Cuma, Eylül 05, 2025

KİZİ MEHMET (ATAGÖZ)

Eski lakin çok güzel, en azından benim için çok çok güzel, Çeşme Cami Önü Çarşısının birbirine en fazla 20 mt mesafede 3 güzide bakkalı Kizi Mehmet, Hışım Mehmet, Atalay Abi… Her birisi ile ayrı ayrı güzel hatıralarım var, yeri geldikçe bunlara değineceğim…


Kizi Mehmet; bizim ifademiz ile “Büyük Cami” şimdilerde ise “Hacı Memiş Ağa Camisi” diye bilinen caminin hemen girişindeki, cami inşaatını gerçekleştirmiş ailenin defin edildiği yere ve şadırvana bitişik duvarı olan ve şimdiki musalla taşının bulunduğu alanı da içine alacak şekilde caminin genişliği boyutunda hatırladığım kadarı ile yoldan biraz da düşük zemini olan bir dükkânın işleticisi idi… Dükkânın ön cephesi parçalı camdan oluşmuş, maviye boyanmış ve dönemin yapı ve temizlik meşrebine de çok münasip bir görüntüde olup akşam saatlerinde kapanmak üzere ahşap kapakları bulunmaktaydı… Dönemin ruhunu yansıtan bu tablo içinde vatandaşın sınırlı ihtiyaçlarını karşılamak için gıda ve diğer ihtiyaç maddelerinin bir düzen içinde sıralandığı dükkânın arka tarafında kısmi depo görüntüsündeki bölümde varil içinde bulunan gazın satışı yapılırdı… Dikine yerleştirilmiş varilin yere yakın bölümündeki ve altına muhtemel damlamalara karşı tedbir mahiyetindeki dikine kesilmiş tenekenin içine denk gelecek şekilde yerleştirilmiş küçük çeşmesi açılır çeşitli büyüklüklerdeki ölçülendirilmiş özel maşrapalara doldurulur oradan da müşterinin getirdiği kaba aktarılırdı. Dünyada petrol fiyatları halen varil hesabı ile belirlenirken, varilin petrol ve türevi malzemelerin tevziinde artık kullanılıyor olmaması da ayrı bir enteresan vakadır. Dönemin en yaygın tüketilen ihtiyaç malzemesidir gaz, aydınlatma başta olmak üzere çok çeşitli ihtiyaçların ana girdisidir. Bizim de 3 lt’lik sarı bir metal bidonumuz vardı, Mehmet Abimizi mezkûr kabı doldurur iken izlerdim 1 lt’lik ölçülü kap ile 3 defada doldururdu, müthiş anılar… Tüm dükkân başta olmak üzere özellikle de o depo kılıklı bölüm sinen gaz kokusu ile ziyadesiyle iticidir lakin önemli bir malzeme olduğu için kimseden de itiraz çıkmazdı. Bisküviler, veresiye defterinin ve hesap yapılan masanın hemen önünde, yaklaşık 35 cm en, 35 cm boy ve 50 cm derinlikteki teneke kutular içinde üzerine içindekilerin de görünmesi için cam bir portatif kapak yerleştirilir ve yarım eğik vaziyette olurdu. Dönem itibariyle ve muhtemelen de ambalaj sanayisi fazlaca gelişmediğinden bisküviler büyük kutularda gelir, mezkûr cam portatif kapak kutu açılınca üst tarafına yerleştirilirdi. Esasen de şimdilerde olduğu üzere öyle envai çeşit ambalaj ve büyüklüklerde bisküvi yoktu, sade bisküviye talim mecburiyet idi. Genellikle, muhtemelen de pazarlama stratejisi mucibince hemen bisküvi kutusu yanında ve genellikle ahşaptan mamul lokum kutuları olurdu ki, bizler hemen 2 bisküvi alıp arasına bir lokum yerleştirip, şöyle biraz sıkıştırıp lokumu yayarak yemeyi çok severdik. Efendim bu bisküvi ve lokumlara gaz kokusu sinmiş kimin umurunda ye gitsin ağız tadı önemli… Gaz dediğin de öyle kolay temin edilir bir şey değil ki, akaryakıt istasyonu bile sadece Ilıca’da Ertan’lara ait bulunan BP idi, Çeşme’de akaryakıt istasyonu bilinmezdi bile…

Annemin köye gittiği dönemlerde, köy dediysem de şimdiki Çiftlik Mahallesi, o zamanlar bize yeterince uzak gelirdi, Mehmet Abinin sattığı teneke kutular ile ambalajlanmış tuzlu balık tercihimiz hala aklımdadır. Babam o tuzlu balıkları, tuzunu güzelce silkeledikten sonra odun ateşinin kömüründe maltız üstünde pişirirdi ki, bir daha asla o lezzeti başka bir yerde bulamadım.  

Mehmet Atagöz Abimizin lakabı ise artık hangi hislerin yansıması ve hangi kelimelerin zaman içinde yuvarlanması ya da kısaltılması ise “Kizi Mehmet”e evrilmiştir… Akla en münasip olan ve sıklıkla anlatılan ise kizi kelimesinin “kızıl” kelimesinin evrilmiş hali olmasıdır. Bilindiği üzere de Mehmet Abimiz orta boylu, oldukça beyaz tenli, yuvarlak yüzlü, koyu ve sık saçlı, saçın rengi de yanlış hatırlıyorsam şimdiden özür dileyerek yazıyorum, kızıl ve kınalı siyaha yatkın bir haldeydi… Mehmet Abinin siyah bir önlüğü vardı dükkânın kapısı açılınca üzerine giyilen ve kepenkler kapatılınca çıkarılan, her daim lekesiz tertemiz bir hali ile…

Mehmet Abi; dönemin her esnafında geçerli olan veresiye defteri usulü ile alışveriş yapılan bir düzene sahip idi, veresiye defteri bayağı kalın ilaveten bir adet de değildi belki de bunların manası fazla sayıda müşteri sahibi olmaktı. Şimdi kredi kartlarına yazdırılan borç ya da taksit talebi o dönem esnafa yazılırdı hem de gecikme faizi olmaksızın… Şüphesiz bunun aksini anlatan hikâyeler de hatırlamak mümkün lakin hatırladığım babamın içtiği “Bafra Sigarası” 60 kuruş idi ve yazdırır idik ödeme döneminde de şüphesiz makul bir süre sonra olmak kaydıyla yine 60 kuruş idi. Bu rakamı bu kadar sarih hatırlıyor olmamın sebebi de bir vade babamı çaktırmadan fazlaca borca sokmuşluğumdur, “Mehmet Abi, babam dedi ki bir paket Bafra verecekmişsin, bir de 40 kuruş verip deftere 1 Tl borç yazacakmışsın” finans yöntemiyle birkaç ay ilerlemiştim ki, büyük mahcubiyet yaşadım… Oysa sistem ne kadar güzel kurgulanmıştı lakin ömrü kısa sürdü, her yalan dolan işte olduğu üzere… Babama değil de, Mehmet Abiye bu konuda mahcubiyetim hala beni çaktırmadan terletir… Ama mahcup olmadığım vaziyet ise ara sıra kendime aldığım Bafra Sigaralarıdır. Gerçi diğer taraftaki mahcubiyeti bir defa daha yaşamayacağımdan onu da behemehâl terk etmiştim.

Maalesef her çocuk gibi çocuk yaşta sigaraya içmeye başlamıştım sanki bir halt varmış gibi… Mehmet Abimiz yapmaz idi lakin karşıdaki Atalay Abimiz, paket açıp tek tek sigara satardı, Şimdi net hatırlamıyorum ama galiba tanesi 5 kuruşa Bafra Sigarası alıyordum. Yine hatırladığım kadarı ile açık satılan 2 sigara vardı, Bafra ve Birinci… Hani sonraları, “iç birinci ol devrimci” diye takdim edilen sigara o zamanın asi ruhlu ama fakir gençleri için en münasip mamuldür. Kizi Mehmet tek tek sigara satmaz idi 3. Komşu bakkal “Hışım Mehmet” ise külliyen sigara satmaz idi… Uzun yıllar içip, sigarayı hiçbir mecburiyet olmaksızın yaklaşık 25 sene önce bırakabilmiş olmanın da bugün mutluğunu ve sağlığını yaşıyorum.

Değerli Öğretmenimiz ve büyüğümüz Ahmet Akgül’ün “1960 öncesi Çeşme” kitabında şöyle yer almıştır, Mehmet Abimiz, “Altındaki dükkân ise Mehmet Atagöz’ün bakkal dükkânıydı. Orta boyda, az şişman, her zaman sağlıklı görünen, güleç yüzlü biriydi bakkal Mehmet Efendi. O bu dükkânda uzun yıllar bakkallık yaptı. Dürüstlüğüyle herkesin güvenini kazanmış, kendisini mahalleliye sevdirmişti.”  

Mehmet Abimiz sonradan kabristana çıkan yokuşun başındaki evinin altına taşıdı dükkânını, burası önceki yerin oldukça küçük bir kopyası idi lakin artık satılan malzemeler de şekil değiştirmişti o kadar ki “karpostal” bile satılır hale gelmişti, eee ne de olsa turizm merkeziydik gayri…

Evet, “bakkalın market, dükkânın shop” olmadığı devrin kahramanı Mehmet Abimiz artık aramızda değil… Kendisini büyük saygı ve hürmetle anıyorum…      

Cuma, Ağustos 29, 2025

TAPIŞTI AHMET (KALYONCU)

 Onun döneminde yaşamış tüm Çeşmelilerin asla unutamadığı “Yazıyor, yazıyor, İzmir’e kar yağmış” ya da “yazıyor yazıyor, Makarios ölmüş” ya da “yazıyor yazıyor, Demirel’in kızını kaçırmışlar” ya da “Ecevit’in oğlu evlenmiş” diye yüksek perdeden bağırarak gazete satıcılığı yaptığıdır… Gazeteler dönem itibari ile İzmir’den, Çeşme İzmir arası düzenli sefer yapan otobüsler ile taşınırdı, o vakitler şimdiki gibi 40 dakika konforlu süren bir yol değildi mezkûr yol, otobüs kalite ve donanımları, yolun durumu vs vs gibi sebeplerle yaklaşık 4 saatlik bir yol idi… Radyatör su kaynatmaları hariç 2 mola verilir, her yol üstü köy ve kasaba yolcusu için durulur, kalkılır hatta beklenir… Gazetelerin gelmesi öğlen saatlerini bulur, gazete işini “GAMEDA” organizasyonuna siyaseten yakın olanlardan Mehmet Karabulut yürütürdü… Oğlu Mahmut Karabulut ise, “gazeteci” lakabı ile andığımız, ilkokul ve ortaokul arkadaşım olup, maalesef artık aramızda bulunamamaktadır. Bu vesile ile de kendisini saygı ile hatırlamaktayım.

