Cumartesi, Haziran 29, 2024
HATAY BENİM BÜYÜLÜ SEMTİM
Cuma, Haziran 21, 2024
UZAKLARIN ÖTESİNDE
Gazeteci, fotoğraf sanatçısı, belgesel film, görüntü yönetmeni ve de önemli bir yazar Güneş Karabuda’nın “Uzakların Ötesinde” adlı 1996 tarihli basımı kitabını okuyorum. Yaşar Kemal’in deyimi ile “dünyanın öbür ucundaki adam” Güneş Karabuda, Eşi Barbro Karabuda ile gezi ve belgesel çalışmaları üzerinden çok güzel bir kitap hazırlamış ve eşine ithafen de yayınlamış… Ben çok keyif alarak okudum, adeta elimden bırakmamacasına… Kitapta özellikle Güney Amerika’daki darbelere ve darbecilere şahitlik var iken, ABD’nin “arka bahçem” dediği bu coğrafyada çevirdiği fırıldaklara detayları ile nazik dokunuşlar yapılmış, Endonezya’da yine ABD’nin plan ve sınırsız desteği ile yaşanan ve yaklaşık 1.000.000 insanın katledilmesi ile nihayetlenen insanlık dramına değinmeler gibi çok önemli siyasal olaylar yanında enteresan coğrafyalar ve insanların hayatlarına da değinilmiş…
Benim ziyadesiyle etkilendiğim Hindistan Kalküta hatıratı oldu, benim de çalıştığım yıllarda Hindistan’da emeğin bolluğu, rekabeti ve son derece ucuzluğu konusunda benzer şahitliklerim ve hatıralarım olması herhalde bu konuda etkili oldu. Bu bölümü aynen aktarmak istiyorum.
“Great Eastern Oteli’inden içeri girdiğimizde, başı türbanlı, beli kuşaklı yalınayak adamlar koşuşup bavullarımız alıyorlar. Otel, İngilizler zamanından kalma görkemli günlerin izlerini taşıyan Kalküta’nın, en eski binalarından biri. Geniş salonları, yüksek tavanı, “chesterfield” denen artık aşınmış İngiliz deri koltuk ve sofalarıyla Great Eastern’de zaman durmuş gibi. Resepsyon’dan geçip odamıza çıkıyoruz. Yolculuk ve sıcaktan yorulmuşuz. Bir duş alıp dinlenelim biraz diyoruz. “Anahtar” diyor Barbro.
Ceplerime bakıyorum, yok. Kapının üstünde de yok. Sonra hatırlıyoruz, resepsyonda kimse bize anahtar vermedi. Aşağıya iniyor, soruyorum. Hintliler’in o kendilerine özgü, biraz dişlerini gıcırdatarak konuştuğu İngilizcesi ille anahtarın yukarıda olduğunu söylüyor adam. Söylene söylene gene yukarı çıkıyorum. Kapımızın önünde türbanlı, ak sakallı, yalınayak bir adam oturuyor. Adama yaklaşıp, “siz kimsiniz” diye soruyorum. Aldığım cevaptan ağzım açık kalıyor. “I am your key sahip” (ben sizin anahtarınızınım sahip). Sonra bakıyorum, koridorda müşteri olan odaların kapılarının önünde canlı birer anahtar (!) oturuyor. Hindistan’da bir insan, bir anahtardan daha ucuza geliyor! İnsanlık adına üzülmemek elde değil. Meğerse insanlık adına o kadar üzülecek, utanacak şey görecekmişiz ki Kalküta’da…”
Hindistan gerçekten dünyanın bir ucuz emek deposudur, ister yerinde ister yerinizde… Siz bakmayın söylenen “uçtuk, uçuyoruz, uçacağız” edebiyatına, yaşananlar hiç de öyle değildir. Uzun süre çalıştığım, işim nedeniyle neredeyse tamamını gezdiğim Hindistan gerçekleri, değişik tarihlerde değişik basın organlarında çıkan “küresel piyasaların parlayan yeni yıldızı” spot haberlerine hemen hemen hiç uymamaktadır. Peki, uyabilir mi, vallahi “peynir gemisi lafla yürümez” atasözü mucibince zinhar… Tüm bu yazılanlar reklam olmanın ötesine zinhar geçemeyecek vasatlıkta yaklaşımlardır. Esasen “derin sefalet ve engin zenginlik” adına muhteşem çelişkiler dünyasıdır, burası… Bir taraftan otomobillerin, bir kapısından girdiği diğer kapısından çıktığı malikânelerin yer aldığı küçük ve bakımlı alanlar, diğer taraftan da ne yazık ki atık suların sokaklarında açık kanallardan def edildiği büyük ve bakımsız alanlar… Zannedilmesin ki bahse konu alanlar öyle köşe bucak dağ bayır arazilerde, maalesef başkent Yeni Delhi’de de… Lakin Ülkede çok büyük bir çoğunluk uluslararası basında çıkan bu “gaz verme” kabilinden haberler ile övünüp dururlar… Her “uçulacak yılın” ilan edilmesinden en geç bir yıl sonra revize edilerek “yeni bir yıl” tayini yapılıyor olmasına rağmen vatandaşların çok büyük çoğunluğu “şevk-ü iştiyak” ile bu savrulmaları görmezden gelip verilen yeni hedefe kilitlenmiş edası ile hayata devam ediyorlar. Kimse bunu küçümsemesin lütfen bu kadar büyük bir nüfusu olan bir ülkenin yoğunlaşması gereken şeyleri de farklı olmalıdır, tıpkı Devekuşu Kabare Tiyatrosunun “Geceler” oyunundaki müthiş söz mucibince “insanların rüya görmesini engellemeyin maazallah gerçekleri görürler”…
Yaklaşık resmi nüfus 1.500.000.000 (yazı ile birbuçukmilyar) ve nüfusa kayıt edilmeyen de yaklaşık 300.000.000 olduğu öne sürülen bir ülke ise söz konusu, neler akla gelmez ki… Dünyanın en çok çocuk işçisinin varlığına, yaklaşık 10.000.000 çocuğun okul kapısı görmediğine, nüfusun yaklaşık %35’inin okuma yazma bilmediğine, asker ve polis dışında çalışanların herhangi bir sosyal güvenlik kapsamında olmadığına, sadece yıllık yaklaşık 3.000.000 üniversite mezunu insanın olabildiği onun da sadece uluslararası arenaya çıkabilenlerinin görece hayat seviyesi yükseltebildiklerine dair çeşitli görüşler, yazılar hemen her gün basında yer almaktadır. Söylenecek çok fazla söz yoktur bu konuda, bilen biliyor… Özetle, yoksulluk ve açlık sürekli ve kaçınılmaz koşuttur ve tehdittir… “Yoksulluk yeterince güçlü olamamaktır, yoksulluk özgür olamamaktır, yoksulluk mücadele gücünü kaybetmek, yoksulluk daha fazla inanmak demektir” öngörüsünün en çıplak gözlemleneceği bir coğrafyadır buraları… Yani burada da “gemisini kurtaran kaptan”… Ve kaptan sayısının azlığı…
