Cumartesi, Mayıs 05, 2018

AHMET SİNAN


Kent kimliği ve karakteri oluşumu ve de kentsel bellek yaratılması, tarihi, ekonomik ve toplumsal gelişmelerin, mezkûr mekân ve kişiler arasındaki karşılıklı üretilen ve yürütülen ilişkilerin diyalektik çözümlemesi, çevre algısı ve farkındalığı ile tüm kentin mekânsal, kişisel ve toplumsal gelişiminin birlikte harmanlamasındaki başarı ile doğru orantılıdır. Tüm bu detayların belleklerdeki şekli, yeri ve önemi ve de hatırlanmaya değer olma hali, bilgi ve doküman toplama, oluşturma ve sergileme isteği ve becerisi ile artar ya da eksilir. Bu anlamda bir taraftan doğru olmanın göreceliliğine rağmen aslolan neyin, nasıl olduğu, oluşuma etki eden toplumsal ve tarihsel köklerin nasıl anlaşıldığı, nasıl kavrandığı, belleklerde nasıl yer aldığı, bu yaklaşımların kent karakteri üzerindeki etkileri ve de geleceğe yönelik projeleri şekillendirmesi bakımından hayati öneme sahiptir. Bu yaklaşımla uzunca bir süredir, Çeşmenin kendimce, sıradışı ve diğerlerinden çok farklı olmalarından ötürü önemli bulduğum kişilerinin ve mekânların yâd edilmesi başta olmak üzere ileride oluşacak “Kent Müzesi” için, Çeşmede yaşayanların buraya yönelik, kişi, mekân ve olay bazında görüş geliştirmesi ve oluşturması ve nihayetinde de içleştirmesi ile daha harmonik bir kent kültürü oluşumuna katkı sunabilmek için yazmaya çalışıyorum. Eksik var mı, şüphesiz vardır, belki seçilen figürler yerine daha başkaları başkalarının önemine binaen öne geçmiş olabilir ve de olmalıdır, tam da bu yüzden başkaları tarafından, başka açılardan ele alınmalıdır vs vs… Konu ile ilgili daha önce de yazılar yazan, görüşler üretenlere katkı olsun anlamında ele alınmalı tüm bu çabalar, ilaveten daha başka anı tazelemesine de vesile olabilirse ne mutlu bana… Bu anlamdaki eksikler için baştan özür diliyorum…

Ahmet Sinan büyüğümüz, hatıralarımda yer almaya şu andaki restore edilerek kullanıma alınan Haralambos Kilisesinin (birilerinin uydurarak Çakabey Kültür Merkezi dediği) batı tarafına denk düşen hediyelik eşyaların satıldığı dükkânların önüne açılan kapıdan girilen ve diğer faaliyetlerden ayrılarak oluşturulan küçücük alandaki “üretici perakende hali”nde, yine rahmetle andığımız diğer büyüğümüz Manav İbrahim (İbrahim Gören) ile birlikte çalışmakta idiler.  Ayrıca Manav İbrahim (İbrahim Gören) de bir ayrı yazı konusu olacak kadar önemli bir kişidir Çeşme için ve yakında onu da yazma planım bulunmaktadır. Yerli üreticilerin mevsimine göre ürettikleri çok çeşitli sebze ve meyvelerin açık arttırma ile satıldığı bu işletmede tanışmış idim Ahmet Sinan ile. Ben de babamın küçük üretici olması nedeni ile bana düşen kasa veya sepet toplama işleri için gidip geliyordum çünkü bu anlamda yapılan tarım faaliyetleri ailenin tüm bireylerinin katılımı ile yapılıyor idi. Babam ile olan samimi ilişkileri ve kendisine her büyüğümüze yaptığımız üzere gösterdiğimiz titiz ve özenli saygı nedeni ile bizi hayli sever ve adam muamelesi yapardı.