Evet, Tapıştı Ahmet ve oğulları sıra ile Yaşar, Mustafa ve Hasan da artık aramızda değiller… Java motosikletli yakışıklı oğul Mustafa ile müthiş bir hatıram var, hemen kendilerinin evi önünde balık avlarken gözüme batan oltanın şaşkınlığı içinde ne olduğunu anlamaya çalışırken hemen yanımızda bitişi, beni motorun arkasına atışı ile çok kısa sürede Hükümet Tabibinin yanına getirişi minnettarlık hisleri ile kendisini her daim anmama sebeptir. Sonra yolu İngiltere’ye düşer, günün şart ve gerçekleri içinde artık yeteri kadar gelip gidemez sevdiği memleketine, sevdiği Çeşme’sine… Çok sonra vefat haberini almış, çok şaşırmış idim, uzun süre inanmadım, inanamadım, hala da inanamıyorum. Yaşar’ı da kaybettik… Benim çocukluk ve gençlik arkadaşım nam-ı diğer İlhan İrem Hasan’ı yerleştiği Kıbrıs’ta kaybettiğimizi öğrendim. Zor zamanlar ve zor zanaat ölüm haberleri ile yüzleşmek… Ve maalesef bu durum da hayatın mutlaka yüzleşilen bir gerçeği…

Ahmet Kalyoncu (Tapıştı) Büyüğümüz, Çeşme’nin birkaç şen, şakrak ve neşeli kişisinden birisidir, herkes ile selamlaşır, muhabbet eder, gün boyu herkese laf yetiştirir, takılır, şaka yapar hali ile kendisini tanıyan herkesin hatıralarını süsler… Ahmet Abimiz, Sakız Adasından bir gemi acentesinin Çeşme ofisinin açılış ve kapanışı ile ilgilidir, orayı yönetir, orada çalışır, hülasa hatırladığım oranın her şeyidir, lakin tam tamına nasıl bir iş idi görülen, şimdilerde hatırlamıyorum… Haftanın belirli günlerinde gelen teknenin işlerini ve ihtiyaçlarını giderir, bunun yanında ve kalan günlerde ise gazete müvezzii ve sinema film duyuruları işine yaygın biçimde devam ederdi.

Ahmet abimiz maalesef çağımızın baş edilemeyen melun hastalığına yakalanır, mezkûr yıllarda tedavi imkânlarının, ilaç temininin, 12 Eylül faşist darbesinin içine kapattığı Canım Yurdumda, görece azalması sebebiyle bir ömür birlikte çalıştığı ve tıpkı Çeşmelilerin sevdiği kadar kendisini seven Sakızlı Gemi Acentesinin patronları tarafından tedavi ve rehabilitasyon maksadıyla Atina’ya davet edilir… Tüm çabalara rağmen yenik düşer melun hastalığa… Ve maalesef yine dönemin şartlarının münasip olmaması sebebiyle defin işlemi de oralarda gerçekleşir… Artık, bir oğlu İngiltere’de, bir oğlu Kıbrıs’ta, kendisi de Atina’da toprağa verilmiştir, ayrılık bu bapta tecelli etmiştir… Bu vesile ile her birini ayrı ayrı saygıyla yâd ediyorum… Dünya tatlısı eşi, çocuklarının anası, karşılaşmalarımızda her birimize evlatları kadar içtenlikli davranabilen Saniye Abla da artık hayatta değildir, bir tek çocuklarından Ercüment ve torunları hayatta olup, her birine de sağlıklı, huzurlu ve uzun yaşamlar diliyorum…  

Ahmet Abimiz, Çiftlik yolunun, bugün artık fazlaca oynandığı için geriye izi kalmamış eski hali ile hemen Kaymakam Evini geçince, tam virajda, Ali Subay’ın güzel evine gelmeden sol tarafta, son derece mütevazı bir evde yaşıyordu, tüm ailesi ile. Dışarıdan bakılınca son derece dengeli ve mutlu, değilse bile dışarıya bir şey sızdırılmamış hali ile bir ev idi, aklımda kaldığı kadarı ile… 2 katlı bir ev, alt katı yüksekliği bugünkü yüksekliklerle kıyaslayınca oldukça düşük belki de başka amaçlarla kullanılırken, büyüyen ailenin ihtiyaçlarını karşılamak üzere genişleme sonucu ailece hizmete alınmış olabilir. Eski Çeşme evlerinde sıklıkla görüldüğü üzere taş duvarlar üstüne oturtulmuş ahşap bir döşemenin tavanı oluşturduğu bu zemin kat, mutfak ve oturma odası gibi kullanılırdı. Ve ben de diğer arkadaşlarımla birlikte Hasan’ın misafiri olarak bu mutfak ve oturma mekanından, özellikle Ahmet Abimizin ve Saniye Ablamızın olmadığı dönemlerde demlenmek maksadıyla hizmet aldım. Bugünkü Akpınar Otel’in bulunduğu alan ise o zamanlar hatırladığım kadarı ile genellikle “marul” tarımı yapılan bir tarla idi ve o marullardan “göz hakkı” kapsamında biz de çok faydalandık… Mezkûr ev, önünde yer alan deniz ile hemen hemen aynı kotlarda(seviye) idi… Akarca Deresini geçer geçmez tam “Kaymakam Evi” önünde denizin dalgaları sebebiyle yol sık sık bozulur idi, Belediye sürekli tamirat ve tahkimat yapardı, lakin sürekli benzer netice gerçekleşirdi burada… Yine hatırladığım kadarı ile mezkûr evin yanından Karadağ’a doğru çıkılan yoldan yağmurlu havalarda gelen su denize kavuşmak için yolu bozmaya diğer yandan da devam ederdi. Bugün doldurularak artık geriye kalmamış deniz, bizler için balık avcılığı yemi olarak kullanılan “tekesakal” deposuydu… Bu deniz ve bu yol için söylenecek çok şey var lakin oraları doldurup bugünkü subuk haline getirenlerin gürültülü iddia ve savunmaları karşısında kaybolup gitmektedir, tüm söylenenler ve söylenecekler…

Tapıştı Ahmet büyüğümüz yukarıda yazdığım üzere gazete tevzii faaliyeti mucibince sürekli hareket halindedir, kendisine hayli geç gelen gazeteleri gün bitmeden satmak mecburiyetinden mütevellit devamlı hareket halindedir, dur durak yoktur kendisine… Zamanın küçücük Çeşmesinde sürekli dolaşılır lakin gözlerde, dikkatlerde her daim muhtemel farklılıklarda… Zamanın, başta benim için olmak üzere her Çeşmelinin büyük bir haz ile hatırladığı “toptancı müstahsil halinin” arkasında çocukların denize girmek ve oynamak için sık sık geldikleri yerden geçerken, birden Ahmet Abimizin denize düşmüş bir çocuk dikkatini çeker, cebinde satılmış gazete paraları var, üzerinde elbiseleri var, kimin umurunda, boynuna astığı gazete askılığını attığı gibi suya dalar ve çocuğu kurtarır… Çocuk da bizim çocukluk arkadaşımız “Veznedar Yaşar’ın Cemal’dir”… O da yaşadığı sürece Ahmet Abimizin bu fedakârca davranışını hatırlar durur, tıpkı bizler gibi… Evet, Cemal’de artık aramızda değil, kendisini de büyük bir saygıyla yâd ediyorum…

Bu vesile ile tekraren aramızda olmayan herkesi saygıyla yâd ediyorum…

 

Cuma, Ağustos 22, 2025

ÇEŞME MEMURLAR KULÜBÜ


“Çeşme Memurlar Kulübü” adı ile 1960’lı ve 70’li senelerde faaliyet gösteren esasen kulüp denmekle birlikte lüks bir kıraathane vardı şimdiki tarihi Belediye binasının alt katında bulunan emlak servisinin yerinde… Ben 1960’lı ve 70’li seneler diyorum daha da eskisi olabilir. Benim bildiğim senelerde orada genellikle “Hükümet Konağında” çalışanların devam ettiği bir yerdi… Şimdiki Emlak Servisinin 3 penceresinden ortadaki olanı kulübün kapısı idi o devirde… Her ne sebeple yapılırdı bilemem lakin kapının cam bölümü ile pencereler belli bir yüksekliğe kadar olan bölümü perde ile kapalı olurdu. Gerçi o devirde lokanta ve gazinolarda da pencerelerde perde olurdu lakin orada da yarım idiler. Muhtemelen içeride olanları dışarıdan geçenler görmesin diye kapatılırlardı herhalde de neden görülmesi istenmezdi orası ayrı mevzuu… Aslında orada neler olduğu konusunda yaşlı genç, çoluk çocuk fikir sahibi olsalar da bu rutin korunur ve özenle uygulanırdı… Nihayetinde şehrin mülki ve askeri erkânının vakit geçirdiği bir mekândır, o kadar olacak şüphesiz…

Diğer kahvehanelerle buranın arasındaki temel fark buraya çiftçi, köylü ya da balıkçı kısmından kimse gelmez velev ki arz ya da takip edilecek bir maruzatları olmasın. Çeşmenin o devirde Hükümet Memurları haricinde en mühim zevatı olduğu intibaı veren meslek erbapları olan taksiciler de duraklarının hemen bitişikte olması hasebiyle mekânın tabii müdavimleri izlenimi verirdi. Şüphesiz ki bir vakitler hemen bitişikteki odanın “Çeşme Seyahatin” yazıhanesi olması şoförlerin bir nevi kulüp üyesi gibi davranmasını getirmekteydi. Hangi sebepledir bilinmez lakin şoförler ve otomobilciler o vakitler de tıpkı şimdiki gibi Canım Yurdumun siyasi hayatı üzerinde ziyadesiyle tesiri olan meslek erbaplarıdır.
Dedim ya; mezkûr mekânın müdavimleri dışında kalan eskilerin avam dediği milletin devam ettiği kıraathaneler ile buranın yegâne farkı görece lüks olmasıdır, mesela en mühim fark avamlar tahta sandalyelerde oturur iken memurlar kulübü müdavimleri kumaş kaplı sandalyelerde otururlardı… Yoksa çay aynı çay, kahve aynı kahve, gazoz aynı gazozdu lakin dedim ya atmosfer çok farklıydı. Sonradan diğer kahvehanelere de misal teşkil eden masaların yeşil çuha ile kaplanmasını ben ilk defa orada görmüştüm. Yoksa oradaki televizyon ile diğer kıraathanelerdeki televizyonlar aynı saatlerde yayına başlar aynı saatlerde yayını bitirirlerdi, siyah beyaz ve propaganda cihazı olarak. Kıraathane diyorum da kıraat zinhar yoktu lakin kahvehane tam teşekküllü, dert kasavet yok. Mesela avamın devam ettiği kahvehanelerde kömürde kahve içme imkanı var iken memurlar kulübünde tüp ateşinde hazırlanan kahveye talim edilirdi… Gerçi birincisi bugün artık çok aranan ve özlenen bir servistir ya, o vakit mode ve demode durum aynen bu hizadadır.