Neyse, “ucuz emek cenneti” değerlendirilmesi yapılmış idi ya, Güneş Karabuda tarafından… Benim de çok enteresan tanklıklarım vardır, konuyu teyit bakımından… Bunlardan bir tanesi, gerçekten inanılmaz… Hindistan’da da “duble yol” ve “otoyol” yapımı son derece popüler olup hızlı bir biçimde devam etmekte, işim gereği ben de sürekli eyaletler ve şehirler arası seyahatler yapmaktaydım… Her yol inşaatında, özellikle yerel kıyafetleri içerisinde kadınların ellerinde ağır çekiç ve balyozlarla taş kırmakta olduğunu görünce çok şaşırmış idim. Oysa teknolojisinin geldiği nokta itibariyle, taşın temin edildiği kaynakta muhteşem hidrolik makineler marifetiyle proje öngörüsü çerçevesinde istenilen evsaf ve çaplarda kırılarak tasnifi mümkündür. Gelinen noktada bırakın yer üstüne çıkarılmış madeni, taşı kırmayı artık yerin belli bir derinliğindeki taşları bile kırabilme kabiliyetine sahip olunmuştur. Peki, nasıl ve neden oluyor da, Hindistan’da bu işler hala daha insan marifeti ile yapılmaya devam ediliyor. Evvelemirdeki değerlendirme; makine ile kırma yerine insan ile kırmanın daha ekonomik olduğu diğer taraftan ise en büyük ihtiyaç istihdam sorununun çözümüne destek olunduğu için de teşvik mevzuudur… Bir taraftan kâr marjı artar iken diğer taraftan da istihdam yarattı diye pohpohlanmakta olan bir iş hayatı… Çift taraflı katmerli bir ekonomik hayat tabii ki çalışma hayatını domine edenlere…
Cumartesi, Haziran 15, 2024
KURBAN
Tarih; 17 Şubat 1959, dönemin başbakanı Adnan Menderes ile birlikte, İngiltere yolunda ve 5’i mürettebat olmak üzere toplam 14 kişinin hayatını kaybettiği elim bir uçak kazası yaşanıyor, Menderes uçak kazasından sağ salim kurtuluyor, yaklaşık 2 ay tedavi gördüğü İngiltere’den geriye dönüyor, mucizevî kurtuluşun hem kendisinde hem de vatandaşta yarattığı sevgi patlamaları tüm yurtta ve tüm yıla yayılarak devam ederken, 5 Ocak 1960 tarihinde çıktığı Tarsus gezisi sırasında kendisini karşılayan büyük kalabalık içerisinden Ali Bayat adındaki kişi, “Başbakanın uçak kazasından kurtulması şerefine” 7 yaşındaki oğlunu kurban etmek üzere hazır vaziyette olduğunu herkes gibi şaşkın gözlerle izleyen başbakan hızlı bir hamle ile küçük çocuğu sapık adamın elinden kurtarır… Hatıralarını yazanların aktardıklarına bakılırsa, yaşanan bu şok karşısında başbakan aylarca yaşananların etkisinden kurtulamamıştır, hatta birkaç yurt dışı seyahatini bile ertelediğinden bahsedilir…
Tarihin en eski devirlerinden bu yana insanlar, anlamlandıramadığı, akıl
yoluyla izah edemediği, karşı
koyamadığı doğanın gücü karşısında her çaresiz kalışlarında, bu güç karşısında
korunma içgüdüsü içinde, sıkıntılarından arınabilmek, şükür etmek, berekete
mazhar olabilmek, fırtına, deprem, sel ve afet gibi doğa olaylarından
korunabilmek için ve inandıkları dinin gereği tanrılarına adaklar adamışlar,
kurbanlar kesmişlerdir. Her toplumun kendi inanışına uygun adak-kurban
adetleri, ritüelleri olup, karşı karşıya kalınan olayların şiddetinin yarattığı
değişik inanışların değişik ritüellerine binaen, başta genç kızlar, çocuklar
olmak üzere insan ve çok çeşitli hayvan kurban olarak kullanılmıştır. Bu çok
tanrılı sınır tanımayan kurban etme inanış ve ritüelinin bugün bile
yansımalarını “başımdaki şu sıkıntıyı bir def edeyim, hemen bir adak-kurban
keseceğim” şeklinde uzantıları devam etmektedir, beğensek de beğenmesek de…
Görüldüğü üzere tarihin en eski devirlerinden gelen bir ritüel olan kurban
olayı, Mezopotamya, Anadolu, Mısır, Hint, Çin, İran ve İbrani tabiat dinlerinde
yılın muayyen aylarında bayram kutlama ve kurban kesme tezahürü olarak Müslümanlıktan
çok önceki devirlere uzanmaktadır. Günümüz insanına bugünkü akli filtreleri ile
çok vahşice görünen, savaş tutsaklarının, bakire kızların ve genç erkeklerin
kurban edilmeleri Aztek uygarlığının çok önemli bir davranışı olduğu bugün
yapılan araştırmalar neticesinde ortaya çıkmış bulunmaktadır. Anadolu’nun büyük
uygarlıklarından Frigya’da hasat mevsiminde kafa keserek insan kurban edildiği,
Sami ırklarında ve özellikle Araplar’da sabah tan ağarmadan deve yanında insan
kurban edildiği ve bu ritüellerin kefaret ödeme, gönül alma, şükranların
sunulması, af ve mağfiret dilenmesi gibi amaçlara dayanmaktadır.
Türk Dili’nin yüksek kültürünü
yansıtan ve en eski sözlüklerinden Divan-ı Lügati’t-Türk’te “kurban” karşılığı
olarak “yağış” sözcüğünün geçtiği, “Yağış’ın,
İslam’dan önce Türkler’in adak için, yahut tanrılara yakınlık elde etmek için
putlara kestikleri kurban” olarak anlamlandırıldığını anlıyoruz ilgili
eserlerden araştırma yapanların aktarımlarına dayanarak.
Türk Dil Kurumu’nun
hazırladığı Türkçe Sözlük’te ise:
1. isim, din b. (***) Dinin
buyruğunu veya bir adağı yerine getirmek için kesilen hayvan
2. ünlem, İçtenliği belirten
bir seslenme sözü
3. Bir ülkü uğrunda feda
edilen veya kendini feda eden kimse
4. Bir kazada veya felakette
ölen kimse
5. Maddi ve manevi bakımdan
felakete sürüklenmiş, insani değerlerini yitirmek zorunda kalmış veya
bırakılmış kimse
6. din b. (***) Müslümanlarda
Kurban Bayramı
Şeklinde geçmekte olup, kısaca
insanın tanrıya yakınlık elde etmek için adadığı candır, dersek fazlaca bir
hata yapmış sayılmayız.
Ancak İnsanlık tarihinde en
fazla konuşulan, referans verilen, yazımın başındaki olaya da kaynaklık eden
kurban olayı, şüphesiz ki Hz İbrahim’in oğlu İsmail’i keserek kurban etmeye
teşebbüs etmesidir. Sami ırkında, bir iman ve inanç gösterme seviyesi ya da
kriteri gibi görünen çocukların kurban edilmesi, Hz. İbrahim Allah’a olan
inancının seviyesini göstermektedir. Bilinen öykü; Hz. İbrahim oğlu İsmail’i
gördüğü bir rüya üzerine kurban etmek üzeredir, ama bıçak her türlü çabaya
rağmen kesmemekte ve aynı ayna rüyasının bu sadakatine istinaden Allah
tarafından gökten kendisine büyük bir koç kurban edilmek üzere indirilir.
