Cuma, Ekim 25, 2024

YAŞADIĞIMI İTİRAF EDİYORUM

 

Şilili meşhur yazar, şair, diplomat, devlet adamı ve siyasetçi Pablo Neruda’nın “siyasal mücadeleler, hatıralar, geziler ve portreler” başlıkları ile hazırlanmış kitabını okuyorum, bir kısmı yeni öğrendiğim müthiş bilgiler, tespitler ve dilekler aktarıyor… Hani, Eduardo Galeano’nun “Latin Amerika’nın kesik damarları” adlı kitabından hatırladığımız yaygın bilinmeyen çok çeşitli yaşanmışlıklar öğrenmiş idik, burada da ilaveler var… Şair, Şilili lakin gerek şair ve yazar olarak PEN Kulübü ile gerekse de Şilili bir konsolos ve büyükelçi olarak çok farklı coğrafyalardaki gezileri, gözlemleri, tespitleri ve yaşadıkları üzerine nerdeyse tüm dünyayı görmüş olarak akılda kalanlarını aktarmış mezkûr kitapta… Çok büyük bir keyifle ve not alarak okuduğum bir kitap oldu… Avrupa’da Nazizm ve faşizmin terör estirdiği yıllarda bulunduğu İspanya’daki Hitler erkete ve beslemesi Franco’nun icraatları ziyadesiyle bilindiğinden ve diğer yazarlar tarafından da yeterince tekrarlanmış olması hasebiyle burada yeniden değinmeye gerek görmüyorum… Şili, Peru, Arjantin, Meksika başta olmak üzere tüm Latin Amerika ülkelerinde yaşanan ve siyasal tercihlerin kaçınılmaz diktatörlüklerinin zapt-u raptlarının kanlı sonuçları üstüne sayfalar dolusu hatıralar var… Şili’deki meşhur Bakır ve Güherçile Madenlerinin ülke kaderini tayini ve sonuçlarının halkın yoksullaşması, ilişkilerin yolsuzluğa gark olması haricinde yazılacak bir şeylerin kalmadığının itirafları… Bu yaşanmışlıklar üstüne ziyadesiyle yazan, çizen ve konuşan uzmanlar var o sebeple edebiyat tarafında, gözlem tarafında kalarak ilerleyelim istiyorum…

Öncelikle Şair “Ricardo Eliezer Neftalí Reyes Basoalto’nun” Pablo Neruda adına evrilmesini kendisinden okuyalım; “on dört yaşında iken babam, biraz da kuşkuyla benim edebiyat çalışmalarımı izliyordu. Dergilerde yayınlanan ilk şiirlerimi gizlemek için kendime bir takma ad bulmalıydım. Bu yeni soyadı tamamen değişik olmalıydı. Derginin birinde bu Çek adına rastladım ve balad ve romanslar kaleme almış, bütün halkın taptığı ve Prag’ın Mala Strana Semtin’de adına bir heykel diktikleri çok büyük bir edebiyatçının adı olduğunu bilmeden kendime seçtim. Aradan çok yıllar geçip de Prag’a geldiğimde, bu kimsenin sakallı heykelinin ayakları dibine bir çiçek demeti bıraktım”… Neden insanlar kendi adlarıyla yazamıyor, çizemiyor ve konuşamıyor… Enteresandır, özellikle demokratlık ve hürriyet jargonu durmaksızın tekrarlanan ülkelerde bu ihtiyaç hep ve daha ön plandadır… Buna rağmen bu üfürükoloji nida ve propagandası müdavimlerinin en cevval ve cabbarları bu ülkelerdedir, maşallah…

“Malakolog Neruda” başlıklı bölümde ise “malakalog” kelimesinin ilk defa, “Yunanca’dan geldiği ve yumuşakçaları inceleyen bilimle ilgilenen kimse” manasında kullanıldığını gördüm… Bu tespiti ise bir yaşanmışlıkla anlatıyor, ünlü Şair “Bundan yıllar önce bir Şili günlük gazetesinde çok iyi dostum ünlü Profesör Julian Huxley, Santiago’ya geldiğinde beni sorduğu yazılıyor.

“Şair Neruda’yı soruyorsunuz değil mi?” demişti gazeteciler ona. “Hayır. Ben Neruda adında bir şair tanımıyorum. Malakolog Neruda’yla konuşmak istiyorum.”  Evet, gazeteden aktarılan bu haberin bana öğrettiği de bu oluyor… Belki başka bir yerde sorulmuş olsa idi, Rusça’da süt denilmesinden ötürü, onunla ilişkili olabileceğini düşünürdüm.

Latin Amerika’nın büyük Ozanı Neruda; kitap boyunca “şiiri” çok çeşitli vesile ve vakalara dayanarak muhteşem tariflemektedir. “Fakat kim öldürebilir ki şiiri! Şiir, kedi gibi yedi canlıdır. İşkence ederler, sokaklarda sürüklerler, üstüne tükürürler, alay ederler, etrafını dört duvarla çevirirler, sürgüne yollarlar, fakat o bütün bunları yaşar, sonunda tertemiz bir yüzle ve gülümseyerek yeniden ortaya çıkar”. Bir başka yerde ise; Canım Yurdumun büyük ozanı Nazım Hikmet’ten aktararak, “Şiirin gelecek olduğuna inanıyorum” ve “şiir, insan ruhundan devamlı bir şeyler talep eder” şeklindeki tarife katıldığını aktarır.

Pablo Neruda, nasıl bir dünya ve hayat arzuladığını da şöyle aktarır, “Ben insanların insan olduğu, kimsenin kimseyi suçlamadığı bir dünyada yaşamak istiyorum. Herkesin her tanrı evine, her basımevine, girmesini istiyorum. Hiç kimsenin yolda durdurulup sudan sebeplerle tutuklanmasını istemiyorum. Herkes istediği yere gülümseyerek girsin ve yine gülümseyerek, orasını terk etsin… Ben bütün insanların konuşmasını, okumasını ve dinlemesini istiyorum. Ben bu dünyada ne savaşı, ne zorbalığı kabul ederim. Benim yolum insanlar arasındaki kardeşliğe gitmektedir.”

“Bitiriş sözü” bölümünü kaleme alan Curt Meyer – Clason şöyle tanıtıyor Neruda’yı; şair; “vatanıma ellerim, kulaklarım ve ayaklarımla temas etmeden yaşayamam” diye yazar ve İspanya İç Savaşında öğrendiği bir şeyi de şöyle aktarır, “Şiir yazmak bir barış eylemidir. Şair, barıştan doğar. Ekmeğin undan yapılması gibi.” Diğer bir yerde ise; “Yapayalnızlığını arkada bırakır bırakmaz, şiir yazarak mücadele bayrağını açar. Yirmi yaşında bir üniversiteli olarak Santiago’da politikaya atılır, antifaşist dünya yazarlarıyla birlikte İspanyol İç Savaşı’nda Cumhuriyetçileri destekler, senatör olarak güherçile alanlarının maden işçilerini aydınlatır ve eğitir. Bundan mutlu olur.” Ayrıca; “İsteseydik, Neruda kendisine ve kendine benzeyen bizlere daha iyi şeyler öğretirdi. Şöyle ya da böyle, onun anılar kitabı, aklımıza parlaklık veren, genişleten ve dayanıklılığını arttıran sert bir şarap içmek gibidir. Kitabı okumakla, çoktandır gereksindiğimiz bir şeyi de öğreniriz: biz Latin Amerikalıların, akla karşı o günahı, böylesi bir kabuğuna çekilişi yenmemiz gerektiğini. Neruda’nın kitabı,  insan isteğinin ne olduğunu ve neler başarabildiğini – Avrupalıların mekanik gücüyle ölçülemeyecek olanı- da öğretiyor.” Curt Meyer – Clason Neruda’nın önem verdiği şeyler ve kitap üstüne de şöyle yazmaktadır. “Neruda için geçerli olan hayattır. Konuya ve malzemeye göre kimi zaman ısırıcı, kimi zaman şiirli kimi zaman da görkemli olan ses tonu hep doğrudan doğruyadır, bir dinleyiciye bir şeyler anlatıyor gibi. Kitabı bir haber verme, bir hesaplaşma, bir günlük lirik bir atılım, dostlara sesleniş, geçmişe ve yarınlara bir ant içmedir. Bir sürü somut şeydir. Neruda, beş duyunun doğrularından oluşmuştur.”

Evet, sonuçta, tüm gezdiği yerlerin güzel ve hatırlanır lezzetlerini, muhteşem manzaralarını turistik bir yaklaşımdan azade ele alırken çekilen fotoğrafı da esasen toplumsal karmaşık ve çapraşık ilişkiler, sosyal ve siyasal dinamikler, farklı kültürler ve karşılaşmaları ile karşılaştırmaları oluşturmaktadır. Bu kapsamda ve çok değerli ve müthiş hatıra zenginliği taşıyan bir eseri de okumuş olmanın hazzını ve keyfini yaşadım, bu sebeple de şiddetle öneriyorum…

Neruda’nın çok beğendiğim şiirlerinden biri ile sonlandıralım…

Yavaş yavaş ölürler

Seyahat etmeyenler.

