Cuma, Şubat 28, 2025

SEVSİNLER SİZİN YEŞİLLİĞİNİZİ


Almanya bugünlerde yeniden bir seçime hazırlanıyor, politik iddialar ve vaatler gırla… Anketlere bakıyorum “Yeşiller Partisi” 4. Parti gibi görünüyor, 3. Parti ise SPD (Sosyal Demokrat Parti)… İktidarı paylaşan 2 parti el ele iktidarı sağa teslim ediyor, ne kadar öğünseler az vallahi… Anketlere göre AfD 2. durumda, kimdir bu partidekiler ve neyi hedefliyorlar diye bakıldığında, tam bir “Allah muhafaza” dedirtecek durumdalar… Genel olarak demokrasiden yana şikâyetleri yokmuş gibi propaganda yapıyorlar lakin örtülü bir nazi artığı pozisyonunda olduklarını da fazlaca gizleyemiyorlar… Evet, işte başta “Yeşiller” olmak üzere “Sosyal Demokratların” tutarsız, umarsız, sorumsuz ve söylediklerinin tam tersini gerçekleştiren kötü politikaları neticesinde Almanya’nın başta gençleri olmak üzere orta sınıf denilen yoğun kesimlerini bu ne idüğü iyi bilinen nazi mahfillerine yönelmektedirler… Başta bizim Almancıların söylediği kelamlara zinhar bakılmasın Almanya’da toplum hiç de öyle zannedildiği gibi dünyaya duyarlı bir tavır sergilemez, “üç maymun” teorisinin en flaş örneğidirler esasen. Bu hem de yeni ortaya çıkmış “yeni sağ” akımının rüzgârı ile oluşmamıştır, her daim böyledir ve maalesef de gelişmelere bakılınca böyle de kalacak gibi görünmektedir.

Şimdi şu meşhur “Yeşiller Hareketine” kısaca bir göz atalım bakalım. Büyük ölçüde sol, sosyal demokrat görüşlü kitlelerin oluşturduğu bir tabandan oluşan Yeşiller ve onların destekçisi kitleler,  çevrebilim, çevre koruma, çevrecilik, anti militarist, savaş karşıtı, barış yanlısı olunması, cinsel ve dinsel ayrımcılığa karşı duruş sergilediğini beyan etmesi gerekçesiyle oy verirler, sivil haklar, sosyal adalet, sosyal ilerleme ve pasif direniş tercihlerini desteklerler. Bunların tamamen koca bir palavra olduğunu, seçim öncesi söylediklerini iktidar ortağı olduklarında külliyen ret etmiş olmalarından herkes kolayca anlayabilir. Peki, anlıyorlar mı, görünen o ki anlamıyorlar… Bunları da adeta tüm toplumun gözünün içine sokarak yaparken hep hoşgörü talep etmişlerdir. Peki, toplum da bu hoşgörüyü göstermekte midir, ne yazık evet… Sonuç ne oluyor o zaman tek ihtimalli misali, sürekli mağlubiyet…

Almanya’daki koalisyon hükümetinin Dış İşleri Bakanlığını Yeşiller Partisi lideri Annalena Charlotte Alma Baerbock üstlenir. Şiddetten kaçınan, çevreciliğinin vites yükselteceğini uman, antimilitarist tutumların öne geçeceğini bekleyen, savaş karşıtlığının artık önemli bir tutum olacağını hedefleyen kitleler sonuçtan büyük bir hayal kırıklığı yaşamaktadırlar bana göre… Yaşamıyorlarsa da bu ayıp onlara yeter…

Düşünsenize, sizi temsil eden ve esasen de mesaj olarak gayet düzgün mesaj veren politikacıların standart tavırları yok, duruma göre şarta göre vs vs farklı yorumları olsun, ne yaparsınız… Ukrayna Rusya savaşı gündeme geldiğinde, barış önceleyen politikacıdan ne beklenir, behemehâl taraflara uhuvvet ve suhulet tavsiyesi yapsın, tarafsız tutum takınılarak problemlerin tespit ve çözümüne yönelik hakkaniyetli davransın, değil mi? Peki şimdi bu muhteremin serencamına bakalım bu dönemde dünyayı büyük savaş ihtimaline sürükleyen 2 olay karşısındaki tutumunu kıyaslayalım…

Baerbock; Rusya Ukrayna savaşı başlayınca ne oluyor, hanımefendi hemen uçağa atlayıp Kiev’e gidiyor… Biz de zannediyoruz ki, aman etmeyin eylemeyin, hele bir durun, biraz daha konuşalım, bakın şimdi buradan derhal Moskova’ya gideceğim onlara da itidal önereceğim, felan gibi laflar edecek… Nerde, tam tersi, hanımefendi, hemen miğfer ve çelik yelek kuşanıp Kiev caddelerinde boy gösteriyor… Ziyaretiniz Kiev yönetimine destek için de olabilir, hani ben doğru bulmasam da, siz bulabilirsiniz nezaketi içinde sesimiz çıkmaz, lakin savaşın en önemli sembollerinden miğfer ve çelik yelek giyilince maskeler düşüyor… Hani, kendilerinden önceki şansölye Merkel’in dediği hemen akla geliyor, “biz Rusya’yı oyalamak, Ukrayna’ya zaman kazandırmak için Minsk antlaşmalarını kullandık” diyor ya… Hani Merkel savaş yanlısı siz de savaş karşıtı görünüyorsunuz ya… Oysa biz biliyoruz tabii ki, siz birbirinizin devamı, siz birbirinizin kaskat ve mütemmim cüzüsünüz… Hanımefendi sonuç olarak Rusya tarafı ile hiç görüşme lüzumu bile duymadığını ifade etti. Dünyanın o güne kadar görmediği kadar hacimli ve sıkı yaptırımların en ateşli planlayıcısı ve savunucusu olmaktan da geri durmadılar… İfrat ve tefrit o boyuta geldi ki tam bir ikiyüzlü Avrupalı tutumu, Dünya Edebiyatının en önemli kişilerinden ve savaştan çok uzun yıllar önce yaşamış Rus yazarlar Dostoyevski ve Gogol gibilerin kitaplarını bile kütüphanelerden kaldırdılar… İşte bunlar demokrat ve savaş karşıtı cepheyi temsil ederlerse, Trumph gibiler hiç utanmadan ve çekinmeden Grönland, Kanada ve Panama bizim olmalıdır, Gazze de bizim olacaktır deme hakkını kendine bulup tüm dünyanın gözünün içine baka baka tekrar tekrar söyleme cesareti bulabilmektedir. Sonra birileri de durumu normalleştirmek adına “yahu bunlar delidir” diyerek durumu geçiştirmeye çalışmaktadırlar… Hani biz aynı filmi Hitler’e de deli diyenlerde seyretmiş idik…

Gelelim bu yeşil hanımefendinin İsrail ve Filistin konusundaki tutumuna, hem de aynı kelimelerden müteşekkil cümlelerden hareketle kıyaslamaya beyanatlarını… Ne diyordu, Kiev sokaklarını arşınlarken, “Rusya, korkunç bir terör uygulayarak, Ukraynalı sivillerin ve sivil kurumların yok olmasına yol açmaktadır”… Gazze’de yaşanan tam bir rezalet durum karşısındaki, hem de Rusya için iddia ettiklerinin yüzlerce katı yaşanırken, tavrına bakıyoruz hanımefendinin, suspus vaziyette hatta yer yer İsrail zulümünü destekler vaziyette… Yahu taraf tutulur da, bu kadarı olmaz dedirten bu tavır tam bir rezalet lakin anlayana…

Ama gelişmeler ve sonuçları her ne olursa olsun, sağlıklı ve demokratik bir toplum için vatandaşların bireysel olarak güçlenmiş ve her türlü ırksal, etnik, cinsiyetçi, dini baskıdan azade ve sosyal ayrımcılıktan kendilerini soyutlamış olmaları gerektiği iddiasındaki “Yeşillerin”, takip ettikleri güncel pratik politikanın mezkûr iddiaları ile çelişkilerinin behemehâl terk edilmesi gerektiği talebini ısrarla tekrarlamalı taraftarları… Belki de bu açıdan yeşil siyasetin sorunlara ve çözümlerine yönelik önerilerinin samimi bir şiddet karşıtı duruş olduğu konusunda hedef kitlesinin ikna edilmesi mümkün olabilir, aksi takdirde yandı gülüm keten helva…

Bu yazı Almanya seçimlerinden hemen önce yazıldı… Seçim sonuçları gelince gördük ki, “Yeşiller” mosmor… Şüphesiz bu sevinilecek bir vaziyet değildir… Şüphesiz başta Yeşillerin yönetiminde bulunanlar aşağıdan söylemlerine mütenasip tavır almaya zorlanmalı sonra da diğerleri… Aşağıdakiler zaten son seçimlerde bu abuklukları desteklemeyeceklerini yaklaşık %50 oy kaybıyla gösterdiler…


Cuma, Şubat 21, 2025

EKMEK YEMEK


Canım Yurdumda “Ekmek yemek” sözü genellikle maişetini temin ettiği manasında yaygın olarak kullanılmaktadır. Falanca bu vasıtayla ekmek yemektedir sözünün yaygınlığı herkesin malumudur. Bilindiği üzere de Türkçemizde “ekmek” kelimesinin yer aldığı darbımesel ve tabirlerden geçilmez, yerel ağızlarla olanları da eklersek kocaman bir lügat ortaya çıkar tahminimce. Kazanç temin etmek manasında; ekmek kavgası, ekmek parası, birini ekmeğinden etmek, ekmeğini elinden almak, ekmeğinden olmak, ekmeğine göz koymak, ekmeğine engel olmak, ekmeğini tepmek, ekmeğini taştan çıkarmak, kutsiyet atfetmek manasında; ekmek çarpsın, zor bela edinmek, erişmek manasında; ekmek aslanın midesinde, rahatlık ve huzur manasında; ekmek elden su gölden, uçuk davranış manasında aklını ekmek peynirle yemek, vs vs. başta olmak üzere daha binlerce çeşit kullandığımız kelimelerdendir. Esasen, ekmek kutsaldır, gerek harman döneminde gerekse de stoklanma ve nakliye döneminde ekmeğin ham maddesi buğdayın üzerinde tepişir dururuz lakin buğdaydan mamul ekmeği ya da bir parçasını dahi yerde görürsek hemen eğilir alır, öper alına değdirir ve yüksekçe bir yere koyarız… Enteresan lakin öyledir. Çünkü ekmek nimettir tam da o sebeple kutsaldır. Ekmek, çok çeşitli adlarla zikredilir, kimileri imalat yöresi ve bölgelerine göre, kimileri imal edildikleri malzemelere göre, kimileri şeklilerine göre, kimileri de imal eden etnik yapılara göre, vs vs… Alaşehir, Kula ekmeği, buğday, çavdar ekmeği, baton ekmek, tava ekmeği, Türkmen ekmeği gibi…

