“Gerçek
bilgelik deliliktir. Kendini bilge kabul etmek ise gerçek deliliktir.” diyor büyük usta Aziz
Nesin… İşte, yaşamımızın geldiği bu noktada, sorgulamamız gereken en önemli
ayrıntı bu olmalı, delilik bir kişilik çökmesi midir? Yoksa aklın bulunduğu
irtifadan büyük bir sıçrama yapması mıdır? Yoksa aklın etraftaki tahakküm edici
ve baskıcı yaklaşımlara isyan ederek özgürleşmesi midir? Yoksa akıllılık ya da
delilik insanın işgal ettiği hacimde “topyekûn” tariflenir bir şey midir? Yoksa
akıl üstü az delilik midir ya da delilik üstü az akıl mıdır? Peki, bu nasıl bir
tariftir, bu uğurda yüzlerce dahi, deli ithamları altında çökertilmiş ya da tam
tersi nice deli, dahi diye âdemoğlunun önüne büyük payeler verilerek çıkarılmış,
var olan akli muvazenemiz ve selametimiz yerinden depreştirilmiştir. Tarihin
gördüğü en önemli dâhilerden ittifakla kabul edilen Albert Einstein’ın deli
olarak itham edilmesi ile yine tarihin eli en kanlı diktatörü 10 numara deli Adolf
Hitler’in de dahi diye sunulması bile tek başına durumumuzu sorgulamanın yegâne
gerekçesini oluşturabilir. Peki, onun için “deli
oluyorum” gibi başlayarak, ya ünlü bir sanatçıyı, ya ünlü bir futbolcuyu ya
da güzel bir modeli kast ederek tebarüz ettirişimiz, azıcık da özlenen ya da
güzel bir şeyi ifade etmez mi? Diğer taraftan, bizi kızdıran olaylar ile yüz yüze
gelince “delirtme beni” denilmiyor
mu? Vs vs… Görüleceği üzere delilik zannedildiği kadar da kötü bir durum olmasa
gerek… Ya da Cem Karaca’nın “beni siz
delirttiniz” adlı eserinde dediği üzere, deliliğin salt kendi çabaları ile
oluşmadığı, dikkat çekilen konulara bakınca da, dışarıdan empoze edilen ve
sonradan ya içselleştirilen ya da öyle imiş gibi davranılan bir hal olduğunun
ispatı değil midir?
Neyse bu konuda sayfalar dolusu
yazabileceğimi söylüyor içimdeki ses ama konuyu uzmanlarına bırakıp, biz başlıktaki
konumuza dönelim. Ünlü yazar ve şair Samuel Beckett’in bir sözü ile bu faslı
sonlandıralım; “Delilik çoğunlukla başka
bir kılığa bürünmüş akıldan başka bir şey değildir.”
“Hadi
oradan şapşal”
diyerek kendisine takılanlara bir hayli ironik cevap verirdi, sözde kendisi
deli olarak bilinirdi ama gel gör ki o da bu kabil takılan insanlara hiç te
akıllı muamelesi yapmazdı. Tüm gençliğimiz boyunca hatta şimdilerde de
kendisini yâd ederken “Deli İzzet”
diye adlandırdığımız ama şimdiden o günlere baktığımda da aslında tam da öyle
olmayabileceğini düşündüğüm, Çeşme’mizin önemli kişilerinden sayılan bu
muhteremden hatırlayabildiğim kadarı ile bahsetmek ve kendisini bu anlamda da yâd
etmek istiyorum.
Sürekli birlikte dolaştığı, aslında
kendisinde de ne bulduğu da hiç anlaşılmadığı halde, kendisinin peşinden
ayrılmayan “köpek” ile olan müthiş
iletişiminin asla ve kat’a başka bir yaklaşım ile izah edilemeyeceğinin adeta
ispatıdır onun hayvanseverliği. Ancak bugünlerde sosyal medya ortamlarında
büyük bir sitayiş ile paylaşılan, kedi ya da köpeklerle aynı kaptan yemek yeme,
su içme ya da birbirlerine sarılarak yatma gibi alışkanlıkların prototipidir, “Deli İzzet” ya da hayvan sever İzzet.