Yaşımız az ilerleyince daha önceleri “Kahraman Testerelerinde” akrabalık münasebetiyle bir iş bulan çocukluk/gençlik arkadaşımız Hasan Çetiner (Birol) bu kez bir başka akrabalık münasebetine istinaden terfien Memurlar Kulübüne geçince bizde oranın imkânlarından faydalanmaya başladık, az bir şey mi, o ocakçı ben garson… Benim garsonluk dönemimde çok enteresan bir de hikâye yaşadık, yaz ayları tabii olarak gelen dışarıdaki teras bölümünde yerleştirilmiş masalara yerleşiyor. Orta yaş üzeri görüntüsünden biraz gergin ya da asabi mizaçlı bir abi geldi, garson olarak hemen “hoş geldiniz, ne içersiniz” en hakiki sorumuzu sordum, muhterem sık karşılaşılma ihtimali olamayacak bir talepte bulundu; “kahvesi az, az kaynamış, az şekerli bir okkalı kahve”…Müthiş bir sipariş. Hemen kıdemli ocakçımız Birol’a ilettim talebi, istenilen evsafta güzel bir kahve hazır idi artık. Yanına bir bardak şebeke suyu da konuldu tepsi ile özenli bir servis yaptım, bekliyorum ki, taltif olmadı teşekkür. Bacak bacak üstüne atmış sırtını kulübe yüzüne denize dönmüş muhterem ilk yudumda döndü baktı, “bu ne be” diye öfkeyle yüzüme baktı. Korkumdan hemen özür dileyerek aldım servisi doğru ocağa Birol’a “oğlum adam kudurdu, ne yaptın sen” deyince sevgili dostum sakin sakin kahvenin içine alınan ilk yudum kadar bir miktarda kendi özel suyundan ekledi, bana döndü ve şimdi götür abiye dedi. Kahve çok beğenildi… O gün bugündür herhangi bir yerde herhangi bir sipariş verdiğimde geleni yedim, içtim eleştirim varsa da sonradan yaptım ya da bir daha o mekâna gitmedim, çünkü aklımda her daim sevgili kardeşim Birol var.

Bu kulüpte nice zamanlar geçirdik, müthiş anılar biriktirdik. Bugün artık aramızda olmayan İsmail Denizli aramızdaki yaş farkına rağmen bizim ekibin en önemli ferdiydi. Onun bir “dama” dehası olduğunu daha önceki bir yazımda bahsetmiştim, mezkûr mekânın olabildiğince cüsseli bir ahşap dama masası vardı, İsmail Usta orada bizlere dama öğretmek adına inanılmaz oyunlar, kapanlar gösterirdi. O vakitler çalıştırdığı Çeşme Gençlik takımının başarıları ya da hezimetleri üzerine bitmez tükenmez muhabbetleri orada ederdik, hani diğer arkadaşların bir kısmı futbol oynuyorlardı da dâhildiler konuya, ben futbol kabiliyeti ve iradesi elinden alınmış garip biri olarak, tahmin edilemeyecek kadar dâhil olurdum da ben bile kendime inanamazdım. Hele bazı akşamlar dünyaca çok ünlü boksör Muhammed Ali Clay’ın maçlarının sabah karşı televizyondan yayınlandığı geceler zaman geçirmek adına içilen çeşitli keyif verici mamullerin verdiği hoşlukla edilen muhabbetler bugün çok aranır olsa gerekir. O vakitler mezkûr mekânlarda alkol satışı ve içimi henüz men edilmemiştir ve men edilmesine de vesile kabul edilen hiçbir vukuat hatırlamamaktayım. Niyet men etmek olunca vesile icat etmek çok kolay şüphesiz. Bu vesile ile tekrardan artık aramızda olamayan İsmail Denizli, Tufan Çınar ve Latif Çelebi arkadaşlarımızı saygıyla yâd ediyorum.

Şimdilerde artık mezkûr mekân Çeşme Belediyesinin Emlak Servisi olarak hizmet vermekte olup dışarıya açılan kapı pencereye dönüştürülmüş durumdadır. Başta tarihi Belediye binası ile alakalı eski Belediye Başkanı büyüğümüz Nuri Ertan’ın çok harika bir tanımlaması vardır. Hani bugünkü “Çeşme Kent Müzesi” bir meyhaneler mekânıdır, şimdiki tarihi belediyenin yeri de “Marika’nın yeri” olarak namlıdır, karşıda yenilir içilir bilahare de namlı mekân ziyaret edilir ya, mezkûr seyr-ü seferin ruhuna mütenasip eskiden Marika’nın yerine gelenlerin aldığı keyfi şimdi belediyemizi ziyaret edenlerden biz alıyoruz benzeri lakırdılar, işte… Hay Allah bu hatıralar ile çok keyiflendim…   

Cumartesi, Ağustos 16, 2025

KOLÇAK ve BEYAZ ORDU


Sovyetler Birliğinin, Ekim devrimi marifetiyle oluşturulma sürecinde yaşanan kanlı iç savaşın, İngiltere ve ABD destekli meşhur “beyaz ordu” komutanı, esasen de yaşanan beyaz terörün en üst uygulayıcılarındandır Aleksandr Vasileyeviç Kolçak, sosyalist devrime karşı olmanın yanında gerçek manada tam teşekküllü bir monarşi savunucusudur da, bu uğurda katlettiği binlerce sosyalist yanında monarşiyi desteklemeyen ve dahi yaşanan vahşete dur demek isteyen hatırı sayılır bir masum kitlenin de katili olarak tarihe geçmiştir… Şüphesiz bu yaklaşım benim görüşüm, kendisi için, büyük vatansever, vatanı için can vermiş kahraman diye değerlendirmelerin de olduğunu biliyorum. Hızlı bir antikomünist olmasını kabul edip anlıyorum da, hızlı bir monarşist olmasını, toprak reformuna karşı katıksız duruşunu görmezden gelerek, bu manada sosyalist olmamalarına rağmen kendisini eleştiren ve karşı duranlara da kahredici bir yok ediciliğini göz ardı ederek, mezkur değerlendirmeleri yapanları hiç anlamıyorum, hele Rusya’nın Atatürk’ü değerlendirmeleri var ki anlaması da kabul etmesi de mümkün değildir. Ya tarih bilmiyorlar ya da eksik biliyorlar deyip geçiyoruz bu değerlendirmeleri… Beyaz Ordu içinde yükselişini, borçları ehven şartlarda geriye ödeme sözü verip İngiltere ve ABD ile varılan mutabakatın neticesine bağlamak için tarihçi olmaya hacet yok… Bidayette mezkur ülkeleri ziyaretleri, bulduğu ve bulamadığı “yüzleri”, bilahare politik ve askeri aşikar destekleri görmezden gelirseniz kendisinden şüphesiz ki kocaman bir vatansever, kocaman bir fedakar asker portresi çıkarırsınız, takdir mezkur muhteremlerindir. Hele Atatürk gibi adam idi diyenlere, hızlı bir Atatürk karşıtı hatta düşmanı olan Enver Paşa ile mektuplaşmalarındaki özellikle de “Türkistan Alayları” üzerine karşılıklı satır arası temenni, talep ve niyetlere bakılınca muradım daha net anlaşılacaktır. Konuya bu kadar angaje olan muhteremler, muhtemelen A. V. Kolçak’ın atalarının Osmanlı paşalarından gelmiş olmasına bağlayıp, hissi davranmaktadırlar. Osmanlı İmparatorluğunu TRT’deki dizilerden öğrenenler olduğu gibi mezkûr muhteremi de filmlerden öğrenenler olunca bize ziyadesiyle kelam etme hakkı düşüyor şüphesiz…

Evet, Kolçak önderliğinde yönetilen hükümet ve beyaz ordu savaştığı 2 sene boyunca astığı astık, kestiği kestik bir tarz ile hayatiyet bulmuştur.   Dönemin tanıklıklarına dayalı yazılı eserler zalimlikleri anlata anlata bitiremiyor. Gerçi her daim sınırsız ve sorumsuz yüzsüzlük ve hadsizlik edip yaşananları görmezden gelip akıllarının derinliklerindeki “sosyalizm” husumet ve düşmanlıklarının depreşmelerini seslendirenler vardır ve olacaktır, onlara da iğne ilaç az gelir…

Oysa, bizatihi kendi yazışmaları ve destek aldığı toprak ağaları ve bezirganlar ile dirsek temasları ve dahi mezkûr zevatın lehlerine yayınlanmış tamimler, İngiliz ve Amerikalı muhatap ve destekçileri ile akdedilen anlaşmalar ve akitler ziyadesiyle aşikâr ve ortada iken, yapılıyor bu söylemler, ne diyelim… Sırf bu sebeple ve bilmeyenler için mezkûr muhteremin kısacık bir biyografisi yapalım, muhterem Çarlık Rusya’sında 1. Dünya savaşı yıllarında Baltık ve Karadeniz filosunda görev yapmış, Sovyet devrimini müteakip “Çarcı” ve “gerici” olma hasebiyle görevden uzaklaştırılmış, bilahare de çarcı ve monarşist çevreler tarafından “Rusya için şart diktatör” nitelemesi muvacehesinde ve ABD misyonu himayesinde ABD’ye gönderilmiş, yeterli ilim, irfan ve teknoloji ile donatılarak, Sovyet Devrimini yıkmak üzere müstevlilerinin emrine girerek  Sibirya’ya deyim yerinde ise postu seriyor. İlk başlarda ziyadesiyle de zalimlikleri mucibince görece başarılı oluyor lakin Troçki önderliğindeki Kızıl Ordu tarafından zaman içinde yenilgiye uğratılıyor. Troçki’nin tarihsel haklılığına, teşkilatlanma becerisi ve müthiş taktiklerine karşı hamle geliştiremediği gibi uğruna savaştığını açıkladığı kitleler tarafından da tepki görmesi ve dahi harici ittifaklarının kendilerini deyim yerinde ise satması neticesinde kaçınılmaz son tecelli etmiştir. Bilahare daha da hazin son tecelli ediyor, İrkutsk’ta, Lenin’in yargılanması için Moskova’ya gönderilsin emrine rağmen kurşuna dizilmek suretiyle hem kendisinin hem de ABD ve İngiltere devletlerinin hevesleri ve hesapları sonlandırılıyor.   