Benim bu yazı ile esas muradım ve meramım ise “ekmek yemek” bileşik fiilinin çocukluğumdaki manası ile geçen vakit içinde yerine ikame kelimelerin yer değiştirme periyodu olup ilaveten de karın doyurmadan beslenme faslına bir türlü evrimleşemememizdir. Esasen ekmek Anadolu insanının tükettiği besinlerin başında gelir, ekmeksiz sofra açılmaz ya da kurulmaz yanında katık gerekir ve bu katık da bizim şu anda yemek dediğimiz şeydir şüphesiz ki sınırlı manada. Eğer ekmek katıksız yeniyorsa bu yavan ekmektir. Ekmeğin yanına katık edilen yemek deyişinden de anlaşılacağı üzere ekmeğin bol yemeğin az yenilmesidir ya, nasıl olsa ekmek görece bol ve ucuz aynı zamanda kolay erişilir mamuldür. Ekmeğini yemeğin suyuna bandır bandır ye denir ya işte tam da öyle… Katık et…

Ekmek ana maddesi başta buğday, arpa, çavdar, yulaf, mısır gibi ürünlerin yeterince yetiştirilememesi esasen Canım Yurdumda emperyalist istilaya direnilememesi, yerel tohumlarımızın toprağımıza ve iklimimize uygun olmayan batılı tohumlarla yer değiştirmesi ve de tarımın aynı mahfiller lehine tukaka edilmesi neticesine duçar olunmuştur. Hem miktar hem kalite hem de sağlıklı olma durumundan fersah fersah uzaklaşılmıştır… Bir de tüm bu olanlar yıllarca canım yurdumda toprağa sahip çıkması gereken ve toprak ağası namını taşıyan siyasi muktedirler tarafından gerçekleştirilmiştir. Ne diyelim, necip milletimiz de memnundur herhalde tüm bu tercihlerinden… Baksanıza hala Menderes ve ekibi baş tacı ediliyorsa, benim söyleyeceklerimin ciddi bir manası yoktur ve anlaşılıyor ki necip milletimiz ziyadesiyle de memnun görünüyor…

Yazar Muammer Sakaryalı’nın “Babanın Gölgesi” adlı kitabını okurken rastlamış idim bu deyime, hemen kendi hatıralarıma gittim… Yazar; “Sabahları tarhana aşı, pekmez, peynirle “sabah ekmeği” yenirken; çay, margarin ve bunun gibi yiyeceklerle sabah kahvaltısı lafını soktu…” diyor. Yazar bu hatıralarını Uşak Ulubey İnay köyünden yazarken ben de Çeşme Çiftlik köyünde aynı şeyleri dinliyordum büyüklerimden… Öğünler bizde de “Sabah Ekmeği”, “Öğlen Ekmeği” “Akşam Ekmeği” düzeninde adlandırılır, katıklar ise mevsimine göre bizimkilerin yetiştirdiği ürünlerin pişirilmesi ya da hazırlanması ile tedarik edilirdi…  

Ne oldu ise, oldu, mezkûr; daha verimlidir, daha kalitelidir, daha yararlıdır gibi efsane doğru olmayan yaklaşımlar ile Canım Yurduma yutturulan buğdayların ve mısırların yurdum insanına uymayan yapısı neticesi o güne kadar rastlanmayan vücut tepkilerine sebep olması, esasen aklı değil beli destekleyen hali gereği şimdilerde tukaka edilerek, şu undan mamul ekmek yiyin, şu undan mamul ekmeği yemeyin, yer yer de “ekmek yemeyin” ifratına varan yaklaşımlar aşikârdır. Gerçi devasa tenakuzların övendire olup gözümüze battığı dönemlerde “askıda ekmek” kampanyaları ile ekmeğe yine eski prestiji temin ve telkin edilmeye çalışılsa da vaziyet böyledir. Söylenecek kelam çoktur lakin söyleyip de zayi etmenin manası var mı, onu da bilemiyorum…

Soner Yalçın; bakın neler yazıyor dış yardım numaraları ile batıya bağlılık yaratılırken topraklarımızın zehirlenmesine, tarımsal ürünlerin kalitesizlerinin ithalen ikamesi üzerine, inanılmaz diyaloglar bunlar… Bunlar bu ülkeyi yönetmişler, biz de trene bakar gibi izlemişiz, işte ne diyeyim… Hikâye meşhur Tarhana Osman “Osman Koçtürk” Hoca ile dönemin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay arasında geçer… “(Koçtürk) son dönemde, Türkiye Öğretmenler Sendikası (TÖS) Onur Kurulu Başkanı ile Türkiye Öğretmenler Dernekleri Milli Federasyonu’nun ikinci başkanlığı görevini üstlendi. Özelikle Amerika’nın dayattığı ışınlandırılmış (hibrit) buğday konusunda kaygısı büyüktü. Prof. Dr. Kazım Aras’ı da alarak üçümüz konuyu TÖS adına o günkü Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a götürmeye karar verdik. Gerekli buluşum alındı ve Çankaya Köşkü’ne çıktık. Koçtürk Hoca konuyu açtı anlatıyor. Sunay, Hanımeli sigarası kadar küçük bir kalemle önündeki kâğıtlara not alıyor. Birden sinirlendi “ne istiyorsunuz Amerika’dan?” diye bağırdı. O zaman Koçtürk Hoca’da sinirlendi. “Sayın Cumhurbaşkanım asıl Amerika bizden ne istiyor? Ayıp değil ya, biz de bunu merak ediyoruz…” dedi. Sunay yanıt verdi “Amerika bize yardım ediyor”…

Evet “ekmek yemek” deyimi üzerinden hareket ile nerelere geldik, sanki “ekmek yemek” deyimi ile sadece tahıl ağırlıklı beslenme önerilmiş gibi de yansıtılış olmasın konu, kim ne anlatırsa anlatsın, hayvancılık üstüne başından itibaren tutulmuş verilere bakılırsa tavuk ve inek, koyun, keçi besleme rakamları da hiç de yabana atılacak gibi görünmemektedir. Bu konuda çok çeşitli yayınlar olmakla birlikte tekmili birden referans tutulmuş Soner Yalçın “Saklı Seçilmişler” kitabı derli toplu bir kılavuz halindedir.

Evet, bugün artık önemli bir belamız daha var, GDO’lu gıdalar… GDO’lu mısır, GDO’lu buğday ve en önemlisi bunların iyi yetiştirilme şartlarına matuf safsatası ile kimyasal gübreler, korunmasına ve miktar artışına matuf zirai ilaçlar ile zehirleniyoruz… Hele ihracattan dönen pestisit sınırını aşmış gıdaların çokluğu karşısında soğukkanlı davranışımız ise şayan-ı takdirdir şayandır vallahi… Sonuçta makûs kader ekmek yemekten beslenmeye bir türlü evrilemedi ve evrilemiyor… Bugün Canım Yurdumda bildiğim kadarıyla bulunan Üniversitelerin 26’sında Ziraat Fakültesi, 5’inde Ziraat ve Doğa Bilimleri Fakültesi, 1’inde Tarım Bilimleri ve Teknolojileri Fakültesi olmak üzere tarımsal yükseköğretimle ilgili 33 fakülte bulunmaktadır, meslek yüksekokullarının sayısını ise bilemiyorum. İrade böylesine fantastik önem atfedip yetiştirdiği ziraat mühendislerini Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde öğretmen olarak eritme konusunda da mahirdir… Yetiştirdiği öğretmenleri ise ne yapacağına da karar verememiş gibi görünmektedir… Allah hakkımızda hıyrlısını versin demekten başka da çare görünmemektedir.


Perşembe, Şubat 13, 2025

BAKÜ ve MAREŞAL DE GAULLE


Azerbaycan Başkenti Bakü’de dolaşıyorum, daha önceki çok kısa ve iş seyahatleri dışında yapılan dolaşmaların benzeri olmayan bir tur oluyor… Dikkatimi vererek, duyumsayarak ve anımsayarak bakıyorum etrafıma, yeri geldikçe kendimce gördüklerimi ve bana hatırlattıklarını yazmak istiyorum. Sahil, hemen hemen her sosyalist geçmişli ülkede benzerlerini gördüğünüz şekilde planlanmış, kocaman bir park ve yürüyüş yolları. Bu sahil düzenlemesinin şehir ile arasında, şehri paralel geçen geniş ve oldukça uzun bir bulvar bulunmakta, “Neftçiler Prospekti”. Her benzer şehirdeki gibi sanki itibar bulvarı tarzında ve tadında… Çok güzel binalar yer almakta ve istisnasız her biri son derece bakımlı ve temiz görünmekte… Dolaşıyorum binalara bakarak… Birden gözüme siyah bir granit levha üzerinde “Fransa Mügavimet Herekatının başçısı General De Qoll 1944-cü ilin noyabr ve dekabr aylarında bu evde galmışdır” yazısı dikkatimi çekti. Çok enteresan Avrupa’nın “aslan sağcısı” sol ülkenin bir kentine geliyor hem de nerdeyse 2 ay gibi koca bir zaman dilimi kalıyor…  

Bilindiği üzere; Charles De Gaulle; 2. Dünya Savaşı öncesi ve özellikle de sonrası Fransa’da uzunca bir süre siyasi hayatı ziyadesiyle belirlemiş bir asker, önemli bir politikacıdır. Faşist Almanya’nın Fransa’yı işgali üzerine İngiltere’ye kaçmış orada da “Özgür Fransa Silahlı Kuvvetlerini” teşkilatlandırma çalışmalarında görev almıştır. Esasen, II. Dünya savaşı öncesi sıradan bir tankçı albayıdır kendisi. Ne oldu da birileri onu SSCB’ye görüşmeler yapmak üzere hazırladı. İngiltere’ye vasıl olunca kendisinden görülmeyen çıkışlar yapınca iyi de bir hami bulmuş oluyor anlaşılan. Benim okumalarımdan anladığım, kendisinin bu çıkışı ve antikomünist, haydi demli muhafazakâr diyelim, yapısı gereği behemehâl İngiltere’nin ağası Winston Churchill tarafından iyi değerlendirilmiş olup, hatta Fransa’nın işgalden arındırılması sürecinde görev üstlenen ordunun başına getirilmiştir. Esasen Fransa’nın işgale karşı direnme ve işgalden arınma sürecinde büyük rol üstlenen komünistlerin, bilahare ABD ve İngiltere tarafından tercih edilmemesi, SSCB ve Stalin’in de fazlaca ses çıkarmaması neticesi tasfiyesi ile ziyadesiyle öne çıkar. İngiltere’de kendisi üzerine yazılar yazmış önemli muhteremlerden asla ve kata tam not alamamış bilakis etrafında ve döneminde bol miktarda gelişen savaşlara rağmen “hiçbir savaş kazanamamış general, hiç seçim kazanamamış Başbakan ve Cumhurbaşkanı” şeklinde ironik tanımlamalara konu olmuştur. Gerçi hakkını da vermek gerek kendisine suikast girişimine bile sebep olacak bir şekilde Cezayir’in bağımsızlığı konusunda, hiç istemiyor olsa bile, müşahhas şartların müşahhas tahlili neticesi bağımsızlık yönünde tavır takınmıştır.  Neyse ne yapalım kendisini seçenlerle kendisi arasında bir sorun diyelim geçelim…

