel de çık işin içinden o küçük başınla… Hatta bir tanıdığımız, başından geçenleri anlatırken, “usturayı vurdu, fış diye kan fışkırmaya başladı” deyince diğer tanıdık “basmıştır penisilini sorun çözülmüştür” deyince de “ne penisilini be, boca etti ince talaşı” diye cevaplayınca, hayli vahim bir badire olduğu şekillenmişti kafamızda.

Halamın oğlu aynı zamanda berberdir ya, berberin de dedikodusu eksik değildir diye bilinir ya. “Berber Sabit” berberdir ama dedikodu işinin pek yakınında durmaz ama müthiş bir mukallittir, insanlara takılmayı da severdi. Mukallit adamdır da haydi kendi deyimi ile söyleyelim, “ciddi şakacı” idi. Birilerini dalgaya almak için çok ciddi biçimde hikayeler uydurur idi hani hikâye külliyen uyduruk olsa bile ciddi bir anlatım yapardı. Bir gün elektrikler kesilmiş, nedenini soran muhteremlere “Uzunkuyu’da elektrik tellerine kartal çarpmış”, elektrikler de sürekli kesilir ya o dönemde bir başka gün de başka muhteremlere “elektrik direklerini çalmışlar” derdi. Hele birilerini tarifi vardı ki; hızlı anlatım içinde kimse farklılıkları ya da şamatayı yakalayamazdı. Tarif derken “kim” tabii ki “Ahmet”, o da uzun boylu, kısamtrak, etine dolgun, zayıfça, karakuru beyaz tenli, benzeri kelimeler arka arkaya sıralanır idi.

Bekardı, ben anlayamamıştım neden evlenmemiş olduğunu, kız kardeşi de bekardı ama onun çok ciddi mazereti vardı, felçli ve hareket edemeyen annenin bakımını fedakârca üstlenmişti. Ancak son derece bakımlı ve düzenli biri idi. Bizim hala oğlu mühim adam derdim kendi kendime, baksana berber, sünnetçi ve sıhhiyeci, 3 önemli meslek sahibi derken Adana’ya gidince gördüm ki berber, iğneci (sıhhıyeci) sünnetçi ve dişçi gibi ihtisasları da barındırıp hala oğlumu geçmiş muhteremler gördüm, lakin Adana’daki gördüklerimi de geride bırakanları bilahare çalıştığım Hindistan’da görmüş idim.

Neyse ki; artık “fenni sünnetçi” ya da “sünnetçi” uygulaması yasaklandı da, çocuklar kurtuldu lakin madem ki bir gereksinimdir, hastane ortamında ya da steril ortamlarda ve “doktorlar” marifeti ile ciddi ameliyatlar titizliği ile icra edilir hale gelmeliydi nitekim geldi de, çok şükür.

Anlatılacaklar bitmedi lakin yer bitti bir sonraki yazıya sünnet ile ilgili anıları da; Hollandalı Mühendis arkadaşımızın Türk Kızı ile evlenmek istediğinde başından geçenleri, Çeşme’nin ilk Alman damadının başına gelenleri, oğlumun sünneti konusu ve de canım yurdumda bir zamanların matah işlerinden belediyeler öncülüğünde toplu sünnet törenleri yapılması, Venizelos’un bakanlarına sünnet yapanlar için dedikleri vb gibi konuları, yetiştiririm umarım.  

 


Pazar, Haziran 21, 2020

BERBER SABİT

“Sabit Sağlam” halamın oğlu, Berber, Fenni Sünnetçi ve Sıhhiyeci yani iğneci, bakışları ve boyu, kilosu, yüz hatları, duruşu ile bende her zaman bir “Mustafa Kemal Atatürk” portresi oluşturmuştur. Bilmiyorum, bu portre başkalarında da oluşmuş mudur? Yoksa sadece bende mi böyle oluyordu? Babam en küçük çocuk ve deyim yerinde ise de tam teşekküllü “tekne kazıntısı” … Tüm yeğenleri kendisinden büyük nerdeyse, birkaç amca oğlu haricinde… Babamın ablasının oğlu Sabit Sağlam kendisinden büyük, ancak bakılınca geçen yüzyılın başındaki aile yapılanmasına çok da aykırı duran bir durum değil. Savaşlar, Tıbbın görece geriliği, erken evlilikler vs gibi daha birçok nedenden ötürü ailelerde sıkça görülen durumlar bizim ailede de kendini göstermiştir, anlaşılacağı üzere… 