Yavaş yavaş ölürler

Okumayanlar, müzik dinlemeyenler,

Vicdanlarında hoşgörüyü barındıramayanlar.

 

Yavaş yavaş ölürler

Alışkanlıklarına esir olanlar,

Her gün aynı yolları yürüyenler,

Ufuklarını genişletmeyen ve değiştirmeyenler,

Elbiselerinin rengini değiştirme riskine bile girmeyenler,

Bir yabancı ile konuşmayanlar.


Yavaş yavaş ölürler

Heyecanlardan kaçınanlar,

Tamir edilen kırık kalplerin gözlerindeki pırıltıyı görmek istemekten kaçınanlar.

 

Yavaş yavaş ölürler

Aşkta veya işte bedbaht olup yön değiştirmeyenler,

Rüyalarını gerçekleştirmek için risk almayanlar,

Hayatlarında bir kez dahi mantıklı tavsiyelerin dışına çıkmamış olanlar

Perşembe, Ekim 17, 2024

ANLATILAN ONLARIN ŞİİRİDİR

Okumaya devam ediyoruz, yazar Özgün E. Bulut’un “anlatılan onların şiiridir” adlı kitabını… Şiir ve devrim temalı bir detaylı, özenli ve güvenli değerlendirme… Şiirin bu kadar güzel ve keyifli tariflerini burada gördüm… Dünya devrimci önderlerinin şiir ve edebiyatla olan ilişkileri yazarın gözünden değerlendirilmiş, ben bu ilişkileri duygusallıktan öte kuramayacağım için ziyadesiyle beğendim…  “Çünkü şiir genci sever, genç olandır. Genci romantizmle buluşturan sözdür, imgedir… Şiirin gençlikle ilişkisi olduğunu ya da insanı gençleştiren söz olduğunu düşünenlerdenim” derken yazar düşünüp kelimelere bir türlü yükleyemediğim bir duygumu da aktarıyordu adeta. Bağlantılı devrim için de “Tanıdığı, bildiği, öğrendiği dünyayı eşit bir şekilde değiştirme eylemidir. Cehaletin yerine bilgiyi, eskinin yerine yeniyi, kötünün yerine iyiyi koyma uğraşıdır” diyerek kavramı enternasyonal boyuta taşımaktadır, bence…

Ben kendi adıma, “şiir ve devrim” kavramlarının bu kadar iç içe, bu kadar birbirinin mütemmim cüzü olduğunu ilk Nazım Hikmet, Hasan Hüseyin, Ahmet Arif ve Enver Gökçe’de gördüm. Bilahare de şiirin enternasyonal boyutlarına eriştim lakin bizimkilerin tadı bir başka idi, hala da öyle…  Esasen de “şiir ve devrim” yan yana gelince müthiş bir ambiyans yaratıyor, yan yana çok da şık duruyorlar açıkçası… Her ikisi de yalnızlıktan beslenerek çokluğu üretebiliyor…

Yazar; “Latin Amerika devrimin ruhudur” adını verdiği başlık altında Zapoteklerin, Azteklerin, Mayaların ve İnkaların “egemenliğin sembolik kaldığı” görece eşitlikçi toplumlar oluşundan bahisle gelinen noktada sömürgecilerin kahredici zapt-ı rapt politikalarının siyasal ve sosyal hayata yansımasının “evcilleştirmeden” bilahare de “medenileştirmeye” evrilen felaketlerin şiire ve edebiyata muvafık ve muarızlarının vaziyet almasını tespit etmektedir. Bu bölümde Che’den şiirler aktarılarak, hayat, mücadele ve devrim birlikteliklerine göz atılmaktadır. Şiirin, karşı duruşun, baş kaldırının ve isyanın yükselen sesi oluşunun yerel boyutları ön plandadır. Che’den Fidel Castro’ya oradan Zapata’ya, Sandino’ya, Jose Marti’ye uzanan soluksuz mücadelenin duygusal seslenişi olmaktadır şiir… Hele de Uruguay’ın “saraysız başkanı” Jose Mujika (Pepe) üstünden yaşanan zulüm, tedip ve tenkil politikalarının devrimcileri hedef alışı esasen de isyanın yükselen sesi şiiri teslim alma faaliyetleri karşısında şiirle edebiyatla direnişin şahlanışı söz konusudur burada… Jose Mujika’nın hayatını anlatan kitap ve filmler esasen direnişin, devrimin ve şiirin önemini tekrar tekrar gözümüze getirir oluyor, mezkûr bölümde de. Tupamaroların liderlerinden Mauricio Rosencof’un;

“Senden, benden, gökyüzünden

Geçmişin gölgesinden ve gelecekten

Sevginin anlamını bilenden

Bana kelimeleri geri verin”

Şiiri üzerinden en iyiyi düşleyerek, en iyiyi kurma eylemi olarak okuyabiliriz şiirden devrime doğru giden titreşimleri. Şiir devrime dair düş kurdurur.” tespit ve değerlendirmesi ile ilerliyor yazar… Yazar, şiir dili ile şiir gibi; “kendine yabancılaşan insanı ve bütün malları piyasa ürünü olarak gören ve onları ticarileştiren sistemin yok ettiği hayalleri yeniden insanla buluşturan “en uzun koşudur” devrim. Şiirde onun “en güzel yüz metresidir.”  bir yaklaşımla zirve yapıyor, bence…

“Siyah güzeldir” başlığı ile açılan bölüm ise tam tamına benim açımdan bir şaheser, kara kıtanın kara kaderi adına… “Siyah güzeldir, bir slogandan öteydi. Negritude fikri olarak gelişen hareket, yabancılaşmaya, kimliksizliğe, asimilasyona karşı Avrupa’ya, Avrupa’nın kolonyal medeniyetine, paradigmasında hiç değişmeyen ırkçılığa karşı bir sanatsal direnişti.” Angola için her şey olan Devlet adamı, şair ve tıp doktoru Agustino Neto, “Yıldız Yolu” başlıklı uzun şiiri de bir şaheser açıkçası… Bir bölümü;

“Ve gökte

Sanki

Benziyor tamtama,

Çalıyor görünmeyen el,

Tüm çabukluğu ve açıklığıyla

Özgürlük ritimlerini,

Umtu ritimlerini, neşeli gülücük ritimlerini,

Gerçek ritimlerini,

Ve aşk ritimleri”

“Vietnam kazanacak” başlıklı bölümde büyük devrimci Ho Şi Minh (aydınlatan adam manasında mahlas) şiiri;

“elimi, kolumu bağladılar ama

İşte kuş sesleri, cıvıl cıvıl,

Çiçekler işte burcu burcu,

Duymak ve koklamak ne güzel!”

Üzerinden “şiir sessizliğe bürünen, konuşmayan insanın dilidir. Derdini, aşkını anlatamayana yol gösterir” önermesini yapmaktadır, yazar… Ne güzel…

Marks’ın herkesçe malum yanı dışında daha önce de “Fraklı Komünist” kitabında izlerini sürdüğüm şiir düşkünlüğüne ve yazarlığına bu kitapta da ziyadesiyle denk geliyorum. Esasen ben şiirlerden ziyade burada yazarın şiir ve devrim temasını Devrimci önderler ile buluşturup devrimin ruhuna mütenasip coşkun çağlamasını öne çıkarmak istiyorum. Mesela; “düşü olmayan bir devrimin estetikle ilgisini sorgulamak bile abestir. Çünkü devrimin düşü geleceğin bugüne taşınması, bugünü yarın yapmasıdır. Devrim estetiğin özgürleşmiş halidir.” derken; düş, estetik, devrim ve kesintisizlik bağlarını ne kadar da güçlü kuruyor. Şiiri de tüm bunlar başta olmak üzere her şeyin toplamı olarak değerlendiriyor sanki…

Yazar; “Şiiri bir özgürleşme eylemi olarak, düşünenlerdenim. Özgürlüğün olduğu yerde şiirin sesi, örgüsü, dili ve sahici akışı vardır.” yaklaşımını Ernesto Che Guevera’nın aşağıdaki dizelerinde de dediği gibi, nerede, kiminle ve nasıl birlikte olunarak teminini işaret etmektedir adeta…

“Dünyanın yoksul insanlarıyla,

Neyim varsa paylaşmak isterim,

Dağların cılız dereleri

Denizlerden daha mutlu eder beni.”