Sonraları kendisi ile yollarımız yeniden; Çarşı içindeki (Old Bazaar) tarihi ve bir hayli ünlü ve sahipleri de çocukluk arkadaşımız olan “İmren Lokantasının” tam karşısında ve benim de yaz aylarında çalıştığım halı-deri-hediyelik eşya dükkânı “Bazaar 33” ün hemen yanındaki girişi çok dar, iç tarafı bir hayli geniş olan kendisinin ortakları Kaparo Kemal ve Arap Mehmet birlikte çalıştırdıkları balıkçı dükkânında kesişmiştir. Nasıl unutabilirim o balıkçı dükkânındaki muhteşem anılarımızı, o zaman dükkânın önünde balık sergilemek için yuvarlak kırmızı bir tezgâh bulunur ama nedense tezgâhta dönem itibari ile fazla da müşterisi olmayan ama bilenler tarafından da özellikle aranan Adabeyi (iskorpit) balıkları sergilenirdi. Ortakların bir şekilde içerde ve meşgul bulundukları bir sırada, sanki tezgâha kedi dadanmışçasına “pist pist, Mehmet abi koş kediler, balıkları kapıyor” diye erkete seslenişi ile balıklar yürütülerek hemen arkadaki mutfakta “kakavya” hazırlığı tamamlanır, fırında kara sırla kaplanmış toprak kap içinde (çükali) pişmesi sonrası mis gibi olan yemeğe, mezkûr ortakların davet edilmesi “yahu yine mi bizim balıkları yürüttünüz” fırçası ile birlikte yenilen öğlen yemekleri ve şimdilerde ise de yemekten ziyade her gün aynı mizansenin tekrarlanması ve üstüne kahkahaların atılması ile burnumda tütmekte… Evet, siz ne iyi insanlardınız, Ahmet Sinan, Kaporo Kemal ve Arap Mehmet büyüklerimiz, sizleri ve büyük hoşgörünüzü de büyük bir özlemle yâd ediyorum… Ahhh “Çarşının” dili olsa da Ahmet Sinan büyüğümüzün “Mavraki kefal” bağırışlarını dile getirse ya da tekrarlasa…

Bizim yaş kuşağımız hatırlar, yerel 12 Eylülcüler her şeyi katlettiği gibi, durup dururken “Atatürk heykelinin şeklini ve yerini” de değiştirerek, bir dönemin hayalini yok etti, gerçi durup dururken dediğime bakmayın gerekçesini %99,99 isabetle tahmin ediyorum da… Atatürk heykeli (aslında heykel de değil bir büst idi) şimdiki Ertan Otelin giriş kapısının tam önünde yaklaşık 20 mt uzağında, arkası Sakız Adasına bakar şekilde idi… Bu heykel ile ilgili büyük bir keyifle hatırladığım ve bizim kuşak ve daha büyüklerinin bildiği ve pek te sevimli karşıladığı, “Ahmet Sinan” büyüğümüzün mutat her akşam gelip “Atam kalkta gör memleketi ne hallere getirdiler” şikâyetname törenleridir. Bu konu ile ilgili detayları ve nedenleri ve de evinin hazin istimlaki konusundaki iddiaları bir başka yazımın konusu yapmayı planlamaktayım. Hayalimdeki Çeşme meydanında “Atatürk heykeli” aynı boyut ve şekliyle aynı yerde olmaya da devam edecektir. Elinde kovada getirdiği su ile Atatürk büstünü uzunca bir süre siler, temizler, aklar-paklar ve martılara ya da kargalara kızar, hatta küfreder… En sonunda da uzunca bir süre yalvarma ve yakarmalarına cevap alamayınca Atatürk’e de kızar, söylenerek oradan uzaklaşırdı. Peki, Ahmet Sinan büyüğümüz şimdi yaşasa idi neler söylerdi acaba? Aman da aman…

Elinde sepeti ile dolaşması, ne satın aldığını kendinden ve satandan başkasının, “alan var, alamayan var” gerekçesi ile asla bilmesini istemediği, şiir okumaları ile insanları kendisine hayran bırakması, geç evlenmesi gibi konular, Ahmet Sinan büyüğümüz anılmaya başladığında yaşıtları ya da kendisini yakından tanıyanların söz konusu ettiği yönleridir de aynı zamanda… Ruhu şad olsun…