“Berber Sabit” adı ile maruf halamın oğlunun berberliği yanında esas meşhur olduğu dal ise diğer 2 faaliyet alanına tur bindirmektedir, o fazlaca söylenmese de “Sünnetçi Sabit” olarak daha ön plandadır. Bayramlarda ve diğer özel günlerde Halam mutlaka ziyaret edilirdi, uzun yıllar hareket kabiliyetini yitirmiş vaziyette hareketsiz yatıyor olsa da mutlaka ziyaret edilir, eli öpülür, hürmet gösterilirdi. Kendisine, 24 saat esası ile bakacak birisinin mutlaka olması ve şimdiki gibi profesyonel hizmet sunan kurumların da olmaması, en azından Çeşme’de olmaması nedeniyle, halamın kızı Sema Ablamız, kendisini feda ederek evlenmemiş ve annesinin bakımına vakfetmiştir kendisini. Bu vesile ile başta Halam ve kızı Sema ablayı saygılarımla bir kez daha yad ediyorum. Hatırladığım kadarı ile bu ziyaretlerimizin hiç birisinde, aynı evde yaşıyor olmasına rağmen Sabit Abi ile evde hiç karşılaşmamıştık. Küçük bir detay var mutlaka bilinmesi gereken hem Sabit Sağlam hem de Sema Sağlam babamdan büyük olmalarına rağmen ben kendilerine belki de protokol gereği “Abi” ve “Abla” diye seslenirdim ve onlar ya da bir başkaları da bunu asla yadırgamazlar idi.

Sabit Abi’yi; Çeşme Çarşı İçindeki küçük berber dükkanından bilirdim, nedendir bilmem, tıraş olmak için bir kez dahi kendisine gitmemişimdir. Dükkanını bilirim, hatta aklımda kaldığı kadarı ile muhteşem bir ahşap “berber koltuğu” vardı, kendisini yakinen tanıyan, hatta kiraladığı dükkânın sahiplerinden Hüsnü Karaman’dan geçen günkü sohbetimizde öğrendiğim kadarı ile mesleği bırakmasına rağmen mezkûr koltuğu uzun süre başka başka depolarda koruyor olduğudur. Bir de masif ahşap ve kenar profilleri oyma olan kocaman aynası vardı, her berberde benzerlerinin olma ihtimalinin az olabileceği cinsten hem de.

Benim, her bizim cenahtan çocuğun olduğu gibi, tüm hayatımı etkileyen yakın ve fiili tanışıklığım halam oğlu ile, sünnetimdir. Henüz 9 yaşında hayatın gerçeklerinin fazlaca öğrenilemeyeceği evresinde bu Atatürk portreli adam o güne kadar hala oğlu iken birden önümde elinde usturası ile “nazik aletimden” kendilerince fazlaca olan bölümünden birazcık kesmek üzere hazır ve nazır iken ben de tıpkı bir cenderede kıpırdama şansımın olmadığı bir halde, hatta İsa’nın çarmıha gerilişini bile kıskandıracak bir vaziyette kapanda idim. Hayal edin Allah aşkına, adamın biri bir ayak bileğinden bir diğeri ise diğer bilekten mengene gibi kavramış bir diğeri ise arkadan kolları çapraz istikamette kavramış ve olanca kuvveti ile geriyor, bir başkası ise elinde kocaman bir lokum ile bağırır iken ağzını açmanı bekliyor ki bağırdığın anda ağzına kocaman lokumu tıkacak. Tablo bu. Zaten sünnetin olacağı söylendiği andan itibaren mahallede yaşça biraz büyük abilerimiz, sol elinin diğer parmakları kapalı vaziyette iken işaret parmağını uzatarak sağ elinin işaret ve orta parmaklarını makas ile kesiyormuşçasına bir hareket çekerek diğer taraftan da yüzlerini iyice zorlu bir durum yaşanacağını tebarüz ettirircesine “kopsi kefali” demeleri zaten sizi yeterince germiş vaziyette iken bir de üstüne bu tablo… Sünnet olacağının açıklandığı günden itibaren olumlu sayılabilecek bir destek olmadan hatta dalga geçercesine yaklaşım gösteren günlük ilişkilerin, arkadaşlıkların, son anda yaşadığın İsa’nın çarmıha gerilişinden daha da azametli görünen sonuçları ağır olan tablo… Tüm bu yaşananlardan sonra da “artık sende erkek oldun” geyikleri, bu tablonun mezkur yaşlarda kaldırılabilecek bir ruhsal tablo olduğunu dün de düşünmedim  bugünde düşünmüyorum. Zaten kimilerine göre abuk subuk kimilerine göre de ciddi bir merasim olan sünnet yöreye, varsıllığa, itikata, görgüsüzlüğe göre, çok çeşitli biçimleri ile icra edilmektedir. Kimilerine göre 40 gün 40 gece, kimilerine göre 3 gün 3 gece kimilerine göre de oldu da bitti maşallah…

