Cumartesi, Mayıs 27, 2023

ELE VERİR TALKINI KENDİ YUTAR SALKIMI ve ÖTESİ

 ALMANYA – AVUSTURYA ŞİKESİ

İngiltere futbolunun önemli golcü isimlerinden biri olan Gary Lineker şöyle bir laf etmiştir, yanılmıyorsam; “Futbol basit bir oyundur. 22 kişi 90 dakika bir topu kovalar, top bir o kaleye gider, bir bu kaleye gider ama sonunda hep Almanlar kazanır”. Biliyorsunuz Lineker futbol kariyeri boyunca hiç sarı ya da kırmızı kart görmeyerek futbol tarihine en centilmen futbolcularından biri olarak geçmiştir. Lakin siyasetin futbolu kurban görmesi münasebetiyle de BBC’den gördüğü kırmızı kart konusunu da ayrı değerlendirmek gerekir… Göçmenlere yönelik yeni tasarıya tepki gösteren Lineker, “Önemli bir akın yok. Avrupa’daki diğer bütün ülkelerden çok daha az mülteci kabul ediyoruz. Bu sadece en savunmasızları hedef alan acımasız bir politika ve 1930’ların Almanya’sında kullanılandan farklı olmayan bir dil ve anlayış.” görüşlerini dile getirmişti. Hemen devreye BBC kuralları giriyor şüphesiz ki Hükümet kararına muhalif olması nedeni ile de orantısız cezalandırılıp program askıya alınıyor. Peki, ne mi oluyor sonra, İngiltere Ligi (Premier Lig) oyuncularının hiçbiri BBC’ye röportaj vermiyor, programdaki arkadaşları da (Alan Shearer ve Ian Wright) program devamına katılmıyorlar, müthiş bir destek ile BBC kararı gözden geçirme kararı alıyor ve konu çözülüyor.

Oysa bu olay 3. Dünya ülkelerinde olsa hemen programdaki diğerleri görevi alır parasını kazanmaya devam ederdi. Ne yapalım dünyada ülkeler ve insanlar arası eğitim ve eğitilmişlik farkı var ve korkarım ki asla ve kat’a da kapanmayacak… Detayda ne demişti de bu kadar agresif yönetim kararı ortaya çıktı, peki Lineker tavrını değiştirdi mi, bu hizaya geç komutu ile, hayır, bilahare de açıklamasını bu detaylara dayandırdı. “Son bir kaç gün ne kadar zor olursa olsun, ülkesinden evinden baskı veya savaş yüzünden kaçmak ve uzak ülkelere sığınmaya çalışmak zorunda kalanların yaşadıklarıyla kıyaslanamaz. Çoğunuzun onların çektiklerini anlıyor olduğunu göstermesi yürekleri ısıtıyor. Biz hala ağırlıkla hoşgörülü, misafirperver ve cömert bir ülkeyiz.”

Esasen, bu göçmen politikası giderek sağa giden dahası solu bile sağa çeken tüm Avrupa’daki muktedir eğilimlerinin bir tezahürüdür. Her biri kendi ülkeleri içerisinde bile insanların mülksüzleşmesine, göçmenleşmesine ve ucuz emek olmasına münasip vasat oluşturma çabası içinde iken yurt dışından gelenlere bu agresiflik niye, değil mi? Evet, biz Lineker’i hep “futbolcu” zannederken meğerse adam bizim “Muhteşem Süleyman’a” inat tespit ve teşbih kelamı etme uzmanı da oluvermiş… Gerçi yazılarımı okuyanlar bilir aforizmalar üzerinden felsefe yürütülmesi eğer bir derinliği bir art planı yoksa benim açımdan manasız ve gereksizdir tıpkı “Kurtlar vadisindeki” cühela muhteremlerim ettikleri görece isabetli kelam benzerleri gibi… Lakin “söyleyene değil söyletene bakalım” deyip geçelim…

Konumuz özelinde ne oldu kısaca bir hatırlayalım… FİFA tarafından düzenlenen Dünya Futbol Şampiyonasının sırası 1982’de İspanya’dadır. Grup maçlarında Cezayir Milli Takımı Almanya’yı ilk maçta 2-1 yeniyor, Avusturya ise Cezayir’i 2-0 yeniyor, Cezayir son maçta Şili’yi 3-2 yeniyor ve oynanacak Avusturya Almanya maçı yola devam edecekler ile eve döneceklerin belirleneceği maç olarak sıra alıyor. Grupta durum çok kritik bir noktada, Avusturya yenerse Almanya evine dönüyor, Almanya ise en az 2 farklı bir galibiyet alır ise Avusturya eve dönüyor. Allah’ın hikmeti işte maç Almanya’nın 1-0 galibiyeti ile bitiyor ve Şili ile birlikte Cezayir evlerine dönüyor. Muzaffer Almanya ve Avusturya ise finallere devam ediyor… Maçı hatırlayanlar bilir, Almanya gereken 1 gölü bulduktan sonra yavaştan ve çaktırarak yan pas cumhuriyeti… Gerçi Almanya gol atamamış olsa bile çok inanıyorum ki bu sefer Avusturya kendi kalesine 1 gol atar, durumu öngörüldüğü hale uyarlar idi… Bu başkalarına talkın verenlerin ahlak ve etik seviyesi budur…

Bu yan pas ile “ayağım gazda telafi ederim” oyalaması için görüyorum ki sağda solda Avusturyalı ve Almanyalı seyirciler için “büyük utanç” vesilesi olmuş diye yazılıyor ve söyleniyor. Ben inanmıyorum böyle olduğuna, utanç kaynağı olsa idi eğer taraftarların tavrı sonraki maçlarda farklı olurdu ki Almanya finale kadar maç oynadı, finalde İtalya’ya kaybetti de yüreklere azıcık da olsa serin sular serpildi… Sadece hatırladığım kadarı ile maç yapan takımların seyircileri dışında ve çoğunluğunu İspanyalıların oluşturduğu çoğunluk tarafından ıslıklandı durdu… Peki, bu açık şike karşısında ilgili kuruluşların tavrı ne oldu, kocaman bir hiç, hatırladığım sadece son maçların aynı saatlerde oynanması kararı alındı. Evet, yine önemli abiler bir halt, bir herze yediğinde gören gözler kör oluyor, duyan kulaklar sağır… Kaza ile garipler ya da alttakiler böyle işleri yapıp bu büyük abilerin tekerine çomak soksalar “yandı gülüm keten helva”… Bu büyük abi yani kural koyucu abi olmanın tabiatında olan bir şey herhalde ve sadece futbolda değil, siyasette, sosyal hayatta, velhasıl her yerde ve her daim ne yaparlarsa yapsınlar hep haklı olurlar ya işte öyle bir şey… Gel de Gary Lineker’in lafını hatırlama yeniden tarzında işler bunlar…

Sonradan Canım Yurduma gelip büyük paralar ve başarılar kazanan ve kulüp taraftarı olarak belki de hepimizi sevinçlere boğan Tony Schumacher ve Jupp Derwall işte o dönemin Almanya milli takımında biri kalede biri kaptan köşkünde görev yapıyordu… Bu aleni şike konusunda Derwall’in söylediği bir şeyi duymadım, belki de utancından olsa gerek… Lakin ısrarla sorulan bir soru üzerine Schumacher’in dediği ise tam bir dalga geçme kabilinden, “bana hiç iş düşmedi. Maçtan sonra duş bile almadım” diye bir açıklama yapıyor. Tabii ki kimsede bu beylere evet “inandık inandık” demiyor dalga geçerek… Ve ne yazık ki bu muhteremler gelip Canım Yurdumda yaptıkları her şeyi unuttuğumuzu varsayarak ilaveten dalga geçerek, eğlenip, para kazanıp hem de çok ki çok, eşek yükü ile deyim yerinde ise sonra kartvizitlerine de “efsane” yazdırıp bye bye deyip gidiyorlar. Arkalarından bize de garip yerli çocuklarımızın yaptığı şikeler üstüne konuşup, tartışıp hatta yer yer kavgalar etmek düşüyor…

Şike böyle bir şeydir, ihtiyaçlar bazen ilkelerin önüne geçmektedir. Yok, panzerlermiş, yok disiplinmiş, yok ciddiyetmiş, yok altyapı imiş, sonuçta kıytırık bir şikeye ihtiyaç duyuyorsunuz ve maalesef te yapıyorsunuz…

Lakin ve şükür ki; finali kazanan İtalya Milli Takımı hiç de umulmayan bir anda umulmadık bir şekilde, İtalya Futbol Federasyonu Başkanı başta olmak üzere kazanılan kupayı ve zaferi, katliamlara maruz kalarak sürgüne gönderilen FKÖ’nün temsil ettiği Filistin halkına adarlar. Evet, Kupa dönemin “direnişin kabesi” kabul edilen Filistin Kurtuluş Örgütü nezdinde Filistin halkına ithaf edilmiş olup, ayrıca bir sürede tutulması için kendilerine verilmiştir. Düşünebiliyor musunuz nasıl bir prestij paylaşımıdır. Üstelik futbolun, İtalya gibi siyasi koşulların hem de NATO’nun gizli ordusu “Gladio”nun fazlaca etkili olduğu arenada siyasi aktörlerin meşru bir faaliyeti olarak, taaa Mussolini’den, Katolik kuruluşlara kadar toplumun en ücra köşelerine kadar sirayet ettiği bir noktada iken. Bu da mı “ne var bunda” denilecek bir şeydir. Diyen varsa da kendi bileceği bir şey… İşte bu şikecilerin şikeleri arasında geriye kalan “hoş seda” bu idi… Bir tarafı yani şikecileri kınar iken dünya barışına dikkat çekerek hatta destek vererek hareket edenleri de saygı ve sevgi ile “baş tacı” ediyorum…

Perşembe, Mayıs 18, 2023

OSMAN ŞAKAR

Osman Abimiz ile ebediyete intikalinden bir vade önce, kuzeninin işyerinde karşılaştık, yayınlanan kitabımdan “neden kendisine imzalayıp vermediğimi” söyleyerek biraz yüksek perdeden takılınca, derhal çantamdan çıkarıp imzalayıp vermiş idim. Osman Abimiz Çeşme’de yetişen tüm benzerleri gibi, gerçek Çeşmeliliğin ziyadesiyle kendisine kattığı kibar, nazik ve beyefendi tavırlarını örnek almaya çalıştığımız birisi oldu her daim. Baba Cemal Şakar büyüğümüz olabilecek en üst perdeden beyefendi ve olabilecek en üst perdeden “esnaf” birisi olup, Çeşme’nin ticari manada ilk reçel imalatçısı olduğunu hatırladığım birisidir. Şimdilerde güzellik malzemelerinin satıldığı, Haralambos Kilisesi karşısına denk gelen yerdeki dükkânı içinde Cemal Şakar büyüğümüz her daim traşlı, özenli, uzun, narin ve düzgün fiziği ve belden bağlı beyaz önlüğü ile Çeşme Çarşısının önemli ve sembol isimlerinden birisi idi. Çocukları da bu özelliklerini muhtemelen tamamını babadan alarak üstüne de yeterince koyarak kendilerini geliştirip kalıcı isimler haline gelmişlerdir Çeşme’de…

Çeşme dönem itibari ile küçük bir sahil kasabası olup, son durak olduğu için de işi olmayanın uğramadığı, gayet sakin, insanların birbirlerini ziyadesiyle tanıdıkları, birbirlerine saygı ve hürmet gösterdikleri ekonomik ve sosyal olarak da görece kapalı bir yerleşim yeridir. Kuruluş günlerinden itibaren gelenekselleşmiş küçük çiftçilik, liman olma özellikleri ile sebze, balık avcılığı ve gayet küçük ticaret hacmi ile sınırlı olanaklarla lakin huzurlu ve görece mutlu bir yaşam devam etmektedir. Osmanlı döneminin önemli “iskelesi” olma ve dolaysı ile de önemli askeri bir üs olma dönemi artık çok gerilerde kalmış olmakla birlikte mezkûr ticari ve sosyal hayatın bakiyesi devam etmekte. Yine Osmanlı döneminin tımar düzeni içerisinde teşkil edilen ziraat düzenine mütenasip adalardan getirilen farklı din ve etnik yapılardan insanların genel manada ahenkli hayatı güne uyarlanmış hali ile devam etmekte olup, yaygın hoşgörü ve müsamaha ortamı söz konusudur. Bu genel ortam bugünlere kadar gelen ve halen devam etmekte olan bir sosyal mutedil ortam yaratmıştır. Arada gerek yanaşma gerekse de yerleşme yöntemi ile gelenlerin yarattığı gerginlikler yaşansa da genel manada yazının konusu Osman Abimizin şahsında tezahür eden tevazu, müsamaha ve tolerans her daim hakim olmuştur.    