De Gaulle ne yapar Bakü’de değil mi? Esas soru bence bu… Herhalde Avrupa’nın soğuğundan kaçıp tatile gelmemiştir… Emeklilik sonrası nereye yerleşmeliyim sorusuna da cevap aramamıştır… Bir demli muhafazakâr olarak “komünizmi” incelemeye de gelmiş olamaz, şüphesiz… Tabii ki araştırılınca görülüyor. Muhterem İngiltere tarafından vazifelendirilmiş biri gibi durmaktadır. Moskova yolunda önce İran sonra Kafkasya ve sonra hedef… Peki, neden Bakü’de 2 aydan fazla süre kalmıştır… Sonradan okumalarımda yine hayretle gördüğüm Fransa işgalden arındırma sürecinde epey Azerbaycanlı direnişçilerin olduğu acaba tesadüf müdür? Gerçi Fransız direnişindeki Azerbaycanlıların Alman esir kamplarından firar eden askerler olduğu bilgisi de var, acaba coğrafi yakınlık sebebi ile mi Fransız direnişine katılmışlardır, bilinmez… Yine bilgilerimiz, De Gaulle’ün 1966’da geldiği SSCB’de bu direnişçilerden birisi ile görüşme konusunda özel, seçici ve ısrarcı davrandığı ve dahi yine bu direnişçilerden bir kısmının Fransa tarafından devlet madalyaları ile ödüllendirildikleri yönünde…

Evet; Bakü’de kaldığı binanın da gerçekten güzel bir bina olduğunu tespit edip bina ile ilgili edinebildiğim bilgileri aktarayım. Bina zengin sülalenin ferdi olan “İsa Bey Hacınski” adı ile anılmakta olup, Bakü’nün önemli yapısı “Kız Kalesinin” Hazar Denizi tarafında yer almakta ve sahiplerinin statüsü, toplumsal pozisyonu ve dahi aile azametini yansıtacak biçimde talihe bakın ki bir Ermeni mimar tarafından tasarlanmış.

 Lakin görülen ve bilinen hali ile 2. Dünya (paylaşım) savaşının batılı ülkeler açısından en ateşlendiği dönem olan “Normandiya Çıkarmasının” hemen akabinde De Gaulle’nin bu seyahate çıkmasının nasıl bir manası olabilir diye bakılınca şekil olarak bir Fransız askerin görüşmeler yapması için Moskova’ya başka da yol olmayınca İran - Tahran, Azerbaycan – Bakü ve SSCB – Moskova güzergâhını izlediği söylenebilir. Lakin kendisinin bizlere takdimi muvacehesinde “Özgür Fransız Silahlı Kuvvetleri lideri” iddiası savaşının en cavcavlı anında olması nedeni ile biraz çelişkili görünmektedir. Öyle değil mi? Siz çıkarma yapmış kuvvetler ile birlikte Fransa içindeki direnişçilerin ortak mücadelesinin en yoğun olduğu dönemde mezkûr seyahate çıkıyorsunuz, akla evvelemirde çok önemli bir vazife görülecektir fikri geliyor. Acaba aynı dönemde SSCB Kızıl Ordu Genelkurmay Başkanı Georgi Jukov’un Stalingrad kuşatmasının kırılmasını müteakip Almanların ricata başlaması üzerine başta Stalin olmak üzere etrafına söylediği, “Bu faşistleri Atlantik’e kadar sürüp Okyanusa dökelim” sözünün istihbarı neticesinde Müttefikler ile SSCB arasında bir pazarlık masası oluşturulması çalışmalarının bir alameti midir yoksa? Mesela, Stalin’e ulaşılıp “Kızıl Ordu Genelkurmay Başkanı” böyle bir laf edip duruyormuş, bizi affedin bizi işgal etmeyin, Almanya ile sınırlı kalın ricacısı mıdır statü acaba?


Hay Allah, güzel Bakü’de gördüğüm mezkûr güzel Evin duvarındaki plaketin bana düşündürdüklerine bakın… Gerçi aynı binanın üzerinde bir başka siyah granit levhada “Dünya şöhretli Azerbaycan âlimi görkemli içtimai xadim Yusuf Heydar oğlu Mammadaliyev bu evde yaşamıştır” izahatı da vardır. Yusuf Heydar oğlu Mammadaliyev’in de petrol ve petrol türevi malzemeler üzerinde özellikle de havacılıkta kullanılan yüksek oktanlı yakıtların geliştirilmesinde çok önemli çalışmalar yaptığını da bu baptan öğrenmiş oldum.

Cuma, Şubat 07, 2025

HAFIZ AHMET’İN CEMAL (IŞIK)

 

Çeşme’nin değerli, önemli, hatırşinas, mahir, şakacı abilerinden “Hafız Ahmet’in Cemal” olarak tanınan “Cemal Işık” hoş söz ve hoş ses erbabı olmakla da ziyadesiyle namlı, bir dönemin öne ve üne çıkmışıdır kasabamızın. Hafız Ahmet büyüğümüz ise Cemal Abinin babasıdır ve adı torunu Ahmet ile yaşamaktadır. Işık Ailesi, dededen toruna, Çeşme’nin önemli “Çeşme Mandalini” yetiştiricisi olup imar uygulamalarına yenik düşen bahçelerinin ağaçlarını her türlü fedakârlığı yaparak aynen bir başka yere taşımış ve halen mandalin yetiştiriciliğine devam etmektedirler şimdilerde de, torun Ahmet ve damat Ramazan vasıtasıyla…

Kasabamızın sembol abilerinden biri olan Cemal Abi, her Çeşmeli gibi biraz yüksek sesle konuşan ve konuşmayı da seven biri olarak da karşılaştığı her kişiye yönelik sahip olduğu bilgiler ile takılır, şamata yapardı. Mesela nerdeyse herkesin babaannesinin ismini bilir ve neredeyse de tamamına da babaannesinin adı ile seslenirdi. Devrin Çeşme’si şimdiki gibi onbinlerce insanın yaşadığı milyonlarca insanın tatil yaptığı bir yer değildi şüphesiz. Herkes herkesi tanır, bilir hem de ne tanımak, her şeyiyle… Cemal Abinin fazlalığı yüksek hafıza kabiliyeti ve hatırlama mahareti idi. Bugün her Çeşmeli onun kendisine babaannesinin adıyla seslendiğini hatırlar ve bu güzel ve anlamlı hatırlama ve hatırlatma ögesini de tebessüm ve nezaketle karşılamış olduğu bir hoş seda olarak hayal eder eminim. Ben kendisini hala kulaklarımda bana seslenişi “Urkuş Hanım naber” deyişindeki latife duygusunun tavan yaptığı haliyle hatırlamaktayım… Hay sen ışıklarda ol Cemal Işık Abim… Derin saygılarımla…

“Parafani” diye bir balık avcılığı yönteminden bahsetmiş idim daha önceki yazılarımda, Rasim Çelebi büyüğümüz, Latif Çelebi ve Nail Barutçuoğlu arkadaşlarımızı bu usulün ustaları olarak refere ederken. Hani, ekim ve kasım aylarında her ay 15 günlük ay karanlığı döneminde geçit balıklarını hedefe alarak, kıyılarda diz boyu sularda genellikle 2 ya da 3 kişilik ekiplerle, kıyıdaki balıkların lüks ışıkları ile hareketinin minimize edilerek serpme ağ ile yakalanması işini anlatırken. Hani şimdilerde, trol tekneleri yanılmıyorsam 10.000 volta (yazı ile onbin volt) kadar ışıklandırma ile balığı topluyorlar, sorun olmuyor lakin sen kıyıda en fazla 70 ya da 80 voltluk bir lamba ışığı ile balık avla, “yasssakkk hemşerim” mevzuu var ya... Yasa koyucu ya da yönetmelik tanzim edici kendine göre bir yol tutturmuş gidiyor işte… Tam; Neyzen Tevfik’lik bir vaka, lakin nesine ve neresine laf edeceksin… Oysa Kuzeyden Güneye balık geçit yaparken, kâh beslenmek kâh dinlenmek kâh üzerindeki parazitleri defetmek için kumlara sürtünmek maksadı ile diz boyu derinlikteki kumsal alana gelir, burada zinhar yumurtlama ya da yuva yapma gibi bir maksat yok ve de olamaz… Yasaktan murat nedir bilinmez ama her türlü yasal engele rağmen artık denize kadar girmiş evlerinin önünde kimseyi rahatsız edici bir şart kalmamıştır. Oysaki parafani, mevsimi itibari ile yazlıkçıların artık kışlıklarına dönmüş oldukları döneme denk gelir ama ne gam, ne keder… Neyse biz kaldığımız yerden devam edelim Cemal Abimizin parafani konusundaki mahir vaziyetine işaret ederek, evet Cemal Abi benim bildiğim mezkûr ekiplerin zımni paylaştığı plajlardan “Ilıca Plajının” müdavimi idi.

Cemal Abimiz, deyim yerinde ise ses dağıtımı ve sesi kullanma mahareti dağıtımı yapılır iken hiç esirgeme yapılmadan Allah tarafından ödüllendirilmiş birisidir, emin olun… İster “Türk Sanat Müziği” icrası olsun ister “İlahi söyleme” olsun, ister “Kuran okuma” her birinde kendisine tahsis edilen sesi müthiş ve mükemmel kullanarak kendine mahsus bir yer edinmiştir arkadaş grubu arasında… Türk Sanat Müziği icrasındaki üstün başarısı Canım Yurdumda dönemin tartışmasız en önemli sanatçılarından biri olan Zeki Müren’in dahi takdir ve taltifine mazhar olmuştur. Dönem itibariyle “İzmir Enternasyonal Fuarı” her yıl 20 Ağustos – 20 Eylül arasında açıktır, gezi ve bilgilenmenin yanında bir aylık dönemde en meşhur ses sanatçılarının da sahne aldığı gazinolarla bezenmiştir. Sonraları kimin dahli oldu, kimler akıl etti, kimler statüsünü değiştirdi bilmiyorum lakin Fuarın içi adım adım boşaltıldı, şimdilerde sadece piknik alanı düzeyine terfi ettirildi… Emeği geçenlere de kocaman bir alkış yapalım, eksikleri kalmasın… Neyse, mezkûr devirde Fuar Gazinolarının gedikli sanatçıları genellikle Gazinocular Kralı diye bilinen Fahrettin Aslan’a rakip meşhur Lunapark Gazinosunun sahiplerinden Osman Kavran’ın Çeşme’deki meşhur villasında kalırlar, özel iskelesindeki yatlarla gezilere katılırlar, vs vs… Bu konaklamalar döneminde Zeki Müren oranın da zevkini süren önemli muhteremdir. İşte böyle geliş gidişler döneminde Zeki Müren ve Cemal Abimiz tanışırlar uzun yıllar dostlukları sürer, artık bu vesile ile Zeki Müren bir Çeşme aşığıdır… Sonradan artık ne olmuşsa olmuş Zeki Müren Çeşme “paşalığından” istifaen ayrılır, Bodrum Paşalığına soyunur… Artık Çeşme’de kendi adıyla anılır bir koy tahsisi mi yapılmadı, ne oldu da mutlu ve mesut edilemedi ve ayrılık oluştu, tahminlerimiz olmasına rağmen kesin olarak bilememekteyiz…

