Cuma, Ağustos 26, 2022

SOSYAL KONUT SİZİN ANLATTIĞINIZ MASALLARDA YER ALMAZ

Komünizm korkusu gereği özellikle de 2. Paylaşım savaşı (dünya savaşı) sonrası kapitalizmin uydurduğu bir uygulamadır, sosyal konut. Kapitalizm, bu kelamın ardına sığınarak, yoksulluğun ve yoksunluğun pençesindeki “en alttakilere” kafaları karışıp, çelinip de Allah muhafaza “komünist” eğilimlere tevessül etmesinler diye, her ülkede, ülkedeki kapitalistleşme seviyesine bağlı farklı farklı görünüm ve içeriklerde uygulamalar başlatmış ve hala da devam etmektedir. Lakin tüm bunlar birer “göz boyamaca” olmanın ötesine geçememektedir. Peki, geçebilir mi, zinhar geçemez. Kapitalizmin doğasına aykırıdır.

Tüm aykırı anlatımlara rağmen, özellikle de II. Dünya (paylaşım) savaşından büyük bir özgüven, prestij ve başarı ile çıkan SSCB artık kapitalizmin her dönem gladiosu pozundaki Almanya sınırına dayanmıştır. Esasen Almanya içinde de, ta başından itibaren karşılık bulmuştur sosyalizm lakin bulunan beynelmilel yöntem, yerli ve milli imkânlar muvacehesinde bir tarafı ile provokasyonlar diğer tarafı ile de direk operasyonlar marifeti ile tasfiye ya da kontrol hep kolay olmuş iken şimdi artık içsel bir olgu olmanın yanında dışsal bir olgu haline de gelmiştir. Dolayısı ile behemehâl tedbir alınmalıdır. Özellikle de “barınma krizine” yönelik olarak. En alttakilere çok ucuz hatta bedava konut tahsisi gündemin merkezine oturmuştur. Mesela 60’lı yılların başlarında Canım Yurdumdan Almanya’ya yoğun işçi akımı nedeni ile bizler tarafından da duyulmaya başlamıştır, “Haym” adında işçi ya da bekâr için çok ucuz konut türü ile mezkûr tahsisat işleri.  Gerçi biliyoruz, özellikle Kuzey ve bazı Orta Avrupa Ülkelerinde “işçi konutları” yoğun olarak yapılmaktadır gönül ve akıl kayışını kesmek adına. Gerçi bunların önemli bir kısmının mülkiyeti işçilere ya da kooperatiflerin hükmi şahsiyetlerine teksif edilmiştir lakin mülkiyet devri maalesef yerel şartlara tabidir. Bilenler bilir lakin yine de yazayım; bu kabil konutların adları başta Fransa’da “HLM”, Almanya’da “gemeinbau”, İsveç’te “Million programme”, İngiltere’de “Council House”, olmak üzere tüm diğer ülkelerde “devlet konutları” ya da “sosyal konutlar” olarak bilinmekte olup mülkiyeti ise neredeyse tamamı genel ya da yerel yönetimlere ait olup garibe, gurebaya ve ne yazık ki yine de onların tahsiste öncelik listelerine istinaden yapılmaktadır. Olması gereken “sosyal konut” anlayışına yine en fazla yaklaşabilenler bunlardır. Sosyal konut mefhumunun ilhamını oluşturan sosyalizmin ilk uygulandığı ülkede ise maalesef, Nikita Kruşcev’e (yerelde Nikita Hroşçov) ithafen “Hruçşovka” adı altında ve 1960’lı yıllar sonrasına kalmıştır. Gerçi öncesinde Stalin döneminde yapılan “Stalinka” adı verilen devasa binalardan oluşan apartman yapıları da vardır… Nazım Hikmet’in bir Avusturya seyahatinde gezdiği Avusturya işçi konutları için SSCB’dekiler ile kıyaslayarak söyledikleri de dönemin SSCB yöneticilerini ziyadesiyle üzmüş ya da kızdırmıştır da…


Şimdi bakıyorum dünyanın her yerinde görünümü farklı içeriği ve bedeli fazlaca değişkenlik göstermeyen konut imalatları ve satışları var ve her birine de ne yazık ki yerel tatlara münasip “sosyal konut” deniliyor. Esasen bunların tamamı yönetimlerin takdir ve tarifine uygun lakin asla ve kat’a doğru olmayan uygulamalardır. İster kooperatif ister direk kamu marifeti ile imal edilip kafalarına göre oluşturulan ihtiyaç sahipleri listelerine istinaden bedeli mukabili mülkiyet devri yapılsın, tarif “ucuz konut” ya da görece “ucuz konut” olmanın ötesine geçemiyor. Necmettin Erbakan’ın “pansuman tedbirler” sözü bu abuk subuk işler içinde çok münasip bir tariftir bana göre… Statü ve isim, konutun imal ve temin şekli üzerinden olmaz lakin tahsis ve kullanım şeklinden oluşur.  


Günümüzde artık yaşanabilir ve yeterli esasen de sınırsız ve sorumsuz süreli olarak her aileye ya da aile kurmak isteyenlere ya da yalnız yaşamak isteyenlere bila bedel ya da sembolik ücretli konut tahsis edemiyorsanız, konuya ilişkin kelam edilmesinin bile ayıp sayılması hatta mümkünse de üzerine konuşulmaması kanuni mecburiyete tabi olması gereken bir durumdur, bence… Yoksa gerisi “çene suyuna pilav” tadındadır. 

Gelin size bakın konu nasıl çözülürmüş anlatayım da kafalar hem sosyolojik hem metodolojik hem de ideolojik olarak pırıl pırıl olsun. Son derece basit, kolay anlaşılır ve de lafı dolandırmadan… Basacaksın parayı Devlet adına tespit edilen ihtiyaç miktarı kadar farklı kategorilerde ev sahibi olacaksın ve ihtiyaç sahiplerine bila bedel tahsis edeceksin. Hem de, öyle gak guk etmeden, başta büyük şehirler olmak üzere sırası ile ilçeler, kasabalar hatta köyler nüfus hesabı yapılarak meydana çıkacak münasip pursantaj üzerinden tespit edilen miktar kadar konut behemehâl üretilmeli. Yapılabilir mi, kim yapabilir gibi sorular ilk akla gelenlerdir, evet yapılabilir evet bütçe zor değil, evet sadece niyet ve azim gereklidir. Lakin kamu kurum lojmanlarını babalar gibi satma zihniyetinin bunu yapma niyeti yoktur esasen de olmaz ve de olamaz bu da kendi naturasına aykırıdır. Ne zaman “devlet size iş vermeye mecbur mu?” sorusuna gönül bolluğunca akıl derinliğince ve de kocaman “evet” cevabı veren insanlar olacağız, işte o zaman barınma krizi diye bir derdi olmayacaktır dünyanın…   

Öyle TOKİ’ye konut yaptırıp ucuza satıyorum işini de kimler makul, anlaşılır ve kabul edilebilir görür bu manada bilemem. Aaa TOKİ marifeti ile konut üretip vatandaşa satılması da caiz midir derseniz, hiçbir itirazım olmaz ama bunlar zinhar sosyal konut olmaz. Hele kooperatiflere de arsa tahsis edip üyelerin kendi paraları ile inşaat yapmalarına bazı kalemlerde KDV ve vergi muafiyetleri yapılıyor olması da caizdir ama bu da zinhar sosyal konut değildir. Bu yolla da devlet asla ve kat’a sosyal devlet olmaz…

Öyle hem kapitalizmin babası gibi davranıp hem de ev sahipleri üzerinden sosyal devlet görünümü vermek olsa olsa Mercedes görünümlü Murat 124 gibi bir şey olur. Öyle başkasının kesesinden somun pehlivanlığı günü kurtarma adına sevimli görünebilir ama kazın ayağı öyle değildir. Esasen de ayağı öyle kaz da dünyaya gelmemiştir. Gelenler de binicileri ile birlikte suyun karşı tarafına geçmiştir. Bu durum devekuşu durumudur, popülizm adına kuş olurken, temsil edilen sistem adına deve olunur, sosyalizmden alacaksın parlak kelamı içini kapitalizmin melanetleri ile doldurup piyasaya süreceksin, de git lan derler adama…

Esasen bu yaşananlar da konut krizi felan da değildir, bal gibi barınma krizidir. Aaa bu sadece Canım Yurdumun yüz yüze geldiği bir durum mudur? Zinhar, 1991 de SSCB’nin dağılması ile birlikte o güne kadar hiç bu konularla en azından bu kadar sıkışmamış olsa da şimdilerde ciddi ciddi barınma krizi baş göstermiştir, başta Almanya, Danimarka, İsveç, Fransa, Hollanda gibi ülkeler olmak üzere tüm kapitalist dünyada da… Bakılmasın o mağrur ve nobran ABD tavrına, unutulmasın ki dünyanın en fazla evsizini ve yoksulunu barındırmaktadır kendileri. Sorun kapitalizmin yapısal olarak sosyalleşemeyecek olmasıdır ve kapitalizmin babalarının böyle niyetlerinin olmamasıdır. Esasen de kapitalizm budur. Geniş yoksul ve yoksun kitleler ve mutlu azınlık… Ara sıra somun pehlivanlığı kabilinden eldeki sınırsız ve kontrolsüz güç ile de zapt-u rapt…  

Cumartesi, Ağustos 20, 2022

DELİ TURAN (BATAN)

 

