Cumartesi, Ocak 15, 2022

CELAL KARANLIK – GÜLHİSARLI TERZİLER

 “On dokuz yaşındayken liseyi dışarıdan bitirmişti. Üniversite sınavlarına girip jeoloji bölümünü kazandığında kendisi de hayretler içinde kalmıştı. Olabiliyordu, yapabiliyordu ve olabildikçe, yapabildikçe güveni artıyordu.

İlk reklam dergisini yirmi üç yaşında çıkarmıştı. Biraz koşturmak gerekiyordu ama kârlı bir işti. Bursa’nın, İzmit’in, Adapazarı’nın bütün ilçelerini avucunun içi gibi biliyordu. İki takım elbisesi ve dört kravatı vardı. Belediye başkanlarının, ticaret odası yöneticilerinin huzuruna çıktığında kendini halkın bir hizmetkarı olarak takdim ediyordu. “Buralarda neyle uğraştığınızı, nasıl uğraştığınızı kimse blmiyor” diyordu onlara. Hakikaten de kimse bilmiyordu. Onlara bir yol görücüsü, bir ışıldak, yaptıklarını ve yapmak istediklerini büyütecek bir ayna lazımdı. Böyle bir aynayı kimse reddetmiyordu.

1980 yılının başında üç reklam dergisinin sahibiydi. Ancak asıl altın çağını Kenan Evren’le birlikte yaşamaya başlamıştı. Yirmi beş yaşındaydı. Atatürk ve askerleri çok sevmeyi yeni öğreniyordu. Anladığı kadarıyla halk bu sevgiye açtı. Kadırga’da bir döküm atölyesiyle anlaşıp Atatürk büstleri üretmeye başladı. Daha işin başından, bunun br çeşit Atatürk üretmek anlamına geldiğini fark etmişti; herkes Atatürk istiyordu. Ticaret Odalarının temsilcileri, Hukuk büroları, Belediye meclislerinin salonları, esnaf odaları, polis karakolları, hatta zahireciler ve düğün salonları…

Ancak altın çağ uzun sürmedi. Bronz alaşımlı büstlerin birkaç yıllık baht açıklığı, liberal ellerin böyle şeyleri umursamayan sessiz reddiyle yavaşça sona erdi.

Celal Karanlık bu geçiş evresinde de çok fazla zorlanmadı. Üniversiteyi bitirememişti ama üniversite diploması dahil, sahte belgeler hazırlamak konusunda uzmanlaşmıştı. Ortağı olduğu birkaç hayalet şirket vardı. Jeoloji diplomasını, teknik direktörlük sertifikasını bond çantasından hiç eksik etmezdi.

İstanbul’dan ayrılıp Anadolu’nun küçük kasabalarında yaşamaya başladı. Belediyelerden kazandıklarıyla, sahte ya da gerçek şirketler kurup batırarak, reklam dergileri çıkararak, hobi olarak da kasabalarda futbol kulüpleri kurarak, sefil sayılmayacak bir hayat sürüyordu.”

Yukarıdaki muhteşem tanımların yapıldığı satırlar, önce müzisyen lakin sonradan büyük yazar olma yolunda hızlı adımlar atan Hüsnü Arkan’ın “Gülhisarlı Terziler” kitabından… Daha önce de aktardığım üzere; romana konu olan kasaba muhtemelen bir kuzey Ege kasabasıdır ve kasaba sıradandır, insanları sıradandır lakin büyük umutları, büyük hayalleri, büyük aşkları, büyük beklentileri, büyük planları olmasına engel bir durumda yoktur. Lakin her şey, büyük bir içtenlik, büyük bir sadelik, büyük bir samimiyet doludur.

Mezkûr muhterem Celal Karanlık’ın yolu, roman bu ya, Gülhisar’a düşer. Bond çanta içindeki, janjanlı sertifikalar, sahip olunan şirket evrakları, teknik direktörlük belgesi, jeoloji mühendisi diploması ve sahip olunan reklam dergilerinin sahte gücü ile edinilmiş boş ve kof bir özgüven ürünü bilmişlik, girişkenlik ya da girişimcilik ruhu ile mücehhez muhterem kasabada sahne alır. Esasen üniversiteyi bitirememiş, diplomasız mühendistir muhterem lakin üniversite diploması dahil, sahte belgeler hazırlama konusunda uzmanlaşmıştır, zaten ne fark eder ha sahte, ha gerçek, diploma diplomadır ama garibim Gülhisarlılar nereden bilebilecektir. Evvelemirde uğranılan yer, deprem neticesinde kaybedilen termal suların yüzü suyu hürmetine kurulmuş, şimdilerde ise geniş ailenin ve misafirlerinin konutu niteliğine dönüşmüş oteldir. Celal Karanlık, yukarıda sayılan meziyetlerinin yanında en değme “gurme”lere taş çıkaracak durumdadır. Sığındığı otelde, müşteriden ziyade misafir muamelesine tabi tutulmasının da verdiği cesaret ile yemek söylevlerinden tutunda otelcilik üstüne işletme ve teknik donanım önerileri ile adeta bir “mehdi” konuma terfi etmiştir. Odalara boy aynalarının yerleştirilmesinden, yaşlı ve romatizmalı müşterilerin camiye kadar yürümeleri yerine bir mescit yerinin tayinine, oradan Gülhisarda ilk olacak ve çatıya yerleştirilecek güneş panelleri ile otelin her odasında sıcak su bulunmasına kadar detaylı düşünceler arzı otel sahibi sülaleyi adeta büyülemekte idi. Kasabanın yerlilerinin büyük ama naif hayallerinin gerçekleşme zamanı gelmiştir gayri mehdinin zuhuru ile … Roman kahramanlarından Ayhan Demir bu büyülenmişlik halini, Pinokyo’yu vaatleriyle kandırmaya çalışan tilki ile kediye benzetiyor ve durumdan ziyadesiyle de rahatsızlık duyuyordu. Hani iyi bilinir ya; enayiler diyarının her söylenene inanan halkı, altınlarını toprağa dikip, sabah yetişen ağaçlardan altın meyveler toplanması hikayesi… Adam adeta, Aziz Nesin hikayelerinde fırlamış ve bir fırlama olarak da Gülhisar’da yerini almıştır. Misafir olunan sülaleye bilahare de damat adayı apoleti ile daha da koyulaştırdığı yalanlar öyle bir biçimde gerçeğin yerine geçmeğe başlamış idi ki; mezkûr sarmalın içine Belediye de çekilmiştir. Artık Belediyenin finanse ettiği jeolojik etütler ve çalışmalar, termal su arayışları ve isale hatları ile kasaba eskisinin katbekat üstünde bir turistik merkez haline gelecektir. Ama “lafla peynir gemisi yürümez” atalar sözü bu hikâyede de gerçekleşir. Kurulan tüm hayaller çöker, esasen mezkûr muhterem, kötü ve yalancı bir aşıktır, hayalperest bir yatırımcıdır, ya tutarsa kültünün önemli ama sık rastlanan bir numunesidir hülasa bir çöptür lakin bir vakadır ve ayakların baş olması bu hikâyede de uzun sürmez ve süremez. Fiziki saldırıya bile maruz kalır, kasabayı terk etmek mecburiyetindedir, artık yeni bir kasaba bulması gerektir.

Evet, hikayedir tüm bu anlatılanlar ama ya gerçek hayatımızdaki “dürülülüler” nasıl izah edilecektir. Bende küçük bir kasabada doğup yetişen biri olarak mezkûr muhteremlerden kâfi miktarda gördüm ve ne yazık ki görmeye de devam ediyorum. Maalesef “tatlı su kurnazları” bu toprakları çok seviyor esasen de toprakta mümbit olunca Allah ta verdikçe veriyor, sakınmaksızın, esirgemeksizin… Bu kabil kurnazlar mezkûr dönemlerde küçük kasabalarda sahne alırlar iken şimdi artık ulusal ve uluslararası arenalarda boy göstermektedirler. Hepsine şapka çıkarıyorum da esasen şapkamı onlara yol verip, onları parlatan ve onlar üstünden numaralar çevirenlere çıkarmam gerek…. Ahada çıkardım gitti… İlaveten Yüce Rabbimim bizleri, bu hızlı öğrenme, öğrenilenden hızlı faydalanabilme, yeni durumlara hızlı adaptasyon, yeni rolleri hızlı koklama ve kavrama kabiliyet ve hassasiyet ve de meziyetleri ile donatılmış mezkûr muhteremlerden esirgesin diyorum… İnsanın anlama, düşünme, algılama, akıl yürütme, yargılama ve çıkarsama gibi yeti ve yeteneklerinin tek tek ihsan edilmemesi niyazımızın yanına hiç değilse mezkur muhteremlere bir o kadar da ahlak ve etik nasip eylemesini dileğimdir.

Son söz olarak da; ne diyor Hüsnü Arkan; “Celal Bey’i kim tanımaz? Gülhisar küçük yer. Eskiler birbirlerini göre göre unutup tüketirler ama yeni gelenleri arşive kaldırmak biraz zaman alır.” Celal Karanlık tipi üzerinden gelen “azlar ama güçlüler” rüzgârı çok etkilidir canım yurdumda esasen…

 

Cumartesi, Ocak 08, 2022

HOŞGÖRÜ – SÜZLÜK 2

Trabzon dönem itibari ile “ittihatçı örgütlenmenin” ve çetelerinin çok güçlü olduğu bir kenttir ve bir de bu kentte “İskeleler kethüdası” Yahya Reis vardır ki kendi mahallesinde bir kahraman ve vatan fedaisi muamelesi görür. Denizin ve deniz taşımacılığının yegâne hâkimi Yahya Reis yapılan işler ve çevrilen dolaplar neticesi büyük bir servetin sahibidir, o kadar ki muhteşem bir yalıda yaşamakta ve şehirdeki birkaç otomobilden birisi de kendisine aittir. Dönem itibari ile Trabzon Çömlekçi Limanı ve Kayıkçıların kethüdası iş ve sosyal konum tarifli reisi için bir kahraman tanım ve tarifi yapanlarda vardır ama tam tersini söyleyip tanımlamalar yapanlar da bulunmaktadır. Tarih araştırmacılarının bağımsızları benim açımdan ikinci grupta yer almaktadırlar. Tariflerden ziyade yaşananları yazıp kararı tarihe ve takipçilerine bırakalım, herkes kendi işini yapsın diyerek…

Yazar Kenan Karabağ tarafından, uzun ve yerinde gözlem, mülakat ve araştırmalara dayanarak ve de esasen de araştırmalarına dayanak teşkil eden ve kitabın en sonunda listesi verilen kaynakları da titiz ve büyük bir dikkatle inceleyerek kaleme aldığı “Maria Suphi” kitabını okuyoruz.

15 kişilik bir grup, üstelik Mustafa Kemal’in çağrılısı olarak istiklal harbine katılma iddiası ile yola çıkmış iken ve ilaveten Kars’tan 28 Aralık 1920’de giriş yap, Kars’ta 3 hafta kal, sonra Erzurum’a trenle 4 günlük yolculuk ile var, saltanat yanlısı Muhafaza-i Mukaddesat Cemiyeti’nin provoke edilerek örgütlediği protesto gösterilerine muhatap ol, Bayburt, Gümüşhane, Torul ve Trabzon’da da protesto gösterileri düzenlenmiş olsun, yani ve hülasa “sağır sultan” bile duymuş olsun, sonra neler oldu bilmiyoruz denilsin… Sovyetler Birliği bilgisi dahilinde, Ankara’nın bilgisi dahilinde, Kazım Karabekir Paşanın bilgisi dahilinde sürüp giden bir macera… Sonuç,  28 Ocak 1921 de, İnebolu’ya gidecek denilen gemiye bindirilip rotası Batum’a dönen yolda da birkaç gün önceden plan yapıldığı ve ayarlandığı iddia edilen 2. bir teknenin yolda kendi teknelerine bordalaması sonucunda büyük bir katliam yaşanır, yolculardan erkek olanların tamamı vurularak, kesilerek, ayaklarına taş bağlanıp denize atılmak suretiyle hunharca katledilir.  Bir tek Mustafa Suphi’nin eşi sağ bırakılır ve alıkonulur, artık esirdir o, ganimettir o, yani ve hülasa eylemcilere helaldir artık canı ve kanı…

TKP kayıtlarına adının Meryem diye geçirildiğini öğrendiğimiz Maria, gözünün önünde mezbahaya çevrilen takanın içinde kesilip, biçilip katledilen başta eşinin ve diğer yol arkadaşlarının ölümüne tanıklık etmek gibi bir talihsizlik yaşar ama çile biter mi… Şüphesiz bitmez, hoşgörü abidesi büyük vatansever Yahya Reis kapatır Mustafa Suphi’nin Rus uyruklu eşini, feodal eşkıyanın bile raconunda olmadığı biçimi ile… Bir süre sonra bu büyük vatansever reis Maria’yı bir başka önemli ve paralı bir beye verir ya da satar, oradan da Rize’li yiğitlere satılır, ve nihayetinde o da orada katledilir.

