Cumartesi, Haziran 04, 2022

ESNAF VE SANATKÂRLAR ODASI BAŞKANI OSMAN KÖFÜNCÜ RÖPORTAJI

 

Ruhi Mehmet Çilek: Sevgili Başkan; öncelikle merhaba deyip hemen konuya gireyim, daha önceki konuşmalarımızdan da bildiğim üzere, YENİ ÇEŞME PROJESİ’ne hem takdim usulü hem de içeriği itibari ile karşı olduğunuzu biliyorum, esasen de sizin daha önceki ALAÇATI PORT uygulamalarına da karşı duruşunu da göz önünde tutarak bir genel değerlendirme yapmanızı istiyorum.

Osman Köfüncü: Ben de hem Oda hem de kendi adıma görüşlerimi bir kez daha aktarma fırsatı verdiğiniz için, hoş geldiniz der YENİ ÇEŞME Gazetesine de teşekkürlerimi sunuyorum.

“Yeni Çeşme Projesine” geçmeden önce geçenlerde de bir basın açıklamasında değindiğim üzere önümüzde kötü bir örnek olan “Alaçatı Port” projesinden söz edeyim, 1998 yılında bu işin içinde idim ve olacakları gördüğümü ve sonuçlarını sezerek gerekli itirazlarımı ve karşı mücadelemi verdim. Orada, güzel tablolar çizilerek insanların ellerinden arazileri toplandı, kıyı koruma kanunu denildi aynı dönemde bir de baktık ki kıyı koruma kanunu delindi. Sıradan vatandaş olarak dededen kalma yeriniz var aynı yerde tuğla üstüne tuğla koyamıyorsunuz ama bu özel uygulamada kıyılarla ve çekme mesafeleri ile istediğiniz gibi oynuyorsunuz, bizim itirazımız şudur, ben geliyorum ve kocaman bir nizamiye kapısı ile karşılaşıyorum, denize ulaşma hakkımı kullanamıyorsam ilaveten kamuya da faydası olmayan bir proje ise… Denizin etrafı da tel örgü ile çevrili, oradaki konutlarda yaşayanlar da oraya giriş kartlarını kullanarak giriyorlar, dışarıdan girmek mümkün değil. Bir zümreye tahsisli bir alan hem de sadece konut alanı… Proje başlangıcındaki sunumda, deniz kenarında birinci katları insanların oturacağı, çay içeceği, yemek yiyeceği yerler gibi üst katlarda da küçük konutlar olabilir şeklinde takdim edilmiş idi. Sonuç ortada… Bu kötü örnek ortada iken çok muhtemelen de benzeri olma adayı bir projeye de baştan itibaren karşıyım. Şimdi adım adım karşı çıkış gerekçelerimi sıralamak istiyorum.

Evvelemirde Bakan Bey bizi bu toplantıya çağırmamış idi buna mukabil o günkü basında geniş yer alan açıklamamda sorulan bir soru üzerine ise; “herhalde çağırmak işlerine gelmiyordur” diye cevap vermiş idim. Dikkat ederseniz proje kapalı kapılar ardında yürütülüyor.

RMÇ: Sevgili Başkan; o zaman yerel yönetimi de çağırmamışlar idi diye hatırlıyorum, doğru değil mi?

OK: Doğrudur, hatta Belediye Başkanı Ekrem Oran Çakabey Kültür Merkezinde tepki toplantısı düzenlemiş idi ve ben de o toplantıya gitmiş idim. Tepki toplantısında destek vermek amaçlı bir de konuşma yaptım. Oysaki beklentimiz, Çeşme esnaf ve sanatkârlar odası olarak buraya çağrılmalı idik, bilgilendirilmeli idik, görüş bildirmemize imkân verilmeli idi. Ben görevim gereği üyelerimizin sorunlarının çözümü çerçevesinde, daha modern daha uygun ve uygar bir “Sanayi Sitesi” talebimi her gittiğim yerde ifade etmeye başladım lakin nereye gitti isem hep karşıma “Çeşme Gelişim Projesi” diye bir proje çıkmakta iken şimdilerde de “Yeni Çeşme Projesi” çıkmaktadır. Anladığım kadarı ile 2025 yılında bu proje hayata geçirilecekmiş, buna karşılık bizde diyoruz ki, bu işi aceleye getirmeyin lütfen, bu proje sınır ve kapsam açısından hala belirsiz, yeterince bilinmiyor ve tartışılmadı. Evet, siz bize projeyi detaylı anlatın karşılığında da biz size çekindiğimiz durumları ve tecrübelerimiz anlatalım, değil mi? Ne dediler, işte şu kadar konut, 500.000 nüfus, 100.000 istihdam… Takdim bu… Çeşme ile ilgili görüş aldığım tüm akademisyenler, Çeşme’nin genişlemeye değil gelişmeye ihtiyacı olduğunu söylüyor, gelişin diyorlar.

RMÇ: Yani hizmet ve imkân kalitesini arttıralım manasında, değil mi?

OK: Bugün; Ildırı köyümüzden Çiftlik köyümüze kadar sahil bandında 2 aya sıkışmış bir tatil, neredeyse de tamamen 2. Konuta teslim olmuş bir durum söz konusu, turizm bitmiş durumda. Bana da öyle geliyor ki, Ankara galiba bize bilerek böyle bir ortam yaratıyor. Aksi takdirde “rezidanslara” bu kadar izin veriliyor olması nasıl izah edilecek. Ben 1982 – 1997 yılları arasında “Altın Yunusta” çalıştım. Mart başında başlayan turizm sezonu Kasım sonuna kadar giderdi.

RMÇ: Bende 1974 te çalışmış idim, o zaman da dediğiniz gibi bir süre söz konusu idi.

OK: İlaveten Ildırı’dan Çiftliğe genişlemiş bu alanda birçok eksiğimiz var, mesela hala kanalizasyonun olmadığı bölgeler var, ben de tam da bu yüzden diyorum ki, önce siz buraları bir “geliştirin” sonra da gelin bana deyin ki, ben burada 5 tane golf sahası istiyordum ama gördüm ki tepki çok 2 tane golf sahası olsun, Atatürk Köyü olsun, ama bana derseniz yaklaşık 250 parseli otellere parsel parsel satacağız, bugün Sheatondan tutun, İnkim den tutun, Del Mar dan tutun, Dinç Otelden tutun vs vs otel hakları alınarak turizm amaçlı faaliyete geçilmiş ama sonra da rezidans a döndürülmüş, buna bir dur demek lazım artık. Bana tüm bunlara bakılınca öyle geliyor ki sanki bilinçli bir şekilde daralma yapılıyor. Normal parsellerde rezidans yaparsınız bu sizin hakkınız buna kimse karışamaz ama böyle de olmaz ki…

RMÇ: Yani, yerel ve merkezi zımni bir karar birlikteliğimi var diyorsunuz?

OK: Öyle olmasa bile ben öyle görüyorum. Bir taraf planlama yapıyor bir taraf ruhsat veriyor ise…

RMÇ: Çünkü inşaat ruhsatları bile artık Bakanlıktan onay alarak tanzim ediliyor…

OK: Olacak iş değil. Bizim itirazımız burada, Bakan Bey son açıklamasında şöyle söylemiş, “biz oradaki kamu kurum ve kuruluşlarından bilgi alıyoruz” diyor, ama böyle bir şeye de ben tanık değilim, kime sorulmuş bilmiyoruz ama bize sormamışlar. Ben yanlış anlaşılmasın, başta Bakan bey, Belediye Başkanı, Ticaret Odası Başkanı hepsine saygım var ama bunların kaç tanesi benim gibi 12 ay yaşıyor burada.

RMÇ: Bana göre senin ilaveten saydığın şahsiyetlere göre bir fazlan ise “yerel temsiliyete” sahip olmandır bana göre.

OK:  Tabii ki, benim önümde bir proje de yok aslında, şimdi bakıyorum da harita üstünde bir alan çevrilmiş… Bunun üstünden konuşulmaz ki…

RMÇ: Peki, Sevgili Başkan, proje büyüklüğünü biliyor musun?

OK: Proje bilgilendirmesinde alan büyüklükleri var da

RMÇ: Germiyan’ı bile içine alan bir projeden bahsediliyor galiba

OK. Bu büyüklükte bir projeden bahsediliyor ama biz ne olduğunu bilmiyoruz açıkçası. Ne yapılmak isteniyor bilinmiyor. Sevgili Belediye Başkanımın 2 adet talebi olduğu ifade edildi. Bir tanesi “sanayi sitesi” br tanesi de lojman olduğu söylendi. Proje alanında kalan oteller içi lojman yapılacağı söylendi. Bunları basından öğrendiğimiz kadarı ile biliyoruz. Peki, biz ne bekliyoruz. Şüphesiz ki bu masanın etrafında oturmayı bekliyoruz.

RMÇ: Bence de en doğal hakkınız bu, hem kurumun başkanı hem de temsiliyetiniz manasında…

OK: Mesela bana kimse demiyor, eğer sanayi sitesi mevzuu edilmiş ise, gel bakalım oda başkanı, senin kaç sanayi esnafın var, kaç dükkân olmalı, vs diye soran da yok, söyleyen de yok… Taaa başından beri Çeşmemizin maalesef bir “master planı” yok, bunun sancıları çekiliyor. 25 sene önce Dalyan yolunda idi sonrasında şimdiki yerine taşındı ve şimdi de şehirin göbeğinde kaldı. Bizim projemiz, eğer uygulanabilir ise, yenilenebilir enerjisi, geri dönüşümü, güneş enerjisi gibi detayları düşündüğün zaman artık 150 yıl Çeşme’nin böyle bir sorunu olmamalı. Gelin bunu yapalım, alkışı kim alır, oyu kim alır, o benim derdim değil, derdim ve muradım sorun çözülmüş olsun.

RMÇ: Peki, Sevgili Başkan, Belediye Başkanının söylediği ya da talep ettiği söylenen, sanayi sitesi ve lojman bu proje kapsamında mı olacakmış?

OK: Şüphesiz net bilinmiyor, ama hem İzmir Büyük şehir hem de Çeşme Belediye başkanının, böyle bir talebinin olduğu söyleniyor. Peki, bu talep nasıl karşılandı bilmiyoruz.

RMÇ: Ya da bu talep karşılandı mı?

OK: Biz hiçbir şekilde bilgilendirilmiyoruz. Yalnız Çeşme Belediye Başkanının sanayi sitesi ve lojman işini dillendirdiği söyleniyor. Bildiğimiz de maalesef sosyal medya ve basın aracılığı ile edinilen bilgiler.

RMÇ: Şimdi biliyorsun hem Çeşme Belediye Başkanının hem de Büyükşehir Belediye Başkanının önce muhalif olması sonra tekrar projeyi olumlu karşılaması gibi çeşitli durumlara göre pozisyon alınıyor olması sizin bu değerlendirmeniz ile ben de şöyle bir çağrışım yaptı. “Ya benim bu iki talebim karşılansın, muhtemel oy alanlarım genişlesin, ben de bu projeye itiraz edişimi sonlandırayım” yorumunu yapıyorum, doğru olur mu bu yorum?

OK: Ben öyle düşünmüyorum. Onlar öyle düşünüyorsa da o onların sorunu olur.

RMÇ: Öyle düşünmüyorsunuz, peki anlaşıldı.

OK: Sonuç olarak biz ne olduğunu bilmiyoruz, ayrıca konuşamıyoruz da tıpkı diğer konuları da konuşamadığımız gibi. Benim iddiam yeni cephe açılmasın şeklindedir. Şimdi bakıyorum ÇEŞTOB başkanı Core d’Azur örneği veriyor. Orası koruma planları olan bir yer ama… Çiftlik’ten Alaçatı’ya güney sahilinde turizm projesi uyarınca otellerin yapılmasını yıllarca bekledik, Alaçatı’ya havaalanı yapılacağı söylenince çok sevindik… Havaalanı nasıl olmalı diye o dönem görüşüm alınır iken de söyledim, küçük ve eğitim amaçlı bir havaalanı idi, beklentim. Şimdi bakıyorum da 250.000 nüfuslu kent 100.000 istihdam dediniz mi? Tablo çok değişir. Ben Çeşme’yi korumak istiyorum kollamak istiyor, geliştirmek istiyorum.

RMÇ: Peki, burada mali sorunları aşabilmek için acaba bir arsa rantı gibi bir görüntü veriyor durum? Sz ne düşünüyorsunuz bu manada?

OK: Başka ne düşünmeliyim ki acaba bilemiyorum. Kıyı koruma kanunu denilerek kanun delindi adam önden arabası ile giriyor arkadan yatı ile denize açılıyor.

RMÇ: Hala da yapılıyor, hem de karşı tarafa da geçildi…

OK: Artık Azmak Deresinde balık üremiyor. Biz “Çark Denizinde” sörf mü yapacağız, Port mu yapacağız, Marina mı yapacağız? Ben beklerdim ki, proje karşıya geçmesin. Ben beklerdim ki Bakan Beyin bize değer vermesini…

RMÇ: Sevgili Başkan, biz buranın en değerlisiyiz, biz buralıyız, biz buranın kurumlarının başındayız, buranın kurumları ile iş yapıyor, ilişki yürütüyoruz. Biz önemliyiz.

OK: Evet, kıyı koruma kanunu var ise, herkese geçerli olmalı, değil mi. Kıyılar halka açık olmalı, ben kıyıya gidemiyorsam orası benim değildir.

RMÇ: Peki, sevgili Başkan, proje kapsamında çok sayıda golf alanından bahsediliyor değil mi? İnanıyorum ki, siz Oda olarak, golf sahaları yatırımı, işletmesi, faydaları ve zararları konusunda bir çalışma yaptırmışsınızdır… Türkiye’de kaç kişi golf oynar, bunların ne kadarı Çeşme’yi tercih eder, toprak için nasıl zararlar oluşturur, telafisi ve giderilmesi vs vs. Yapımı ve işletme sırasındaki su ihtiyacı vs gibi detaylar ile su fakiri Çeşme’nin karşı karşıya kaldığı sıkıntı… Türklerin golf yapıp yapmadığı? Yapanların sayısı vs vs… Benim daha önceki dönemden golf yatırımı önerileri üstüne bir çalışma yapmış idim, gördüm ki, bir doğa katliamı olması yanında hiç de akla uygun bir yatırım değildir. Golf yatırımı ne yazık ki her yetkili tarafından hem de konuyu hiç bilmeden çok önemli bir turizm enstrümanı gibi anlatılıyor. Tam tersine bir doğa katliamı olduğu gibi mali geri dönüşü de olmayan bir yatırımdır. Peki, sizin bu konuda görüşleriniz nelerdir?