Turan Büyüğümüz; kapı komşumuz, hatırladığım hali ile sahip olduğu tüm “ebanileri” baş ve boynuna bağlaması alametifarikasını oluşturan, elinde ve zaman zaman da omuzuna atılı vaziyette kürek sapı ile kazma sapı ortalaması sopası, bel ve ayak rahatsızlığına bağlı engelli hali ile her iki yönde de dikeyliğini yitirmiş şekli ile aksayarak ve ayağını ciddi manada sürüyerek yürüyen, esasen de tüm Çeşme’nin “Deli” lakabı ile andığı nevi şahsına münhasır biri idi. Son dönemlerinde artık bakımsızlıktan deyim yerinde ise tel tel dökülen yine deyim yerinde ise minare yıkılmış ama mihrap yerinde tadında esasen de muhteşem Bağdadi ev örneği oluşturan ve babadan kalma bir evde yaşadı. Ev bizim sokağın, benzer diğer evlerinin tüm özelliklerini taşıyan bir ev olarak ve yine aklımda ve hatırımda bugünlere kadar taşıyabildiğim kadarı ile pencere ve kapılarının muhteşem ahşap işlemeli halleridir. Bu kısa ve dar sokak aynı zamanda Ovacık Köy bağlantı yolu idi ve yaklaşık 6 ya da 7 adet mezkûr yapı tarzı oldukça büyük bahçeler içinde yer alır idi. Sonradan taşıma ve inşai kolaylıklarına bağlı olsa gerek ki aralara nüfus artışına da bağlı oluşan ihtiyaca binaen yeni taş evler inşa edilmiş. “Turan’ın Evi” 1. tarz inşa edilmişlerden olup evvelki dönemi bilenler için de zenginlere has evler kategorisinden olduğu derhal anlaşılmakta idi. Ben bilmiyor olsam da, nakledilenlere bakılır ya da inanılır ise, Turan’ın babası dönemin namlı zenginlerindendir, o kadar zengindir ki rivayete istinaden sigarasını bile lambada tutuşturduğu kâğıt banknotlarla yaktığı vakıadır. Yakmış mıdır yakmamış mıdır, bilinmez ama muhtemel kastı mahsusa sınırsız maddi imkânların tebarüzüdür. Sonradan düşülen fakru zaruretinde mezkûr tevatüre müstenit, sıkça söylenmektedir. Ancak, bilinen o ki, Baba Hakkı Batan Çeşme ve Alaçatı’nın en zenginlerindendir, 1930’lu yılların Türkiye’sini düşünelim, 4 adet kamyon ve akaryakıt tankeri, Alaçatı’nın şimdiki merkezinde kalan, Atatürk ve İsmet İnönü heykellerinin yer aldığı bölümde, bugünün grosmarket diye tanımlanan marketlerine muadil ve iğneden ipliğe, gazdan şekere dönem itibari ile akla ne geliyorsa satılan marketi, market üstünden başlayan ta şimdi artık bulunmayan değirmenlere kadar dayanan ev dizisi sahibi birisidir. Market ve akaryakıt işinde Reşat Akbaykal’ın dedesi Reşat Efendi ile birlikte ortaktır. Hakkı Batan’ın ilk eşi Nevrez Hanımdan oğlu, Turan Batan, yazımın başlığındaki muhteremdir. İlk eşin vefatı ile 2. Eş Şefika Hanımdan da, Nevin, Orhan Gazi, Burhan, Kayıhan isimlerinde çocuklar dünyaya gelir, Turan’a üvey kardeş olarak… Kapitalizmin en büyük buhranı yaşanmaktadır mezkûr dönemde, Burhan isimli çocuğun ismi mezkûr buhrandan mülhemdir, diye nakledilir. Yine tarafıma Reşat Abimiz (Akbaykal) tarafından nakledilen bu değerli bilgileri ilaveten, akaryakıt tankerinde Çeşme’ye doğru seyahat halindeki tankerde bulunan Hakkı Batan, tankerin arkasındaki kırmızı bayrakların sabahın erken saatlerinde arkadan gelen güneş ile parlar vaziyette görünmesine istinaden, Hakkı Efendinin aynadan gördüğü manzara karşısında paniğe kapılıp, tanker yanıyor vehmiyle, araçtan atlaması neticesinde büyük bir felaket yaşanır, çok büyük torpil ve mali güce rağmen adeta tuz buz hale gelen özellikle kafa kemikleri ancak dönemin şartları çerçevesinde haricen platin bir çerçeve ile stabilize edilir, lakin artık akli melekeler yitirilmiştir. Dönemin şartlarında tüm alacaklar akıl defterinde kayıtlı olunca, kayıt da silinince, haliyle alacak kalmıyor, tahsilat sıfır ve dünyanın da kapitalist buhranının da etkisi ile kaçınılmaz son tecelli eder, iflas. Hayatın son demleri artık, su tenekeleri ile evlere su taşınması ile geçer. Sıkıntı ve fakru zaruret ile hayat nihayetlenir.

Turan Büyüğümüz, doğduğu gün babasının sevinci nedeni ile deve kesilerek duyurulur dosta düşmana ve maalesef doğuştan engellidir ve aklı meleke kullanımındaki engele mi yoksa taammüde istinaden mi bilemiyorum lakin dönemin Çeşme Belediye yönetimleri tarafından adeta başıboş ve saldırgan hayvan ve de özellikle köpeklere yönelik adeta bir itlaf makinesi gibi idi. Onun bu faaliyetlerine yönelik akılda çok olumlu şeyler kalmamış ise de bu manadaki konuyu fazla uzatmanın lüzumu da yoktur. Ama bundan azıcık da olsa bahsedilmeme hali, kendisini hatırlama ve hatırlatma konusunda eksik kalınmış olacağı korkusunu oluşturmaktadır, bende. Son döneminde şimdiki restore edilen kervansarayın hemen yan sokağındaki hatta azıcıkta içinde olmak kaydıyla inşa edilmiş tuvaletinde başta temizlik yapma gibi bir sorumluluk ve görevi de vardı. Yine hatırladığım kadarı ile temizlik denilen şey de ara sıra elindeki koca metal kova ile boca edilen su idi. Dönemin beklenti ve anlayışına mütenasip iş tarifi, görev tarifi bu olsa gerektir. O tuvaletin hemen yanındaki yine Kervansaray Duvarlarındaki deliklere gizli gizli içtiğimiz sigaraları zulaladığımızı da hatırlıyorum şimdilerde.

Turan büyüğümüz, nereden ve nasıl edindiğini o günlerde hemen hemen hiç düşünmediğimiz renk ve büyüklük açısından olabildiğince fazla cins ve miktarda “ebani” sahibidir ve bunların her birisi tek tek ve üst üste özenli ve düzenli bir biçimde bağlar idi. Hatta o kadar özenli ve düzenlidir ki, ebanilerin baştan kayması ya da gevşemesi halinde bir kadın özeni ile yeniden ve tekrar tek tek bağlamış olmasını şimdi bile hatırlıyorum. Ama enteresan olan, şimdilerde gayet kolay bulunan lakin o dönemde hiç de kolay olmayan ebani temin işi hem de miktarsal olarak bu düzeyde nasıl çözülüyordu bilemiyorum, belki de gayri resmi ya da yarı resmi işvereni Çeşme Belediyesi devrede idi. Kat kat ebani hem de bugünkü tesettür erbabını ziyadesiyle kıskandıracağını zannettiğim boyutta ve sahip olunanların tamamının bağlanması nedeni ile işitme kaybı hatta görüş açısı azalması hemen fark edilir idi. 

Şimdi akranlarım ya da biraz büyüklerime sorulsa Turan Büyüğümüz hemen akla “Deli Turan” namı ile gelecektir. Hem kapı komşumuz olması hem de komşuluk hatırına binaen babamın isteği hatta talimatı üzerine mutfak faaliyetlerimizin onunda hizmetine, evine götürme şeklinde açılmış olması hasebiyle sürekli olmasa da kısa kapı önü sohbetlerimiz olur idi. Geçen hafta deli ve delilik üstüne yazdığım yazımda da belirttiğim üzere, kimin akıllı kimin deli olduğunun birbirine karıştığı mezkûr dönemde tıpkı şimdiki gibi, ben Turan’ın deli olmadığına yemin edebilecek kadar da izlenim sahibi olurdum. Hani zaman zaman normal kabul edilmeyecek davranışlar gösterir idi, şüphesiz. Ama kâh kendisini kızdıran ileri muzip çocuklara kâh anlaşılmaz biçimde bazı büyüklere bazen de elindeki kazma kürek sapı arası sopası ile hücum ettiğine de tanıklık etmişimdir. Mesela, şimdi neden ve nasıl olduğunu hatırlamadığım bir şekilde anneanneme birinin bir şey demesinden ve de Turan’ın bunu yanlış anlamasından ötürü ona inanılmaz bir taarruz edişi vardı ki, asla ve kat’a tarifleyemem, o komşusunun annesini ya da akranının (dayımın) annesini koruma güdüsünü idi galiba…

Turan Büyüğümüz, kimilerine göre gazete kâğıtları üzerine def-i hacet eyler ve bunları pencereden istisnasız sokağa fırlatır, kimilerine göre de dönem itibari ile merkeze gelen Ovacık Köylülerine ve de özellikle de kızdıklarına fırlatırdı, artık neydi gerekçe bilemiyorum lakin sokağın rivayet edilen 17. Yüzyıl Paris sokaklarına benzediğine tanıklığım vardır.

Bu vesile ile kendisini saygı ve hürmet ile yâd ediyorum. Nurlar içinde olsun, Sokağımızın delisi ve Çeşmelilerin hiç de az olmayan delilerinden Turan Batan büyüğümüz.

 

Pazar, Ağustos 14, 2022

DELİDİR NE YAPSA YERİDİR

Deli kimdir? Deli nasıl olunur? Kimler deli olabilir? Deliler neden deli olmuşlardır? Deli olmanın ya da sayılmanın kriterleri var mıdır? Varsa nelerdir?  Deli olmak için insan olmak gerek midir? Doğada insandan başka deli var mıdır? İnsani delilik olur da hayvani delilik olmaz mı? Olmaz ise Deli Dana nasıl izah edilecektir?

Şimdi; sadece akli dengesi bozulmuş insanlara mı deli denilmektedir? Akli dengenin bozukluğu hangi referanslara göre tespit edilecektir?  Nedir deli, nedir delilik? Akla gelen ilk anlamı akli dengesi bozulmuş olandır, deli. Bunun dışında; deli, azgın, coşkun; davranışları aşırı ve taşkın olan kimse, çılgın ve çok cesaretli kimse anlamları da kazanmıştır bana göre zamanla. Deli olma durumuna, kestirmeden delilik diyoruz. Oysa ciddi bir feylesofya gerektirir, detaylı ve anlamlı hatta tutarlı bir izahat için. 