Kuran’da Saffat suresinde;
“104. Biz ona: “Ey İbrahim!” diye seslendik. 105. “Rüyayı gerçekleştirdin. Biz
iyileri böyle mükâfatlandırırız.” diye referans verilmektedir, kurban…
Görüldüğü üzere; hayvanların
kurban edilmesi ile nihayet insanoğlunun çocuklarını kurban etmesinden, ister
kimileri için dini bir emir isterse de kimileri için âdemoğlunun yarattığı
uygarlığın sayesinde kurtulalım, her halükarda, görece daha iyi bir sonuca
gelinmiştir. İyi ki İbrahim Peygamber vakası yaşanmış da, artık bu gerçekten
böyle midir, değil midir demeden, her nasıl olmuşsa olmuş, çocuklarımızı
kurtardık bu sapık çocuk kurban etmek isteyen babalardan…
Mısır’da çalıştığım yıllarda,
uzun bir kurban bayramı tatili nedeniyle ailem de yanıma gelmişti, gezilecek
çok yer olması nedeniyle yoğun geçen gezi programını takip ettiğimizden,
bayramın 1. günü de erkenden kalkıp, 3. katta ve birkaç dairenin aynı merdiven
sahanlığına açılan oturduğumuz evin kapısını açtığım anda, gördüğüm manzara
karşısında irkilmiş ve hemen kapıyı çocukların da aynı manzarayı görmemesi için
kapatmış idim, çünkü kapı komşumuz maalesef kurbanını hemen kapı önünde kesmiş,
kanlar her yana dolmuş, merdivenlere akmış ve tiksindirici bir koku her yanı
sarmış idi, hemen telefonla birkaç yere ulaştık, gerekli temizliklerden sonra
çıkabilmiştik apartmandan, ancak koku aylarca devam etmişti…
Her kurban bayramında, gurbetçilerimizin
kurban kesimlerinden büyük rahatsızlık duyan Avrupalıları basına yansımış
halleri ile görünce, yukarıda yaşadığım hikâyenin benzerini hissettiklerini
düşünerek hep üzülürüm. Ancak, kim ne derse desin, kim hangi dini emir ve
söylemlerin arkasına sığınırsa sığınsın bu kurban kesme ritüellerinin çok yavaş
da olsa, daha bir düzen ve özen içerisinde yapıldığı aşikârdır. Tarihi gelişimi
içerisindeki kurban evriminin bu gidişatla, bugünkü trendlere ve iddialı
söylemlere rağmen önümüzdeki yüzyıllarda devam etmeyeceği tahmini dar bir
çevrede yapılıyor olsa da, gerçekleşecek gibi görülmektedir…
Eskiden tüm futbol takımları
sezonu açarken kurbanlar kesilir, akıtılan kan parmakla futbolcuların alınlara
sürülür, futbolcular sahaya koşarlardı, gerçi çok şükür, şimdilerde bu ritüel
azaldı ya da yapılsa bile basına konu olmamaktadır, gerçi bu sefer de
havaalanlarında deve keserek kutlamalara da rastlansa, giderek bu işin
rahatsızlık verdiği insanlarımız tarafından kabul edilmektedir.
Cumartesi, Haziran 08, 2024
CANIM YURDUMU GEZİYORUM – MİLAS
Muğla geneli görünen o ki madencilerin hedefi haline gelmiş durumda, Labranda’ya bir kez daha gideyim dedim, yoldaki kamyon trafiğini görünce sinirlerim inanılmaz derece bozuldu, tansiyonum fırladı… Yol zaten daracık, kocaman kocaman maden kamyonları çok virajlı yolda, deyim yerinde ise şoför mahali virajdan çıkarken kamyonun kasa sonu yeni giriyor… Belki kamyon şoförleri de kotaya yetişmek uğruna “Allah ne verdi ise” tam gaz kullanıyorlar araçlarını… UKOME buralarda bu trafiğe bu şartlarda nasıl izin vermiş, inanılır gibi değil… Vazgeçtim Labranda’ya gidişten, döndüm, akaryakıt alır iken bu tespitimi istasyon görevlisi ile paylaştım, adam dedi ki; “burası ne ki sen asıl git Ören tarafını gör”… Kıyıkışlacık tarafına gittim, durum farklı değil… Laf bitti, demek ki… Görünen o ki merkezi otorite bu dağları maden lehine zeytin aleyhine gözden çıkarmış… Peki; yahu bu çılgın tüketime malzeme nereden bulunacak, boğaz tokluğuna çalışan büyük kitleyi bir kenara bırakır isek hani onlar da hiç çekinmeden ve düşünmeden noter görevi yapıyorlar ama ne yapalım ahali ahvali böyle. Sen bu kadar çok seramik, cam ve boya kullanmaz isen, feldspat ihtiyacı bu kadar çok olur mu? Sen bu kadar banyo, tuvalet ve mutfak yapmaz isen, yenilemez isen mermer ihtiyacı bu kadar olur mu? Sözde adına üretim deniyor ya esasen dünyanın tüketilmesi manasında… Kusur müteselsil, yok öyle bir tarafı suçlayarak kusurdan sıyırmak… Sınırsız ve görgüsüz kullanım ya da tüketim bir tarafı ile dünyayı tüketirken bir tarafı ile de hayat konforumuzu düşürüyor da, kimin umurunda… Dolomit, krom, kükürt, manganez ve dahi kum çakıl ihtiyacının bu kadar çok olmasının sebepleri nedir diye kimler düşünüyor, maalesef sadece bir avuç çevreci, diğerlerinin elinde ayna… Bir kez daha görünce içim burkuldu, sinirlerim bozuldu… Ocaklardaki kontrollü lakin sınırsız patlayıcı kullanımına karşı çıkan “ören yerleri kazı sorumlularının” itirazları duyulmuyor ve maalesef bu sınırsızlık sathı mailinde hayatını kaybeden işçilerin yakınları, “vade bu kadarmış” deyip geçiyor… Vallahi ne diyeceğimi bilemedim daha da… Allah selamet versin…
Milas, dahası Su Kemer kalıntıları, Baltalı Kapı, Euromos Antik Kenti, İasos Balık Pazarı diye bilinen Mozole, İasos Antik Kenti, Beçin Kalesi ve Osmanlı Taş Eserleri Müzesi, Macar Evleri bölümü, Hekatomos Anıtı gibi dolu dolu gezilecek yerlerin yanında Bafa’nın Gölyaka köyündeki “Yediler Manastırı” olsa olsa ancak keçi yolundan yürüme beklentinizi karşılayabilir. O kadar zor parkuru yürüyüp de vardığınız noktada gördükleriniz sizi hayal kırıklığına uğratabilir lakin emin olun ki yaklaşık gidiş dönüş 3 saatlik zor parkur yürüyüşünüz spor ihtiyacınızı karşılamış olacaktır. Kapıkırı köyündeki Heraklia ve cüzü Latmos ise gayet güzel bir ören yeri olup özellikle kayalara oyularak hazırlanmış mezarların görüntüleri sizi hayretler içinde bırakıyor.
Her antik kentin birer “Amfitiyatro”ya sahip olmasının bize başta gösteri sanatları, meşveret ve münazara ve dahi dayanışma ahlakının da ziyadesiyle yüksek olduğunu göstermektedir diye düşünürken, bir insan topluluğunun yaptıklarını bir başka insan topluluğunun işgali, talanı ve ganimet mütalaası ile yok etmesi üstüne de tefekkür etmekten alıkoyamıyoruz kendimizi… Maalesef talan, yıkma ve malzeme ile meşrebimize muvafık yeni bir şey yapma kültürü tarih boyunca aralıksız yaşanmış.
Hülasa;
arazilerin adeta bir zeytin denizi şeklinde göz alabildiğince yayılmış olduğunu
eskiden beri bildiğim Milas bu gözle gezilince de, bir derya deniz meraklısına,
lakin şu madencilere teslim olmuş yönetimi de görmezden ve şikâyet etmezden
gelemiyoruz. Hep aklımızda Kızılderili
Reisi Seattle’ın meşhur sözü, ne diyor; “Son Irmak kuruduğunda, Son
ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde, BEYAZ ADAM paranın yenmeyen bir şey
olduğunu anlayacak.”