“Maria Suphi” kapatılır… “Kadın kapatmak” nedir, ne manaya gelir… Bilenler bilir, bilmeyenlere de anlatmaya zaten gerek yok… Onlar zaten anlamaz kanattadırlar, onlara iğne ilaç kâr etmez… “Biz kadınlarınıza böyle yaparız işte” gibi bir şey desek hafif kaçar, kendilerini hoşgörü abidesi zanneden muhteremlerin dünden bugüne uzanan hikayelerinin bir özetidir, kadın üzerinden yaratılan kutsaliyete binaen muarızları tahkir ve tenkil etmek… Tam da bu yüzdendir, eskiden beri yürütülen ganimet ve helallik denkleminin esrarının aşılamayışı… Biz güçlüyüz, siyasi gücümüz de var, askeri gücümüz de var, biz ne istersek onu yaparız, salma ve serbestliği içinde olunca, gerisi hikaye…

Yahya Reis; artık nedendir bilinmez ama sanki daha önce yaptıkları bilinmezmiş gibi, hedefe oturtulur. Yahya Reis; bilindiği üzere önce liman gümrükleri üstüne yargılanır sonra da Mustafa Suphi ve yoldaşları konusunda sıkıştırılmaya başlayınca; en yakını olan kişilere şu şekilde konuştuğu rivayet edilir. “Çok üstüme gelirlerse her şeyi ifşa ederim. Sanki bütün bu işleri ben tek başıma mı yaptım? Hem öldür diye emir verecekler hem de niye öldürdün diye üstüme gelecekler. Bu kadarı da fazla, artık dayanamayacağım. Faik Ahmet’i çağırıp bir beyanat vereceğim. Ondan sonra kim yanacaksa yansın. Bütün bu işlerin arkasında olanları herkes öğrenecek. Bir ara, “çekil git ücra bir köşede yaşa”, dediler. Kabul etmedim. Niye gidecekmişim? Vurun dediniz vurdum. Sanki tek günahkâr ben miyim? Mustafa Suphi’nin karısını evime kapatmışım. Evet, Kapattım. “Komünistler sonlarını görüp ayaklarını denk alırlar”, diyen yine onlardı. Sanki onlardan habersiz mi kapattım? Kim öldü, kim kaldı hepsini biliyorlardı.” Artık kimleri ve neleri kastediyordu, tüm bu kendisine atfen yayınlanan bilgiler doğru mu idi, bilmiyoruz, bilemeyeceğiz de… Lakin kimse çıkıp aniden ve kontrolsüz gelişmiş bir vakadır diye de bir açıklama yapmamış… Belki de yapamıyor idiler. Çünkü; açıklamanın da bir sınırı olmalıdır, değil mi?

Eşinin ve yol arkadaşlarının gözlerinin önünde katledilmesine katlanmak üstüne, kapatılmak, katliamı gerçekleştirenlerin tecavüzlerine katlanmak, başkalarına satılmak, tekrar satılmak… Kocaman bir felaket, üstelikte yaşanabilecekleri yaklaşık 1 ay boyunca herkesin izlemesine rağmen, başta da tedbir alması gerekenlerin… Evet, detayları asla öğrenilemeyecek bir katliam daha… Tetikçiler belli, lakin karar vericiler ve neden bu kabil kararların verildiği meçhul ve görünen o ki sonsuza kadar da meçhul kalacak. Ama bence en tuhafı ise, hani Sovyetler Birliği tarafından “darbe” yapılmak üzere gönderildikleri iddiasını her daim öne çıkaranların nedense Sovyetler Birliğinin neden ciddi bir manada protesto ve kınama yayınlamamış olmasını izah edemedikleridir. Bilindiği kadarı ile Trabzon Başkonsolosluğu aracılığı ile “defi bela kabilinden” bir cılız ve güçsüz kınama dışında hem Moskova hem de Ankara, böyle bir olay yaşanmamıştır muamelesi yapmışlardır tüm bu yaşananlara…

Burada araya; ünlü tarih profesörü Mete Tunçay’ın “Türkiye’de sol akımlar- 1 (1908-1925) Belgeler 2” kitabında yer alan ve kendi değerlendirmesi olan; “M. Suphiler Ankara’ya temelli kalmaya geliyorlardı; ama “darbe” yapmaya değil, Mustafa Kemal Paşayla işbirliği etmeye! Sosyalist olmasına sosyalisttiler, ama “Rusçu” değillerdi. Türk milliyetçisiydiler. Gelip bazıları meclise girselerdi, aralarından iyi icra vekilleri de çıkardı; Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsız, ama daha sosyal içerikli bir gelişme çizgisi olurdu. Mustafa Kemal Paşanın da bunu bildiğini sanıyorum. Fakat son anda, darbecilik-fesatçılık suçlamalarıyla kulağını doldurmuş olmalılar ki, geri gönderilmelerini söylemiştir. Eğer günün birinde, M. Suphilerin öldürülmesini onun emrettiği kanıtlanırsa, çok şaşacağım” bölümünü almak istedim. Enteresan bir değerlendirme…  

Hani “hoşgörü” kelimesini diline pelesenk etmiş fikriyatın ahfatları var ya, gerine gerine ortada dolaşanlar işte onlara bir ibret dersi babındadır tüm bu anlatılanlar. Hani, hala buna hoşgörü diyen ve bunlara da hoşgörü temsilcisi diyen varsa onlara da iğne ilaç kâr etmez ne diyeyim…

 

Perşembe, Aralık 30, 2021

GÜLHİSARLI TERZİLER

Canım Yurdumun; şüphesiz ki bana göre, sanat ve müzik çıtasını yükselten insanlarından biri olarak mütevazi, abartısız, sade lakin umut dolu, mutlu geleceğin müjdecisi duruş ve ses verişi ile tanıdığımız Hüsnü Arkan’ı bir süredir de yazar olarak takip etmekteyim. Müzisyen olarak takip ederken kadim dostum Mehmet Tekin’in önermesi ile kitaplarının da olduğunu öğrendim ve tüm hayatı gibi onurlu duruş, sakin ve sade yaşam önermesi, isabetli tespit ve tercihler yapması halinin yazın sanatına da yansıdığını büyük bir gururla gördüm. Bu sefer de, “Mino’nun siyah gülü”nden sonra “Gülhisarlı Terziler” kitabını okudum. Sıradan insanların büyük umutları, büyük aşkları,  büyük hayalleri, büyük beklentileri, büyük planları, evet hepsi büyük ve içten ve de samimi lakin hepsi doğal ve hepsi sıradan ve de imkan dahilinde… Roman kahramanlarından Ayhan Demir’in Almanya macera ve arayışları ile diğer başrol oyuncusu Celal Karanlık’ın girişim ve fırıldakları haricinde hemen her şey mezkur dönemlerin benzer büyüklükte kasabalarında yaşamış insanların günlük tanıklıklarına münasip… Az da olsa Celal Karanlık gibi büyük hayal satıcıları, “dürülüleri” bulunmaktadır bu hayatı çekilmez ve katlanılmaz eden… Bu tip benzeri muhteşem muhteremleri de tespit etmek adına ayrı bir yazıda kitabın yazarının kaleminden aktarmak istiyorum.

“Benim adım Nedim; Gülhisar’da terziyim. Sabahleyin dükkânı açarım, akşam da kapatırım. Arada ne oluyor derseniz, bir şey anlatamam. Çünkü pek bir şey olmuyor.”   Sadeliği ve sıradanlığı içinde bir Kasaba, bir esnaf… Evet, Romanın 34. sayfasında zaman için tarif ve teşbih yapılmış, çok hoşuma gitti… Çırak dükkâna gelen yaklaşık benzer yaşlarda genç bir kızın ustası ile muhabbeti üstüne, zamanın gerçekte var olduğunun farkına vardığını yazıyor; “Daha önce zamanı fark etmezdim. Hiç geçmiyormuş ya da yokmuş gibime gelirdi. Duvar saatinin kutusunda birikiyormuş da, bir gün açıp baktıklarında ahşap kokusundan başka hiçbir şey bulamayacaklarmış gibi.

Hep böyle olurdu. Oturduğum yerden dışarıyı seyrederken, attığım teyelleri sayarken, düğme kutularını raflardan alırken, raflara yerleştirirken, zaman kendiliğinden ortadan kaybolurdu. Zaman kaybolduğunda düşüncelerim de kaybolurdu. Her şey bir saat zembereğinin yayında yaşamaya başlardı. Kendinden başka hiçbir şeye ihtiyaç duymadan dönüp duran, kendine duyduğu ihtiyacın da farkında olmayan bir yaradılış hali; yokluğun ve varlığın garip bir çeşidi. Belki de aynı şeyliği. Zemberek!”

Evet, Hüsnü Arkan; o gün dükkâna gelen genç kızın, kendisini ateşlere atan büyük platonik aşkın üstüne, ustanın ağzından, yıllar sonra; “Gönlümün bir köşesinde elli yıldır o var. Sarsıyorum, silkeliyorum, kovuyorum gitmiyor. Geniş bir mindere uzanır gibi yayılmış. Köşesi gitgide büyüyor. Bana yer kalmıyor, düşüncelerime, şahsiyetime yer kalmıyor. Başka bir köşeye çekilip siniyorum. Sıkışıyorum. Her doğan güne onu unutmak fikriyle başlıyorum. Ama her batan gün içime aydınlığı çöküyor. Baktığım ufukta o var. Gecenin bekçisi bütün kilitleri açıp ortaya karanlığı döktüğünde, kayıp gölgeler onun adını fısıldıyor. Baykuşun şarkısı onu söylüyor. Sırlarımın kapısı hep ona açılıyor. Ne yapacağımı ne bildim ne de artık bilmek isterim. Karasevda nedir diyenlere verecek hiçbir cevabım yok. Onu sevmekten başka bir şey öğrenemedim. Bu öğrendiğim şey de benden başka kimsenin işine yaramaz herhalde.” diyerek, muhteşem bir karşılıksızlık tanım ve tarifi yapar…

Ayrıca, “Gülhisarlı Terziler”de Hüsnü Arkan terzihaneyi adeta bir kütüphane imiş gibi anlatıyor ve Nedim Usta ağzından da; “kitaplarda yazılanların bir hazine haritası” olduğunu söyleyerek, “Her satır, her kelime birer ipucuydu. İpuçları biriktikçe harita okunabilir hale geliyordu. Şifre çözülüyordu.” ve diğer kahraman Ayhan Demir ağzından ise; “Yaşadığım dünya çok fakirdi. Okuduğum dünyaysa çok zengindi. Zenginlikten parayı kastetmiyorum. İnsanların içleri çok zengindi. Aklımdan geçirdiğim ama bir türlü konuşamadığım şeyleri açıkça konuşabiliyorlardı. Benim yaşadığım dünyada insanlar bir şey yaparlarken niye yaptıklarını kendilerine pek sormuyorlardı. Okuduğum kitaplardaysa herkes soru soruyordu. Soru sordukça içleri ortaya dökülüyordu.” yazarak, okumak ve sorgulamak üstünden tarif yaparak sıradanlığın örtüsünü atmayı ya da attırmayı, “Büyük adamların hayat hikayelerini okumak, ansiklopedi okumak çok hoşuma gidiyordu. Onların yaşadığı zamanlarda, onların yaşadıklarına benzer şeyler yaşamak istiyordum. Ama Gülhisar’da bu olamazdı. Burada dünya küçüktü.” diyerek de coğrafyanın kader olduğuna zımnen tebarüz ediyor gibi…