Peki; “deliler gibi sevmek” deyimi niçin kullanılır… Bir delinin sevmesini ifade etmek için mi? Deli, kabule göre akıllı adam işi olan sevmenin, neresindedir? Akıllı gibi sevmek gibi bir deyim olmamasına rağmen neden deli gibi sevmek vardır? Dedik ya, azgın, aşkın, taşkın, coşkun, aşırı, ileri derecede, ziyadesiyle fazla, orantısız, hatta çılgın anlamları da vardır bu yakıştırma ve yaklaşımların. Deli gibi sevmek, deli gibi koşmak, deli gibi kaçmak, deli gibi özlemek, deli gibi aramak, deli gibi sormak, deli gibi üşümek, deli gibi yağmak, deli gibi acıkmak, deli gibi öksürmek, vs gibi akıllıların eylem ve edimlerini tarife yönelik “deli gibi” öneki kullanılır,  delilik sıra dışı ise eğer istenmeyen bir şey ise eğer, neden böylesine yaygın kullanılır… Enteresan… Peki, deli diye nitelenen grup içerisinde de akıllıları hedef tutarak, “akıllı gibi …” diye deyimler kullanılır mı? Vs vs…

Kime deli, kime akıllı diyeceğiz? Biraz karışık bir durum özelikle günümüzde? Bu karışıklığı ve ayrımı daha da zorlaştıracak bir fıkra ile devam edelim, dedim konuya… Görevli Doktor, tedavi gördükleri hastanede, bahçeye çıkan delilerin bahçe duvarındaki küçük bir delikten, hiç bıkmadan, yorulmadan ve de her gün sırayla ve uzun uzun baktıklarını görür, neye baktıklarını merak eder. Yanındakilere sorar ama öğrenemez. Hemen ertesi gün delilerin yanına bahçeye gider, nereye bakıyorsunuz? Ne var orada? Bir de ben bakayım, çekilin bir kenara, der. O da; uzun uzun deliğe göz dayayıp bakar, lakin bir şey göremez, haliyle. Döner delilere, “Ne var da, bu delikten bakıyorsunuz. Ben hiç bir şey göremedim” diye sorar. Delilerin biri hemen atılır, “Dur hele, sen deli misin? Biz kaç zamandır bakıyoruz, bir şey göremedik de, sen gelip hemen bir bakışta bir şey göreceksin”… Yapılan işlere bakarsanız deli kimdir belli lakin verilen cevaba bakarsanız da akıllı kimdir biraz karışık sanki… Belki de her deli akıllıdır ya da başka bir deyişle her akıllı delidir. Bilmek ve kıymetlendirmek gerçekten zor tıpkı Temel’in nehrin karşısındakine, “karşıya nasıl geçerim” sorusuna “sen zaten karşıdasın” cevabı aldığı olaydaki gibi…

Evet; geldiğimiz nokta itibari ile kim deli, kim akıllı, birbirine karışmış… Akıllının dünyasına deli, delinin dünyasına akıllı girebiliyor mu? Ya da delinin oyun alanının bir kısmı akıllıya, akıllının oyun alanının bir kısmı deliye mi aittir. Yoksa herkes kendi alanında mı oynuyor? Hani vardır ya matematikteki kümeler hesabı benzeri midir? Kesişme alanlarının büyüklükleri nasıl belirleniyor ya da tespit ediliyor…

Akıllara hemen, Cevat Fehmi Başkut’un “Buzlar Çözülmeden” tiyatro oyunu ve onun sinema uyarlaması, başrollerini de Kemal Sunal’ın ve Yavuzer Çetinkaya’nın oynadığı yönetmenliğini de Kartal Tibet’in yaptığı “Deli Deli Küpeli” filmi geliyor. Müthiş diyalogların olduğu bir film, sözde Hâkim de deli Kaymakam da deli… Gel gör ki 40 akıllının yap(a)madığı işleri gayet kolay ve delice çözerler. İşte benim de sevdiğim bir diyalog… Akıllı adamın cesaret edebileceği şeyler midir, diyalog kapsamı…

-       -Ticaret özgürlüğü var. İster satar, ister satmaz.

-   -Ben öyle özgürlüğün anasını, avradını... Halkı kazıklamak diye bir özgürlük hangi kitapta var?

-     -Bu ülkede kanun var.

-  -Namuslu adamlar korunsun diye kanun var. Kanun namussuzu koruyacaksa o kanunu kaldırıyorum.

-     - eeeğğhh mahkeme?

-     -Onu da kaldırdım.

-     -Yapamazsın.

-    -Yaparım. Halkın acısını dindirmek için yapamayacağım şey yoktur. İcap ederse canımı bile veririm.

Sonuç itibari ile “delidir ne yapsa yeridir” deyip, gülüp geçilecek midir?

Adana’da karşısındakine kızan insanın “dellendirme beni be” diye seslenmesinin ne manaya geldiğini, bu açıdan bakınca anlamakta çok kolay olmuyor. Acaba, bak ben akıllı biriyim, beni delirtme manasında mı? Kullanılır, yoksa başka manada mı? Evet, dellendirmeyin bizi… Biz akıllıyız, bize deli muamelesi yapmayın, yoksa gerçek manada deliririz. İşte o zaman durum, “deli deliyi görünce sopasını saklarmış” durumu olur…

Bir deli bir kuyuya taş atmış kırk akıllı çıkaramamış, derler. Bir akıllının kuyuya attığı taşı kırk deli çıkarabilir mi? Burada çok ciddi bir ironi yok mudur? Yani kuyu ve taş bir metafor olmanın ötesinde bir şey değildir, değil mi? Öyleyse, bu metafor tebarüzü gereği, deli öylesine komplike işler yapar ki kırk akıllı bir araya gelse çözemez, şeklinde değerlendirilemez mi? Yani bir manada halkımız bir deliye kırk akıllı payesi bahşetmiyor mu?


Son kelam da babam “Tito Yaşar’dan”, delileri tasnif ederken şu anda belki hepsini mütekamilen hatırlayamayacağım bir ahenk ve düzen içinde “deli, küpeli deli, hır deli, hırhır deli, hınzır deli, zincirli deli” gibi devam eden bir söz tekrarlar idi. Yani ve özetle “zincirli delinin” yanında “hır deli” akıllı sayılır tebarüzü manasında… Gel çık bu işin içinden… Bu haftada biraz haddimi aşarak böylesine bir Feylesofya yaptım, affola…

Cumartesi, Ağustos 06, 2022

ESKİ İSTANBUL’DA MEYHANELER

Reşad Ekrem Koçu tarafında kaleme alınan, İstanbul’un Sultan Murat döneminden itibaren belgelenen meyhaneleri ve meyhane köçeklerini konu alan “Eski İstanbul’da meyhaneler ve meyhane köçekleri” adlı kitabını okuyorum. Müthiş bilgilendim, Evliya Çelebi ve benzerleri referanslı anlatımlar, belgesel niteliğinde… Bu bilgiler, bugünün yoğunluğu ve gerekleri yanında elzem mi idi diye sorulabilir. Bilgi ile donanmak babından elzem gündemin yakıcı ajandası yanında elzem değil denilebilir. Lakin aşağıda aktaracağım küçük küçük notlara bakınca bilmediğimiz ya da yanlış bildiğimiz doğrular ya da doğru bildiğimiz yanlışlar üzerine siparişe binaen adrese teslim detaylar… Okunası, bilgilenesi gerek bir kitap, bunları da bilmesek hayatımızda bir eksiklik olur mu? Şüphesiz olmaz lakin münevveriyet adına değerli bir birikimdir diye mütalaa etmekteyim.

Yazar; “Yakın geçmişe kadar meyhanelerinin şöhreti bütün Akdeniz memleketlerine yayılmış koca İstanbul’da meyhane kalmadı. İçkili lokantalar var ve içkili aşçı dükkânları var… Meyhaneye rakı ve şarap içmeye gidilir ve meze yenilir, yemek değil.” diye giriş yapıyor. Kitap münderecatı bu minvalde ilerliyor. Gerçekte de azıcık tefekkür edilse “meyhane” ve “lokanta” farkı nedir kelime etimolojileri bile içerik için ipuçları veriyor esasen. Yazar, ilerleyen bölümde, “meze”nin doyumluk değil tadımlık olduğunu öne çıkararak meze çeşitliliğinin de önemine vurgu yapar. Meyhane kalmadı tespitine “içmesini de bilen kalmadı” diye vites attırıyor. “O canım rakımız, kuş gözünden şişhaneye, kadehle içilir efendim. Yudum yudum, süze süze, koklaya koklaya…”  Şeyh Galip’ten, Muallim Naci’ye mey ve meyhane tarifini destekleyen, katmerleştiren şiirlerden bölümler aktarılıyor. 

Meyhaneleri, “gedikliler, koltuklar ve ayaklı meyhaneler” diye tasnif ederek devam eder. “Gedikli Meyhane”; işleten sahiplerinin elinde devletten alınmış bir ruhsatname, bir berat bulunmakta diye ifade edilirken, “Koltuklar” için ise, ruhsatnamesiz, kaçak mekânlardır tespiti yapılır, sadece İstanbul’a mahsus olduğu ifade edilen “Ayaklı Meyhaneler” ise istisnasız tamamı Ermeniler tarafından işletilen ve içkinin seyyar ve sırtta taşınarak satıldığı mekânlardır.

“Gedikli meyhane” Ortaçağ’dan kalma bir usul beyanı ile iş hayatı ya da ticareti sınırlayan ve düzenleyen bir uygulama olmasından bahisle İstanbul’da 100 meyhane varsa bunun 1 eksiği ya da 1 fazlasının olmasının mümkün olmadığı belirtilmiştir. Bu kısıtlamanın, tüm esnafı kapsadığı belirtilmiş olup terzi için de, demirci için de, berber için de, sakalar için de, hamallar için de geçerliliği söz konusu imiş. “Gedik” babadan evlada kalır yahut ustadan çırağa, kalfaya devredilir yahut işten çekilen sahibi tarafından, loncanın muvafakati ile satılabilir, devir işinin, faaliyetin ehli ve liyakatine binaen olması kaçınılmaz olup devrin padişahının tuğrası da ruhsatnamede bulunurmuş ve de bu nedenle gedikli meyhanelere aynı zamanda “selatin meyhane” de denilirmiş. Gedikli meyhane, müdavimleri ise; “ikindi ile akşam arası esnaf kalfaları, çırakları, o boydan henüz tüylenmemiş yahut bıyıkları yeni yeni terlemiş gençlerdi. Akşam ile yatsı arası da yeniçeriler, kalyoncular, topçular, esnaf kâhyaları, âşıklar (halk saz şairleri)i okuryazar takımının kalenderleriydi, yaşını başını almış adamlardı”.