Pazar, Nisan 29, 2018

İZZET


 “Gerçek bilgelik deliliktir. Kendini bilge kabul etmek ise gerçek deliliktir.” diyor büyük usta Aziz Nesin… İşte, yaşamımızın geldiği bu noktada, sorgulamamız gereken en önemli ayrıntı bu olmalı, delilik bir kişilik çökmesi midir? Yoksa aklın bulunduğu irtifadan büyük bir sıçrama yapması mıdır? Yoksa aklın etraftaki tahakküm edici ve baskıcı yaklaşımlara isyan ederek özgürleşmesi midir? Yoksa akıllılık ya da delilik insanın işgal ettiği hacimde “topyekûn” tariflenir bir şey midir? Yoksa akıl üstü az delilik midir ya da delilik üstü az akıl mıdır? Peki, bu nasıl bir tariftir, bu uğurda yüzlerce dahi, deli ithamları altında çökertilmiş ya da tam tersi nice deli, dahi diye âdemoğlunun önüne büyük payeler verilerek çıkarılmış, var olan akli muvazenemiz ve selametimiz yerinden depreştirilmiştir. Tarihin gördüğü en önemli dâhilerden ittifakla kabul edilen Albert Einstein’ın deli olarak itham edilmesi ile yine tarihin eli en kanlı diktatörü 10 numara deli Adolf Hitler’in de dahi diye sunulması bile tek başına durumumuzu sorgulamanın yegâne gerekçesini oluşturabilir. Peki, onun için “deli oluyorum” gibi başlayarak, ya ünlü bir sanatçıyı, ya ünlü bir futbolcuyu ya da güzel bir modeli kast ederek tebarüz ettirişimiz, azıcık da özlenen ya da güzel bir şeyi ifade etmez mi? Diğer taraftan, bizi kızdıran olaylar ile yüz yüze gelince “delirtme beni” denilmiyor mu? Vs vs… Görüleceği üzere delilik zannedildiği kadar da kötü bir durum olmasa gerek… Ya da Cem Karaca’nın “beni siz delirttiniz” adlı eserinde dediği üzere, deliliğin salt kendi çabaları ile oluşmadığı, dikkat çekilen konulara bakınca da, dışarıdan empoze edilen ve sonradan ya içselleştirilen ya da öyle imiş gibi davranılan bir hal olduğunun ispatı değil midir?

Neyse bu konuda sayfalar dolusu yazabileceğimi söylüyor içimdeki ses ama konuyu uzmanlarına bırakıp, biz başlıktaki konumuza dönelim. Ünlü yazar ve şair Samuel Beckett’in bir sözü ile bu faslı sonlandıralım; “Delilik çoğunlukla başka bir kılığa bürünmüş akıldan başka bir şey değildir.”

“Hadi oradan şapşal” diyerek kendisine takılanlara bir hayli ironik cevap verirdi, sözde kendisi deli olarak bilinirdi ama gel gör ki o da bu kabil takılan insanlara hiç te akıllı muamelesi yapmazdı. Tüm gençliğimiz boyunca hatta şimdilerde de kendisini yâd ederken “Deli İzzet” diye adlandırdığımız ama şimdiden o günlere baktığımda da aslında tam da öyle olmayabileceğini düşündüğüm, Çeşme’mizin önemli kişilerinden sayılan bu muhteremden hatırlayabildiğim kadarı ile bahsetmek ve kendisini bu anlamda da yâd etmek istiyorum.

Sürekli birlikte dolaştığı, aslında kendisinde de ne bulduğu da hiç anlaşılmadığı halde, kendisinin peşinden ayrılmayan “köpek” ile olan müthiş iletişiminin asla ve kat’a başka bir yaklaşım ile izah edilemeyeceğinin adeta ispatıdır onun hayvanseverliği. Ancak bugünlerde sosyal medya ortamlarında büyük bir sitayiş ile paylaşılan, kedi ya da köpeklerle aynı kaptan yemek yeme, su içme ya da birbirlerine sarılarak yatma gibi alışkanlıkların prototipidir, “Deli İzzet” ya da hayvan sever İzzet.