İrkutsk’ta dolaşırken muhteremin izine de rastladık, ufak tefek de olsa destekçileri vasıtasıyla yad edilmek üzere bir anıt ile yaşatılmaya çalışıldığına şahit olduk. Asıl önemlisi, hali hazırda göçmenler için bir toplama ve geri gönderme merkezi ve cezaevi olarak kullanılan ve mezkûr devirde de A. V. Kolçak’ın tutuklu bulunduğu cezaevinin içinde kendisi adına bir müze düzenlendiğini öğrendim. Ziyaret etme niyeti ile kapıya geldik, bu kapı idi, o kapı idi derken doğru kapıyı bulduk ve ilk kontrol sonrası içeriye girdik. Girdiğimiz yer henüz cezaevinin bir parçası olduğundan son derece soğuk, sevimsiz ve itici bir yer haliyle. Daha ilk girdiğimiz yer bile soğuk demir kapıların gıcırtı ile açıldığı, birbirine en fazla 2 mt uzaklıktaki 2 ayrı kapıdan bile geçerken her birinde olmak kaydıyla hatırı sayılır bir bekleme ve kontrol süresi bulunan, soğuk mekân… Yabancısı olmadığım yerin benzerinde bulunmanın mide bulandırıcı hissiyatı ile bir anda ziyareti sonlandırma kararı verip oradan behemehâl ayrıldım.

Şimdilerde Kolçak’tan geriye sadece, bir milletin çok farklı amaç ve desteklerle birbirini çılgınca öldürdüğünün timsali babından şehirdeki kocaman anıt, cezaevindeki müze kopyası ve en canlı hatırlatma yapan da “Kolçak Kvası” kalmıştır… “Kvas” bilindiği üzere; çavdar ekmeğinin fermantasyonundan mamul çok az alkollü olması hasebiyle alkolsüz içecek kabul edilen Slav halklarının çok tercih ettiği bir içecektir. Bir zamanlar “komünist kola” diye de adlandırıldığını biliyordum ve Kolçak’ın adına üretilen kvası da görünce bu ne yaman tenakuzdur diye gülümsemiştim, antikomünist lidere “komünist kola” ile ironik andaç…

Üzerine yattığı söylenen tonlarca altın, tonlarca gümüşten bir eser kalmamış olduğu anlaşılmaktadır, her zaman olduğu üzere sahaya sürenler tarafından el konulduğu anlaşılmaktadır. Kaybedeceği ortaya çıkınca beynelmilel destekçileri behemehâl desteklerini çekmeye başlarlar, hatta kendisi ile birlikte çarpışan beynelmilel militer güçlerden Çek lejyonu kendisini teslim alması ve serbest bırakılmalarına karşılık kızıl ordu mensuplarına teslim edilmesi ardıllarına ders olur diye düşünülse dahi bilahare yaşanan gelişmelerden kimsenin ders almamış olması aşikardır.

 

 

  

Perşembe, Ağustos 07, 2025

ŞAMANİZM ve UST ORDA

Geçen sene Karelya Cumhuriyetinde bir türlü gerçekleştiremediğim ve ertelediğim Şaman ibadetlerine katılmayı ya da en azından seyretmeyi İrkutsk gezimizde gerçekleştirmeyi çok arzu ettiğimden gecikmeden daha ilk günden nerede ve nasıl olur diye araştırıyorum. Olkhun Adası Şamanizm açısından kutsal ilan edilmiş bir alan, hemen oraya gidilecek diyerek bir tur organizasyonuna dahil olduk. Ada kutludur, kutsaldır aynı zamanda, Şamanizm’in gözlerden uzak merkezidir de, söylenenlere göre… Daha yolda ilk molamız bir şaman ibadet yeri oldu, ortada dikili ağaç kütükleri üzerlerinde çok çeşitli şekiller kazınmış, önde bir yerde ateş yakılmış, izleri duruyor, bunların etrafında da görece kısa ve ince yine bol miktarda ağaç kütükleri dikilmiş, üstlerinde envai renk bezler bağlanmış vaziyettedir. Buryat dilinde etrafta birkaç levha var anlamaya çalışıyoruz, nafile… Birinde Rusça yazılmış “ibadet esnasında bozuk para bırakabilirsiniz” gibisinden bir ibarenin olduğunu gördüm. Hala benim için yeterli değil bu bilgi ve gördüklerim, adayı bekliyorum. Tekrar yola koyuluyoruz.

 

Hedef Olkhon Adası, yaklaşık 65 km. lik mesafeyi yolun iyi olmaması ve sık sık tamiratlara denk gelineceği yaklaşık 2 saatte kat edeceğimizden sabah erkenden İrkutsk Angara Oteli önünde guruba katılıyoruz, bir önceki yazımda bahsettiğim üzere tur minibüsü Gazeli Andrei kullanıyor. Baykal Gölüne ulaşıyoruz bir vade sonra bekleyen bir arabalı vapura biniliyor ve en yakın noktadan adaya vasıl olunuyor. Öğrendiğimize göre ada Baykal Gölünün içindeki dördüncü büyük ada, arazi çeşitliliği ve arkeolojik alanlarının çeşitliliğinden, az bir nüfusunun olduğundan bahsediliyor, galiba yaklaşık 2.000 civarında ve neredeyse tamamı Buryat halkından oluşuyormuş. 

 

Ada merkezine varmadan oldukça yüksek, Baykal Gölünü iyi bir açıdan gören bir noktaya geliyoruz, göl burada oldukça büyük bir koy oluşturmuş ve etrafta bir grup at var hepsi serbest otluyor, bir kısmı dünyanın en büyük tatlı su kaynağı gölden su içiyor, kimisi birbirine çok yakın, kimisi biraz uzak, kimisi siyah, kimisi alacalı lakin otlayanların ve su içenlerin her biri büyük bir keyifle kuyruk sallıyor, ne müthiş bir manzara… Tepeden göl tarafına bakıyoruz, masmavi bir gökyüzü masmavi bir su yüzeyi, keyifleniyoruz, fotoğraflar çekiliyor, sonradan hatırlayabilmek adına. Yüzümü tepeye doğru dönünce Karelya Cumhuriyetinden de hatırladığım, yüzlerce üst üste yedişer adet olmak üzere konulmuş taş yığınları görüyorum, muhtemelen gök tengrinin ya da doğanın kendilerine şans getirmesine dilemek adına üst üste konulmuşlar… Rehberimiz de sorulunca bir şey anlattı lakin ben anlamadım… Moladan sonra, kıyıdan balık tutanların yanından aracımıza doğru ilerliyoruz, istikamet merkez…

 

İşte bundan sonrası daha önce anlattığım tercihan makadan bırakılan yoldan adanın merkezine varıyoruz. Hemen aracın bizi bıraktığı noktadan “Şaman Tepesine” ilerliyoruz, burası Şaman ibadetlerinin gerçekleştiği bir alan, toprak ve etrafı iplerle sınırlandırılmış bir yoldan, yine toprak bırakılmış bir meydan ve tam ortasına denk gelecek şekilde yaklaşık 6-7 mt yüksekliğinde, çapları da yaklaşık 60-70 cm olan ağaç kütükleri dikilmiş ve her birinin önünde birer kaya parçası yerleştirilmiş durumda… Galiba bizden önce bir ritüel varmış gibi bir izlenimim var, bunu destekleyen bir başka görüntü de dikilmiş ağaç kütüklerinin önlerindeki kaya parçalarının üzerinde dökülmüş sütlerin izlerini görüyorum, taze taze, taze çünkü bir taraftan da kuşlar dökülmüş sütten nasiplerini alıyorlar… Süt bolluk ve bereket şefaat edercesine dökülüyor da sonuçta kuşlara nasip oluyor… Dikili 13 adet ağaç kütüklerinin yerden yaklaşık 1,5 mt lerine kadar ve aralarına da bağlanmış askının üzerinde binlerce rengarenk bezler bağlanmış, talep, dilek ve istekler iletilmiş bu bezler vasıtasıyla, gerisi de “Gök Tengriye” kalmış… Lakin hala benim arayışım olumlu sonuçlanmadı… Öğrendiğime göre de bir başka aktif ritüel merkezi İrkutsk’un yaklaşık 40 km kuzeyindeki “Ust Orda” şehri, ertesi gün ilk iş oraya gitmek…

 

Merkez Otogardan nasıl gidileceğini öğrenip, ertesi gün otobüslerin kalktığı merkez Pazar yerine yürüyerek varıyoruz, bir iki sorudan sonra Ust Orda’ya gidecek minibüse kuruluyoruz. Yol boyunca sadece yolun sağ tarafında olmak üzere, 1,3,5,7 ağaç kütüğü dikilmiş ve üzerlerinde ziyaretçilerin ya da ibadet edenlerin bağladığı rengarenk bezlerle donatılmış, irili ufaklı ritüel merkezlerinden geçerek, Ust Orda’ya varıyoruz. Araya sora, nihayetinde buluyoruz ilgili merkezi… Randevusuz gelinince araya sıkışabilme yol ve yöntemleri usulü dairesince aranıyor, dilimizin döndüğünce yalvar, yakar, alıver, veriver… Neyse, biraz beklememiz halinde, Şaman’nın bizi kabul edeceği bilgisi veriliyor, seviniyoruz… Bu boşluk anında hemen ibadethanenin ön tarafında yer alan ve genel manada, arkeolojik, etnografik, paleontolojik ögelerin öne çıktığı bölümleri ve modern resim sanatları bölümü, Rusya müzelerinin olmazsa olmazı, büyük vatanseverlik savaşındaki yerel vatandaşların katkısı ve yararlılıklarının belgelerle anlatıldığı bölümleri olan müzenin gezilebilmesi için talebimiz birkaç yetkiliye sırası ile anlatılınca lütfedip izin verip ve mihmandar eşliğinde gezmemizi temin ettiler. Ve artık randevu saati geliyordu, müzenin arkasındaki bölüme geçtik… 