“Koltuklar” ise kaçak meyhaneler sınıfındadır, mesela adamın elinde “bakkal gediği” bulunmaktadır, bir fıçı şarap, birkaç damacana rakı koyar dükkânın bir köşesine kerahet vakitlerinde kepenkler indirilir, meyhane fazı devreye sokulur lakin “görme beni” payı zaptiyenin hak edişi olarak madeni haz kabilinden baki kalmak kaydı ile. Koltukların müşteri profili; “evine içki sokamayan yahut sokmak istemeyen kibar takımı uğrardı, yâr ve ağyar gözlerinden saklı iki üç kadeh rakısını, bir iki bardak şarabını içer, ağzını siler, evinin yolunu tutardı.” diye verilmektedir.

“Ayaklı Meyhane” ise, dükkânı, tezgâhı, ustası, sakisi hep kendisi olan kişinin, bellerine ucu musluklu ve içi rakı yahut şarap doldurulmuş uzun bir koyun barsağı sararlar, sırtlarında cüppeye benzer bir üstlük, iç cebinde bir kadeh, omuzlarına da alameti farika olarak bir peşkir atarlardı. Ve en çok Bahçekapı dışında, Yemiş iskelesi civarında, akşam karanlığında kayık iskelelerinde dolaşırlardı, müşterileri yalın ayaklı, yarım pabuçlu kayıkçılar, hamallar, yanaşmalar, uşaklar… Kuşağının altından musluğu açar, kadehi doldurur, peşine takılmış müşterisine içkiyi sunardı, kadehi alan da iki yudumda içer, ağzını da elinin tersiyle silerdi, argo deyimiyle ona da “yumruk mezesi” denilirdi. Ayaklı meyhanelerin cömertçesi ise cebinden iki üç leblebi çıkarıp verirdi.” şeklinde mekân ve müşteri tanımı ile detaylandırılmaktadır.

Görüldüğü üzere yasaklamalar ya da düzenlemeler hayat ile örtüşmüyor ise, devri zaptu raptta’da kâr etmemiştir ve de görünen o ki etmeyecektir. Hayatın doğal akışı ve ademoğlunun talebi buyurucu ve düzenleyici otoriteyi orantısız zeka ile mütemadiyen bertaraf etmiştir. Çalıştığım dönemde zaptu raptın payitahtı Suudi Arabistan ve Türkmenistan pratiklerini yaşayarak şahitlik ettim, bu tabii seyre… Özellikle Türkmenistan’daki “ayaklı meyhanelerin” nasıl asrımıza uygun otomobilli meyhaneler haline evrildiğine zarf ve mazruf açısından da yaşayarak şahitlik ettim. Anadolu’da yaygın söylenen “yasaklar delinmek içindir” sözünün ne büyük cesaretle faaliyet-i esas haline dönüştüğünün mükemmel pratiği ise Suudi Arabistan’dır, bence, ne kırbaç ne de kelle kesilmesi mani olamamaktadır. Neyse konumuza dönelim yeniden.

Evliya Çelebi’de değinmiştir İstanbul Meyhanecilerine, “esnafı melunanı menhusanı mezmumanan yani meyhaneciyan” diyerek. Üstad Seyyah, “IV. Murad’ın şiddeti ve devamlı içki yasağı arifesinde, hepsi İstanbul ile Galata, Eyüp ve Üsküdar kadılıkları hudutları içinde binden fazla meyhane vardır. Meyhanecilerin cümlesi “kefere ve fecere” olarak 6.000 nüfustur, 300 kadar koltuk dükkânı vardır. Meyhaneler “Hamr Eminliği”ne bağlıdır ki, devlet hazinesinin en zengin gelirlerinden birini de bu emanet temin etmektedir. Hamr Emaneti, Galata’da Domuz Kapısındadır.” Ünlü seyyah devamla; “Meyhaneciler mezmum kavimdir. Meyhaneleri içre bu kadar hanende, sazende, mutriban cem eyleyüb şeb ü ruz ile sürud ederler. Şarabın gerçi nası kati ile katresi haramdır, amma hükema kavlince ana “ruhi sani” demişler, nuş eden canların canına can verip, bihayat iken şirane cünbüşe başlayıp bihicap olurlar;

Yare yalvarmaya bir kimse hicap etse hemen

Bir kadeh mey kişinin cümle hicabını götürür

Bunu nuş edenler “arslan sütü” demişler. Kadim hükema da, “elma yiyip alessabah bir kase şarap içenin öldüğüne taaccüp ederiz” demişlerdir, amma yalan söylemişlerdir” diyor.

Gılgamış Destanı bile, ekmeği ve bira içmeyi, Eski Yunan ise şarap içmeyi uygarlığın bir simgesi olarak tasvir etmekte ise şüphesiz ki tüm bu yazılan çizilenlerden anlam ve önem çıkarmasını bilen kimseler için nice hisseler ve kıssalar vardır.

Sonuç olarak, bu güzel ve anlatımı akıcı kitaptan da ilim, irfan ve feyz almaya devam ediyor ve de edeceğiz. 

 

Cumartesi, Temmuz 30, 2022

TAPIŞTI HASAN’DAN İLHAN İREM’E

 

Maalesef; İlhan İrem’i de kaybetmişiz. Vefatının ardından eşinin “melek oldu”  ifadesi ile uğurlanan 70’li yılların romantik şarkılarının güftecisi, bestecisi ve ses sanatçısı İlhan İrem’i şahsen tanımıyorum kendisi ile yegâne bağımız bizim arkadaş grubumuz içindeki gençlik arkadaşım, Çeşme’nin “Tapıştı Hasan’ı” ile müthiş benzerliği idi. Hasan’ı uzun yıllar önce çalışmaya gidip yerleştiği Kıbrıs’ta kaybettik, şimdi de İlham İrem kayıplar listesine eklendi. Artık Türkiye’nin İlhan İrem’i yok, Çeşme’nin İlhan İrem’i yok… Yokların fazlasına da hayat bizi usul usul alıştırıyor. Lakin alışamadığımız yegâne şey “organ bağışı” konusunda duyarlı olmak, böbrek yetersizliği nedeni ile kaybettiğimiz sanatçı ile birlikte umalım ki organ bağışı konusu yeniden önem kazansın…

Şarkıları da, dönemin tek kanalı, televizyon mecburiyetimiz TRT’nin sürekli yayınlaması, müzik programlarına sürekli çıkarıyor olması nedeniyle kulak aşinalığı oluşturmuş idi. Özellikle 70’li yılların ikinci yarısında meşguliyetimizi oluşturan hayatın gerçekleri ile kendisinin romantizmi arasında pek benzeşmeler ve kesişmeler olmamasına rağmen Hasan nedeni ile kendisini fazlaca bilmenin ötesinde şarkılarının da bilir durumda idik. Canım Yurdum; sesi farklı, sözü farklı, illiyetleri farklı bir renkli müzik adamını kaybetti, bu vesile ile kederli ailesine baş sağlığı ve sabırlar dilerim.

Başlığın tersine, İlhan İrem’den Tapıştı Hasan’a ilerlemek ve bu yerel ama çok renkli arkadaşımızı bir kez daha anmak istiyorum. Benim yolumun 12 Eylül zindanlarına onun yolunun Kıbrıs’a uzanması neticesinde bağımız tamamen kopmuş lakin kendisini anmaya en azından benim tarafta devam ettik ve ediyoruz ve de edeceğiz. 70’li yılların popüler sanatçılarından biri olan İlhan İrem ile Hasan, nerdeyse tıpa tıp görüntü benzerliği nedeni ile el üstünde ziyadesiyle tutulduğumuz mekânlar ve zamanlar olmuştur. İzmir’e gidişlerimizde kendisini “Hasan” olarak bilmeyenlere mutlaka onu İlhan İrem diye sık sık takdim ederek, ufak tefek avantajlar peşinde koşarken, tercihlerimizin, zevk, kalite ve kandite açısından mezkûr şahsa uygun olmamaları da sırıtır durur idi açıkçası ya, bizde bunun hiç farkında olmazdık… Ne gam ne keder, biz kendi çapımızda kendi oyunumuzun hülyası ve tılsımı içinde kendimizce tatmin oluyorduk. Ama sonuç itibari ile Hasan; dışarıya İlhan İrem diye pazarladığımız bizim gençlik arkadaşımız ve dostumuz ve hatta hala anıları ile sık sık hatırladığımız birisidir. Hasan her hali ile “nevi şahsına münhasır” denilenlerden birisi idi ve hep öyle kalacak… 

“Tapıştı Hasan” baba mirası lakabı ile anılır hale gelmiş, babadan miras ve intikal işler ile iştigal etmiş biri olarak, ilaveten kahvede ocakçılık ve garsonluk, gazete kioskunda satıcılık, seyyar köftecilik, yabancı seyahat acenteliği başta olmak üzere her işi yaparak medarı maişet eylemiştir. Üniversite sınavlarında ilk yıl başarılı olamadığımdan 1 yıl boyunca Hasan ile birlikte seyyar köftecilikte yaptık. Ne güzel günlerdi… Düşünün satmak üzere köfte hazırlanıyor, hem de bahçeden soğan, maydanoz, domates, biber, limonu beleşe getiriyorum, Hasan satın aldığımız kıyma ile köfteyi güzelce yoğuruyor, hazırlıyor, dinlendiriyor, sonra seyyar araba ile mis gibi ızgara köfte satıyoruz. Yatırım maliyeti ve hedeflenen o günlük karı yakaladığımıza kani olduğumuz an, derhal satış duruyor, geçiyoruz Yunanlıların seyahat acentesine, rakı satın alınıyor, su zaten şebekeden beleş, gelsin güzelim ızgara köfteler, yavaştan başlanılıyor demlenmeye… Sonraları bunu daha uygun hatta mükemmel sofralara dönüştürüyoruz. Hasan; Sakız Adası ile Çeşme arasında feribot hizmeti veren Yunanlı şirketin bürosunda çalışıyor ya, seyyar köfte arabası hemen önüne çekiliyor, ofis meyhane düzenine dönüştürülüyor ve sonradan aramıza katılan o zamanki Tekel İdaresinin Çeşme yöneticisi Hayati ve şu anda ismini anamadığım bir arkadaşımın daha katılımı ile şüphesiz köfteler, salatalar ve ekmekler bizden rakılar Hayati’den olmak üzere harika akşam yemeği masaları oluşturuyorduk. Rakının belli bir evresinde gelinen duygusallık, hatırat-ı bergüzar hali Hayati’yi değme Türk Sanat Müsikisi sanatçısı haline dönüştürmekte idi… Dede Efendi’den girer, Tatyos Efendi ve Yorgo Bacanoz ile devam eder, Sadi Hoşses’ten çıkan bir repertuar… Yahu, her gece aynı menü ile rakı masası mı donatılır, evet, vallahi şimdi o anları hatırlamak bile cihane değer bir durumdur… Ama kadro ve menü aynı olsa bile muhabbet konusu hep değişiktir ki mezkûr masaların en önemli mezesi de esasen muhabbettir…