Parmaklarındaki, ya taşı düşmüş ya da sağı solu kırık ya da eğri büğrü ama bir hayli gösterişli yüzükleri ile adeta “Michael Jackson” tarzı dansın öncülü olan bu büyüğümüz, ağzından eksik olmayan gümüş sigara ağızlığı ile bazen 1 bazen de 2 camı da düşmüş güneş gözlüğü ve boynuna direk bağladığı kravatı ile hep aklımızda ve hatıralarımızda olacaktır. Bütün bu eksik halleri ile öne çıkıp, bazılarımızın anlam yükleyemediği ya da kolaycılıkla deli deyip geçtiği hallerin, kendisinde yarattığı mutluluğu ve rahatı, bugünlere kendimizi mutlu hissetmenin ön koşulu gibi görerek taşıdığımız “aman deliye her gün bayram” sözü ile kâindir sanki… Hayatında asla tembelliğin yer almadığı muhterem sürekli bir işler yapıyordu, boş durma boşa çalış sanki onun saklı bir ilkesi imiş gibi… Kahvehane temizliği, çimento indirme yükleme, tüp indirme yükleme ve taşıma, vs gibi her verilen iş için elinden gelen ne ise yapardı, tüm bu işlerde en önemli ekürisi de Köste’li Nezir idi… “Gübreye gübreye” diye kendisine seslenenlere, “Hadi oradan şapşal” diyerek, bir yandan ters tekme atarak, çalışılacak işte seçicilik yapardı, nedense sadece bu tür bir iş kendisine söylendiğinde bu kabil tepki verirdi…

Kendisine en fazla takıldığımız konu ise, maç anlatması ile 23 Nisan şiiri okuması olurdu. Çarşı içinden geçen muhterem, hemen uzatılan sandalyeye çıkar, başlardı ateşli ateşli maç anlatmaya, futbolcuların hepsi yüzde 100 yerli idi şüphesiz. Futbolcuların neredeyse tamamı, Balıkçı Seydiahmet, Köse İbrahim, Kaporo Kemal, Arap Mehmet gibi şimdilerde tıpkı kendisi gibi artık yaşamayan büyüklerimiz olup kadrolar genellikle balıkçılardan oluşurdu… Genellikle de o anda dükkânının önünde hangi esnafı görürse top ondadır, o topu alır, çalım atar, topu sürer, sürer, sürer ve sahayı bitirir idi, tabii ki ara sıra da gol ile sonuçlanan ataklar da anlatırdı. Şiir okuması da benim bildiğim sadece 23 Nisan üzerine idi, sandalyenin üzerinde duruşu ise tıpkı tecrübeli bir politikacı edası ile olur ve mutlaka “23 Nisan, 23 Nisan neşe doluyor insan”, tekerlemesi ile başlar, arada yer ve zaman ve de ruh hali ile ilgili olarak farklı mısralara yer verir ama sonu mutlaka    “kuzular me me dedi” ile nihayetlenir idi.

Her düğünün, davetsizi olmasına rağmen en müstesna katılımcısı olurdu, mutlaka dans edecek bir alan yaratır, ama mutluluk patlaması içinde olduğundan asla şüphe edilmezdi… Ulusal bayramlarda çalınan davulların en önde gelen oyuncusu idi aynı zamanda…

Çeşmeli önemli gördüğüm kişileri yazmaya devam edeceğim, bu fasıl deli lakabı ile müsemma  “İzzet”e ayrılmıştır. Bu vesile ile kendisini mekânının cennet olması dileği ile özlemle anıyorum… Önemli bir şahsiyet mi idi, evet hem de hiç şüpheniz olmasın ki, tıpkı ortalıklarda akıllıyım diye gerdan kıran bir dolu insan kadar… Tercihimiz, ortalıkta hem de rol alarak dolaşıp kendinden başkasına hiçbir hayrı dokunmayan akıllılar yerine herkese hayvanseverliği, çalışkanlığı ve mutlu yaşamı ile bir nebze de olsa yol ve iz göstermiş bu kabil delileri yazmaktır…

Cumartesi, Nisan 21, 2018

ÇEŞME KALESİ


Evliya Çelebi meşhur “Seyahatname”sinde şöyle anlatıyor Çeşme Kalesini; Çeşme kalesi denizin dudağında bir alçak kaya üzerine yapılmıştır. Batı tarafı deniz, doğu tarafı bayırlı bir sahra ve dağlardır. Dağların üstleri tamamen bağdır. Kalenin içindeki bütün evler, batı tarafında, Sakız Adasına ve denize bakan yerlere yapılmıştır. Elli kadar olan bu evlerin damları toprak örtülüdür. Kalenin dizdarı ve 185 kale muhafızı erler bu evlerde otururlardı. Dört köşeli kalesi safi taştan yapılmış çok güzel hoş âbâdır. Kale doğudan batıya doğru uzunca yapılmıştır. Uzunluğu yokuş aşağı hendek kenarınca 200, eni 150 adımdır.