 

Ağaç kütüklerinden oluşan oldukça yüksek çitin arasındaki küçük kapıdan ilgili avluya giriyoruz, etrafta üzerlerinde çeşitli figürlerin bulunduğu dikili taşların, taştan mamul heykellerin yer aldığı geniş bahçenin içinde çeşitli büyüklüklerde ahşap kütük evlerin bulunduğu yerde bekliyoruz, yine ahşap kütük ibadethaneye girmek için. Dikili taşlar üzerindeki figürlerin her birinin “Buryat” masal ve efsanelerinden yansımalar olduğunu anlıyoruz yazılı metinlerden… Nihayetinde bir görevli bizi Şamanın beklediği söylüyor, içeriye giriyoruz, aaaaa o da ne, Kadın Şaman… Ben şaşırıyorum, kadın şaman olur mu, diye de soruyorum, el cevap, evet… Evvelemirde başlıyoruz, “Şamanizm” hakkında bilgi almaya, kadın şaman olur cevabının ardından öncelikli soru şaman nasıl olunuyor, hayretle öğreniyoruz ki şaman olunmuyor, şaman doğuluyor, yani burada da bir başka şekil “el verme” geleneği söz konusu, bilahare şamanlıkta da bir merhale meselesi varmış ve 9 merhale olurmuş. Şamanlıkta merhale kat edildikçe de bilgiye, görgüye, erdeme, maharete erişme ve hükmetme seviyesi ve yetkisi de artıyormuş… “Derin Hoca” olabilme usul ve kaidelerine benzerlikler hemen aklımıza geliyor…

 

Şamanın makamı son derece sade ve faaliyetlerine uygun tefriş edilmiş, kendi oturduğu makamın karşısında sağlı sollu, sade ağaçtan mamul banklar bulunmakta, biraz da tasnif edilmiş şekilde yerleştirildiği için soruyoruz, şamanın sağ tarafına gelecek yerdeki banklar erkek, sol taraftaki bankların da kadınlar için yerleştirilmiş olduğu öğreniyoruz, kadın şaman olsa bile karma oturma düzeni olamıyormuş, enteresan…Şaman uzun uzun vaazla, Şamanizm ve şamanlık üzerine çoğunu anlayamadığım lakin bilahare yapılan kayıt çözümlemesi neticesinde köken, beceri, karşılıklı beklentiler ve sonuçları üzerine olduğu anladığım bir tanıtım olmuş. Soru cevap şeklinde ilerleyen bu takdim bölümü içerisinde öğreniyorum ki, Şaman ne kadar ömrümün olduğunu da biliyor, hemen söylemesini talep ediyorum lakin onun özel bir seansla olabileceğini beyan ediyor ve anlıyoruz şüphesiz özel bölümün özel bri talep karşılanması gerektiğini, hay Allah ne kadar da birbirine benziyor, derin muhabbetler… Anladık ki, ömrümüzün vadesini öğrenemeyeceğiz, bu soruları maddi kayıpsız atlatıyoruz, artık ibadete geçilecek… Bir takım kıyafet ilavelerinden sonra takmayı sevmediğini beyan ettiği bir başlık da başa geçirildi, eline aldığı ipler ve ziller karışımı bir aparat ile önündeki mangal benzeri kapta bayağı zorlukla ve birkaç kez denedikten sonra yakabildiği ateşin bol dumanı ile okuyarak üfleyerek, oturduğum yere gelip önümde mırıldamalara devam etti, söz de bana şefaat arz ederken benim de iki kolumu aşağıdan yukarıya doğru açılmış vaziyette sanki bahşedileni başımdan aşağıya döküyormuşçasına kürekler misali atmamı istedi… Tören sona erdi, teşekkürlerimizi nakit olarak takdim edip ayrıldık…

 

Artık maksat hasıl oldu, şaman ile tanıştık, okudu üfledi selametle bizi uğurladı ya, ölsem de gam yemem gayri… Şimdi artık eksiğimiz “Şinto” ayinine katılmak ve yakında o da olur, inşallah… Tanrıya çok yönlü yakınım gayri, hiç boşluk yok, maşallah…  

 

 

Çarşamba, Temmuz 30, 2025

DEKABİRİSTLER

Şimdi net tarihini hatırlamıyorum bir vade önce Rusya’da sinemaya gitmiştim, afişini beğendiğimden “Dekabirist” filmini tercih edip izlemiştim. Film Rusça idi haliyle konuşmaların çok büyük çoğunluğunu anlamadan film nasıl izlenirmiş o gün bu zevki ya da ıstırabı yaşadım… Konu maalesef hiç bilmediğim bir konu olmakla birlikte ilgimi de çekti ve film sonrası istim arkadan gelir misali konuyu öğrendim… Rusya'da Çar 1. Nikola'nın döneminde “Fransız İhtilalinin” düşünce ve eylemlerinden mülhem, çar otorite ve yetkilerini, yeni bir anayasa yaparak kısıtlamak düşünce ve planı ile bir grup subay ve aydının 1825 tarihinde gerçekleştirdikleri bir ayaklanma var, işte mezkur film de o konuyu işlemektedir. Ayaklanma çok kanlı bir biçimde bastırılır, ayaklanma önder ve destekçilerinin bir kısmı, ayaklanma bastırılırken katledilir, bir kısmı asılarak idam edilir bir kısmı da Sibirya’ya sürgün edilir.

 

Filmde adı geçen liderlerden biri de “Prens Volkonski” idi, ayaklanma da, Napolyon’un Rusya işgal planı ve kısmi başarılarının yaşandığı sürecin hemen ardından geldiği de bilindiğinden, Lev Tolstoy’un müthiş eseri “Harp ve Sulh” undaki “Prens Volkonski” olabileceği tahminiyle detaylı bir okuma ihtiyacı oluştu. Gördüm ki, evet tahmin ettiğim gibi Mareşal Repnin ve General Volkonski her iki vakada da yer alanlar… Artık “Dekabiristler” bilgim dahilindedir ve herhangi bir yerde karşıma benzer bilgi ve alakalı ilişkiler çıkarsa dikkat edeceğim bu yeni gelişmelere… Eksik plan ve strateji, yetersiz teçhizat ve silahlanma, yetersiz liderlik, birlikte hareket edenlerin hedef ve öncelik tayininde kararsızlık ve dağınıklık, isyan günlerindeki talihsizlikler gibi çeşitli sebepler ciddi kayıplara yol açıyor haliyle ve kaybediliyor…

 

Biliyorum ya, önce idama mahkûm edilse de bilahare sürgüne çevrilen ceza muvacehesinde başta Prens Volkonski olmak üzere önemli bir grup isyancı Sibirya sürgünüdür artık… İrkutsk’da da kolayca bulduk izlerini… Sürgünde yaşadığı müze eve gittik, gezdik, yaşadıklarına dair izler üstüne düzenlenen 2 katlı evden edindiğimiz intiba, baş olunca sizin sürgünlüğünüz de değişik oluyor. Ayaktakımlarının sürgünü bir azap rüzgârı iken baş olanların sanki biraz da tatil rüzgârı havasında geçmiş gibi… Önceleri Sibirya madenlerinde koca bir 30 yıl geçirdi, sürgün olarak edebiyatının, yaşadığı evi, bahçe ve müştemilatları görünce ne kadar da abartma dolu olduğunu anladım. Başta Prens Volkonski
ve beraberindekilerin ibadetleri de düşünülmüş ve hemen konutun dışında bir kilise tahsis edilmiştir, yorumsuz olarak levhasındakinin Google marifetiyle tercümesi aynen şöyledir; “dekabiristlerin ve ailelerinin sürgünüyle ilişkilendirilen Başkalaşım Kilisesi”.  Ben buraya fotoğraflar koyacağım lakin merak edenler, küçük bir Google araştırması ile kastımın ne olduğunu anlayacaklardır. Demek ki baş olmak mühimmiş, “baş ol da isterse soğan başı ol” sözü mucibince… 

 

Sankt Petersburg’da da bir anıt var, dekabiristler için düzenlenmiş. Tam da idam edildikleri noktada… Bir dikilitaş (obelisk) ve üzerinde idam edilen 5 liderin isimleri… Hemen Rus Askeri Müzesi yanında yer alan bu obelisk enteresan bilgilere gebedir. Mezkûr 5 lider birlikte asılarak idam edilecek, olmaz oluyor, idam sırasında ipler kopuyor, Rus geleneklerine göre idam sırasında ip koparsa, mahkûm affedilir, lakin burada böyle olmuyor Çarın öfkesi büyük, yeni ipler getirtiliyor ve idam gerçekleştiriliyor… Adam Çar tabii ki, gelenek, görenek ve yasa umurunda mı, canı öyle istiyor… Sonuç itibariyle isyancılar tarumar, isyan anında, bilahare idamlar ve sürgünler… Artık onların rüyası bir başka bahara kalmıştır… Sonraki gelişmelerde “yarım kalan senfoni” öncelikle “narodniklerce” sahip çıkılsa dahi Lenin’in de feyz aldığı bilinmektedir. Lenin’in askeri teşkilat içinde mücadele taktiklerinden söz ederken Dekrabrist tecrübesinin göz önünde bulundurulması gereğini defaatle bahsettiği alakalı muhteremler tarafından belirtilmektedir. 