OK:  Daha önce de dediğim gibi 11 adet golf sahası planlanmış deniliyor. Yerlilerin golf yapmayacağı açık ve net. Peki; Çeşme’ye gelen turistler nerede… Travel Turkey, EMIT, ITV Berlin ve Hollanda fuarlarına gidilir sürekli. Dikkat ediyorum, kaç tane tur anlaşması yapıldı, ondan diyorum ÇEŞTOB başkanı bir aynaya baksın. Dünya da 3 tane turizm ön plana çıkıyor. Sağlık, Kongre ve spor turizmi… Sağlık için yerimiz uygun mu? Uygun yıl 2022 daha termal kür merkezi yok. Kongre merkezi kaldırılıyor, Sheraton otel kaldırdı, bakıyorum şimdi tüm bu olanlara “biz burada turizmi istemiyoruz demek ki” … Dünyaca ünlü “kite sörf” merkezi kabul edilen Pırlanta’da bu işin önü kesildi. İlaveten “inanç turizminde” yokuz. Turizmde yol haritası oluşmuş mu, hayır…

RMÇ: Daha da kötüsü, böyle bir niyetimiz de yok, görünen o yani…

OK: Bunlar açısından turizm sadece tanıtım galiba Çeşme yeterince tanınmış durumda, artık destinasyon olmak durumundayız. Esas itiraz konumuz mevcutta yapamadıklarımızı gerçekleştirme zamanıdır diyoruz. Şimdi diyor ki Bakanımız, Çeşme’nin kronik sorunu çok kısa sezonunun olması… Hem böyle söyleyip hem 2. Konut yapımına hız veriliyor, rezidans yapımına tam gaz devam ediliyor, neden bunlara hülle olduğu belli iken izin veriliyor. Bana göre Çeşme’nin yerleşik nüfusu 65.000 i geçmemeli. Hafta sonu ve yazlıkçılarımızla birlikte 400.000 ya da 500.000 olmalı bayramlarda da 1.000.000 ya da 1.500.000 olmalı.

RMÇ: Peki, Sn. Bakana göre “Yeni Çeşme Projesi” gerçekleşir ise Çeşme’de turizm sezonu mu genişleyecekmiş? Sen mevcut otelleri çalıştıramıyorsun, o da tamamı yerli turizme yoğunlaşmış. Peki, acaba şimdi eski oteller rezidansa dönerken acaba yeni oteller yapıp sonra onları da mı rezidansa döndürecekler, bunu anlamak mümkün değil vallahi.

OK: Bunu anlamak için zaten hep Alaçatı Port Projesini örnek gösteriyorum, başlangıçta, proje nasıl takdim edildi, dükkanlar, bankalar, restoranlar, kafeler olacak tı, oteller olacak idi, sonuçta ne oldu. Bize öyle bir oyun oynandı ki orada, oteller geriye atıldı, önlere evler yapıldı, sahibinden başkası giremiyor şimdilerde.

RMÇ: Başkan tamirci olursan yata gidersin o kadar da değil…

OK: Ben orada bahçıvan olamam, ben baktım orada çalışanlara, bölgemden çok az çalışan var, hepsi dışarıdan getirilmiş durumda…

RMÇ: Sevgili Başkan, dışarıdan gelenlerde sonuçta bizim insanımız… Burada dikkat çekmek istediğinizi şöyle anlıyorum, başta anlatılan ne, “yerel istihdam artırılacak”. Yalan, peki biz bize anlatılan bu masallara bu yalanlara bu kadar hızlı inanırsak bize yalan anlatılmaya devam edilir, şüphesiz, kural bu…

OK: İlaveten bahse konu toplantıda Sn. Bakan, Çeşme’nin tek tip pazarı demiş, toplantıda bulunan ÇEŞTOB Başkanı cevap verememiş. O zaman o görevi bırakacaksın…

RMÇ: Bırak sen asli görevini yapma ama git jeoloji mühendisliğine soyun, kireç taşı de, proje alanına… Liyakat böyle bir şey işte… Bilgisizliği had safhada iken ilgisizliğine dayalı inanılmaz bir özgüven patlaması yaşıyor anlaşılan…

OK: Siz bu kadar otel var iken bir şey yapmayın sonra kalkın yeni oteller talep edin. Siz, Altın Yunus, Ilıca, Radison Blu, Sheraton’u, Çiftlikte de birkaç otel bulunuyor, doğru ve amaca yönelik çalıştırın biz ihya oluruz, zaten…

RMÇ: 1970’lerde Altın Yunus, Ertan ve Turban otelleri ile zaten ihya oluyordu, Çeşme…

OK: ÇEŞTOB Başkanının bir Tv kanalında Çeşme’yi bu rezidanslar ihya edecektir açıklamasını da anlamıyorum. Aldığınız abdest ile kıldığınız namaz birbirini tutmuyor ise, ne diyelim.

RMÇ: Peki, üyelerinden tepki olmamış mı bu muhtereme… Dememişler mi “ya başkan sen neden böyle konuşuyorsun” diye…

OK: Olmaz mı, sosyal medyaya bile taşan tepkiler var. Bakan Bey bir tek ihale yapılmayacak diyor ama 200 ya da 250 adet otel parselini satacam diyor, ben anlamıyorum… Gazetecinin birinin “sürecin beklenmemesi durumunda kamu zararı yaratmayacak mı” benzeri bir sorusu üzerine Bakan Bey cevap vermemiş…

RMÇ: Cevap vermemesini siz neye bağlıyorsunuz, sukut ikrar meselesi olabilir mi, ne diyorsunuz?

OK: Vallahi ne diyelim… Şimdi bakın bu lekeli yerler “Mersin Limanında” bu projenin yapılacağı tam anlaşılmıyor. Biz bu yüzden hep master plan deyip duruyoruz, zamanında yapılmış bir master planımız olsa idi, bugün biz bunları konuşuyor olur mu idik? Hayır, Alaçatı Çakmak Ovası tarım alanı olsa idi, Karaköy’de hayvancılık yapılacak dense idi, Ovacık Ovası tarım alanı olsa idi… Bunlar konuşulur mu idi? Hayır. Şimdi gidin Ovacık Ovasına, Ovacıktaki Rahminin Kahveye oturun bir çay için bakın ova ne halde… Tarım alanı olduğu halde villa doldu… Buna dur diyen yok maalesef… Yaklaşık 5 yıl önce İlçe Tarım Müdürlüğüne başvurmuş idim, dönemin Kaymakamı da destek vermiş idi…

Şimdi tekrar bilgilendirme toplantısına dönelim. Ne deniyor, “farklı ekolojik temalara odaklanan farklı yörelerin de ürünlerinin yetişeceği bahçelerde proje içerisinde yer alacaktır” biz Ovacık’taki kavunu, beyaz soğanı, anasonun yok olmasına zemin yarattık şimdi gidip oralarda yeniden bahçeler oluşturacağız, “kireç taşı” olmasının yanında bir yandan yok ediyoruz, bir yandan yapacağız hayalleri kuruyoruz. Hani ÇEŞTOB’un “jeoloji mühendisi” başkanı ile Bakan Beyin söylemi arasında bir fark var.

RMÇ: Sevgili Başkan, proje lehine konuşayım derken sirkatin söylenmesi bu olsa gerek…

OK: Bakan Bey ilaveten diyor ki, “biz bu pazardakiçeşitlendirmeyi arttırmak istiyoruz”… Ben de diyorum ki, hepimiz zaman zaman “akademisyen görüşü” almak zorundayız, benim danışmanlığa başvurduğum akademisyenler, Çeşme’yi geliştirin diyor, genişletmeyin diyor, ben de diyorum ki, korunarak gelişelim. Mesela bu…

Önceleri, hatırlarsınız, Anıtlar Kurulu toplanıp Çeşme için yaygın bir SİT Kararı almış idi, ilk 2 gün kızmış idim sonra baktım bizi koruyacaklar görüntüsü var, çok sevinmiş idim. Bizi koruyacaklar, Allah Razı olsun, demiştim. Sonra, geçen sen idi galiba, birden SİT Kararları yumuşatıldı, çok üzüldüm… Bugün sıradan bir endemik üründen bahsedeceğim, kekik…

RMÇ: Çeşme kekiği değil mi?

OK: Artık, kekik kökünden sökülerek götürülüyor, bakın bu da sakız ağacı gibidir, ne kadar dikmeye çalışın söküldükten sonra olmaz. Bu kekik çok değerli ben katıldığım her toplantıda kekik konusunu hep anlatmışımdır. İnsanlar tabii ki ihtiyaçları kadar dallarından kesip alacaklar, ama bunlar kökleyip gidiyorlar… Olmaz… Bu beyefendi oradaki kekikleri göremiyor, bilmiyor tabii ki…

RMÇ: Uzmanlık alanı jeoloji olunca tabii…

OK: Bakan Bey; “esnaf ve sanatkârlar odaları birliği” ile işbirliği içinde olduklarını kaydetmiş.

RMÇ:  Ya Başkan gördünüz mü, sizinle işbirliği yapıyorlar ama ya siz fark etmiyorsunuz ya da söylemiyorsunuz…

OK: Şaka bir kenara, ben hemen Birlik Bakanı ile görüştüm acaba onlarla bir irtibat var mı diye, yok, böyle bir görüşme olmamış. Kimlerle görüştüklerin ben de merak ediyorum… Sayın Bakan diyor ki, Alaçatı Limanında sörf okullarının olduğu bölgede yapılamaya izin vermediklerini söylüyor. Peki, mevcut olanlar nedir?

RMÇ: Sevgili Başkan, muhtemelen onların kayıtları yoktur, kayıtsız olunca da görünmüyor tabii ki…

OK: Bu arada ilaveten de, Türkiye’nin en iyi programlanmış projelerinden birini gerçekleştireceklerini söylüyor Sn. Bakan… Koruma alanlarını arttırdıklarını söylüyor. Ulaşım ve su ihtiyaçlarına göre çalışma yapacaklarını, yerel dokuyu koruyacaklarını ve bu konuda halkın da görüşünü alacaklarını söylüyor. Hemen sokağa indim her gördüğüme sordum nerdeyse, ne Çeşme’de ne de Alaçatı’da bırakın sorulmayı, kimsenin benden daha fazla bilgi sahibi olmadığını biliyorum ve gördüm. Bi getirin projeyi bir görelim belki iyidir, değil mi?

RMÇ: Yok Sevgili Başkan bence bu projenin ne yapılırsa yapılsın iyi olma ihtimali yok… Neden olmaz biliyor musunuz? Ne dediniz kalıcı nüfus 65.000 civarı olmalı diyorsunuz, değil mi? Bana göre de 50.000 civarında kalmalıdır. Neden çünkü pik dönemlerde bu yerleşik nüfusun karşılığı 3.000.000 olacaktır. Bunun da manası Çeşme batar, çöker… Yolun yok, elektriğin yeterli değil, suyun yeterli değil, kanalizasyon uygun ve yeterli değil, arıtma yok, öyle merak etme yaparız ile olacak bir iş de değildir, bunlar… Bunları yapmaya kalkılınca anlaşılacak ne demek istediğim… Manası daha büyük karmaşa ve daha büyük çözümsüzlük… Bakın sevgili Başkan bunun karşılığı 10 yıl sonra müsilaj, hem de toptan ve her konuda…

OK: Benim anladığım bu yaklaşım, bir şehirleşme emaresidir. Burası şehir olmamalıdır. Burası bir Kuşadası olmamalıdır, bir Marmaris olmamalıdır. Ben laf olsun diye itiraz etmiyorum. Yaşam alanlarımıza girmeyin diyorum.

RMÇ: Peki Sevgili Başkan, proje alanının büyüklüğü ve yer aldığı alana bakılır ise, Çeşme’nin yegâne su havzasının tam tamına göbeği oluyor. Bizi yeniden “derin kuyu suyuna” mahkûm edecek bir tutumdur bana göre. Derin kuyu sularındaki arsenik riskini artık Melih Bey bile biliyor…

OK: Karareis’teki baraj bunun çözümüdür.

RMÇ: Çeşme Barajının su toplama havzasını neden yok ediyorsunuz Kardeşim? Tam tamına “bir hilal uğruna ne güneşler batıyor” tercihi bana göre…

OK: Şimdi diyorlar ki, Dubai böyle yaptı… reverse osmosis yöntemi ile denizden üretiyorlar… Bu enerji bedelleri ve kararlılığı ile bu işin yürütülmesi uygun değildir. Onlar sahip değiller idi ve alternatif yaratıyorlar. Biz yok edip yeniden üretmeye çalışıyoruz. Amerikanın yeniden keşfi bu olsa gerek…

RMÇ: Kuş Cenneti ile kısmen korunabilecektir umarım… Güzel ben gittim gördüm, yeterli midir bilemem ama faydası olacaktır şüphesiz…

OK: Şimdi oraya kuş cenneti dediler, ama tehlike geliyor. Ben yaşam alanlarımızın tehdidinden bahsediyorum. Mesela ben RES’lere karşı değilim ama kafamızın üstüne dikilmiş olmalarına itiraz ediyorum.

RMÇ: Biz nasıl ki komşumuz ile barış olsun diye çırpınıyoruz, aynı şeklide doğa ile barış istiyoruz…

OK: Şimdi bizim her şeye karşı çıktığımız gibi düşünmesin insanlar, mesela “Kale Önü Projesine” büfeler hariç alkış tutuyorum. Bunlara karşı çıkılınca da hemen “vatan haini” damgası vurulmasına da karşıyım. Ben vatanımı çok seviyorum.

RMÇ: Peki, Sevgili Başkan, senin tavrın taa Alaçatı Port’tan beri aynı, değişmemiş, ilk başta sen de masaya çağrılmamış idin, peki masaya çağrılmayınca “Çeşme’yi ham yaptırmam”  deyip masaya oturunca da aaa bu proje Çeşme’nin hayrına bir projedir saiki ile “hala ham yaptırmam diyenlere hain” demiş sonra da bilinen zigzaglar… Keza büyükşehir Belediye Başkanı da aynı zigzagları yaptı nihayetinde de her ikisi de bizim tarafa gelip tekrar projeye karşı oy açıklamaya başladılar. Sizce bu kadar yer değiştirmenin tavır değiştirmenin manası nedir?