Kalenin çepeçevre yüzölçümü 700 adımdır. Üç tarafı derin ve büyük hendektir. Lâkin batı tarafını teşkil eden kayaları deniz dövdüğü için burada hendek yoktur. Kalenin kıbleye bakan çok sağlam demir kapısı varoşa açılır. Kapı önünde hendeğin üstünde zemberekli bir asma köprüsü vardır. Bu kapıdan sonra içeride bir kat demir kapı daha vardır. İç Kaleye iki kapıdan girilmiş olur. İkinci kapı kuzeye açılır. Bu kapının üzerinde Sultan Beyazıt Velinin fevkâni camii vardır. Venedik gemileri buraya gelmiş, kaleyi boş bulmuş ve işgal etmişlerdi. Kalenin demir kapılarını camiinin altın âlemlerini almışlar ve kaleyi yer yer yıkarak savuşup gitmişlerdi. Sonra padişahın fermanı ile Ak Mehmet Paşa Sakız Adası muhafızı iken bu çeşme kalesini tamir etmiş bir ak inci haline getirmiştir. Bu sırada camiyi esaslı bir şekilde tamir ettirmiş, altın âlemlerle süslemiştir. Kale kapılarını da 50 şer kantar ağırlığında yeniden demirden yaptırmıştır. Hendekleri 20 şer arşın derinleştirmek sureti ile temizlettirmiştir. Kalenin deniz tarafına bakan yerine iki büyük tabya yaparak her birine balyemez topu yerleştirmiştir. Mahzenlerini de binlerce kantar siyah barutla doldurmuştur.”
Çeşme’nin önemli tarihi miraslarından biri mezkûr Kale olup, okuduğum kaynaklardan öğrenebildiğim kadarı ile yapımı, tadili ve ihyası ile ilgili çeşitli bilgiler bulunmaktadır. Bu bilgilerden, 14. Yüzyılda Cenevizliler tarafından yapıldığı, Osmanlı Padişahı II. Beyazıt tarafından 1508 yılında önemli ekler yaptırılarak bugünkü haline getirildiği, 18. Yüzyılda ciddi bir şekilde restore edildiği şeklinde kale tarihine yönelik olanların, sanki daha makul olduğu söylenebilir. Ve maalesef her tarihi eserin başına gelen burada da tekerrür etmektedir, süreç içerisinde, gerek yapılan ekler, gerekse de restorasyonlarda, antik yerleşimlerin taşlarının kullanılmış olduğu rivayet edilmektedir, diğer yerler ve uygulamalara da bakınca bu durum akla fazla da aykırı gelmemektedir.

1965 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından Kale içerisinde, sergilenen eserlerin çok büyük çoğunluğu İstanbul Topkapı Sarayından getirilen, kılıçlar, kalkanlar, miğferler, zırhlar, kolçaklar ve dizceklerden oluşan bir müze haline getirilmiş iken, bugün ruhuna daha uygun düştüğü düşünülen 12 İyon Kentinden biri olan civardaki Erythrai (Ildırı) antik kentinden getirilen buluntularla arkeoloji müzesine dönüşmüştür. İlaveten düzenlenen Osmanlı-Rus Savaşı bölümünde ise haritalar, savaşı anlatan kitaplar, afişler, bayraklar, madalyalar, sikkelerden ağırlıklı oluşan bir koleksiyon bulunmaktadır.