Siyasi sürgün ve tecritten murat suçlu addedilenlerin öncelikle toplumdan ve de özellikle ailelerinden izole edilmektir bana göre, tıpkı benim de bizatihi yaşadığım 12 Eylül süreci benzeri, lakin ne dekabiristleri ne de 12 Eylülde yargılanan bizleri her türlü baskı, eziyetlere rağmen ailelerimiz terk etmedi, bu da muktedirlere dert oldu… Konu özelinde ağırlıkla aileler Sibirya’ya gidip yerleştiler, 30 yıldan fazla oralarda hayatlarını sürdürdüler… Bilahare, her baskıcı rejimin yumuşama ihtiyacı duyduğu gibi, Çar değişince buradaki sürgünlere de af gelir lakin onlar yaşanmışlıklarının yüzü suyu hürmetine, unutmuyor, affetmiyor, vaz geçmiyor, Sibirya’da kalmaya devam ediyorlar.  

19. yüzyılın henüz başlarında Rusya Çarlığına karşı sosyal, siyasi ve edebi faaliyetler gösteren erken dönem devrimcileri sayılabilecek Dekabristler, edebiyat dünyasının yazar ve şairlerinden de çok büyük destek görmektedir, bunların başında da dönemin önemli yazar ve şairlerinden  biri kabul edilen Puşkin’dir. Subay ve dönemin aydınlarından oluşan Dekabristler, monarşi, çarlık, kölelik ve serfiğe karşı mücadele ederler ve aynı coşkuyla da hürriyet ve müsavat savunucusudurlar. Öncelikle Fransız ihtilali ve sonraki Napolyon işgali, önce hürriyet ve müsavat talebi, bilahare de milli şuur, vatan sevgisi, vatana bağlılık, hislerini kamçılamıştır artık… Puşkin, bir dekabirist olmamakla birlikte en önemli destekçileridir, bu manada okumalarımdan anlıyorum ki, dekabiristler de nerdeyse Puşkin’in tüm şiirlerini ezbere bilmektedirler.  

Esasen de, dekabiristlerin inanılmaz bir destekçi grubu vardır, onlar ki sessiz çoğunluktur ve bıkmışlardır, kölelikten, serflikten lakin çok sonraları “suni denge” diye formüle edilen toplumsal olgu sebebiyle pozisyon alma çaresizliği içerisinde taraf tayin edememektedirler. İşte onların bu durumunu, sessiz desteklerini ve genel manadaki değerlendirmeyi Dekabrist Şteyngel haklı olmanın da verdiği güvenle şöyle değerlendirmektedir; Özgürlük sevgisini yok etmek için, çarın tüm halkı yok etmekten başka çaresi yok.”

 

Evet, Rusya ordusunun reforme edilmesi planları muvacehesinde önceden yapılan anlaşmalar marifetiyle Fransa’ya askeri eğitime gönderilen subayların Rusya’ya getirdiği hürriyet ve müsavat talepleri, arkasından yaşanılan Napolyon işgalinin estirdiği hava ile karşılaşılan dağınıklık ve tek adam başarısızlığına karşı direniş olarak tarihe geçen bu vaka gerçek manada incelenince görülüyor ki, kocaman bir bölgede değişik sonuçlar oluşmasına yol açmaktadır. O kadar ki Osmanlı üzerinde bile Yunanistan bağımsızlık isyanını tetikler, sonuçları itibariyle tüm Balkan ülkelerinde bağımsızlık ilanlarına, sınır değişikliklerine kadar varır…  

Perşembe, Temmuz 24, 2025

ANGARA NEHRİ ve İRKUTSK

Geçen yazımda belirtmiş olduğum üzere, Sibirya’nın merkezi sayılacak İrkutsk Şehrindeyiz, haftalık bir ev kiraladık internet üzerinden, nasıl bir ev ile karşılaşacağız merakı da var. Ev sahibesini bizi kararlaştırdığımız saatte bekler bulduk, bina dışarıdan güzel görünüyor, bina kapısından girdiğimizde merdivenin ahşap olduğunu görünce alışkanlıklarımız gereği ziyadesiyle şaşırdık, merdivenler bina ile aynı yaşlarda olsa gerek ve boya dışında da tamir, değişim görmediği aşikâr vaziyette idi. Merdiven böyle olunca evin içi de böyle olur şeklinde zihni hazırlığımız eve girince birden değişti, son derece modern, bakımlı ve temiz bir ev bizi bekliyordu, aydınlatması, tercih edilen seramikleri, kullanılan mobilya ve mutfak eşyaları, kullanılacak sarf malzemeleri ile… 

 

Gitmeden önce edindiğimiz bilgilere göre şehir, Angara Nehri ile İrkut Nehrinin birleştiği kavşağın içerisinde kurulmuş… Evet, Angara Nehri, yani bizim meşhur iş adamımız Vehbi Koç’un “k” yerine “g” deyişiyle bizim Ankara oluvermiş Angara… Gerçekten öyle midir diye bir bakayım dedim, Canım Yurdumun Başkentinin adının nereden geldiği söylentilerinin bir tanesinin de buradan Anadolu’ya göçen Türk kökenli kavimlerden olabileceğinin de yer aldığını gördüm. Esasen de bu iddianın akla en son gelebilecek bir ihtimal olduğunu düşünüyorum, sıfır ihtimal diyemiyorum. Hani başkent Ankara için anlatılan Frigçe ve Yunancada gemi çapası manasındaki “Ancyra” kökenli olduğu ve Frigya kralının orada bir gemi çapası bulduğu efsanesine de bakınca, gemi çapası ve Ankara’nın nasıl bir alakası olur diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Nehrin adının Buryatça “yarık”, “ağız” veya “açıklık” manalarına kullanılan “Angara” kelimesinden geldiğini öğreniyorum. İlaveten “Angara” kelimesini bölgede çok değişik boylar adı altında yaşayan Türklerin de zaman içerisinde kullanmaya başladığını da öğreniyorum. Lakin Angara Nehri ve Baykal Gölüne atfedilen daha bir dolu efsane var, tıpkı bizim Anadolu’da göllere, dağlara ve nehirlere atfen dilden dile aktardığımız gibi…  

 

Angara Nehrini son derece güzel düzenlenmiş bir park içinden izliyorum, müthiş bir debi, müthiş bir genişlik… Baykal gölüne akan yaklaşık 300 nehrin aksine gölden dışarıya tek çıkışın olduğu Angara Nehridir ve yaklaşık kavuştuğu Yenisey Nehrine kadar kat ettiği mesafenin de 1779 km. olduğunu öğreniyorum. Suya hasret dünyanın adeta su içindeki dünyaya bakışı da bir başka olur herhalde… Üzerinde 3 adet ciddi kapasiteli baraj ve hidroelektrik santral ve bazı mesafeleri kateden gemi seyrüseferi olduğunu da öğreniyoruz aktarılan bilgilerden. Hemen hemen su kenarında kurulmuş her Rus kentinde olduğu üzere çok başarılı nehir ve çevre düzenlemelerinin yapılmış olduğunu burada da görüyoruz. Oluşturulan yeterli genişlikte yaya ve bisiklet yollarının nehir manzaralı halinin hemen arkasında yer yer genişliği 200 mt. ye varan şehir boyunca bir park ve parkın hemen her köşesinde şehrin ve ülkenin önemli insanları için dikilmiş heykeller, unutulmamayı ve hatırlanmayı erdem haline getiriyor. Parkın içinde sadece kahve ya da sıcak içecek ya da dondurma satışı yapan nostaljik mimaride mobil kiosklar bulunmakta olup ilaveten insanların rahatça oturup eğleşmesi ve manzara izlemesi için yeterince miktarda banklar yerleştirilmiş durumdadır. Temizlik konusu ise adeta kentsel ahlak ve muhafaza ruhunun bir tebarüzü, her yer pırıl pırıl deyim yerinde ise… İrkutsk şehri de baştan başa tertemiz, bazı yerlerde kanal çalışmaları dışında tabii ki…

 

İrkutsk’un gezilecek tüm yerlerini nerdeyse baştan sona yürüyerek geziyoruz, zaman sınırı da olmayınca her detayı görerek ilerliyoruz. Kiraladığımız ev de tam isabet, gezilecek yerlerin merkezi… Genellikle dışarıdan gelenlerin Baykal Gölündeki Olkhon Adasında kaldığı yönünde bir bilgi edinmiştim lakin adayı gördükten sonra benim dinlediklerim galiba çok küçük bir azınlığa denk gelmenin ötesinde değil, evet, ada çok önemli bir inanç merkezi, bendeki intiba böyle… 

 

Daha önce yazdığım üzere İrkutsk bir Şamanizm ve Budizm merkezi, tıpkı Ulan Ude gibi… Burada Şamanizm merkezi ya da ibadethanesi nerededir diye sorunca bize ittifakla verilen adrese hemen gittik, hem de yürüyerek giderken bir heybetli kilise görünce ziyaret ettik, benzerlerin bir tekrarı benim açımdan, sadece bahçe biraz farklı peyzaja sahip. Kilise çıkışından itibaren yaklaşık 1,5 km. sağlı sollu ahşap evler, kâh bireysel kâh yatay apartman gibi, pencere ve kapılar müthiş süslü ve renkli, büyük keyifle yürüyoruz. Budizm merkezine varınca sağlı sollu tabelalarda “Dalai Lama”nın sözleri ile bizi karşılıyor merkez. Lakin merkezde yenileme ya da genişleme çalışmaları bayağı hızlı yürüyor izlenimi veriyor, geniş ve bir koru içinde arazi tahsis edilmiş, şanına yakışır bir giriş kapısı yapılmakta ya da yenilenmekte, biz yandan servis kapısı gibi bir yerden giriyoruz. İbadethaneler bölümleri meşgul, biz dışarıdan şans getirdiğine inanılan daireleri çevirerek ilerliyoruz, bazı yerlerde fotoğraf çekmemize izin vermiyorlar, her dini külliyede olduğu üzere olmazsa olmaz hediyelik eşya satışı yapılan yerler ve kafeteryalar… Ziyaretçi sayısı hiç de az değil, kimi bizim gibi turist kimisi de ibadet ve gerekli ritüelleri yerine getiriyor… Hala bir Şaman ibadetine tanık olamadık, kararlıyım bulacağım… Dönüşte yolumuzun üstünde Şamanizm için bir başka merkez kabul edilen “Ust Orda” kentine nasıl gideriz onu öğreniyoruz, ertesi gün hedef orası… Gerek Olkhon Adası gerekse de Ust Orda da Şamanizm adına şahit olduklarımı detaylı şekilde bir başka yazımda yazacağım, çünkü artık maksat hasıl oldu, gerçek şaman ile tanışıldı, birlikte ibadet edildi…