Sayısız güzel anılarımız vardır, Sevgili Arkadaşım “Tapıştı Hasan” ile… Daha önceki bir yazımda bahsettiğim bir anıyı şimdi o hali ile bir kez daha yazıyorum. Bugün hala anımsar iken, katıla katıla güldüğümüz bir tanesini yazmak istiyorum. Gençlik dönemimizin önemli duraklarından biri, “Kolovo’nun Kahvehanesi”, bugün ayakkabı dükkânı olarak çalıştırılan mezkûr mekân, biz yeni gençlerin bir araya geldiği hatta tavla ve bazı kâğıt oyunları oynamaya başladığımız mekân. Biz, o dönem çok sıkı fıkı olduğumuz 3 arkadaş, Tapıştı Hasan, şimdi adını anmayacağım biri ve ben, akşamın ilk saatlerinde mezkûr mekânda oturur iken, genel kontrol maksadı ile kahvehaneye birden polisler geldi. Tapıştı Hasan sakalı az, yüzü nurlu ve 18 yaş altı görünümlü olmasına rağmen son muayenesini yaptırmış askere sevkini beklemekte, diğer tarafta bizler ise tam manası ile kara kuru, sakalı yeni yeni terlemeye başlamış ama güneş altında kalma nedeni ile de olduğundan yaşlı görünen bir haldeyiz. Polis bizim masaya geldi, belki de yeni tayin olmuş biri idi çünkü polisler genelde bizleri tanırlar idi, tam hatırlamıyorum, “çat bir tokat” Hasan’a “bu yaşta ne işin var kahvehanede, kalk git” diyor, buna bağırıp çağırıp şiddetle itiraz edip kimliğini çıkarıp gösterince polis yanlış yaptığını anlayıp bizim masadan mahcup mahcup ayrıldı. Biz, diğer 2 kişi gerçek manada yaşı küçükler de o hengâmede yırtmış olduk. O zaman bunu özellikle anlatıp, anlatıp çok gülerdik, şimdi de bu haliyle gülüyorum…

Yukarıda değindiğim üzere, askerliğini de yaptığı Kıbrıs’a gider, evlenir ve çalışır orada… Çok sonraları vefat haberini aldık, çok üzüldük… Evet, bugün hasret ve özlemle anımsadığımız “Tapıştı Hasan’ı” çok büyük benzerliği olan yenilerde kaybettiğimiz İlhan İrem’in bir şarkısının sözleri ile ve saygı ile yâd edelim…

Hatırlar mısın bilmem...

Yıllar geçti üstünden...

Yağmurlu bir akşamdı...

Sevgimi söyledim ben...

Yağmur muydu bilmem...

Süzüldü gözlerinden...

Utanmış kızarmıştın


Cumartesi, Temmuz 23, 2022

SU ve GIDA ZENGİNLİĞİ

Su, insanın olmazsa olmazı olup, beynimizin %85’i, kanımızın %80’i, kaslarımızın %70’i su içermektedir, bilindiği üzere. Normal koşullarda bir insanın günlük ve sıradan faaliyetleri çerçevesinde, idrar, nefes, dışkı ve terleme vs gibi nedenlerle yaklaşık 2.5 ya da 3 lt su kaybettiği de bilinmektedir, tam da bu hesapla benzer miktarda su alınması hayatiyetin devamı adına kaçınılmazdır. Eğer günlük düzenli spor, egzersiz ya da yoğun terleme sonucu doğuran faaliyetlerde bulunuyorsak, günlük ihtiyaç duyulan su miktarı da aynı oranda artacaktır. Suyun insan vücudundaki hayati fonksiyonlar açısından görevleri ve faydaları sayılamaz durumda olup; başta, böbrek taşlarının oluşumuna engel olur, kolon kanserine yakalanma riskini azaltır, yenilen gıdaların çözünerek sindirilmesi ve emilimini temin eder, vücut ısısının ayarını yapar, toksin ve diğer atık maddelerin vücuttan atılmasını temin eder, hücrelere ihtiyaç duyulan emilmiş gıdaları taşır, kan dolaşımı için uygun ortam hazırlar, vücutta bazı kritik organların korunmasına aracılık yapar, kanda besin ve hormon nakliyesine yardımcı olur, yeterince içilmesi halinde de metabolizmanın çalışma düzenini korur, cildin sağlıklı ve esnek olmasına katkı yapar vs. vs. Diğerlerini ve detaylarını da konunun uzmanlarına bırakalım.

Görüldüğü üzere su “hayattır” ve hayati önemi olan ve doğada serbest ve yenilenebilir şekilde bulunan bu suya ademoğlunun yaptıklarına bakın. “Akan su kir tutmaz” abukluğu içinde sınırsız ve sorumsuz kirletmeye devam eder. Temiz kalmış tarafını da büyük propagandalar ve reklam kampanyaları mucibince yaratılan korku ikliminde büyük paralar karşılığında içme suyu diye satan kapitalizme de alkış çalar. Şişelenmiş suyu satamaz ise su filtresi satar, satar da satar. Yaygın satışı yapılan damacana su, olabilecek en basit ve ucuz bir şişeleme endüstriyel tesisi ile bize iteleniyor, bir 19 lt damacana su kaç lira, yaklaşık 25 TL peki 1 m3 su kaç damacana 52,5 peki 52,5 damacana su kaç TL, 25x52,5=1.312.5 TL. Yani hammadde (su) beleş ama şişeleme, sabit yatırımlar, nakliye, bayi karı vs diye bulunan rakama bakar mısınız, beleş nerde 1.312.5 nerde… Kapitalizm böyle bir şey işte… Hindistan’a bile Fransız Evian suyunu şişeleyerek satarlar… Ben ilk kez yıllar önce orada görmüş idim şimdilerde şükürler olsun Canım Yurduma da getirip büyük bir eksikliği de giderdiler…

Bu su ve kullanımı şüphesiz ki insanın direk ya da konutlarda ve diğer yaşam alanlarında diğer amaçlarla kullandıkları miktar toplam kullanılan suyun yaklaşık %16 sı gibidir. Yine olmazsa olmazımız “gıda üretimi” yani tarımsal faaliyetler için yaklaşık ihtiyaç ya da kullanım %73 ve geri kalan miktar da sanayi amaçlıdır. Anlaşılacağı üzere en fazla su tarımsal faaliyetler için kullanılmaktadır lakin %11 gibi miktarsal olarak en az suyu kullanan sanayi ise de en fazla kirleten de odur ve ne yazık ki bu kirliliğin tüm su stoklarını da tehdidi aşikârdır. Diğer taraftan tarımsal faaliyet kapsamında suyu ıslah edilemez hale getiren zirai ilaçlar ve gübreler konusuna giremedik bile…

İnsanın zati ihtiyaçları ve gıda üretimi için hayati öneme haiz su her birimde de hovardaca kullanılmakta ya da sorumsuzca kirletilmektedir. Şehirlerin atık suyu ne yazık ki uydurulan derin deşarj abukluğu mucibince devasa fosseptik muamelesine tabi tutulan denizlere akıtılmaktadır. Sonra da ortaya çıkan müsilaj sorununu çözelim diye sınırsız çaba, para harca ve yine muhterem ve muteber zevatın cebine mali transfer… Mütekâmilen düşünülmemiş ya da düşünülerek belki de bilerek ve isteyerek bu haliyle planlanmış düzenek devam edecekse hepimiz bileceğiz ki, bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete… Su sorunu sorun olmaktan bir faciaya dönüşmeden, dünya hızlı ve isabetli çözümler üretebilmelidir. Hiçbir ülke kendisini bu sorundan etkilenmeyecek diye değerlendiremez ve değerlendirmemelidir de.

Okuyanlara ve özellikle de ilk emrin “oku” olduğunu söyleyenlere; 2012 yılında “Ankara Tabip Odası, ASKİ-SUKADER, Çevre Mühendisleri Odası, Gıda Mühendisleri Odası, Halkevleri, İnşaat Mühendisleri Odası Ankara Şubesi, Jeoloji Mühendisleri Odası, Kimya Mühendisleri Odası Ankara Şubesi, Tüketici Dernekleri Federasyonu, Tüketici Hakları Derneği, Ziraat Mühendisleri Odası” tarafından hazırlanmış “Su ve yaşam” adlı rapordan küçücük bir bölüm… “Dünyada herkes için sağlıklı ve güvenli su sağlandığında küresel düzeyde hastalık ve ölümlerde önemli ölçüde gerileme olasıdır. Küresel düzeyde yaklaşık her on hastalıktan birisinin;

·       Güvenli içme suyuna ulaşım arttığında,

·       Sanitasyon koşulları sağlandığında,

·       Su kaynaklı hastalıklar önlendiğinde,

·       Suda boğulmaların önüne geçildiğinde önlenmesi beklenmektedir.

Güvenli su sağlandığında her yıl;

·       Çocukluk döneminde 1.400.000,

·       Sıtmaya bağlı 500.000,

·       Malnütrisyona bağlı 860.000,

·       Boğulma nedenli 280.000 ölümün önlenebileceği bilinmektedir.