Bilindiği üzere, korunaksız bulunan sahillerde yerleşim yerlerinin kurulması, ani korsan saldırı ve baskınlarına hedef olmamak adına tercih edilmeyen bir durumdur ama geçmişte kaldı tüm bunlar şimdi leb-i derya tercihimiz olmuştur. Bu nedenle en eski Çeşme yerleşim yeri, “Çeşme Köy” Limandan yaklaşık 3 km ötededir. Çeşme limanının, donanmanın iaşe temini ve güvenli beklemesi adına çok uygun olması nedeni ile bir Kale ile tahkim edilmesi ilk planlayıcıları tarafından gerçekleştirilmiştir. Çeşme Limanı Kale ile birlikte Kale sahiplerinin kim olduğuna bağlı olarak aynı tarafa güvenli bir askeri liman hizmeti vermektedir artık. Yakınlarında yerleşim ve konaklama mekânları da gelişmektedir… Buraya kadar yazılanları hemen herkes Kale ile ilgili tanıtımlarda bulabilmektedir.

 “Çeşme Müzik Yarışmalarının” meşhur olduğu dönemlerde, yarışmalara ev sahipliği yapmıştır mezkûr Kale… Hatta tarihi eserlerin bu hoyratça kullanımı o kadar ileri gitmiş idi ki, Çeşme Kalesi bir dönem restoran olarak bile kullanılmıştır. Eeee tabii ki, dönemde, tarihine, geçmişine ve değerlerine çok önem verdiğini söyleyenlerin dönemi idi ya, para kokusu var ise bir yerde bu değerlerin hiçbir önemi yoktur uygulamasını gözümüzün içine soka soka gerçekleştirdiler. Söz konusu ticaret ise her yol mubahtır…

Şu andaki giriş kapısının açıldığı avlu, çocukluğumuzda zaman zaman futbol oynamak için kullandığımız bir alan idi, ne güzel idi, saha sınırları duvarlardan oluşmuş doğal bir yapı, duvarların yüksekliğinden topun kaçması mümkün değildi, zemin özellikle baharda çim idi, en önemlisi de, hafiye gibi dolaşıp futbol oynayan çocukları görüp hafta başında okulda sorgusuz sualsiz, “eşek sudan gelene kadar döven” Çeşme Ortaokulu Müdür Yardımcısı Ahmet Uğur’a yakalanmadan top oynamak idi.

Dönemin Kale görevlisi Hacı İbrahim abimiz (İbrahim Özbay), mesai saatleri içinde sürekli olarak, şu anda sergi salonu olarak kullanılan Ceneviz Kulesinin alt kısmındaki kapının önünde, sandalyede oturur idi… Bizde yeni yetmeler olarak giderdik abimizin yanına, onun iyi niyetinden ve hoşgörüsünden faydalanarak, gelen yabancı turistlere Kale içinde gezmelerine, bildiğimiz ve hatta her gün geliştirdiğimiz İngilizcemiz ile rehberlik eder, turistlerden veren olursa ki, hemen hemen hepsi verirdi aldığımız bahşişler ile de, bahşişin miktarına bağlı olmak kaydıyla rakı ya da şarap ve Birinci ya da Bafra sigarası satın alırdık. Bunu da matah bir şey zannederdik. O tarihte, alkolü ben yasakladım, sigara içmeyin diyen büyüklerimiz yoktu ne de olsa…

Pazar, Nisan 15, 2018

MOBİL PAVYON


Sırrı Süreyya Önder’in “Beynelmilel” filminde ilk kez görmüştüm “mobil pavyon” uygulamasını, bir kamyon, kasası kapalı, hareket halinde iken kişiye özel pavyon haline getirilmiş, çengili çalgılı bir düzenek idi, maksat insanların cebinden parasını almak ya, yasak masak dinlemez bu duygu, bu dürtü ve sürekli değişkenlik ve girişimciliğin sınır tanımaz hali içinde yeni usul ve esaslarla devam eder… Gündemi Çiftlikbank, Sütbank işgal etmiş ya, bakın neler geldi aklıma, hay Allah…