Gramsci’nin Marks tarifinden devam edelim; “herkes farkında olmasa da, bir parça Marksisttir. Marks, yoktan var ettiği için değil, kendi imgelerinden özgün bir tarih görüşü çıkardığı için değil; fakat parçalı, eksik, olgunlaşmamış şeyler onda olgunluğa, sisteme, farkındalığa kavuştuğu için büyüktü, eylemi doğurgandı.” . Hayatın özeti gibi bir şey bu işte…

Hani kendini çok beğenmiş bazıları; kendine uymayan, kendinden olmayan, kendini tasdik etmeyen her görüşe, her düşünceye, her yoruma, her ifadeye, her girişime “tukaka” derler ya bu abukluğa cevap olması bakımından da Marks’ın “insana dair olan hiçbir şey bana yabancı değildir” der ya, işte bu söz ile bitirelim, Âşık Veysel’in de “Yer damar damar, insan kısım kısım” demesini unutmadan…

Cuma, Ekim 11, 2024

ŞÜKRÜ SOYDAN


Maalesef, kayıplarımız devam ediyor, 1997’de en küçük Teyzemi kaybettikten sonra ne yazık ki şimdi de eşi, eniştem, yarı babam edası ile ilişkilerimizin gayet keyifli, samimi ve olumlu devam ettiği Şükrü Soydan’ı da kaybettik… Melun ve meşum hastalık burada da acımasızlığını gösterdi… Her kayıp bizi geçmişimizden bir manada koparıyor bir manada da ona sahip çıkmamız adına mükemmel hatıralar oluşturuyor… Bizler açısından bir ilave sıkıntılı durum daha oluşur, biz bunu seslendirsek de seslendirmesek de, artık yaşanan bu sık kayıplardan sonra kayıplara odaklanmak ve bu odaklanmanın dümen suyunda ilk planda yakın zamanda kaybedilen olmakla birlikte esasen zihnin ve ruhun ölüm üzerine meşguliyetidir. Zihnimizin ve ruhumuzun yaşanan kayıpla ve dahi ölüm mefhumuna meşguliyetinin bize yüklediği başka durumlar da vardır, artık eskiden keyif aldığımız şeylerden eskisi kadar keyif alamama başta olmak üzere genel manada isteksizliktir ön plana geçer.  Daha derin ve mühim analizleri işin uzmanlarına bırakarak devam edeyim.

Şükrü eniştem, neşeli insan olmanın, olabilmenin insani tezahürüdür adeta… Kolayca bilineceği üzere neşeli olabilme hali hissi bir durum olmakla birlikte fiziki ve anatomik bir arka planda gerektirir ki hormonlar ve etkileşimleri buna münasip değil ise bu yansıma çok kolay olamaz… Kısa süreli olmak üzere bu tespiti tersine çevirebilecek muhteremler de vardır, “kan kusup kızılcık şerbeti içiyorum” kabilinden… Eniştem kızılcık şerbeti içmeyenlerden olup son derece güleç yüzlü, neşeli ve hoş sohbet olmuştur her daim… Neşenin de tıpkı nezle ve grip gibi bulaşıcı olduğunu Eniştemden gördüm ben, içindeki neşenin dışa taşmalarının başta ben olmak üzere etrafındaki herkese nasıl sirayet ettiğinin canlı şahidiyim.  Neşeli hali ve şaka yapmadan, birilerine takılmadan duramamanın bana göre en nadide örneği ise, kendisi ile yolda bir yerlere giderken tarlada çalışanlara bazen açık camdan bazen de durarak “kolay gelsin” deyip hal hatır sorup sonra da “Karagöz geçti mi buralardan” deyip “hangi Karagöz” mukabil sorusuna da “Yaşar” der ve sonra hareket edince de çok gülerdik, nedense işte… Demek ki, ufacık hatta manasız şeylerden bile bir gülme malzemesi üretirdik…

Neşeli olmanın en müşahhas hali de birlikte izlediğimiz TV’deki müzik programları anındaki aktif davranışı olmuştur her daim, bana göre… Benim ıslık dışında epeyce de denememe rağmen bir türlü beceremediğim bir müzik enstrümanı çalma işini son derece mahir olarak “darbuka” ile becererek her daim göstermiştir bizlere. Mesela Tv’de hareketli bir türkü ya da bir şarkı mı çıktı, darbuka yok mu, çözüm var, benim sigara yakmada kullandığım kibrit kutusunu kaptığı gibi müthiş bir maharetle darbukaya çevirdiğini hayranlıkla izlerdim. Yahu bir kibrit kutusu da darbuka mı olur, evet, onun mahir el ve parmakları ile olurdu… Lakin temelde de bu neşeli ve hareketli, hani insanı kıpır kıpır yapan müziğe refakattir meram ve murat… Kızı, Suna; “Yaşamı severek, dert etmeden yaşamak böyle bir şey sanırım” diye tanımladı kendisini bir defasında…

Kendi evinde de akşam yemeklerini bilirim ve çok da birlikte akşam yemeği yediğimiz oldu, işte o akşam yemekleri de “Ramazanlar” hariç “rakısız” olmaz idi, hala büyük bir keyifle hatırlarım… Senenin 335 günü çok sınırlı ve dinlendirici, keyiflendirici kabilinden günlük yaklaşık 2 kadeh “yeni rakı” içilirdi… Günün yorgunluğunun atıldığının beyanı ile de vites behemehâl şakalı ve neşeli duruma evrilirdi otomatik ve kendiliğinden.   

Neşe, eğlence ve hayatı keyifli hale çevirme deyince özellikle yaz ayları Teyzem ve kızlarına, geldikleri Çeşme’de hafta sonları katılır ve uzun süren kalabalık akşam yemeklerinde muhteşem bir ortam yaratılmasına ön ayak olurdu. Şimdi aramızda olmayan Dayıoğlum Kamil de bu yemeklerin ve muhabbetlerin müdavimidir… Bizim sulama havuzu başında, kocaman asmanın altında ve etraftaki onlarca değişik renk ve stildeki karanfil kokuları arasında yapılan bu uzun ve eğlenceli muhabbetleri şimdilerde bile imrenerek, özenerek hatırlıyorum. Şimdilerde geriye çok güzel bir hatıra olarak kalan bir fotoğrafın yansıttığı “”kaş ile göz arasında” eve girerek, kadın elbiselerini üstüne atıp bir başörtüsü bağlayıp dışarıya çıkması vardı ki, değme tiyatro sanatçısı üslubu ile kısa süreli de olsa herkesi şaşırtmış idi…

Macir (Muhacir) bir ailenin çocuğu olmak şüphesiz kolay değildi, binbir türlü meşakkatli durumdan sıyrıldı, gemisini uzun yıllar dalgalı denizlerde itina ile yüzdürdü, çok çalıştı, zor ve ağır şartlarda çalıştı lakin aynı zamanda gezdi, yedi, içti, eğlendi, keyif aldı, hepsini de vakur ve makul bir üslup ile yaptı… Girişimci ve araştırmacı ruhu ve becerisi onu farklı birkaç iş yapmaya sürükledi hepsinde çok başarılı oldu bana göre… Tarımsal üretimin ziyadesiyle önemsendiği dönemde oldukça büyük çapta sebze ve fidancılık yaparken, bir anda bir tarafıyla sağlık şartları gereği bir tarafı ile de günün epey hareketli sektörüne kırdı rotayı, orada da çok başarılı bir iş hayatı oldu…

Belki de bizim sülalede ilk kez otomobil sahibi olan Eniştem, hele de yanılmıyorsam 1975 yılında, dönemin önemli ve yerli otomobili sayılan esasen de montaj sanayiden öteye gitmeyen Anadol markasının çok çok sınırlı sayıda ürettiğini bildiğim “Böcek” modeli otomobil ile gelince muhteşem anlar yaşamış idik, sayesinde… Sonraları daha klasik ve güncel model araçlar kullanmaya da başladı şüphesiz…

İyi Galatasaray’lı idi aynı zamanda, hele birlikte maç seyrettiğimiz dönemde torunu Hüseyin’in dönemin önemli futbolcusu “Rüdiger Abramczik’i” “İbrahimcik” diye benzeterek söylemesi başarılı sonuçlarda bizim coşkumuza, başarısız sonuçlarda ise “ahh ve vahh”ımıza katkısını hala dün gibi hatırlarım. Esasen bir fanatik olmamakla birlikte maçları sıkı takip eder, yüz yüze olmasa bile telefon ile konuşmalarımızda az zaman alsa da futbola değinirdik. 

Yayınladığım ve “Benim gözümden Çeşme” adlı kitabımı kendisine gönderince, değindiğim eski Çeşme ve Çeşmelileri soluksuz okuduğunu kızından dinlemiş ve kendi adıma çaktırmadan çok sevinmiş idim… Sonraki görüşmelerimizde kitabın konusunu oluşturan hatıraların bir kısmı üzerinden de sıkı muhabbetler etmiştik.