Güvenli suya ulaşımın sağlanması ayrıca, beş milyon kişinin önlenebilir bir körlük nedeni olan trahom ve beş milyon kişinin de lenfatik filariazis hastalığına yakalanmasını önleyecektir.”

Diğer taraftan; su gıda güvenliğinin en temel girdisidir ve tarımın olmazsa olmazı olup tüketilen gıdanın 2/3 ü sulu tarım ürünüdür. Görüleceği üzere gıda güvenliği ve su güvenliği mütemmim cüzdür. Sadece bitkisel üretim açısından bakılmamalı aynı zamanda hayvansal ürünler ve gıdalar içinde büyük önem taşır ve hayvanların beslenmesi açısından da hayati öneme haizdir, vs vs…

Emperyalist dünyanın kifayetsiz liderleri ve onların geri bıraktırılmış dünya temsilcisi aveneleri, toplumlarını gelecekte petrol savaşları akabinde “su savaşlarına” hazırlamakta ne kadar kararlı olduklarını her fırsatta her hamleleri ile kanıtlamaktadırlar. Bugün nasıl ki petrol kaynakları olan ülkeler hedef ise yarın da su kaynakları olan ülkeler bu kadar açıktan hedef olacaktır, bunun tam tamına nasıl gelişeceği ve sonuçlanacağı ne yazık ki bir takım karanlık mahfillerde planlanıyor, sanal ortamlarda simülasyonlar üstünden gerçekleştiriliyor, sanal savaşlar projekte ediliyor. Dünyanın bu manada hızlı bir şekilde bir tarafı ile kaygısızlar tarafından gerek global ısınma, gerekse hızlı ve gereksiz kirletme, gerekse de temizlememe ya da arıtmama davranışları, diğer tarafı ile de tüketim çılgınlığının sebep olduğu kaynak israfı fahiş artışları ile tehlike çanları yavaştan (esasen bir hayli hızlı) çalmaya başlamış görünmektedir. İnsanlar ne yazık ki bu tüketim çılgınlığı içinde bil(e)memek, öğrenme çabası göstermemek ve nihayetinde kendi tercihleri de olan kifayetsiz muhterislerin dolmuşuna da binmek gibi bir gaflet ve dalalet içinde fakr-u zarurete tam gaz ilerliyorlar. Gelecek feci sonuçları görebilen, hesaplayabilen bilim insanlarının sesi ne yazık ki kifayetsiz muhterislerin debdebeli propagandaları ve haykırışları yanında hiç duyulamamaktadır. Çıkan problemi iyi çözenlerin değil problem oluşmasının önüne geçebilecek yöneticilerin hasreti ile… Aksi takdirde elimizde tuzluk hıyarı olanın hıyarına tuz taşımaya devam edeceğiz.

  

Cumartesi, Temmuz 16, 2022

ÜRETME TÜKET

Ali Ekber Yıldırım tarafından kaleme alınan ve neredeyse Canım Yurdumun son 40 yılında tarımda nereden nereye geldiğinin belgeseli niteliğinde bir kitap hatta bir rapor… Her kütüphanede bulunması gerekir türünden… Bilmediğimiz bir şey var mı? Maalesef yok… Eksik kalanlar var mı, var… Detayda düzeltilmesi gereken bilgiler var mı, var… Hepsi bildiğimiz, tanıklık ettiğimiz hatta gözümüze sokularak yaşadığımız gerçekler.


“Stratejik sektör” olarak tespit edilmesi gereken yegâne sektör tarım, tam da bu nedenle ve bu şekli ile ele alınmalı, planlamalı, desteklenmeli, geliştirilmeli ve korunmalıdır. Tarım, o kadar önemli bir sektördür ki, öyle birkaç politikacının arzu ve hevesine ya da hesabına ya da planına bırakılamayacak kadar hayati değerdedir. Tarım öyle ekonomik bir faaliyettir diye dudak bükülerek söz edilecek bir sektör de olmamalıdır esasen değildir de. Karnını doyuramıyorsan gerisi laf-ı güzaf… İyi silahın olsa ne olur, iyi araban olsa ne olur, iyi telefonun olsa ne olur, iyi yazılımın olsa ne olur… Kocaman boş bir hikâye… “Efendim paramız var ithal ederiz” gibi abuk subuk yaklaşımlar olsa olsa iyi günler için geçerlidir… Paran çok olsa da adam sana satmıyorsa ne manası olabilir. Bu kafadaki Katar yakın geçmişte, Suudi Arabistan tarafından uygulanan ambargo sonucu çok önemli bir gıda krizi yaşamış idi bilindiği üzere… Türkiye tarafından, başta da Reis’in himmet ve hikmeti tezahürü uçaklarla gönderilen tarımsal ürün ve canlı hayvan yardımı ile zor günleri çok zor atlatmış idi. Evet, iyi bilindiği üzere Katar’ın parası var, hem de çok, kişi başına gelir de 130.000 $ düzeyindedir. Gözü kör olası doğal gaz ve petrol yenilmiyor ki… İşte tam burada nasıl hatırlamayalım Kızılderili Reis Seattle’ı; “son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık tutulduğunda; beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak” demiş ya, biz bunu bu Reis’ten yaklaşık 200 yıl sonra bile günümüzde hâlâ anlayamamışız ya, ne desek kendimize hak ediyoruz.

Şimdilerde bakıyorum da; “kandırıldık, Allah bizi affetsin” diyenlerle dalga geçenler, ne çabuk unutuyorlar, Dünya Bankasının çantasına “15 günde çıkarılmak üzere 15 yasa” koyup gönderdiği Bakanların ardından gittikleri günü hatta bilahare parti başkanı yapmak üzere kapısını aşındırdıkları günü… Hatta yere göğe sığdıramadıkları Başbakanın “Dünya Bankası bu adamı bize niye gönderdi anlayamadım” demesi ne çabuk unutuldu… Yani ve özelde tarım neden hedefe oturtuldu, neden uluslararası güçler canım yurdumun tarımını bitirme kararı aldılar. Peki, adı üstünde bunlar “dışarıdan ve uluslararası güçler” tabii ki böyle hedefleri olacak, evet olacak da, sen içerdekilere bir bak… İçeridekiler neden bu kadar hevesli ve ısrarlı bu dış güçlerin kulaklarına sufle ettikleri hedefleri gerçekleştirmekte. Neden, neden… Vallahi, neden bence çok sarihte, anlamayanlara diyeyim dedim…

Kendi kendine yeten ülkeden nasıl oldu da, pamuk, mercimek, buğday, arpa, yulaf, canlı hayvan başta olmak üzere her türlü tarım ürünü ithal eder hale geldik… Daha da komedisi canım Yurdum “ithal çoban” ile de tanıştı… Nereden nereye… Evet, nereden nereye… Bu sergüzeşt-i ziraat nasıl bir safahat takip etti, bir bakalım… Çok partili döneme geçilince zannedildi ki, toprak ağaları ağırlıklı bir hükümet ile tarım gönenecek, çiftçi kalkınacak… Tam bir komedi, hiç ihtiyaç ve gereği yok iken, buğday ithal edildi Amerika’dan… Peki, bu yetti mi, yetmez ama evet, öyleyse devam… Yerli ve bu toprakların şartlarına başta yetiştirme, saklama, hastalıklardan korunma konularında olmak üzere her açıdan uygun ve şimdilerde yeniden arayışları ve geliştirme ve de ıslah çalışmaları devam eden buğday terk edilip ıslah numaraları ile son tahlilde toprağı fakirleştiren hatta zehirleyen nihayetinde de emperyalist tuzağa ve kucağa gelinen ithal tohumlarla “üretme ama tüket” noktasına gelindi. Konu ile ilgili muarız ve muvafık hayli yazı ve görüş okudum, hiç bir savunma bana bu ithalatçı kafayı olumlayacak kadar ahlaki, vicdani, mantıki ve ekonomik izahlar getiremedi. Esasen getirmesi de ihtimal dâhilinde değil.  Ama Amerikan çiftçisini abad etmek uğruna ve karşılığında lütufmuş gibi uluslararası paktlara dâhil olunmak adına hiç te gereği yok iken tarımsal ürün ithalatını patlat… Yuh denilmesi gereken noktada da kahir ekseriyetin aferinine de mazhar ol. Üstüne dondurmalı kaymaklı çilek… Sonra, gelsin öteki baş karar verici “çoban” lakabı ile maruf muhterem ve muhteşem beyefendi, o da etrafına topladığı bir avuç toprak ağası ile tarımın deyim yerinde ise “içindeki kurdu” olsun, sonuç yine müthiş, “6 kere gitti, 7 kere geldi” mottosunun tasdikini alsın konunun mağdurlarından… Daha da sonra, “memleketimizin şehirleşme oranı çok düşük” numarası ve “köylülüğü bitiriyoruz” desisesi ile köylümüzü kentlere taşıyıp, gecekondulara ve 3. dünya ülkesi sanayisine layık ucuz emek arzı ile maruf “Çankaya’nın şişmanı” arz-ı endam eder sahne-i siyasada ve neticede ziyadesi ile iftihar eder destekçileri ve takipçileri… Sanılmasın ki aradaki benzer suret ve siretteki zevatı yâd etmeden geçiyoruz, lakin bu kabil detaya girilirse de bu hikâye bitmeyebilir, vallahi… Sadece “kalın kırılma” noktalarını vermek ile iktifa edeceğim. Sonra meşhur bir boncuklu daha bulunur ve artık finaldir… “15 günde 15 yasa” numarası ile canım yurdum dizlerinin üzerine göçertilir… Detaylar şahsi müracaatlarda müracaatçılara layığı ile verilecektir. Memleket artık tarımı düşünecek noktadan çok uzağa fırlatılmıştır. Bunları görmeyenler bugün bardak taştı diye zırlıyorlar, yahu bardak 70 yıldır dolduruluyor idi, nerede idiniz, derler adama. Şimdi şöyle olmuş, böyle olmuş yakınmaları… Yok, GDO’lu ürünler ortalığı kaplamış, yok tohum ithal ediliyormuş, yok fabrikalar satılmış, yok özelleştirmeci zihniyet işgal etmiş yurdumu yakınmaları birer “timsah gözyaşı” olmanın ötesine geçemiyor. İnanmayanlar bir baksın bakalım “anayasaya aykırı ama evet diyeceğiz” zihniyetinin faturasına ne meram ve ne murat ediyorum kolayca anlaşılır. Ve maalesef ki, bu taraftakiler de özelleştirmeci sadece “biz daha güzel özelleştireceğiz” fikriyatına haiz gruptalar… Vay ki vay Canım Yurdum…