Cemal Abimizin bendeki hatıraları içerisinde bayağı bir yeri olan ise birlikte bulunduğumuz Ramazan Aylarının akşamlarının devir itibari ile en önemli faaliyeti sayılabilecek Teravih Namazlarıdır. İnsanlar, kadın, erkek ve çocuklar olmak üzere genel manada Camileri doldurur lakin harem ve selam tatbikatı neticesi 2 cinsiyet olarak, ana bölümde erkekler olmak üzere üst katta ve görece izole bölümde de kadınlar olmak üzere konumlanırlardı. Babamın tercihlerinden dolayı genellikle bizim yerimiz “Küçük Cami” dediğimiz şimdilerdeki adı ile “Pandrot Osman Ağa Camii” olurdu. Biz bayram namazlarına da aynı camiye giderdik, şüphesiz ki yine babamın tercihi sebebiyle… Cemal Abimizin de tercihi bu cami olurdu. Benim hatırladığım kadarıyla, artık o zamanki dini bütün abilerimizin yüksek hoşgörüleri sebebiyle mi, yoksa genelde Müslümanlık daha mı güler yüzlü idi, yoksa biz çocuktuk da bize mi öyle gelirdi bilemiyorum, lakin öyle katıksız düstur tatbikatı yoktu, biz çocuklar güler eğlenir iken dini bütün abilerimiz “sus bakayım”, “şeytan çarpar”, “şimdi tokadı yiyeceksin” gibi zapturapt yaratmazlardı. Şimdilerde duyuyorum ki, kulak çekerek hizaya getirme eşiği de aşılmış, eee tabii ki gelişiyoruz ve hayat da sertleşiyor total olarak… Total bir futbol deyimi iken hayatın her alanına sirayet etmiş vaziyette, tabii ki… Bu teravih namazları eda edilirken toplu dualar okunur, toplu dualar için bir lider ses öncülük eder, bilmeyen bizler de tekrarlar idik… İşte bu lider seslerin en namlısı ve isteklisi Cemal Abimiz olurdu. Okunan dualarda yaptığı liderliğin, kendisini takip edenlere normal düzeyde bir sesle devam ederken birden aşırı yükselmesi ya da alçalmasının takibinden doğan ambiyans bugünkü stadyumlardaki marşların zikredilmesini andırıyor olmasının yanında biz çocukların gülümsemelerine de sebep olmaktaydı… Zaman zaman namaz edası esnasında artık ne maksat ile yapıldığını bilmediğim hatta bizzat kendi şahitliğimin olmadığı lakin sıkça duyduğum ön saftakinin çorabının çekilmesi ve benzeri takılmaların ve dokunmaların olduğu yönündedir.

İlerleyen yaş döneminde motosikletine atladığı gibi Çeşme’nin neredeyse tüm balık mezatlarını dolaşır, tanıdıklarla sohbet eder, balık satın alır iken görürdük Cemal Abimizi… Bu vesile artık hayatta olmayan başta Cemal Abimiz olmak üzere tüm büyüklerimizi ve arkadaşlarımızı saygı ile yâd ediyorum.

 

Cuma, Ocak 31, 2025

DEMOKRAT İZMİR GAZETESİ

 Birkaç yıl önceydi, çok değerli dostum Kaya Erdal Çapan ile muhabbet ediyorduk, konu “Demokrat İzmir Gazetesi” olunca hemen; “dur sana Demokrat İzmir Gazetesinin tarihi üzerine yazılmış bir kitap gönderilmesini isteyeyim” dedi. Mezkûr Gazetenin ikinci kuşak imtiyaz sahibi aynı zamanda da Ege Ekspres ve Ekonomik Politik Rapor gazetelerinin imtiyaz sahiplerinden Yusuf Rıza Düvenci imzasıyla takdim, jet hızı ile kitap elime ulaştı; “Bir mücadele gazetesi Demokrat İzmir”. Kitap tam manasıyla bir Türkiye Tarihi niteliğinde hem de ibretlik cinsten, kaleme alanlara teşekkürler…

Bilindiği üzere Canım Yurdum, II. Paylaşım savaşı (Dünya) sonrası bize takdim edildiği şekliyle “Özgür Dünya” içinde yer almak üzere özgür dünya denen tek dişi kalmış canavarın hemen yamacında saf tutmuştur. Hani savaşın başından itibaren maalesef ziyadesiyle “Almancı” bir hava vardır da bize tarafsız kalındı teraneleri anlatılır ya, neyse… Yine de fiilen savaşın içinde yer alınmamış olması az şey değildir diyelim, geçelim. İşte savaş neticesinde “özgür dünya” lütfetti Canım Yurduma da “demokrasi” getirilmesini temin ve teçhiz etti… Özgür dünyanın ihtiyaca binaen demokrasi getirme çalışmaları halen devam etmekte ve ne yazık ki bir türlü sona ermemektedir. O gün bize tayin olunan, bugün şekil olarak biraz da farklı olsa da önce Tunus, Libya ve şimdi de Suriye’ye nasip olmuş vaziyettedir. İşte bu demokrasi rüzgârlarının önünde, meşhur 4’lü takrir ile gündeme gelen toprak ağaları ve bezirgân ekibi giderek de partileşerek “demokrasinin” kökleşmesi uğruna kolları sıvamış yollara düşmüşlerdi. Bu tür hormonlu siyasi girişim ve atılımların olmazsa olmazı basın-yayın organı sahibi olmak ya da katıksız destekçi bulunması faslından “Demokrat İzmir” gazetesi siyasi hareketin kendisine münasip gördüğü ad ile misyonuna başlar.

Oysaki başlarken ne kadar da umutlular, ne kadar hevesliler, ne kadar da sevinçliler, ne kadar da yüksek beklenti içinde idiler… Bakın ilk sayı ile birlikte “Demokrat İzmir çıkarken” başlığı ile neler deniliyor; “Bugün, elinizdeki ilk sayısı bulunan “Demokrat İzmir” millet ve memleket uğrunda çalışmak üzere intişara başlamış bulunuyor. Gazetemiz, Türk Milletinin sevinciyle sevinecek, onun kederine ortak olacaktır. Yegâne endişesi milletin demokrasi yolundaki heyecanının uyuşturulması olan Demokrat İzmir, memlekette bir an evvel hürriyet ve demokrasinin tam olarak elde edilmesini kendine ilk vazife yapmıştır.”

Bu rüzgâra yelken açanlardan birisi de her daim ve her surette sülalece rol üstlenmeyi başarabilmiş “Belge” ailesinin fertlerinden Burhan bey ziyadesiyle mühim vazifeler üstlenmiştir. Esasen mezkûr gazetenin yayın hayatına “İzmir Gazetesi” olarak başladığını, Demokrat Parti için de “hak ve özgürlük” mücadelesi verdiğini iddia ederek ilerlediğini, izlenen muhalif tutumun Demokrat Parti lehine kısa vakitte büyük başarı temin edince hele de 1946 seçimleri sürecinde ve sonrasında CHP iktidarını, “Jandarma süngüleri, vali, kaymakam ve muhtarlar üstünden baskılar, partili olma tehdidi, memurların tarafgir davranışları, oy verdi vermedi vesikası sormak” gibi demokrasi dışı tatbikatlar ve seçmenleri kesif baskı altına tutmakla suçlayınca “yandı gülüm keten helva”…  Üstüne üstlük bir de seçim neticesinin “açık oy, gizli tasnif ve sayım” tayini, seçimlerin yargı güvencesinden azade olması gibi abuklukları da yazmaya başlayınca “helvanın yanması” ile işin içinden sıyrılmak kolay olmuyor, gazete behemehâl kapatılıyor… Gazete bu kapanmadan sonra adını “Demokrat İzmir” olarak değiştirip imtiyaz sahipliği koltuğuna da Adnan Düvenci’nin geçmesi ile yayın hayatına devam ediyor…

“Demokrat İzmir” Gazetesi, Canım Yurdumun çok partili siyasi hayatı test etmeye başladığı devirde izlenen yayın politikası marifetiyle sadece İzmir ve Ege Bölgesi ile sınırlı kalmayıp, tüm yurt çapında “Demokrat Parti’nin fikir odağını” oluşturmuş bulunuyordu. Demokrat Parti’nin kurucuları Adnan Menderes, Fuat Köprülü gibi ağır toplar gazetede yazılar kaleme almaktadır gayri. 1950 genel seçimini DP’nin kazanmasını “Hâkimiyet Kayıtsız Şartsız Milletindir” umdesinin tecellisi olarak değerlendiren gazete, milletin “adeta kansız bir inkılap” gerçekleştirdiğini her daim öne çıkaran ve Demokrat Parti iktidarının ilk başlardaki, iç ve dış politikada takip ettiği her politikayı katıksız destekler bir yayın politikası takip etmiştir. Demokrat Parti’nin adeta “yarı resmi yayın organı” gibi yayın yapıp bunu temin edecek kadro ve politika tayini ancak 1955 seçimlerine kadar gidebilmiş akabinde Demokrat Parti’nin, başlarda İzmir Teşkilatı ile yaşadığı problemlerle başlayan esasen de antidemokratik tatbikatlar, eleştiriler karşısında kesif baskılar, yasa ve hukuk tanımaz yaklaşımlar, keyfi uygulamalar, yurdu babasının çiftliği gibi yönetme arzusu zuhur edince yayına başlama niyet ve kararlılığı değişmeyen “Demokrat İzmir Gazetesi’nin” muhalefete düşmesi de kaçınılmaz idi… Nihayetinde “Demokrat Parti” ile “Demokrat İzmir Gazetesi” aynı saflarda değildir. Gazetenin çıkış deklarasyonuna sadık kalıp Partinin antidemokratik ve başına buyrukluğunu eleştirmeye başlaması artık tam bir “keteni de helvayı hak etmek” hali oluşur. Artık, tıpkı bir önceki “Tek Parti” vaktindekine benzer vaziyet yaşanmaktadır, “gözün üstünde kaş var” kabilinden esaslı olmak kaydı ile sürekli bir bahane ile ya gazeteciler hapsediliyor, ya da gazete kapatılma cezalarına tabi tutuluyor, yalnız Allahları var tamamı bihakkın bağımsız mahkemeler eliyle görülmektedir tüm bu olanlar.  