Evet, kayıplar zor, hele de hatıraların çok ise kayıp çok daha zor lakin kaçınılmaz olarak kapılarımızı çalıyor. Ölüm ayrılığı geride kalana zor, metanet temennilerinin kalana bir faydası var mı, bilemiyorum… Bana bir faydasının olmadığını biliyorum da, başkalarında nasıl olur bilemiyorum. İlaveten bilmek başka bir şey yapabilmek bir başka şey… Bu vesile tüm kayıplarımızı saygı ve minnet ile bir kez daha anıyorum…

 

Cuma, Ekim 04, 2024

PETERHOFF SARAYI VE MÜZENİN ÇEŞME BÖLÜMÜ

 

Peterhoff Sarayı; anlatılan o ki, Fransız Versay Sarayı etkisinde kalınarak, kimilerine göre “deli”, kimilerine göre de “büyük” sıfatı ile maruf Petro tarafından, İsveç’e karşı kazanılan savaşı müteakip Baltık kıyısında yaptırılmıştır. Saray, bana göre kendisinden ziyade bahçeleri, bahçelerdeki gizli ya da açık fıskiyeleri, havuzları, sulama sistemi ile daha etkileyici bir görünümde olup esasen de kapladığı geniş arazi ve peyzajı ile son derece etkileyicidir. UNESCO Dünya Miras Listesinde de bulunan saray, bahçeleri ve bahçelerdeki heykelleri ve çeşmeleri, küçük müze, köşk ve kamelyaları özellikle de aşağı ve yukarı bahçelerin peyzajı ile muhteşem bana göre… Esasen burası bir “yazlık saray” hedefi ile yapılmış, yaklaşık 45 dakikalık mesafede esas mekân babında esas saray bulunmaktadır, fazla saray göz çıkarmaz netice itibariyle… Sarayın ön bahçesindeki kot farkı iyi değerlendirilerek yerleştirilmiş “Samson Heykelinden” sonra denize kadar uzanan kanal ile ön bahçe ikiye ayrılıp metaforik “Adem” ve “Havva” bölümleri oluşturulmuş denildiğine göre. Fıskiye ve çeşmelerin suyunun atlaması, zıplaması tamamen kendi cazibesi ile gerçekleşmekte olup anlatılana göre de su ve su yapıları bilgisini bizzat kendisi konuşturmuş burada Çar Petro… Saray için görkeme ve debdebeye yönelik saatlerce konuşmak mümkün, zenginin malı, biz züğürtlerin çenesini yorması

kabilinden… Gel zaman git zaman Emperyalizmin zalim kılıcı Almanya’nın faşist lideri Hitler’in ordularının saldırısı ile kuşatılan Leningrad (Sankt Petersburg) yakılır yıkılırken Alman komutanlara da mezkûr saray karargâhtır. Emperyal kılıç için herkesin malumu son gelirken arkasına bakmadan kaçan Alman karargâhı tüm işgal ettikleri bölgelerde yaptıkları üzere her yeri yakmaya ve yıkmaya başlarlar… Peterhoff Sarayı da nasibine düşen yerle bir olmaktan kurtulamaz… Yıllarca yıkık dökük öylece kalır… Restorasyon için Stalin’in talimatı istenir lakin o da vermez… “Zenginlerin kalıntılarını ihya etmek bize düşmez” muhtemel saiki ile hareket ettiği tahmin edilen Stalin, sonra ne olur bilinmez lakin insafa gelir restorasyon talebini onaylar… Şüphesi Stalin’in doğup büyüdüğü evi de gören birisi olarak saraylara hangi gözle bakıyor olabileceğini de kestirebiliyorum. Neyse, mezkûr talimat neticesinde bu muhteşem ve debdebe dolu saray ve müştemilatları yeniden hayata döner…

Neden çoğunluktaki bazıları ekmek bulamaz iken azınlık bazıları şatafat ve debdebe içerisinde yaşamak için böylesine görkemli saraylar yaptırırlar kendilerine, anlamam zor… Haydi diyelim bir kral var olsun bir sarayı lakin 45 dakikalık mesafe aralıklı neden 2 adet, değil mi? Konunun alakalı tıp ve psikoloji uzmanları çok çeşitli ve değişik izahlarda bulunuyorlar da, ben anlayamıyorum hala… Peki, bu sarayseverleri diyelim ki anladık, sonradan ziyarete açılınca öbek öbek ayak takımlarının bu debdebeleri seyre gelmelerine ben dâhil ne demeli, nasıl bir izah yolu tutturulmalı, bilemedim… Zenginler ziyaret ediyor olamaz çünkü onların ziyaret usulleri çok farklı müzeleri sarayları toptan kapatıyorlar, istedikleri kadar süre ve mekân kullanarak geziyorlar… Genel ahali ile birlikte gezenler 10 aşağı, 15 yukarı (3 aşağı, 5 yukarı demeliydim lakin aralığı zam yaparak geniş tuttum ki geniş ahaliyi kapsayayım) tekmili benzer durumda yani hiç sarayı olmamış ya da hiç sarayda yaşamamışlar ne yazık ki rehberin ve arkadan gelenlerin izin verdiği sürede gezerler…


Ruslar için "Çeşme Zaferi" Osmanlı için ise "Çeşme Vakası" olarak tarihe geçen “Çeşme Deniz Savaşı” esasen tarihin en önemli kavşaklarından birisidir de, 18. Asır aydınlanma çağı çerçevesinde bakılınca, Rönesans ve Reform hareketleri, 1776 Amerikan Bağımsızlık Deklarasyonu, 1789 Fransız İhtilali sonrasının Osmanlı’ya yansıyan sonuçları Balkanlardaki Millici hareketlerin yavaştan başlaması olmuş olup, Osmanlı yönetim ve bürokrasisinin siyasi idrakinin nerdeyse yok oluşunun ilk işaret fişeğidir aynı zamanda… Neyse, uzun uzun tahlile gerek yok, işte bu savaş Rusların o gün bu gündür meşhur “sıcak sulara” inme hayalinin gerçekleştiği ve halen devam etmesinin tezahürüdür. Esasen Osmanlı içinde muhteşem bir ders niteliğindedir lakin kim alacak ki… Tarihi ve turistik manada bugüne yansıması adına, Canım yurdumu yönetenler bundan istifade edebiliyorlar mı, nerde… Yenilgilerin nihayetinde uzun devlet hayatında birer kazanç olduğunu göremeyen muhterisler halının altına süpürme babında hiç konuşmazlar hatta bırakın konuşmayı izlerini bile yok etmeyi maharet zannederler. Bekçi filminin meşhur repliği “bir araya gelmeliyiz, atalarımızın kahramanlıklarından bahsetmeliyiz” devam ediyor…

Çeşme Deniz Savaşının Rusları sevindirik ettiği gibi abuk subuk bir yaklaşım göstererek, Sankt Petersburg’ta yapılan anıtların izahını böyle yapmaktadır, bazıları. Kont Orlov’a kazanılan savaş neticesi “Çeşmenski” adı da verildi mezkûr unvanı yanına… Bugünkü pozisyon almalara bakınca da küçük bir sevinç olmadığı anlaşılıyor. Petersburg’ta sayısız eser var, bir küçük kilise, iki obelisk (dikilitaş) başta olmak üzere, hatta bir de cami var deniliyor lakin ben bulamadım… Bir dahaki sefere inşallah…

Peterhoff Sarayında; Çeşme Deniz Savaşı anısına bir de galeri düzenlenmiş, mezkûr galeri ile birlikte sarayı da gezelim diye düşündüm… Gezi deyince öyle elini kolunu salla, öde giriş ücretini gez kabilinden değil… Bir defa ciddi bir giriş bileti kuyruğu, giriş kuyruğu, galoş kuyruğu, çanta bırakma kuyruğu, sesli bilgilendirme temin kuyruğu, derken oluşturulan küçük gruplara rehber tayini nihayetinde prosedür tamam. Başlanıyor gezilmeye… Artık rehber nerede, ne kadar kalıyor ve izahatta bulunuyorsa o kadar bilgilenme… Ben öyle şu salonda bu kadar kalırım, şu tabloya bu kadar bakarım, şuranın fotoğrafını şöyle çekerim, böyle çekerim yok… Aaa belki benim gibi ayaktakımı olma özelliği dışında özellikleriniz varsa bir ayrıcalık elde edebilirsiniz, onu da benim bilme şansım yok...

“Çeşme Galerisi” tanıtım tabelasında yazan bilgiler ise şöyledir. “Salon, mimar Y.M.’nin tasarımına göre 1770’lerde dekore edilmiştir. Salonun dekorasyonu Rusya’nın Türkiye’ye karşı kazandığı zaferin yüceltilmesine adanmıştır... Salonun dekorasyonunun ana unsuru Rus Sarayının Alman Ressam Jacob Philipp Hackert’e yaptırdığı 12 tablodur. Resimlerin konuları Baltık Filosunun Ege Denizi’ndeki Takımadalar seferi ve Rusya’nın deniz zaferi olan Çeşme Muharebesi olaylarına adanmıştır. 26 - 27 Haziran 1770 gecesi Kont Orlov komutasındaki Rus gemileri, Türk filosunun en iyi filosunu mağlup etti”.

Resimleri yapan ressam, hiç yanan gemi görmediği ve tam da bu yüzden resimlerin gerçeği yansıtmadığı düşüncesiyle, gerçekçi resim yapabilmesi adına Ressama bir mizansen dâhilinde İtalya’da bir limanda Çariçe’nin talimatı ile bir gemi havaya uçurulmak suretiyle yakılır ve gösterilir… Ressama bu kadar gerçekçi bir model oluşturularak konuyu ne kadar ciddiye aldıklarını, önemsediklerini ve dahi siyaseten nasıl bir hedefi yok ettiklerinin tasvirini gerçekleştirmişlerdir, kendilerince. Tablolardan birinde eğer yanlış anlamadıysam Çeşme Deniz Savaşından sağlam kurtulan ve el konulan bir Osmanlı gemisi yedekte çekilir lakin artık Osmanlı bayrağı indirilmiş ve yerine Rus Çarlık bayrağı çekili vaziyettedir.