OK: Tabii ki ben 3. Şahıslarla ilgili konuşmayacağım ama siyasi önde gelenlerden bir kısmı bu projenin maddi olarak İzmir Kemeraltı’na bile faydası olacak, ne oluyor demiştim. Buradan bir kazanç olacaksa önce projenin olduğu yere işlemeli dedik, bakıyorum şimdi 200 otel alanı 11 golf alanının bulunduğu Yeni Çeşme Projesinde 40 akademisyenin imzası bulunmaktadır. Bunun yanında 30 mimar, 18 şehir plancısı, 12 ulaşım uzmanı, 9 peyzaj mimarı, 8 sürdürülebilirlik uzmanı, 5 kentsel tasarım uzmanı ile 3 coğrafi bilgi sistemi uzmanı görev aldığı ifade ediliyor.

RMÇ: Bunu kim ifade ediyor, peki.

OK: Bakan Bey söylemiş.

RMÇ: Bu imza sahiplerinin isim listesi var mı orada Sevgili Başkan?

OK: İşte kocaman bir liste, Burdur Üniversitesinden, Balıkesir Üniversitesinden akademisyenler

RMÇ: Ege Üniversitesi var mı? Dokuz Eylül Üniversitesi var mı peki?

OK: Evet varlar, hem Ege hem de Dokuz Eylül var.

RMC: Bu ayıp onlara yeter de artar…

OK: Çeşme Belediyesi var.

RMC: Bravo onlara da bravo… Bunların üniversite erbabı olduğu bile tartışılır bence, ya bunlar her şeyi biliyorlar ya da hiçbir şeyden bilmeden siyaseten imza atıyorlar… Hatır imzası bunlar öyle görünüyor. Ne diyeceğiz artık. Bunlar kireç taşı teşhisi yapan beyefendi gibi hocadırlar herhalde. Oradaki koy’u görme, su toplama havzasını görme, önemli endemik bitkimiz kekik’i görme, gel kireç taşını gör… El insaf yahu vallahi…

OK: Hür irademle söylüyorum ki ömrüm olduğu sürece projeye karşı olacağım.

RMÇ: Başta da girdiğim üzere “barış teması” burada bir kez daha öne çıkıyor, yahu be arkadaş sen doğa ile niye kavga ediyorsun… Biz Yunanistan le de barış istiyoruz, doğa ile de barış istiyoruz. Biz her şey ile barış istiyoruz.

OK: Burada tüm anlattıklarım sizin arşivlerinizde yer alacak, ben kimseden icazet almadan, kimsenin fikrini tekrarlamadan, hür iradem ile neden karşı olduğumu anlatıyorum.

Ben sordum ve soruyorum “neden turizm fuarına çağrılmadık” diye, cevap bu konu turizm ile ilgili sizi ilgilendirmiyor denildi. Çok acıdır bu, ben 2.200 üyem ile birlikte Çeşme Turizmine hizmet ediyorum. Ama bunu bile bilmiyorlar. Dün Alaçatı’ya “Oteller çöplüğü” diyen kişi şimdi ÇEŞTOB Başkanı, ayrıca bugün turizm adına konuşuyor. Ban göre bu kişi derhal istifa etmelidir o görevinden… O ne diyor, aslında bilmiyor, benim Odamın 400 tane butik otel üyem var…

RMÇ: Sevgili Başkan, geldik sona, teşekkür ediyorum. Sevgili Başkan, eminim ki tarih, seni de, beni de bu projeye karşı notlarımız ve duruşumuz açısından haklı çıkaracaktır. Ama bitirmeden 2 küçük sorum var, bu konunun dışında. Yönetim Kurulundan ismini bildiğim ama söylemeyeceğim bir arkadaşınız üzerinden size rakip aday çıkarma çalışması geldi kulağıma hem de “sen Çeşmelisin Başkan ise Çeşmeli değil”  edasıyla kurgulanmış.  

OK: Şimdi şöyle, bunu duydum, çok üzüldüm. Ama adı geçen ilgililerle görüşmedim henüz… Ben buraya herhangi bir kurumun başındaki bir adamın işareti ile gelmedim, karşıma aday çıkabilir şüphesiz ama işaret edilerek değil. O günde Belediye Başkanı olan kişinin dükkânlara zabıta gönderdiği bilinmektedir. Buna rağmen kimseye küsmedim, kızmadım, seçim sonrası çiçek alıp dönemi Belediye Başkanını ziyarete gittim.

RMÇ: Peki Sevgili Başkan gelelim ikinci soruma, sen de Oda başkanları arasında aldığın süre açısından efsane olma yolundasın, şimdi bu efsaneliğin Belediye Başkanlığına evirilmesi gibi bir beklenti ya da plan var mı? Çünkü bize duyumlar geliyor, Osman Köfüncü Belediye Başkanı adayı olacakmış gibisinden…

OK: Bu düşüncelerinden dolayı insanlara teşekkür ediyorum. Teşekkür ediyorum beni oraya yakıştırdıkları için ama ben şu an Esnaf ve Sanatkârlar Odası Başkanıyım. Haddimi de biliyorum. Evvelemirde benim ekonomim Belediye Başkanı adayı olmamam uygun değil.

RMÇ: Yani diyorsunuz ki, Belediye Başkanı olmak için sıkı bir bütçeye sahip olunması gerekmektedir.

OK:  Tabii ki… Eğer size birisi 5 Tl yardım ederse 500 Tl geri isteyecektir. Ben birilerinin adamı olarak bir yere gelmedim, gelmem de… Yalnız Belediye Başkanı da benimle bu konuda konuşmamış olmasına rağmen her yerde benim aday olduğumu söylüyormuş. Her gün beni bir farklı partiden aday gösteriyor.

RMÇ: Ancak bize ulaşan duyumlar Belediye Başkanı kökenli değil, hemen belirteyim.

OK: Olmamış şeyleri anlatıyor olmak siyaset yapmak değildir. Benim ağzımdan böyle bir şey çıkmadan kimse buna inanmamalı.

RMÇ: Teşekkürler Sevgili Başkan.

OK: Ben de teşekkür ediyorum.

 

 


Cuma, Mayıs 27, 2022

BİTMEYEN SORUNUMUZ YENİ ÇEŞME PROJESİ

İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Tunç Soyer, “Çeşme Projesi, Çeşme’ye ait değildir” dedi ve ekledi: “Çeşme’nin değerlerini yok eden dışarıdan dayatılmış bir kurgudur. Bu proje alanı İzmir’in en kurak, toprak ve su açısından en fakir yerleri… Oysa bu proje, aşırı su kullanan golf sahalarını getiriyor. Bölgede farklı tarihlerde ilan edilmiş 11 turizm yeri var. Bu alanların sadece üç tanesinin onaylı imar planı var. Çeşme’de bunca turizm alanı boşken, bu alan imara açılıyor. Çeşme’nin su kaynakları zaten çok kısıtlı. Ulaşım, meselenin diğer bir ayağı. Çeşme’nin İzmir’e bağlantılı bir yolu var. Yaz aylarında daha şimdiden bu yol kapanıyor. Böylesi büyük bir projenin trafik için çözüm yolu yok. Kâğıt üzerinde ya da dünyanın başka yerinde güzel olabilir. Çeşme projesi, İzmir’in kimyasına, aklına ve ruhuna aykırıdır.” demiş. İyi de demiş… Aman Büyük Reisimiz, yeni yol için zımni davet yaptığınız gibi bir sonuç çıkarılmasın bu söylemden… Bu projenin tek başına ulaşım ile ilgili sorunu yok ki, bu projenin tamamı sorunlu ve çözümsüzlük yaratacak bir tasarruftur. Siz sakın bakmayın öyle “kıymeti kendinden menkul bazı abilerin” “gittim, gördüm, orada hiçbir şekilde tarım yapılmıyor, zaten her yer de kireç taşı” gibi zırıl zırıl cehalet ve sefalet dolu kelamlarına, gerçi bakmadığınızı da tahmin ediyorum ama tekrarlamadan da duramıyorum. 

Peki; Küçük Şehir Belediye Başkanı Ekrem Oran ne demiş? Evvel emirde, “ham yaptırmam” sonra ilk fikre sahip olanlar “hain” sonra proje önemlidir ve nihayetinde de proje Çeşme’nin hayrına değildir… Son karar sonuna kadar, detayını bilmiyor olsam bile, katıldığım ve alkışladığım bir noktadır. Doğru karara ne denir? Hoşgeldiniz… Alkışım alasın…

Son olarak da, “Bizim Eko”dan, “Çeşme’nin Eko Abisine”* terfi-i temayüz etmiş Başkanımız Ekrem Bey diyor ki; “Masaya oturmak kayıtsız şartsız bu projeyi kabul etmek demek değil. Masaya oturduk, Çeşme’nin çıkarlarını masada savunduk, konuştuk tartıştık.” demiş… Aklına ve diline sağlık, şüphesiz siz bir kamu kurum yöneticisiniz, Bakanlık ve temsilcileri de kamu kurum yöneticileridir. Eee, tabii ki masaya oturacaksınız, masaya oturmadan ne olduğunu anlamanız şüphesiz ki mümkün değil, biz ayaktakımları gibi basından takip edip muvafık ya da muarız olduğunuzu beyan edemezsiniz. Kaldı ki, “devlet katında iş görülmesi” kişinin şahsi tutumundan ziyade kurallar ve temayüller meselesi iken ilaveten de asgari nezaket gerektirir davete icabet etmek. Sizi Bakan davet ederse gideceksiniz elbette, devlet terbiyesi ve işleyişi açısından olmazsa olmazdır böylesi bir davranış. Burada sorun masaya oturmanız değil zaten… Sevgili Başkan; peki ilk günlerde, yani masaya davet edilmeden, yani masaya oturmadan, yani mezkûr projenin Çeşme’ye ne hayrı var, ne faydası var, ne zararı var tefriki yapmadan mı, “Çeşme’yi ham yaptırmam” çıkışınız olmuş idi, bilahare masaya oturup Çeşme’ye çok hayırlı bir proje olduğunu mu gördünüz de, bir anda karşı tarafa geçip, karşıda kalanlara, “vatan haini” dediniz. Sevgili Başkanımız, “Parti terbiyesini bilirim. Partimizin politikası neyse benimki de o olur. Ben partimle hiçbir şekilde ters düşmüş değilim.” derken tam tamına ne demek istediniz, mesela, Partinin kararı Çeşme’nin çıkarından önde midir? öyle mi anlayalım, ya da Partinin çıkarları ile Çeşme’nin çıkarları aynı şey midir? Yoksa vallahi benim düşüncem böyle iken Partinin kararı ile ters düşmeyeyim mi oldu? Yoksa nedir… Dün öyle, bugün böyle tarz-ı siyasetini iyi bilirdik de, temsilcisinin “dün dündür, bugün bugündür” diyen büyüğümüz olduğunu zannediyorduk, yoksa bu tarz münasip bir tarz mıdır?

Peki; ne oldu da 22.04.2022 tarihindeki mülakatınızda “Proje yapım aşamasında hala” diye beyanat eder iken proje yapımı nihayete ermeden yeniden dün karşı olanların karşısından yanlarına geçtiniz. Peki, yarın proje yeniden şekil değiştirir ise fikriniz değişecek mi? Vallahi Sevgili Başkan, kızma bana ama ben ne olduğunu anlayamadım… Lütfen bizi aydınlat… Sakın bizi, anlamayanlar, anlayamayanlar, kabullenemeyenler, niyetsizler, irfanı eksikler, kaybedenler kulüp üyesi vs gibi sıfatlara haiz görerek değerlendirmeyin lütfen… Zat-ı Âlilerinizin ahaliyi hedef alan “yahu bunları da hiç anlamıyorum” tarzı sorgulamalarınıza, ahalinin de el-cevap olarak “yahu bu da hiç anlatamıyor be” demesine fırsat vermeyin lütfen… Lütfen, Sevgili Başkanımız, bizi aydınlatın, neden bu kadar fazla ve hızlı fikir ve taraf değiştirildi bu proje üzerine? Bizim de alkışlarımızla katıldığımız son kararınızı artık değiştirmeyeceksiniz, değil mi?

Tunç Bey son söz olarak ise; “Bir belediye başkanının asli görevi görev yaptığı şehrin her bir karış toprağını korumaktır, son nefesime kadar koruyacağım. Göreceksiniz, doğamızı direne direne koruyacağız.” Demiş. Katılıyorum, destekliyorum, alkışlıyorum… Daha ne desin… Lakin sonuna kadar takip edeceğiz, bu kelamın manasına layığı ile uyulup uyulmadığını. Tunç Beyin bu sözünün, boşa söylenmemiş, “defi bela kabilinden” günü geçiştirmeye matuf olmadığını ispatlamasını da ısrarla bekleyeceğiz. Bu taahhüdün, şu günlerde “âdem-i merkeziyet” diye diye, her şeyi çok katmerli bir merkeziyetçiliğe getirip dayayan anlayışın prim yaptığı dönemde çok anlamlı ve önemli ve de kıymetli olduğunu düşünüyorum.

Sonuç itibari ile, öyle oldu, böyle oldu, önce öyle dediler şimdi böyle diyorlar, artık önemli değil bence… Gelinen nokta, eğer değiştirmezler ise, aynen katılıyorum. Alkışlıyorum… İlaveten de teşekkür ediyorum.