“Hürriyet, müsavat” umdesiyle yola çıkıp son noktada değme müstebit haline dönüştüğü iddia edilen Demokrat Parti, artık muhalefet lideri İsmet İnönü’nün seyahatlerine bile katlanamaz hale gelmiştir. Kayseri olayları, Uşak olayları derken, “Ege vazife gezisi” adlı olaylı Manisa ve İzmir seyahatinde yaşanan hadiseler Demokrat İzmir Gazetesinde sert eleştirilmesi bardağı taşırmıştır gayri… Tam bu seyahatin bittiği günlerde Demokrat İzmir Gazetesinin idarehanesi ve matbaası yakılmak istenir, matbaanın camları taşlanır, baskı makineleri tahrip edilir, personel binada mahsur kalır, ölüm tehlikesi atlatır, vaka kabul edilemez halde iken İzmir Savcılığı vaka hakkında yayın yasağı getirir… Her şeye rağmen Demokrat İzmir Gazetesi yılmaz, gerekli tamir ve düzenlemeler sonrası “bizi sevenlerin huzurunda, muarızlarımızın ise işte yine karşılarındayız!” başlığı ile yayınlanır… Maalesef 27 Mayıs darbesi olur ve Demokrat Parti yöneticileri artık yönetimde değil, hapistedirler. Yaşanan baskıları, hoyratlıkları, despotlukları Demokrat İzmir Gazetesi unutmaz ve gündemde tutmaya devam eder… Eleştiriler ziyadesiyle sert olur ve unutulmasın diye de gündemde tutulmaya çalışılır… Doğru mu yanlış mı tefriki yapmak bana düşmez lakin bu eleştirileri de “Demokrat Partiden” adeta intikam alınıyor diye değerlendiren bir grup da vardır şüphesiz… Lakin Gazetenin izlediği sert politikaları “adeta intikam alırcasına” diye lanse eden zevzeklerin intikam alındığını beyan ettiği muhteremlerin devri iktidarlarında eylediklerini unuttuklarını ve yok saymasını da anlamak hiç de kolay değil… Sen güç elinde iken her türlü şeyi yapacaksın, bunları da adalet tecelli ediyor, kanun kuvveti, vs vs gibi tamamen seni temsil eden kudret ile tarifleyeceksin, sonra da ağlayacaksın, öyle şey olmamalı…

Evet, mezkûr kitap adeta bir Ege tarihi ön görüntüsü ile geçen yüzyılın ikinci yarısının bir özeti, teşekkürler Yusuf Rıza Düvenci ve Kaya Erdal Çapan… Kitap ihtiyaca binaen tam bir başvuru kitabı niteliğinde, yazarın ve ailesinin Çeşme merkezli anıları da var yeri geldikçe aktaracağım.


 

Cuma, Ocak 24, 2025

DÜŞMAN TEL’İNATI NASIL OLURMUŞ

 Balıkesir’e yolumun düştüğü çok defa maalesef “Kuvayı Milliye Müzesine” hiç gidememiştim. Canım Yurdumun her tarafı müzelik hakikaten, kâh arkeoloji, kâh etnografya, kâh resim heykel, kâh tarih coğrafya, kâh kent belleği velhasıl yüzlerce farklı disiplinlerde ve temalarda yüzlercesi… Çok büyük çoğunluğu Kamu Müzeleri olmakla birlikte az da olsa özellerine rastlamak mümkün…

Balıkesir Müzesini konu eden bir “Tarihe not düşürmeyi” mutlaka yapmalıyım dedim. Şüphesiz ki, fiziki şartları itibariyle sıradan bir müze, sade, düzenli lakin çok manalı mezkûr müze 2 kattan oluşmakta olup 1. Kat “Kuvayı Milliye” hatıratı, 2. Kat ise Balıkesir İl sınırları içindeki Kyzikos, Adramytteion, Daskyleion ve Antandros antik kentlerinin buluntularının teşhirine ayrılmış. Balıkesir Kuvayı Milliyesi şüphesiz her bir diğeri kadar değerlidir lakin genel Kuvayı Milliyenin kurulmasına öncülük etmiş olan 41 kahramanın da buralardan olması unutulmamalıdır. İşte bu baptan, 41 kişi ile alınan yazılı kararlar, kongrelerde alınan kararlar ile kişisel eşyalar, fotoğraflar, şiirler, açıklamalar duvarları süslemektedir. Ayrıca da Mustafa Kemal Atatürk ve eşi Latife Hanım’ın balmumundan mamul heykelleri bir odada da sergilenmektedir.   

Kuvayı Milliye bir antiemperyalist mukavemet ve kalkışmadır, bir istiklal harbidir şüphesiz… Siz bakmayın uzun yıllardır Canım Yurdumun dâhilindeki muktedirlerin müstevlilerinin siyasi ve ekonomik emelleriyle tevhit edilmiş şahsi menfaatleri muvacehesinde koparılan vaveyla ile antiemperyalist yanın göz ardı edilerek olanından ziyade dini ve uhrevi tarafının öne çıkarılmasına, zinhar öyle değildir… Efendim sonrası şöyle oldu da, böyle oldu da, teraneleri de başka fasıldandır… Mesela, benim hayranlıkla okuduğum adını ilk kez duyduğum “Kuşdilli Leblebici Raşit (Yağşioğlu)”, manda, himaye ve istiklal tespit ve telini üstüne söylediği muhteşem söz, “mandayla, protestoyla düşman geri gitmez! Düşmanı durduracak kuvvet, namlunun ucundadır!..” Bu muhteşem söz, sonradan İstiklal Harbinin de Atatürk’ün ağzından “Ya istiklal, ya ölüm” şeklinde tahakkuk eden şiarının öncülü gibi durmaktadır. Bu söz, sonradan okuduğum, öğrendiğim her “antiemperyalist savaşının”, “her istiklal savaşının” bir şekilde ifade olarak benzeri lakin içerik olarak da bihakkın aynısıdır. Tıpkı ezilen milletlerin kurtuluş mücadelesinin dünya genelinde ittifakla kabul edilen bayrağı olmuş Ernesto Che Guevera’nın “Patria o umerta” (ya özgür vatan ya ölüm) deyişi kadar manalı ve değerli olup içerik olarak tam tamına aynısıdır.

Enteresan bilgiler ve dokümanlar da gördüm duvarlarda, mesela İzmir’in işgal edildiği haberinin Balıkesir’e ulaştığı 16 Mayıs 1919 tarihinde, bugün artık Kuvayı Milliye Müzesinin Ek Hizmet Binası olarak kullanılan o devirdeki “Okuma Odası” toplantısında bir protesto telgrafı çekilmesi kararı alınır, karar öncesi Mehmet Vehbi Bey (Bolak) tarafından katılımcılara hitaben şöyle bir konuşma yapılır; “Vatan-ı azjzimiz büyük bir tehlikeye maruzdur. Yanıbaşımızda İzmir, düvel-i îtilafiye’nin müsaade ve müsâmahasıyla Yunan orduları tarafından iki günden beri işgal edilmiş bulunmaktadır. Ve şimdi elimdeki şu telgraf, kalb-i milleti dâğdâr ve rahnedâr eden bu hadise-i müellimeyi bize ihbar ediyor. Bu tecavüz-i lainâne karşısında hukûk-ı milleti sıyânet etmek, menâfi-i memleketi korumak ve bu hususlarda konuşmak üzere burada ictimâ etmiş bulunmaktayız. Herkes mütâlâatını serbestçe serd ü ityân etmelidir. Her vatandaş ne buyuracaksa, onları dinleyip ittihâz-ı mukarrerat eyleyeceğiz...” Behemehâl bir heyet teşkil edilmek suretiyle protesto telgrafı çekilmesi kararı alınır, heyette hayret edilecek azalar da vardır, Rum Papazı Yani Konstantin, Ermeni Papazı Deragont, Osmanlı Bankası Müdürü Papadaki, Avukat Peron gibi… Teşhir edilen bilgilerden anladığım kadarıyla bu muhteremler çok doğaldır ki tayin edilmiş olmalarına rağmen telgrafı imzalamazlar… Manda ve himaye edilme istekleri üzerine tarihe altın harflerle geçen sözü de Kuşdilli Leblebici Raşit eder; “Amerikan mandası, İngiliz mandası, Fransız mandası ne demektir efendiler? Bizim Susurluk'ta manda çok! isteyen oraya gitsin!.. Düşmanı geriye döndürecek kuvvet namlunun ucundadır!” ve ilaveten “mandayla, protestoyla düşman geri gitmez! Düşmanı durduracak kuvvet, namlunun ucundadır!..”

Dinlediğim kadarıyla, şimdilerde artık bazı zamane “hormonlu öğretim görevlileri”, “intihalci profesörler” tarafından yazılan kitaplarda ve makalelerde mezkûr kahramanların ve değerli fikirlerinin yer almaması da günün ruhuna münasip düşmektedir herhalde. Ne de olsa muktedirlerimizin bize bilge tarihçi diye takdim ettikleri kerameti kendinden menkul, bildiği yanıldığına yetmeyen zevat “keşke Yunan galip gelseydi” demedi mi? Nereden nereye…

Hani dedim ya, şimdilerde dini ve uhrevi tarafının öne çıkarılma çabaları çok yoğunlaştı, diye… O devrin Müslümanları eğer padişah ve şürekâsı etki alanında değil ise istiklal mücadelesi yanlısıdırlar, tüm toplantı tutanaklarından bu anlaşılıyor. Padişah yanlısı dediğim ise tüm tarihi kaynaklarda da görüleceği üzere hâkimi siyasiye muvacehesinde meçhul mahfillerde kotarılan ve dâhilîde şerikler marifetiyle icra edilen umdeler manzumesidir. Kimse kalkıp da yok o öyle değildir de dememelidir bence çünkü hem işbirliği tesis edip muhaliflerine de teklif edecek hem de üstüne mağlubiyet neticesi kulağa sufle edenlerin zırhlı gemileriyle payitahtı terk edeceksin, maazallah… Söylenecek çok laf var da, hem zayi etmek istemiyorum hem de lafın tamamı malum muhteremlere söylenirmiş diyerek iktifa ediyorum…

Hülasa bidayette de söylediğim üzere fiziki olarak sıradan lakin mana bakımından çok değerli hatırlatmaların ve hatırlamaların mekânı bu müzenin bu baptan gezilmesinde geç kalmışlığıma yanarken yolu düşenin mutlaka görmesi diğerlerine ise mutlaka yol düşürmelerini hassaten öneririm. İstiklal mücadelesinin ruhunu yaratan, yaşatan ve dahi zafere ulaştıranların tarihinin ruhunu yansıtan bir diğer kahraman Hasan Basri Çantav’ın bir sözü ile bitiriyorum; “Hiçbirimiz tefahüre vesile aramadık, sadece vazifemizi yapmaya çalıştık". Her bir kahramana sonsuz saygılarımla anıları önünde eğiliyorum.

 

Perşembe, Ocak 16, 2025

BOLŞOY VE BOLŞEVİK

 

Bir vade önce Gazete’de muhabbet ediyoruz. Tanıdıklardan biri demez mi, Lenin azınlık olmasına rağmen partiyi ele geçirmiştir… Ve devamla zaten “Bolşevik” demek azınlık manasındadır, deyince ciddi bir düzeltme yapmıştım. Şimdi o muhabbetimiz eksenini oluşturan “Bolşevik” ve “Bolşoy” kelimeleri üstüne fikirlerimi merak edenlere aktarmak istiyorum. 

Bilinir, Lenin, Rusya Sosyal Demokrat İşçi Partisi RSDİP’in bir toplantısında muhalifleri ile düştüğü tenakuz neticesinde partide ayrılık oluşur. Parti üyelerinin çoğunluğu Lenin ile birlikte hareket ettikleri içinde kendilerine çoğunluk manasında “Bolşevikler” denir. Muhaliflerin de azınlıkta olmaları sebebiyle de kendilerine azınlıkta olmaları nedeniyle “Menşevikler” denir. Netice itibariyle, Lenin ve muhalifleri kongredeki bu pozisyonlarına müstenit Rusçadaki “bolshinstvo” (çoğunluk) ve “menshinstvo” (azınlık) olarak adlandırılmaya başlarlar. Bilindiği üzere de Bolşevikler Ekim Devrimi ile iktidarı ele geçirecekler ve Sovyetler Birliği’ni kuracaklardır.