Okumak ve yazmak üstüne kalem yazmaya devam ediyor; “İnsan, dünyaya, hakikatlere tahammül edebilmek için değişik yollar buluyor. Benimki de bu; okumak! Kimi işine sarılır, kimi paraya sarılır, kimi sevgiye, kimi de nefrete. Ben bunlara sarıldım. Bazılarına bu da kifayet etmiyor, okuduğumuz bu kitapları yazıyorlar. Ademoğlunun dertlerine ortak olmak için, o dertlere tahammül edebilmek için yazıyorlar.” Ne de güzel tarifler çıkıyor ortaya… Evet, Hüsnü Arkan, büyük bir sadeliğin engininden yarattığı tarifin zirvesinde diziyor kelimeleri, abartısız, mütevazi. Ne de güzel yapıyor, sağ olsun…

“Gecenin bütün hikmetlerini bilirim. Avluya bakan bir pencerem var. Orada, ağaçların arasında ışıklar oynar, gölgeler tepişir. Çeşitli biçimler ve hayaller görürüm. Renksiz siluetler, rüzgârda dans eden dallar, yapraklar. Asma çardağının sabaha kadar çıtırdayışı, gül kokusu, yağmur tıpırtısı. Bütün bunların içindeyim ve bütün bunlar bana bir şey demiyor… Yalnızlık koyu bir renktir. Ama boş kalabalıklardan daha koyu değildir.” diyerek de; kasabanın sıradan insanlarının halet-i ruhiyesini aktarmış oluyor. Sıradan insanların sıradan kasabasını da; “Gülhisar boşalmış, kar altında bir kasaba ölüsü. Titreyen sokak köpeklerine kalmış. Eskiden beri böyle aslında; hep böyle. Doğduğundan beri hiç büyümemiş, yaşlı bir çocuk. Güdük, kuru bir ağaç. Yüzyıllardır can çekişiyor, inliyor, sesini duyuramıyor. Geceleri birkaç kilometre yakınlaşmadan ışıklar bile görünmez. Dağların arasında sıkışmış. Gençliğimde haftada iki gün gazete gelirdi.” şeklinde anlatıyor.

Sıradan kasabanın sıradan insanlarının sıradan hayatlarının sıradan olmayan anlatımı işte. Aslında bir kasaba hikayesi gibi duruyor olmakla birlikte; koca bir 20. yüzyıl Türkiye’nin bir küçük panoraması adeta. Üç kuşak terzi üzerinden sıradan insanların, beklentileri, yaşadıkları kısacası umdukları ve bulduklarının bir küçük özeti.

Nedim Usta’nın ağzından bir tarif ile noktalayalım yazıyı. “Lütfü ustamın her sabah tazelenen umudu bende yok. Niye yok? Çünkü o mücadele etmişti. İnsan savaşmadan savaşın kötülüğünü anlayamıyor ki!”

 

Cuma, Aralık 24, 2021

UMUTLAR YARIM KALDI ARİSTONİKOS

Tarihte ayaktakımlarının otoriteye karşı ilk isyanın ateşli önderi olarak bugüne kadar Roma’lı köle “Spartaküs”ü biliyordum. Lakin; Yazar Ahmet Vasfi Pekin’in “Tarih boyunca Batı Anadolu’da isyanlar ve Direnişler” adlı kitabını okuyunca gördüm ki, tarihteki ilk köle ayaklanmasına önderlik eden kişi “Aristonikos” imiş, öğrendim…Evet; zaman zaman sosyal medyada paylaştığım bir söz var “dikkat kitap okumak cahilliğinize zarar verebilir”, okumanın burada da durumu izah edici rol aldığını gördük…

Bilindiği üzere; Spartaküs, M.Ö. 109 tarihinde Trakya bölgesinde doğar, Roma Ordusunda asker olarak görev yapar iken “üstlerinin bir savaş sırasında savaş dışı insanlara saldırması” emri karşısında verilen emre karşı çıkar, bu nedenle hemen “köle” statüsüne geçirilir. Evet, kayıtlara geçmiş ilk ahlaksız ve acımasız emre itiraz olarak tespit edilen bu durum ne yazık ki hala emir ile çalışan taifeye misal teşkil etmez. Uzatmayalım, Spartaküs, köle ve yoksullardan oluşturduğu ve giderek büyüyen bir ordu ile Roma İmparatorluğuna “eşit ve hür insanlık” talebi ile isyan eder, Roma Cumhuriyeti’nin yönetimini kökten sarsan bir direniş gösterirler, lakin kalıcı olmak mümkün olamaz, bu ayaktakımı gücünün üstüne dönem itibariyle inanılmaz güç ve boyutta bir ordu gönderilir, 10.000 kişiye yakın ordusunun tüm mensupları teker teker öldürülür ve çarmıha gerilir. İsyan bastırılmıştır gayri, muktedirlerin gözü aydındır gayri…

Evet, tarihin kaydettiği bu direnişin öncesinde “Ege Coğrafyası” yine kölelerin, yoksulların hülasa ayaktakımının dizginlenmiş, bastırılmış öfkesinin önüne düşerek isyan ateşinin yakılmasına da şahitlik etmiştir. Kölelerin bu ayaklanmasını, kendilerinden sonra gerçekleşen diğer ayaklanmalardan farklı kılan yegâne taraf ise kölelerin önüne düşen, bu sefer kraliyet mensubu bir kişi olması sebebi iledir. Bu kalkışmanın Spartaküs ile benzeşen tarafı ezilen kesimleri, köleleri, yoksulları, topraksız köylüleri örgütleyen olmakla birlikte en önemli farkı ise örgütleyenin bu kez örgütlenenlerden farkı Krallık iddiası olan birisidir esasen de güçlü kral II. Eumenis’in oğlu olmasıdır. Yani bu kez artık ayaktakımlarının önüne düşen bir Kral oğludur.

Dönemin bölgede en güçlü şehir devleti Pergamon Krallığı etrafı, Bitinya, Kapadokya, Galatlar ve Makedonya Krallıkları tarafından çevrili alanda Roma İmparatorluğu ile iyi ilişkileri çerçevesinde refah ve huzur içinde yaşıyor ve bu iyi ilişkilerin verdiği ya da sağladığı özgüven ile de komşuları üstünde etkinlik ve üstünlük temin ediyor. Her daim olduğu üzere “dünyada yaslandığın güçlü devletlerin yüzü suyu hürmetine ülkende saltanat yürütürsen, ülken üstüne sonuçlar doğacağını da bilmen gerekir” prensibi burada da çalışır. Pergamon Kralı, birtakım iddialara göre Roma İmparatorluğu tarafından cebren ya da hileler ile kandırılır, diğer taraftaki iddialara göre de bölgede emsali görülmemiş galibiyetlerin mümessili mezkûr imparatorluğun dahili iktidar sahipleri ile gaflet ve dalalet arası hıyanet karışımı bir vasiyet sonrası yok olma noktasına getirilmiştir.

Yakınlarda; eski Kültür Bakanlardan Suat Çağlayan’ın kaleme aldığı ve İZELMAN A.Ş kültür hizmeti kapsamında yayınlanmış ve Genel Müdür meslektaşım Burak Alp Ersen tarafından tarafıma gönderilmiş “Aristonikos” adlı tarihi gerçekler eksenli romanını okudum. Çok akıcı, yalın ve esasen de öğretici en azından öğrenme çabasındakilere kapı açan bir kitap… Aristonikos, Roma İmparatorluğu tarafından dayatılan vasiyet kurallarını tanımaz ve hakkı olduğu kraliyet tahtının kendisine verilmesi talebi ve ülkesinde herkesin özgür ve eşit olacağı vaadi ile kölelerin ve yoksulların önüne düşerek “Güneş Ülkesi” kuracağız diye isyan başlatır. İsyanın üssü İzmir’in Çiğli ilçesi yakınlarındaki Leukai kenti olup dönemin yegâne tuz işletmelerinin bulunduğu merkezdir. Tuz işletmelerinin çokluğu köle çokluğu ile neticelenmektedir. “Pergamon bir Güneş Ülkesi yani Heliopolis olacaktır! Nasıl ki güneş herkese ışığını eşit gönderir, kuracağım yönetimde güneş kadar adaletli davranacaktır tüm Pergamon yurttaşlarına” sözü ile başlayan ayağa kalkış ne yazık ki, yenilgi ile sonuçlanır ve umutlar yarım ve yarına kalır…

Evet, dün de, bugün olduğu üzere, Ege temsiliyeti açısından “özgürlüklerin Toprağı”dır. Ege halâ “Güneş Ülkesi” ülküsünün capcanlı yaşadığı yer olup bu uğurda verilen savaşlar, yiten hayatlar konusunda daha çok bilgi ve belge incelemek isteyen olursa yazar Ahmet Vasfi Pekin’in “Tarih boyunca Batı Anadolu’da isyanlar ve Direnişler” adlı kitabına müracaat edebilirler. Evet, yola “Öyle bir ülke kuracağım ki orada kölelik olmayacak; herkes eşit, özgür ve kardeşçe yaşayacak” der isen, dün de, bugün de, yarın da dünyayı yöneten, yönlendiren bir avuç muktedir ve saldırganın hedefi olursun, nitekim de öyle oluyor… Ama şurası muhakkak ki, fizik bilimi burada da katıksız ve ödünsüz devrededir…

Ancak, tarih, ne yazık ki, “öğretilmiş çaresizliği” Aristonikos’un da karşına çıkarır ve korkarım ki insanlık var oldukça da etkili olacak bir tirat kulakları çınlatır. Evet, Aristonikos’u hedef alan köleler arası konuşmadan… “Köleliğimize son vererek bizi özgürlüğe kavuşturdun ama şimdi de iş bulmakta zorluk çekiyoruz. Köle iken dayak yiyorduk ama yemek de yiyorduk. Şimdi ikisi de yok.” diyerek çaresizliğin çıkmazını tespit ediyor, “Köleler, her şeyin bir anda olacağını düşünmüş, ama gerçekleşmeyince yeni bir savaşa katılmamak için yan çizmeye başlamışlardı. Onlar için özgürlük kavramı ancak karınlarının tok olduğu durumda anlam kazanıyordu.” diye de devam ediyor, yazar… Yazar burada, kimilerine göre çaresizliğin çaresizliğine yaslanıyor kimilerine göre de durum tespiti yapıyor… Anlayanın nasıl anladığına göre bir durum, yani ve hülasa…

Hele yenilginin ardından; Aristonikos’un yareni ve yoldaşı dönemin önemli feylesofu Blossius ağzından; “Benim de en büyük kahramanımdı, Güneş Ülkesi Ütopyasını gerçeğe dönüştürebilecek bir kahraman! Bundan sonra benim için de Güneş Ülkesi olmayacak. Dünya eşitliğin, adaletin ve özgürlüğün olmadığı bir yer olmaya devam edecek.” seslenişi ve serzenişi var ki, taaa tarihin derinliğinden bugünlere seda mealinde… Nihayetinde, tarih boyunca olduğu gibi bugün de, tüm ezilenlerin umudunun sembolü olmaya devam eden başta Spartaküs olmak üzere Aristonikos ve onların tüm takipçilerine bir selam çakarak, yazımı sonlandırıyorum. 