Ayrıca bu “Türkiye” yazma sevdası da hiç bitmez bu elin adamlarında, galiba kimse de itiraz etmez ya da etseler de kimse kulağına takmaz bu itirazları, bilemedim gayri… Yunanistan’da da böyle gördüm, enteresan… Bir kompleksim olduğundan yazmıyorum tüm bunları Osmanlı’nın hiç hoş karşılanmayacak icraatlarını bilerek diyorum… Osmanlı devrini anlatırken neden Türkiye adı tercih edilir, bu dikkat çekicidir. Mesela, Roma İmparatorluğunun bir katliamı, bir saldırısı, bir yenilgisi, bugün İtalya hanesine mi yazılıyor, bilemedim…  

Cuma, Eylül 27, 2024

“ANADOLU’DA VE SOSYALİST ÜLKELERDE” ÜSTÜNE

Bir önceki yazıda, Ünlü Edebiyatçı Melih Cevdet Anday’ın “Anadolu’da ve Sosyalist ülkelerde” diye bir gezi, anı kitabı olduğunu sevgili dostum Sabri Usta’dan öğrendiğimi yazmış ve konuya girince de yurt dışı tarafı öne geçivermiş idi. Benim esas değinmek istediğim bölümü ise Urla ve Çeşme’den bahsedilen bölümlerdir. 1970’li yılların başında Çeşme’yi anlatır ki bizim de neredeyse her detayı ile hatırladığımız güzel kentimiz…

İlave etmem gerekir ki, mezkûr kitabın başlangıcında yani 1976 başlarında, “Kaya Çukuru” başlıklı Likya ve Karya Bölgesini kapsayan ve başta da mübadele ile terk edilmiş Kaya Köyü ve çevresini konu eden öğretici ve tarihe not düşen bir yazı var, herkesin seveceği türden…

Nisan 1972; Yazar Melih Cevdet Anday ile arkadaşları Şadi Çalık ve Oğuz Akkan İstanbul'dan İzmir'e gelip orada kendilerine katılan Vedat Mavitan ile birlikte, Urla, Seferihisar ve Çeşme’yi kapsayan birkaç günlük bir tatil yaparlar. Bu kısa gezinin, kendisine hatırlattıklarını, öğrettiklerini ve tanıklıklarını, araya tavla oyunlarını, uzun sohbetlerini ve rakılı yemekleri de katarak not tutmaksızın sonradan sadece hatırlanan bölümlerini keyifle okudum.  

İzmir’i bidayette şöyle tanımlıyor; “Karşıyaka’yı İzmir’e bağlayan kıyı asfaltını ilk görüyorum. Koydan her iki yakaya bakınca, şu birkaç yıl içinde yükselmiş olan koca yapıların yoğun oylumu, sonradan bulunmuş çok eski kentlerin, gizi daha çözülmemiş tapınakları izlenimini bırakıyor bende. Değişmiş İzmir’in görünümü; gerçi karşı durulmaz bir şeydir bu, ama eskiyi aramanın bir türlü vazgeçilmeyen tutkusu da insansaldır ve bunda kafanın eskiliğini bulmak boşunadır.”

Urla İskele için yazılanlara bakar mısınız; “Karşımızda ikisi büyük üç ada var, solumuzda kara, denize doğru bir burun yapıyor. Üç adadan en küçüğü, karaya en yakın olan Klazomenai Adası (şimdi Kirizman diyorlar), ortadaki küçük bir kara parçası, Monopetro adı, eskiden beri. Soldaki büyücek ada ise Pırnalı diye anılıyor… Klazomenai, gerçekte yalnız o adanın değil, o ada ile birlikte kıyıdaki kasabanın, bugün İskele dediğimiz yerin de adı idi eskiden.” İlaveten de; “Anlaşılan şudur; Klazomenai kentinin limanı karşıdaki adada idi ve kenti ada ile birleştiren mendireği İskender yaptırdı.” diyerek benim bilmediğim yeni şeyleri de öğrenmemize vesile oluyor.

Daha önceleri, benim yine önceki öğrendiklerimden aktararak yazmış olduğum, Urla İskele ile Seferihisar Sığacık limanının bir kanalla buluşturulması mevzusunu burada da buluyorum. “Her şeyden önce İskender, Lidya krallarının yakıp yıkmalarından sonra parçalanmış kalan İzmir şehrinin yeniden kurulmasını, Klazomenai şehrinin bir mendirek ile limanın bulunduğu adaya bağlanmasını, gemilerin sahil dağlarını dolaşmak suretiyle yollarının uzamasına lüzum kalmaması için Klazomenai berzahının Teos’a kadar delinmesini emretti.”

Ünlü Yunanlı Şair Seferis, yazarın da anıları arasında yerini almış. Soyadını aldığı kabulü sıkça yapılan Seferihisar’dan “Sivrisarion” olarak söz ettiğinden bahisle “Hangisinin hangisinden bozma olabileceğini düşündüm, kestirip atmak güçtür, ancak bu soyadında kalmış olan sefer sözcüğünün sivri’den çıkma olması da anlaşılır gibi değil. Urla’nın, Vurla’dan gelmiş olması da öyle. Seferis, Vurla diye anıyor kasabayı” konuya giriş yapmaktadır. Lakin devamla, ilk defa öğrendiğim “İzmir Meridyeni batısında uzanan bu yarımadaya, 1941 Birinci Türk Coğrafya Kongresi’nde Urla Yarımadası denilmesi kabul edilmiş, ondan önce Çeşme Yarımadası denirdi.” bir bilgiyi paylaşıyor. Şimdi biz de çıkıp desek ki; “kardeşim biz bu Coğrafya Kongresinin kararını tanımıyor ve değiştirmek istiyoruz… Ne de olsa, bazı kararları tanımadığını ilan eden edene… Ne olur biz de bunu tanımazsak… Neymiş, bence “Çeşme Yarımadası”, nokta…

Urla anılarının devamı için yeni bir yazı yazma hedefi ile uzun uzun anlatılan mübadiller ve önemli yazar ve hukukçu Necati Cumalı ve adına düzenlenen anı ve kültür evi değinmelerini ve ziyaretlerini aklımda tutacağım. Urla anıları Çeşme anılarından çok fazla, hatırlamalı ve hatırlatmalı…

Çeşme’nin pahalılığından tıpkı bugün olduğu üzere o gün de şikâyet var, yazar, “Çeşme’de bir lokantada balık yiyelim dedik, adam bir tabak içinde iki tane karagöz getirip gösterdi, iyi ki fiyatını sormuşuz, 160 lira dedi. Düşünün seksen liraya bir karagöz yiyeceksiniz.” Ne diyelim, Çeşme’nin değerli esnafı bu konuda kafa yormalı… Kafa yorarak çözülecek mesele de değil esasen, Canım Yurdumun neresi ucuz da Çeşme ucuz olacak denilirse de cevabım yok şahsen…

Çeşme’yi anlatmaya devam ediyor yazar; “Birden liman ve karşıda Sakızadası… Çeşme ile Sakızadası arası, İstanbul ile Büyükada arası kadar, Sakız kasabası gözle seçiliyor. Denize bakan (eskiden tam kıyıda olduğu anlaşılıyor) II. Beyazıd’ın yaptırdığı kale büyük, görkemli ve göz alıcı. Kalenin hemen önünde 1770 Çeşme Deniz Savaşı şehitleri için dikilmiş mermer bir anıt var. Deniz kıyısındaki alanda lokantalar, düzenli parklar, beton bir kıyı yolu. Öğle tatili olduğu için kaleyi hemen gezemedik. Yemeğimizi yemek için lokantalardan birine girdik. Tanesi seksen liraya verilen çipuradan vazgeçip ızgara et, peynir ve salata ile karnımızı doyurduk. Acaba o balıkları yiyen olmuş mudur? Neden olmasın! ... Sonra kalenin alçak kapılarından geçip surlara tırmanmaya başladık. Dik bir merdivenden ikinci sura, en sonunda kalenin tepesine değin çıktık. Ne iyi etmişiz, buradan kasabanın görünüşü olağanüstü bir güzellikteydi. Evlerin çoğunun mimarisine hayran kaldık, tümü eskiden kalma idi. Birden Macaristan’da Estergon kalesine çıktığım zaman aşağıda gördüğüm çok güzel bir Türk evini anımsadım. Müze yapmışlardı o evi Macarlar.”