Hem SSCB’nin hem de şimdilerde Rusya’nın siyasi, sosyal ve turistik açıdan çok önemli meydanı Kızıl Meydan (Красная площадь - Krasnaya ploşhad) dışında hemen yakın bölgede devasa bir Karl Marks heykelinin bulunduğu Devrim Meydanı (Площадь Революции - Ploşhad Revolyutsii) ve hemen tam karşısında da harika gösterişli bir fıskiyeli süs havuzu bulunan Tiyatro Meydanı (Театральная площадь - Teatralnaya ploşhad) adlı 2 önemli meydan daha bulunmaktadır. 


Tiyatro Meydanında, tam merkeze hâkim pozisyonda olan görkemli tiyatro binasının adı Büyük Tiyatro’dur (Большой театр - Bolşoy Teatr). Dünya çapında en meşhur tiyatroların başında gelen “Bolşoy” bilindiği üzere Rusya’nın en büyük opera, bale binası olup Rus mimarisinin en önemli eserlerinden biridir. Tiyatro Meydanında, Bolşoy Tiyatro’yu tam karşınıza aldığınızda sağ taraftaki yolun karşısında ise bir başka tiyatro binası bulunmaktadır. Küçük Tiyatro (Малый театр - Maliy teatr), ünlü Rus oyun yazarı Aleksandr Nikolayeviç Ostrovski’nin oyunlarının çok büyük bir bölümünün prömiyer yapması sebebiyle “Ostrovsky Evi” olarak da bilinir. Bolşoy’un opera ve bale gösterileri ile öne çıkmasına karşın Maliy Tiyatro da drama ağırlıklı gösteriler ile öne çıkmıştır.

Gazete yazıları ile ünlü yazar Hıncal Uluç bu konu ile ilgili; “Bolşoy "Büyük Tiyatro" demek Rusçada... "Büyük" bina büyüklüğü değil. O devirde opera ve bale, tiyatroya göre daha saygın, daha üst sınıf sanat kabul edilirdi, onlar Büyük Tiyatro'da oynanırdı. Dramalar ise, Küçük Tiyatro'da... Mali'de yani... Mali de, Rusçada Küçük demek…” diye yazmaktadır. Genel manada katılmakla birlikte küçük bir düzeltme ihtiyacı bulunmaktadır. “Bolşoy” kelime anlamı itibariyle tam tamına, sözlüklerdeki yer alışı itibariyle “Значительный по размерам” olup Türkçemize de “boyut itibariyle” diye çevrileceğinden bu ifade yanlış anlaşılmalara yol açabilir, diye düşünmekteyim. Mesela “Большой дом – Bolşoy Dom” büyük ev manasındadır. Eğer Hıncal Uluç “büyük” sıfatının tanımladığı “Tiyatro” kelimesine “önemli” veya “fevkalade” manaları yükleniyor manasında kullanmışsa ki galiba en doğru ifade bu olacaktır. Daha ileri tetkiki de dil uzmanlarına bırakarak ilerleyelim.

Sonuç itibariyle, “Bolşoy” kökünden türetilen Bolşevik de bir çoğunluk ifade etmek üzere kullanılmıştır. Lenin arkasına bu çoğunluk grubu alarak hareket eder, partiye yön verir. Sonraları “Menşeviklerin” sonu da pek hayırlı olmaz, tarihe “Kronstadt Ayaklanması” diye geçen isyanın içinde oldukları savı ile yasadışı ilanı ile külliyen tasfiye edilirler… Tasfiyesinin ciddi ve manalı gerekçeleri için çok çeşitli kaynaklardan bilgi edinilebilir… Mesela taa bugünlere kadar sarkan ve gerek SSCB gerekse de Rusya döneminde baş ağrısı yaratan “Gürcistan Meselesi” bunlardan bağımsız değerlendirilemez bence… Neyse bunu da tarihçilere bırakalım…


Evet, Bolşoy Tiyatrosundan ya da Maliy Tiyatro’dan çıktınız, Kızıl Meydan doğru ilerleyelim diyorsunuz, yolun karşısına geçiyorsunuz, yüzü size dönük oldukça büyük bir Karl Marks heykeli sizi karşılıyor, işçi iseniz ya da işçi sınıfının saflarında iseniz şüphesiz… Hala “Dünyanın tüm işçileri birleşiniz” yazan daveti ile sizi karşılıyor… Heykel karşılıyor da, oradaki yazı proleterleri ne kadar ilgilendiriyor, çok tartışılır… Lakin meydan gayet sade ve oldukça güzel donatılmış bence… Yine heykelin yapıldığı granitten imal, üzerinde Marks’a ait diğer sözlerin bulunduğu oldukça büyük anıtlar yerleştirilmiştir. Bir tanesinde de Karl Marks’ın öğretisinin ulviliği ve doğruluğunu teyit eden sözü ile Lenin de yerini almıştır.

Evet, Rusçadaki büyük, küçük, çoğunluk ve azınlık kelimeleri üzerinden opera ve bale ve dahi drama mekânları, siyasi pozisyon almalar ve tasfiyelere de dokunarak azıcık da turistik takılarak Moskova’nın en önemli meydanlarından geçtik böylelikle. Buradan Kızıl Meydan ve iki yanındaki GUM ve Lenin Mozolesi tenakuzuna da bir kez daha değinerek yazımı tamamlamak istiyorum. Kremlin’in duvarına yaslanan, Sovyetler Birliğinin önderi Lenin’in mozolesinin yer aldığı, Kremlini yönetenlerin hemen arkasına kurulan tören tribünlerinin üzerine çıkarak askeri geçitleri de denetlediği ya da izlediği, dünyada “kapitalistlerin lanetlediği ideolojinin” sembolü Kızıl Meydan gezenlerin ve görenlerin ittifakla beğenisini alan bir meydandır… Lenin’in mozolesinin tam karşısında kapitalist dünyanın çok namlı markalarının satıldığı mağazaların bulunduğu ve Rusça (Глáвный универсáльный магазѝн – Glavni Universalni Magazin- Baş Uluslararası Magazin) kelimelerin baş harflerinden oluşan GUM (Rusça ГУМ) adlı tarihi bir yapı bulunmaktadır adeta Lenin’e nazire yaparcasına… Sovyetler Birliği döneminde ise  (Государственный универсальный магазин – Gosudarstvenni Universalni Magazin) yani Devlet Uluslararası Mağazası olarak ad kullanılmıştır. Öyle de oluyor, böyle de…

 

Cuma, Ocak 03, 2025

DİREKTÖR ALİ BEY SEYAHAT GÜNCESİ

Âli Bey, Osmanlı İmparatorluğu Tanzimat döneminin, benim de çok sonradan öğrendiğim, mizah yazarı, tiyatro oyun yazarı, yazar ve seyyahı aynı zamanda da devlet memuru, esas bilinmesinin de meşhur “Düyun-ı Umumiye İdaresindeki müfettişliği” olduğu bilinen biri olup İstanbul’dan Hindistan’a uzanan dört yıllık uzun süreli bir iş seyahatı yapar, notlar tutar ve bunu kitaplaştırır, “Seyahat Jurnali” adı ile… Müthiş bir kitap, daha önceki bir yazımda detaylı bahsetmiş idim. Yazar, “Ben ise müşâhede edeceğim güzel şeylerin şâyân-ı zikr olanları kayd ve işâret içün elime bir cezüdân ile bir kurşun kalemi almışdım.” takdimi ile şayan-ı zikr olan yüzlerce hikâye aktarmaktadır mezkûr kitabında, 1885 ve 1888 yılları arasındaki seyahatine istinaden, enteresan hikâyeleri merak edenler acilen edinmeliler mezkûr kitabı, bence… Evet, Direktör Ali Bey’in Seyahat Güncesinden aktarmaya devam ediyorum. Toplumların defin geleneklerindeki çeşitliliği kısmen tanık olarak kısmen de okuyarak öğrenmiş biri olarak mezkûr kitapta şahit olunan defin törenlerine yönelik hatıraları aşağıda aktarıyorum...

"Şiilerin Kerbela’ya çok sayıda cenaze getirip defnettikleri bilinir. Bu nedenle avlunun dört tarafındaki odaların pek çoğunda Hint ve İran prenslerinin mezarları vardır. İnsanların cenazeleri kıl çuval sarılı tabutlar içinde gelir ve avlunun altında mağaralar olduğundan bu cenazeler önce türbe içine getirilerek mezar-ı şerifin etrafında dolaştırıldıktan sonra mağaralara koyulur. Mağaralar her ne kadar geniş ve büyükse de her sene getirilen cenazelerin fazlalığından dolayı üç beş senede bir kere boşaltılması gerekir ve çıkarılan kemikler odun yerine külhanlarda yakılmak üzere hamamcılar tarafından satın alınırmış."

"Bağdat’ta sıcak mevsimde cenazeleri gece defnederler. Henüz evlenmemiş gençlerle bakirlerin cenazelerinin önünde def ve kudüm çalarlar ve kadınlar kabristana kadar giderler. Cenaze çıkan evlerde kadınlar arasında bir hafta hatim töreni yapılır. Bu tören ücretle tutulan birtakım ağlayıcı kadınların vefat eden adamın övgüsünü ilahi tarzında okuyup feryat etmelerinden ve toplanan komşu kadınlarının göğüslerine vurarak “helhele” dedikleri “lülülülü” diye bağırmalarından ibarettir. Ağlayıcı kadınlar ilahileri vakit vakit okuduklarından arada kahve, şerbet ve nargileler içilir ve gülerek eğlenerek sohbet edilir. Her sene ramazan-ı şerifin birinci gecesi o sene cenazesi olanların evlerinde bu matem töreni yapılır."

"Persiler bundan üç buçuk dört asır önce İran’dan göç ederek bu bölgeye gelmiş olan ateşperestlerdir. Tapınaklarındaki ateşten başka güneşe de taparlar. Her akşam günbatımı zamanı deniz kıyısına inerek güneşe karşı secde ederler ve deniz suyuyla yüzlerini yıkarlar. Tapınaklarındaki ateş, güya göç ettikleri zaman İran’da terk ettikleri tapınaktan alıp hiç söndürmeden birlikte getirdikleri ateşmiş. Ölülerini mezara defnetmezler. Daha önce sözü edilen Malabarhil adlı yerdeki tapınaklarının bahçesinde daire şeklinde ve çatısız kulelerin içine cenazelerini bırakıp kartal kuşlarına yedirirler. Özellikle gidip gördüm. Kulelerin üzerinde birçok kartal durur. Mezarcılar cenazeyi içeri bırakıp çekildikleri anda kartallar kulenin içine hücum ederek birkaç dakikada işlerini bitirip yine yerlerine çıkarlar. Ardından mezarcılar kemikleri toplayıp yakarak külünü akrabaları isterse verirler ve istemezse ya denize atarlar veya havaya savururlar."