Osman Abi ile ilk muhabbetlerimiz benim yeni yeni delikanlılığa geçiş dönemimde İzmir’e alışverişe gittiğim dönemlerde kendisinin çalıştığı “Ordu Pazarında” mutlaka gider görürdük. Ordu Pazarı dönemin önemli ihtiyaç maddeleri satan lakin sadece ordu mensuplarına hizmet veren bir kuruluşu idi. Ürün fiyatları ise piyasanın neredeyse yarısı ve kalite ise iki katı gibi idi, hatırladığım. Ordu pazarları, yine hatırladığım kadarı ile 27 Mayıs askeri darbesini müteakip askerin yoğun bulunduğu kentlerde ordu mensuplarının temel ihtiyaçlarını ucuz ve kaliteli karşılanması maksadı ile bir nevi tüketici kooperatifi tarzında kurulmuş teşkilatlar idi. İzmir’deki mağazası ise Milli Kütüphane Caddesinde çok katlı bir mağaza idi, yine yanlış hatırlamıyorsam üst katında bir kafeterya vardı… Farklı katlarda farklı ürünlerin satıldığı bu mağaza, dönemin ruhunu, dayanışma ahlakını ve dayanışanların gücünü, dayanışanların kimliğini, gücün kaynağını, kaynağın kudretini göstermesi bakımından kayda değer bir yapıdır. Mezkûr güç, başkalarının dayanışmalarına fazlaca hoşgörülü bakmaz iken kendilerinin de dokunulmaz oldukları gücün tılsımı hasebiyle düşünmekten olacak başlarına benzer şeylerin gelebileceğini hiç hesap edememişler. Şüphesiz artık Canım Yudum 20’lerin ruhuna sahip değil, bilakis 50’lerde içine cin girmiş, 80’lerde kahrolsun muarızlarımız teraneleri hâkim kılınmış, 2000’lerde devletin faaliyeti sadece vergi toplamak ve güvenlik sağlamakla sınırlandırılmış vaziyettedir. Dayanışmanın ifadesi kooperatifler, konut kooperatifleri muaf tutularak tukaka kabul edilmiş ve dahi dağıtılma sürecine girilmiştir. Devlet don üretmez hafifliği ve istihzası ile ne var ne yok sat sav noktasına gelinmiştir. Bu çerçevede Ordu Pazarları’da önce OYPA adı altında şirketleştirilip, sonrada yok kar etmiyor yok rekabet edemiyor bahane ve teraneleri ile günde yaklaşık 30.000 kişinin alışveriş yaptığı yerleri gözden çıkarmışlardır. Neyse konumuz bu değil lakin yeri gelmiş iken kolay unutanlara hatırlatma servisi babından olsun istedim…

Osman Abi, futbolun sadece spor olarak yapıldığı, sevildiği, kutsandığı ve organize olduğu dönemin iyi futbolcularındandır. Çeşme Gençlik Spor olarak organize olmuş “Güzel Çeşme’nin” bu güzide takımı, kendi gençlerine spor yapma imkânı teminine yöneliktir o tarihlerde, para yoktur. İstikbal temini yoktur yaygın olarak… Şüphesiz Canım Yurdumun tercih ettiği yönetim şeklinin ruhundan kaynaklı ziyadesiyle öne çıkanlar için bu kurallar geçerli değildir, tüm kelam sıradanlar içindir. Sonraları, “tanıtım ve propaganda” martavalları ve tezgâhları ile para, çıkar temini Canım Yurdumu teslim alınca sözde bu pespaye duruma bir de “profesyonellik” türbanı giydirilip süslü püslü hale getirilmiştir. Artık ithalatın önü açılıp ciddi miktarda paraların da çevrilmeye başlamasıyla güzelim Çeşme Genlik Spor Kulübü bir anda oluverdi, “Çeşme Belediyespor”, geçmiş olsun… Futbolu sevsin sevmesin vergiye tabi muhteremlerden toplanan vergilerin bir kısmı uydurulan duruma haiz kanuni şartlarla kamu yönetimi Belediyeden özel zevk haline faaliyete transfer… Bütçesel kaygılar dışında yerli oyuncu düşünmeyen, bulundurmayan faaliyetler artık revaçtadır. Efendim “sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” şiarı ile her yaştan ve yaygın yapılması hedeflenen spordan daha sofistike ve dar yapılan sportif faaliyete hoş geldiniz. İşte bu şartların içerisinde Osman Abimiz de Çeşme Gençlik Spor’da top oynamış birisidir, bırakın para kazanmayı dönem hem de herkesin formalarını ve antrenman kıyafetlerini evlerinde kendilerinin yıkadığı dönemdir, zor ve meşakkatli zamanlarda büyük bir disiplin ve ciddiyet içerisinde faaliyet yürütmüştür. Gerçi ben kendisinin futbolculuğunu ilerleyen döneminden bilirim, ilaveten takım arkadaşlarından ve kendisinden öğrendiğim kadarı ile Osman Abi takımın sağ kanadında, özellikle sağ bek ve sağ haf tarafında oynayan oldukça sağlam lakin sakin kalabilen karakterde bir futbolcudur. 

Osman Abi, aynı zamanda her Çeşmeli gibi bir deniz düşkünüdür, lakin fazlası ve zıpkınla balık avcılığı konusunda da her daim konu açılınca detaylı fikirleri ve anıları olduğunu görür ve büyük bir keyifle dinlerdiniz. Özellikle şimdilerde artık aramızda olmayan Palaçaki (İsmet Gökseloğlu) ile zaman zaman anlattıkları avcı muhabbetlerine şahitlik ettim. 


Bu vesile ile artık aramızda olmayan, öncelikle Cemal Şakar büyüğümüz ve çocukları Akın ve Osman abilerimizi ve diğer tüm büyüklerimizi de saygılar ile anıyor, nurlarda olmalarını temenni ediyorum.  


Cumartesi, Mayıs 13, 2023

YAŞAR AKSOY ve BENDEN SELAM SÖYLE ANADOLU’YA

Yaşar Aksoy Abimizin “Kahrolsun Savaş – Kato Polemos” adlı yakınlarda okuduğum kitabında, Yunanlı yazar ve barışsever Dido Sotiriyu ve canım yurdumda 12 Eylül’cüler tarafından yasaklanmış da olan “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” adlı kitabına ziyadesiyle yer ayırmış. Şöyle yazmış Yaşar Abi; “Dido Sotiriyu, Türkiye’de en sevilen ve tanınan çağdaş Yunan yazarlarından biridir.  1922-23 arasında Küçük Asya’da (Anadolu) geçen karşılıklı kanlı olayları hikâye eden “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” isimli yapıtı ise, Yunan edebiyatının en görkemli klasiklerinden biridir. Yunan Harp ve Sulh’udur aslında”.

Yaşar Abi, kitabının ilerleyen bölümünde, “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” adlı kitabın konusunu oluşturan süreci de sanki bir savaş filminin izlenmesi tadında aktarıyor. Kitabın yazarı Dido Sotiriyu ile mezkûr kitabın kahramanı Manoli Aksiyotis’in tanışması, anıların aktarılması, Yunanistan’ın Nazi Almanya’sı tarafından işgaline ELAS öncülüğünde müthiş direniş sürecinde gerçekleşir. Nazi SS birlikleri ve Gestapo’nun direnişçilere yönelttiği sürek avının bir anında, Manoli Aksiyotis girilen bir çatışma anında yaralanır lakin büyük bir çaba ve başarı ile bu tuzaktan kurtulur. Sığınıp yaralarının bakımın yapıldığı bir sığınakta, bakımı üstlenen 30 yaşlarında bir genç kadın vardır, o da ELAS önderliğindeki direniş örgütünün bir elemanıdır adı da Dido Sotiriyu’dur. Esasen de bir gazeteci olan Sotiriyu, dönem itibariyle direniş örgütünün “gizli yayınlanan gazetesini” çıkaran birisidir. Yaralı direnişçinin ağır yaralarının tedavisi sürecinde “Kırkıca, Kırkıca” diye sayıklamalarından aslında direnişçinin de tıpkı kendisi gibi Anadolu’dan göç etmiş biri olduğunu öğrenir. Bilindiği üzere Dido Sotiriyu Aydın doğumlu olup bilahare doğduğu toprakları terk etmek zorunda kalmıştır, esasen de bu iki kişi hemşeridirler. Diğer taraftan, “Kırkıca, bugünkü “Şirince” adlı köy olup yine Sabahattin Ali’nin bahsettiği üzere bir vakit “Çirkince” adını da alır. Şirince adı ile mütenasip bir hayat ve doğaya sahiptir, tarafların anlattıklarına göre… Yine Sotiriyu’nun tanımı ile “cennetten parça olan bir dağ köyü olup oradan denize kadar göz alabildiğince uzanan Efes Ovası, son derece verimli, hayat dolu topraklarındır ve inciri, üzümü, zeytini ile birlikte anılır. Adeta masal ülkesidir tarif edilmektedir.  

Bu arada mezkur kitabı okur okumaz, yolumu hemen Şirince’ye düşürdüm,  iyi ki de gitmişim, o güzel ve doğal halini görmüşüm yoksa bu gün trend olmuş hali ile görseydim, tüm bu yazılanlar bana hiçbir şey ifade etmeyebilirdi, bu manadaki kültürden muaf eğlenceye tabi turizm maalesef her yeri olduğu gibi Şirince’yi de yok etmiştir.

Dido Sotiriyu bir öğretim görevlisi ve yazar olmasının yanında işgal yıllarının yılmaz bir direnişçisidir, bir barış aktivistidir. 1986 yılında Zülfü Livaneli ve Mikis Teodorakis‘in girişim ve önderliği ile kurulan Türk-Yunan Dostluk Derneği kurucuları arasında da yer almıştır, Sotiriyu…  “1982 Abdi İpekçi Türk-Yunan Barış ve Dostluk Ödülü”nü de alır… Yazara göre; “Bir tek düşman vardır: Düşman, ne Türklerdir, ne de Yunanlılar! Düşman, savaştır. Savaş ve onu körükleyen çıkarlardır”. Yazar, mezkûr romanı boyunca dönemin emperyalist güçlerinin Anadolu‘nun zenginliklerinden pay kapma savaşını anlatıyor.  