 

Dönüş yolunda, Kolçak’ın hapsedildiği hapishane, dekabirist Prens Volkonski’nin müze evini ziyaret ettikten sonra yine bu sefer bir başka caddeden ahşap evlerin arasından yürüyerek şehir merkezine ulaştık. Artık bir şeyler yeme ve içme vaktidir dedik “Buryat Mutfağı” tercihi yaptık, girişte bizi lokanta sahibi olduğunu anladığım bir abi karşıladı, yüz ay gibi tıpkı buradan bizim ellere göç ettiği söylenen atalarımızın siması, alışkanlık üzerine “selamünaleyküm” dedim, yüzüme bir ters bakış atarak “ben Müslüman değilim” dedi, al başına belayı… Neyse artık içeriye girmişiz geriye dönmeyelim dedik, yan kapıdan bizi klimalı bir bölüme aldılar… Oturduk, buralarda denildiği üzere “Nahırhane” kılıklı bir yer, hani bizim imarethane gibi… Bizim kısmen haşlamaya, benzeyen et, patates ve noodle dan oluşan bol kişnişli bir yemek olan Şulap, Rus mantısı, ya da Gürcü Hinkalesi benzeri bir mantı ve bir bira ısrarla soğuk olsun dememe rağmen sıcak olarak içtim… Bir daha böyle bir yere gitmeme kararı alarak hesabı ödeyip, ayrılıyoruz…

 

Rus kentlerinin istisnasız her birinde görüleceği üzere müthiş bir tiyatro binası var, zannetmeyin bir tanedir, daha 4 adet gördüm, çeşitli disiplinlere ait irili ufaklı, sonra siz kalkın onlara laf edin, vallahi bizim şimdilerde bazı şehirlerimizde sinema yok, aaa bunlar mekruhtur denilirse de, lafın tükendiği yer der geçerim… Her şehirde olduğu üzere burada da büyük sayılabilecek bir kütüphane, buna da artık çağımızda Google varken ne gerek var denilebilir, bakıyorsunuz eksiği ile gediği ile giren çıkan ciddi bir nüfus var, benim açımdan kıskanılacak bir vaziyet…

 

Her şehirde olduğu üzere, Lenin heykeli, Lenin adına en önemli cadde, Marks ve Engels adına caddeler, 130 Kvartal adında merkezde restore edilmiş ahşap evlerle dolu bir turistik alan, daha neler neler…  

 

 

 

Cumartesi, Temmuz 19, 2025

ULAN UDE VE BURYAT CUMHURİYETİ

Bu sene yolumuzu, uzun yıllardır planını yaptığımız üzere Sibirya’ya düşürdük, önce İrkutsk sonra da Ulan Ude…. Hani, duyar duymaz kimilerinin çok soğuklarını, kimilerinin siyasi sürgünlerini, kimilerinin Atalarının topraklarını, kimilerinin uçsuz bucaksız steplerini, kimilerinin uçsuz bucaksız bataklıklarını hayal ettiği coğrafya, Sibirya… Bu sene meşhur Baykal Gölü’nün doğu ve batı kesiminde yer alan “Buryat Özerk Cumhuriyetini” ile “İrkutsk Oblastını” imkanlar dahilinde yaklaşık 2 haftalık bir süre için deyim yerinde ise gezdim, tozdum… 

 

Öncelikle tam burası olmasa da eski Sovyetler Birliği ülkelerinde yaklaşık 35 yıldır farklı farklı nedenlerle ama kısa, ama uzun zaman dilimlerinde bulundum ve alaka gösterdiğim konuların başında her daim sokaktaki ortalama insanın davranışlarını gözlemlemek olmuştur. Diğer taraftan devletin görece ve ortalama olarak vatandaşına yaklaşım ve davranışının tezahürü olan günlük servis ve hizmetlerin, hastanelerden mezarlıklara kadar nasıl bir düzenleme içinde olduğunu imkanlar dahilinde her daim gözlemlemeye çalıştım. Hani Canım Yurdumun Amerikanperverlerinin her daim seslendirdikleri “soydaşlarımıza büyük baskılar yapılıyor” feveranlarının doğru olmadığını hep gördüm… Esasen de, bir baskı söz konusu ise, her ülkede olduğu üzere lakin görece artılı, eksili ve yönetenlerle yönetilenler arasında varit olup görünen o ki bu durum dünya var oldukça da devam edecektir… Burada enteresan olan kendi yaptıkları zulmü normal görüp başkasına eleştiri yöneltmek arzusudur ki bu arzunun menşeinin okyanusun diğer tarafı olduğu aşikar olup kapitalist dünyanın sosyalist dünyaya düşmanlığının bir tezahürüdür. Şu anda da, biz beğensek de beğenmesek de, burası tam bir federasyon görünümünde, her bağımsız ya da diğer ifadeyle federasyona bağımlı cumhuriyet ahalisi kendi dilini özgürce kullanıyor, dilini tabelalara özgürce yansıtıyor… Görünen o ki, bu kadar çok milliyeti ve dili, hem de folklorik ve antropolojik halitasıyla bugüne getirebilmek ve fazlaca problem çıkmadan yönetebilme konusunda ziyadesiyle başarılılar… Belki ABD’yi de örnek gösterenler çıkabilir aramızdan lakin yüzyılların “siyahi” ve “latino” probleminin hala kanayan yara olduğunu unutmayalım, şüphesiz orada da bazı kısmi başarılı çözümlere rastlamak mümkündür. Gerçi iki aynı şeyi kıyaslamıyoruz, birincisi oranın yerlileri iken ikinci örnektekiler sonradan dahil olmuşlardır. Neyse konumuz bu değil, deyip ilerleyelim…

 

Bugüne kadar hiç “Ulan” kelimesi üstüne düşünmemiştim, hani “Ulan Ude” ya da “Ulan Batur” gibi kent isimlerini gördüğümde ya da duyduğumda sadece görür ya da duyardım. Bu kez manası üstüne bilgilendim. Ulan Ude kenti diğer birçok kent gibi oldukça hacimli bir nehir kenarında kurulmuş mezkûr “Ude” Nehri de adını kente vermiş… “Ulan” ise Moğolca ya da Buryatça “kırmızı” demekmiş dolayısı ile de kolayca “kızıl” manasında kullanılır olmuş, hem de rejimin rengi nitelemesi ve muamelesi ile büyük bir sitayişle… Devrim öncesi adı “Verhneudinsk” imiş, artık ne umarlarsa bu isim değişikliğinden, hemen değiştirilmiş… Yahu yeni bir kent mi inşa ettiniz, yeni bir yol mu yaptınız, yeni bir meydan mı yaptınız, verin istediğiniz ismi, değil mi? Ne istersiniz, halkın belleğine, türkülerine, masallarına, hikayelerine yerleşmiş isimlerden… Değiştirilince bu isimler halkın hatıralarını, hafızalarını alt üst ediyorsunuz… Lakin kimin umurunda adam muktedir ya, “yaptım, oldu, bitti”… Oysa kendisinden gelene de isim değiştirme yetkisidir bu kullandığı yetki lakin ne gam, ne keder… Neyse, biz yine dönelim, bu fikir ihdası arasından, dediğim gibi “Ulan” kızıl ya, rejimin akış ve meşrebine uygun olarak “Kızıl Ude” ya da “Kızıl Nehir” olarak sahne alır gayri… Ve meşhurdur da, hemen yakındaki Tuva Cumhuriyetinde de başkentin adı “Kızıl”dır, yine rejim tercihine binaen…  Sirayet marifeti ile komşu ülke Moğolistan’ın başkenti de nasiplenir dönemin bu marifetinden adı “Urga’dan”, “Ulan Batur’a” (kızıl bahadır) terfi ettirilir. 

 

Buryat Cumhuriyetinin başkenti Ulan Ude enteresan bir kent toplamda ben ziyadesiyle beğendim, bir defa şehrin eski kesimi inanılmaz şekilde en fazla iki katlı ahşap ve eski binalar ile dolu, bu dolaşırken emin olun insan üzerinde çok etkili oluyor. İnanılmaz pencere ve kapı detayları içinde dolaşıyorum, her birini fotoğraflamaya çalışıyorum, imkanlar dahilinde… Müthiş detaylar, yapan ustaların sabrına mı, özenine mi, niyetine mi, becerisine mi, hayran olunmalı, yoksa sahibinin zenginliğine mi, beklentisine mi, bilemiyorum, bu güzellikler için, en basitinden en sofistikesine kadar her birisinin ayrı bir hikayesi vardır, eminim… Bir ara bir taksi sürücüsünden eski binaların yıkılacağı gibi bir şey duydum ve dikkat kesildim, neyse ki kurtarılamayacak kadar kötü durumdakileri kapsayacakmış karar, biraz rahatladım oysa ki onları da ihya etmek mümkün lakin nedir gerekçe bilmiyorum. Belki de rant burada da devrede…

 

Şehrin tam merkezinde bulunan “Lenin Başı Heykeli” şu ana kadar gördüğüm kendi kategorisinde en büyüğü bence, varsa da ben görmemişim… Her önemli liderin adına anıtlar, heykeller bulunur her yerde, görünen o ki, yapılan heykellerin büyüklüğü ile liderin büyüklüğü arasında her zaman olmasa bile bir doğru orantı var sanki… 

 

Bir başka alanda, özellikle 1937-38 dönemini kapsayan “idari zulüm ve siyasi sebeplerle kovuşturmaları” konu alan bir düzenleme yapılmış, takdimi de şöyle düzenlenmiş, Google çeviri imkanlarıyla anlayabildiğim; “kollektivizasyonun başlangıcı, din karşıtı kampanyaya yeni bir ivme kazandırdı. Herhangi bir milliyetten, sosyal veya yaş grubundan temsilciler böylesine saçma bir suçlamayla tutuklandı. Sabotajla mücadele bahanesiyle, endüstriyel işletmelerin, eğitim kurumlarının ve hükümet organlarının en iyi personeli yok edildi. Kolluk kuvvetlerinin kendileri bile tutuklanmaktan kurtulamadı.” Takdim edilen çeşitli gazete haberleri, duyurular, fotoğraflar ve heykeller ile desteklenmiş, insanlık adına zor zamanlar… Muktedirler maalesef her yerde benzer muamelelere başvuruyorlar… Bu düzenlemenin tam karşısında ise buna nazire yaparcasına bir levha var, orak çekiçli bir bayrak yanında kocaman harflerle “CCCP”, artık nasıl yorumlamak gerekirse… Daha önce başka yerlerde de gördüklerim enteresandır, mesela İrkutsk’ta bir banka binasının üstünde, “ГОС БАНК C.C.C.P.” yazarken, inanılmaz sayıda ve evsafta sosyalist yazar, çizer, oyuncu heykelleri, park düzenlemeleri ve müthiş Lenin heykelleri ve dahası Kızıl Ordu tanıtımları ile adeta buralar SSCB’nin hala yaşadığına delalet gibi duruyor…