 

Cuma, Aralık 17, 2021

TERZİ HASAN CENGİZ

Giyim kuşam edinmenin yegâne yolunun sadece terzilere uğramaktan geçtiği dönemin sonuna yetişmiş bir neslin ahfadı olarak, Çeşme’de zamanın en önemli terzilerinden biri olan Terzi Çetin Barbaros büyüğümüzün dükkânı ve ustası-kalfası arkadaşımız Hasan Cengiz’i büyük bir saygı ve sevgi ile yad ediyorum. Esasen; ben yaşayarak, gözlemleyerek geçirdiğim, Çeşme’nin o ticaret dönemi üstüne, ayakkabıcılar, berberler ve terziler başlıklı birer yazı dizisi hazırlayarak, bir kayıt düşmek arzusundayım… Bu yazının da bir başlangıç olması dileğiyle… İşin de çok kolay olmadığı yeterince sarihtir. 3.500 nüfuslu Çeşme’nin, hem de Canım Yurdumun o ekonomik şartlarında, 8-10 berber, bir o kadar terzi ve bir o kadar da ayakkabıcı esnafının hem de ziyadesiyle hayat idame ettirme hikayesinin kaleme alınması gerçekten kolay değildir diye düşünüyorum. Ama denemek istiyorum.

Terzilik; bir zamanların önemli ve bir o kadar da prestijli mesleğidir, “altın makas” sözleri ile ifade edilecek kadar hem de. Sadece altın makas mı, altın bileziktir aynı zamanda, sitayişle bahsedilen. Ticaretin, mesleğin önderi durumundaki insanların yanında, usta-çırak ilişkisi çerçevesinde geliştirildiği dönemdir söz konusu… Patronların bile “usta” diye anıldığı dönemdir, ustalığın patronluğu bile bastırdığı yani. Böyle olunca da “çırak” seçim ve tayini de çok kolay olmasa gerektir. Konumuz babında, usta terziler, çıraklık talebiyle yanlarına gelen herkesi hemencecik bu post için kabul etmezler, seçiciliklerini, çırakların ya da çırak adaylarının, el yatkınlığı, göz keskinliği, titiz ve özenli çalışma itiyatı, sabır, sebat ve rıza gösterme mahareti ile iğne, iplik, makas, mezura, kömürlü ütü kullanma konusundaki hassasiyetleri muvacehesinde değerlendirir ve tayin gerçekleştirir idiler. Çeşme’mizin dönem itibari ile itibarlı terzilerinden “Tüccar Terzi Çetin Barbaros” Abimizin bu baptan tayin ettiği, arkadaşımız “Hasan Cengiz” biraz önce bahsettiğim çetin sınavdan alnının akı ile geçerek mesleğe devam etmiştir. Balıkçı Eşref Cengiz Abimizin mahdumu Hasan da “eti senin kemiği benim” düsturu ile teslim edildiği terzihanede uzun yıllar hakkını vererek ve alarak çalıştı. Hasan; sonradan Celal ve Bilal kardeşlerini de çırak olarak yanına almış ve Celal kardeşimiz halen Çeşme’mizde bu mesleğini büyük bir şevk ve disiplinle devam ettirmektedir.

 

Çıraklık, öyle kolayca anlatılacak ve küçümsenecek bir statü değildir, dükkâna ustadan önce gelmek esas olmakla birlikte, dükkânın temizliği, ütünün külünün atılması, yeni kömürün yakılması ve ütü için hazırlanması, dahası usta gelmeden önce çayın hazır edilmesi… Şüphesiz bunlar bedeli mukabili yapılan işin tarifinde olmakla birlikte ustadan alınacak bir aferin, bir bravo, morali ve çalışma şevkini ciddi miktarda artıran bir yaklaşım olmuştur her daim… Hem de çıraklıktan, ustalığa, kalfalığa ve belki de patronluğa giden yolun bazen 10-15 senelere yayıldığını düşünürsek, sürecin ne denli zor ve meşakkatli olduğu anlaşılır.   


Terzilik; önemli bir zanaattır, kumaş sektörü ile tüketici arasında oluşan sürecin, iğne, iplik, makas, dikiş makinesi, düğme, ütü, kömür, dikiş yüzüğü, kumaş çizim tebeşiri, çizim cetvelleri, mezura, vs gibi ara sektörleri de canlı tutan ana faaliyettir. Şimdilerde artık birkaç eksiği ya da birkaç fazlası ile sektörel dağılım korunuyor olsa da tüketicinin giyim-kuşam tercih ve temininde köklü değişiklikler olmuştur. Sektörün artık endüstriyel seviyesi mucibince, makineleşme, seri üretim, ucuz fiyatlar, bol ve yaygın seçenek, kolay ulaşım ve ulaştırma, nakliyat, markalaşma ve marka zincir mağazaları, sınırsız ve benzersiz sayıda üretim ile kapitalizmin doruğuna ulaşmıştır. Lakin kapitalizmin ince fikrinin tilki zikri muvacehesinde artık alınan ürünlerin eskisi gibi uzun ömürlü olmayışı, renklerinin kalıcı olmayışı başta olmak üzere vs gibi ürün eksiklikleri herkesi birer amansız tüketim makinesi haline dönüştürmüştür. Hele hele internet üzerinden satışların öne çıkması ile tüketim patlamasına dönüşmüştür… Artık, evlerde dikiş dikmenin öneminin çok gerilerde kaldığı döneme girilmiştir. “Her genç kızın hayali Zetina dikiş makinesi” spotlu reklamlara ihtiyaç kalmamıştır. Bir tarafı ile subliminal mesaj tadında, evlerde biçki-dikiş işlerinin patronu “kadındır” motivasyonunun sonuna gelinmiş iken diğer yanı ile de kendi kendine yeten hayattan başkasına yar ve yaren olma evresine geçilmiştir. Kapitalizmin bu evresinde konfeksiyon devreye girer, üretim, kar ve sermaye temerküzü sıralı kuralı için artık müstakbel ve muhtemel terziler ve kalfaları konfeksiyon mağazalarında satış elemanı olurlar. Gerçi şimdilerde giyimde estetik tercihi yapıp karşılığının ödenmesinde sorun yaşamayanlar ve zaman sınırı olmayanlar hala terzilerde dikim yaptırırlar. Standart ve sıradan hatta herkesin giymiş olduğu tarzı tekrarlamak istemeyenler “modacı” adı verilen şimdiki terzilerin kapısının eşiğini fazlaca eskitirler. Hele şimdinin terzilerinin, büyük büyük konfeksiyon atölyelerinde arka arkaya dizilmiş dikiş makinelerinin başında ömür tüketmeleri, bir tarafı ile insanın yaratıcılığı, özgünlüğü ve bireyselliğini yok ederken diğer taraftan hız kazanıp kalite yitirmesine neden olmaktadır.

Tüccar Terzi Çetin Abinin dükkânda, omzunda mezura, gözünde yakın gözlüğü, o meşhur kara kaplı ölçü defterine bakıyor pozu halen aklımdadır. Bu vesile ile kendisini büyük bir saygı ve minnet ile anıyorum. Belki de terzi olmanın haklı bir yansıması ile kendisi hep bir jilet gibi giyinen görüntü verirdi, en azından ben öyle görürdüm.

Aynı zamanda iyi arkadaşımız olan Hasan ise, dikiş makinesi başında, ki o dönem makineler daha elektrikli değil ayak marifeti ile bir öne, bir arkaya istenilen hıza uygun vaziyette pedala basılarak çalıştırılır iken verdiği görüntü ile halen aklımdadır. Hasan’ın artık kalfalık aşamasında, kumaşı, çizmek ve kesmek üzere dükkânın o amaca matuf hazırlanmış masasına yatırır iken kumaş ile teması, eldeki çizim aletleri ve çizim sabunu-tebeşiri ile ölçü defterine bakarak işaretleyip çizmesi, terzi dükkanına has büyüklükte ve ağırlıkta tasarlanmış oldukça da keskin makas ile işaretlenen yerlerinden kesmesi, işine verdiği öneme binaen olsa gerek hayatının en ciddi görüntü verdiği anlar idi. Genel manada terzi makası pek bir namlıdır, ağırdır, keskindir, kesme kolu uzundur amma lakin esasen de “oduncu” ile aralarındaki uydu uymadı muhabbetine istinaden pek bir ünlüdür.

Ölçü alınması aşamasında, klasik ölçü noktalarının ölçülerek ölçü defterine kaydedilmesi yanında pantolon ölçülerinde, bacak aralarının ön tarafına gelen noktada gerekli boşluğun, sağa mı yoksa sola mı bırakılması sorusu hep bir şamata gerekçesi olmuştur.

Terzilerde berberler gibi “elleri işte, gözleri oynaşta” misali hem son sürat hem de otomatikmişçesine elleri kıvrak bir şekilde iğneyi kumaşın içinden bir operatör titizliği ile geçirirken bir yandan da yaptığı işten hiç kopmadan çok farklı bir konu üstüne otomatik tüfek misali kelam ederlerdi.

Bu vesile ile bir kez daha artık hayatta olmayan büyüklerimizi ve arkadaşlarımızı saygı ve özlemle yad ediyorum.


 

Perşembe, Aralık 09, 2021

BAZAAR 33

 “Kolovo İbrahim’in” (İbrahim Kabadayı) kahvehanesi 1975 yılı yazında artık, o zamanki kendi aramızda ve dahi yakın çevremizdeki malum hali ile “antikacı” esasen turizmin gelişmesine koşut olarak gelişmeye başlayan, bizim de yeni yeni öğrenmeye başladığımız “hediyelik eşya satıcılığı” için düzenlenmiş idi… Ortaklar; Kolovo Mehmet (Jilet Mehmet-Kabadayı ) ve Zafer Sağırbay, nasıl bir araya geldiler, nasıl böyle bir karar aldılar, bilmiyorum lakin birisi ambulans şoförü diğeri erken emekli astsubay, şimdi yeni yeni bu baptan hareketlenen turizm sektörüne dahil oluyorlar. Çeşme bir yıl önce, 1’i üst sınıf, diğeri turistik ve şehir oteli karışımı olan, Altın Yunus Tatil Köyü ve Ertan Otel adında 2 yeni otel kazanmış ve turizmde iddialı bir hale gelmiş idi. Artık Ilıca üst sınıf otel sahibi olmayı, Çeşme’nin bu tarafı ile paylaşmakta idi, turizmin sıklet merkezi değişmiştir ya da en azından oynamıştır gayri... Gerçi önceleri de Çeşme’nin değişik bölgelerinde yer alan küçüklü büyüklü motel, otel ve kamp karışımı konaklama tesisleri bulunmakta iken şimdi bir üst sınıfa atlamış durumda idi…

Ailem, küçük çaplı çiftçilik yapıyor, tatillerde de benden katkı bekliyorlar lakin benim o işleri hiç yapasım yok, gençlik başımda duman… Diğer taraftan okuyacağım, olmazsa yurt dışını deneyeceğim, plan ve hayaller bu şekilde. Çeşme’den çocukluk arkadaşlarım var, Almancı, tatile geliyorlar, ceplerindeki para var, bizim paraya benzemiyor hepsinden önemlisi güzel arabaları var oysa bizim araba hayali kuracak durumumuz yok… Turizm sektörünün cafcaflı anlatımları ve nurlu ufuklar vaadi, aklımızı çelmiş artık, tarlaya ve üretime dönüşü canımız hiç mi hiç çekmiyor… Neyse o tarihte, biz 2 kafadar yeni açılan Altın Yunus’a girip çalışacağız lakin bizim muradımız diğer benzerlerimiz gibi oralarda uzun yıllar çalışıp emekli olmak değil… Burası bize araç, amaç daha iyi bir hayat kurmak, hayallerimiz boyumuzdan büyük, şimdi bakıyorum da ne kadar da iyi  olmuş böylesi hayaller sahibi olmuş olmamız… Uzatmayalım; Altın Yunus’ta çalışmak için başvurduk, 2 kafadar, otelcilik ile ilgili hiçbir departman, hiçbir görev bilmiyoruz, bilgimize göre bilmek de gerekmiyor ya… Aklı evvellik işte… Dediler “vale” olarak çalışır mısınız? Bizim derdimiz sadece çalışmak ve para kazanmak, ne görev yapılacağı, bu manada önem arz etmiyor ki… Üstelik, şimdi neden öyle idi hatırlamıyorum lakin yabancı dil bilgisi beyanımıza istinaden brüt ücrette diğer benzerlerimize göre yaklaşık 100 Tl fazla da veriliyor, ohh ne ala… Lakin sonradan “vale görev tarifi” kafamıza vurunca işi hemen bırakıvermiş idik… Demek ki bize uygun değil imiş…Sene 1974, Altın Yunus yeni açılıyor, ilk günler genel temizlik bilahare gerçek görev tarifine uygun çalışma ve istifa…