Şimdilerde, mezkûr kalenin aynı yerine çıkınca sadece etrafta yıkım ya da yenileme salvosundan-furyasından yırtan birkaç restore edilmiş ev dışında, güzelim eski liman yok gayri, Marina’ya evrilmiş durumda… Önce yol geçiriyorum numarasıyla liman doldurulmaya başlanır, bu arada “tarihimize sahip çıkıyoruz” teranelerini asla ve kat’a eksik etmeyen muhterem zihniyet, hem de kendi mahallelerinden ekâbir takımının şiddetle karşı çıkışlarına rağmen, 1770 Deniz Savaşı kalıtlarının dolgu altında bırakılmasına sebep olurlar. Sonra Marina yapıyoruz numarasıyla da güzelim liman yatay bir AVM haline getirildi… Emeği geçenleri tarih layığı ile anacaktır umarım…

Evet, kitap eski Çeşme, Dalyan (Köste), Ilıca özlemi çekenlere bir nebze de olsa nostaljik anlar yaşatmakta olup okuyacakların asla unutamayacakları hatıraları olacaktır…

Perşembe, Eylül 19, 2024

ANADOLU’DA VE SOSYALİST ÜLKELERDE

Ünlü Edebiyatçı Melih Cevdet Anday’ın “Anadolu’da ve Sosyalist ülkelerde” diye bir gezi, anı kitabı olduğunu sevgili dostum Sabri Usta’nın 1970’li yılların Çeşme’si üzerine bir muhabbetimiz esnasında, Yazarın Çeşme gezisini anlattığı bölümü üstünden haberim oldu, çok eski basım bir kitap olduğu için de ancak sahaflardan buldum ve okudum… Kitap 1977 basımı, Sosyalist Ülkelerin 1960’lı yıllarını anlatırken, Çeşme’nin de Urla yanında anlatıldığı yıllar ise 1970’li yılların başı… Çok büyük bir keyifle okudum ve kolay okunulabilir buldum. Anlatım ve kullanılan dil üstüne söyleyecek kelamım olamaz, yazar konusunun üstadı, aksi takdirde dilim lal olur…

Melih Cevdet Anday daha önsözde diyor ki; Bir geziye çıkmadan önce, görülecek yerler üstüne hazırlanmak diye bir yöntem de vardır, ama benim huyuma suyuma uygun değildir bu. Elde defterler, kitaplarla gezdikten sonra ne diye çıkayım o yolculuğa!. Oturur evimde okurum”  Hay Allah, gezi konusunda benim tam tersi bir davranışta olduğumu söylemeliyim. Gezeceğim yerleri tartışmasız planlarım, hele de zaman ayırma ve finanse etmenin hayli maliyetli olduğu düşünülürse, önceden hazırlıklı olmanın kaçınılmazlığı ortadadır. Aaaa şüphesiz Melih Cevdet Anday gibi ünlü ve önemli kişilerin gezisi de farklı oluyor… Kitap boyunca gezilerde sürekli rehber, tercüman, şoför gibi kadrolar ile bulunduğunu anlıyorum, yani bizim gibi gariban ve sıradan değil… Gerçi bu kadrolar ile gezmenin de bu kabil kolaylığı yanında başkalarının planladığı, takdim ettiği alanların ve bilgilerin üstünden geziyorsunuz ki benim de fazlaca tercih etmediğim bir usul değildir… Mümkün ise gezeceğim alanı, göreceğim nesneyi ve görme süresini ben tayin etmeliyim diye düşünürüm hep. Gerçi başkaları bir şey gösterir ise ne olur, bu konu ile ilgili Yazar bir yerde şöyle bir yorum yapıyor bir anısı üstünden… “Bulgaristan’da gördüklerimi, öğrendiklerimi tanıdıklarıma bütün ayrıntıları ile anlattım, çok ilgi ile karşılandı bunlar. Kimi inanmadı, inanmak istemedi söylediklerime, açıkça “yalan söylüyorsun, o ülkeyi överek bize toplumculuk aşılamak istiyorsun” demedi de, “kandırmışlar sizi” dedi, “gördüklerin ancak sana gösterilenlerdir, gözünü boyamışlar” dedi. Bunlar anlaşılan çok akıllı kişilerdi, benim gördüklerimi görmedikleri halde yanılmıyorlardı. Bense, gördüğüm halde yanılıyordum, yutmuş oluyordum, böylesine aptalın biri idim”. Şüphesiz yazar için ben benzer değerlendirmeyi yapamam, yapmıyorum ve asla da yapmayacağım. Çünkü bu yaklaşım ve tutum batılı ülke muktedirlerinin, muhalefeti karalamasının resmi ağzıdır… Benzer şeyleri öğrenciliğiz sırasında, “herkesin bizi kandırdığı” şeklinde çok duyduk ya… Biz de nasıl aptal isek gayri, çocukken arkadaşlarımız kandırır, gençken devlet düşmanları kandırır, evlenince karımız ya da kocamız kandırır, sonuçta hep kandırılırız… Gözümüz görmez, kulağımız duymaz, ağzımız sormaz, aklımız yetmez, sürekli bir nakısat hali… Peki, kanmayanlar kim, feraset sahibi cahiller… Peki, aslında onları kandıran kim, mezuniyetleri bile şaibeli muhterisler… Neyse konumuza tam yol ileri…

Yazar’ın gezdiği ülkeleri ben de gezdim lakin yegâne fark “zaman, mekân ve teknik terakki” idi… Köprülerin altından çok sular geçmiş idi şüphesiz… Artık, sözde hürdüler, sözde serbest piyasa vardı, sözde herkes zengin olacak idi, sözde herkesin işi olacak idi, sözde kimse aç ve açıkta kalmayacak idi, sanki varmış gibi… Kocaman bir yalan çıkmış, tüm bu sayılanların olduğu ve olmadığı esas dönemin o dönem olduğu, orada, gerek tanıştığım, gerek birlikte çalıştığım, gerekse de başka manada iş ilişkisinde ve dahi dostluk ilişkisinde olduğum muhteremlerden çokça dinlemişimdir. Önemli fark yine yazar ile aramda, o genellikle Yazarlar Evi, Edebiyat toplantıları, Kütüphaneler, Müzeler başta olmak üzere kendi ilgi ve iştigal alanı ziyaretlerinde iken ben daha çok sokak, meyhane, pazar, çarşı, ören yerleri, parklar, mezarlıklar gibi daha sıradan hatta aşağıdakiler sayılacak toplumsal kesim ile temas ederek ilerledim. Şüphesiz ben de yazar kadar olmasa da, kütüphane, tiyatro, sinema, kitapevi gibi yerlere gittim… Yazar gördüğünü yazmıştır, hiç şüphe yok bu çok net anlaşılıyor… Yine bilebildiğim kadarı ile yazarı kandırabilecek insanların bu dünyada ziyadesiyle az olabileceğidir, öyle her önüne gelenin kandırabileceği bir kişi değildir.

Macaristan gezisi sırasında, “Estergon ve Kalesi” üzerine aktardıkları halen orada görülebilecek güzelliklerdendir. Kaleden, Tuna’nın karşı sahili, o zamanki Çekoslovakya’nın sanayi bacalarının görünüşünü ve ovayı anlatır yazar… Tuna Nehrinin (Duna), mavi aktığı şiirlerde olduğu kadar Valslerde de zikredilir lakin siz onu pek o renklerde göremezsiniz özellikle de şimdilerde… Hani meşhur Johann Strauss’un ünlü bestesi “Mavi Tuna” da bahse konu, olmadı Buket Uzuner’in “Kumral Ada, Mavi Tuna” isimli kitabı gibi eserlerde bazen fiilen bazen de metafor olarak bahsedilir de bahsedilir “mavilikten”… Bendeki izlenim ise Tuna’nın artık ziyadesiyle yorgun olduğu ve başta Almanya olmak üzere Avusturya, Slovakya, Macaristan, Hırvatistan gibi ülkelerin sanayicilerinin açık lağımı olmaktan bıktığı yönündedir… İnanmayan ya da bilmeyenler biraz araştırınca görecekler bu dünyaya “Çevre koruma konusunda” vermedikleri fetva bırakmayan mezkûr kapitalist ülkelerin ikiyüzlü tutumlarını… Sadece Tuna Nehri mi bıktı bu çevre katillerinden, vallahi hayır, güzelim Karadeniz bile bıktı…

Yazar, Estergon Kalesine gider iken yolda rehbere;

“Estergon Kalesi

Bre dilber aman

Subaşı durak

Kemirir bağrımı

Bir sinsi firak” türküsünden bahseder, ne yazık ki bilinmediğini hatta genelde Macarların bu türküyü bilmediklerini hayret ile öğrenir… Elbette bilmezler, ama yollasak, tanıtsak hoşlarına da giderdi belki. Ancak Peşte Elçimiz Sayın Nedim Evcimer’den dinlediğime göre, Adnan Saygun oraya geldiğinde açılmış bu konu, ama Saygun tek sesli olması dolayısıyla bu türkünün Macarları sarmayacağını söylemiş. Oysa bizim Kadıköy’deki evde türkü meraklısı arkadaşlarla bulunduğu bir gece, Macar Elçiliği memurlarından Bay Anders İlyes’in Estergon Kalesini dinlerken gözleri yaşarmıştı”. Demek ki tanıtım eksikliğimiz o günde de makûs kader imiş…

Bulgaristan gezisi sırasında uğradığı lakin fazlaca aktarmadığı Nesebar benim çok sonradan gitmekle birlikte ziyadesiyle hoşuma giden, gerçek manada koruma altında bir yerleşim yeridir. Bulgaristan yazarın aktardığı zamanda da tıpkı şimdiki gibi Karadeniz Kıyılarını turistik faaliyetlere açmış, dönemin Sovyetler Birliği başta olmak üzere tüm sosyalist ülkelerinin vatandaşlarının tatil beldesi haline gelmiş. Bulgaristan üzerine, öğrenciliğimizi birlikte aynı okulda geçirdiğimiz Suriyeli öğrencilerden yeterince benzer hikâyeler dinlemiş idim hatta tıpkı Almancıların tatillerde gelirken konu-komşuya, tanıdığa ve akrabaya getirdikleri tarz ve tatta bazı şeyler de getirdiklerini hatırlarım… Türk kökenli ve Türkçeye mükemmel hâkim olan Mustafa diye Suriyeli bir arkadaşımız vardı ve sonradan Suriye ile cicim aylarındaki ziyaretlerimde izini sürdüm lakin bulamamış olduğum muhterem kardeşim Mustafa’nın getirdiği şeyler ve anlattıkları bizi cezbederdi… Nesebar, hemen Burgaz’ın kuzeyinde çok eski bir yerleşim yeri olup devrin deniz ticaret merkezi imiş… UNESCO Dünya Mirası listesinde bulunan Nesebar, Roma, Bizans ve şüphesiz ki Osmanlı izlerini her köşesinde barındıran, küçük meydancıklarının daracık sokaklarla birbirine bağlandığı bir kent olmanın ötesinde gündüzü ayrı, gecesi ayrı bir atmosfere sahiptir.