Cuma, Mayıs 31, 2024
YENİ ÇEŞME; BİR EFSANE DAHA SONSUZLUĞA UĞURLANDI
Bazı dostlarımız, kendi aramızda sıklıkla konuştuğumuz lakin geciktirdiğimiz, direndiğimiz bu arzu edilmeyen sonun yarattığı hüznü dağıtmak için tüm samimiyetleri ile üzüntümüzü paylaştı, kimileri yarım ağızla da olsa üzüldüklerini beyan ettiler ve maalesef kimileri görmezden geldi, kimileri ise içten içe sevince boğuldu, kimileri ise içlerindeki fitne fesadı dolambaçlı yollardan kustu, vs vs… Kimileri de Gazetenin Sahibi Aydın Korkmaz’a üzüntülerini beyan etme yolu olarak Aydın ile kader birliği etmişlere günah yükleme çalışmaları yaptılar. Birkaçı ise direk müptezel ve hastalıklı ruhlarının en irin ve cerahate bulaşmış fikirlerini çok farklı kelimeler ile kustular… Diline en uzak organının ifrazatını, dilini adeta sıva malası niyetine kullanarak sağa sola saçana da rastlanıldı, maalesef… Şimdi biz diline def-i necaset aracı olarak bakana ne diyelim… Deli desek, deliye ayıp, neyse, o sıfatta bende kalsın… Samimi üzülenlere teşekkürlerimizi esirgemeden yaşanan bu ağır travmayı atlatmaya çalışacağız… Bizim geleneğimize göre başkalarının, hastalıkları, rahatsızlıkları, altüst oluşları ile sevinmek yoktur, olamaz da… Lakin Yerel basını desteklemeliyiz teraneleri ile nurlu nutuklar atan bir ırkın ahfadı olanların ellerinde kazma kürek kuyu kazmasını da asla ve kat’a unutmayacağız, unutturmayacağız…
Yaşananlar karşısında Ulusal Basının önemli isimlerinden Yaşar Aksoy ve yerel basının faal ve başarılı ismi İsa Atagöz’ün yazıları geniş yankı buldu sanırım… Ama makûs kader değişmeyecek…
Gazeteler
de insanlar gibi imiş meğerse ve maalesef doğdukları gün ölmeye başlıyorlarmış
ve nihayetinde bir gün sesiz sedasız ebediyete intikal ediyorlarmış. Gazete
haberlerinden anladığım kadarı ile Canım Yurdumun değişik bölgelerinde, değişik
büyüklükte, değişik görüşte, değişik amaçlarla yayınlanan daha birkaç sene
öncesine kadar yaklaşık 2.000 (yazı ile iki bin) gazetenin varlığı bilinmekte
iken şimdilerde 800 adet gazeteden bahsedilmekte… Sabah haberlerinde ünlü
gazeteci İsmail Küçükkaya yerel basın özellikli haberleri ziyadesiyle gündemine
taşımakta olup yaşanan trajedinin büyüklüğünün altını çizmektedir, görmek ve
anlamak isteyenlere her daim…
Cuma, Mayıs 24, 2024
CHATHAM HOUSE DİREKTÖRÜ ALİ KOÇ VE ÖNCÜLERİ
Hani
bir de bize CHP’lidir diye anlatılması var ya, tam evlere şenlik… Evet, doğru
CHP kaydı var, lakin faaliyet yok, para yardımı dışında… Peki, ne zaman bu
yardımlar, tek parti döneminde, sonra çok partili dönemde ne var, şüphesiz para
yardımları var, kimlere var diye bakıyoruz, Yassıada Mahkemelerine de yansımış
biçimi ile Demokrat Parti’den, Millet Partisine ve tabii ki CHP’ye… Yani klasik
iş adamı taktiği riskleri yaymak, yumurtaları aynı sepete koymamak uyanıklığı… Valla
ben demiyorum, anılarında öyle diyor, mahkeme kayıtlarını belge olarak
gösteriyor, vs vs… Diğer taraftan Demokrat Parti lideri Adnan Menderes’in ABD
nezdinde Vehbi Beye kefaletleri ve bu uğurda yazılan kefalet mektupları, mezkûr
kitabın sayfalarında da yerini almış… CHP’den istifasının talebi üzerine nasıl
başarılı savunma yaparak Başvekil’i istifa baskı ve talebinden vaz geçirdiğini
görüyoruz yine… Ayrıca mezkûr muhteremin CHP kaydı konusunda çok baskı yaptığı
söylenen DP’lilerin başta da Adnan Menderes olmak üzere tamamı CHP’lidir, dönem
itibari ile… İnanmayanlar, Yavuz Ergun’un “CHP’li Menderes” kitabına
başvurabilirler. Peki, CHP’li diye dışlandı ise başta Bayındırlık Bakanı Medeni
Berk olmak üzere tüm Bakanlar ve Başvekil ile her daim ve dahi sıra dışı bir
sıklıkla görüşmüş olmaları nasıl izah edilecek… Hani Başvekilin düşman tayin
ettiklerini nasıl bertaraf ettiği konusunda yaygın kabullerin olduğu bu dönem
zarfında… Mesela, bir dolu Amerikan firması mümessilliği dönemindeki en önemlisi
olan Standart Oil (Mobil Oil) önce Ankara Mümessilliği bilahare İstanbul
dışındaki tüm Türkiye mümessilliği döneminde adının Başvekillik nezdinde bile “Akaryakıt
Kaçakçısına” çıkmasına nasıl yaklaşılmalı, iddialar ve savunmalar ve dahi
neticeler karşısında ne demeliyiz? Mesela, Demokrat Parti, bu muhtereme çok
karşı diye takdim ediliyor ya, haydi soralım peki çok karşı idi de “Ereğli
Demir Çelik Sanayi İdari Meclisine” neden seçiyor kendisini?
Mesela, Koç Şirketler grubundan birinde genel Müdür olan birinin Demokrat partiden milletvekili adayı olması nasıl izah edilecek bu düşmanlık iddiaları içinde… Mezkûr kitapta, Yassıada Mahkemelerinde bir soru cevap bölümü var ki tam da benim muradıma tercüman; Sanık eski Bakan tarafından tanık sıfatlı Vehbi Bey'e sorulması talebiyle Mahkemeye iletiliyor, “Hükümette bulunan şahısların işlerine zarar iras edebileceğini mülahaza ettiği bir piyasada yeni teşebbüsler kurup veya henüz kurulmuş teşebbüslere ortak olabilir mi?”… Peki demokrat Parti döneminde teşebbüs edilen işler, tesis edilen ortaklıklara bakılınca sorunun ne kadar mühim olduğu zuhur etmez mi?
Nihayetinde, kapitalizmin kurallarını layığı ile hatmetmiş ve amel etmiş bir işadamıdır Vehbi Koç, beğeniriz, beğenmeyiz, Canım Yurdumun Cumhuriyet devrinin en önemli figürlerinden biridir… Küçük bir bakkal dükkânından ekonomik-politik bir imparatorluğa tırmanışın ekseninde, beynelmilel güçlerle mümessillik ve yatırım ilişkileri, ülke ve toplumun içinden geçtiği politik dönemeçlerin tarihsel gelişiminin destanıdır adeta.