Evet, ne yapacağız derken, o yıl Ilıca’da Ankara Otelde çalışarak geçiriyorum, bir sonraki yıl “Bazaar 33” açılmış, komşu oğlumuz, erken emekli asker, Zafer Sağırbay, “gel burada bizimle çalış” deyince, haydi deneyeyim dedim. Artık, “turizm amaçlı hediyelik eşya” satıcısı oluyorum, ne anlıyorsam bu işten… Gerçi kim ne biliyordu ki, zannederim kimse bilmiyor idi… Halı, deri başta olmak üzere, her şey var, yok yok yani… Yahu ben de, “yahu ben ne anlarım bu kadar değişik malzemenin satışından” demeden, kabul ediyorum, eee benim ki çocukluk ya da gençlik, peki sonraları yaşadıklarımız, baytardan TÜBİTAK başkanlığı, mimardan mezarlılar müdürlüğü vs vs…

Bazaar 33, ilk patronlar, Zafer Sağırbay ve Mehmet Kabadayı, onlarda bilmezler bu işi lakin cesaretle, oluşacak sektörden pay almak peşindeler, ben de yamaklık yapmaya aday… O yıl Çeşme turizmine kazandırılan oteller ile birlikte, kapasite artmış, ilaveten Yaşar Holding bünyesindeki Altın Yunus, yöneticileri Danimarka’dan tayin etmiş, iddialı, bilgili ve ilgili kadrolar iş başında yani, liyakat yani… Genellikle, İskandinav ülkelerinden, başta İsveç olmak üzere, Danimarka, Norveç ve Finlandiya kökenli turistler artık sokaklarımızda, plajlarımızda arzı endam eylemeye başlamışlar. Bu ülkelerin vatandaşlarının turist olmasının, Çeşmemize sosyal, siyasal ve ekonomik manada ciddi katkı vermiş gibi duruyordu, en azından benim için. Belki daha başka izah yolları da olabilir ama benim cephemden böyle görülmektedir dönem itibari ile… Etrafımızı kuşatmış sığ sağ politikalar, sığ sağ propaganda dışında biz Çeşmeliler ilk kez, gözle görülür, canlı sosyal demokrat görmüş olarak muhabbet ederek hayretler içinde dinliyor idik bu yabancıların hayatlarını ve hayallerini. Gerçi, ben daha Lise 2 de iken ilk kez Georges Politzer’in “Felsefenin Başlangıç İlkeleri” kitabını okuyup yönümü bilime ve aydınlığa çevirmiş idim lakin şimdi daha kemik ve et donanımlı mevzular ile karşı karşıyaydık.  

“Bazaar 33”ü enteresan bir yer haline getirdik hep beraber, ticaret yapılıyor, para kazanıyoruz, eğleniyoruz, öğreniyoruz, dalga geçiyoruz, harika günler idi… Hemen karşıdaki İmren Lokantasından Egemen Kadıgan ile karşılıklı lakin Caddeye sesimizi duyurarak malzeme reklamları yapışımız, satın almaya davetimiz tam bir komedi idi, bunlardan bir tanesini hiç unutamayacağım, 1974 Dünya Kupasını kazanan Almanya Milli Takımın unutulmaz golcüsü Gerd Müller’e sözde ait ayakkabıları bağırış çağırış içinde satıyor olmanın şamatası, “Haydi gel Müller’in ayakkabılarına gel”, hay Allah…    

Komşu “Berber Çetin’in” bu dalga dubara işlere katılması ise konuyu erkete marifeti ile daha muazzam köpürtmenin bir diğer yolu idi. Sonradan Emniyet Kuvvetlerine katılarak benim gözümde temsiliyetine binaen “devlet” lakabını alması bir başka şamata konusu olmuş idi, ki hâlâ kendisine “devlet” diye hitap ederim her görüşmemizde. Asri hayatın bir başka yolu da her gün sinekkaydı traş olmaktan geçer umdesi ile ortalıkta piyasa yapmanın ağırlığı ya da hafifliğini hep yaşadık dönem itibari ile. Hele akşamları bizim dükkânda bulunan davulu dışarıya çıkarıp, abuk subuk çalarak, yukarıda saydığım muhterem komşularımızla birlikte oynadığımızı zannettiğimiz oyunlar oynamamız, unutulamaz.

Bir gün vitrinde bulunan görece eski bir lambaya bakan ileri yaşlarındaki 2 kadının Fransızca konuşmasına istinaden, konuşulanı hiç anlamamamıza rağmen kadınların gösterdikleri ilgiye ve Zafer’in satış yapma isteğine binaen “haydi gari babaanne satın al şu lambayı” demesi üzerine kadının birinin ona dönerek ve Türkçe “bu lambanın fiyatı ne kadar” diye sorması ve sonrası patlıcan moru rengine dönüşen patronun ortadan sıvışması hep hatıramdadır.

Ertesi yıl sonunda Zafer Sağırbay İsveç’e gidince, “Bazaar 33” yeni patronlar tarafından yönetilmeye başlıyor, ben de çalıştığım yeri değiştiriyordum, daha sonra benim de İsveç planlarım olmasına rağmen o yıl üniversite sınavları neticesinde İnşaat Mühendisliği kazanmış olmam tercihimi değiştiriyor ve Canım Yurdumda kalıyorum, sonrası mı? O da başka ve uzun hikâye… 


Cumartesi, Aralık 04, 2021

İMREN LOKANTASI

“Hurmalık Caddesi”; en son verilen adı ile “İnkılap Caddesi” Çeşme ticaretinin 2 kalbinden biridir, yaş grubu bizimle ya da bizden eski olanlar bilir, biri “Aşağı Çarşı” ve diğeri “İnkılap Caddesi’dir. İnkılap Caddesinin 60’lı ve 70’li yıllardaki aktif bölümü, bugünkünün yarısı kadar olup deniz tarafıdır, en fazla eski Köste (Dalyan) yoluna kadar aktif ticaret yürütülmektedir. Cadde, ben hatırlamıyor olsam da Hurma ağaçları ile donatılmış, bilahare bunu beğenmeyen yöneticiler Dut ağacına çevirir bu donatıyı, sonrakiler bunu da beğenmez Turunç ağacı ile donatılır. Her yönetici, benden önce güzeli ve doğrusu seçilmemiştir ya da yapılmamıştır duygusu ile doludur ve bu nedenle ben de bunu değiştiriyorum, sonra ki onu da beğenmez değiştirir, değiştirir, değiştirir, bu böyle bitmeyen bir “kısır döngü” oluşturur… Caddenin kaplaması ise hatırladığım kadarı ile doğal taş ile kaplı yani gerçek bir Arnavut kaldırımı kaplaması idi, sonra Canım Yurdumda aniden asfalt kaplama moda oldu ve bu modaya caddenin kaplaması da katıldı, asfalt kaplama çok toz kalkmasına ve dağılmasına neden olduğu için güneşli havalarda günde en az 2 defa olmak üzere sulanır idi, sonra betona geçildi, o da tutmadı, sonra karışım ve kompozit bir malzeme “beton asfalta” dönüldü, o da tutmadı kesme taşlarla Arnavut kaldırımı, o da olmadı yolun altını da düzenleyeceğiz iddiası ile birkaç defa daha inşaat kuruldu… O zaman taşıt trafiğine 2 yönlü açık olup Çeşme - İzmir arası çalışan otobüslerde buradan gider gelirlerdi. Esasen de Cadde bugünkü kadar geniş değil lakin karşılıklı 2 araç nasıl yol verirdi birbirine onu hatırlamıyorum şimdi, “ya yol yeter geniş idi ya da otobüsler dar idi”, tipik bir Vizontele replikası…

Bu caddenin; en azından benim açımdan kadim esnafları vardı, bu esnaflardan biri de “İmren Lokantası” idi. Çok emin değilim lakin ismi Fadıl Kadıgan Abimizin kızının adına ithâfen 1960 yılında kurulduğunu zannediyorum. İmren Lokantası o tarihte Caddeye sıfır örülen taş imalat bir bahçe duvarı ile cepheleniyor idi. Ön bahçeye demir profil bir kapıdan giriliyor ve fazlaca geniş olmayan bahçeden sonra da ana binaya giriliyor idi. Dönem itibari ile hemen yakınlarındaki muadil, Esat Kadayıfçı ve Destan kadayıfçı büyüklerimizin lokantaları arasında İmren farklı özellikleri ve hedef kitle tayini ile hemen öne geçmiş idi. Arkada ise görece güzel bir bahçe bulunur ve yaz aylarında hizmet verirdi. İmren Lokantası, mutfakta ve genel yönetimde bulunan Abdürrahim Kadıgan Abimiz-büyüğümüz önderliğinde ve sayesinde gerçekten çok güzel ev yemekleri hazırlamış ve servis etmişlerdir. Izgaraların ustası ise Kont Nuri idi ve balığın pişer iken suyunun korunması gereğini ilk kez kendisinden dinleyince artık balığın tavında pişirilmesi konusunun sıkı takipçisi olmuştuk. Daha sonraları yazma planım içinde bulunan “Kolova İbrahim”in kahvehanesi ve dönüştüğü “Bazaar 33” döneminde orada çalıştığım günlerde İmren Lokantasına uğrayan çok önemli devlet büyüklerini tanıma ve muhabbet etme şansı da elde etmiştim. Enteresan anılar var bu tanışmalardan… Eski Milli Eğitim Bakanı Necdet Uğur’dan, Senatör Sırrı Atalay’a kadar… Belki de daha Mehmet Kemal “Öğle rakıları” kitabını yayınlamamıştır, bihaberiz yani, ama bizler öğlen rakıları içme keyfini muazzam sürdürüyoruz o dönem. İmren Lokantasının asude arka bahçesinde bir öğlen rakıları dönemi yine o tarihteki Senato Başkanı Sırrı Atalay da öğlen rakı muhabbetine katılmış, çevremin ilk kez tanık olduğu rakı yanı ayran içimi konusunda, fazlaca kafa yapmaz gerekçesi ile gelen teklife, yahu kafa yapmayacaksa neden rakı içilecek deyip, üstüne kahkahalarla uzunca bir süre muhabbet etmiş idik…. Şüphesiz daha o dönem rakı içilmesi kelamının ifade edilmesinin, kimseyi rahatsız etmediği dönemdi. Şimdilerde alkollü içecekten bahsedilince “sağlığa zararlıdır” ifadesinin mutlaka söylenmesi gerekmekte imiş… Tabii şimdiki rakılar zararlı, ben rakının zararsız olduğu ya da fazlasının iyi olmadığının söylendiği dönemlerden bahsediyorum. İlaveten ve sanki ilaçların fazlası zararlı değilmiş gibi…   

Şüphesiz Lokantalar deyince şimdilik eksik bıraktığımız, Saffet Bey’in (Dinçalp) meşhur “Sahil Restoranı” ile Mahmur Bağcı’nın “Gül Restoran”ı konsept ve mevki itibari ile farklı idi. Ayrıca yine Çarşı İçinde (Old Bazaar) birkaç yer değiştirerek açılan Hasan Bağcı’nın Meyhanesi yine kendine has özellikleri olan bir yer idi… Bu üç mekânında ayrı ayrı yazılması Çeşme Kent Kültürü açısından bana göre bir zorunluluktur ve bir gün umarım yazabileceğim.