Maalesef kitabın asıl önemli bölümü Urla Yarımadası ve Çeşme bölümü bir sonraki yazıya kaldı…

 

Cumartesi, Eylül 14, 2024

Город-герой Ленинград

Başlık tam tamına "Kahraman Şehir Leningrad" olarak çevrilebilir. Leningrad bilindiği üzere St. Petersburg şehrinin Sovyet devriminden sonra edindiği addır. Esasen, mezkûr kent Çar 1. Petro tarafından bataklık zemine kuzeyde başkent yaratma hayali ve iddiası ile büyük kaynaklar ayrılarak aynı zamanda inanılmaz insan kayıplarına rağmen inşa edilmiş olup, başkent ilan edilmesi üzerine de adı "Aziz Petro" manasında St. Petersburg adını almıştır. Lakin kronolojik ad verilmesi ya da değişimi olarak da bakılırsa; şehir kuruluşundaki kaleden mülhem Almanca "Sankt Piter Burh", bilahare de Kiliseden mülhem "Petro ve Pavel", bilahare de kilise "Petropavloks" adını alırken şehir de yeniden "Sankt Piter Burh" adını alır. Bu arada zamanla Piter oluverir, Peter... Bilahare, kısaltılarak Petersburg, derken Almanca kale manasındaki "Burg" gider yerine Rusça "Grad" gelir, olur "Petrograd", bitti mi, nerde... Sovyet devrimi ve liderinin ölümü üzerine de olur "Leningrad"... Sovyetler Birliği yerine Rusya Federasyonu dönüşümü yaşanınca da tekrar "Sankt Petersburg" olur lakin Rus Federal Yönetim ifadesi olan eyalet anlamında "Oblast" diye ifade edilen ise halen Lenigrad Oblastıdır... "Sanct" esasen de Latince "kutsal, dokunulmaz, muhterem, dindar" anlamındaki "Sanctus" kelimesinden gelen ve ilk kez de Almanlar tarafından kullanılan bir kelimedir. Petersburg şehri de, malzeme temininin kolay olması sebebiyle tercih edilen ahşap yapıların büyük yangınlara sebep olduğu ve Rusya'nın da başına bela olması hasebiyle tamamen taş seçimi ile gerçekleştirilmiş yapılardan oluşmuştur. Dönemin planlı alanında, dümdüz caddeler, geniş ve ferah yapılarla donatılmış, ıslah ve tahkim edilmiş kanallar üzerinden şık köprülerle birbirlerine irtibatlanmış, hala müthiş güzel peyzajları ve bakımları olan parkları ise adeta açık hava heykel müzeleri şeklinde muhteşem heykeller ile bezenmiş şekildedir.     

Rusya’da gezmeyi çok sevdiğim, adeta doyamadığım, her defasında da değişik yerler keşfettiğim 2 kent var, Moskova ve Sankt Petersburg… Bu iki şehir şehircilik estetiği, siyasal ve sosyal hayat ve görüntü ve dahi temsiliyet açısından birbirinden çok farklı görüntü vermektedir bana göre… Moskova son derece resmi görünürken, Sankt Petersburg ise daha sivil ve samimi bir görüntü vermektedir. Mesela Sankt Petersburg Kraliyet ailesinin mülkü gibi iken Moskova devlet bürokrasisi,  işçilerin ve çalışanların mülkü izlenimi verir bana her daim… Moskova sanki fonksiyonun şehri olarak daha Doğulu, daha sosyalist görünürken, Sankt Petersburg ise daha batılı, daha fazla kapitalist ve estetiğin şehri olarak öne çıkıyor sanki… Hem de Sankt Petersburg uzun yıllar Leningrad olarak bilinmesine rağmen benim gözümde daha sosyalist olamıyor… Yani Lenin sinmemiş sanki görüntüsünün ve seslenilişinin dışında… Bunlar şüphesiz benim izlenimlerim, bir başkası bunların tam tersini de hissedebilir, gözlemleyebilir, itiraz edemem… Aaaa ben bir şehircilik uzmanı mıyım, şüphesiz değil… Zaten bu ifadelerim de bir uzmanlık gösterisi değil… Sonuç olarak ben her iki kenti de seviyorum, her görüntüsü ile… Hele de, 1993 den beri oraları aralıklı da olsa gezen ve son yıllarda daha sık gören,  gelişmeleri, ilerlemeleri, düzenlemeleri ve sahip çıkmaları yakinen izleyen olarak kıyas yapma şansım ziyadesiyle fazladır.

Petersburg, Petro’nun tercihi, Fransız Klasisizmi, İtalyan Barok’u başta olmak üzere Alman, Hollanda ve Rus mimarisinin kolajı sayılabilecek “Barok Mimari” tarzı yapıların ağırlıklı olduğu bir şehirdir. Başta yapılan şehir planına ve yapı tarzına bugünlere kadar sadık kalındığını da gözlemlemek mümkün olup Avrupa kopyasından ziyade kendine has bir tarzın ortaya çıktığı da açıktır. Hâkim tercih ise; simetrik uzanan binaların zarif ve güzel pervazlar, revaklar ve heykeller ile dekore edilmesi şeklindedir. Binalarda ağırlıklı yeşil, kırmızı, sarı, mavi renkler tercih edilirken arka plan tonlamalarında beyaz öne çıkmaktadır. Karelya tarafından getirildiğini öğrendiğim granit ve mermerler ise kaplamalarda ve süslemelerde ağırlıklı seçilen malzeme olmuş ve bu malzemenin tercihinin ise estetik zirve olduğu da tartışılmaz, bana göre…

Sankt Petersburg Metro istasyonlarının dizayn, tezyin ve tefriş işi öylesine profesyonelce realize edilmiş ki adeta tıpkı Moskova Metro istasyonları gibi sanat galerisi tadında… Granit kaplamaları, Mermer sütunları, göz alıcı freskleri ve heykelleri, etkileyici avizeleri ve dahi aydınlatma tercih ve dizaynları ile ahali arasındaki adı da “Halk Saraylarına” çıkmış durumdadır. Bir yanı ile Gogol, Dostoyevski, Çaykovski, Şostakoviç başta olmak üzere yüzlerce kültür abidesi insana ev sahipliği yaparken, diğer yanı ile de sayısız irili ufaklı müze ve tiyatroya mekân olarak adeta kültürel başkent olabilmiş, Hermitage Müzesi ve Kışlık Saray, Peterhoff Sarayı ve Bahçesi, Kazan Katedrali başta olmak yüzlerce mimari abideyi halen koruyabilmiş Petersburg, diğer çok önemli yanıyla da, Dekabrist ayaklanması, Çarlığın hitamı ve Sovyet Devrimi gerçekleşmesi ve dahi Almanya’nın amansız kuşatmasına müthiş direnmiş olmanın gururu ve tılsımlı atmosferi şehri çok cazip hale getirmektedir, bence…

Bilindiği üzere Sankt Petersburg, Baltık Denizi kıyısında, Neva Nehri ve kolları ve dahi deltası üzerindeki 40 küsur ada üzerine kurulmuş olup adalarının irtibatları da irili ufaklı yaklaşık 350 köprü ile temin edilmiştir. Büyük gemilerin geçmesi için ışıklandırılmış köprüler gece yarısından sonra belli sıra ve saatlerde açılmakta olması inanılmaz bir turistik faaliyet halini almış, anladığım… Anlatılanlara bakılınca, nehirden gezi tekneleri marifetiyle binlerce turist dolaştırılırken karadan da nehrin her 2 tarafına toplanmış turistler tarafından büyük merakla izlenir.  Bazı edebiyatçılar; bu köprülerin yaklaşık 45 derecelik, her iki tarafa da yükselme suretiyle açılıp yol verme işlemine “iki aşığın ayrılması” daha sonra da kapanmasına da “iki aşığın tekrar kavuşması” benzetmesi yaparak turistik faaliyete bir de edebi mana yüklerlermiş… Bu defa da ben seyredeyim dedim bu edebi ve turistik faaliyeti rüzgâr sebebiyle sık sık ertelenen ya da iptal edilen bu ritüele şahitlik edemedim, bir başka sefere erteledim… Allahtan bizim İstanbul’daki “Yeni Galata Köprüsü” benzer özelliklere sahip olup, uzun yıllar çalıştığım STFA Firması tarafından inşa edilmiş ve inşaatı sürecinde okul arkadaşlarım çalışmış olunca da mezkûr faaliyete yabancı değilim.