Hikâye herkesçe biliniyordur lakin ben aklıma gelen ve aklımda kaldığı biçimde yeniden aktarmak istiyorum… Maraba ile ağa, ağanın at arabasında tıngır mıngır köyden kasabaya doğru gidiyorlar. Yolun yarısında, arabayı çeken hayvan sırtından arpa saplarını patır patır yere düşürüyor. Ağa marabasının kendi arabasında gözü olduğunu biliyor. Hem marabayı küçük düşürmek hem de eğlenmek için, “Memo, gardaşım şu dökülen arpa saplarını yersen, arabayı sana verecem” der. Maraba bir an düşünür, kararını aniden verir, koşumları ağaya uzatıp arabadan iner ve yere dökülen arpa saplarını çatur çutur yer. Ağa çaresiz “tamam araba senin” der lakin aklı oradadır gayri. Marabanın midesi felakettir, gururu çiğnenmiştir, kendinden iğrenir durumdadır. Ağa ise bir dakikalık bir eğlence uğruna arabasından olduğuna pişman, kendi budalalığına yanar. Dönüş yolunda ikisinin de ağzını bıçak açmamaktadır, ikisi de kendisini doldurmaktadır. Tam marabanın sap yediği noktaya geldiklerinde ağa dayanamaz; “Memo, Bir halt ettim, şaka uğruna araba elimden gitti, sap yemenin bedelini ödeyeyim, arabamı geri ver”. Marabanın genzinde, ağzında, yüreğinde, öfkesinde hâlâ arpa sapı tadı durmaktadır hala. “Olur Ağam” der, “olur lakin bir şartla, sen de aha şu kalan arpa saplarını yiyeceksin ve ödeşeceğiz, araba yeniden senin olacak”. Ağanın gözü kararmış, iner ve tereddütsüz geri kalan arpa saplarını çatur çutur yer. Köye yaklaşırlar, Maraba düşünceli, kederli soruyor, “Ağam, araba kasabaya giderken de senindi döndük hala senin, peki biz bu kadar arpa sapını neden yedik?”

Hay Allah, niye mi geldi bu hikâye şimdi aklıma. Hiç vallahi. Hiç işte… Akıl bu işte ne gelir ne gider… Bilinmez ki…  

Pazar, Mayıs 22, 2022

TANYA SENİ BİLE ÜZDÜLER

 

Sabah oldu Tanya’yı giydirdiler,

Ama çizmeleri, şapkası, gocuğu yoktu,

İç etmişlerdi onları.

Torbasını getirdiler:

Torbada benzin şişeleri, kibrit, kurşun, tuz, şeker.

Şişeleri boynuna astılar,

Torbasını verdiler sırtına.

Göğsüne bir de yazı yazdılar:

“PARTİZAN”.

Köyün alanına kuruldu darağacı.

Atlılar çekmiş kılıcı

Halka olmuş piyade askeri.

Zorla seyre getirdiler köylüleri.


İki sandık üst üste,

İki makarna sandığı.

Sandıkların üstüne

Yağlı urgan sallanır,

Urganın ucu ilmik.


Partizan kaldırılıp çıkarıldı tahtına.

Partizan

Kolları bağlı arkadan

Durdu urganın altında dimdik.

Nazlı, uzun boynuna ilmiği geçirdiler.


Bir subay fotoğrafa meraklı,

Bir subay, elinde makina: Kodak,

Bir subay resim alacak.

Tanya seslendi kolhozlulara ilmiğinin içinden

“- Kardeşler, üzülmeyin.

Gün yiğitlik günüdür.

Soluk aldırmayın faşistlere,

Yakın, yıkın, öldürün…”

Yukarıda bir kısmı verilen şiir; dünya şairi büyük usta, büyük ozan Nazım Hikmet’e ait olup, İngiltere, ABD ve ortakları, yamakları, yardakçıları hülasa emperyalizmin koçbaşı Nazi-faşist Almanya güçlerinin nihai ve kadim düşmanı Sovyetler Birliğini hedef alan Hitler faşizminin işgaline direnen “partizan” ve “büyük direnişin” ve “büyük vatanseverlik savaşının” sembolü sayılabilecek Zoya Kosmodemyanskaya’nın heykeli, Alman faşistlerince idam edilişine alkış tutarcasına bu seferde Ukraynalı neofaşistlerce yıkılmıştır. Gazeteler kendi meşreplerince yazdı tüm bu andövüllüğü… Bizim mahallede de heykel sanatına yönelik, “tükürürüm böyle sanatın içine” ya da “ucube” şeklinde mülahazalara ziyadesi ile tanıklık eder iken esasen de uzunca bir süredir Mustafa Kemal Atatürk heykellerine saldırılmasına veya yıkılma girişimlerine varan, saygısızlık, hazımsızlık ve de ahlaksızlıklar ne yazık ki yaşanmaktadır.

Oysa bu kabil terörize hareketler sadece “doğuya”” ait gibi gösterilse de, görülse de, sadece doğuya ait değildir… Bu kendinden olmayanı, kendisine ait olmayanı yok etme kültürü ve dürtüsüne teslim olmuş aklı evvellerin ya da aklı kıtların tüm dünyada tipik ve sistematik davranışları ne yazık ki coğrafya, millet ve din ayrımı yapmaksızın yaygınlaştığı bir gerçektir. Tipik tehdit, tenkil ve tedip operasyonları, sahibinin aklına ve zikrine münasip tadında… “Güç bende” sendromu, maşallah

Zoya (Tanya) kendisi gibi binlerce partizandan birisidir. Direnişin ve püskürtmenin ilk nüveleridir, emperyalist koçbaşı Hitler faşizmine karşı… Faşizmin koçbaşı Hitler nazizmine yenilebiliceğinin ve yenileceğinin ilk örneklerinin verildiği partizan direnişleridir. Yani ve hülasa tüm dünyada direnen halkların moral ve güç motivasyonudur, en azından ben öyle değerlendiriyorum. Peki; şimdi ne demektedir, Ukrayna’da bu heykeli büyük bir zevkle yıkanlar… Bir yanda “Rusya’ya karşı şanlı direniş” nidaları ve naraları atacaksın ve direniyoruz diyeceksin, diğer yanda da tüm dünyada direnişin sembolü kabul edilen bu genç partizanın heykelini yıkacaksın… Ama yıkanlara bakılırsa, görünen o ki, yıkımın aktörleri, Banderas’çılar, Sağ Sektör’cüler ve C14’çüler olması hasebiyle konu sadece sadece “Rus Heykeli” mütalaası ile değerlendirilmektedir. Akıl motoru istop, davranış birebir biat olunca, sonuç bu oluyor demek ki…

Zoya’nın mezarı şu anda Moskova’da Nazım Hikmet’inde bulunduğu “Novodeviçi mezarlığındadır”. Oradan aldığım bilgiler ise son yıllara kadar geniş halk kitleleri ve özellikle de öğrenciler tarafından sık sık ziyaret edilmek idi. Lakin; özellikle 9 Mayıs’larda öğrenciler okulları tarafından mezar ziyaretine götürülerek, direnişin ve zaferin simgelerinden biri sayılan Zoya, hikmet, himmet ve şükran ile yâd edilmekte iken yavaş yavaş bu işten vazgeçilmeye başlanmış. Neden vazgeçildiği konusunda ise çok çeşitli kelamlar ediliyor olsa da, en çarpıcısı “göğüsleri açıkta” olan bir heykelin varlığı gösterilmektedir. Oysa idamının fotoğraf çekimlerini yapan sonradan Kızıl Orduya esir düşen bir Alman askerin çantasından çıkan fotoğraflardan birebir örneklenmişidir, Zoya heykeli… Ne diyelim, akıl ve izan ihsan eylensin… Eğer verilen bu bilgi doğru ise görünen o ki; “dini bütünler” orada da ziyadesi ile etkili olmaya başlamışlardır.

Zoya Kosmodemyanskaya ölümünden sonra, Sovyetler Birliğinin “Büyük vatanseverlik savaşı” kahramanı unvanını alan ilk kadındır aynı zamanda… Bir heykeli yıkarak; ucuz kahramanlık duygularını tatmin eden bir avuç faşist-neonazi ne yazık ki Ukrayna yönetimine eklemlenmiş ve vatandaştan da tebrik ve takdir alıyor. İnanılır gibi değil… Faşizm dünyanın sonunu getirecek ama kimse kılını kıpırdatmıyor.

Cuma, Mayıs 13, 2022

POLİTİK ŞİDDET OLARAK İNSAN YAKMA

 

Bu ABD, bazı konulara dürbün tutar gereğinden fazla büyütür bazen dürbünü ters tutar gereğinden çok daha küçük gösterir, bazen de dürbünü kırar, olmadı gözü de çıkarır haydi gör bakalım der, hatta görmediğini de iddia eder üstüne üstlük… İşte ABD ve aveneleri duruma göre her türlü yalan, dolan, hile, hurda, dolap, desise, ne gerekirse yapar bunların yetmediği yerde savaş taşeronlarını devreye alır o da yetmiyorsa direk kendisi girer. Destabilizasyonun adeta babasıdır, dünyada… Dünyanın neresini karıştırmak istiyorsa neyi var neyi yok tam saha pres saldırıyor. Öyle bir saldırı ki bu saldırı, başta siyasi ve sosyal olmak üzere bankacılık, ticaret, imalat, askeri, endüstriyel, spor, kültür, akla gelen tüm sektörler tüm aktörleri ile kamu ve özel demeden her kesimi ve herkesi her daim kapsamaktadır. Dünyanın neresinde bir karışıklık varsa bilin ki orada ABD ya da aveneleri iş başındadır ya da iş tutmaktadırlar. Son dönem, Tunus, Mısır, Irak, Afganistan, Suriye başta olmak üzere Ukrayna, Gürcistan ve Venezüella, Sri Lanka, say say bitmez, mezkûr ülkelerin tüm karışıklığının müsebbibi ABD’dir. Bu konuda motivasyon, güdüleme ve propaganda yolunda sınırsız yayın ve basın organı kullanacaklar hem de gerek direk kendi finanse ettikleri ya da taşeronları ya da beslemeleri ya da muhipleri vasıtası ile…  

Bakın, bugün gelinen noktada ABD’nin Ukrayna savaşındaki sinsi ve hain rolünün nasıl planlandığı ve nasıl adım adım gerçekleştirdiğine yönelik bir operasyondan söz etmek istiyorum. Hani bazılarının “sütten çıkmış ak kaşık” muamelesi yaptıkları Ukrayna’nın “sağ sektör” (sektör prava) mensupları var ya. Hani onlar paramiliter güç iken bilahare Ukrayna resmi ordusunun ayrılmaz parçası haline getirildiler ya. Bakın faşistler neler yaptılar ve başta Ukrayna’nın ABD beslemesi yönetimleri bunlara nasıl göz yumdular… Adım adım bugünün temelleri atıldı… Bilindiği üzere ABD kendisini sevmeyenleri, protesto edenleri hülasa her tonda karşı çıkanları her türlü “politik şiddet” kullanarak bastırma ya da bastırtma yolunu tercih etmiştir. Bu politik şiddet akla gelen veya gelmeyen her türlü araç kullanımına açıktır ve emperyalizmin jandarması ABD için her yol mubahtır. ABD yakar, yıkar ama hep konuşulmaz, suçüstü yapılmaz, yargılanmaz, hep arada asıl suçluyu gizleyecek şartlar oluşur. 

Bu yazımda sadece ilgi duyanlar tarafından bilinen ya da hatırlanan Ukrayna’da ABD’nin yerli ortakları üstünden kullandığı “politik şiddet” enstürmanı “insan yakma”nın ve yakalanmamanın, suçu başkalarına yıkmanın, konuyu başka alanlara sallamanın muhteşem bir tatbikatından bahsedeceğim. Hani nasıl oldu da artık Rusya dayanamaz hale geldi sorusunun cevaplarından bir tanesi olarak. ABD ve şürekâsının cehennemin yoluna taş döşeme işi kapsamında, muhteşem çalışması neticesinde, hani riyakâr ve ikiyüzlü batıda, hani demokrasiye duyarlı ve ayarlı “Batıda” ve ne yazık ki batı basınında hiç yer almayan ya da arada derede küçücük bir haber şeklinde daha da kötüsü sanki bir futbol maçı için taraftar kavgası kıvamında gerçek ters yüz edilerek geçiştirilmiştir. Batının bilerek, isteyerek ve taammüden ve propagandanın babası Göebbels’i adeta mezarından çıkararak, ete kemiğe bürünen hale getirerek, “insan yakma” gibi alçakça bir eylemi görmezden gelmesi, yok sayması, ya da zımnen desteklenmesinin şahane bir örneği olarak hep hafızalarımızda kalacaktır. Bizler unutmayanlar safındayız ve bu yüzden asla ve kat’a unutmayacağız bu alçakça “insan yakma” eylemini. Nasıl ki; Sivas’ta 3 Temmuz 1993 tarihinde bir sanat festivaline katılanların bir otelde, “Madımak Otelinde” 37 kişinin yakılarak katledilmesini unutmuyorsak…

Ukrayna doğusundaki Slavyansk kasabasında Merkezi hükümetin gözü önünde kendisine bağlı güvenlik güçleriyle Ukrayna’nın Rus kökenli vatandaşları arasında çatışmalar devam etmekte iken, terörü tüm ülke sathına yaymak gibi, Batının kuklası Nazi yanlısı Banderas bakiyesi neo faşistler, Ukrayna’nın önemli liman kenti ve adeta hoşgörü ve barışın katıksız yaşanan kenti ateşin içine çekmenin yolunu bulurlar. Amaç ve murat bir taş ile birkaç kuş vurmaktır. 3 Mayıs 2014 tarihinde, Odesa’ya yaklaşık 200 civarında faşist gelir ve mezkûr tarihte, merkezi hükümetin uygulamalarını protesto eden bir grup sendikacının kurmuş olduğu çadırlara saldırır. Hem de nasıl bir saldırı, Molotof kokteyller kullanılır, Protestocuların bir kısmı yakındaki sendika binasına sığınırlar. Sonuç, sendika binası bu faşistler tarafından ateşe verilir ve maalesef 38 kişi yanarak can verir. Olayların başında yaşanan bu acımasız terör saldırısına güvenlik kuvvetleri sessiz ve seyirci kalır, müdahale etmez. Çıkarılan yangında sendika binasının birinci katı tamamen yanar, binaya sığınanların 30’u dumandan zehirlenerek yaşamını yitirirken, 8’i de ne yazık ki üst katlardan atlamak suretiyle yaşamını yitirir. Güvenlik kuvvetleri başlangıçta olaylara müdahale etmez, itfaiye ise yangını söndürmeye geç gelse bile yangına müdahale etmelerine müsaade edilmez. Şaşırdınız değil mi? Bazı yerlere ve bazı davranışlara nasıl da benziyor.