O dönem çalıştığım “Bazaar 33” bitişiğindeki balıkçı Arap Mehmet büyüğümüzün, dükkân önündeki balık tezgahından, Mehmet Abimiz içeride çalışırken, hep bir ağızdan “pissstttt” deyip kedileri kovalıyormuş ketenperesi ile çaldığımız balıkları, İmren Lokantasında hazırlatıp, üstüne de Mehmet Abiyi davet edişimiz ve her gün nakarata dönüşen “lan yine benim balıkları mı yürüttünüz” serzenişi… Üstüne üstlük balıklar bizden ya, rakılar da Mehmet Abiden olurdu… Ne iyi kalpli bir abimiz idi… Daha önce yazmaya çalıştığım Ahmet Sinan ve Kaporo Kemal abilerimiz ile uzun yıllar balıkçılık yaptığı bu dükkânı da bir gün anlatmak istiyorum. Bakalım…

O dönem, askerlik için Çeşme’ye gelip sonradan yerleşik düzene geçen kişilerden biri de, çok sonraları adı yaptığı işe istinaden “Çiçekçi Mustafa”ya dönüşen lakin Çeşme’nin ilk balık lotaryosunu düzenleyen bir abimiz vardı. Her gün ama istisnasız her gün aldığı büyükçe bir sinarit’i, çarşıda bir aşağı bir yukarı gezdirip genellikle de esnafın katıldığı bir çekiliş düzenlerdi. Çekiliş marifeti ile lotoya dahil ettiği kişiler arasında ve onların gözcülüğünde tespit edilen kişiye “loto sana çıktı” spotuyla muhteşem sinariti takdim ederdi. Dönem itibari ile yüksek ilgi gösterdiğimiz bu aktivite sayesinde, şansımızın da çok sık yaver gitmesi nedeni ile akşamları İmren Lokantasında büyükçe bir arkadaş grubu ile masalar kurulur ve bizde bu masalara kurulur idik. Yani anlaşılacağı üzere her fırsatta masalar kuruluyor, ister balık tezgâhtan kedi götürüyor numarası ile çaktırmadan alınsın ister kura tayini ile temin edilsin… Hele de bir keresinde şimdi adını vermeyeceğim bir arkadaşın iddiası üzerine “bu sinaritin kafası” ile bile bir 70’lik içerim iddiasını kanıtlamasının yarattığı tuhaflıklar ve kahkahalar bugün bile aklımdadır. O zamanlar, daha ticari zekâ, ancak 35’lik ve 70’lik şişelenmiş rakı düzeyindedir. Şimdi öylemi, 20’lik, 35’lik, 50’lik, 70’lik, 100’lük, 150’lik ve 200’lük gelişen ticari zekanın muhteşem başarısıdır. Hatta bir firma kazık babından 450’lik bile çıkarmıştır ki maksat tüketilsin de tüketilsin, açınca nasıl olsa fren tutmuyor…


 

Pazar, Kasım 28, 2021

TÜRKMENİSTAN’A BENZEMEK- 13 ALTYN ASYR

 

Canım Yurdumun bahtının tayinine “16 kez gidip 17 kez gelmiş” özelliği ile damga vurmuş pek muhterem ve muhteşem Süleyman’ın meşhur ettiği bir slogan vardır, bilenler bilir, “Nurlu Ufuklar” … Bu sloganın muadili Türkmenistan’da, “Altyn Asyr” dır. Her muktedir grubu takipçilerini oyalayacak, gaza getirecek bir slogan üretmekte mahir vesselam. Esasen Türkmenistan bir sloganlar ülkesi olup hayatın her veçhesi slogan bombardımanı ile vatandaşı adeta “slogan manyağı” haline getirmiş görünmektedir. Türkmenistan’ın ne yazık ki; kamuyu ilgilendiren, kamunun ilgi gösterdiği hiçbir şeyin özgürce konuşulamadığı bir ülke olduğunu, vatandaşların “kulaktan kulağa” fısıldama konusundaki maharetinden kolayca anlayabilirsiniz. İlaveten yine bu mazlum vatandaşların “işaret dili” konusundaki mahareti hiçbir şekilde gözden kaçmaz. Mübarekler bir parmak ya da el işareti ile bir sayfalık meram ve murat ihzar eylerler ki evlere şenlik. Bu manada Türkmenistan; artık bir yanı göçmüş dünyada, tek yanı ile yol bulmaya çalışan mazlumları zapt-ı raptı altında hizaya ve sigaya çekme uzmanı dünya liderlerine muhteşem bir örnek teşkil etmektedir. Orada her türlü abukluk âsâr-ı kudsiye artık… Ben bu sıradanlıkları yaza yaza, söyleye söyleye bitiremedim de ona yanarım… “Altyn Asyr”ın lideri şimdilerde bir kitap yazmış ve onu çantasında taşımayan öğrencilerin okullarından atılmalarını ferman eylemiş… Daha neler görecek vatandaşları neler!!!… Hani pek meşhur bir darb-ı mesel vardır; Hitler’in “teslim olalım” önerisi yapan generale söylediği, “bu onların tercihiydi. Bizi onlar seçti, elbette ölecekler.” Hani; Sovyet Kızıl Ordusu artık Berlin içerisine girmiş, sokak savaşları başlamış, insanlar öbek öbek ölüyorlar, Hitler’in generali girer yanına ve artık umudun olmadığını, şehir içi çatışmalarda genellikle, sivil halkın öldüğünü, teslim olmanın belki de hayırlı olacağını önerdiğinde tarihe geçmiş söz. Neyse bu konu Türkmenistan halkının meselesi deyip geçelim ve gözlem ve tespitlerimize devam edelim. “Hamamda türkü çığırmak” babından şimdilerde bakıyorum, Türkmenistan’ın durumuna da, hay Allah… Gösteriş ve caka adına memleketi bir inşaat şantiyesi gibi yönettiler, adeta bir film setine çevirdiler, debdebe ve şatafattan geçilmez kıldılar. Parklar, bahçeler, heykeller, konutlar, saraylar, vs vs… Turisti genel manada kabul etmeyen bir ülkenin, bu öykünmesinin, bu şatafatının, bu gösterisinin kime yapıldığına dair kırk sosyolog bir araya gelse bu taşı çıkaramaz, bence… Şüphesiz ki, kendi vatandaşını psikolojik ezmeye yönelik bu edimin karşılığı var, tüm dünyada benzerlerinde olduğu üzere, vatandaşın ekonomik durumu ortada iken, yapılan bu manasız yatırımlarla övünmesinin yolu açılmalı idi ve açıldı da… Memlekette, gece saat 10 dan sonra sokağa çıkmak yasak, Devlet Başkanının geçtiği yol üstünde bulunan otobüs duraklarında beklemek yasak, sigara içmek yasak dahası alım satımı da yasak, 35 yaşından genç kadınların yurtdışına çıkışı yasak, dolar alım satımı yasak, internet yavaş ya da yasak, özel gazete yasak, özel tv yasak, yasak ta yasak, say say bitmez… Ama bu hali unutup, övünmek ve öykünmek serbest hatta destek konusu, iğne ilaç kâr etmez durumu…

Hele; son yaşanan Afganistan operasyonları neticesinde Afganistan ve Türkmenistan sınırında, Türkmenistan tarafından yapılan tahkimat ve tedbirler üstüne takdim edilen haber detaylarına bakınca insanın hayrete düşmemesi imkânsız. Sevkiyatın adeta bir tören düzeneği içinde verilmiş olması güzel şüphesiz de, arada gerekirse Rusya’dan da yardım talep edileceği belirtilince insanın algılama dengesi de bozuluyor gibi… Orada çalıştığım dönemde “kulaktan kulağa” haber ajansının yayımladığı bir haber vardı, aklın ayaklara düştüğü nokta… Aşkabat Havaalanı yolu üstünde ve yakınında büyükçe bir inşaat bulunmakta idi o dönem… Rivayet o ki; Türkmenistan Ordusunun (.a.aklı kuvvetlerinin) 2 askeri firar eder, hem de silahları ile birlikte, firarilerin peşine takılır ilgili kuvvetler, firariler mezkur inşaata sığınır, etraf çevrilir, fakat direnç büyüktür, Türkmenistan özel kuvvetleri devreye girer, 2 gün 3 gün, 2 piyade askerin direnişi kırılamaz, artık çaresiz Rusya’dan yardım talep edilir, Rusya kendi özel kuvvetlerinden bir timi derhal sevk eder, saniyeler içinde büyük direnç gösteren 2 piyade sağ ve salim teslim alınır. Eğer bu hikâye, sadece tevatür değil ise kaydı ile, övünmenin sınırının ne olması gerektiği üzerine ciddi manada tefekkür gerektiren bir kıssa ve hissedir. Bilmem tebarüz ettirebildim mi? Öyle içeride mazlum ve masum vatandaşa caka ve subliminal mesaj marifeti ile “kulaktan kulağa” ajanslarına meyletme çaresizliği yaratmak kolay. Yapabiliyorsan ve yiğit isen, garip 2 piyadeyi yardım istediğin ülkenin askerinin teslim alma süresinde kendi imkân ve kabiliyetlerin ile gerçekleştireceksin. Yoksa ineğe öykünen kurbağa hikayesini behemehâl tedrisata dahil ederler ve buna da kargalar güler sonra…

İyide fiili durum bu iken; hamamda çığrılan türküler ne söylüyor; neredeyse yapılan tüm kamu ve özel binalarda, en yüksek yerinde; “Halk, Watan, Beyik Türkmenbaşı”, “Beyik Serdar”, “Beyik Serdar yüreklerde baky yasar”, “Dövlet adam üçındır”, vb cilası güzel lakin toplumsal karşılığı sıfır sloganlar yer alıyor ve bu şekilde yol bulunuyor. Rivayet o ki; devri “Altyn Asyr Türkmenistan’ı” şimdi tarihini hatırlamadığım bir tarihte Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ziyaret ediyor, havaalanından Devlet Başkanlığı sarayına kadar yolda mezkûr sloganları görünce şaşırıyor, yaa o bile şaşırıyor, Başkanlar arası görüşmede de söylüyor bu gözlemini… Cevap mı, kolay; “ben mi yazıyorum onları, halk yazıyor” … Kelamın dama olduğu nokta…

Ne diyor; propagandanın babası Hitler’in “Halkı aydınlatma ve propaganda bakanı” Joseph Goebbels; “eğer bir yalanı yeterince uzun, yeterince gürültülü ve yeterince sık söylerseniz, insanlar inanır. İnsanları, bir yalana inandırmanın sırrı, yalanı sürekli tekrar etmektir” üstüne de “insanların beyin tembelliğini gördükçe, her istediğimizi yapabileceğimizi anladık” gelince, tadından yenmiyormuş…

 


Cumartesi, Kasım 20, 2021

EGEMEN KADIGAN

Kısaca “Ege” diye seslendiğimiz çocukluk arkadaşım Egemen Kadıgan, ne yazık ki artık aramızda değil… Oysaki ne kadar da güzel olurdu aramızda olsa ve 60’lı, 70’li yılları anılarımız üzerinden konuşuyor olsa idik, şimdilerde artık ve tam da iyi becerebildiğimiz biçimi ile. Hele ki 70’li yıllar, meşhur İmren Lokantası üstüne, Bazaar 33 üstüne, İmren Otel üstüne ve de en önemlisi o günlerde bizim nelere göz diktiğimiz, kulak kabarttığımız ve de neler yaptığımız üstüne… Tam da, bizi bulunduğumuz yaş itibari ile rahatlatacak, konuştuğumuz ve andığımız her konu üstüne ağız dolusu gülebilme katkısı ve becerisiyle…