Peki, neler olmuştu? 1914 yılında Yunanistan, Fransa-İngiliz emperyalistlerinin müttefiki olmayı tercih ediyor; Osmanlı İmparatorluğu ve ittifakları Almanya ve Avusturya’ya karşı savaşa katılıyor ve kendilerine de mükâfat olarak Anadolu‘yu işgal etme hakkı veriliyor. İşgal büyük bir direnişle karşılaşıyor karşılıklı çatışmalar neticesinde uzun yıllardır birlikte dostluk ve barış içinde yaşamış bu insanlar birbirlerine düşman hale getiriliyor. Düşmanlığın körüklenmesi mezkûr kitapta şöyle aktarılıyor. Manoli’nin çocukluk arkadaşı Şevket, bir gece Manoli’nin evlerine gizlice gelir, başlarını “Girit’ten, Makedonya’dan, Epir’den atılma mültecilerle Jön Türkler’in dervişleri ve öteki sarıklılar, ‘vebadan bin beter pis gavur köpeklerine karşı’ kin saçmaktaymışlar” diye başlayarak, Manoli’nin annesine “Anacığım” diye sarılarak, Türk köylerinde Rumlara karşı yürütülen karşı propagandayı Manoli‘nin annesine şöyle anlatıyor: “Başlangıçta, demiş Şevket, kimseyi zehirleyemediler. ‘Haydi canım diyordu köylüler, bunlara mı inanacağız, kendi gözlerimize mi? Rumlarla yıllardan beri dostluk içinde yaşadık biz. Aramıza niye kin sokalım?‘ Tatlı söz yılanı deliğinden çıkarır amma, yalan söz de kuzuyu kurda döndürür. İnsan dediğin zayıf mahluk. Köye gelenler de bizim menfaatimizin sizleri ortadan kaldırmakta olduğunu söylüyorlardı. ‘Gavurlar ortadan kalkınca, arazileriyle malları bizim olacak’ diyorlardı. Hadi bakalım”

“Zaman kötü gerçekten, oysa ne vardı eski günlerdeki gibi geçip gitseydi hayat. Ölüme değil türkü söyleyerek çalıştıkları tarlalara gitseydi gençler, anne babalar için endişe dolu bir alaca karanlığa dönmeseydi günler, tek endişe yağmur olsaydı, dolu olsaydı. Ama olmuyor işte, emir gelmiş bir kere. Hayat bir cehennem gibi yaşanıyor artık. Ama daha kötüsü de var, daha kötü günler de gelecek. Rumlar neredeyse ölümlerden ölüm beğenecek bir duruma geliyorlar. Amele taburlarından sağ çıkmak çok zor. Kaçıp yakalanırlarsa bu da mutlak bir ölüm demek. Rum kaçakların en büyük korkusu Türk asker kaçakları oluyor. Öldürdükleri Hıristiyanlar bu kaçakların diyeti oluyor, bağışlanıyorlar. Amele Taburundan kaçan Rumlar saklanmak için baba ocağına gelince bu sefer de anaların işkencesi başlıyor. Hava kararır kararmaz koca bir kadınlar ordusu savaşa hazırlanıyor, o dağ gibi evlatlarını, kocalarını nerelere koyacaklarını bilemiyorlar, “Dört yıl boyunca bu kadınlardan hiçbirisi uykusuna doyamadı, şöyle rahat bir yemek yemedi hiçbiri”

Meslektaşım ve efsane Dikili Belediye Başkanı Osman Özgüven bir panelde Dido Sotiriyu ile ilgili bir anısını anlatıyor ki, bir taraftan tarihe not düşer, diğer taraftan tarihi bir ders verir lakin anlayana şüphesiz… “1980’li yıllarda Atina’da düzenlenen bir panelde konuşuyordum. Konuşma sırasında Bir ara salona giren bir grup sözümü kesti, bana sataştı. Saldırganlara yanıt vermeye hazırlanırken Dido eliyle ağzımı kapatarak, ‘sen Türkiye’ye geri döneceksin. Ben onlara yanıt veririm’ dedi. Ve topluluğa dönerek ‘küçük faşistler çabuk burayı terk edin’ diye bağırdı. Bir sessizlik oldu ve topluluk arkasına bakmadan salondan çıktı gitti. O an Dido’nun büyüklüğünü anladım. O Türk-Yunan dostluğu için büyük çabalar saf sarf etmiş bir yazardır.”

İşte böyledir, suyun iki tarafının da “barışperverleri”, esasen de onlar; anayurdunun ataları tarafından işgal edilmesine karşı dururken sonradan yurdu olan Yunanistan’ın da Nazi Almanya’sının işgaline de karşı durur, direnir ve savaşır… Emperyalist çıkarların bölgeyi ve dünyayı nasıl bir felakete sürüklediğini gören ve buna direnen gerçek aydınlardan biri olmayı becerebilmiştir. Bakmayın siz güce tapanların abuk subuk eleştirilerine, onlar haksızlığa yılmadan direnen insanlar olup, her türlü saygıyı sonuna kadar hak etmektedirler.

Yaşar Abinin mezkûr kitabından ve Dido Sotiriyu referansı ile aktarılan; “Romanın kahramanı Manoli, çocukluk arkadaşı Kör Mehmet’in damadına şöyle seslenir. ‘bütün bu çekilen acı kötü bir rüya olsaydı ah… Ve yan yana, omuz omuza verip yürüseydik tarlalara yeniden. Saka kuşlarının türküsüyle şenlenen ormanlara doğru yürüyebilseydik. Ve her birimizin sevdiceği kendi kolunda, çiçeklere bürünmüş kiraz bahçelerinden gülümseyerek çıkıp, yan yana eğlenmek üzere şenlik meydanlarının yolunu tutabilseydik. Anayurduma benden selam söyle Kör Mehmet’in damadı. Benden selam söyle Anadolu’ya… Toprağını kanla suladık diye bize garezlenmesin. Ve kardeşi kardeşe kırdıran cellatların Allah bin belasını versin.” yaklaşımı, çok doğru lakin çok geç… Tam tamına bir “Bade Harabül Basra” geç kalmışlığı ve pişmanlığı terennümü…


Pazartesi, Mayıs 08, 2023

ŞİKE Mİ?

 BEŞİKTAŞ LİVERPOOL A 8 – 0 YENİLDİ


Tarih 06.11. 2007 yer Liverpool Anfield Road stadı.
Liverpool Avrupa kupalarındaki en farklı galibiyetini aldı. Beşiktaş'ı kendi evinde 8-0 gibi farklı bir skorla devirdi. Ayrıca bu skor; Şampiyonlar Ligi tarihinin en farklı sonucu olarakta tarihe geçti. Liverpool yaptığı 30 atağın, 8 tanesini gole çevirdi ve Beşiktaş “şeref golü” nü bile atamadı. Yazık oldu…

Tarih 30.05.1993 yer Ankara 19 Mayıs stadı.
Galatasaray bu sezonun farklı skorlarından birini elde ederek Ankaragücünü 8 – 0 yenerek şampiyon oldu. Galatasaray yaptığı 41 atağın, 8 tanesini gole çevirdi.

Galatasaray; o sezon Ankaragücü'nü İstanbul'da 3-0, Ankara'da, ligin son maçında 8-0 yendi.
11 gol attı, hiç gol yemedi.
Beşiktaş; o sezon Ankaragücü'nü İstanbul'da 4-0, Ankara'da, ligin bitimine haftalar kala 6-0 yendi.
10 gol attı, hiç gol yemedi.

Evet ne zaman FB ve BJK ile ilgili şike ve şaibe skandalları olsa hep bu maç temcit pilavi gibi sunulur. İşte bu yazı ile birlikte tüm FB ve BJK liler artık bu konuyu bir kez daha ağızlarına almayacaklardır umarım.

Galatasaray’ın 1992-93 sezonunun son haftasında Ankaragücü’nü 8-0 yenerek şampiyon olmasının ardından Beşiktaş’ın eski Yugoslav kalecisi Rade Zalad haksız olarak hep şikeyle birlikte anıldı.
Son haftaya girilirken Beşiktaş’ın maçı kendi sahasında Gençlerbirliği ile Galatasaray’ın maçı deplasmanda Ankaragücü ile. Gerek Ankaragücü’nde gerekse de Gençlerbirliği’nde maça çıkmayan futbolcular var; Ankaragücü’nde maça çıkmayanlar arasında eski Beşiktaşlı Fikret ve Sinan Engin de var (bugün hala bu kişilerin Beşiktaş’ta aktif görevleri bulunmakta ve Beşiktaş’ın ali menfaetlerini koruduklarını her fırsatta beyan etmektedirler). Ancak bir başka eski Beşiktaşlı Zalad ise kalede. Maç başlıyor ve daha 35. dakikada Galatasaray 5-0 öne geçiyor ve devre arasında Zalad futbolu bırakıyor ve kaleye Arif geçiyor. Üç gol de o yiyor ve maç 8-0 bitiyor. Beşiktaş’ın İstanbul’daki 3-1’lik galibiyeti de bir işe yaramıyor ve Galatasaray şampiyon oluyor.
Aynı sezon Ankaragücü kendi sahasında Karşıyaka’ya 5-0, Fenerbahçe’ye 4-0 gibi farklı skorlarla yeniliyor;
Beşiktaş; Ankaragücü’nü Ankara’da 6-0, Konyaspor’u 7-0, Bakırköyspor’u 6-3, Kocaelispor’a 3-0 gibi farklı skorlarla yeniyor;
Diğer taraftan Beşiktaş kendi sahasında Galatasaray’a 3-1 yeniliyor, 2. maçta ise 1-1 berabere kalarak zaten rakibinden o sezon içinde daha iyi olamadığını gösteriyor.

Ayrıca Liverpool – Beşiktaş ve Galtasaray- Ankaragücü maç istatistiklerindeki atak/gol oranlarına bakılırsa; Liverpool her 3,75 ataktan birinde gol bulurken, Galatasaray Ankaragücü karşısında ancak her 5 atağının birinde gol bulabilmiş.

Burada isteyen Beşiktaşlı ve Fenerbahçeli yönetici ve taraftarlar şampiyonluğu tayin eden avarajın hesabını yaparken kaleci Zalad’ın yediği 5 adet golü hesaba dahil etmeyebilirler, sadece kaleci Arif’in yediği goller bile Galatasaray’ın şampiyonluğuna yetmektedir.

Konuyu daha fazla rakamlara boğmadan kısaca tüm bu çalışmanın özetini vereyim.

DEMEK Kİ HERHANGİ BİR TAKIM ŞİKE YAPMAKSIZIN DA 8 -0 YENİLEBİLİYORMUŞ.

YOKSA YOKSA BEŞİKTAŞ TA MI !!!!!!