Şimdi
gelelim torun Ali Koç’un "Kemalist’liğine", hani Kemalizm’in en önemli umdesidir
diye bize anlatılan, “Tam bağımsızlık benim karakterimdir”, peki o zaman
dünyanın en etkili 2. Think-tank kuruluşu seçilen Chatham House mütevelli
heyeti üyeliği ve direktörlüğü nasıl izah edilecek… Bu Chatham House, politik
çevrelerde “Dünya Derin Devleti”
diye bilinmektedir açıklaması yapmama gerek yoktur sanırım… İlaveten Türkiye’nin
parçalanma projesi “Sevr Antlaşmasının” telifini elinde bulundurduğu iddiası
kanıtlanmayan lakin asla nihayetlenmeyen beynelmilel emperyal bir kuruluştur. Konuyu
anlamak ve bilmek için azıcık okumak kâfidir, ama araştırmak yerine anlatılan
masallara inanmak daha kolay ve daha az maliyetlidir. Ali Koç için “Kemalisttir” bilgisini harika
şekilde mütemadiyen yayma görevlisi, Kenan Evren’in “bizim Uğur” diye takdimi
muhterem Uğur Dündar’dır, esasen bu muhterem kendisinden menkul kerametle kim Kemalist,
kim değil tespit ve tayin yetkisine haizdir ya... İlaveten bize duayen
araştırmacı diye takdim edilir de, bir türlü yıllanmışlığı dışında duayenlik gerektiren
bakkal, fırın, lokanta harici ne araştırdığı pek anlatılmaz… Gemiye
helikopterle iner, teröristlerle konuşur, helikopteri kim tahsis eder, uçuş
yetkisini kim verir, teröristler herkesi rehin almış iken ona hangi sebeple bir
şey yapmazlar, meçhul oğlu meçhuldür. Netice itibari ile duayen araştırmacıdır,
burada isteyenler tıpkı benim gibi gülebilir… Peki, muhteremin anlattıklarının
bir geçerliliği var mı? Maalesef yok… İnanan var mı, maalesef çok… İnananların
bir kısmı Galatasaraylı olsa bile çoğunluğu da maalesef Fenerbahçeli… Ne
diyelim “algınız” bol olsun…
Cuma, Mayıs 17, 2024
48 YILLIK ARKADAŞLIKLAR
Arkadaşlıklar, her daim saklanır âdemoğlunun kalbinin, beyninin hatıralar bölümünde, geçen zamana direnir, gözyaşları ve olanca tazeliği ile de hatırlanır ve aktarılır… Mezkûr hatıralar sizden hep fırsat bekler ki onları güne taşıyasınız, yâd edesiniz diye… Taşıyınca da arkadaşlık ortamında yüzler güler taaa gözlerin en derin noktalarına kadar… Uzun yıllara dayalı arkadaşlıkların belli dönemlerde bir araya gelerek hatırlanması, dolayısıyla güncellenmesi, arkadaşların yaşları ilerlemesine rağmen hatıraların tazeliğini korumasının yegâne yoludur bana göre… Tazelenme ve güncellenme yolu bazen tesadüflere dayalı kısacık anlar olur, bazen de planlı görece uzun buluşmalara ve tanışmaların ilk günlerine kadar uzanır. Benim Üniversite döneminden sınıf arkadaşlarım uzunca bir süredir, bu kabil planlı buluşmaları senelik ve düzenli olamasa dahi becerebilmiş durumdalar, kendisini şaka yollu “Oymak Başı” diye andığım Hamdi Satır bu işin neredeyse tüm yükünü taşıyarak yürütmüş durumdadır. Ben nihayet ilk defa bu seneki buluşmaya katılabildim, muhteşem geçti bana göre… Bu manada buradan “Oymak Başı’na” teşekkürlerimi bir kez daha iletiyorum. Şüphesiz; yerin, tam tamına 48 sene önce tanıştığımız Adana olması da bu muhteşem durumun en önemli amili idi bence… İlk tanışılan yer “Eski Baraj” diye bilinen regülatör baraj manzaralı iken şimdiki buluşma “Yeni Baraj” diye bilinen Seyhan Baraj Gölü manzaralı olması dışında her şey aynı, tekmili birden baraj manzaralı… 48 sene öncenin İnşaat Mühendisi adayı iken birçoğu artık emekli kimileri torun sahibi her biri 44 senelik sürecin sonunda kaldırım mühendisi… Gerçi halen çalışanlar da var, çalışmaya doyamamışlar, evet, Cem Karaca’nın 70’li yılların ortasında Pazar günleri TV’de yayınlanan öğleden sonraki kuşakta dediği gibi “gençler ve daima genç kalanlar”… Evet, o gençler ve hala genç kalanlar, genellikle de yaşlarına münasip olarak değişiklikler göstermekle birlikte ortak değer olarak demokrasi, hümanizm, tabiat tutku ve sevgisi, insan hakları, düşünce ve ifade hürriyeti, emeğin kutsiyeti, velhasıl insan olmanın gereği her sıfatı içselleştirmiş birey olarak evrensel kültüre açık devam etmektedirler, bunu tekrar ve yakinen müşahede ettim. Buna rağmen siyasi yelpazenin her tarafında dengesiz dağılmış olmakla birlikte çoğunlukla da çıkış noktasındaki pozisyonlar en azından fikri düzeyde korunarak bugünlere gelinmiş… Seneler önce yola çıkan bu nadide ekip, bidayette din, ırk, etnik köken, cinsiyet ayrımını şiddetle men ederken bugün bu sıfatlar arasında bazı seçilimler ve tercih öncelikleri oluşturmuş, bazıları azalırken bazıları çoğaltılmış gibi durmaktadır… Galiba tılsımlı kelimeler de “hangimiz değişmedik ki” noktasındadır.
Yıllar
önce çok geniş katılımlı bir buluşmada dönemin belediye başkanı meslektaşımız
Aytaç Durak, gezilerimiz için otobüs ve Baraj Gölünde gezi için de bir gezi
teknesi tahsis etmiş idi üstelik de karşı mahallenin çocuğu olmasına rağmen… Şimdiki
Başkan bizim mahallenin çocuğu gibi görünmesine rağmen de bu kabil şeyleri hiç önemsemez
görünüyor, eee biz bilmiyor, anlamıyor olsak dahi çok önemli işleri vardır
şüphesiz kendisinin…
Cuma, Mayıs 10, 2024
RASİM ÇELEBİ
Tartışmasız bir beyefendi, Rasim Çelebi Abimizi hatırlıyorum. Hatırladığım bembeyaz gömleği, muhtemelen de kolalı yakaları ile sürekli takılı deyim yerinde ise fıstık gibi kravatı ile ve de olmazsa olmaz sinekkaydı tıraşı… Her yere kravatlı gider ya da ben öyle hatırlıyorum, bu abi evde de sadece kravat ile mi dolaşır diye sorardım kendime… Eeee tabii bizde kravat alışkanlığı yok ki, ilaveten de takmak bir zül, ne bu kadar sık görürüz, ne bu kadar sık kullanırız, ortaokulda bile mecburiyetine binaen def-i bela kabilinden, okula geliş ve okul çıkışlarında kravatlar derhal cebe kaydıyla.