"Banyanlar ölülerini tabuta koymayıp düz bir tahta üzerine yatırırlar ve üzerine tülden bir örtü örterek dört kişi omuzlarına alıp götürürler. Bunların mezarlıkları yoktur. Bir günde ölenleri bir yerde toplayıp gece yakarlar. Brahmanlardan aldığım izin belgesi ile bir gece Banyanların cenaze yakmalarını görmeye gittim. Dört tarafı duvarla çevrili bir avlu içerisinde birkaç odun kümesi yapıp cenazeleri bunların aralarına yatırdıktan ve üzerlerine biraz petrol döktükten sonra ateşe veriyorlar. Ardından mezarcılar ellerine darbuka türünden birer defle (gemi demirlerinin zincirleri gibi ses çıkaran) ziller alarak ateş sönünceye kadar çalışıyorlar. Cenazelerin yakılması sırasında akraba ve yakınlardan kimse bulunmuyor. Yalnız birkaç mezarcı bu hizmeti yerine getiriyor. Avlu içerisinde yanan cenazelerin mavi renkli alevlerinden başka ortalığı aydınlatacak fener ve kandil yoktur. Tenleri kahverengi ve elbiseleri kırmızı olan mezarcıların iğrenç kokulu bu mavi alevler içinde zebani gibi görünüşleri ve çaldıkları tef ve zillerin müthiş sesleri doğrusu tüylerimi ürpertti. Odun kümeleriyle cenazeler tamamen kül olduktan sonra insan kafalarının tüfek atılır gibi patlamaya başlaması büsbütün hayret ve korkumu arttırdı. O gece sinirlerim tuttu. Sabaha kadar uyuyamadım. Bundan elli yıl önce Banyanlardan vefat edenlerin hayattaki eşlerin de birlikte yakmak adetleri gereğiyken İngilizlerin şiddetle yasaklaması üzerine bu vahşilikten vazgeçmişlerse de tutucular ve özellikle Banyanlar bu yasaktan asla memnun değilmiş. Bugün İngiliz memurları bulunmayan köylerde ve ücra yerlerde kocası ölen kadınları yine gizlice yaktıkları söylenir."

"Bombay’dan Aden’e kadar bin altı yüz altmış iki mildir. Bu mesafeyi gökyüzü ve denizden başka bir şey görmeksizin, hamdolsun gayet durgun ve tatlı bir havayla dört buçuk günde kat ederek Kasım’ın yirmi birinde Çarşamba sabahı erkence Aden’e vardık. İngiliz yolculardan biri Bombay’dan hareketimizin ikinci günü vefat ettiğinden vapurun tapınağında dini tören yapılarak cesedi denize bırakıldı. Ondan başka keder verecek bir şey olmadı."

Görüldüğü üzere Yazarın şahitlikleri çerçevesinde defin işlemleri bu şekilde sıralanmıştır. Peki, mezkûr gelenekler bugüne kadar ulaşabilmiş midir, hiç zannetmiyorum. Toplumsal iletişim ve etkileşimin ilerlemeci düstur ve nizamı muhakkak tecelli edecek olup şimdilerde bizim de şahit olduğumuz sert ve göze hoş gelmeyen bir dolu gelenekte olduğu üzere zayıflamaya, şirinleşmeye ve dahi evrimleşmeye uğruyor ve uğrayacaktır da... Mesela, Persiler hala cenazelerini Kartalların beslenmesi için bırakıyorlar mıdır? Hiç zannetmiyorum... Hamamcılara kemik satılmasına halen devam ediliyor mudur? Satılıyorsa da en azından niyet olarak onu yakacak hamamcı var mıdır? Hiç zannetmiyorum...

Cuma, Aralık 27, 2024

ELVEDA SELANİK, 1917 YANGINI, YAŞAR AKSOY

 

Değerli yazar ve Gazeteci büyüğümüz Yaşar Aksoy’un kaleme aldığı, “Elveda Selanik, 1917 yangını” adlı kitabı okuyorum. Yaşar Abinin tespiti mucibince, “İzmir ile Selanik’in iki kardeş gibi birbirine benzemesidir. Tarihleri ve doğası benzeştiği gibi ne yazık ki tarihi yangınları da birbirine benzer. Tıpatıp aynı gibidir!..” daha önce okuduğumuz “İzmir 1922 yangını” kitabı benzeri şimdi Selanik yangınını ulaşılabilecek tüm kaynaklardan istifade tespit, telif ile tekmil okuyoruz… Bildiğimiz detaylar olmakla, bu kez derli toplu kronolojik ve her veçhiyle Canım Yurdumda yayınlanmış bir ilk olarak… Kendisine kocaman teşekkürler ediyoruz.

Kitabın konusunun eksenini, ülkesinden sürgüne gönderilmiş Yunanlı komünist yazar Elias Petropoulas’ın araştırmaları, söyleşileri ve çalışmaları oluşturmaktadır. Petropoulos çok değerli bir yazar olup buraya yer darlığından sığdıramayacağımız kadar eser bırakmış birisidir. Siyasi tercihleri ve tutumları gerçekten büyük saygı ile anılmayı da hak ettiğini göstermektedir. Nazi Almanya’sı işgali başlar başlamaz direniş örgütü ELAS (Yunan Halk Kurtuluş Ordusu) içindeki şerefli yerini almaktan geri durmamıştır. Hayatı boyunca küçük sapmalarla daima ELAS’cı olarak yaşadı. 1968’de Yunanistan’daki “Albaylar Cuntası” sırasında tutuklandı, 1974’teki “Kıbrıs Savaşı” ile Cuntanın çökmesini müteakip serbest kaldı… Lakin baskılar sona ermeyince ver elini Paris…

Pertopoluos’un genel manadaki yaklaşımını ziyadesiyle abartılı buluyorum. Evet, Petropoluos kendi ifadesiyle kendini tarife yönelik “folklorcu” diyor lakin konuya bağımsız kalma becerisini göstererek yaklaşmış görünmekle birlikte zorunlu sürgün nedeniyle zihin ardının dayattıklarıyla bilimsel ölçüleri de aşmış bir duygusallık göstermiş intibaı vermektedir bence… Atfı cürüm ifratına vardırmadan daha soğukkanlı kalabilseymiş daha kolay anlaşılır olabilecekmiş… Sokağa çıkarsanız suyun bu tarafında da fazlaca olmasa bile bu kabil marjinal insanlar bulursunuz… Yaşar Abinin aktardığına göre, Yunanlı Profesörler için “bu herifler sadece koyun yetiştirmeyi bilirler” demiş, topyekûn bir hedef ve değerlendirme yapmış… Bu nasıl bir üstten bakış allasen, bizde de böyle bir hoca vardı, Yalçın Küçük Hoca… Doğrudur, bizim Yalçın Hoca bilgilidir, ilgilidir lakin bir o kadar da uçuk ve abartılıdır… Her ikisi de ziyadesiyle marjinal tutum almak adına yer yer güvenilirliğini yitirme noktasına gelmişlerdir. Bir yerde mezkûr yazardan nakil; “…Yunanlıların babası sayılması gereken Türklerin …” ifadesi var ki, tam bir evlere şenlik yaklaşımı… Hele bir de “divana uzanmış bir güzel kadının çıplak vücudunu, vatanımdan daha çok seviyorum” diyor ve maalesef bizde de “vatanı bir kadın memesine satarım” diyen sefil bir yazara öncülük etmiştir ya, benim için artık ona söylenecek bir şey kalmıyor… Şimdilerde moda olan tarihçiliğin önderi sayılan muhterem de demedi mi? “keşke Yunan galip gelseydi”… Vallahi tüm bu benzetmelerden ve gitti geldilerden oluşan fikri taklalar neticesi bu abinin de güvenirliği benzerlerinin güvenirliği seviyesindedir. Aaaaa tüm bunlar Yunan Ordusunun Selanik’i yakmış olmasının tekzibi sayılır mı? zinhar… Yakmış olma ihtimali ziyadesiyle akla yakındır… Çünkü ordu içinde “Evzon Yangın Tümeni” kurulma iradesi gösteriyorsa bir genelkurmay bu mezkûr siyasi ve adli vakaların sebebi sayılabilir kolaylıkla…  

Yaşar Abi, çok çeşitli milli ve beynelmilel kaynaklardan derlediği ve 1931 senesinde Selanik’te yaşanan, Yahudilere karşı adeta bir arındırma tatbikatı haline dönüşen, kimilerine göre bir jenosit, kimilerine göre imha harekâtı yaşanır ya, onu da konu eder kitabında… Bu harekât kitapta tüm detayları ile geniş alıntılar ile yer alır… Kitapta keşke şu da olsaydı diyebileceğim bir konu da şudur, “Furtuna diye bilinen 1934 Trakya pogromu” başlıklı şiddet eylemleri ki Selanik eylemleri ile eşzamanlıdır… Bilineceği üzere 1934 yılının yaz başlarında yaklaşık 15 gün süren ve Tekirdağ, Edirne, Kırklareli ve Çanakkale illerini kapsayan, Yahudilere ait dükkân ve evlerin yağma ve talan edilmesi, kadınların tecavüze uğraması hatta görevini yapan güvenlik görevlilerin bile ölümüne sebep olan Vandalizm… Zamanın ruhuna mütenasip Avrupa’yı kasıp kavuran Canım Yurdumu da tesiri altına alan faşizm dalgasının cüzü dönemin ünlü ve esasen de yabancı istihbarat örgütlerinin uzantısı milliyetçi yazar ve gazetecilerinin devletin de ses çıkarmaması sebebi ile kesif ırkçı propagandaları neticesi vahim olaylar yaşanır ve mezkûr şehirler Yahudilerden arındırılır…

Ne diyor Yaşar Abi; “Bir ulusun, ulus devlet kurma savaşımı doğal olarak haklıdır. Ancak etnik yapıların kitlesel imhası, yangının uygarlıkların kül edilmesi, sistemli asimilasyon ve apaçık soykırım, insan haklarının çağdaş ilkelerine göre kabul edilemez. Bu sorulara, 1917 Selanik Yangını’ndan beri sorulmamıştır.  Ne Türk, ne de Yahudi dünyası, sanki Selanik Yangını gerçeklerini görebildi. Biz bu kitapta bunu sorguladık. Ne yazık ki, yanık kokusu, denizi aşarak İzmir’e de uzandı. 1917 yangınından 5 yıl sonra, 1922 Küçük Asya bozgunundan geri çekilen Yunan Ordusunun son sığındığı toprak olan İzmir şehrinin de, Selanik Yangınına benzer biçimde organize bir şekilde yakılması, tarihte pek görülmemiş bir gerçeği gözler önüne serdi. Emperyalizm, şehir yakmakta ustalaşmıştı.” Evet, doğru tespit emperyalizm şehir yakıyordu, şehir yakıyor, böyle giderse ki korkarım böyle gidecek şehir yakacak, söz konusu kapitalizmin çıkarları ise, sadece şehirler olsa yine iyi diyeceğiz de, maldır geri kazanılabilir, içindekilerle birlikte yaktıklarının telafisi maalesef yoktur, insanları yakıyorlar, erketeleri ve fedaileri marifetiyle… Kapitalizm ve onun en yüksek ve tekelci mertebesi emperyalizm yakar da, yıkar da lakin mazlum halkların temsilcileri rolü nasıl oynanıyor ona bakmak lazım… Temsilci tayin edenler ne yapıyor, temsilcilerinin temsiliyetinden memnunlar mı?... Bize bir şey düşmez o zaman… Diğer taraftan Yaşar Abinin en önemli önermesi, ulusların kaderinin tayini hakkında bence, aynen katılıyorum, doğu, batı, kuzey ve güney demeden, şu kıta, bu kıta demeden, azınlık, çoğunluk demeden, sarı ırk, kara ırk demeden, amasız, fakatsız… Birlikteliğe tıpkı evlilik kararı gibi, ayrılığa da tıpkı boşanma hakkı misalinden…