Babamın arkadaşı Abdürrahim Abi’nin oğlu (şüphesiz ki amca), sonradan üniversite döneminde Adana’da aynı okulda olmasa bile hemşericilik bahanesi ile sık sık buluştuğumuz ve konuştuğumuz arkadaşım Recep Kadıgan’ın kardeşi, benim taa ilkokul ilk sınıftan ortaokul sona kadar hep aynı sınıflarda bulunduğum bir arkadaşım idi Egemen… O, mahallesinin dar alanından, ne yazık ki şimdi hayatta olmayan Recep (pejo) ve yine ne yazık ki aramızda olmayan Mahmut (gazteci) başta olmak üzere şimdilerde hala görüştüğümüz İbrahim (çekirge), şimdilerde kendi tercihi neticesinde konuşmadığımız adı da lakabı da aslında çok önemli lakin zikredilmesi hukuki sorun teşkil edecek biri daha hep birlikte gelirler ve giderlerdi okula… İlkokula, şimdilerde artık yıkılmış, yerine de park planlandığı söylenen 16 Eylül’de başlamış idik hep beraber…

Babamın arkadaşı demiştim ya; Abdürrahim Abi, o zaman lezzetleri ile bir hayli ünlü ve şimdilerde de nostaljisi ile geçmişine ayna tutma iddiasında olan “İmren Lokantasının” Fadıl Kadıgan Abi ile ortak sahibi… Mutfakta ve yönetimde bulunan Abdürrahim Abi sayesinde gerçekten çok güzel yemekler yedik… Fadıl Abi, ağırlıkla ve özellikle lokantanın hemen önündeki ekmek fırınında, Sakıp Taylan Abi ile birlikte faaliyet göstermekte idi… O devirde annem ve babam tütün dikim zamanlarında sürekli olarak Çiftlik’te bulunurlardı ve okulumuzun da Çeşme’de olması nedeni ile haftanın 6 günü gündüzleri ben Çeşme’de yalnız olur idim, lakin akşamları mutlaka Çiftlik’e gider idim. Nurlar içinde olsun babam, Abdürrahim Abi’ye, “çocuk” orada öğlen yemeklerini yesin, ödemesini sonra hallederiz demiş… Ben, o güzelim lezzetleri, o güzelim insanların elinden yemeye daha o günlerden başlamıştım ve hala devam edebiliyorum, bu az bir şey mi… Hayata tam da bu yüzden çok borçluyum… Bu vesile ile de; Abdürrahim, Fadıl ve Sakıp abilerimiz başta olmak üzere, Pejo Recep, Gazeteci Mahmut arkadaşlarımızı da saygı ve sevgi ile yad ediyorum bir kez daha… Esnaflığın gerçek manada terbiye, ahlak ve saygı çerçevesinde de yapılabileceğini anılarımızda kalarak da olsa bir kez daha hatırlıyor olmanın keyfini yaşıyorum.  

İmren Lokantası Kadıgan kardeşlerin büyük çabası ile 70’li yıllardan itibaren, Çeşme’nin lezzet duraklarından biri olmayı başarmıştır. Hatırlayanlar vardır şüphesiz, o yıllarda gerek yabancı turistlerin gezi notlarında, yazılarında gerekse de Türkiye’yi tanıtım çabasındaki Tur şirketlerinin broşür ve ilanlarında Çeşme’den 2 yer hep öne çıkmıştır. Biri “İmren Lokantası” diğeri ise “Altınkum plajının” meşhur olmasının temelini hazırlayan Turgut’un Yeri’nin kurucusu Turgut Erol işletmesidir. İşte böylesine kalite tutturan lokantanın sahibi olması Egemen açısından övünülecek bir durum olmakla birlikte hayat alışkanlıkları açısından da ciddi manada bir değişikliğe yol açmıştır. Belki de hayatının çok fazla olamamasına yol açmış bu değişikliklerin bugün artık söyleniyor olmasının fazlaca da bir manasının olduğunu düşünmemekteyim. Ama şurası muhakkak ki Çeşme’nin bir markası haline gelen İmren Lokantasının bir efsane markaya dönüşmesinde de katkılarına yakından tanıklık etmişimdir.

Bir ara CNN Türk TV’sinde dudak çatlatan lezzetler spotuyla “Lezzet Durakları” adlı bir yemek programı yapan Mehmet Yaşin’in programında, bizim “soğan yahni” diye bildiğimiz ama “papaz yahnisi” diye takdim ile detaylarını ve hazırlanma hünerlerini anlatırken izlemiştim dostum Egemen Kadıgan’ı… Ne de güzel ballandıra ballandıra anlatıyordu… Sonradan bir ara oğlumun yaz aylarında Çeşme’ye gidişlerinde, bir şekilde Egemen’in oğlunu arkadaş edindiğini öğrenince çok sevinmiştim. Şimdi artık ne Egemen ne de oğlum aramızda değiller, yüreklere ateş topu gibi düşerek gittiler… Artık ruhumuzun ve vücudumuzun en önemli parçaları eksik kalmıştır, çaresizlik… Anıları önünde saygı ile eğiliyorum.

Egemen’in ilkokul ve ortaokul öğrenciliği de “5 ten şaşma 6’yı aşma” teknik ve taktiği ile geçmiştir. Zaman zaman derslerde muzipliği hat safhaya çıkar ortalığı kırar geçirirdi gülmekten… Bu manada sayısız anım olmasına rağmen bir tanesini anlatarak geçmek istiyorum. Yine artık aramızda olmayan aslında matematik öğretmeni iken din dersi de veren Haydar Hoca (Cihangir) vardı… Yaşamı son derece mütevazi ve hoşgörü katsayısı hayli yüksek olan lakin her türlü sportif ve kültürel faaliyete katılan bir öğretmen idi… İyi ve iddialı voleybol oyunlarının hemen hemen 1 numaralı katılımcısı idi hatırladığım… Kendisini de bu vesile ile saygı ve minnetle anıyorum. Hayatının son günlerine kadar görüşür muhabbet ederdik… Neyse, Din dersinde bir gün konu dua ezberi ve okunmasına gelmiş ve sıra da Egemen de idi… Haydar Öğretmen Egemen’e haydi “sübhaneke”yi oku bakalım dedi… Egemen başladı okumaya, lakin dışarıda arkadaşlar arasında herkesin de bir ölçüde yaptığı üzere yani tekrarladığımız biçimi ile; “Sübhânekellâhümme ve bi hamdike, ve tebâre kesmüke” girişini “annem keçi babam teke” diye nihayetlendirdi… Haydar Öğretmen ne yapacağını şaşırdı, Egemen ise diğer öğrencilerin bir kısmının kahkahayı basması, bir kısmının kızması arasında, kıpkırmızı olarak sustu kaldı… Şimdi bundan zinhar başka mana çıkarılmasın lütfen, biz çocukken işin ciddi manada şamatasında idik, öyle bugünkü gibi koca koca ciddi devlet büyükleri gibi makara kakara peşinde değil idik… Sevgili kardeşim, dostum Egemen, nurlar içinde ol, yıldızlar yoldaşın olsun…


Cumartesi, Kasım 13, 2021

BİR GECEDE CAHİL BIRAKILMAK

“Bir gecede cahil bırakıldık” söylemi üzerinden “Harf devrimine” bile kara çalmaktan murat, muhtemelen bizim göremediğimiz ama iyi bildiğimiz mahfillere mesaj babından olsa gerektir. Tüm bunlara rağmen gerçeklerin böyle olmadığı ya da olamadığı da zinhar ayan beyandır. Bir gecede cahil bırakıldık diye referans gösterilen tarihte, söylediğini yazabilme, yazdığını okuyabilme oranı ne yazık ki %3 idi (yazıyla da yüzde üç), sen daha ne anlatıyorsun ilaveten derler adama… Senin durumun bu iken, muhtemelen de tüm hayatını 50 kelimelik bir dağarcık ile idame ettirir iken, alfabenin şu ya da bu olmasının, zengin ya da fakir olmasının, yerli ya da yabancı olmasının nasıl bir manası olabilir ki… Ayrıca öykünülen hayatın ve mezkur hayatın idame ettirildiği coğrafyada, kabristan ve kabir taşının hiçbir önemi yokken birden ortaya atılan bu savın zaten yeterince karışık olan aklımızın tamamen karıştırılmasına yönelik olduğu yeterince sarihtir. Ama neyse bu sadece anlayana…

Benimle çalışanlar ve gezenler bilir, ben hangi ülkede, hangi şehirde olursa olsun, hangi dinden ya da hangi inançtan olursa olsun kabristan ziyaretine önem tayini ile zaman ayırırım. Mesela, ben Karahanlılar başkenti Balasagun ile Büyük Selçuklunun merkezi Merv’e gittim ve ne yazık ki oradaki mezar taşlarını da okuyamadım, gerçi taşlarda da bir şey yazmıyordu ya neyse, şimdi kalkıp bizi bir gecede cahil bıraktılar atalarımızın mezar taşlarını da okuyamıyorum diye mızıldanmadım. Mezkûr mahalde yatanlar, bizim atalarımızdır, bizim geçmişimizdir mütalaasıyla tarihine ve geçmişine çok önem verdiğini durmaksızın tekrarlayan yöneticilerimizin dikkat ve önemini anlamaya çalışırım bu ziyaretlerde… Konumuz Canım Yurdum olunca bu daha da bir önem arz eder.  Eski kabristanların yeterince değer bulmadığı çok açıktır lakin konumuz bu değil… Osmanlıdan bize intikal etmiş ve o tarihten itibaren el değmemiş bir kabristan gördüm bu yılın başlarında hemen durdum ve ziyaret ettim. Yer Ödemiş ilçemizden Bozdağ’a doğru giderken solda bir yerde bulunmaktadır. Yeterince de detaylı fotoğraflar çektim… Yüzlerce mezar taşı var, yer yer hoca sarıklı mermer işleme taşlara rast gelinmekle birlikte çok büyük çoğunluğu bazalt taşlardan oluşmuş vaziyette. Lakin bu bazalt taşlardan olan mezar taşların üzerinde hiçbir yazı ve işaret yok… Kimdir, kimlerdendir hangi tarihte yaşamıştır, hangi tarihte defnedilmiştir gibi bilgiler yazılmamış. Bu yazı özelinde mezkûr kabristanı yazıyorum benzeri yüzlerce kabristan daha gördüm Canım Yurdumun değişik yerlerinde… Ya yazmayı önemsemiyor ya yazmayı bilmiyor ya da kabristanda bu kabil not düşmeler düşünce ve itikatlar açısından münasip görülmüyor, vs vs… Şimdi harika Arapça ya da Osmanlıca bilseniz ne olacak, okunacak bir şey olmadığı sürece…

Diğer taraftan çok sık tekrarlandığı ve iyi bilindiği üzere; Atalarımızın anayurdu Orta Asya’da kullandığı yazı dili “Göktürkçedir” ve Göktürk alfabesi 4 ünlü ve 34 ünsüz toplam 38 harften oluşmaktadır. Sağdan sola doğru yazılmaktadır. Ve yine bilinmektedir ki; Danimarkalı dilbilimci Vilhelm Thomsen ve Rus Türkolog Vasili Radlof tarafından 1890’larda çözülmüş ve tebliğ edilmiştir. Diğer taraftan Arap Alfabesi ise tamamı sessiz olmak üzere toplam 28 harften oluşmakta iken Osmanlının Arap Alfabesini kullanmaya başlaması ile de yerel ve hayata özel ve ilave ihtiyaca binaen sayılabilecek katkılarla alfabe 36 harfe kadar yükselmiştir. Yani ses ve sesin tarifi adına kısıtlılık harf sayısından bile anlaşılabilecektir, lakin… Evet, tarihsel süreç içinde kendi alfabeni bırak kabul ettiğin dinin yüzü suyu hürmetine diğer bir alfabeye geç yıllar sonra tekrar köklerine dönülünce de feryat figan… Dile ve dilin kaydı alfabeye yönelik daha çok iddialı laflar edebilirim de, bu işin uzmanların yanında haddimi bilerek bununla iktifa edeyim. Anlaşılacağı üzere, kopan fırtına ne dil ne anlamak ne anlamamak ve de okuyamamak üstüne değil tamamen dünyaya bilimsel konularda daha yakın olabilmek adına alfabenin değiştirilmesinin tercihi üzerinedir. Mesela; Arap Alfabesinden mürettep Osmanlıca halis muhlis Türk Boyu Osmanoğullarında halis muhlis Türkçeye tercih edildiğinde, herhangi bir Osmanoğlunun “biz şimdi mezar taşlarımızı nasıl okuyacağız” diye vaveyla koparıp koparmadığını hep merak eder dururum. Bilenler de varsa beni aydınlatırlarsa çok mesut olurum. Mesela yine bu başlatılan manasız tartışmanın, “ben cahil milletin ferasetine inanır ve güvenirim” önermesi ile ne kadar alakalı olduğunu da oldum olası merak ederim….