Evet tekrar hala oğluna gelelim. Yaklaşık 1 aydan beri artık sünnet olacağım belli iken, görece büyüklerimiz “kopsi kefali” teraneleri ile dalga geçer olmuş, sünnetlik adı ile maruf beyaz pantolon, beyaz gömlek ve üstüne benzer evsafta bir pelerin giydirilmiş, şimdi nereden temin edildiğini hatırlamadığım bir at bulunmuş ve günün önemine binaen süslenmiş, bir davul ve bir zurna günün moda müziklerinin icraatıyla, sokak sokak gezdirilmiş idim. Bütün bu fasıllar kısacık sürse de “hala oğlumun” sen çarmıha gerilmiş vaziyette iken önüne matah bir iş yapacakmış sırıtmasıyla oturmuş olduğu anın bitimsiz olduğunu yaşamaktasın, bitsin bu ızdırap Allahım diyorsun ama senin dışında herkes rolünün tadını çıkarmaktadır. Her şey gibi bu fasıl da bitiyor, sonra arkasından sanki çok ihtimam gösteriliyormuşçasına birkaç da pansuman, haydi geçmiş olsun. Tüm bu safahatın sonunda yaratılan mucize, ki bu sana göre, pisuvarların icadı ve milletin yan yana çövdürmeye başlaması ile sükût-u hayale dönüşür, çünkü kıyaslamalı olarak herkes sünnet öncesi dümdüz defettiklerinin artık ya sağa ya da sola gittiğine tanıklık eder. Güzelim aletten geriye bu kalmıştır ve ilgili herkes bununla idare edecektir gayri.

Dönem itibari ile seçenek, Sünnetçi Sabit ile Sünnetçi Bekir ile sınırlıdır, seç seç al, mezkûr muhteremlerin de mesleki erbablıkları nereden gelir, nasıl bir eğitilmişlikleri vardır, kimse bilmez. Kerametleri kendilerinden menkuldür. Berberlik bilinebildiği kadarı ile usta çırak ilişkisine dayanır da sünnetçilik nasıldır, akıl sır ermez. Mesela usta, çırağına bak oğlum izle çükü böyle tutacaksın, fazlalığı böyle gereceksin, pensi böyle sıkıştıracaksın, usturayı böyle vuracaksın, penisilini böyle boca edeceksin, sargıyı şöyle yapacaksın, pansumanı böyle yapıp sargıyı şöyle yenileyeceksin, gibi bir tedrisat uygular mı, uygularsa da nerede yapılır bu uygulama, meğerki sünnet anında orada değilsen ve tanıklık etmemişsen nasıl öğrenilir. Geriye bir şey demek kalıyor, Allah vergisi, doğuştan bahşedilmiş yetenek…

Sünnetten kaçan çocuklar mı ararsın, gerçi bu kanla biten merasimden sayılan kurban safahatından inekler bile kaçıyor ama bunun psikolojik çözümlemesinin yapılabilmesi için daha birkaç bin yıla gereksinim olduğunu aşikardır. Neyse daha bu konuda yazılacak çok şey var, şimdilik bu kadar ve bu vesile ile halam oğlu Berber Sabit’i hayırlarla yad ediyorum.