 

Buryat Cumhuriyetinde hâkim dini tercihin Budizm ve Şamanizm olduğunu anlıyoruz. Hani yukarıda bahsettiğim “dini baskılar” var ya, sanki var olanlar biraz aksini söylüyor gibi…   Ulan Ude’den yaklaşık 25 km uzaklıkta “İvolginsky Datsan” adında önemli bir Budist dini merkezini ziyaret ediyoruz… 1945 yılında açılıyor burası, enteresan bir kompleks geziyoruz, çok çeşitli büyüklüklerde tapınaklar var, öğrencilerin eğitim aldıkları ve yatılı oldukları bir merkezde aynı zamanda…  

 

Daha yazılacak çok şey var lakin şimdilik bu kadar… İleride yeri geldikçe anlatılacak şeyler olur…

Salı, Temmuz 08, 2025

ANDREİ ve GAZELİ

Baykal Gölüne gidiyoruz, hedef göldeki meşhur ve kutlu ada Olkhom… Ada tam manasıyla bir el değmemişlik abidesi, yolları ile, konut yapım ve atık su tercihleri ile… Bilindiği üzere dünyanın en büyük tatlı su rezervlerinden birisidir mezkur göl, gelin görün ki ağaç fukarasıdır da aynı zamanda, toprak sarıdır, Siberya’nın steplerinin tüm özelliklerini taşımaktadır… Ada kutludur, kutsaldır aynı zamanda, Şamanizm’in gözlerden uzak merkezidir de, söylenenlere göre… Doğru anladım ise eğer, Yakutlar, Moğollar ve Eskimoların bir araya gelmesi neticesi, adeta halitası sayılabilecek Buryat’ların yaygın dini Şamanizmin adası, bir tepede göl manzaralı bir yerde ayinler için görkemli bir düzenleme yapılmış ve bu yüzden adanın kutsaliyeti de tescillenmiş adeta… Ayin alanı her yerde olduğu üzere kalın gövdeli ağaçların üzerlerinde çeşitli manalara gelecek şekilde bir takım şekiller ve oymalarla bezenmiş vaziyettedir, lakin bu kez ağaç gövdeleri görece daha kalın ve yüksektir. Her ayin noktasında kolayca görüleceği üzere dikili ağaç gövdeleri tek sayılardan ibarettir, burada da 13 adet görkemli bir düzen içinde dikilmiştir. Dikkatimi çekmişti, 1, 3, 5, 7, 9, 11, 13 gibi tekli sayılardan oluşuyordu ve İrkutsk ile Olkhom adası arası yer alan ayin noktalarının tamamı yolun gidiş istikametinde sadece sağ tarafta yer alıyorlardı… Bu tespitimi bir sonraki gün “Üst Orda” kentinde katıldığım bir Şaman ayininde Şaman’a sordum, tespitimin doğru olduğunu lakin sebebinin ne olduğunu öğrenemedim. Evet, Göl manzaralı ayin noktasında belli ki bizden hemen önce bir ayin yapılmış lakin biz yetişememiştik, izler çok taze idi bana göre, sormama rağmen bunu da öğrenememiştim. Direklere bağlanan rengarenk çaputların varlığından çok anlaşılır bir durum olmamasına rağmen hemen direk önlerinde bulunan görece büyük kayaların üzerine dökülen sütlerin çok fazlalığından çıkarmıştım, hemen törenler sonrası geldiğimizi… Gerçi biz orada iken de vatandaşlar tek tek gelip mezkûr kayaların üstüne süt döküyorlardı ama anında oradaki kargaya benzer kuşlar tarafından derhal yutuluyordu. Adanın merkezi görünümündeki “Khuzhir” yerleşimi en turistik mevki olup yolları stabilize, kanalizasyon yok, fosseptik düzeneği var, umumi tuvaletlerde su ve sabun yok, bir bakıma geri kalmışlık diye nitelendirilecek gibi dururken birden toprağı kimyasallara karşı nasıl da korudukları anlaşılıyor… Makadam yollar ise turistte ihtiyaç varken cazibeyi arttırmadan, gelişlerin adeta gizliden bir engeli gibi durmaktadır. Kendilerince bir biçim dahilinde kalabalıkları ve kirlenmeyi uzak tutmaktalar, ben de bu tarza şapka çıkarıyorum… Aaaa bütün bunlara rağmen ben gelip görmek, kalmak istiyorum diyenlere de konforu ve imarı doğa ile uyumlu olmak kaydıyla, görece düşük tutulmuş konaklama evleri bulunmaktadır. Aynı yerleşim yerine çok yakın doğa ile uyumlu gayet güzel plajlar ve sörf merkezleri yer almakta tüm ziyaretçilerin uğradığı “Şaman Kayalıkları” diye bilinen Baykal Gölünün nadide manzara veren kayalıkları da bulunmaktadır. 



Şöförümüz Andrei’nin kullandığı adını bir güzel ceylan türü olan “gazella’dan” alan aracı, bu yollara direnmek ve dayanmak üzere özellikle tasarlanmış, teknolojik üstünlükleri tartışılsa bile buradaki yollara uygunluğu ve sağlamlığı asla tartışılmaz. Gazel adlı ceylandan mülhem araç esasen bugün batılıların hatta bir kısım Rusların bile teknoloji ve konfor bakımından burun büktükleri bir araç olup bizdeki yaygın kullanımdaki “Ford Transit Minibüslerin” emsalidir. Ben kendi adıma gerek Ada öncesi yollarda gerekse de özellikle Ada içindeki yollarda bir taraftan programı tutturacağım diye zamana yönelik hız, bir taraftan da çıkan tozdan hızlı uzaklaşmak adına yol yüzeyinin rezalet derecede oluşuna rağmen sonuç itibariyle güvenli sürüşlerin temininden öncelikle Andrei’ye ve tabii ki “Gazalle’ya” bir sempati ve saygım oluştu. Gerçi araca bu adın verilmesinin bir ironi mi olduğunu hala çözebilmiş değilim, ceylandaki narinlik ile araçtaki narinlik arasında nasıl benzerlik ve ilham oluşmuş olduğunu çok anlayabilmiş değilim sonuçta…

 

Ertesi gün yeniden Andrei ile Baykal’ın en güzel plajından birisi olan “Aya Körfezine” gitmek üzere yola koyulduk, yine aynı binbir zahmet ve meşakkatli bir yolculuktan sonra Olkhom Adası karşısında anakaradaki bu güzel yere ulaştık. Sibirya’nın karakteristik inşaat malzemesi ahşap ile yapılmış doğa ile son derece uyumlu küçük bir otelin bulunduğu koy adete her şeye rağmen buraya gelmek bu sıkıntılı yolculuğa değer diyenlere kucak açmış. Göle gelmeden önce kat edilen geniş ve göz alabildiğince uzanan steplerin içinde birbirini kesen, birbirine paralel sürekli değişen yönlerde, araçların kullandığı patika yollarla dolu… Bir ara yanımızdan 2 adet yine bu coğrafyaya son derece uygun ve uyumlu “uaz” marka ziyadesiyle sade ve basit görünümlü minibüs patikaları toza boğarak geçtiler, emin olun Orta Asya üzerine yapılmış belgesel filmlerde zannettim kendimi bir an için… Andrei sakin kendi patikasından, minibüsünün bir o yana, bir bu yana ciddi sallanmasına adeta çalkalanmasına kulak asmadan hoplaya zıplaya lakin sürat düşürmeden deyim yerinde ise tam gaz ilerliyordu, hem gelişte, hem de dönüşte…

 

Öyle bir plaja geldik ki inanılmaz bir görüntü var, anladığım ineklerin plajı insanlardan daha fazla kullandığı. Yıllar önce tıpkı bizim Çeşme’de de “Eşek Adasında” rastladığımız manzara, bilenler bilir “yılkı eşekleri” adaya getirilip serbest bırakılırdı ya, siz de hangi maksatla olursa olsun adaya ayak bastığınızda etrafınızda biterdi eşekler, sonradan ne oldu ise, kim rahatsız oldu ise gayri eşekler düşük voltaj elektrik verilmiş tel örgülerle çevrili alanın içine alınmıştı, işte öyle bir şey… Muhtemelen tüm gün serbest vaziyette “otlanan” inekler su ihtiyaçlarını da bu tatlı su deposundan gideriyorlar ve bu maksatla plaja geliyorlardı… Deyim yerinde ise inek sürüleri için “ekmek elden, su gölden” misali yine bir sınırsızlık… Peki, bu gelişlerinden, oralara ziyadesiyle pislemelerinden insanlar rahatsız mı, değil… En azından şimdilik… Tam bir iç içelik, birliktelik…

 

Bu araçları görünce hemen aklıma geldi, yıllar önce bir zemheri kış günü Kazakistan’ın o zamanki başkenti Almaty’dan Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’e gideceğiz, en güvenli, en kısa yol, karayolu, araç soruşturuyoruz yaklaşık 10 cm buz kaplı yoldan bizi hedefe sağ salim götürmek adına… Sonunda arkadaş tavsiyeleri üzerine konforu görece az lakin güvenliği ve mezkûr şartlara uygunluğu üst seviyede bizim “Murat 124” emsali “Jiguli” dedikleri araçla yaptık yolculuğu, sonuç alındı…

 

Evet, Orta Asya, Sibirya sınırsızlıklarında bu güzellikleri yaşadık, yaşananlara ve yaşayanlara tanıklık ettik, bir eksiğimizi daha tamamladık, eksik çok tabii ki… Nakıs geldik, nakıs gideceğiz… Bu vesile ile, bizi mezkur iki gün içinde sağ salim planlanan her yere ulaştıran Andrei’ye teşekkürlerimizi bir kez daha iletiyorum…