Kitap sadece Selanik yangını ile mi sınırlı? Değil tabii ki, dönem itibari ile Selanik ve Makedonya ile ilgili şümullü bir çalışmadır esasen… Selanik’in sosyal ve ekonomik hayatı anlatılırken asla göz ardı edilemeyecek, Selanik’in kozmopolit hayatı, adeta ırklar resmigeçidi ve onların mevzilenişi… Taa İspanya’dan kovulan Yahudilerin iskânı, ticari hayata katılışları, diğer Balkan etnik yapıları ile adeta kapitalizmin prototiplerinin tesisine müstenit siyasal yapılanmalar, ilk sosyalist faaliyetler, ilk 1 Mayıs kutlaması, ilk isyan hareketleri, İttihat ve Terakki Cemiyetinin teşekkülü ve tekâmülü, Selanik’in Yunanistan’a katılması, Yunanistan’ın Canım Yurduma yönelik işgal hareketi, kısmen İstiklal Harbi, fecaat mübadele, başta olmak üzere dönemin pek çok gelişmesinin zikredilmesine de şamildir. Konunun meraklısının kütüphanesinde bulunmasında fayda bulunan bir kitaptır, en ziyadesiyle faydalandığım için beni tavsiye makamında görenlere tavsiye olunur.

Cuma, Aralık 20, 2024

DÖKÜNTÜ FENERİ VE KALEYERİ SIĞLIĞI

 

Çeşme Körfezinin girişinde, giriş yönünün sağında, “Fenerburnu’nun” uzantısı gibi bir oluşum görüntüsü veren yerli Çeşmelilerin “Döküntü” dedikleri bir sığ kayalık bulunmakta olup “Kıyı Emniyet Müdürlüğü” envanterinde “Çeşme Kale Yeri Sığlığı – Döküntütaş” adı ile maruftur. Çeşmeli benden bir önceki kuşak ile bir sonraki kuşağın iyi bildiği üzere mezkûr alan bir mercan balığı yatağı idi hala öyle midir bilmiyorum.  

1975 senesinde “Fenerin Tahkimat Projesi ihalesi” kapsamında, yanlış hatırlıyorsam her biri için defalarca özür dileyerek zikretmeliyim, Murat Kaptan ve oğlu Ali İhsan abimizin yönetiminde bir süre çalışmış idik… İhale tam tamına ne idi, nasıl başladı, nasıl sonuçlandı hiç bilmeden, bildiğimiz varsa da unutarak, diğer taraftan da iyi hatırladıklarımı aktarmak istiyorum. Üniversite sınavlarında iyi puan almama rağmen kendi hatam neticesinde açıkta kaldığım dönemdi… Artık delikanlı olmuş biri olarak her genç gibi kahvehanelere zabıta korkusu olmadan gece gündüz ayrımı yapmaksızın gittiğim dönem… Kahvehanelerde dönem itibariyle sigara ve alkolün sınırsız tüketilmesine rağmen hiç kimsenin aklına deyim yerine ise “tilki çıkacak ortamda” nasıl durulur gelmeden uzun zamanlar geçirdiğimiz günler… Bir gün tıpkı benim gibi meteliğe “kurşun atan” bir arkadaşımın sigara tercihinin arttığını, bira içme sıklığı ve miktarının yükseldiğini görünce, sormuş idim kaynak bolluğunun membaını… Aldığım cevap, Fenere Taş taşıyan gemide amele olarak çalıştığı oldu… Enteresan, hem de 30 Tl. yevmiye aldığını söyleyince şaşırmış idim… Hemen, ben de çalışabilir miyim dedim sağ olsun arkadaşım ertesi soruyor ve patronlarda tamam deyince huzura çıkıyorum. Şu an bile muhteşem hoşgörüsü ve mutedil tavırları ile “Murat Kaptanı” dün gibi hatırlıyorum. Sonradan oğlu Ali İhsan Abimiz ile de tanışıp işe başladık. Şimdilerde yerinde yeller esen ve şu andaki Kervansarayın tam karşısında Belediyeye ait dükkânların bulunduğu yerdeki eski “üretici perakende halinin” arkasındaki alana taş ocağından nakledilen kayalar ve büyük taşlar getirilirdi. Öğleden sonraları bu kayalar gemiye çelik halatlardan imal büyük sapanlar marifetiyle ve geminin sabit vinci ile yüklenirdi, bizler de bu aşamada gerek sapan bağlama, gerek gemi içinde yerleştirme işlerinde çalışırdık. Sabahları da olabildiğince erken saatlerde tekne yola çıkar “Döküntü Fenerine” varılır ve hemen bu sefer de tam tersi işlemler ile gemideki kayalar bağlanan sapanların vinç marifetiyle kaldırılmasını müteakip dalgaların “Fener Binasına” zarar vermesinin önüne geçecek şekilde konunun uzmanı abilerimizin delaletiyle yerleştirilmesiyle devam edilirdi. Bu işlemlerin yapılmasına yardım için “Gelibolu” adlı teknenin yavrusu bir kayık da kullanılırdı… Sabah saatlerinin tahkimat işine ayrılmasının sebebi, sabah erken saatlerde havanın ve denizin görece iyi bir durumda olması tam tersi durumda da limanda yükleme işlerinin yapılmasının tercih edilmesidir. Netice itibariyle artık ben de mezkûr arkadaşımın yaptığı üzere sigara ve bira konusunda vites arttırmıştım… Bir defasında bunu gören bir başka arkadaşım konuyu dinleyince hemen o da çalışmak istemiş idi, konuştum ve ertesi gün işe başladı… Aynı paydos saati bir türlü gelmiyordu onun için bu arada yeni tekerleme uydurmuş idi, “bugün ölmem yarın gelmem”… Tamam, ücret çok iyi lakin iş beter zor bir iş idi. “Bugün ölmem yarın gelmem” tekerlemesinin mucidi arkadaşım dönemin Çeşme Savcısının oğlu Mehmet şimdilerde bile bu konu açılınca hayretle konudan bahseder. Sonraları bu tekne hangi sebeple terk edildi bilmiyorum lakin uzun yıllar Liman’ın şimdilerdeki “English Home” karşılarına denk gelen bölümünde çürümeye terk edildi…

Fenerin enerji kaynağı dönem itibariyle hatırladığım kadar komşumuz Çeşme’mizin ünlü kaptanı “Horoz Kaptan’ın” oğlu Halil Poyraz abimiz tarafından belli periyotlarda götürülen tüpgaz vasıtasıyla temin ediliyordu. Halil Abimiz yaz, kış, rüzgâr, yağmur demeden bu görevini sonuna kadar yerine bihakkın getirmiştir.

Çocukluğum ve gençliğim dönemi havanın rüzgârsız, denizin dalgasız olduğu zaman mezkûr “Döküntütaş Feneri”, “katati” dediğimiz bir yöntem ile mercan balığı avına çıkmış teknelere gözcülük ederdi sanki… Katati dediğim yöntem çapari benzeridir. Bir ana misina düzeneği üzerine belli aralıklarla bağlanmış yan dal misina ve ucundaki oltalardan oluşan, suyun dibine doğru serbest ve dikey vaziyette sarkıtılabilmesi için en uçta genellikle kurşundan mamul bir ağırlığı bulunan ve oltalı yan dalların başlamasından önce de dolaşmayı önlemesi için serbest dönüşe münasip fırdöndü ile güçlendirilmiş, kullanılacağı yere münasip uzunlukta misina ve misinanın sarılacağı petektariden oluşan bir düzenektir. Bu avcılığın bir ucundan ben de bir vade tutmuştum, bizim ekip genellikle 3 arkadaştan oluşur, havanın sakin olduğu dönemde sabah erkenden yakalanan ve yem olarak kullanılacak “tekesakallar” (küçük karides) hazırlanır, Döküntütaş’a gelince oltalara bu yemler takılır, denize sarkıtılır, yakalanacak balık “Patlakgöz Mercandır” ve yemlenme konusunda görece nazlı bir balıktır. Her avcının parmak hassasiyetine dayalı patlakgözün hareket ve iştahını hissetmesi farklıdır, ben kendi adıma çok fazla mahir biri değildim bu konuda da… Lakin arkadaşlarım ziyadesiyle mahir olup ihtiyaca binaen patlakgöz yakalanırdı. Yeterince yakalandığına kani olan ekip hemen dönerdik Çeşme’ye… İlk yapılacak iş yenilebilecek miktarı tayin edip ayrı olarak restorana teslim etmek yenilecek miktarın dışında kalan balıklar ise akşam bizlere rakı, salata ve servis için oluşacak tutar karşılığı teslim etmek olacaktır. Bu iş her daim hem işin eskisi, hem iyi esnaf, hem iyi insan, hem de iyi arkadaş olan Sahil Restoran sahiplerinden Yener Dinçalp’e düşerdi… Havanın mülayim ve müsait olması durumunda deniz kenarına kurulacak masada yenilen akşam yemeğinin olmazsa olmazı da koro halinde söylenen “Oy mercanlar mercanlar” türküsü olurdu… Aaaa adının benzerliğinin dışında konuya ilişkin nasıl bir içerik vardır hala anlayabilmiş değilim lakin olsun çok büyük bir keyifle söylerdik… Birkaç kez tam da bu yüzden hem müesseseden hem de zamanın en önemli kolluk kuvveti devlet lakaplı “Bekçi Recep’ten” ikazlar almış idik… Halis ve muhlis durumun yüzü suyu hürmetine daima ikaz seviyesinde kalmıştır.

Döküntü Fenerine yönelik en komik hatıramız ise, şu anda insanların nedense artan alınganlıklarının hangi seviyede olabileceğini kestiremem yüzünden adını vermeyeceğim bir büyüğümüzün son derece kısıtlı İngilizcesi ile bir turiste ve hangi gerekçe ile olduğunu da hatırlayamadığım bir fener tarifi vardı ki, evlere şenlik… Sağ elinin bütün parmaklarının uçlarının bir noktada toplanıp bilahare de açılmasının defalarca tekrarı halinde ve fondaki replik ise “bu fener, hem yanar hem söner” olmasıdır. Gerçi bu abimizin, bir başka tarifte ise; “Motes, Turtes uff karadiken, Ayayorgi koltuk tahta biç, Tursite (şimdi Altınkum) lambur lumbur” diyerek Çeşme turizm hafızasına kazındığı yerli Çeşmeliler tarafından iyi bilinmektedir. Şimdilerde bile hala arkadaşlarla bunu hatırlar güleriz…

Bu vesile ile artık aramızda olmayanları derin saygı ve hürmet ile anıyor hayatta olanlara da sağlık ve mutluluk ile uzun ömürler diliyorum…