 

 


Pazar, Haziran 14, 2020

GİRİTLİ OVASI ve DERESİ, HARMANLAR YANI

Bugün “Giritli Ovası”, kimilerince “Harmanlar Yanı” diye hatırlanan Ovanın yağmur sularını toplayan dere, Karadağ’ın Çiftlik yamaçlarından gelen suyu en az 3 kolu ve Değirmen Dağı tarafından yine en az 3 kolu ve Ovanın yağmur sularının fazlasını denize aktarmaya, maalesef bazı kollarının imar uygulamalarına kurban edilmesine rağmen hala devam etmektedir. Derenin köy içindeki bölümü cumhuriyet öncesi yapılmış ve erozyona karşı koruma amaçlı taş duvar ile iki yanından korunmakta iken bugün artık her idarenin ittifakla kabul edip kullandığı ama rezil bir görüntü vermekten de kurtulamayan beton perde haline dönüştürülmüştür… Çocukluğumda hatırlarım bu derenin birkaç yerinde dereye ulaşmak için taş merdivenler ve derenin diğer tarafına geçmek için tahta köprüler var idi. Sonuç tarihimizi koruyoruz, tarihimize sahip çıkıyoruz bühtanına sarılarak tahrip olunan geçmiş… Bilenler kıyaslayabilir iken bilmeyenler de kıyaslamadan bugünkü görüntünün sakilliği konusunda tartışmasız hem fikirdir. Dereleri ıslah ediyoruz himmeti ile kolay, ekonomik ve görece sağlam tesisler yapılma gayretleri ne yazık ki karaktersiz yapılar üretme hafifliğine düşmemize kaçınılmaz olarak sebep olmaktadır. Neyse tekrardan Ovanın ve Derenin bendeki hatıralarına dönelim.

“Harmanlar yanı” da denilirdi demiştim ya; kimler, nasıl ve neden idi çok net hatırlıyor olmamama rağmen genellikle hasat dönemlerinde burada harman kovmak (dövmek) için köylülerimiz vaziyet alırdı. Bizim aile mutlaka her yıl burada ancak kendi tarlasında oluşturdukları harmanda gereğini hallederlerdi.  Bir ara “Futbol sahası” olarak da kullanılan Çevre Yolunun Mezarlık karşısına denk gelen ve halen Belediyenin ariyet deposu olarak kullandığı alan yaygın harman yeri idi. Hububat hasadını müteakip insanlar ekinlerini beygir sırtlarında demetler halinde buraya taşır idiler. Harman yeri yapması ise enteresan bir işlem idi, öncelikle daire şeklinde bir alan belirlenir, burası biraz sulanır, taş silindir ile sıkıştırılır, sonra üzerine biraz saman serpilir, tekrar sulanır ve tekrar sıkıştırılır bu işlem düzgün ve sert bir satıh elde edilene kadar tekrarlanır idi. Artık zemindeki toprak sap ve samanla karışmayacak hale gelmiştir ve sıra daha önce ekim-biçim yapılan tarlalardan demetler halinde beygirlerle taşınan ekinlerin kovulması (dövülmesi) işlemine sıra gelmiştir. Kendi sapından oluşan demet bağları şöyle bir silkelenerek kopartılmak sureti ile ekin harman yerine dengeli ve düzenli bir biçimde dağıtılır idi. Yine beygirlerin tekli ya da ikili bir biçimde uygun ve gerekli koşum takımları ile hamut’un her iki yanından bağlanan urganların gerideki bir denge çubuğu marifeti ile asıl dövücü parça olan “düven”e bağlanması ve hatırladığım kadarı ile “çakmak taşı” dediğimiz yeterince sert ve kesici taşların düvenin altına sıkıştırılması suretiyle oluşan düven ve üstüne yeterince konulan ağırlık ile çekilmesi neticesinde ekinler parçalanır, tahıl ve saman karışımı haline getirilirdi. Düvenlerin altına sıkıştırılmış taşlar, haliyle güneşin altında fazlaca kaldığından ve sıkıştırılan yarığın da genişlemesi ile sık sık düşer, düven altında taşın azalması ise yapılan dövme işinin verimini azaltır olduğundan mutlaka yedek taşlar bulunurdu her düven için, düşenler ise harman savrulması döneminde bir sonraki yıl için kullanılmak üzere toplanırdı. Düven üstüne ağırlık oluşturması için düzgün kesitli taşlar kullanılırdı bazen de ağırlık oluşturma görevi biz çocuklara düşerdi. Yakıcı güneşin altında “dön baba dönelim” misali düven üstüne oturup dönmek çok kolay değildi her daim hoplayıp-zıplayan biz çocuklar için. Ancak diğer taraftan beygirlerin kontrolü de size geçince yani beygirlerin yönlendirmesi size kalınca keyifli hale gelirdi bu iş. Bazen büyüklerimizin tercihi neticesi işi ele alan kuzenin diğerleri tarafından kıskanılması ve bu manada da büyüklere kapris yapılması da sık yaşanan bir durum oluyordu, böyle durumlarda da hemen tüm kuzenlerin hayvanseverliği çaktırmadan yakalanılır ve beygirlere sık sık metal kovalar içinde “su verme” görevi verilerek kıskançlıkların ve kaprislerin önüne geçilirdi. Diğer taraftan sıcak, hızlı düven sürmek gibi nedenlerle hızlıca küçültülen ekinlerin dirgenle alt üst edilmesi gibi bir görev ile yeni ekin takviyelerin yapılması için istiflenen demetlerden harmana ikmal yapılır ve bu görevde biz çocuklara düşerdi. Demetlerin gerek biçildiği yerlerde gerekse de harmana yakın istiflenen yerlerinden taşıma işinde en sıkıntılı sonuç ise “akrep” sokmalarıdır, yakıcı sıcaktan sadece biz ve beygirler değil aynı zamanda akreplerde korunma ihtiyacı duyar ve görece serin yer demet altları olurdu. Eğer dikkatsiz olur iseniz demeti kaldırır iken, canınız tahmin edilemeyecek kadar yanardı, bunun şimdiki gibi ilacı falan da olmazdı ya da bizlerde bulunmazdı, yine de ölümcül vaka hiç hatırlamıyorum. Allahtan bizim yöredeki akreplerin zehiri bu kadar güçlü kudretli değilmiş.