Cuma, Mayıs 05, 2023

KİRA FIRSATÇILIĞI

“Büyükşehirlerde kiraların ciddi manada yükseltildiğini görüyoruz, bu fırsatçılığa yasal düzenlemeyle izin vermeyeceğiz” diyor Muhterem… Katılmıyorsam ne olayım, var mı böyle bir fırsatçılık… Bir diğer muhterem de bize talimat bu yönde, kimse mahkemelere felan başvurmasın, dava talepleri ret edilecektir diye buyurmuştu bir vakitler. Tam teşekküllü milli ve yerli komedi diyeceğim lakin değil trajedi… Haa bunları hak etmiyor muyuz, ziyadesiyle hak ediyoruz… Hani “Vizontele” filminde dükkân sahibi Fikri rolündeki Cem Yılmaz’ın dükkânına geldiğinde, çırağından Deli Emin rolündeki Yılmaz Erdoğan’ın gelip radyo tamir bedeli karşılığı “Lacivert Ceketi” aldığını öğrenir öğrenmez, “Sen de buna inandın değil mi” deyip “Sen hele geç içeri geç” diye bağırarak sopayı kapıp içeriye “din iman mor mintan” tarzındaki hırsı ile dalmasından ders almaksızın her verilen fikri nasıl olsa beleş kabilinden olması hasebiyle doğru kabul edersek olacağı budur. “Gevrek kaç kuruş gevrek” sorusuna gevrek gevrek gülerek bakarsak, söylenecek ne kalıyor geriye…

Zaten bu yüzden bu fırsatçı ev sahiplerinin evlerine el konulmalı bence, 10 yılda kira geliri elde edenlerin götürü usulde vergilendiren bölümünde muafiyet %25'ten önce %20'ye bilahare de %15'e düşürülüp, vergi dilimleri üzerinde çaktırmadan oynamalarla mükâfatlandırıldıklarına şükretmeyip, sürekli zam yaptıkları için…

Oysaki Çimento fiyatları son 5 yılda hâlâ yerinde saymasına rağmen, İnşaat demiri fiyatları son 10 yıldır yerinde saymasına rağmen, hazır beton fiyatları son 15 yıldır hiç değişmemişken, akaryakıt fiyatları son 10 yıldır hiç değişmemiş ve iş makine kiraları da bağlı olarak artmamış olmasına rağmen, elektrik ve su fiyatları son 5 yıldır bırakın artmayı azalmış olmasına rağmen, elektrik kablo ve armatür fiyatları son 20 yıldır hiç artmamış iken, seramik fiyatları son 20 yıldır gerilemesine rağmen, kum-çakıl fiyatları bedava kabilinden dağıtılır iken, alçı fiyatları taaa Osmanlı’dan beri sabit iken, aliminyum fiyatları hiç artmamış iken, pvc fiyatları son 200 yılın en düşük halinde olmasına rağmen, cam fiyatları camın icadından bu yana sabit durmasına rağmen, ahşap fiyatları taa cilalı taş devrinden beri aynı olmasına rağmen, tuğla ve kiremit fiyatları taa Selçuklulardan beri hiç değişmemiş iken, hele arsa fiyatları ile ev fiyatları hiç değişmemiş iken esasen de inşaat m2 birim fiyatları son 20 yılda bırakın artışı azalmış iken, nereden çıkıyor bu ev sahiplerinin kiralara fahiş artış talepleri, ayıptır ayıp… Veriyorlar 3 kuruş ediniyorlar evleri sonra veriyorlar kiraya ohh, “on dönüm bostan yan gel Osman” kabilinden… Üstüne üstlük bir de her şeyi çok iyi biliyorlar, hemen diyorlar “Var mı Avrupa’da bu kadar ev sahibi”… Laf da güzel hani, subliminal mesaj kabilinden, bak biz tüm değerlerimizi ve birikimlerimizi kıyaslamayı da biliyor ve yapıyoruz… Yok, öyle işkembe-i kübradan atışlar…

Tabii ki, bu ev sahipleri “mazoşist” ya, para da çok bunlarda, alıyorlar evleri, veriyorlar kiraya… Yahu kardeşim, neden Canım Yurdumda insanlar ev satın almak için dipleri düşünceye kadar çaba gösterirler, diye soran yok kafa yoran yok… Kimse ev fiyatları nasıldır diye kafa yormaz… Ev fiyatları arş-ı ala’ya çıkmış kimsenin gıkı çıkmıyor, kira fiyatları artmış diye feryat-ı figan… Ev sahibi olmak bu kadar kolay ise herkes bu kolay yolu izlesin ev sahibi olsun diyen yok. Varsa yoksa güzelleme… Ver mehteri… Kira konusu gündeme gelince değme sosyalist inşaat yapmaya gelince değme kapitalist… Ne yazık ki ev sahibi olamayanlarda esasen kapitalistperver olmakla birlikte sosyalist inayet ve irade beklerler… Vay ki vay, bu kafaya…

Defalarca yazdım ve yazacağım da, “Sosyal Devlet” mi olunmak arzusu var… Kira bedellerine “narh” uygulayarak olmaz bu babayiğitlik… Öyle örgütsüz “ev sahiplerinin” üstüne de bu kadar davul ile zurna ile giderseniz, maazallah ya bunlarda örgütlenirse ne olacak sonra kiracıların hali… Bak yöntem gayet basit, öyle kafayı-kalçayı sağa sola sallamaya gerek yok… Öyle, Rock’n roll değil harbi zeybek gerek…  Hangi İi ve İlçede kaç kiracı var, kaç kiralık ev var, sen devletsin behemehâl ya satın alma yolu ya da inşa ederek o sayıda ev yapacaksın, vereceksin ihtiyaç sahiplerine, kâh beleş kâh çok cüzi rakamlar mukabili… Konu “tak” diye çözülecek… Hani, tıpkı et fiyatını düşürmek için ithalat yapılıyor ya, hani patates fiyatını düşürmek için ithalat yapılıyor ya, hani içeride bu zamları yapan üreticileri hizaya getirmek adına, tam da o fasıldan… Bak bakalım bu melun ev sahiplerinin burunları nasıl sürtülecek… Bakalım nereden bulacaklar kiracıyı da ev kiralayacaklar… Hemen müdahale, durmak yok… Hemen piyasaya, mode deyim ile oyun kurucu olarak orta sahadan dalacaksın… Yahu diyeceksiniz ki, kamu lojmanlarını yük görüp satanlardan çok fazla şey istemiyor musun? Valla istiyorum, ne yalan söyleyeyim…

Şimdi bu kadar “dalga dubara yeter” deyip konunun bam teline basalım… Esasen konu ve dert, ne kiracıları bu dertten kurtarmak, ne de ev sahiplerini kedere gark etmek… Laf olsun torba dolsun kabilinden somun pehlivanlığı… Canım Yurdumun ev stoklarını, ev sahibi sayısını, kiracı sayısını dolayısı ile ihtiyaç sahiplerinin miktarı ve yoğunluğu göz önüne alınınca kocaman bir oyun sahası açıyorsunuz kendinize… Ekonomik çalkantılar yaşanmaya başlayınca bu kabil “ev sahibi terbiyeciliğine” ilk soyunan, Canım Yurdumda, şimdilerde kimsenin paylaşamadığı, yere göğe sığdıramadığı Bülent Ecevit olmuştur. Hatta o kadar ki, sayın mezkur muhterem “trafik cezalarını bile konsolide bütçe kapsamına” ilk alan muhterem olarak kayıtlara geçmiştir… Bir başka büyüğümüzün cevabı ile ben de cevaplayayım bu kabil mütalaaları; “resultante importante”… Bakacağız… Göreceğiz… Sonuç olarak böyle konunun etrafında dolaşarak problem çözülmediği gibi daha da karmaşık hale getiriliyor mezkûr konular… Bilen de bildiğini zannederek konuşuyor, konuştukça da problem kronikleşiyor… Nedir bu Allah Aşkına, yıldık bu ev sahiplerinden, her şey gayet güzel giderken birden bu ev sahipleri çıkıyor ortaya al sana anarşi ve kaos…  Neden böyle oluyor gerçekten insanın aklı almıyor, bu nasıl bir fırsatçılık…

Evet, konunun aritmetik ifadelerine gelelim, gayri… Canım Yurdumun, yaklaşık 23.000.000 olan ev sayısının, yine yaklaşık 12.000.000’u kendi evinde oturuyor. Yaklaşık 11.000.000 hane kiralık evlerde ikamet ediyor bu sayının yaklaşık 6.000.000’u da kira ödemesi yapıyor… 2002’de ev sahipliği oranı %70’lerde iken 2022’de % 50’lere düşmüş ise ev sahibi olmanın ya da elindekini kaybetmenin büyüklüğü anlaşılır, öyle salma usulü ile “devşirme” bütçeleri yöneterek ev sahibi olmak kolay lakin alın teri ile olmak nedir, ancak bilen bilir… Bir başka deyişle evsizleşme oranı da son 15 yılda %18’lerden %26’ya yükselmiş, bunun gerekçeleri üzerine kafa yorması gerekenler “pansuman tedbirlerle” uğraşıyorlar… Yani ve özetle, yaklaşık 11.000.000 hanenin yakıcı sorunu üstünden oy devşirmek isteğidir tüm bu davranışların ardından sırıtan… Hem hani siz arz-talep dengesi gibi abuk subuk kurallarının alkışçısı idiniz bu serbest piyasanın… Ne oldu… Bu verileri nerden mi aldım, tabii ki TÜİK’ten… Aaa siz inanırsınız, inanmazsınız bilemem, o da sizin sorununuz gayri…

Peki, bu problemden hemen kurtulmak mümkün müdür, evet… Kiralık ev arayanların ihtiyacını, hani sosyal devlet gereği, gerek inşa gerekse de satın alma yolu ile karşılanması sürecinde, vereceksin ihtiyaç sahiplerinin kira bedellerini, alacaksın oyları, çözeceksin problemi… Lakin 5 maske dağıtılmasının sorun olduğu ortamda tabii ki bunların söyleniyor olması birer fantastik öge olmaktan öteye geçmiyor, geçemiyor. Allah size akıl, fikir ihsan ve irade eylesin demekten başka çare de kalmamış gibi… Gerçi minare merdivenlerine nohut atan çocuğun babasını esasen de anasını kurtarmasını da unutmuyoruz ama… Diyeceksiniz niye, işte öyle…


Cuma, Nisan 28, 2023

MECBURİYETİMİZİN MÜTECAVİZLERİ

 

Daha önce bu lafı sarf etme gerekçemi tafsilatı ile https://sosyalyasamdaalternatif.blogspot.com/2017/12/mecburiyetimize-kus-kondurmak.html adresindeki bir haftalık yazımda anlatmış idim… Ve öyle zannediyorum ki, her siyasi görüşten insanın bir şekilde yaşadığı bir duygudur. Yani ve anlaşılacağı üzere, Canım Yurdumda siyaset yapıcıların ve ikna olmaya dayalı onların noterliğini yapan halkımızın hal-i pür melali aynısıyla böyle vakidir. Aman aman, bu zinhar bir siyasi parti ile sınırlı tebarüz ettirme yazısıdır diye düşünülmesin… Maalesef, sol da ve sağ da hatta ve dahi altta ve üstte de durum böyledir. Peki, siyaset yapıcılar, “mobil fikriyatı” yani durumun icabı kabilinden “öyle de olur böyle de olur” umdesi mucibince hareket ederken tercih yapıcılar açısından durum nedir diye bakınca, maalesef pek farkı bulunmuyor. Canım Yurdumun insanının yarattığı, benim de çok sevdiğim ve sık kullandığım “söyleyen deli ise dinleyen akıllı olmalıdır” sözü bir türlü güzel bir söylem olmaktan öteye gidemiyor. Yani ve özetle, biz söyleyeni deli tayin ederiz de kendimizi bir türlü akıllı saflara geçiremeyiz.  Cem Karaca’nın çok ünlü “Namus belası” adlı parçasında belirttiği üzere, “toplasam o öğütleri burdan köye yol olur” derken öğütlerin çokluğunu ve yol göstericiliğini umde edinmekten bahisle ilerler iken birden vitesi boşa alıp “Hep bir hallı Turhallıyız yüzbin kere tövbe eder yine şarap içeriz” moduna geçer, aslına rücu eder ve umurumda mı dünya, nerde kalmıştık nidaları ile ilk öğrendiğimiz şeyleri yapmaya devam ederiz. İlk duyduğumuz, ilk öğrendiğimiz, ilk bildiğimizi zannettiğimiz ne ise asla ve kat’a değiştirmeden, onun peşinden gideriz… Bakın bakalım dünyaya ya da yakın çevrenize durum bundan farklı mıdır? İnsanın bireysel ve toplumsal tercih ve davranışları maalesef böyle şekillenmektedir.   Okuyanlar bileceklerdir, daha önceleri detaylarını  https://sosyalyasamdaalternatif.blogspot.com/2014/03/karar-kolay-degismez.html adresinde yazdığım “Karar kolay değişmez” başlıklı yazımda anlatmış idim.