Bu kadar aynı şeyi yap sonra farklı sonuç bekle, gülelim gayri… Einstein’ın bir sözü ile devam edelim. “Sürekli aynı şeyi yapıp farklı sonuçlar bekleyenler olsa olsa aptallardır”. İlaveten, suçu birine yükleyip işin içinden sıyrılamayacağız da, muhaliflerin iddiası ile “iktidardakiler”, ya da iktidardakilerin iddiası ile “muhalifler” ya da karikatürize haliyle Şükrü Erbaş’ın bir şiirindeki iddiası ile “köylüleri” suçlayarak, kurtuluş yok…

Son söz, Ali Ekber Yıldırım, “Zengin toprakların, fakir insanları olmayı hak etmiyoruz” diye yazıyor. Evet, bu topraklar zengin ve bu nedenle bizlerde her şeye rağmen hâlâ zenginiz. Canım Yurdumun, bulunduğu coğrafi konum, sahip olduğu tarım bilgi, görgü, birikim ve kültürü, ehven iklim şartları, bitki gen kaynakları ve biyoçeşitlilik açısından zenginliği tartışılmaz sadece “milli ve yerli” olmanın gereğinin altı çizilmelidir. 

Cumartesi, Temmuz 09, 2022

NOSTALJİ GÜZELYALI YAZILARI

Heyamola Yayınları; “Kentler Dizisi” adı altında, edebiyatçılar, sinemacılar, şairler, gazeteciler, öğretmenler, tiyatrocular, tarihçiler, şehir plancıları ve arkeologlar tarafından, birlikte ya da ayrı ayrı olmak üzere yazılmış, mezkûr kentin, doğup-büyüdükleri semtlerinin, başta ve öncelikle kendi anıları olmak üzere çocukluk, gençlik ve öğrenim hayatlarını ve semtin sosyal, siyasal, ekonomik, kültürel, sportif ve demografik hayatı üstüne gözlem, söyleşi, hatıra, beklenti ve özlemlerini yansıttıkları bir dizi kitap yayınlamış. Okurken müthiş keyifli bir iş olduğu kararına vardığım bu kombine çalışma, ilaveten tam da benim tarzım… Mezkûr seriden haberim, ilk önce dostumuz, büyüğümüz ve abimiz Gazeteci-Yazar Yaşar Aksoy’un “Soğukkuyu ve Bahariye” kitabını okuduğumda olmuş ve devamının olduğunu görünce hemen diğer kitapları da edinmiş idim sonra bir baktım ki diğer kentlere de yönelik benzer çalışmalar var behemehâl “Adana” serisini de edindim. 

Heyamola Yayınları amaçlarını şöyle özetliyor: “Kentlerimiz hızla fiziksel ve sosyal değişime uğruyor ve yaşanılanlar kaydedilmediği için hızla unutuluyor. Buradan yola çıkarak o kentlerde ve semtlerde doğan yazarlara ulaşarak, kendi yaşamlarından yola çıkıp, bir bakıma kendi ve kentinin özgeçmişini kaleme almalarını talep ediyoruz. Ve sonuçta ortaya çok başarılı kitaplarla birlikte paha biçilmez bir arşiv oluşuyor.” Alkışlarımız bu çalışmalar nedeni ile Heyamola yayınevine…


“İzmirim” serisinin henüz yeni okuyabildiğim 57. kitabı da “Nostalji Güzelyalı Yazıları” öğretmen Cevher Necip Onat tarafından kaleme alınmış. Güzelyalı semtini, ahalisi ile esnafları ile Göztepe Kulübü ile artık anıları süsleyen başta “Gasgonyalı Toma” restoranı olmak üzere neredeyse her detayı merkeze alarak özellikle 1960’lı ve 1970’li yıllarından günümüze taşıyarak deyim yerinde ise ve öğretmen titizliği ve sosyoloji formasyonu ile tane tane aktarmış. Teşekkürler sevgili öğretmenimize. Ben de, semtin o dönem için önemli bir okulunda lise yıllarımı 1972-1975 arasında geçirmiş birisi olarak dikkat ile detayları hatırlayarak büyük bir keyifle okudum. Neler neler yok ki, neler neler anlatılmıyor ki, çok duygulandım. Eshot otobüs deposundan, Güzelyalı Parkına, Gaskonyalı Toma’dan, meşhur fotoğrafçılara, Göztepe Futbol Kulübüne kadar… Göztepe’nin ülkemizi sık sık temsil ettiği “Fuar Şehirleri Kupası” (şimdiki UEFA Kupası) dönemindeki muhteşem kadrosu, başta bir ara da Milli Takımın tek seçicisi Adnan Süvari, Fevzi Zemzem, Nevzat Güzelırmak gibi futbolcularının semt ile ilişkisi üzerine anılar…  Hele de, bir zamanların efsane takımı Denizgücü’nün efsane futbolcusu ve asker, antrenör, teknik direktör, spor yazarı, voleybolcu, voleybol hakemi, atıcı, basketbolcu, Şakir Kuruş anıları var ki, çok şeye değer… Gaskonyalı Toma’nın, Kalipso kralı Metin Ersoy’dan, Adnan Şenses’ten, Huysuz Virjin’e kadar geniş ve popüler müzisyen kadrolarının sahne aldığı müzikli restoran-gazino anıları… Mezkûr gazinoda Erkan Yolaç’ın meşhur “İzmir marşı ile gelip Mehter Marşı ile gideceksiniz” sözü ile girişilen “evet-hayır yarışmaları”…

Kitabın içinde bu hatırlatmaların etkisi dışında aktarılan müthiş bir anı var, yazarın ve yayınevinin hoşgörüsüne sığınarak aynen aktarmak istiyorum. Nasıl bir vatandaş ahlakı, devleti yönetenlerin ahlak seviyelerinin ve yoğunluğunun ve de ilaveten mezkûr davranışların vatandaş tarafından yaygın öğrenilmesi halinde ne seviyede bir ayıp ve utanma oluşacağını yansıtması bakımından çok önemsedim. Esasen de basın görevinin nasıl da yerine getirildiğine, hem de muhatapların “yalandır, uydurmadır” gibi abuk subuk iddiaların ardına sığınmadan kabullenmelerine, muhteşem bir örnek…

“Adam büyük postaneden içeri girdi. Gişelerin üzerindeki yazılara bakıp “telgraf”  yazan tarafa yöneldi. Cebinden çıkardığı el yazısıyla yazılmış kâğıdı “iyi akşamlar” diyerek gişede oturan telgraf memuruna uzattı. Memur, rutin işlemlerini yapmaya başladı. Önce üzerine geniş bir kaşe bastı. Tarihi yazdı. Kelimeleri saymaya başladı. Her kelimenin altına bir çizgi çizerken bir anda durakladı. Kalemi elinden bıraktı ve metni dudaklarını kıpırdatarak okumaya başladı. Şöyle bir başını kaşıyıp yerinden kalktı ve nöbetçi müdür yardımcısının yolunu tuttu. Camlı odada bir şeyler konuşuldu. Memur ve müdür yardımcısı odadan çıkıp adamın yanına doğru geldiler. Müdür yardımcısı adama “telgraf sizin mi?” diye sordu. “Evet” dedi adam. “Aclan Onat” diye telgrafın altındaki ismi okudu. “nüfus cüzdanınız var mı?” diye sordu. Adam ceketinin cebinden nüfus cüzdanını çıkartıp uzattı. Müdür yardımcısı sayfaları birer birer çevirdikten sonra “bilgilerini altına yaz…” gibi bir ifade kullandı. Adama dönüp “bu telgrafı Atatürk’e gönderiyorsunuz, doğru mudur?” diye sordu. Adam “evet… Anıtkabir Müdürlüğü eliyle…” dedi. “Milli Eğitim Bakanını şikâyet etmişsiniz…” dedi müdür yardımcısı metnin tamamını yüksek sesle okumaya başladı. “11 Eylül 1974 tarihinde tek ders sınavları yapılmıştır. Ancak engel sınavları da aynı güne denk gelmiştir. Öğrencilere aynı gün iki sınava giremeyecekleri bildirilmiştir. Bu nedenle kızım hem tek ders hem de engel sınavına sokulmayarak sınıfta bırakılmıştır. Milli Eğitim Bakanlığının bu uygulamasını size şikâyet ediyorum. Saygılarımla.” Nüfus bilgileri de altına eklenmiş kâğıdın altına “tarafımdan yazılmıştır” ibaresini koymasını ve imzalamasını istedi. Adam inci gibi yazısı ile söyleneni yazıp imzaladı. “Tamam” dedi yetkili, “Kabul et!”. Memur işlemlerini bitirdi, parasını aldı ve telgraf alındısını adama uzattı. Adam hızla postaneden çıktı. Daha işi bitmemişti. Hızlı adımlarla Milli Kütüphane Caddesindeki Demokrat İzmir’e yöneldi. Haber servisinden birisi ile görüşmek istediğini söyledi. “Kızım ve birçok öğrenci bir günde iki sınav olmaz denerek sınavlara alınmadılar…” diye anlatmaya başladı. Ertesi gün gazetenin baş sayfasında adamın resmi, yanında telgraf alındısı ve haberi vardı. “Dertli babadan Atatürk’e telgraf” diyordu.

Aradan yirmi gün kadar geçmişti ki sabah gazeteci Yaşar erkenden kapısını çaldı adamın. Gazetenin birinci sayfasında “Atatürk’e çekilen telgrafın cevabı geldi” yazıyordu. Tek ders nedeniyle engel sınavına giremeyenlere bir hak tanınmıştı.”