Yeterince ayrışan ve incelen ekinler harmanın orta yerinde yığın olarak biriktirilir ve harman kovma sonunda, harman savurma işlemine hazırlanır idi. Harman savurma işleminde, uygun ve ehven rüzgâr altında, yabaların kullanılması ile yaklaşık bir insan boyu havaya savrulması ve rüzgârın gücü ile tanenin yakına, samanın görece uzağa düşerek ayrılması sağlanırdı. Harman yerinin süpürülmesi fasıllarında ise hemen Karadağ eteklerinden keserek ya da sökerek toplanan çalılardan yapılan süpürgeler kullanılırdı. Tane ile samanın ayrı ayrı birikmesi neticesi artık çuvallanarak depolanacak yere taşınmaları gerekirdi. Samanlar görece büyük “harar” dediğimiz çuvallara sıkıştırılarak doldurulur ve beygirler vasıtası ile bizim “samanlık” dediğimiz yere götürülür ve orada hararlardan boşaltılmayı müteakip fazla yer kaplamasın diye yine biz çocuklara üzerinde zıplayarak sıkıştırma görevi düşerdi ki bu bir manada da bizim için oyun idi. Bu samanlar arasına bizim “kışlık” kavun dediğimiz şimdilerde ise “Çeşme Kavunu” denilen kavunlar saklanmak maksadı ile yerleştirilir idi. Sonra samanlıkta kavun arama fasılları da bir başka safahat idi. Genelde mezkûr kavun asılarak korunsa da böyle de bir saklama ve koruma yöntemi de var idi. Harman yerinde, harman kovma işlemi yaklaşık 1 hafta 10 gün sürer idi, ilaveten geceleri harmanın beklenmesi de biz çocuklara düşerdi, akşamları nöbetleşe uyunur, yan tarladaki bostana kavun ya da acur yemeye gelen tavşanlara av niyeti ile bakardık. Diğer taraftan tüm kuzenlerin akşam olunca yenilen akşam yemeği sonrası harman üstüne sırt üstü serilip, pırıl pırıl ay ve yıldız ışıklandırması altında, uzay, yıldızlar ya da futbol ya da bizim için ne önemli ise onların üstüne muhabbetler bir harika olurdu. Hele tahılın çuvallara doldurulur iken uykulu göz kapaklarının ağır basması ya da dikkatsizlik sonucu çuval ağzının iyi açılaması nedeni ile büyüklerimizden “uyuma çuval ağzı aç” diye ikazı vardı ki bu sözü sonraları başka manalarda da kullanmaya başlamıştık, asla unutulur anılar değildir.

Evet, bana ayrılan yerin sonuna geldim yine, haftaya Derenin Balcı Hilmi, Kara Hasan ve diğer komşuları ile anlatılmasına devam edeceğim.