Parmaklarındaki, ya taşı düşmüş ya da sağı
solu kırık ya da eğri büğrü ama bir hayli gösterişli yüzükleri ile adeta “Michael
Jackson” tarzı dansın öncülü olan bu büyüğümüz, ağzından eksik olmayan gümüş
sigara ağızlığı ile bazen 1 bazen de 2 camı da düşmüş güneş gözlüğü ve boynuna
direk bağladığı kravatı ile hep aklımızda ve hatıralarımızda olacaktır. Bütün
bu eksik halleri ile öne çıkıp, bazılarımızın anlam yükleyemediği ya da
kolaycılıkla deli deyip geçtiği hallerin, kendisinde yarattığı mutluluğu ve
rahatı, bugünlere kendimizi mutlu hissetmenin ön koşulu gibi görerek taşıdığımız
“aman deliye her gün bayram” sözü ile
kâindir sanki… Hayatında asla tembelliğin yer almadığı muhterem sürekli bir
işler yapıyordu, boş durma boşa çalış sanki onun saklı bir ilkesi imiş gibi…
Kahvehane temizliği, çimento indirme yükleme, tüp indirme yükleme ve taşıma, vs
gibi her verilen iş için elinden gelen ne ise yapardı, tüm bu işlerde en önemli
ekürisi de Köste’li Nezir idi… “Gübreye
gübreye” diye kendisine seslenenlere, “Hadi
oradan şapşal” diyerek, bir yandan ters tekme atarak, çalışılacak işte
seçicilik yapardı, nedense sadece bu tür bir iş kendisine söylendiğinde bu
kabil tepki verirdi…
Kendisine en fazla takıldığımız konu ise, maç
anlatması ile 23 Nisan şiiri okuması olurdu. Çarşı içinden geçen muhterem,
hemen uzatılan sandalyeye çıkar, başlardı ateşli ateşli maç anlatmaya,
futbolcuların hepsi yüzde 100 yerli idi şüphesiz. Futbolcuların neredeyse tamamı,
Balıkçı Seydiahmet, Köse İbrahim, Kaporo Kemal, Arap Mehmet gibi şimdilerde tıpkı
kendisi gibi artık yaşamayan büyüklerimiz olup kadrolar genellikle
balıkçılardan oluşurdu… Genellikle de o anda dükkânının önünde hangi esnafı
görürse top ondadır, o topu alır, çalım atar, topu sürer, sürer, sürer ve
sahayı bitirir idi, tabii ki ara sıra da gol ile sonuçlanan ataklar da
anlatırdı. Şiir okuması da benim bildiğim sadece 23 Nisan üzerine idi,
sandalyenin üzerinde duruşu ise tıpkı tecrübeli bir politikacı edası ile olur
ve mutlaka “23 Nisan, 23 Nisan neşe
doluyor insan”, tekerlemesi ile başlar, arada yer ve zaman ve de ruh hali
ile ilgili olarak farklı mısralara yer verir ama sonu mutlaka “kuzular
me me dedi” ile nihayetlenir idi.
Her düğünün, davetsizi olmasına rağmen en
müstesna katılımcısı olurdu, mutlaka dans edecek bir alan yaratır, ama mutluluk
patlaması içinde olduğundan asla şüphe edilmezdi… Ulusal bayramlarda çalınan
davulların en önde gelen oyuncusu idi aynı zamanda…
Çeşmeli önemli gördüğüm kişileri yazmaya
devam edeceğim, bu fasıl deli lakabı ile müsemma “İzzet”e
ayrılmıştır. Bu vesile ile kendisini mekânının cennet olması dileği ile özlemle
anıyorum… Önemli bir şahsiyet mi idi, evet hem de hiç şüpheniz olmasın ki,
tıpkı ortalıklarda akıllıyım diye gerdan kıran bir dolu insan kadar… Tercihimiz,
ortalıkta hem de rol alarak dolaşıp kendinden başkasına hiçbir hayrı dokunmayan
akıllılar yerine herkese hayvanseverliği, çalışkanlığı ve mutlu yaşamı ile bir
nebze de olsa yol ve iz göstermiş bu kabil delileri yazmaktır…