Mezkûr yazıdan bir kesit; İnsan karar oluşturma sürecinde, ilk verdiği kararı tekzip etmeye yönelik ilave olarak kaç veri değişirse değişsin, asla değiştirmediğine tanık olunan bir konuda; semineri veren kişinin “bir şirkette bir bölüm şefinin iş akdinin feshi” üzerine, iş akdinin feshini gerçekleştiren yetkilinin kararını açıklayan ve;

Bölüm şefi, tüm uyarılara rağmen iş disiplinini bir türlü tesis edememiş olup birlikte çalıştığı kişilere liderlik yapamadığı, yapılan çalışmaların değerlendirmeleri sonucunda kendisinden beklenen performansı bir türlü gösteremediği tespit edildiğinden iş akdi feshedilmiştir” biçimiyle özeti verilebilecek uzun bir gerekçe yazısı okur.

Bilahare; saha mühendislerinden Genel Müdür Yardımcılarına kadar değişik yetkililerden oluşan 21 kişilik katılımcı grubundan, “a-karar doğru, b-karar yanlış ve c-çekimser” cevap şıklarından uygun görülen birini oylamalarını ister, cevaplar “a–17, b–1 ve c–3” şeklinde oluşur.

Çalışmanın ilerleyen bölümünde de; semineri veren kişi iş akdi fesh edilen bölüm şefinin birlikte çalıştığı personelden birkaç kişinin konuyla ilgili görüşünü aktaran;

Bölüm Şefimiz, son derece başarılı idi, mesai başlama saatinden önce mutlaka işinin başında olur, bir gün önceden yapılan günlük planın detaylarını bizler gelmeden bir kez daha gözden geçirir, bizler işe başlayınca güncellenmiş plan bilgisi, bizleri müşfik ve pozitif enerji dağıtan görünüşü ile işe dört elle sarılma konusunda teşvik ederdi. Bir önceki döneme göre bölümün üretimi artmış olmasına rağmen iş akdinin fesh edilmiş olmasını kesinlikle anlayamadık” biçiminde kaleme alınmış yazılı metinler okur ve yeniden aynı şıklar kapsamında bir oylama yapılır.

“a–17, b–3 ve c–1”

Semineri veren kişi; Şirketin ölçme, değerlendirme bölümünden gelen ve iş akdi fesh edilen kişinin bölümünü değerlendiren; mezkûr bölüm bir önceki döneme göre üretim performansını master planda %20 lik bir artış planlanmasına rağmen %35 lik bir artışla tamamlamıştır. Ayrıca bölümler arası ilişkilerde ve bilgi akışında bir önceki döneme göre ciddi bir hız ve kalite temin edilmiştir.” mealinde bir raporu okuyarak, aslında iş feshi kararını veren kişiyi tekzip eden bir tespit gerçekleştirir. Yine bir ara oylama; sonuç;

“a–17, b–3 ve c–1”

Semineri veren kişi; iş akdi fesh edilen bölüm şefinin işe alınmasında aracılık yapan insan kaynakları şirketinin mezkûr kişi ile ilgili işe alınması aşamasında hazırladığı sunumu da; “münhal kadro için yapılan başvuruların değerlendirilmesi sırasında tarafınızca verilen tüm kriterler açısından bakıldığında en uygun başvurunun bu olduğu kanaatindeyiz. Geçmiş çalışmalarının performans değerlendirmeleri ile başarılı plan uygulamalarının ve iş disiplininin gereklerine göre sıralamada en önde değerlendirilmesi gerekmektedir” gibi bir özeti içermektedir. Yine bir ara oylama; sonuç;

“a–17, b–3 ve c–1”

Görüldüğü üzere, yer ve fikir değiştirme %10 düzeyinde ve etki alanı dar bir bölgede oluyor ve sabitleniyor, sonuçta da “değişmeyen yegâne şey” fikren değişmemektir, değişememektir.

Hani bir de bizde yaygın olan bir söz vardır, yeni geline atfen söylenen, “hem ağlarım hem giderim”, durum aynıyla vaki… Gidiyorum diye ağlıyorum numarasıyla esasen gittiğine sevinme hali… Noter vazifesi yapan halklar tarafından, “kararlar” yaşanılan hayatı gözleyerek verilmiş olsa idi, dünyamız bu hallere asla ve kat’a gelmezdi fikrine canı gönülden katılıyorum. Aksi takdirde İsmet İnönü’yü kast ederek “bu zat, askerlik yapmaktan bile imtina etmiştir” sözü ile 10 Kasım’ın “hayvanları koruma günü” ilan edilmesi asla unutulmaz olurdu… Dünyayı kana bulayan Naziler ve faşistler asla destekçi bulamazlar idi, değil mi? Bunlar gerçekleştiğine göre rahatlıkla söyleyebiliriz ki; “insanlar ilk öğrendikleri ile tercih yapmayı asla terk etmiyorlar”… Unutanlar çoğunluk netekim…

Şimdi yine bir seçim dönemi; birkaç dönemdir yaptığım üzere, hep bir bahanesi bulunarak ön seçimsiz bize dayatılan “kim seçilmeli” tercihinden ziyade “kim seçilmemeli” sıralaması yapacağım ve listenin en sonundakine “mecburiyetimize kuş kondurulması” gönül rahatlığı ya da rahatsızlığı ile oyumu vereceğim. Diğer taraftan da seçilenlerde seçilemeyenlerde de aynı kelam dile pelesenk olacak, “Aziz Milletimiz bize bu mesajı verdi”, oysa Milletin bir mesajı yok ki versin demeyecek kimse… Her şey kaldığı yerden devam, belki sazlar ve sazendeler değişecek, hepsi o kadar…

Son söz; Emma Goldman’dan olsun “Oy vermek bir şeyleri değiştirseydi yasaklanırdı.” dese de, siz yine de oy verin derim…

Cumartesi, Nisan 22, 2023

KAHROLSUN SAVAŞ


Adı bile okumak için insana heyecan yükleyen, değerli büyüğümüz gazeteci, yazar ve şair Yaşar Aksoy abimizin, “Barış yolunda emeklerimiz helal olsun” notu ile adıma imzalayıp lütfedip hediye ettiği kıymetli kitabını okuyorum. “Abdi İpekçi Dostluk ve Barış Ödülü” kurucusu Andreas Politakis’in hayatı, hayali ve realize ettikleri ile başlanan günlük ve dizi yazılar, konferanslar ve araştırmalar şeklinde farklı tarihlerde kaleme alınmış yazılar toplu geçidi… 80’li yılların ortaları ile 90’lı yılların sonu arasındaki süreçte kaleme alınmış yazılar, varsa yoksa “barışa atıf”, “savaşa lanet” merkezinde konular adeta ansiklopedik tarzda bir araya getirilmiş. Kitabın kapak düzenlemesinde, büyük edebiyatçı Yunanlı yazar Dido Sotiriyu’nun bir resminin de kullanılmış olması eseri daha da anlamlı ve değerli kılıyor, benim için… Bu değerli yazarın “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” adını taşıyan ve 80’li yılların başında okuduğum ve çok etkilendiğim mezkûr eser için kitabın içinde müstesna atıflar ve değinmeler de bulunmaktadır. Kitabın 12 Eylül döneminde yasaklanmış olması ise özgürlükler tarihindeki yerini koca bir kara leke olarak almıştır. Kitap esasen suyun iki yakasındaki halkların kardeşliğine katkı sunacak düzeyde lakin sorgulayıcı ve tespit edici hepsinden önemlisi tarihsel gerçeklere dokunucu bir tarzda kaleme alındığından olsa gerek 12 Eylül’ün gazabına uğramıştır. Osmanlı döneminde “Kırkıca” bilahare kısa bir dönem “Çirkince” nihayetinde de “Şirince” adı ile maruf İzmir’in Selçuk ilçesine bağlı köyün yerlilerinden Manoli Aksiyotin ve ailesi üzerinden hareketle Anadolu’daki sosyolojik durum tespitini ve toplumsal dönüşümü lakin ve esasen de Osmanlı’nın büyük ricatı ile başlayan, Cumhuriyetin 9 Eylül 1922 ile nihayetlenen zaferini emperyalizmin süngüsü rolündeki Yunanistan’ın ise tarihlerine “Küçük Asya Felaketi” olarak kayıt edilen hüsranı arasındaki yaklaşık 15-20 yıllık sürecin fulu bir röntgeni niteliğindedir. 

“Smyrni mana regete” başlıklı yazıda Yaşar Aksoy abimiz “Ve Küçük Asya seferi 9 Eylül 1922’de Türk ordusunun İzmir’e girmesiyle sonuçlanır. Bu iki tarih arasında işgal vardır, acı vardır, kan ve gözyaşı vardır. Bozgun vardır, denize dökülmek vardır, önce birisi için işgal, öteki için “gurur”, ama sonra, birisi için “bağımsızlık”, öteki için “felaket” vardır, “katliam” vardır ve “yangın” vardır.”

“Sonra en acısı göçmenlik vardır, daha acısı sığınılan Yunanistan’da “ikinci sınıf çingene muamelesi” görerek acılar içinde bir kez daha kıvranmak vardır. “Anadolu bozgunun yaratıcıları, yani kral Konstantin’in hempaları Gounaris, Stratos, Propatakis, Baltazzis, Theotakis, Hacıanesti gibi savaş aygıtları, 28 Kasım 1922 günü Atina'da savaş divanı tarafından “vatana ihanet”ten ölüm cezasına çarptırılıp bu hükümler yağmur altında sabaha karşı icra edilirken, kimse bozgunun en büyük sillesini yiyen garip Anadolu göçmenlerine “kusura bakmayın” veya “affedin” demeyecektir” diye sürecin kısa, hüzünlü ve ağır sonuçları olan tespitini yapar.