 

 


Pazar, Haziran 07, 2020

CEMAZİYEL EVVEL 12- SINIR ÖTESİ NİYETLER

Canım Yurdumun makus kaderidir “Osmanlıcılık” fikriyatı ve bu bap’tan sayılmak üzere her hükümet kendini birazda olsa Osmanlının mirasçısı kabul ederek mezkûr coğrafyadaki gelişmelere kulak kabartır, gücü yeterse el uzatır daha da güçlü hissederse el koyar vs vs. Haaa, bu niyetlerin ve girişimlerin uluslararası bir karşılığı var mı, zannetmiyorum ama ulusal düzeyde ciddi manada karşılığı var ve bunu her daim gözlemlemekteyiz. Bu hissiyatın ve fikriyatın hayatiyet bulması mümkün mü, dünyanın 20. ve 21. Yüzyıl nizamında neredeyse imkânsız görünmekte olup hele dünya jandarmasının talebi ve onayı olmaması halinde de güzel ve ham bir hayal olma ötesine geçemez.

 

Meslektaşım ve arkadaşım Haluk, babası ve Canım Yurdumun yeni konsept özel harp teşkilatının önemli bir kişisi İsmail Tansu’nun “Aslında Hiç Kimse Uyumuyordu” kitabının yeni ve 3. baskısını imzalatarak 2014 yılında bana hediye etmiş idi. Hemen okudum. Bir devrin en önemli kişilerinden aynı zamanda da en merak edilen hamle kuruluşunun içinden, yaşadıklarını, tanıklıklarını anlatıyordu muhtemelen de kendisi ile kabrine gidecek mahremiyete haiz konu ve hamleleri kendisine tutarak. Bu vesile ile bana piyasada kolaylıkla bulunmayan kitabını imzalayarak hediye etme nezaketini gösteren ve ne yazık ki artık hayatta olmayan İsmail Tansu’yu rahmetle anarken kitabı da tarafıma ileten Haluk’u sevgi ile anıyorum. Kitap ciddi manada değerli bir başvuru kitabı, hatırlama ve hatırlatma yapma adına kitapta en az 40 yer işaretlemişim, neler yok neler. Kitabın dış kapağında adının hemen altında, spot olarak “Yeraltında silahlı bir gizli örgüt, hem de devlet eliyle… TMT” yazarak aslında ve bir hayli geniş biçimde Türkiye’nin yaklaşık çeyrek yüzyıllık “Kıbrıs faaliyetlerini” yürüten “Türk Mukavemet Teşkilatının” sergüzeştlerini anlatmaktadır. Canım Yurdumun; Kıbrıs konusunda tutumu, çalışmaları, başına gelenleri konusunda her vatandaşımızın asgari bilgi sahibi olduğunu biliyorum ve bu nedenle kitabın bu bölümü için herhangi bir şey ilave etmek istemiyorum. Lakin, özel harp, gizli faaliyet ve yurt dışı niyetler ve girişimler söz konusu olunca hemen bu teşkilatın akla gelmesi ve görevlendirilmesi de kaçınılmazdır. Bana göre kitabın en önemli bölümlerinden birisi de askeri darbe neticesinde tutuklanan komşu ülke Irak’ın kralı Faysal, Kraliyet naibi Abdülilah ve Başbakan Nuri Said Paşa’nın düzenlenecek özel bir askeri girişim ile kurtarılarak Canım Yurduma getirilme safahatıdır.