“Bakır Atlı” adlı şiirinde, Puşkin, bu masalsı adeta kutsanmış ve şairlere ve yazarlara ilham perisi olan Sankt Petersburg’un Beyaz Gecelerini;

“Ben şiirlerimi

Lambasız yazıp okurken,

Mahmur ama aydınlık gökyüzü.

Ve aydınlatıyor bomboş sokakları

Donanma kulesi.

Ve gece, indiremiyor karanlığını

Bronz ışıltılı gökkubbenin üzerine.

Gündoğumu kovalıyor gündoğumlarını

Sadece yarım saat sürerken gece”

şeklinde anlatarak, hemen hemen hiç kararmayan gökyüzünün aydınlattığı şehri kendince tariflemektedir.

 

Perşembe, Eylül 05, 2024

BAUMAN VE ÜNİVERSİTESİ

Moskova’nın köklü üniversitelerindendir
“Bauman Moskova Teknik Üniversitesi” kuruluşu 1830’lara dayanır. Son seyahatimde Üniversitenin içine girebilmek nasip oldu esasen daha önceki seyahatlerimde birkaç kez içeriye gezme talebime olumlu cevap alamamıştım, harika dizayn edilmiş binalar içinde gezmek sonra bahçesine çıkıp muhteşem heykeller önünde zaman geçirmek çok hoş oldu… Üniversitenin çok eskilere giden ve değişik bir tarihi var, özellikle 1917 Sovyet Devrimi ile oluşan değişim noktasının öncesi ve sonrası… Yazılı bilgilere göre 1830 tarihinde dönemin Rus Çarı I. Nicholas’ın “Ticaret ve eğitim kurumları yönetmeliğini” yayınlar ve bu uğurda “Sloboda Sarayını” mezkûr üniversitenin temellerini oluşturmak için bağışlar… Burada Saray bağışını mı konuşmak gerekir yoksa eğitim kurumlarının bir yönetmelik marifetiyle yönetilmesi niyeti mi konuşulmalı bilemedim… Lakin Tolstoy’un “Harp ve Sulh”ünde Napolyon’a karşı direnişin temellerinin atıldığı bina olarak bilinmesi de önemini daha da arttırmaktadır. Önceleri Rus mühendisliğinin pırıltılı yüzünü oluştururken bilahare de Sovyet döneminin başta askeri teçhizat, uçak ve füze sanayisinin başarılı gelişiminin bilim üssü haline gelmiştir Bauman Moskova Teknik Üniversitesi…
Üniversite binalarındaki koridorlarda gezinirken ziyadesiyle vakit geçirdiğim duvarları süsleyen, üniversitenin gelişim ve yükselmesine özellikle de Sovyet Uzay ve Havacılık sanayisinin dünya liderliği yapmasına büyük katkı yapmış bilim adamlarının ve akademisyenlerinin tanıtım tabloları olmuştur. Rehberim genç mühendis adayı
Nazar’ın sabırlı tercüme çabaları ve dikkatli rehberliği ile günümüz teknolojisinin temin ettiği hızlı ve simültane tercüme imkanları dahilinde olabildiğince hızlı ve fazla bilgi toparlıyorum. Çok etkileyici… Günümüzdeki manasıyla dünyada programlanabilir ilk bilgisayarın da Sovyetlerde kullanıma başladığını öğrenmek bir başka enteresan bilgi oluyor benim için… Bu bilginin yaygın olarak bilinmiyor olmasının gerekçesini Sovyetlerin Batılı Kapitalist ülkelerde olduğu üzere kişisel tüketimin yaygınlaştırılmasının tercih edilmemesi oluşturuyor olsa gerek… Geziyorum dedim ya, Moskova’daki Kampüsün sadece tarihi binalarla sınırlı bölümünü kast ediyorum, Kampüs çok büyük ve sürekli bir gelişim içinde anladığım… Bana göre zaten gelişmiş lakin sistem daha çok öğrenci daha çok gelir teminine evrilince de durmak bilmiyor, durmak yok yola devam…

Kantin, kafeterya ve beslenme bölümlerine gidince kendi öğrenciliğim zamanındaki kantinlerle kıyaslayınca mutfak ve ürün çeşitliliğini de görünce, kendimizin durumunu fukaralığımız dâhilinde “yanmış bizim keten helvamız” demeden edemiyorum. Uzunca bir koridorun sağında ve solunda sıralanmış 5 adet olabildiğince ve ihtiyaca binaen tayin edilmiş büyüklükte artık klasik kantinden ziyade modern birer restoran havasında bir tarafı ile ürün bazında diğer tarafı ile dünyanın farklı mutfaklarının temsili bazında organize olmuş bölüm… Hay Allah kendi öğrenciliğimin fukaralığını aklımdan atamıyorum vallahi… Lakin bu tablonun öğrencilere maliyeti nedir diye düşününce de muhtemelen günün mana ve önemine mütenasip bir “ham hom şarolop” düzeneği olduğu da akıllardan hiç uzak değil…

Ünlü Bolşevik Nikolay Ernestoviç Bauman adından mülhem mezkûr üniversite aynı adla anılmaktadır. Arşivlere kendisi ile ilgili çok ciddi olumsuz notlar düşülmüş olsa da Lenin’in himmeti ve Sovyet devrimine katkıları göz önüne alınınca da her şey geride kalıyor tabii ki… Özellikle Bolşevik ve Menşevik ayrımı sırasında kendisine isnat edilen cürümleri dinlerken yaşadığı sıkıntıları ve gözlerinden gelen yaşları şahit olanların anlatması da durumun vahametini sergilemektedir. Genç Bauman, sürgünler ve hapislerle dolu meşakkatli hayatını genç yaşta kaybeder… Kullandığı adları listelemenin bile ciddi zor olduğunu bildiğimiz Bauman’ın devrimci hareketin özellikle basın ve yayın işlerinde de ne kadar etkin ve başarılı olduğunu arşivlerden görüyoruz. Bir gösteri sırasında güvenlik görevlilerinden birinin saldırısı ile hayatını kaybetmesi devrimci mücadelenin yükselmesine gerekçe oluşturur. Sovyet Devriminin Lideri Lenin’in Bauman’ın katledilmesi üzerine “Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi üyesi N. E. Bauman'ın Moskova'da çarın askerleri tarafından öldürüldüğü haberi telgrafla ulaştı. Mezarı başında bir gösteri düzenlendi ve ölenin dul eşi, aynı zamanda Partimizin bir üyesi olarak, halkı silahlanmaya çağıran bir konuşma yaptı… Doksanlarda St. Petersburg'daki Sosyal Demokrat örgütte çalışmaya başladı. Tutuklandı, yirmi iki ayını Peter ve Paul Kalesi'nde geçirdi ve ardından Vyatka Gubernia'sına sürgün edildi. Sürgün yerinden kaçtı, yurtdışına gitti ve 1900'de Iskra örgütüne katıldı. En başından beri bu girişimin başlıca pratik liderlerinden biriydi ve Rusya'ya sık sık gizli ziyaretler yapıyordu. Şubat 1902'de Voronej'de (bir doktor tarafından ihanete uğradı) Iskra örgütüyle bağlantılı olarak tutuklandı ve Kiev'de hapsedildi. Ağustos 1902'de on diğer Sosyal Demokrat yoldaşla birlikte kaçtı. Parti'nin İkinci Kongresi'ne (Sorokin takma adıyla) RSDİP Moskova Komitesi'nin delegesiydi. Lig’in İkinci Kongresi'ne (Sarafsky takma adıyla) katıldı. Bunun ardından Parti'nin Moskova Komitesi'nin bir üyesi oldu. 19 Haziran 1904'te tutuklandı ve Taganka Hapishanesi'nde tutuldu.” diyerek ilişkinin yakınlığı ile birbirleri ile irtibatın sıcaklığına değinmektedir. Lakin tutuklu bulundukları cezaevlerinden ilan edilen “af” ile serbest bırakılmalarının ardından silahlı saldırılar neticesinde başta N. E. Bauman olmak üzere katledilen devrimcilerin, aslında af değil kurulan tuzak neticesinde serbest kaldıkları iddiası geniş destek bulmuştur mezkûr dönemde.  

Bauman’ın hayatı, yoğun çalışma temposu, cesur girişkenliği ve başarıları ve de özellikle mücadelenin başlarında katledilenlerden ilk olması kendisini Sovyetler Birliği için adeta bir bayrak haline getirmiş görünmekte ve bu uğurda şimdilerde bile bir sürü şehirde, ya meydan ya sokak ya da park adı olarak karşımıza çıkmaktadır. İşte bu geçmişe ve anılara dayalı olarak Üniversite’nin adlandırılmış olması, layığı ile bir öğrenim ve eğitim hayatına bugünde devam etmektedir.