Sonraları Emperyal batının koçbaşı Faşist Almanya ve önderi Hitler’in ordularının Yunanistan’ı işgali üzerine direnişe geçenleri ise; “önce bu “Anadolu göçmenleri” ayaklanır. İtalyan faşistlerine ve Alman nazileri’ne karşı dağlarda ve kentlerde çarpışan ELAS’ın ön saflarında hep Anadolu göçmenlerinin çocukları vardır, sonra İç Savaş’ta solun ileri safında çarpışırlar.

Onlar İzmirlidirler, Ayvalıklı, Aydınlı, Manisalı, Muğlalı, Foçalı, Menemenli, Karamanlıdırlar… Ölüm, sürgün, savaş ve direniş bu halkın alınyazısıdır sanki…

Belki bu yüzden “Rembetiko”lar hüzün yüklüdür. Ağlar bu şarkılar, ağlar şarkıcılar, ağlar dinleyenler…

İmbat özlemiyle, bardacık ve pilakiyle, kahvelerde ortaklaşa nargile içerek pişpirik oynamanın ve Türk komşularla birlikte balık ağlarını çekmenin zevki yoktur artık… Ama özlemi vardır, ince ince süzülen gözyaşlarında…

Artık Pire limanının izbelerinde, Atina’nın Nea Smyrna semtinde, Yeni Foça’da, Yeni Menemen gibi kasabalarda, Selanik’in varoşlarında Anadolu özlemiyle iç çekerek çocuklarını yetiştireceklerdi. 1922 Eylül ayında aç, perişan dökülmüşlerdi binlerce yaralı kuş gibi Pire limanına… Hiçbir zaman da “Anadolu bozgunu”nun gerçek hesabını soramadılar Yunanlı egemenlerden… Çünkü hemen ardından, boynu bükük ekmek kavgasına kapılacaklardı. Anadolu’da “Rum gavuru” diye horlanırlardı, burada ise “Türkopol” (Türk tohumu) olarak itilip kakıldılar.

Acı bir filmdir, Manoliniler’in, Didolar’ın öyküsü…

Emperyalizm halkları birbirleriyle savaştırmış, işgalleri başlatmış, orduları kapıştırmış sonra karşılarına geçip keyifle izlemiştir.

İzmir yanarken, denize atlayıp batılı zengin ulusların gemilerine çıkmak isteyen İzmirli Rumların güverteye uzanan bileklerinin İngiliz ve Fransız kılıçlarıyla kesildiği birçok hatıratta yazılıdır.

O esnada İzmir yanmaktadır.

Ve eli, bileği kesilen bir halkın kanlı dudaklarından şöyle bir inilti yükselir dumanla kaplı simsiyah göğe:

“Smyrni mana regete” (İzmir yanıyor anam).

Yanan sadece İzmir midir? Sadece İzmir olsa geri getirmek çok zor olsa da telafi edilebilir lakin yanan komşuluk, dostluk, kardeşlik ve hemşehriliktir gayri asla ve kat’a geri gelmez, gelmeyecektir de… Sürekli olarak emperyalizmin suflesi, stratejisi ve planları dâhilinde ve dahi delaletiyle yerel iktidar tayinleri neticesinde bu nazik alan sürekli kaşınıp, sürekli ve kesintisiz kriz ya da savaş gerginliği yaşanacaktır, artık. Karşılıklı “bir gece ansızın gelebilirim” nidaları atılan Ege Denizi de artık bıkmış vaziyette bu teyakkuz, bu tevettür, bu tevekkül vaziyetinden lakin sonuç şimdiye kadar değişmemiştir.

Yaşar Aksoy abimiz; Ege Denizinin bir barış denizi olabilmesi adına her daim çaba göstermiş ve göstermeye de devam eden birisi olarak, emperyalizmin sürekli canlı ve sıcak tutmaya çalıştığı savaş gerginliği karşısında “tüm bu çağdışı düşünenleri aza indirip, iki güzel halkı, birbirinden şüphelenmeden ve ürkmeden gerçek barışa götürmek zorundayız” diyerek Dido Sotiriyu’nun, Theodorakis’in, Faranduru’nin, Livaneli’nin, Ekrem Akurgal’ın izinden gidilmesi gerektiğini kitap boyunca vurgulayarak kendi ifadesi ile barış duvarına bir tuğla da kendisi koymaya çalışmıştır ve tam da bu yüzden kitabına “Kato Polemos!.. Kahrolsun Savaş” adını vermiştir.

 

Cumartesi, Nisan 15, 2023

GÖRMEK İSTERSEN DENİZİ

 “Görmek istersen denizi

Yukarıya çevir yüzü

Deniz gibidir gökyüzü

Aldırma gönül aldırma”

Yukarıdaki dizeler Canım yurdumuzun yüz akı insanlarından biri Sabahattin Ali’nin “Aldırma gönül aldırma” şiirine aittir. Sinop’a yol düşürdüm bir vade önce, şehrin kendisinin ve tarihinin önüne geçen “Cezaevi” ilk ziyaret edilecek yerlerdendir, şüphesiz. Bilindiği üzere, “Stalin'e gönderdiği dilekçe ile Sovyet vatandaşlığına kabul edilmesini istemiştir. Kendisi, Bulgaristan sınırından, “usulü dairesinde ve kimseye gösterilmeden” sınır dışı edilecektir.” şeklinde tanzim edilmiş bir mektup ile tesellüm ve bilahare de usulü dairesince “hayat dışı” edilmiş olan, Türkçe’nin mükemmel kullanıcısı büyük usta Büyük Yazar ve Şair Sabahattin Ali’nin bu hazin hikâyesini 12 Eylül’ün güçlü generali Nevzat Bölügiray’ın “Geçmişten Geleceğe” adlı kitabındaki anılarında anlattığını daha önce de yazmış idim. Ki; Büyük Yazar ve Şair, Sinop Cezaevinin çok önemli “konuklarından” biridir. Sabahattin Ali; mezkûr şiirinde cezaevinin duvarlarını döven Karadeniz dalgalarının azamet ve ceharetini ise, “dışarıda deli dalgalar, gelir duvarları yalar” diye aktarır ve bu kadar yakın iken denizi görememenin özlemini yerine gökyüzünü ikame ederek çözmeyi önerir.

Evet, Sinop Cezaevi bugün artık müzedir ve müzenin duvarları Büyük Şairin şiirleri ile donatılmış vaziyettedir. Bu yazıyı 2 Nisan’da yazmaya çalışıyorum, Sabahattin Ali’nin doğum gününde yani. Lakin ne zaman biter ve yayınlayabilirim bilemiyorum. Bu güne yetiştiremediğim için Şairin ruhu ve tarih beni affetsin…

“Duvar” adlı öyküsünde “Uzun zamanlar deniz kenarında ve surlar içindeki bir hapishanede kaldım. Kalın duvarlara vuran suların sesi taş odalarda çınlar ve uzak yolculuklara çağırırdı. Tüylerinden sular damlayarak surların arkasından yükseliveren deniz kuşları demir parmaklıklara hayretle gözlerini kırparak bakarlar ve hemen uzaklaşırlardı.” şeklinde mükemmel bir girişle anlattığı tarihi Sinop Kalesi’ni ve Cezaevini geziyoruz, ibretle. Aslında burası şimdilerde cezaevi olarak anılmakta ise de ciddi kaynaklarda ve halk dilinde ve de özellikle yazmayı enternasyonal düzeyde becerenlerin dilinde “zindan” olmanın ötesine geçememiştir. Müzeye tahvil düzenlemesi def’i bela kabilinden, gelene de hoş zaman geçirme alanı olarak gerçekleşmiş gibi, zindan sertliğine turizm yumuşaklığı katma becerisi yüksek kaçmış… Oysaki Evliya Çelebi Seyahatnamesinde; “Büyük ve korkunç bir kaledir. 300 demir kapısı, dev gibi gardiyanları, kolları demir parmaklıklara bağlı ve her birinin bıyığından 10 adam asılır nice azılı mahkûmları vardır. Burçlarında gardiyanlar ejderha gibi dolaşır. Tanrı korusun, oradan mahkûm kaçırtmak değil, kuş bile uçurtmazlar” diye yazarak zindan’ın geçmişini çok daha eskilere taşımaktadır.

Müze olarak kullanılmaya başlanmıştır, dedim ya. Evlere şenlik, zannedersiniz ki, oraya konulan insanlar günün şart ve icapları dairesinde son derece ehven mekânda ehven bir hayat sürdürmüşler. Sabahattin Ali’nin kaldığı “koğuş” güzel bir ahşap sehpa, bir aynalı ve çekmeceli dolap duvarda da asılı “bağlaması” ile döşenmiş, hatta zaman zaman gelme ihtimali bulunan misafiri için bir yedek yer yatağı bile düşünülmüş, inanılır gibi değil. Tüm bunları düşünen kafa Şair ve Yazar için bir çalışma masası akıl edememiş… Bir çalışma masası ve yere duvardan duvara bir halı olsa, emin olun ki dönemin Hilton’u… Daha düne kadar Anadolu’nun bir sürü kentinde Başbakanların bile kaldığı otelleri bilen biri olarak söylüyorum hatta iddia ediyorum, kıyaslanınca Hilton’un bile Avrupalısı demek lazım gelir. Benzer yanlış uygulamalar “Ankara Ulucanlar Cezaevi” için de söylenebilir. İnsanın böyle yapacaksanız yapmayın diyesi geliyor. Allah muhafaza insanlar bende bu lüks ortamdan faydalanayım bari diyebilirler… Oysa oraları, “kurdun kuzuya boğdurulduğu yerler” olarak müseccel markalardır.

Yenilerde okuduğum “Bir Dinozorun Gezileri” adlı kitabında, Yazar Mina Urgan San Francisco gezisinde dünyaca meşhur ve kaçılamaz diye adlandırılan cezaevi “Alcatraz’ı” gezerken ne kadar çok hüzünlendiğini anlatıyor… Ben de “Anadolu’nun Alcatraz’ı” diye adlandırılan Sinop Cezaevini gezerken benzer hüzünlere kapılmış idim. Esasen, hapishaneler benim zihnimde, hep özgürlüğü elinden alınmış insanların hoyratça ezildikleri ve serbest kaldıklarında ise artık tabirimi mazur görün posası çıkarılmış vaziyete getirildikleri mekânlar olarak canlanır. Her şeye rağmen kişiliksizleştirilemeyenler olmuş mudur, evet, bunların başında da “Devrimciler” gelir. Gardiyandan tahvilen infaz koruma memurları haline dönüştürülse de mesleki unvanları, bizatihi insanların kendileri değişmedikçe bu durumun da korunacağını görüyorum. Esasen adı üstünde “cezaevi” mealen de cezalandırma alanı, daha ne olsun ki… Bir de enteresan bir şey var, eskiden yönetimler, kolay geldiği için mi, yüksek güvenlikli olduğu için midir bilemem, kaleleri, hisarları, hisar kulelerini hep cezaevi olarak kullanmayı tercih etmiş. Mesela, Selanik’teki “Beyaz Kuleyi” de gezer iken aynı amaçla kullanılmış olarak görünce aynı duygulara kapılmış idim.