İşte durum böyle idi o yıllarda, utanma, arlanma ve sıkılma ve mahcup olma gibi duyguları olurdu yöneticilerin…

Bir anda üniversite öğrenciliğim sırasında öğrencilerin sahip olduğu hukuki haklar geldi. Yahu şimdileri demokrasi zirvesi diye parlatanlar bilmiyor ki, o dönemde bir öğrenci hakkının yenildiğini hissettiğinde Danıştay nezdinde dava açma hakkı ile hukukun tam ve en geniş biçimde güvencesinin korumasında idi. Sonra ki yıllarda “seni bu üniversiteden atarım” diyebilecek kadar abuk rektörler ve buna vasat oluşturan hukuki zemin yaratıldı. Mesela, “seni bu üniversiteden atarım” diyen rektör asla “yahu bu öğrenciyi buraya ben mi aldım da istediğim zaman atarım” diye düşünmesi ve tehdidi için hiçbir utanma hissetmediği gibi benim yazdığım bir yazı üzerine suç duyurusunda bulunacağını yazmıştı bana… Düşünebiliyor musunuz, bir rektör utanmadan sıkılmadan ve de en önemlisi idari bir yönetici olduğunu unutarak, kendine ne haklar vehmediyor…

Cumartesi, Temmuz 02, 2022

GEYİK MUHABBETİ

 Son yıllarda çok yaygın olarak kullanımı olan ve boş, anlamsız, saçma, sapan, sadece gevezelik maksatlı söyleşi, söyleşme, sözleşme, konuşma yapılmasına “geyik muhabbeti” denilmektedir. Gerçi, kimilerine göre geyiklerin soğuk havalarda bir diziliş biçiminden esinlenerek söylendiği biraz da martaval havası içinde, kimilerine göre ise mizah yapmanın bir çeşidi biçiminde tariflenir ama öyle midir, bu yazımızda bu başlık üstüne bir geyik muhabbeti döndüreceğim. Temelde sadece boş lakin hoş zaman geçirmeye yönelik dahası eğlenceli bir yanı da olan durumdur bugün itibari ile lakin nereden, nasıl esinlenilir de bu deyim kullanılır, ona şöyle hızlı bir göz atalım.

Devir, kimilerine göre Ulu Hakan, kimilerine göre Kızıl Sultan devri… Osmanlı payitahtının en uzun süreli hükümdarı II. Abdülhamit, padişah V. Murat’ın “ruhi çöküntüler içinde” olması gerekçesi ile tahttan alaşağı edilmesi neticesi tahta oturmuştur. Ancak konunun uzmanı üstat tarihçilerin anlatımlarından bilenler biliyor ki, bu ruhi çöküntü içinde olunması gerekçesi tamamen dönemin iyi saatte olsunlar güçleri ile çaktırmadan kurulan temaslar neticesi temayüz etmiştir. Dönemin en güçlü figürü Mithat Paşa, gücü mucibince padişah Abdülaziz’in tahttan indirilmesi, yerine V. Murat’ın getirilmesi ve nihayetinde de II. Abdülhamit’in tahta çıkarılması başta olmak üzere köklü hamleleri yapabilecek durumdadır. II. Abdülhamit tahta geçebilmek adına dönemin bu en güçlü figürüne, Kanun-i esasi yapılması, meclis-i mebusan ve ayan meclisi oluşturulması, yargı bağımsızlığı gibi bir manada da atide vuku olacak Cumhuriyet rejiminin nüvelerini oluşturacağı sözünü verdiği tarihçiler tarafından ittifakla belirtilmektedir. Açılım da açılım sözü vererek tahta geçen Sultan, kanun-i esasinin kendisine verdiği idari sürgün işini büyük bir marifetle ilk önce dönemin en güçlü figürü Mithat Paşa için kullanmış ve ilk ve en güçlü rakip ya da murakıp saf dışı bırakılmıştır. Bu baptan oluşan korku vasatı neticesinde rejim adına söz verilen tüm denge balans unsur ve noktaları geriletilmiş ve sınırsız güç en azından dâhilîde tekrar padişahta toplanmıştır. Mezkûr süreçte çok vahim gelişmeler yaşanmaya da başlar, dâhilîde güç tek kişide toplanırken haricide güçler çoğalmış ve çeşitlenmiştir. Dün sadece Rus İmparatorluğu ve Avusturya İmparatorluğu rakip iken şimdi yerelde milliyetçi güçler oluşmakla beraber hiçbir sınır teması olmayan İngiltere ve Amerika dahi devreye girmiştir. Sınırsız toprak kayıpları ve ekonomik çöküş, bir tarafı ile tahtı eleştirenlerin çoğalması hasebiyle muhalefeti güçlendirirken diğer tarafı ile de tahtı sarsar hale dönüşmektedir. Bu tür gelişmeler karşısında her dönem ve her ülkedeki tek ve kaçınılmaz senaryo devreye girer, devre uygun şekli ile takrir-i sükûn… Şimdi bir kısım tarihçi, mezkûr muhteremi kuruntulu bir kişiliğe sahip diye gösterip konuyu ya göremediklerini ya da böyle göstermek istediklerini ispatlamaktadırlar. Oysa normal işleyen düzeni, yani tahta çıkma kurallarını sen alt üst edip “iyi saatte olsunlar” ile hemhal sayılabilecek beraberlikler oluşturacaksın sonra da benzer şeylerin sana yapılmasını beklemeyeceksin, bu hayatın normal akışına aykırı bir durumdur. “İnsan karşısındakini kendisi gibi bilir” sözü mucibince kendisi tahta oturmak için nasıl ki temayüller dışı işlere girişmiş ise diğerlerinin de kendisi aleyhine benzer girişimlerde bulunacağı kaygısı, korkusu artık bacayı sarmıştır. Tam da bu nedenle Mithat Paşa’dan başlamıştır tasfiyelere Ulu Hakan… Nasıl ki, tahta aday iken hedef ne pahasına olursa olsun taht idi kendisi için şimdi de artık kendisini hedefe oturmuş biri olarak riski ziyadesiyle hissetmektedir. Bu duygu insanı yer bitirir, her şeyden kuşkulanır hale getirir sürekli kendisine darbe yapılacak korkusu içselleşir ve artık zinhar sağlıklı düşünme ortamı kalmaz. Mesela, tam da bu yüzden basında çıkan her kelimenin aleyhte bir hareket şifresi olabileceği kaygısıyla müthiş sansür uygulamaya geçilir. “Tahtakurusu” kelimesi bile “tahtı kurusun” gibi algılanmaya başlar. Sansür basın üstünde o kadar etkili olmuştur ki, azalan işe karşılık sansürden sorumlular artık kibrit kutularının, sigara kâğıtlarının üzerlerindekileri incelemeye almışlardır.  Peki, sansür yeterli midir, suspus bir ortam oluşması için, şüphesiz hayır… Bunu destekleyen şeyhülislam kararları, kadılık kararları ve de şüphesiz ki sınırsız idari ceza “sürgün” kararları… Hedef tam sessizlik olunca, akıl dumura uğrar, günlük kararlar, saatlik kararlar ile duygusal ve akıl dışı uygulamalar ortaya çıkar… Artık çaresizlik üstü saldırganlık sınır tanımaz hale gelir.

Neyse bu ortamı verdikten sonra, başlıktaki konumuza gelelim yeniden. Dönem itibari ile oluşan istibdata başkaldıran “İttihat ve Terakki Cemiyetinin” Makedonya kolundaki “Hürriyet bildirgesini” okuyup dağa çıkan Resneli Niyazi ve onun oldukça meşhur olmuş yoldaşı “geyik” gündemdedir. Geyik geldi, geyik gitti, geyik şunu yaptı, geyik bunu yaptı, gibisinden mütalaalar konuşulan en önemli konudur gayri, matbuatı da ziyadesiyle meşgul etmektedir, payitahtta. Sadece matbuat mı meşguldür, tabii ki hayır, kıraathanelerde, meyhanelerde ve demhanelerde de konu mezkûr geyiktir. Artık yitirilen toprakları, ekonomik rezaleti ve çuvallamaları, borçlanmaları, gavur baskısı karşısında boyun eğmeleri hatta Yahudi yerleşimcilere göz yumulmasını katmerli sansür nedeni ile yazamayan mezkûr matbuat için, olmuş harika bir konu, tutturmuş bir geyik muhabbeti gidiyor, nihayetinde bu tür konuşma ve yaklaşımların adı o günden sonra olmuş, “geyik muhabbeti”… Tıpkı Ahmet Hakan’ın penguenleri gibi bir durum oluşmuş, bu “penguen muhabbetinin” gerçek penguenlerle bir alakası yoktur zinhar, alınmasınlar… Ne geyiklerin ne de penguenlerin böyle muhabbet ettiklerini de zannetmiyorum.

“Geyik muhabbeti” üstüne Resneli Niyazi’nin geyiği ile yaşananlardan önce Namık Kemal’in değindiğine dair yazılara da tanık oldum basınımızda. Lakin bu değinmenin nasıl olduğuna dair ikna edici karşılıklar göremedim. Diğer taraftan bugüne kadar hiçbir yerde rast gelmediğim bir başka yönünden bahsedeyim, geyik ifadesinin karşılığı olarak. Hani geyiğe de, kadına da, hatta erkeğe de haksızlık olmasın lakin halk arasında, fazlaca rastlanan bir söz vardır, eşinin ya da sevgilisinin ihanetine uğramış erkeğe de geyik denir ya. İnsanın ister istemez aklına geliyor acaba bu kendilerini hiç ilgilendirmeyen konu üstüne konuşanların konuşmaları içinde kullanılmış olabilir mi?

Neyse, öyle ya da böyle, o ya da bu, sonuç itibariyle o günden bu yana insan zihnini bolca meşgul edip hiçbir amaca matuf olmayan sonu hiçbir yere varmayan fikir alışverişleri için geyik muhabbeti benzetmesi kullanılır. Yazımı Namık Kemal’in bir sözü ve mukabil yapılan yorum ile bitireyim. Ne diyor N. Kemal “barika-i hakikat müsademe-i efkârdan çıkar” ne isabetli bir yaklaşım değil mi? Peki; çarpışan fikirler gerçek fikir şimşeklerinin oluşmasına neden olur iken çarpışanlar fikir değil de kabak olursa ne çıkar? Galiba geyik muhabbeti çıkar. Peki, geyik muhabbetinden ne çıkar, kocaman bir hiç… İyi haftalar olsun herkese ve hepimize…