Evet, tüm bu gerekçeler bir ülkenin işgal edilmesinin yolunu açmamalı, zaten vahşice yaşanan tüm bu olayların daha büyük felaketlere yol açmaktan başka bir şeye yaramayacağı açıktır. Peki; mezkûr olaydan sonra, bugün içimizdeki bazılarının da, NATO’yu demokrasinin teminatı görenler yani, bu olayı görmezden geldiler, görmediler ya da gördüler sustular, her neyse… Ukrayna’nın gerçekleri şüphesiz çok farklı, bundan önceki batı yanlısı yönetim bu kaşıma olaylarını yavaş yavaş yürütürken şimdiki yönetim vites arttırarak ve çeşitlendirerek adeta kendi memleketinin bir yangın yerine dönmesine davetiye çıkardı. Şimdi çıkıp televizyon televizyon dolaşarak, batının parlamentolarına bağlandığı nerdeyse her gün “demokrasi havarisi” ve “mazlum” görüntüsü vermeye çalışıyor, Mr. Zelensky… Ama aynı Mr. Zelensky, neden bu “sağ sektör”, “C14” gibi faşist ve sivil terör yapılanmalarını resmi ordu memuriyeti tayini ile “Azov Taburlarının” oluşmasına hiç değinmez ve değinmeyecektir de, işte öyle. Çünkü Mr. Zelensky ve Mr. Biden seçildikten sonra Ukrayna krizini bırakın kaşımayı adeta kanatarak bu noktaya getirdiler. Peki; Mr. Biden’ın ülkesinde durum ne, onlar silah satıyor, yardım numarasıyla paralar cebe, insanları ölmüyor, binaları bombalanmıyor, havaalanları bombalanmıyor, adeta kentleri yerle bir olmuyor. Ya sizin ülkenizde durum ne, Mr. Zelensky. Sizin birinci göreviniz halkınızın yaşamını, sağlığını ve konutunu, işini ve aşını korumak değil mi? Bu savaştan çıkarınız nedir, tüm bu olanların yanında… Öyle suçu sadece Rusya’ya atarak tarihin yargılamasından kaçamazsınız… Biz suçunuzun ve yaptıklarınızın görülmemesi ve sadece mağdur numaranızdan sıkıldık ve usandık gayri… Bir durun memleketiniz bitiyor. Son söz, Mr. Zelensky’e; bir hilal uğruna ya rab, ne güneşler batiyor…

Cumartesi, Mayıs 07, 2022

AKP NEDEN KAZANIR CHP NEDEN KAYBEDER

BİRGÜN Gazetesi yazarı; Ateş İlyas Başsoy tarafından 2009 yerel seçimleri deneyimi ve 2011 genel seçimleri üstüne öngörüsü şeklinde özetlenebilecek, “AKP neden kazanır? CHP neden kaybeder?” adlı kitabını okuyorum. Ne yazık ki çok geç fark edip okuduğumu itiraf etmem gerekir lakin bunun da bir hayrı oldu çünkü üstünden bunca yıl geçince değerlendirmelerin isabet ve ıskalama oranlarını daha serinkanlı ve sindirilmiş olarak görmekteyiz.

Seçmen tercihleri üzerinde son yıllarda hayli sık duyduğumuz “algı yönetimlerinin” etkisi üzerine, anlayabildiğim kadarı ile ciddi birikimleri vardır yazarın ve yazar aynı zamanda hayli başarılı bir reklam firması yöneticisi olup piyasayı ve sahayı yakından izlemekte ve bilmektedir. Yani, işin hem mektepli olup fenni hem de alaylı olup ehli tarafında ve durumundadır, yapılan analizler, öngörüler ve uygulamalar kendisini haklı göstermektedir, anlatılanlara bakılırsa.

Öncelikle; katıldığı tüm seçimleri kazandığını tespit ettiği AKP’yi, CHP’nin hiç iddiası olmadığını belirttiği Antalya yerel seçiminde doğru strateji ve taktiklerle mağlup ettiklerini söylüyor. Bu mağlubiyetin en önemli basamaklarını ise, kavgacı bir tutum izlemeyen CHP adayının hâlihazırda Belediye Başkanı olan AKP adayını bile ziyaret eden, rakip parti hükümetinin başına “Başbakanım” diye hitap eden ama özellikle de sadece ve sadece kendi projelerini öne çıkaran genellikle karşı tarafın icraatlarını söz konusu yapmayan bir tutum izler. Çünkü tespiti yapıldığı üzere “Selim Türkhanlar” sadece icraat ve projelerle ilgili olan apolitik bir kümedir ve hedeftir. Yazar bir röportajında, Selim Türkhanları şöyle tanımlıyor. “Gündelik hayatıyla meşgul vatandaş. Pragmatik ve Makyavelci. Kolaycı ve sonuç almayı arzu eden birisi. Son 10 yıldır hızlı çözümler üretip günlük hayatını kolaylaştıranlara oy verdiğini düşünüyor. Tereddüt etmeden AKP’yi destekliyorlar çünkü duble yolları, yeni gökdelenleri seven, hastahanelerde iyi muamele görmek isteyen Selim Türkhanlar sistemin 10 sene sonra çökebileceğini umursamıyorlar. Şimdiyi yaşıyorlar”. Yazar; Recep Tayyip Erdoğan’ın Selim Türkhen’ı nasıl ikna ettiği sorusuna ise şu şekilde cevaplamaktadır. “Bunlar kararsız değil, siyasetsiz. Onlar bu röportajla, bu kitapla falan hiç ilgilenmiyor; televizyonda dizi izliyor, maçları takip ediyorlar. Siyasi olmayan kararlarla oy veriyorlar. Erdoğan, Selim Türkhan Partisi (STP) ile koalisyon yapmak için onun yanına hizmet, yatırım, büyük Türkiye gibi bir takım şeyler koyuyor ve o insanları cezbediyor.” Yine bir başka yerde; “Selim Türkhan, bir esnaf (veya memur veya işçi veya patron veya işsiz). Karısı öğretmen emeklisi. Büyük kızı üniversitede okuyor, oğlu da üniversite sınavlarına hazırlanıyor. (her biri için ayrı ayrı veya’lar üretilebilir). Selim Türkhan’ın her cümlesi son derece emin çıkıyorsa da, yine her cümle siyaseten akıl almaz çelişkiler içeriyor. Bunların Selim Türkhan için hiç önemi yok. O aynı anda hem milliyetçi, hem dindar, hem modern, hem laik ve en önemlisi hem de bunların hiçbiri olabilir. Selim Türkhan Türkiye’nin orta sınıfı, zengini veya yoksulu olabilir. O, eşimiz, dostumuz, kardeşimiz, ebeveynimiz olabilir. Selim Türkhan, AKP’nin büyük oranda ikna ettiği ve diğer partilerin hemen hiç ikna edemediği, siyasetten ayrışmış “kendi halinde” erkek ve kadınların sembolü. Siyasi söylemler, siyasi kavgalar, siyasi doğrular veya yanlışlar Selim Türkhan için belirleyici değil. O bu konuları fazlaca dinlemiyor ve taraf olmuyor.”

Kitap ve seçim ve özelde de Antalya seçimleri üzerine; Gazeteci Ruşen Çakır, enteresan bir değerlendirme yapıyor; “Kuşkusuz birçok kişi, “çatışma” yerine “istikrar”ı temel alan, ideolojik konulara hiç ama hiç girmeyip sadece projelere yaslanan böylesi bir kampanyayı “solcu” değil “sağcı” bulabilir. Ama Antalya örneği, CHP’nin kemikleşmiş tabanının dışına açılmasının, kerametleri kendilerinden menkul bazı sağcı, ulusalcı vb. isimleri transfer etmekle değil söylemini yeniden düzenlemesiyle mümkün olabildiğini bizlere gösteriyor”

Seçmenleri partilere göre dağıtır iken; öncelikle, “çekirdek taban” ve “eklemlenen taban”  ve “kararsızlar” diye tasnif etmektedir, yazar. Esasen kararsızlar kümesini de bu çalışmalar ile birlikte Selim Türkhan kimliğinde “apolitik” kişilerden oluşan ve yine kendi deyimi ile STP (Selim Türkhan Partisi) adı ile tariflemektedir. AKP başarısını ise çekirdek tabanı %8 ve eklemlenen taban %12 toplamı ve nihayetinde %28’lik tabanı temsil eden STP (Selim Türkhan Partisi) koalisyonu ile izah etmektedir. Kitapta bunu anlatmak ve kanıtlamak uğruna uzun uzun detaylar, bilgiler, analizler ve öngörüler verilmektedir. Kendi sınırları içerisinde ziyadesi ile detaylı açıklamalar bulunmaktadır.

Yazar kendisi bir reklamcı olarak, seçimleri kazanabilmenin yegâne yolunun iyi reklam yapmak olduğunu zinhar savunmuyor, savunmadığı gibi altını kalın kalın çizerek konunun tüm detayları ile zaman, mekân ve teknik terakki muvacehesinde bir algı yönetimi olduğunu belirtmektedir. Yapılan tespit mucibince toplumun yaklaşık %28’lik kesimini oluşturan ideolojisiz, siyasetsiz bir kümenin sadece ve sadece hizmete odaklı bir yaklaşım içinde olduğunu, onlar için evvelemirde akılda olanın dürüstlük, adalet olmadığını, en azından tüm politikacıları da benzer biçimde ilzam etmesi nedeni ile de her tarafta benzer vakaların yaşandığına inandığını ifade etmektedir.  

Kitabın çok etkileyici ve kalıcı etkiler yaptığını evvelemirde söylemeliyim, konu detaylarında ilgi alanıma ziyadesiyle girse bile bilgili olma alanıma fazlaca girmediği için daha da fazla kelam etmek istemiyorum. Ama hayatın yazarı doğrulayan pratiği karşısında da ilave edilecek bir şeylerin olmadığı da sarihtir. Lakin Selim Türkhan’lara sadece proje, yatırım ve hayal satıyor olmakla bu kervan yürütülebilir gelmiyor bana, tespit etmeden geçemeyeceğim ki, yerel iktidarların uluslararası tercihlerin ve rölasyonların göz ardı edilerek tayininin yapıldığını düşünmek fazlaca hayalci bulduğum bir konudur. Unutmayalım ki, toplumsal örgünün ve duygunun görece daha saf ve halis olduğu bir dönemde bile ABD başkanı ile çekilmiş bir fotoğrafın seçim sonucuna etkisi hala akıllardadır, canım yurdumda. İlaveten sadece proje, yatırım önerisi hatta garantisi bile bazen seçimleri garanti altına almaya yetmez, öyle olsaydı İzmir seçimlerini CHP asla kazanamazdı… AKP’nin öylesine akıl çelecek proje ve yatırım önerileri vardı ki, lakin yetmedi… Demek ki, seçimler çok parametreli değerlendirme ve ölçümlere dayanarak değerlendirilmelidir.

Ateş İlyas Başsoy; yazdığı bu kitap ve içerdiği kısmen tespit kısmen de eleştiriler yüzünden kendisine CHP kapısının artık kapanmış olduğu kanaatini de paylaşmaktadır. Türkiye’de hiçbir kapı sonsuza kadar kapalı olmadığı gibi sonsuza kadar açık da olmaz, bana göre, hele partilerin ilkeli olmamaları bir yana partilerin kitle nabzı tutuyoruz numaraları ile dün böyle bugün şöyle olan Makyavelizm takipçisi tutumları ortada iken. Ünlü Türk büyüğü Muhteşem bir beyefendinin buyurduğu üzere; “dün dündür, bugün bugündür” sözü uyarınca yani… Zinhar zannedilmesin bu söz sadece ve sadece mezkûr beyefendiye at bir felsefe ürünüdür… Bu söz herkesi bir şekilde girdabına çekip almıştır. Motivasyon ve güdüleme bir bilimsel ve pozitif dal olmakla birlikte geçerlilikleri sürekli değil değişkendir ve olacaktır da, zaman, mekân ve teknik terakki bağlamında…

Son olarak da; küçük bir eleştiri, kitabın sayfa düzenlemesi açısından uygun olmadığı ortada olduğu aşikâr, sen bu kadar detayı düşün, inanılmaz tespitler yap ama kitabın sayfa düzeninde sağa yanaştır butonu çalışsın ve görme, enteresan… 

 

Cuma, Nisan 29, 2022

HASİP TAŞKIN

Ve maalesef, kayıplar durmaksızın devam ediyor. Şüphesiz hayatın doğal akışı böyle, zaten hep böyle idi, dünya durdukça da böyle olmaya devam edecek… Velev ki bilim olmaz denileni gerçekleştirmez ise… Lakin bu kaçınılmaz sona ermenin adil görünen şartının “sıralı ve zamanlı olması” da beklenen ve istenen tarafıdır. Hasip ile vefat ettiği Pazar gününden önceki Cuma öğleden sonra konuşmuş idik, ben bahçede görece de sıcakta çalışır iken motosikleti ile bahçe tel örgüsü yanına gelerek; “fazla ve zorlu çalışma, sonra motoru yakarsın” demiş ve bu konu üstüne biraz konuşmuş idik… Zaten, bahçe, bahçecilik ve ağaç hem ilgi hem de bilgi alanına girmesi hasebiyle hem de görür ise konuşuruz ilaveten de mezkûr faaliyetleri iyi bilen biri olarak yaptığım çalışmaları görmek ve değerlendirmek için yolunu hep benim bahçenin oraya düşürür idi… Ağaç budama başta olmak üzere her türlü uyarısını dikkatle dinler elden geldiğince de gereğini yapar idim. 

Ortaokul sonrası tanışıklığımızı dostluğa ve de bilahare de kadim rütbesi alan hali ile son güne kadar kesintisiz sürdürdük… Bundan sonra dostluğumuzun yeni evresi, onu her daim artan özlem, saygı ve sevgi ile anma şeklinde devam edecektir, ölüm sadece yüz yüze olandan feragat olup, sıra artık anmaya evrilmiştir. Başka yokluklara alıştığımız gibi bu yokluğa da alışacağız, zamanla ve çaresiz… Her şeyin en iyi ilacı zamandır derler ya, bu maalesef tek tesellimiz olup, ilaveten de tek sığınağımızdır. 