Terbiye ediyoruz numarası ile davrananlara bakınca ne manada kullanıldığını anlıyorsun yoksa bizim standart “Talim ve Terbiye” sözünden anlaşılacak olanın anlaşılması ne yaparsan yap imkânsız. Öyle “mahkûm’u” tutuklu ya da hükümlüye, “Mapushaneyi” cezaevine, “Gardiyan’ı” infaz memuruna, “kalebentliği” sürgüne, tahvil etmekle bu işler olabilse idi, şimdiye kadar olurdu… Olmadı ise tam da bu yüzden olmadı ve de olamaz… İzleyin; Uruguay eski devlet başkanı Jose Mujika’nın hapis yıllarının filmleştirildiği gerçek olaylara dayalı “A twelve year night” filmini bakın dediklerimin eksiği var fazlası yok, göreceksiniz… Sonradan özür dilense de böyle bir film çekilmiş olmasına yönelik, izleyin “Geceyarısı ekspresi” filmini, göreceksiniz, neler eksik neler fazla… İzleyin İrlanda’da yaşananların gerçek olaylara dayalı “hungry” filmini göreceksiniz, neler yaşanıyor Enternasyonal düzeyde de… Lakin bilinen o ki cezaevleri uygulamaları da ABD’nin pentagon marifeti ile dünya tedrisatının bir cüzü lüzumu ve durumundadır.  Filmleştirilir iken abartmalar, azaltmalar ya da kısaltmalar yapılıyor mu, şüphesiz evet… Orada yaşanmış 12 yılı, zulüm yılını, 2 saate indirmenin başka yolu da yoktur ki… Mapushane öyle bir yerdir ki, sadece havalandırma saatlerinde olmak kaydı ile gökyüzünü görmek için başı yukarıya çevirmek gerekir. O da koğuşta iseniz eğer hücrede iseniz de uyuyabilirseniz rüyanızda görürsünüz… Dışarıda ise ufka bakmak yeterlidir…

Sonuçta, eziyorlar, işkence ediyorlar, dövüyorlar, sövüyorlar, hülasa kişiliksizleştirmek adına şeytanın bile aklına gelmez uygulamalar yapıyorlar ama “Allah var” nefes almak düzeyinde de olsa hayata devam etmene izin veriyorlar… Maazallah, “ya bu cezaevleri de artık bütçeye çok yük oluyor, masrafları karşılamak imkânsız” mütalaası ile “zaten bunlar suçlu, ne yaparsak yapalım düzelmezler” kararı mucibince yakaladıkları yerde infaz etseler, nasıl olur. Gerçi böyle davranıldığına dair dünya genelinde haddinden fazla örnek bulunmaktadır. Bir anda adalet bakanlığı ve tüm organlarına ihtiyaç kalmaz…

Cumartesi, Nisan 08, 2023

ÇEŞME’DE ORTAOKUL YILLARIMIZ

Çeşmelilerin hatıralarında çok önemli bir yer tutar, Çeşme Kelami ve Sıdıka Ertan Ortaokulu… Evrimi, gelişimi, öğretmenleri, kütüphanesi, spor salonu ve barakalardaki el işi atölyeleri ile hatırladıkça müthiş keyif aldığım ve nadiren de bazı yaşanmışlıklardan ötürü öfkelendiğim zamanlarım oluyor şüphesiz… Yokluklar ve yoksunluklar içinde bir fiziki çevre lakin olabildiğince öğrenmeye ve öğretmeye odaklanmış bir yönetim ve öğrenciler zaman zaman da eğitim ve öğretim anlayışı “dayak cennetten çıkmadır” anlayışına istinaden yaşanan abukluklar, tekmili birden lakin yine de toplamda güzel günler, en azından bugünlerden o günlere bakınca… “Dayak cennetten çıkmadır” fikriyatının önemli temsilcileri benim dönemim itibari ile şüphesiz, Kostarika lakaplı müdür muavini ve coğrafya öğretmeni Ahmet Uğur, Çapik lakaplı beden eğitimi öğretmeni Zekeriya Örnek, lakabını hatırlamadığım ordudan tasfiye matematik öğretmeni Ali İhsan (soyadını hatırlayamadım ama üzgün değilim) isimli öğretmenler idi. Mezkûr lakapların verilmesi ile ilgili herhangi bir dahlim zinhar yoktur mezkûr öğretmenler kendi çabaları ile edinmiş olmalılar. Bunlar için öğrenci dövmek için sebep aramaya ihtiyaç olmaz idi, yerli yersiz ve hepsinden önemlisi orantısız cezalandırma fikriyatı… Diğer öğretmenler de cezalandırma yöntemlerine başvururlardı lakin ders vermeye ve tekrarlanmamasına yönelik olmak üzere ve kontrollü ve de ölçülü ve orantılı… Örneğin Ahmet Uğur hafta sonları bisikletine biner sokak aralarında top oynayanları takip ve tespit eder ve pazartesi “yer misin yemez misin faslından” kendisi ile özdeşleşmiş tahta cetveli ile başta el parmakları kırılacak şekilde, mum endüstrisi, taaa “eşek sudan gelene kadar”… Bu üç öğretmenin öğretmenlik dışı davranışı yüzünden okuldan atılan ya da okuldan ayrılmak zorunda kalan onlarca öğrenci sayabilirim… Öğretme çabası gösteren diğer öğretmenlere olan tüm saygı ve sevgimizi mezkûr öğretmenlere de esirgemeden vermek isterdim lakin zor, vermek isteyenlere de zinhar itiraz etmem, takdir kendilerinin… Neyse bu abukluklar dışında hatırlayacağımız “çok güzel hareketlerde” gördük, şüphesiz ki çok şükür…

Geçenlerde Ovacık Köyümüzden (şimdiki statüsü Mahalle) değerli Öğretmen Ahmet Akgül ile hatıraları ve bir kısmını yazıya döktüğü kitabı üzerine, Yeni Çeşme Gazetemize yaptığı ziyaret esnasında muhabbet ederken zaman zaman gerilere mezkûr senelere “flashback” kabilinden gittim… Babamın Ortaokul için İzmir’e gittiğini dinlemiştim birkaç kez, ne zorluklar, ne yokluklar, ne çileler yaşanarak tahsile adanan hayatlar… Tabii ki, dönem itibari ile sadece merkezde 5 köylerde ise 3 yıllık ilkokul var, ortaokul ise yok ve ortaokula gitmek isteyen herkes İzmir’e gitmek zorunda…

Sıkıntının büyüklüğü karşısında “eğitime gönül vermiş eşraftan” Vafir Ertan oğulları Kelami, Muammer, Rıdvan ve Rıza Ertan önderliğinde, bugün Çeşme Sahilde bulunan “Kız Sanat Mektebi” yerinde bulunan iki katlı ahşap kâgir bina Milli Eğitim Bakanlığına bağışlanır. Yıllar içinde, birinci sınıf ihdası ile başlayan ortaokul diğer sınıflarında ikmal edilmesi ile döneme uygun teşekküllü hale gelir. Bağıştan ötürü de okulun adı “Ertan Ortaokulu” olarak kayıtlara geçer. Zaman içerisinde kurulan ve gelişen “Ortaokul Yaptırma Derneği“ tarafından daha uygun ve yeterli bir okul arayışı başlar. 

Bugün üzerinde lise binasının da bulunduğu arazi satın alma yolu ile edinilmiş olup Milli Eğitim Bakanlığının aynı dönemde temin ettiği 2 adet barakanın mezkûr araziye tesis edilmesi ile de 2 yıl sürecek öğretim süreci barakalarda sürdürülmüştür. Asıl binanın bilahare inşa edilmesini müteakip de barakalar atölye ve işlik olarak kullanılmaya devam etmiştir. Ana binanın tamamlanmasını müteakip 1965 yılından itibaren de Ortaokulumuz “Ertan Ortaokulu” adı ile işlevine uzun yıllar devam etmiştir.

Ortaokul döneminde sınıf arkadaşım maalesef şimdilerde aramızda olamayan Sadık Gören ile “Okul Spor Kolu Yönetiminde” bulunmamız hasebi ile spor salonu içindeki spor malzemeleri odasının anahtarı tek bizde bulunurdu. Gerçi sporun hiçbir dalında hiçbir başarısı daha da önemlisi ciddi hiç bir çabası da olmayan biri olarak niye orada idim şimdilerde hatırlamıyorum. Mezkûr odanın dili olsa da, kaykıla kaykıla rahat rahat nasıl sigara içtiğimizi anlatsa, düşünün sadece sizin tasarruf kullandığınız bir oda var okulun en korunaklı bölgesinde ve sigara içiyorsunuz. Mezkûr dönem okulların temsiliyete haiz sportif faaliyet yürütenlerin spor kıyafet ve malzemelerini temin ve tahsis ettiği bir dönemdir. Benim de herhangi bir faaliyetim olmamasına rağmen envanterde kayıtlı “converse” ayakkabıları azıcık da olsa giymek gibi bir keyfim vardı, nedendir bilmiyorum.

Spor salonunda hatırladığım yine bir mavi renkli yer minderi ve bir de atlama kasası vardı. Şüphesiz “sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” fikrinin tezahürüdür bu spor yapma aşkı ve spor aletleri tercihleri. Beden eğitimi dersi her daim kısa bir düz koşu ve minder üstünde 2 adet düz takla atarak başlar ve diğerleri ile devam ederdi. Minderde bir gün yılan çıktı, Ali Bahar arkadaşımız yılanı tuttu kuyruğundan salladı ve attı bizler kâh donmuş kâh korkmuş yüz ifadeleri ile bakakalmış idik.

Yine hatırladığım çok hararetli masa tenisi (Pinpon) maçlarının yapıldığıdır. Okulun sahip olduğu tek pinpon masasında öğlen aralarında sınıf arkadaşım Veliddin Yıldırım ile Haydar Cihangir öğretmenin karşılaşmalarını büyük bir hayranlıkla izlerdik. Veliddin o kısa boyuna rağmen müthiş çevikliği ve çabukluğu ile çok başarılı idi. Haydar Öğretmen ise klasik raket tutuşun dışında değişik raket tutuşu ile halen hatırımdadır.

Bir taraftan öğrencilere “sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” diye öğretmeye çalışacaksın diğer taraftan da top oynuyorlar diye döveceksin. Mesela Ahmet Uğur top oynayanlara karşı tam bir dayakçı iken belki de eşek sudan gelene kadar dövdüğü öğrenciler ile voleybol oynayacak, spor eğitimi öğretmeni olup hiçbir oyunda rol almayacaksın tıpkı Zekeriya Örnek gibi… O yıllarda Canım Yurdumda adı yeni yeni dillendirilen yeni bir spor dalı daha vardı, handball… Okulun hemen yanında, tüm Belediye Başkan adaylarının ama otopark ama pazaryeri ama çok katlı ve çok amaçlı yapı yapmak için göz diktiği, Çeşme’nin bir diğer karakter yapısı adeta gözbebeği olan “Şehir Stadı” bulunmaktadır. Spor Eğitim Öğretmeni Zekeriya Örnek mezkûr sahada hem de tam saha hatta aynı futbol kalelerini kullanmak suretiyle üstelik de voleybol topu ile bizlere “Handball” oynatmaya da çok çabalamıştı. Kendi bilmiyor lakin biliyormuş pozları ile kafasındaki kurallara göre şimdilerde detaylarını hatırlamadığım bir şekilde bir süre devam ettirildi. Lakin esas fecaat ise “futbol” düşmanlığı idi basketbol var, voleybol var, handball var, masa tenisi var lakin futbol zinhar yasak… Bugün bile hala bu yasakçı kafanın lehine olabilecek bir izahat bulmaya çalışıyorum lakin ve maalesef yok… Tek gerekçe kalıyor geriye o da olsa olsa yöntemi ile gelebildiğim; “şeytan oyunu futbol, Hz. İbrahim’in kafasını kesmek ve top olarak kullanmak suretiyle kefere takımının aktivitesidir”. Gerçi öğretmenlerin bize bu manada çaktırdığı herhangi bir şey de yok idi, ama…


Perşembe, Mart 30, 2023

KÖSTE

 

Şehir, köy, mahalle, sokak ve cadde isimleri neden değiştirilir, ne menem bir iştir bunu bir türlü anlayamam… Şüphesiz yetki sahiplerinin bir muradı ve meramı vardır bu kabil yetki kullanımlarından.