Rasim
Abi aynı zamanda; şimdiki “Çeşme Kent Belleği Müzesinin” bulunduğu binadaki
Adliye’de görev yaparken bile çok sevdiği ve ziyadesiyle de başarılı olduğu olta
balıkçılığını yaz kış devam ettirmiştir. Onun olta attığı yerde bugün hala olta
atan amatörler bulunmaktadır. O tarihlerde hatırladığım kadarı ile olta
atıldıktan sonra misinanın karaya sabitlenen tarafı deniz kenarlarından özenle
seçilmiş olan şekli, büyüklüğü ve yüzey düzgünlüğü münasip taşlar marifeti ile
yapılır üstüne de yeter büyüklükte bir cam parçası yerleştirilir ve beklemeye
geçilirdi. Kaymakam Evi Denizinden kepçe sürütülme marifetiyle yakalanmış “tekesakal”
yemleri oltalara özenle yerleştirilir, uygun şeklide ve mesafede olta
fırlatılır, “rastgele” diye beklemeye geçilirdi. Balıkların yemi yemeye
çalışmasının izlenmesine matuf yerleştirilen cam sesi gelince anlaşılırdı ki,
balık yemi yemiş oltadan koparmaya çalışıyor ve o hareketle cam taşın üstünden
düşerek ses çıkarıyor, hemen koşulur, olta ele alınır işaret parmağının son
boğumunun aya tarafındaki hassas bölge ile balığın büyüklüğü ve dahi cinsi
tahmin edilir, ona göre kalama verilir ya da çarptırılırdı. Hele misinanın,
balığın büyüklüğüne göre çekilme ritüeli vardı ki, işte Rasim Abi marifeti
orada farkını gösterirdi. Dönem, kurşun (misinayı suyun dibine çökertme
ağırlığı), misina, olta, petektari (misinanın sarıldığı mantar ya da ağaç
parçası), envai çeşit suni yem, kamış, yem kutusu, zil ya da çan bulunulabilen
bir dönem değildir. Bazen Çeşmenin meşhur rüzgârının etkisi altında, misina
denizden çekilir iken bir nesneye ya da aparata otomatik sarılamadığı dolayısıyla
yere olabildiğince düzgün döndürülerek serilirken, tüm misina bir karışık yumak
haline gelir, ayıkla ayıklayabilir isen, düzelt düzeltebilirsen… İşte Rasim
Abi, gerek başta da kurşun dökmek olmak üzere alet edevat üretiminden tutun da,
gerekse de karışıp yumak olmuş misina çözümüne kadar bir mahir adamdı ki,
müthiş… Oğullarından arkadaşım Latif Çelebi ki daha önce hatıralarımı güzel
hatırasına binaen yazmış idim, babadan devir alınan olta balıkçılığında mahir
birisi idi…
Parafani; bilenlerin iyi bildiği, yapabilenlerin az olduğu, senenin sadece maksimum 1,5 ayı yapılabilen o da sadece “ay karanlığı” dönemlerindeki 15 gün içinde, şimdilerde yasaklandığını öğrendiğim, doğaya balık yumurtlama alanlarına ve balık popülasyonuna bilebildiğim kadarı ile hiçbir kötü etkisi olmayan bir balık yakalama yöntemidir. Diğer deniz kenarı ilçelerinde durum nasıldır bilemem lakin bizim Çeşme’de Ekim ayı ortasından Aralık ayı başına kadar, o da sadece Ege Denizinin ya da Marmara’nın soğuk sularından Akdeniz’in sıcak sularına mezkûr aylarda göç yapan balıkların gece saatlerinde muhtemelen dinlenme ve beslenme amaçlı olmak üzere diz boyu sığ sulara geldiği ve sadece Ayın parlak ışık yaymadığı dönemlerde yapılan bir aktivitedir. Daha önceki yazılarımda bahsetmiş olduğum bu aktivite minimum 2 kişi ile yapılan bir uğraşı olup Çeşme’de bunun bizden önceki kuşaktan erbapları Rasim Çelebi ve Cemal Işık büyüklerimizdir. Hatırladığım her ikisi de serpme ağ atmada ileri düzeyde mahirdiler…
Parafani yasaklanmış dedim ya; bunun hangi güvenlik ya da korumacılık saikiyle yapıldığını doğrusu ben bilmiyorum, dahası da anlamıyorum… İlaveten de anlayan ya da anlayabilen olduğunu da zannetmiyorum. Olsa olsa “Yassağ hemşerim” kültürü ikame ve idamesi olsa gerek… Hani malumdur, meşhur hikâye, komutan yeni boyattığı “bankın” başına boya kuruyana kadar nöbetçi koyar da tam o sırada tayini çıkar, neden oraya nöbetçi konulduğu bilinmez ve yıllarca sürer bu uygulama, ta ki, biri bunu sorana kadar… Galiba, bu hususta da durum böyle, korkarım…
Tarım ve Orman Bakanlığı bir tebliğinde “bilimsel, çevresel, ekonomik ve sosyal hususlar göz önüne alınarak su ürünleri kaynaklarının korunması, sürdürülebilir işletilmesinin sağlanması için su ürünleri avcılığına ilişkin yükümlülük, sınırlama ve kuralları düzenlemektedir” denilerek amatör balıkçılıkta “avlanma amaçlı her türlü ışık kullanımı yasaklanmıştır. Can ve mal güvenliği açısından 50 watt’ı geçmemek şartıyla tekne içerisinde ve kıyıda aydınlatma amaçlı ışık kullanılabilecektir”. diye konuya açıklık getiriyor. Aynı tebliğlerde gırgır ve trol teknelerinde de 8.000 watt’lık enerji kaynakları kullanılabilecektir yönünde bir irade buyrulmaktadır… Gel de Neyzen Tevfik’i rahmetle yâd etme bir kez daha… Yahu kardeşim güvenlik ise mevzuu, aynı insanlar çalışıyor bu yerlerde, ne güvenliği… Balık yumurtlama ve tespit edilen ölçülerde yakalama ise konu, söylenecek çok şey var da söyleyip zayi etmenin manası yok… Kıyıdan lüks ile balık avlamanın nasıl bir sakıncası var, biri izah etmeli bence… Neyse büyüklerimiz daha iyi biliyorlardır, deyip geçeyim…
Yasakların
da yasaklanması gerekir inancıyla, yasaklarını sevdiğimin memleketini ne kadar
sevdiğimizi bir kez daha tekrarlayalım. Bu vesile ile artık aramızda olmayan,
başta Rasim Çelebi, Cemal Işık büyüklerimiz ve Latif Çelebi arkadaşımız olmak
üzere, tüm büyüklerimizi ve küçüklerimizi saygı ile bir kez daha yâd edelim…
Perşembe, Mayıs 02, 2024
FİLİSTİN, PAZARLIK ve ULU HAKAN
Bilindiği üzere Yahudiler sürüldükleri ve bir daha geriye dönemedikleri “Eretz İsrail” diye tanımladıkları ve dahi asla ve kat’a sınırlarını tayin ve beyan etmedikleri mezkûr toprakları her daim hedef tutmuşlardır. Sonraları da vaat edilmiş topraklara dönme arzu ve planlarını gerçekleştirmek için her daim uyanık olmuşlardır. Sınırların tespit, tayin ve deklare edilmemesinin çok basit sebebi bugün bile adım adım büyüyen İsrail’in büyümesinin ilanihaye devam edeceğinin yegâne alamet-i farikasıdır. Durmak yok yola devam kültürünün İsrail versiyonu… Bazı gizli kapaklı niyetlerin dışa yansımasından anlaşılıyor ki, Fırat ve Dicle havzası bile bu muhteremlerin hedefindedir, vallahi bunu sokaktaki Yahudi ya da Havradaki haham dese çok kulak asmayın der geçersin de, İsrail Devletinin Başbakanlığı düzeyine gelmiş muhteremin yazdıklarından okununca ciddiye alınması gerekir, derim… Mesela; 1879’da bir İngiliz diplomat bir proje hazırlıyor, buna göre Osmanlının Filistin civarında Belka Sancağında büyük bir arazi para karşılığı Yahudi yerleşimine açılacak, bir nevi özerklik tanınacak, zabıta ve adliye gibi devlet görevleri de Yahudiler tarafından yerine getirilecek, finansmanı da uluslararası bir şirket tarafından karşılanacak. Haliyle Osmanlı şiddetle karşı çıkar ve onay vermez bu projeye, vermez de ne olur… İrâde-i seniyyeye rağmen mezkûr tarihte başlayan “gizli lakin aşikâr” hicret hiç durmadan devam eder… Kitapta, sık sık konuya ilişkin yerel yöneticilerin dikkatini çeken irâde-i seniyyelerden bahsedilse de devam eden hicret ve yerleşmelerin hiç durmadığı ve ne yazık ki her seferinde