Bankada çalıştığı dönemde; kendisine bu kadar çok paraya dokunuyor olmanın nasıl bir şey olduğu sorulduğunda o zamana kadar hiç duymadığım, “nihayetinde tamamı kâğıt bunların” sözü hala kulaklarımdadır. Kendini, başkasının kâğıtlarının tespit, tasnif ve saklama ve de hatta koruma ile görevli addedip gereğini yapma konusundaki nefsi terbiyesi şüphesiz çoğu bankacıda da olan bir özellik olması ötesinde hani kadim dostumun üstünde de bir başka güzel durmakta idi. Lakin bankacılığı da emeklilik süresi dolar dolmaz artık çekileceği bir alan idi… İş hayatından bekledikleri, doğru tahlil, tespit ve beklentiye tekabül ettiğinden doğru zamanlama ile emekliliğe geçmiş idi.  Emeklilik onun için kenara çekilip, etrafa bakma süreci değil idi ve olmadı da… Üretim içinde kalmaya eskisi gibi özen gösterip sihirli bilgi, hüner ve becerisi ile başta efsane Çeşme Limonu ile efsane Çeşme Mandalini olmak üzere her türlü ağacın korunmasına ve çoğalmasına aşı yaparak büyük katkılarda bulunmuştur. Bugün şöyle etrafa kısaca bir bakılsa eminim binlerce ağaç yetişmesine ve yetiştirilmesine katkıda bulunmuş birkaç kişiden biri olarak evvelemirde akla gelecek biridir. Artık yetiştirdiği ağaçlar da bu manada öksüz ve yetim kalmıştır. Bu laf öylesine duygusal bir anda edilmiş boş ve sıradan bir laf değildir, kendisini tanıyanların çok yakından bildiği üzere, yapılan aşılar ve dönüştüğü ağaçlarda Hasip dostumun takibinde idi. Öyle benden bu kadar deyip kenara çekilmek yok idi, onun defterinde. Yetiştirilmesinde ve bakımında yakın takip ve önerileri ile sarf edilen emeğin sürekliliğini de temin edip yaptığı işe sevgi ve saygı katmanın ve sunmanın ne demek olduğunun da mühim bir örneğidir can kardeşim. Hülasa; ağaç budama, aşı yapma konusunda da babadan kalma ve nispeten de geliştirdiği bir kabiliyet ve meziyet sahipliği vardı…

Bazı günlerde geleneksel olarak bir sosyalleşme mekânı olan kahvehanede bir araya gelir idik, diğer arkadaşlar ile de beraber. Benim geldiğimi görür görmez hemen benim için sormaksızın ve tercihimi de iyi bilen birisi olarak, yine Çeşme’mizin efsane “adaçayını” dallı ve limonlu olarak seslenirdi servis yapan arkadaşa… Adaçayının artıları ve eksileri üstüne yapılan etkili ve esprili muhabbeti de özleyeceğiz artık… Zaman zaman vakit geçirmek adına oynanan oyunlarda makul ve mutedil olması iddiasının fazla olmamasına bağlansa dahi son derece iddialı biri idi lakin hayatın diğer alanlarında da olduğu üzere sükûnet ve uhuvvet duygusu hep ağır basmakta idi… Bazıları gibi üç kuruşluk zaman geçirme faaliyetleri yüzünden kimsenin üzülmesini ve kırılmasını istemez idi. Azami dikkat ve kibarlık ile bu manada arkadaş grubu içinde tebrik ve takdir görmüştür her daim… Ve böyle de anılacaktır bundan sonra…

Bahçesinde inşa ettiği fırın ve asma pergolası altına yerleştirdiği masa düzeneği ile de nevi şahsına münhasır tercihi yine ön plandadır. Zaman zaman; orada, fırında hazırladığı son derece lezzetli pide ve lahmacunlar ile geleneksel ve ziyadesiyle malum içeceğimizin lezzet harmanını ve ahengini müthiş deniz manzarası eşliğinde bitimsiz ve adeta bizi gençleştiren muhabbetler ile süsleyişimiz artık anılarımızda kalacaktır. Hay Allah, ne günlerdi diyerek, Hasip seni bu tarafınla da hep hatırlayacağız… Hele kendileri ile hep büyük gurur duyduğu çocuklarına ve zaman zaman da onların arkadaşları ile birlikte mezkûr bahçede misafir edilişini ve onların memnuniyetine tanıklığını bir anlatışı vardı ki onu da ben anlatamam… Anlatırken, belki de abartarak ama ballandıra ballandıra bir anlatışı ve gözlerinin ışıldayışı vardı ki tarifi mümkün değil… Evet iki oğlu da, ki biri inşaat mühendisi olarak meslektaşım olmuştur, tıpkı kendisi gibi son derece başarılı, beyefendi ve sportmen insanlardır. Futbolculuk tercihleri çok başarılı olmalarına rağmen ana tercih olmadığı için olsa gerek fazlaca uzun sürmemiş gençler biri mühendis diğeri de akademisyen olarak hayatlarına devam etmektedirler. Hasip her zaman “çocuklarım diye demiyorum … “ diye başladığı cümlelerden sonra ben de kendisine “de, tam da bu yüzden de” der idim, insan böyle çocuklarla gurur duymaz da ne yapar dediğimde yüzünü kaplayan o güzel ifadesini artık göremeyeceğiz şüphesiz lakin her daim anımsayacağız.

Bu yazı, kendisine yaşamının kaybedişinin arkasından bir güzelleme gibi görünebilir lakin öyle olsa bile bir tespit ve alkış yazısıdır bana göre öncelikle… Tıpkı eski Çeşmelilerin beğendikleri ve takdir ettikleri insanlar için kullandığı sözün tam da sırası, Hasip için; “Alkışım alasın”… Seni hiç unutmayacağız ve her daim sevgi ve saygı ile anacağız sevgili dostum… Huzur içinde yat…

Cumartesi, Nisan 23, 2022

YENİDEN YENİ ÇEŞME PROJESİ

Gün geçmiyor ki, abuk subuk iddialar ile proje savunulması yapılmasın… Proje savunucuları hücum hattına sürekli yeni takviyeler yaparak galibiyeti hedefliyorlar hatta garantiliyorlar… Şüphesiz hücum hattına transfer edilen her oyuncu da bir cevher alimallah… Bilgileri, ilgileri seviyesinde şüphesiz, ilgileri ise sadece postu muhafaza ve müdafaa etmek üzerine olunca, akıl devre dışı kalıp, gözler biraz daha kara, diller daha sivri, kulaklar daha az hassas hale geliyor… Tüm bu ahval ve şerait cüzdanı azam ile müstenit ise, galibiyet ve zafer mutlaka ve kaçınılmaz olacaktır muhteremler için. Şüphesiz çağımızın tipolojisine en münasip antrenör tipi de Fatih Terim tarzı ise yani “bam bam bam”… Allah selamet versin…

“Ya rab bir hilal uğruna ne güneşler batıyor” diyor ya, şair, işte durumumuz bu, çok şükür… Oraya bakıp, domates, biber ve patlıcan görmedi ya muhterem, ve baktı ki her yer de “kireç taşı”… Ne kaldı geriye, çimento, demir, kum çakıl… O da yakın çevrede ziyadesi ile var, eeee ne kaldı geriye ilaveten, 2 usta 4 amele… Haydi, gelsin inşaatlar, gelsin mangırcıklar… Sen de bu tarafta, doğa, ekoloji, nüfus artışı, doğanın yüzyıllar içinde oluşmuş dengesinin bozulması, arıtma, su, temiz su toplama havzası, kanalizasyon, tarih, kültür, arkeoloji, sit alanı, yol, bağlantı yolları, havaalanı, sulak alan, kuş, doğal hayat gibi ne vatandaşı ne de bu muhteremleri hiç ilgilendirmeyen, mutlu etmeyen dahası doyurmayan konu ve kavramlardan bahset, hem de elinde gücün zerresi yok iken… Kıyacaklar bu bugüne kadar el değmemiş alana… Ne uğruna, bir miktar daha “yazlıkçı” uğruna asla ve kat’a karşılayamayacakları, su, atık su, arıtma, elektrik, enerji, telekomünikasyon, ulaşım hizmetlerine rağmen, yok olacak doğal ve yaban hayatı ve koruma planları da çabası… Hem de henüz yaşanmış, taptaze ve capcanlı ama henüz sınırlı miktarda “musilaj” sorunu göz ardı edilip, denizlerimize yapılan “kocaman fosseptik” muamelesi çözülememiş iken… Bakın arıtmaların, kapasite, kalite ve kantitelerine, muradım ve meramım daha anlaşılır hale gelir…

Bir de bu beyler kamuoyuna yaptıkları her açıklamada, muhtemelen de heybelerinde başkaca bir kelam olmadığı için, bizim gibileri “yahu bunları hiç anlamıyorum” diye serzenişle karşılarlar. Ya asıl ben anlamıyorum bu beyleri; hasbel kader yakaladıkları bu kabil postların üstünden maşallah kemiksiz konuşma terennümlerine asla ve kata ara vermiyorlar. Yahu be adam neyi anlamıyorsun, konu defalarca malum çocuğa anlatılır gibi anlatılıp durdu, sen plajda şemsiye altında mı idin mezkûr dönemde… “Anlamıyorum da anlamıyorum” ise gerçek derdiniz, bırakın o makam ve mevkileri de, “anlak” teşhis ve tedavi merkezlerine gidin, hem onlarında “müşteri” ihtiyaçları da karşılanmış olur…

Bu beyler herhalde; o makamlara oturunca bir anda “ben artık her şeyi biliyorum, yaşasın” ya da “zaten ben her şeyi bildiğim için bu makamdayım” moduna giriyorlar galiba… Yahu be kardeşim senin bildiğin yanıldığına yetmiyor, hele de kendini ziyadesi ile zorlayıp, sanki konu bu imiş gibi, “burada tarım yapılmıyor” “her yer kireç taşı” gibi akla, izana ve bilime ters salvo attırarak ilaveten de gözlerimizi yerinden fırlatacak şekilde kelam ediyor… Yani uzunca ve fazlaca kelama gerek yok, bu iki ifade bile bilgisizliğin ne kadar da sırıttığının adeta malum organlardan fırlayan tezahürüdür… Muhtereme, tüm bu anlatımlarım neticesinde son olarak ve de özellikle garnitür, yemek, balık, sebze, salatalık, hıyar gibi sarf ettiği kelimelerin altını bu kadar fazlaca sebzesel çizdiği için; cevabımız da “ayının bildiği 10 şeyin 9’u alıç üstünedir” şeklinde meyvesel olacaktır, ne diyeyim ilaveten…

Şehir Plancıları, Mimar ve Mühendis Odaları, Ziraat Odaları ve Ziraatçılar, Peyzajcılar, Arkeologlar, Biyologlar, Zoologlar, Ekolojistler ve Çevreciler, Jeologlar, İklim Bilimciler vb. gibi meslek erbap ve uzmanları, dahası Sosyolog ve Antrepologlar karşı çıkıyor, sayfalar dolusu yazılar yayınlıyor, konuşmalar yapıyor, toplantılar düzenliyor ama beyimiz ve muadilleri anlamıyor… Aslında bal gibi de anlıyor, en azından işin abc’si noktasında da, lakin angaje ve irtibat oluşmuş ya işte gözün karardığı nokta tam da orası…

Bir de ne buyuruyor muhterem; “Yeni Çeşme Projesini aceleci bir biçimde kamuoyuna duyurmak iyi olmadı”… Aslında niyet, plan ve işleyişe yönelik muhteşem bir sobelenme hali… Ne diyelim… Mesela muhtereme göre şöyle olmalı herhalde, kimseyi bilgilendirme, kimseye haber verme, gerekirse oraya havadan, karadan ve denizden ulaşmayı yasakla, fotoğraf bile çekilmesini engelle olsun bitsin… Beyefendi orada postnişin ya, koltuğun ve iltisaklarının da kadri ile konuşuyor. Hani bir tarihlerde bir reklam repliği var idi; “ağzı olan konuşuyor” işte tam da bu durum, o durum gibi…

Konuya; siyasi iltisak, ittifak ve irtibat muvacehesinde duhuliye beleş ya, “büyük ve çılgın bir vizyon projesi” spotuyla Hıncal Uluç’ta katılıyor. Adam sanki çılgın ve vizyon proje duyurucusu… Biliyorsunuz Canım Yurdumu her manada zora sokma garantili projelerinin tamamının duyuru ve açıklanması ilk kez bu muhterem tarafından yapılıyor… Ne diyor; “İzmir, bugünkü İzmir'in tahmin edemezsiniz kaç misli muhteşem, kaç misli güzel bir ili olurdu.. Ama orada, çeşitli sivil toplum örgütlerini ele geçirmiş bir “İstemezükçü” gurup var… Her güzel projeye karşı çıkıyor, dava açıyorlar. Anında da “yürütmeyi durdurma / Ya da iptal” kararı...” Ya sana ne diyeyim, gerçi sana ne dersem diyeyim, iğne ilaç olmaz… Yani, her türlü ifrat ve tefrit hali vukuunda ve büyük bir iştahla ilzam ettiği “Meslek Odaları” adamın gözünde “kocaman bir hiç”. Neymiş oraları birileri ele geçirmiş, oralarda da seçimler yapılıyor, Hıncal bey… Orada, sen beğenmesen de, senin iltisak ve irtibatlarının suflelerine uygun karar almayanlar, senin görmek istemediğin hatta hayal bile edemeyeceğin zorluklar altında seçim kazanarak demokratik bir biçimde yönetime gelenler var. İlaveten, nasıl itiraz ediyorlar, çok normal insani itiraz yollarını kullanarak T.C. Mahkemelerine gidiyorlar… Ama sen ve senin gibilerin umurunda mı bunlar… Zinhar… İlaveten sen “istemezükçü” değilsin de ne oluyor, senin istediklerin ile geldiğimiz nokta da ortada… Ya artık bi düşün Canım Yurdumun yakasından…

İşte öğretilmiş bile olsa eğitilmemiş dimağlardan bu kadar, siz gelin bir de alaylıların durumunu düşünün, öğretim yok zaten eğitim hak getire… Türkçemizde “nato kafa nato mermer” diye kullanımına devam eden esasen de Rumca’dan geçen söz “Na to kefali na to mermeri” yani ve mealen de “aha kafa, aha mermer”  durumu gayri…