Mezkûr kitabın, 90. Sayfasından özetle; “8 Temmuz 1958 günü Irak’ta General Kasım tarafından yönetilen bir askeri ihtilal yapılmıştı… Aynı gün başkanımız Karabelen Paşa acele Genelkurmay’a çağırılmış ve dönüşünde bana şunları anlatmıştır. Çok kritik bir gündeyiz. Hükümet ve Genelkurmay çok hareketli. Irak’a askeri müdahale düşünüyorlar. Güneydoğu’da askeri birlikler hareket halinde. Müdahale gerçekleştiği taktirde dairemize düşen görevler sözlü olarak tebliğ edildi, not aldım. Ayrıca Irak’a bir hava operasyonu planlanıyor ve bu operasyona bizden de bir subayın katılması isteniyor. Bu operasyonla Irak Kralı Faysal, Kraliyet naibi Abdülilah ve Başbakan Nuri Said Paşa’nın kurtarılması amaçlanıyor…” Diğer taraftan Irak’ın devrik muktedirlerinin Ürdün’e geçme ihtimaline karşın, içlerinde İsmail Tansu’nun da bulunduğu bir operasyon timi Başkent Amman’a hareket eder. Tansu devamla; “Ertesi sabah 9 Temmuz 1958 günü planlandığı gibi saat sekizde Etimesgut’tan havalanmıştık. Kıbrıs Adasının doğusundan güneye doğru uçarken iki İngiliz jet uçağı etrafımızda dönmeye başlamışlardı. Sorularını cevapsız bırakmıştık. Bizi beş dakika kadar takip ettikten sonra uzaklaşmışlardı. Lübnan açıklarına geldiğimizde Amerikan 6. Filosuna mensup savaş gemileri Lübnan’a doğru seyrediyorlardı. Amerikan gemileri birkaç gün sonra Lübnan’a asker çıkarmışlardı. İsrail üzerinden geçerken bir sorun olmamıştı. Uçuş iznini bildirerek geçmiştik. Bizi karşılayanlar Ürdün Hükümeti yetkilileri idi. İçlerinden üçü de Bakan idi…Türkiye’nin Amman Büyükelçisi Mahmut Dikerdem’de bizi karşılayanlar arasında idi. Bizi alıp Büyükelçilik’e götürdüler… Irak Kralı Faysal ve Kraliyet ailesi ihtilalci subaylar tarafından sarayları basılıp öldürülmüşlerdi. Irak Başbakanı Nuri Said Paşa da sığındığı bir evden çarşaf örtünerek kadın kıyafetinde kaçarken bir ihbar üzerine o da yakalanmış ve öldürülmüştü… Irak Genelkurmay Başkanı da ihtilal yapıldığından habersiz bizim Amman’a gelmemizden önce Irak’a dönmüş olduğundan o da yakalanmış ve idam edilmişti… Bu durumda Ürdün’den elimiz boş dönecektik.”

Neler oluyor hayatta neler… Osmanlıcılık fikriyatının fiiliyata evrilmesinin cesareti, nereden ve nasıl ve de hangi denk düşmelerle dışarıda komediye, içeride ise coşkun seller gibi desteğe dönüşürün fazlaca yoğunlaşılan konu olması halinde makus kader her zaman ve kaçınılmaz olarak tecelli ediyor. Oysa biz biliyoruz ki, 1955 yılında, Türkiye, İran, Irak, Pakistan ve İngiltere arasında, Sovyetler Birliği’nin Ortadoğu’da etkin olmasını önlemeye yönelik olarak CENTO adında bir teşkilat kurulur ve mezkûr ülkelerin hepsinin gizli bilgi akışı dünyanın yeni jandarması ABD’nin elinde toplanır ve mezkûr coğrafyanın da istasyonu Türkiye’dir. Farklı farklı anılarda, başta da Türkiye’nin 27 Mayıs darbesindeki kudretli Albay Alparslan Türkeş olmak üzere, önemli bir süre Dışişleri Bakanlığı yapmış İhsan Sabri Çağlayangil’e kadar, herkes bu iddiayı doğrularlar. Peki ne idi ve amacı nasıldı bu CENTO’nun, ki bilindiği üzere hem Irak’taki mezkûr darbeciler hem de canım Yurdumun darbecileri darbe sonrası ilk beyanatlarında “… CENTO’ya bağlıyız…” demelerinin esbab-ı mucibesi neye bağlı idi. Hem de darbeye muhatap olup hayatını kaybeden Başbakan Nuri Said Paşa kuruluş kararının ve sürecinin en ateşli sözcülerinden olsun hem de muhatabı… Enteresan hem de çok enteresan… Tıpkı bizim 27 Mayıs darbesi gibi, NATO’nun hem ateşli sözcüsü ol hem de muhatabı ol… Sürekli bir akıl ayarlarımızla oynama hali…

Evet; hissedilen o ki, Osmanlıcılık pek de öyle yerli ve milli bir şey değil galiba ve uluslararası ciddi rabıta, illiyet ve iltisakları bulunmaktadır. İlaveten bu darbe yapılması halini salt karşı olunanı devirme hali olmaktan azade değerlendirilmesi gereken bir durum kabul edeceğiz gibi çünkü içlerinden çoğu da daha iyi hizmet edeceklere yol açma ve mıntıka temizliği kabilinden gerçekleşmiş görünmektedir. Bazen vuslat adına tıpkı bir merdivenin basamaklarının döşenmesi gibi geçiş yönetimleri darbelere istinat teşkil edebilmektedir. Yoksa küçücük ve oldukça karışık aklımızla bu muhteremler daha da fazla oynayacak gibi görünüyor.