Aslolan cehaletin kutsanması ise bakın şimdi size ben bir cehalet fışkırmasının canlı örneğini anlatayım da görün…

Çeşme’de sahilde dönemin Belediye Başkanı Nuri Ertan tarafından yapımı ve yerleştirilmesi gerçekleşen bir heykel vardır. Sonraları da, yine dönemin Belediye Başkanı Faik Tütüncüoğlu tarafından yeri ve yönü azıcık değiştirilen bu heykel, Türkiye Cumhuriyetinin 2. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve eşi Mevhibe İnönü’nün elele tutuştukları bir heykeldir. Bu heykelin hemen arkasındaki küçük parka arkaları dönük vaziyette 4 adet bank bulunmaktadır. Bu heykelin ve bankların yerleşimi ve yönü konusunda herkesin söyleyebileceği farklı şeyler olabilir. İlaveten de öndeki plakette kimlerin heykeli olduğu yazılmaktadır, şüphesiz okuması yazması ve dikkati olanlara yönelik. Hem de İsmet Paşa’nın tarihe geçmiş veciz sözü ile “Bir memlekette, namuslular, namussuzlar kadar cesur olmadıkça, o memlekette kurtuluş yoktur” … Bir güneşli ve rüzgârsız günde hemen yandaki gazete bayiinden aldığım gazeteyi okumak üzere o banklardan birine oturdum, okuyorum. Derken bir genç kızın olabildiğince yüksek bir ses ile telefondan birine bulunduğu yeri tariflediğini anlıyorum. Şimdi çok net hatırlamıyorum lakin çeşitli referanslar veriyor ve olmuyor, derken birden heykeli fark ediyor olsa gerek ve cehaletin dama dediği kelamı ediyor. “Hani sahilde yaşlı karı-koca heykeli var ya, oradayım” … Artık burada, sevmek, saygı duymak gibi duyguların varlığının bir önemi yok ki… Burada artık yegâne mühim hikâye; bilmek ya da bilmemektir. Esasen de cehalet…    

Hocam haydi bir gece de Arap harflerinden vazgeçtik ve bu yüzden cahil olduk. Peki, alfabe değişti lakin dil aynı yani dilin söylediğinin kâğıda aktarılmasının yöntemi değişti. Peki sen hayatı algılamada, yorumlamada, betimlemede ve anlatmada kaç kelime kullanıyordun, bir de ona bakın bakalım. Bu manada zuhur eden ve paçalarımızdan akan cehalet için hiç öyle bahane aramamak gerek aksi taktirde “gaz çıkarmanın çavdar ekmeğine bahane” edilmesinin önüne geçmekte zorlanırız, maazallah… Bu olsa olsa; çamur atmanın binbir yüzünü sergileyeceğim diye maskaralığa düşmenin binbir halleri olur, Allah Muhafaza…



 

Cumartesi, Kasım 06, 2021

ŞAHADETNAME

Kazakistan’a yaptığım seyahatlerin birinde, akşam dost sofrasında konu nasıl ve nereden geldi ise şimdi hatırlamıyorum, “diploma” sahibi olmaya geldi dayandı… Kazakistan’a yerleşmiş bir iş insanı arkadaşım, “Abi sana bir yüksek lisans diploması alalım, artık yüksek mühendis ol” dedi, haydaa… Şaşırdım, program takip etmeden, devam zorunluluğunu yerine getirmeden, gerekli sınavlarda başarılı olmadan, nasıl oluyor bu diploma edinme süreci… Muhabbetin ilerleyen bölümünde, baktım ki diploma edinmek çok kolay, şaka ile karışık “yahu ben bir de hukuk diploması edinmek istiyorum” dedim. İşi kolay halledeceğini beyan eden muhterem, tamam dedi, “paha” tayini ile, yüksek lisans 500 dolar, hukuk lisans ise 1.000 dolar, dedi… Peki nasıl olacak deyince, “devam föylerinden, program takiplerine, sınavların başarı ile deruhte edildiğine dair her türlü safahatın bihakkın ve dökümante edilerek arşivlenecek şeklinde olacaktır” idi cevap… Daha da önemlisi, “dil konusu” nasıl izah edilebilir sorusuna verilen cevapta saklı idi, “dilin ne önemi var be abim”… Yani anlayacağınız; öğretim kurumunca öğretim süresince aldığınız dersler, dersleri aldığınız dönem, mezkûr dersin sınavlarında aldığınız notlar, not ortalamaları vs vs gibi bilgileri içeren “transkript” ile… Bundan iyisi Malatya’da kayısı, tarzı…

Sonraları fark ettim, projelerimize çalışmak üzere müracaat eden mühendisler ile görüşür iken müracaat eden bazı Hindistan vatandaşlarının diploma, bröve ve sertifikalarına bakınca merak etmiştim. Adamlar bir CV dosyası hazırlıyorlar, ben bakarken komplekse kapılıyordum vallahi, yalan değil. Sonra yolum Hindistan’a düşünce, gördüm bu diploma, sertifika edinmenin kısa ve kolay yollarını…

Sonra gördüm ki, sahte diploma ya da belge beyan ettiğin kurum, “senin beyanın” ile sınırlı kalınca; yani, şaibe ve istek anında kontrol edelim diye soran olmuyorsa zaten sorun olmuyor ki… Mesela, yaptığım iş gereği gördüm ki, sahte “iş bitirme” belgeleri, sahte “banka referans mektupları”, sahte “bilançolar” ile alınan milyonlarca dolarlık işler var, sadece bizde mi, nerde, tüm dünyada yaygın vaziyette… Yeter ki, ilişkiniz ve gücünüz buna münasip olsun… Aaaa siz görülme, kullanılma sıklığı açısından bakıyoruz derseniz, ona bir şey diyemem… Bir ara da diploma kiralaması, iş bitirme kiralaması gibi abukluklar vardı eczane bile kiralık eczacı diploması ile açılıyor gösterirsin onu müdür oldu bitti maşallah… Ayrıca, memlekette o kadar sahte üretim var ve tüm çabalara rağmen önü alınamıyorsa, sahte diplomayı neden mesele edelim ki, değil mi?... Sahte bal, sahte rakı, sahte likör, sahte et ve et ürünleri, sahte yağ, sahte baharat, sahte çay, sahte kahve, sahte çikolata, vs. vs. bu listeye daha yüzlerce ürün eklenebilir… Zaman zaman gazetelere yansıyan; sahte doktor, sahte imam, sahte öğretmen, sahte avukat, sahte dişçi, sahte mühendis, sahte polis, sahte savcı, vs vs, o kadar çok ki, say say bitmez… Yüce Rabbim, esirgemeden ziyadesiyle verdikçe vermiş… Gerçi topraklarımızın da yeterince mümbit olduğunu ıskalamayalım… Ayrıca ve ilaveten aslından ne hıyr gördünüz de sahtesine bu kadar çemkiriyorsunuz derler adama, maazallah… Lakin çok şükür ki sahte müteahhit yok, demek ki asılları ile iktifa ediliyor… Bu kadar sahte’nin içinde sahte diplomaya bu kadar takılıyor olmak da bir abeslik, efendim, hayatımızı etkilemeleri farklı olur izahı da çok tatmin edici değildir benim nezdimde, ne yani, sahte rakı bu kadar can alıyor, hayatımızı etkilemiyor mu… Vs, vs…  

Oysaki, Türk Ticaret Kanunu (TTK) madde 55 kapsamında durumu haksız rekabet olarak nitelemektedir, “paye, diploma veya ödül almadığı hâlde bunlara sahipmişçesine hareket ederek müstesna yeteneğe malik bulunduğu zannını uyandırmaya çalışmak veya buna elverişli doğru olmayan meslek adları ve sembolleri kullanmak” ne diyelim, kifayet-i müzakere… Çok şükür… Bu nasıl bir kabiliyettir Allah aşkına yapılan her yasanın ardına dönebilme, üstelikte te düzenlemenin, yasanın, yönetmeliğin cevazı ile becerilebiliyor, şapka çıkarılması gereken bir kabiliyet…

İnternette; Google Abi’ye “sahte diploma” yazınca neler çıkar diye baktım. Enteresan. “Sahte Lise Diploması”, “Aileye Göstermelik Diploma”, “Sahte Lisans Diploması”, “Sahte Vize Diploması” ve “Sahte Üniversite Diploması” başlıkları ile nerdeyse her ihtiyaca yönelik bir arzın söz konusu olduğunu gördüm. Doğru ya da yanlış, uygulanır olabilir mi, bilemem. “Sahte üniversite diploması için yıllardır hizmet vermekteyiz. 2017 yılından bu yana Türkiye’de iş bulamamış gençliğe iş bulması için diploma, ailesine okulu bitiremediğini söyleyemeyenlere çare olduk.” sunumu ile “Diploma Özellikleri” başlığı altında ise, “Diplomalarımız, kalın kâğıda matbaamızda yüksek kalite dijital baskıdır, Diplomaların yanında noter belgesi de ücretsiz gönderilir, Türkiye’de bulunan tüm üniversitelerin çalışmasını yapmaktayız”, denilmektedir. Akıllara zarar… Şeytana pabucunu ters giydirir hamle… Pes ki pes… Bir de denilmiyor mu ki; “Tüm hazırlanan diplomalar ıslak imzalı, noter tasdikli, apostilli bir şekilde hazırlanmaktadır. Hologramlar kabartma, diplomalar aslına uygun boyut ve özelliktedir”. Pes’in karesi gayri… Gerçi bu kadar çok üniversitenin bulunması, bu kadar çok öğrencisi olması, bu kadar öğretim affının yaşanması, yani ve hülasa, girmenin kolay, bitirmenin kolay olmasına, diploma sahibi olmanın kolay olmasına rağmen hala “sahte diplomacıların” icra-i sanat eyliyor olmaları olsa olsa insanımızın aceleci olmasına bağlanabilir.

Çok şükür ki; bizler daha Amerikan kontrol ve destekli FETO tutmalarının Üniversitelerimizin köşe başlarını tutamadıkları dönemde tahsil eyledik ve bihakkın diploma edindik. Aksi taktirde düşünsenize bunlarla rakip olduğunuzu, yarış halinde olduğunuzu, bu güruh oyun içinde kural değiştirmeyi kural haline getirmiş kuralsızlar olarak rakibin olacak kazanma şansınız baştan itibaren körelmiştir kaçınılmaz olarak…

Sürekli diploma değerlendirmeleri yapanları hedef alan eleştiri ve şikayetler kadar bir de bu kabil diploma arayışları içinde olanları “es” geçiyor olmak da bir başka zafiyet değil midir? Aaa efendim zaten kollanıyorlar diyorsanız onu da bilemem vallahi… Mesela sahte diplomaları salt bir hobi babından biriktirsen sıkıntı yok, en azından benim açımdan bir sorun teşkil etmez lakin durum öyle mi bahse konu uyduruk belgeler ve diplomalarla köşe başları tutuluyor ve ahkam kesiliyor bu ciddi manada sıkıntı doğuran bir durumdur, en azından benim için… Ayrıca, bazıları “orijinal sahte diploma” yerine direk sahte diploma kullanmayı neden tercih ederler çok merak ederim…

Sahi, nasıl oluyor da, bu kadar sahte ürün, sahte meslek ve sahte tutum Canım Yurdumda baş tacı ediliyor ya da yaptırımsız atlatılıyor, anlamak çok zor…