Pazar, Nisan 17, 2022

EKMEK ve BUĞDAY

 Çocukluğumda; herkesin kendi buğdayını yetiştirdiğini, tohumluk ayırdıktan sonra da artan buğdaydan, hemen hemen herkesin ittifakla seslendirdiği biçimiyle “temel gıda”, “sofralarımızın baş tacı” diye bilinen “ekmek” başta olmak üzere, erişte (makarna), tarhana, börek gibi amaçlara yönelik un üretildiğini dün gibi hatırlıyorum. Köyümün toprağının çok da uygun olmamasına rağmen, toprağı olan herkesin ama istisnasız şekilde ihtiyaçlarına matuf, buğday, arpa, yulaf, mısır ekerek hayatlarını idame ettirdikleri herkesçe bilinmektedir. Dönem itibari ile yetiştirilen buğdayın unundan imal edilen ekmek fazlaca kara ve birkaç günlük yapılmasına istinaden de fazlaca sert olduğu için genelde insanların burun kıvırarak tükettikleri bir gıda idi. Örneğin, sokakta oynayan her çocukta olduğu üzere, oyuna ya da konuşmaya ara vermeden, hani annemizin üzerine salça, zeytinyağı ve tuz dökerek yememiz için verdiği ekmekleri, diğer arkadaşlarımızın sahip oldukları ile kıyaslardık ya, ekmeği kendi üreten ile satın alanın farklı ekmek yediğini hayretle görür idik. Ekmeğini kendi üretenin ekmeğinin oldukça kara ve kocaman dilimlerden oluşması yanında satın alanın ekmeğinin ise görece küçük dilimler ve olabildiğince beyaz ve hatta daha lezzetli olduğunu da fark edince bizde de beyaz ekmek yemek iştahı kabarırdı. Tabii ki bu renk ve tat farkı dönem itibari ile buğdayın üzerinde oyunlar oynanmadığı bir dönem idi. Ağırlıklı olarak bir tarım toplumu, üstelikte tamamen kendi kendine yeten bir şekilde idik kolayca anlaşılacağı üzere aaaa yetiyor mu idi zannederim ki bu sorunun cevabı, evet idi. Nereden mi zannedip, yorum yapıyorum, o zaman 1 adet kamyonu olan Çeşme’de nakliye işi, olsa olsa bir şekilde bu kamyona kadar da ulaşacaktı, ancak ulaştığına dair bilgi yok, en azından ben de böyle bir bilgi yok. Belki dışarıdan nakliyeciler vasıtası ile geliyordu ama geliyor olsa bile sınırlı olma ihtimali çok yüksektir. Yine hatırladığım kadarı ile, 4 adet ekmek fırını olan bir dönemdir söz konusu, Sakıp Taylan ve Ortağı, Bekir Erte ve kardeşleri, Seydi Ahmet Abi ve Turan Abi bu işleri yürütür idi. Ancak buralarda da şimdi olduğu gibi tüm gün ekmek bulunmazdı, sınırlı üretim, sınırlı satış idi söz konusu olan. Muhtemelen bu fırınların un ihtiyacı yerel kaynaklar ağırlıklı karşılanıyordu. Sonraları ne olduysa oldu ve biz de alıştık dışarıdan ekmek satın almaya. Çiftlik Köyüne Çeşme’den sabah gelen minibüs ile ekmek getirilir ve satılır idi, evet artık “eski köye yeni adet zuhur etmiş idi”. Şimdilerde ise hayvan yemi olarak bile hububat üretimi yapılmamaktadır, eee ne yapacaksın, hububat ve hububat kapçığı diye hakir görülen bir üründür söz konusu…


Bu süreç öyle kolay olmadı şüphesiz, Dünyamıza nizam verenler ve onların yancıbaşları, ecibaşları yani şahsi menfaatlerini müstevlilerin beklentileri ve çıkarları ile tevhit edenler sayesinde gelindi, yani söz konusu ekip kocaman, çıkarlar kocaman, sömürü kocaman, yatırım ve beklenti kocaman haliyle… Hani hatırlar mısınız, bir dönem “barış gönüllüleri” markalı ve damgalı “İngilizce Öğretmeni” numarası ile ülkemize dört koldan dağılan istihbaratçı sahtekârlar vardı. Hani bunlar tüm dünya ülkelerine dağıldıkları gibi, canım Yurduma da dağılmışlardı ya, hani İngilizce öğretmenliğinin dışında her bir haltı yemişlerdi ya, etnik yapılardan, biyolojik çeşitliliğe oradan av hayvanlarının envanterinden deniz ürünlerinin çeşitliliğine, oradan jeolojik yapıdan tarıma oradan necip milletimizin hasret ve hasletlerine yönelik her bir bilgiyi derleyip toplamışlardı ya, hani biz İngilizce öğrenememiş idik te, bunlar bizle ilgili şeytanın bile aklına gelmeyen en ufak detayı bile memleketlerine bilgi arşivi olarak götürmüşlerdi ya, hani biz “bunlar ajandır” diyenlere bunlar komünisttir diyerek saldırmıştık ya… Ahhaaa da o günlerin diyetini bugün ödüyoruz nasıl mı sağlıksız, tarım ilacı katkılı, GDO’lu gıdalar tüketerek. Adamlar o bilgileri toplamakla kaldılar mı, nerde…

Kütüphanede her akşam, propaganda ve ajitasyona çok uygun bir sesle seslendirilmiş, ABD yapımı tarım ve hayvancılık reklamı içerikli ama necip milletimizi gaza getirip, “yahu biz ne kötü hayvanlara ya da tarımsal ürünlere sahibiz” diye gavurun sahip olduklarına özenip durduk. Oysa, ABD’de ve müstemlekelerindeki laboratuvarlarda hazırlanan, genetiği değiştirilmiş ya da genetiği ile oynanmış tohum ve hayvanların reklamı yapılmakta idi ama biz bunun farkında değil daha da ötesi, tüm bu olan bitene hayıflanarak bakıp, iç geçirir idik. Uzatmayayım, gitti bizim o güzelim, yerli verimsiz denilerek tukaka edilen ama aslında bize sunulandan daha kaliteli, daha dayanıklı hatta daha verimli ürünlerimiz, kaldık GDO’lu ABD mallarına… Peki, bu peyklerde bu ABD afra tafra ve çalımına kimler erketelik etti, işte tüm mesele bu sorunun cevabında. Ama biz hala cevap ararken, etrafımızda, şeker hastalığından, kalp-damar hastalığından, böbrek yetmezliğinden, sindirim yolu hastalıklarından ve çağın belası kanserden geçilmez oldu. Yine aynı mahfillere bu sefer de ilaç ve tıbbı tedavi nedeni ile para aktarır olduk…Alavere dalavere, bizim Memet nöbete, misali…

Soner Yalçın’ın “Saklı Seçilmişler” adlı kitabında okuduğum harika bir hikâye var onu aktarırsam ve sizde buna inanırsanız bir ömür boyu yaşananlara bakarak, konunun ahlaki ve etik tarafından başlayıp, devlet adamlığı, memleket severlik konusuna kadar bakarak gözleriniz yaş dolacaktır. “Mennonit diye Hollanda’da kurulup tüm dünyaya yayılan Protestan bir tarikat var, Ortodoks Rusya’nın yoğun baskılarından kurtulmak için 1880’lerden itibaren ve özellikle Kırım ve Kars Bölgesi ağırlıklı olmak üzere ABD’ye yoğun bir göç yaşanır. Tarikat mensupları ABD’de geldikleri yerin arazi ve iklim koşullarına uygun olan Kansas ve Nebraska Eyaletlerine yerleşirler. Bu göç sırasında da yanlarında hazine diye niteledikleri ve kişi başına “birkaç kilo tohumluk buğday” vardı ve yerleştikleri ovalık yerlerde bildikleri en iyi işi yaparak buğday yetiştirirler. “Kışa-kuraklığa dayanıklı, mevsim ortasında olgunlaşan, başakları tüylü, rengi kırmızı olup, tanesi kabuğundan zor ayrılan sert dokuya sahip tahıla ABD’de, “Türk Buğdayı” adı verildi. Bu dünyanın en eski kavılca/kabulca buğdayı idi.”

Sonra ne mi oluyor, ABD’nin Meksika’da gizli ve açık kurumları ile organize ettiği çiftliklerde, tarımda dünya egemenliği için başta buğday genetiği olmak üzere tüm gıda ürünlerinin üzerinde kendi çıkarlarına ve planlarına uygun oynarlar. Sonuçta ve konumuz ile sınırlı kalmak açısından da buğday üzerinde oynayarak, daha dayanıklı, daha verimli, daha kaliteli diyerek oysa ve aslında kısır, verimsiz ve kalitesiz bir buğdayı da, hedef ülkelerde şahsi menfaat ve ikballerini müstevlilerinin siyasi ve ekonomik emellerine tevhit eden yerel hükümet edicilerle el ele kol kola vatandaşa itelerler. Tafsilat, bilimsel kanıt ve dayanaklar için mezkûr yapıtın edinilmesinde fayda vardır.

“Kanada Buğdayı” ya da “Meksika Buğdayı” iyidir diye bu topraklara bu zehirli, bu verimi düşük, bu dayanıklılığı düşük, bu kalitesi düşük buğday getirildi, ne karşılığı yapıldığını da bir türlü anlayamadığım şekilde iteleyen dürzüleri de, bu insanlar hiç iyi yad etmeyecekler.

Cumartesi, Nisan 09, 2022

BATI DENEN SAMİMİYETSİZLİK BİRLİĞİ

Doğu’yu hukuksuzluk ve adaletsizlik ile sürekli tenkit ve tahkir eden Kapitalist Dünya, hepimizin yakından tanıdığı, tepeden bakan ikiyüzlü ve riyakâr tavrını sürdürmeye devam ediyor. Ve bu tavrın asla bitmesi söz konusu dahi olamaz ve olmayacaktır da korkarım. Kendilerini “batı” diye tanımlayan bu samimiyetsizler birliği kesinlikle ve tartışmasız empati yoksunu bir organizasyondur. Onlar için varsa yoksa kendileridir hatta o kadar ki kendi içlerinde bile sadece kendi muktedirleri önemlidir, gerisi ayaktakımıdır. Hukuk ve demokrasi diye diye dillendirmekten bıkmadıkları usanmadıkları ne kadar mefhum varsa sadece kendileri içindir. Basın özgürlüğü sadece kendi seslerini yansıtan basın içindir. Bakılmasın öyle farklı fikirlere ve muhalif görüşlere hoşgörülü olduklarına, kesinlikle böyle bir şey yoktur. Kendilerinden olmayan ülkelerden tek ve önemli farkları sadece tahammül sınırları biraz daha geniştir ama yeri ve zamanı gelince her türlü hukuki mefhum unutulur, göz ardı edilir. Batı denen bu elit ve aynı zamanda dünyanın reisi görünen bu ülke ve ülkeleri yöneten zevat yeri gelince gözlerini kırpmadan dünyayı ateşe verebilirler ve maalesef de kendi kamuoyları büyük bir ekseriyetle de dünyanın yakılması olayına önce sessiz kalarak göz yumar sonra da zımnen onay ve destek verirler… Sonra da bütün aymazlıkları ve utanmazlıkları ile tüm dünyaya fetva verirler. Oysa, önce üçüncü dünya dedikleri ülkelerin insanlarının her türlü yoksulluklarına ve yoksunluklarına sebep olmuşlukları bir yana yok oluşlarına bile kılları kıpırdamaz…Haydi bunu bir nebze anlaşılır bulalım… Peki bununla yetinir mi bu emperyalist dünya, nerdee… Ahlaksızlıkları ve alçaklıkları o seviyedir ki, sömürgeleştirdikleri yetmezmiş gibi mezkûr ülkelerde bu katıksız ve ahlaksız sömürüye karşı çıkan her kim varsa tenkil ve tedibi için her türlü melanet, hıyanet ve şekavet örgütleri ile sökün eder mezkûr coğrafyayı yer ile yeksan ederler… Bu ahlaksız ve orantısız savaşlarına da kurmuş oldukları sözde barış ve demokrasinin yılmaz savunucusu görünümündeki ve yine kendilerince oluşturulmuş askeri, finansal ve siyasi organizasyonlarını da sanki her şey hukuki ve ahlaki imiş görüntüsü verecek şekilde muhalif ve itiraz noktalarını yok ederler… Dünya halklarına sözüm ona “demokrasi” ve “insanlığın ihtiyacı” gibi gösterdikleri emperyalist kuruluşlar BM, NATO, IMF ve Dünya Bankası mezkûr yapılanmalarının en önde bilinenlerindendir. Aaaa, birileri de “yahu tamam da nerdeyse tüm ülkeler bu kuruluşlara üye değil mi” der ise itiraz etmem lakin bunların yönetilişine, finansmanına ve hedeflerine bakarak işin sosyal, finansal ve politik sağlamasını yapmak kabildir. İşte bu bakış ile muradımın ve meramımın ne olduğu çok daha iyi anlaşılacaktır. Yoksa gerisi laf-ı güzaf…   

Saddam’ı İran’a karşı kullanır sonra da “sen de dünyayı yok edecek nükleer silahlar var” numarası ile alaşağı eder, hem de ne alaşağı etmek ülkeyi yer ile yeksan ederler…  İran’a bir darbe ile getirdikleri Şahı bir başka darbeyi destekleyerek uzaklaştırırlar, sonra oraya yeni atanan yeni şaha karşı da savaş açarlar… Pakistan’da Ziya Ül Hak gibi birini darbe ile iktidara getirir işi bitince de sözde bir uçak kazası ile mevta eylerler… Nikaragua’da Somozo’nın kanlı bir diktatör olması için ellerinden avuçlarından gelen her yardımı yaparlar işi bitince sırtlarını dönerler… Panama diktatörü Noriega’yı iktidara getirip sonra ülkesini bile işgal ederek, diktatörünü ABD’ye kaçırır yargılar vs vs… Hitler’i el altından, el üstünden nihai düşman sosyalizmi yıkmak için desteklerler sonra da mutlak hâkim ve tek güç olmak adına onu da yok ederler… Bu liste say say bitmez, dünyanın karışmadıkları, karıştırmadıkları ülkesi yoktur, anlayacağınız, merak edenler açısından komşumuz Yunanistan başta olmak üzere yine Pakistan, Mısır, İspanya, İtalya diye uzayıp giden listedeki ülkelerin durumuna bir bakılsa, her şey, deyim yerinde ise kabak gibi ortadadır…