yerel yöneticilerin ve halkın gizli toprak satışlarından bahsedilir. Sanki toprak üzerinde özel mülkiyet hakkı vatandaşa tanınmış da… Oysaki dünya âlem biliyor “memalik-i Osmaniye” toprak mülkiyeti rejimini… Haliyle konu çok parametreli bir konu, yerel yöneticilerin de “madeni haz” teması mucibince göz yummaları, yürürlükteki padişah buyruklarının vatandaşa çaktırmadan, muhatabına ise adrese teslim düzenlenmesine bağlı, Yahudilerin de emperyal aklı doğru ve yerinde kullanmaları neticesi, ister Padişah emri mucibince, ister Padişah bilgisi ve ilgisi dışında olsun, mezkûr devletin temelleri atılmaktadır. Şimdi denilecektir ki, Efendim kocaman imparatorluk padişah nereden bilecek yapılan bu yolsuzlukları, iyi de aynı padişah hangi şairin “boya ve burun” yazdığını takip edebiliyor, hangi gazetecinin “hürriyet ve müsavat” yazdığını biliyor, taa Fizan’daki yöneticinin “kanun-i esasi, hukuk-u millet, ıslahat” kelimeleri ile ne kast ettiğini biliyor, sıra akın akın Yahudi hicretine gelince, bilmiyor… Adama derler, muhalif tüm şer odaklarını tespit ve tedip etmeye müteallik kurduğun “Zabıta-i Hafiye Teşkilatı” ne iş yapıyordu o aralar… Galiba en akla yatkın ve makul izah Filistin Bölgesi mezkûr teşkilatın faaliyet alanı dışında idi, her ne sebeple ise artık… İlaveten bilinenler ve yazılanlar başka, Osmanlı’ya has “hile-i şeriyeler” söz konusu… Malumdur, şekil ve vaziyet bakımından şeriata muvafık bir konuyu göz önünde tutarak “sözde istenmeyen” bir sonuç elde etmeye matuf hamle üstadıdır, Ulema-i Osmani… Biz biliyoruz dönemin Osmanlıyı adım adım parçalayan güçlerin Yahudi politikalarını, Rusya’nın Sovyetler Birliğine evrilmesi dönemine kadar hatta bugünlere kadar ne hamleler yaptığını, İngiltere’nin girişimlerini, bu manada İngiltere ve Rusya niza ve çekişmelerini… Mesela; Sovyetler Birliğinde Stalin ve bazı arkadaşlarının Kırım Bölgesinde Yahudi Bölgesi oluşturma düşünceleri sonucu Stalin ve Molotof örtülü gerginliği, 1928 tarihinde alakasız bir bölge olan Moğolistan sınırında kurulan “Yahudi Özerk Bölgesi” 1934 tarihinde Özerk Devlete dönüşürken şimdilerde yeniden eski statüsüne dönmüştür, vs. vs. Yani mevzu, dâhili ve harici yüzlerce parametrenin doğru değerlendirilmesi ve isabetli karar oluşturulmasına bağlı geniş ve karmaşık bir haldedir.
Hani, bir tarihlerde emperyal güçlerin fırıldakları kast edilerek, dönemin bir Türk büyüğüne yapılan “aman dikkat Bizans oyunlarına” ikazına verilen cevap çok önemlidir, “Osmanlıda oyun bitmez”… Osmanlı enteresandır, yapar lakin inkâr eder, izin verir, vermedim der, velhasıl klasik şehirlerarası otobüs işletmesi muavini anonsu gibi; “memnuniyetleriniz müdüriyete, şikâyetlerinizi bize” kültürü bihakkın iktidardır… Şimdi adama sormazlar mı? Peki, siz izin vermediniz ise, kim izin verdi bu Yahudi yerleşimine? Yahu haydi 3-5 aile yerleşse iyi, görmedik, duymadık, bilmedik denilecek? Öyle kolay değil, tüm suçu İngiltere’ye, Rusya’ya yükle, ohhh sıyrıl bu müşkülattan… Tipik Osmanlı politikası, güzel olunca biz yaptık, rezil olunca uluslararası emperyal güçler yaptı… Sevsinler sizi…
“Rumeli
demiryolları şirketinin” imtiyazını elinde bulunduran Baron Hirsch’in başta
Osmanlı ve Arjantin olmak üzere dünyanın bir dolu ülkesine Yahudi hicreti,
iaşesi, ibatesi ve ikameti konusunda siyasi ve ekonomik başrol oynayacak,
susacaksınız… Rumeli Demiryollarının mülkiyeti kimde, Osmanlı’da, peki Hirsch’e
imtiyazı kim veriyor, Osmanlı… Tam bir “Organize işler” filmi repliği; “para
kimde, müşteride, araba kimde, müşteride”… Üstüne de “Vizontele” filminden bir
replik “sen de bunu yedin öyle mi?”… Ne diyelim bir başka Türk büyüğünün meşhur
kelamı ile “Allah verdikçe veriyor”…
Cumartesi, Nisan 27, 2024
HASAN FEHMİ GÜNEŞ
Döneminde kendisine benzer ciddi manada, dürüst, bilgili, ilgili, çalışkan, namuslu ve etkili çok sayıda siyasetçinin ve bürokratın bulunduğu tarafımızca da iyi bilinen birisidir, Hasan Fehmi Güneş… Kimler diyeceksiniz, bakın aklıma gelenleri hemen sayayım, Cevat Yurdakul, Aydemir Ceylan, Mehmet Can, Muzaffer Özbayrak başta olmak üzere ki kendileri ile kısaca da olsa tanışıklıklarımız söz konusudur. Mesela; Hasan Fehmi Güneş ile ilk karşılaşmamız 2000’li yılların başında tesadüfen bir merdivende ayaküstü olmuş ve muhabbetimiz bayağı uzun sürmüş idi… Kendisini basından tanıyordum, kendisine yapılanlara ve tüm bu olumsuz muameleye rağmen ne kadar vakur, onurlu ve ahlaklı bir senatör ve bakanımız var diye de düşünüyordum. Sonraları da; Atatürk Bulvarı üzerindeki bir apartmanın ofis katındaki arkadaşını ziyaretlerinde benim de bir başka ofisteki arkadaşlarımı ziyaretlerimdeki denk gelişlerde mezkûr merdiven muhabbetlerimiz sürmüştür. Müthiş çelebi, bilgili, saygılı ve mütevazı biri olmayı başarmış bir insan olmanın buram buram yansıdığı yüzü ve dili ile ve dahi tüm sevecenliği ve içtenliğiyle sohbetlerimizin aktif tarafı olmuştur. Merak ederek sorduklarımın bir kısmına cevap vermiş bir kısmını ise muhtemelen anlatmayı uygun bulmaması sebebiyle de cevapsız geçmeyi tercih etmiştir. Yine bu fasıldan, öğrenciliğimiz döneminde Adana Valisi Aydemir Ceylan’ı dertlerimizi dinlemek üzere bizi bir kabulünde gördüğümüz mütevazı, sevecen ve ilgili ve dahi bilgili vali nasıl olunurmuş hali, sonradan hatıralarını çok detaylı yazdığı “Bir ihtilal bir darbe arasında 20 yıl” adlı kitabını okurken bir kez daha gözümün önünde canlanmıştır. Fikri ve zati tarafı olurken kamu yöneticisi olmanın nasıl bir tarafsız davranış gerektirdiğine yaşım itibari ile de ilk kez orada şahit olmuş idim. Keza emniyet müdürü Cevat Yurdakul’u da nasıl tarafsız ve yansız görev yapılacağının bir abidesi olarak hatırlıyorum. Bir de hani; Kasım 1979 ayında Parlamento’da bir AP senatörünün elindeki bond çanta ile CHP Senatörü Hasan Fehmi Güneş’e vurması neticesi ortaya saçılan evraklardaki yazılanların mahremiyetinin hiçe sayılarak bir senatörün eline nasıl geçerin yaşanmışlığı var ya… Oradaki evraklar esasen “bir emniyettekiler” raporu idi, kimin hazırladığı hiçbir zaman açıklanmayacak lakin kimin taltif, takdir ve terfi, kimin tekdir ve tehdit, kimin tasfiye ve tecziye edileceğinin yazılı olması enteresandır. Peki, sonuçta ne olmuştur, yıllar içerisinde taaa bugünlere kadar vaat edilen her terfi ve tasfiye gerçekleşmiştir. Bakın mesela, Muzaffer Özbayrak tasfiye ve tecziye edilirken meşhur ve meşum ordu Valisi Reşat Akkaya takdir ve terfi ettirilmiştir. Meraklılarına o günlerin gazeteleri tafsilatlı bilgi, belge ve yorumları ile arşivlerinde tetkike amadedir. Adlarını zikrettiğim tüm bu muhteremler benim gözümde Hasan Fehmi Güneş dönemine denk gelen, kendisiyle birlikte bu ülkenin yetiştirdiği yüz akı yetkililerdir. Hatalar ve eksikler insani boyutta olup taammüt ve hendese dâhilinde değildirler.