Şimdi şöyle düşünelim, bir “yerleşim yeri” kuruluyor yüzlerce yıl önce burası sadece bir mimari öge iken onu kuran yaşatan ve parçalarını tanımlayan ve tamamlayan “yerin” coğrafik, topoğrafik doğal halinin esas belirleyici olması yanında, eklenen her yapı ve imalat kısacası her öge kimlik ve ruh oluşumda son derece tesir edicidir lakin illaki “insan” olmazsa olmazdır. İnsan, orayı isimlendirir, orayı korur ve geliştirir, değerini artırır, hülasa tüm mezkûr fiziksel mekânlar insanın izafi tarifi ile karakterize edilir. Coğrafyanın insanı şekillendirdiği kadar insanın da doğa üzerindeki tesirleri yadsınamaz. Bu karşılıklılığın dengesi içerisinde “mekânlar” oluşur ve “kentlere” dönüşür.  Bu tasarım, gelişim ve dönüşüm süreçlerinde kentsel kimlik ve nihayetinde de insanlar açısından oluşan en önemli insani miras kabul edilebilecek “anılar” buradan da toplumsal hafıza oluşur, tüm bu toplumsal hafızaların kayıtlı kuyutlu bilgiler, çizimler, master ve kati planlar, vakalar ve doğal hareketler olarak kayıt altına alınması da tarihi oluşturur ve ceman kent kimliği ve kültürü denilen “kentsel hafıza” ortaya çıkar. Bu bütüncül tanımlamanın her bir nüvesi “mütemmim cüz” kabul edilerek itina ile kullanılmalı ve korunmalıdır, bana göre…

Esasen, değişikliklerin bugün bu yoğunluk ile karşımıza çıkması ya da hayatımıza dayatılması yetki sahiplerinin ne kadar tavizsiz, katı ve hoşgörüsüz bir değerlendirme yaptığı ile ilgilidir, bana göre… “Yetki bende” çocukluğu ile kentsel objeler yıkılabiliyor ya da yer değiştirebiliyor, sokak isimleri değiştirilebiliyor, sokakları genişletiyorum numarası ile korunması gereken sınıflandırma ve derecelendirmeden azade tutulan ögeler külliyen yok ediliyor, yapıların çok uzun yıllara dayalı kullanım özellikleri değiştiriliyor ya da külliyen iptal ediliyor, bu listeyi bu manada uzatmak mümkün lakin tek mümkün olmayan muktedirlerin değişmezliğinin tespitidir. Kabiliyet ve mahareti “tükürürüm böyle sanatın içine” cehaletini, rezaletini, hoyratlığını ve nobranlığını aşamayınca kendisinden önce tercihi yapılmış hiçbir şeyin önemi kalmamaktadır, katli vaciptir, yıkın yakın gitsin… Belki de tıpkı gâvurdan ele geçirilen kentlerin 3 gün, 5 gün yağmaya bırakılması zihinsel alt yapısı ile bakılmakta tüm bunlara, netice-i kebir… 

Bugünlerde okuduğum “Bir Dinozorun Gezileri” kitabında Bodrum’daki Müskebi, Kefaluka, Farilya, Salmakiz adlarının terk edilip yerine Ortakent, Akyarlar, Gündoğan, Bardakçı adlarının verilmesine denk gelince hüzünlendim… Bu değişikliği önerenler ve gerçekleştirenlerin başı göğe ermiştir gayri… Tıpkı, ne çağrıştırdığından ziyade, kentsel kimliğinin “Cumaovası” olmasından ötürü bildiğimiz kentin bir gecede “Menderes”e dönüştürülmesi, üstelikte “Cuma’yı” kutsallayan bir zihniyetin temsilcisi muhterem tarafından bir anda gerçekleşmiş olmasından ötürü hüzünlendiğim gibi. Dini bütün bir zat olduğunu sabah-akşam bulduğu her fırsatta adeta kafamıza vurarak beyan edip Osmanlı’nın çok önemli bir savaşı öncesi yerel orduların merkez ordusu ile buluşup hareket öncesi hep beraber “Cuma namazı” eda ettikleri yer manasında bilinen yeri, ne sabık başbakan ne de coğrafi manadaki Menderes ile hiçbir alakası olmamasına rağmen aynen ve hemen dönüştürüverdiler… Benim bugün eski havasından, görüntüsünden ve estetik zenginliğinden çok uzaklarda olan ve şu anda yaşadığım sokak, ahir ömrümde; Sü El Maksud Efendioğlu Sokağı, Nazmi Keskin Sokağı, Şehit Teğmen Ali Rıza Sağırbay Cad., 1034 sokak vs. vs. gibi bir dolu isim ve numarayla anıldı, ama benim gönlümde hala kendisi ile ilgili kısıtlı bilgilere sahip olmama rağmen burayı yansıtan en güzel ve dolu görünen isim ise; Sü El Maksud Efendioğlu Sokağı’dır. Üstelik sokağa ismi verilen kaymakamı ne tanırım, ne de akrabalığım vardır, adamcağız burada görev yapmış ve görevi döneminde bir trafik kazasında vefat etmiş nihayetinde adı sokağa verilmiş, hepsi bu… Mesele bundan ibaret…

Suudi Arabistan da çalıştığım dönemde gözlemlemiş idim, Cidde ve Riyad gibi büyük ve önemli kentler dışında adresleme yapılmadığına... Kimliksiz ve kişiliksiz meydanlar, caddeler, sokaklar ve evler… Esasen mimari de buradan nasiplenmiş farklılıkları bile anlaşılamaz durumda güdükleşmiş ve tekleşmiş vaziyette donmuş kalmış, bana göre… Suud’lara göre ise ben doğru düşünmüyordum, takdir kendilerinin şüphesiz lakin ben hala aynı şekilde düşünmeye devam ediyorum… Biliyorum ve inanıyorum ki; isimlerin, cisimler üzerinden algı ve imge yaratmadaki tesir ve bellek oluşumuna katkısı hiç düşünülmez bu değişiklikler yapılırken…

Evet, tüm bunlardan mülhem, güzelim “Köste” adı ile maruf köyümüzün bir anda “Dalyan’a” dönüşmesi beni tüm diğer değişiklikler gibi oldum olası olumsuz etkilemiştir. Mezkûr Köyün ad değişiklikleri ile ilgili “Tarih Boyunca Çeşme” adlı kitabında İsmail Gezgin Hoca nasıl kaleme almış. “Osmanlı döneminde Köste olarak bilinen Dalyan, bölgede en çok isim değiştiren yerleşim olmuştur. Bu yerleşime Rumlar tarafından verilen en eski isimlerden birisi Hagia Paraskevi olup Paskalya öncesindeki son Cuma günü anlamına gelmekteydi. Dalyan’ın Osmanlı belgelerinde Köste olarak anılmasına rağmen, Rumların gidişinden sonra buraya yerleştirilen Müslüman nüfusun bu isimden rahatsız duymaya başladığı halen anlatılmaktadır. Bu nedenle tam olarak tarihi tespit edilmese de 1960’lı yıllarda Köste’nin ismi köyün etrafında yoğun biçimde bulunan bir taş cinsi nedeniyle Demirtaş olarak değiştirilmiştir. Ancak deniz kenarında ve denizin içeriye girmesiyle oluşan muhteşem doğaya uymadığını gören Köste sakinleri bu ismi hiç benimsememişlerdi. Bu nedenle birkaç yıl sonra köye daha yakışan bir isim olan Dalyan denilmişti.” Hoca yine aynı eserinde bugün Dalyan olarak bilinen köyün antik adının “Embaton” olduğunun tespit edildiğini beyan etmektedir. Hoca bir başka yerde ise; Hacıbeis’in yayınlanmamış bir eserinden bahisle ve ona istinaden, “Köste halkı hayatlarını daha ziyade uzun deniz seferleri yapmakla kazanırlar, dağlık, taşlık bir yerde kurulmuş olan Köste’de bıraktıkları aileleri efradını, böylece dışarıda kazanıp getirdikleri para ile geçindirirlerdi” şeklinde nakletmektedir. İsmail Gezgin aynı kitabında yine Hacıbeis’ten alıntılayarak, “Çeşme’ye 3 km mesafede tümü balıkçı 5.000 nüfuslu bir kasaba olan Aya Paraskevi bulunmaktaydı. Yunan balıkçılığı bugünkü büyük gelişimini büyük ölçüde Çeşmeli balıkçıların büyük yeteneğine borçludur.” diye aktararak lokasyon ve maişet tarifi de yapmaktadır. Sonrasında mübadele için de bir destinasyon olan Köste için yine aynı eserinde konu ile ilgili enteresan bir şey aktarmaktadır, “Yerleşecekleri yerlere gelen muhacirlere iskân edecekleri evler gösteriliyor ve buralara yerleştiriliyorlardı. İlk ev ücretsiz veriliyordu; ancak isteyen ikinci bir ev daha alma hakkına sahipti. 5-10 lira karşılığında eve sahip olanlar, yerel yönetimin teşviki ile bu evleri yıkmak zorundaydılar. Köste’ye yerleştirilen nüfusun ikinci evleri hızla yıkması nedeniyle, şirin bir yerleşim olan Köste, kısa sürede kimliğini değiştirmeye başlamıştı. Rum göçünden önce 950 hane olan köy kısa süre sonra, 1940’larda, 54 haneye düşmüştü.”

Geçmiş ile tüm bağların koparılması arzusu mudur, toplum mühendisliğinin yeni bir boyutu mudur, tüm bu değişiklikler bilemiyorum… Bir de bu manadaki isim değişikliklerinin kamuoyu nezdinde “beğenilmek-beğenilmemek” ya da “kabullenmek-kabullenmemek” ikilemleri arasına sıkıştırılıp istatistiki değer haline getirilme çabası yok mu, evlere şenlik… Ya kardeşim, nesiller değişiyor, resmi makam ve otorite dayatması devam ediyor hepsinden daha mühimi “sınırsız tekrarlayarak” alıştırılıyor ademoğlu, ne gam, ne keder… Ver mehteri gitsin durumu yapmayın Allahaşkına… Sadece isimler mi değişiyor, değişiklik başlamış iken hemen her şey değişiyor, idari bölünme değişiyor, fonksiyon değişiyor. Haydi, güzelim “Köste Köy” oldu, Dalyan Mahallesi, mesut oldunuz mu? Mesela “Alaçatı Nahiyesi, Belediyeliği” oldu Alaçatı Mahallesi… Memnun musunuz? Mutlu musunuz? Başınız göğe erdi mi? Gerçi her ne kadar isimler değiştirilse de halk birkaç kuşak boyunca yerleşim yerini eski adıyla anmaya devam ediyor lakin resmi gerekler bu süreyi kısaltıyor galiba da diğer taraftan…