Şimdi bakıyorum, ellerini yıkayıp yuğmak için, Rusya’nın Ukrayna işgalini bir başka boyuta taşımak adına “oligark” olarak bilinen Rus milyarderlerinin batıya “iltica etmiş” servetlerinin blokajı, el konulması gibi gayri hukuki ama gayet siyasi operasyonlara girişiliyor. Doğru mudur, yanlış mıdır, çok konuşulur bir mevzudur bu… Çok konuşulsa da, az konuşulsa da, sadece sonucunu konuşmak ile konu anlaşılır değildir ki… Şimdi adama sorarlar, ben bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak, mesela, ABD’de, Hollanda’da bir bankada hesap açabiliyor muyum? Cevap tek kelimelik, hayır, açamıyorum… Ne diyorlar, ikametin yok… İkamet talebinde bulunuyorsun, yedi sülaleni araştırıyorlar vesaire vesaire… Yahu iyi de kardeşim, bugün günah keçisi ilan ettiğin “oligarkların” servet transferleri başından sonuna gözünün önünde gerçekleşiyor, kılın kıpırdamıyor deyim yerinde ise… Peki, hani sizin dünyanın herhangi bir yerinde sizi hedef alan en küçük bir muhalif hareketi yerel ortaklarınızla birlikte boğduğunuz istihbarat örgütleriniz nerede… Siz bu oligarklar sizin ülkelerinize gelirken getirdikleri sermayelerin temin edilişlerindeki yöntemleri bilmiyor muydunuz? Yıkılan SSCB’nin kamu kaynaklarını “mal bulmuş magribi” gibi ceplerine indirdiklerini ben bile biliyor iken, siz neden bilmiyordunuz? Bilmiyorduk demeyin sakın, kesinlikle yalan söylüyorsunuz derler maazallah…

Hani bu batılılar bizden daha bilgili, görgülü ve kültürlü diye geçinirler ya, hani bizim de içimizde onların bu durumunu fazlaca öykünüp abartarak gören ve anlatan bir kesim var ya… Kahroluyorum bunları gördükçe… Sadece işlerine ve sistemlerinin işlerine ne geliyorsa öyle yapıyorlar ve buna da “rasyonalizm” diyorlar. Biz de bunu yedikçe daha da şiddetli geliniyor üstümüze…

Nazım Hikmet’in İtalya sömürgesi Habeşistan’dan bir öğrencinin Roma’da tuttuğu notlar üstünden şiirleri vardır, malumunuz, 13 mektupluk bir şiir manzumesi…Taranta Babu’ya mektuplar… 10. mektubun şiirleştirilmesi, İtalya Gazetelerinden yayınlanmış bir telgraf haberi ile başlar ve haber “.....İtalyan kuvvetlerinin Habeşistan'da harekete geçmeleri için yağmur mevsiminin bitmesi ve baharın gelmesi bekleniyor...” şeklindedir ya…

Ne tuhaf şey Taranta - Babu;

Bizi kendi topraklarımızda öldürmek için

Kendi topraklarımızın

                      Baharını bekliyorlar.

Bu iş artık çok gelişmiştir, artık dünyayı yönetenler, 1935’lere takılıp kalmamıştır, sömürü de, sermaye dolaşımı ve kullanımı da çok değişmiştir… Şimdi artık sadece kendi topraklarının baharı beklenmiyor, kendi topraklarının delikanlıları da yetiştiriliyor… Yani ve özetle, “derenin taşı ile derenin kuşu vuruluyor” …

Şimdi bakıyorum, “eyyy batı” ve “eyyy Avrupa” hani suç kişiseldi, hani sizin asri hukukunuz böyle idi… Bıraktım sermayenin hür dolaşım hakkı palavranızı, hani bıraktım nasıl kazanıldığı ayan beyan olan sermeyenin ülkenize davet edilerek kabulünü, bir de sizden kaçıp bir başka ülkeye sığınan bu sermayenin bir bölümü için bile yaptırım planlıyorsunuz mezkûr ülkelere…. Yetiyor mu, hayır, bir de yerli ortaklarınız vasıtası ile de “bu bizlerin başına bela olur sonra” teranesi ile de, yarın öbürgün olası lazım gelir kaydı ile başka ülkelere de parmak sallamaya devam ediyorsunuz… Ama emin olun, bu sizin ananızın ak sütü gibi helaliniz, her ülkede bu kadar sizi sizden fazla savunan, müstevlisine bu denli hayran olmuş ve biat etmiş muktedirler var iken, ne yapsanız hakkınızdır. 


Cumartesi, Nisan 02, 2022

KAHROLSUN SAVAŞ

Savaş kötü değil, çok kötüdür, savaş her ne nedenle olursa olsun milletler nezdinde bir katliamdır, bir yok oluştur. Ne olursa olsun, savaşa “hayır” demek bir insanlık vazifesidir. Savaş, konuşmayı, anlaşmayı nihayetinde de uzlaşmayı bilmeyenlerin, beceremeyenlerin sıklıkla başvurduğu çılgınlıktır. Çılgınlık diyorum çünkü bir avuç kapitalist krizlerini çözecek, servetlerine servet katacak, bir avuç siyaset erbabı politik güç edinecek ya da güçlerini pekiştirecek, bir avuç savaş sanatı erbabı rütbelerine rütbe katacak diye kocaman kocaman fakir fukara yığınlarının hayatları yitiyor, sahip oldukları yerle yeksan oluyor. Savaş maalesef bu cümle ile özetlenebilecek bir çılgınlık halidir. Nedir kardeşim bu siyaset erbabından çektiği bu insanların, burası bizim, burası sizin, burası bizim hükümranlığımız, burası sizin hükümranlığınız, burası bizim üstün ırkımızın, burası sizin üstün olmayan ırkınızın tefriki ve tasnifi nobranlığı hatta küstahlığı… Bu propaganda bombardımanı içinde ikna edilen yığınlar ve hareketlendirilen mezkûr yığınların asker fertleri, göz gözü görmüyor ne yazık ki… Varsa yoksa muktedirlerin fikri, hissi, fakir fukaraya soran yok…

Lakin; sorunları ve yaşananları, “neden-sonuç” bağlamında, “giriş-gelişme-sonuç” faslından ele almaz isek, “benim oğlum okur, döner yine okur” replikası kaçınılmazdır bence… Bu nedenle kısaca bu noktaya nasıl gelindi diye bir bakmakta fayda var… Maalesef çağımızın hastalıklı durumu milliyetler ve din üzerinden politikalar oluşturulması, sınırlar ihdas edilmesi, dünyanın her yerinde olduğu üzere burada da kimsenin onaylamayacağı lakin sürekli aynı hatayı yaparak politik tercih oluşturulduğu gerçeğini karşımıza çıkarıyor.  ABD emperyalizmi ve ortağı AB emperyalizminin “nihai düşman Rusya’nın” kuşatılması ve mümkünse yok edilmesi amacına matuf, tam ve bitimsiz desteğini alan Ukrayna despotizmi, esasen aktör, çaresizlikten fahri politikacı Zelensky’nin şirin ve sanatçı yüzünün arkasına saklanarak, ABD devlet başkanı Biden’ın da fiili desteğini esirgemeden verdiği, sağ sektör, C14, Azov taburları gibi nazi ve faşist gruplar uzunca bir süredir etnik temizlik sayılabilecek hamleler yapmakta idiler. Ancak Dombass Bölgesindeki ayrılıkçı ve ağırlıklı Rus ahali daha önce Ukrayna ve AGİT’in de dahil olduğu anlaşmaya istinaden bir denge içinde mezkûr saldırılar karşısında direnebiliyorlar iken ABD’de deki yönetim değişikliğinin de etkisiyle birden tıpkı Nazi Almanya’sındaki benzeri SA birlikleri gibi teçhiz edilmiş ve 2. Dünya savaşında Nazilerle birlikte SSCB’ye karşı savaşmış Banderas önderliğindeki faşist grupların artıkları “Azov Taburları” adı ile maruf faşist yapılanma ani bir kararla Ukrayna resmi ordu bünyesine katılmış ve esas görev bölgesi de Dombass olarak belirlenmiştir. Çılgınlığın çok parametreli olduğu gerçeği bir yana olayları tetikleyen en önemli hamle olarak görülmekte olan bu tahkimat ve tatbikat; Dombass Bölgesinde yaklaşık 15.000 Rus asıllı Ukraynalının ölümü ve yaklaşık Rusya’daki mülteci kamplarına yerleştirilen 100.000’den (savaştan önce) fazla Ukrayna vatandaşı Rus’un yaşadıkları felaket ile nihayetlenmiş idi. Üstüne de Kapitalizmin 1930’lardaki büyük bunalımından sonraki en büyük bunalım ve de bu bunalıma vites arttıran covit-19 pandemisi gelince, kapitalizmin çarklarının hızlı bir şekilde dönmeye başlamasını temin edecek en tehlikeli ve çok hızlı geri dönüş veren savaş enstrümanı devreye sokulmuştur. “Bir taş ile çok kuş” ve “derenin taşı ile kuş” vurma taktikleri gereği en kritik ve hassas bölge Ukrayna seçilmiştir, hani uzun bir vadedir de bu amaca matuf yatırım ve planlarda yapılmakta idi. En büyük düşman tayin edilen Rusya bölgesel savaşın içine çekilerek yıpratılacak, Suriye’den sonra askeri teçhizat, mühimmat satışı için yeni alan açılacak, Rusya’dan Suriye’deki galibiyetin rövanşı alınacak, NATO konsolide edilecek, yükseltilen enerji fiyatlarının izahına çare olamayan pandemiye ilave çare üretilecek ama en önemlisi de üretim azaltılarak kâr marjı arttırılarak kapitalizmin bunalımına çare bulunacak. Kapitalizm artık “sürümden kazanma” yerine “hap yap para kap” taktiğine geçip, az hammadde, az enerji, az nakliye, az işçilik ile eskisinden daha çok kazanmanın yolunu bulmuştur. Esasen ve aslında işin özü bu… Savaşlar da bu cinliklerin tezahürüdür, bana göre… Ama mutlaka bu cinlikler milliyet ve din gibi kutsiyetler ile türbanlanmalıdır nitekim öyle de yapılıyor.

Konu ile ilgili ilk bilgi sahibi olmamın tarihi de yanılmıyorsam 2016 yılıdır, Yunanistan’ın Sakız Adasına yaptığım bir seyahat sırasında KKE’nin (Yunanistan Komünist Partisinin) “ABD elini Dombass’tan çek” şeklinde yaptığı bir duvar yazılama çalışmasından görerek, merak edip araştırınca ve ilaveten yaptığım Ukrayna Odesa seyahatlerinden edindiğim yerel kaynaklı bilgilerin ittihadı neticesinde edinilmiş olup günümüze kadar da güncelleyerek gelmiştir. Yani Rusya askeri operasyonu neticesinde başlayan tarihte edinilmemiştir.

Sonuçta; Ukrayna’nın politikayı ve kaygan zemini bilmeyen lakin politik tercihinin kendisini sinsice gaza getirenlere biata varan hali pür melali bu kadar sarih iken fazla lafa gerek var mıdır bilemiyorum. Emperyalizmin jandarması ve komisyoncusu ve de soğuk savaşın mağruru, şımarık ve saygısız ABD ve askeri teşkilatı NATO ve kuyruğu AB; Rusya’nın kabiliyetini Suriye’den sonra bir de Ukrayna’da görelim yaklaşımı ile nerede olursa olsun amansız bir düşmanlık stratejisi ile Rusya’nın prestij ve güç kaybetmesi üzerine oynayan ABD yukarıda tanımı ve zaafları verilen Ukrayna yönetimini gaza getirerek, “sahte kabadayı” rolü ile sonu nerelere varacağı çok belirlenemeyecek bir macera içine itilmiştir her iki tarafta.  ABD ve adına hareket ettiği kapitalizmin umurunda mı, onlar silah ve askeri mühimmat ve teçhizat satmak, ilaç satmak, tarım ürünleri satmak, petrol ve ürünlerini satmak, savunma ve askeri yazılım satmak, neticesinde son yıllarda hiç görülmediği üzere ABD’nin yüzleştiği enflasyonun üretim ve tüketim üzerindeki etkileri aşikâr iken, hele bir de muhtemelen kendilerinin de açıktan dahli olan son 2 yılın baş belası “covit-19” pandemisinin ataleti tüm vahameti ile ekonomiye çökmüş iken çıkış yakalamak… Durum budur, gerisi laf-ı güzaf…Yoksa NATO üyeliği açıklamaları, izahları tam tamına “osuruklu popoya çavdar bahane” tarzındadır, bana göre. Siz alemi ne zannediyorsunuz derler adama, Putin liderliğindeki Rusya daha önce NATO başvurusunda bulunmadı mı? Peki; Ukrayna NATO’ya girerse Rusya sınırlarında tehdit oluşacaktır iddiasına neden inanmamızı bekliyorsunuz? Litvanya, Estonya, Letonya NATO üyesi değiller mi? Onların NATO üyeliği neden Rusya için kırmızı çizgi olmuyor da, Ukrayna oluyor. Dünyanın geldiği nokta itibari ile, ABD önünde “biat et rahat et” davranışı, tüm AB’yi mum etmiş, görünen o ki artık kendi kurum ve kuralları ile düşünemez, davranamaz noktaya gelmişler.

Daha yazacak çok şey var ama yer sınırlı, mesela dünyada herkesi “nükleer silah” depoladı ya da kullanacak diye suçlayıp dünyada tek nükleer silah kullanmış sicilini türbanlamaya çalışan ABD, dünya çapında yüzlerce “biyolojik silah” laboratuvarlarını yazamadım. Umarım ki; mezkûr savaş nedeni olan milliyetçiliğin ve dinciliğin önü alınır da; birdenbire ve mesela Polonya’nın “aslında Ukrayna diye bir ülke yoktur, esasen buralar mirasçısı olduğumuz Lehistan İmparatorluğunundur” deyip Ukrayna’nın bir bölgesine talip olmaz, mesela Japonya Kuril Adaları sorunun tam çözüme ulaşmadığı iddiası Rusya Federasyonu’na batıdaki fazlaca meşguliyetlerine binaen yan gözle bakmaya başlamaz, Ermenistan Karabağ konusunda ilgili ve ilgisiz devletlerin ziyadesiyle farklı konular üstüne yoğunlaşmasından istifade ile yeni bir maceraya atılmaz, vs vs. aksi taktirde kıyı kıyı bir dünya savaşının eşiğine çaktırmadan gelinir ve gayri fren mren de tutmaz… Görünen o ki, direk ilgili ya da endirek ilgili neredeyse  tüm ülkelerin yönetimleri maalesef ki konuya matuf organları yerine hiç ilgisi olmayan organlarını kullanıyorlar… İşte o zaman haltı yeriz…