Neyse konuyu biz tekrar değerli senatörümüz ve bakanımıza getirelim, öyle bir dönemde bakan olur ki, ABD’nin ezeli düşman ilan ettiği SSCB’yi “Yeşil Kuşak” projesi mucibince kuşatma uğruna cümbür cemaat Ortadoğu’yu boydan boya kana bulama senaryosu yürütülmektedir. İran’da çaktırmadan ve gri alanlarda da alenen İslamcı despotizme destek olurken, canım Yurdumu da 12 Eylül’ün karanlığına hazırlamakta idi… Yerli müttefik ve muhatapları da mezkûr senaryoya muvafık erkete ve müzaheret görevlerini bihakkın deruhte etmektedirler. Oyun ve plan büyük olunca namuslu bürokrat öğütme çarkı haline gelmiş erkte politikacıların rolleri daha net oluyor haliyle… Bizimkiler ve onlarınkiler… Seçimler vasıtası ile de her daim maalesef onlarınkiler başarı kazanıyorlar…
Peki, Hasan Fehmi Güneş’in tasnif ve arşiv edilen günahları ne idi, şüphesiz ben tüm detayları bilemem lakin o dönemin lehte ya da aleyhte basına yansıyanlarını bilebilirim. Canım Yurdumu iç savaş koşullarına sürükleyen her gün yüzlerce insanın öldürülüp ya da yaralandığı olaylar karşısında namuslu her insan gibi bu değerli bakan da, ABD destekli İsrail’in Ortadoğu’da terör estirmesine göz ve kulak kapatamazdı elbette… Kimsenin tercih ve tasdiki olmamasına rağmen, tüm dünyanın muktedirleri tarafından bırakın lanetlemeyi adeta cesaret ve destek olma sırasına girilen bu İsrail terör eylemleri yanında meşhur “Camp David” antlaşması ile Mısır’ın da saf değiştirmesini protesto maksadı ile FKÖ gerillalarından bir grubun Ankara’daki Mısır Büyükelçiliğine baskın yapıp onlarca rehine alması sürecini benim hatırladığım kadarı ile muhteşem yönetmiş idi Değerli Bakan Hasan Fehmi Güneş… Rehineleri kaybedebiliriz lakin bunları da helak edelim gibi Amerikancı “devlet taviz vermez” şeklinde bir davranış yerine insani yöntemleri tercih etmesi esasen sonun başlangıcı oldu aynı zamanda… ABD güdümlü ve Demirel destekli basının o günkü hali hala aklımda “İçişleri Bakanı Gerillalarla görüştü” diye tahkirat ve tezvirat sırasına girmişlerdi… Sözde “Filistin davasının sadık savunucusu” Necmettin Erbakan bile Filistinli gerillalara gösterilen bu insani tutumdan rahatsız oldu, veryansın etti durdu bu değerli bakana… Gerçek destekçiler böylesi günlerde ortaya çıkar, samimi olanlar ile samimiyetsizler için turnusol testidir mezkûr vakalar… Sağcı tarafın tamamında dün de bugün de şöylesine haksız ve hadsiz sığ bir yaklaşım hâkimdir, “bu Araplar Osmanlı’yı arkadan vurdular” dolayısıyla diller ne söylerse söylesin, fiiller hep ABD ve İsrail desteğinden ibarettir. Kimlerine göre Cennet mekân Abdülhamit han hazretleri dedikleri muhteremin durumuna düşmekten de kurtulamazlar, hani iddia edilir ya İsrail temsilcilerini huzurundan kovdu diye yahu bu nasıl kovmak direk ya da endirekt 7 yıldan fazla müzakere yürütüyorsun, sayısız görüşme yapıyorsun, adama derler ne müzakeresi bunlar kovdu isen, tekrar neden kabul ediyorsun, değil mi? Hem İsrail’i ısrarla destekle, hem de Filistin için sürekli ağla, bu tutum takdir ve taltif görüyor mu sevgili milletimizden, maalesef evet… Daha ne o zaman… Günümüzde değişen bir şey var mı? Olmaz mı, şüphesiz var… Nemi diye kimse sormasın…
Bir röportajında Hasan Fehmi Güneş 1978’deki Kahramanmaraş katliamı başta olmak üzere yaptığı genel değerlendirme üzerinden bir anısını şöyle anlatıyor; “Ben istihbarat örgütünün oradaki cinayetlere, oradaki katliama katkı yaptığını düşünüyorum. Engel olmayı bırakın, MİT bizzat katkı yaptı. Bakanlık görevim boyunca MİT'ten bilgi alamadım. Başbakanımız Bülent Ecevit, bana güvenirdi, benimle bu konuları konuşurdu. Ben MİT'e yönelik şikâyetlerimi ona söylediğim de o da bana dert yanardı. Bir keresinde şöyle bir olay anlatmıştı: "Çok iyi yetişmiş birini MİT'te görevlendirtmek istedim. O kişiyi MİT'e almadılar." Başbakan'ın istediği kişiyi MİT'e almamışlar! Bunun üzerine ben de "Ne yapacağız bu MİT'i? Lağvedelim o zaman. Yerine yenisini kuralım." dedim. Sayın Başbakanı'mız güldü ve bunu benim gençliğime verdi.” dedi. İlave ne denilebilir ki?
Sen misin; CIA odaklı yerli mümessilleri vasıtaları ile geniş manada Yeşil kuşak planı ve dar anlamda da Canım Yurdumda sahneye konan destabilizasyon politikalarına karşı çıkan… Sen misin; “MİT bize istihbarat vermiyor, kapatıp yerine yeni bir istihbarat kuruluşu tanzim edelim” diyen… Sen misin; FKÖ’nün canım yurdumda temsilcilik açmasının alt yapısını hazırlayan… Sen misin; bakanlığın döneminde ABD’nin kayıtsız şartsız Ortadoğu erketeliğini yapanlardan Mısır’ın Ankara Büyükelçiliğini basan FKÖ gerillalarıyla görüşüp fotoğraf çektiren… Daha sıralanacak çok günahları var tabii ki bu değerli Bakanımızın lakin belki ileride başka vesileler ile eksik bıraktıklarımı aktarırım. Netice itibariyle, behemehâl malum iyi saatte olsun güçleri devreye sokulur, kendilerince suyu yeterince ısınmış olan bakanın değiştirilmesi kaçınılmaz olmuştur gayri… Zaaflar, açıklar ve defetme yöntemleri aranır taranır ve en müsait yöntemin, adı her daim mezkûr güçler ile irtibat ve iltisak halindeki malum, meşhur ve meşum kadın vasıtası ile operasyon kararı alınır. Yıllar sonra bu olayı değerlendirirken, “Aptallık yaparsan böyle olur, başka izahı yok. Bu besbelli ki bir tuzak... Tuzağa müsait duruma düşmeyeceksin.” Olay sonrası davranışı da, olay sonrası kendisini savunurken izlediği metot da, seçtiği kelimeler de bugünlere ışık tutar diye bakıyor, lakin nerdeeee…