Osmanlının fazlaca sıkıştığı dönem; devr-i iktidar Abdülhamit Han olup, dönemin Nafia Nazırı sayılan Hasan Fehmi Paşa Sadrazam delaleti ile Sultan katına,  demiryolu inşası için yabancı şirketlere imtiyaz vermenin bir sakıncasının olmadığını, bilakis kendilerince alınacak sıkı tedbirler ile imtiyaz vermenin memalik-i Osmaniye’ye muhteşem katkıları olacağını bildiren çok detaylı bir arzuhal havale eder. Nihayetinde binlerce Alman ve Türk’ün çalışacağı “İstanbul-Bağdat-Hicaz Demiryolu’nun” inşaatı için, Sultan II. Abdülhamid Han ile Almanya Kralı Kaizer Willheim II arasında 1888 yılında bir anlaşma imzalanır ve bu anlaşma demiryolu işletme imtiyazı başta olmak üzere, demiryolunun geçeceği, memalik-i Osmaniye’ye ait olan toprakların mülkiyetinin bedelsiz devredilmesini, binaların yapılmasına izin verilmesini, araziye kira ödenmeyecek olmasını, kum, çakıl ve taş ocaklarının bedelsiz işletilmesini, inşaatlar için gerekli kerestelerin ormanlardan bedelsiz kesilerek teminini, demiryolunun her bir yanındaki yirmi kilometre genişliği olan şeritlerdeki madenlerin izinsiz, ruhsatsız ve bedelsiz işletilmesinin devrini kapsıyordu. Neyse bu konuya fazlaca girip asıl konudan sapmadan, devam edelim, asıl konumuz ise demiryolun en çetin güzergâhı olan “Toros Dağlarının” Pozantı tarafından başlayıp Adana’ya doğru aşılması sürecindeki sosyal ve kültürel faaliyetleri kapsamaktadır. Bilindiği üzere, mezkûr güzergâhın en sorunlu geçidi burası olup, yaklaşık 20 yıl süren, Ulukışla Gümüş İstasyonu ile Adana’daki Durak İstasyonu arasında toplam 37 tünel inşaatı yapılmıştır.

Mezkûr güzergâhın merkezi sayılacak noktada yer alan Belemedik civarında çalışanlar için yerleşkeler planlanır ve tünellerin bir asır önceki teknoloji ile inşa edilebilmesi için ihtiyaç duyulan çalışan sayısının da 100.000 civarında olması beklenmektedir. 20 yıl ve 100.000 işçi, hemen bazı uyanıkların hem de gizliden ama devlet desteği ile işçilere ödenecek paraların geriye alınması konusunda bazı hinlikler düşünmesine yol açar, nihayetinde bugün hala yörede yaşayanların “Kerhane yıkığı” dedikleri yerde, sarışın 40 Alman sermayenin çalıştırılacağı bir organizasyon gerçekleşir, artık Cuma günleri işçilere ödenen paralar ertesi gün mezkûr mevkide ve malum yöntemlerle geri alınmaktadır…

Keban Barajı için toplu arazi kamulaştırmaları yapılmıştır, artık yörede yaşayan köylülerin ya da arazi sahiplerinin cebi toplu para görmüştür ya, hemen her dönem ve her yerde olduğu üzere uyanıklar devreye girmiştir… Civarda ismi lazım değil kentlerde, gece kulübü faslından batakhanelerden bir kısmı ıslah ve ihya edilerek, vatandaş nezdinde cazibeleri arttırılmış, süslü ve de püslü hatunlar devreye girmiş, kısa sürede maksat hâsıl olmuş ceplerde atıl olan paralar ekonomiye dinamik katkı yapar hale getirilmiştir. Yeter ki bir yerlerde atıl kalmış para olsun behemehâl uyanıklar tarafından ekonomiye itina ile kazandırılır kuralı burada da işler… Peki, bu sadece Keban Barajı arazi kamulaştırmaları ile sınırlı mıdır, bu tür ani para hareket ve temerküzünün bulunduğu her yer hedeftir, dünde, bugün de ve her daim… Yani canım yurdumun eğlence sektörünün alt seviyeden hizmet “aracı kurumu” pavyonlar artık mobildir, ihtiyaç nerde ise orda olunacaktır, netekim…

Ankara’nın Eskişehir girişinde solda BOTAŞ tesisleri arkası “Yapracık Köyü” arazileri de bir şekilde konut sektörünün köpürtmesi ile rant yaratıcı ya da arayıcılarının hedefi olmuştur bir vade önce… Köyün yerlilerinden yaşlı amcanın, anlatımları sonucu görülüyor ki daha arsa rantçıları köye hücum etmeden, kokuyu alan mobil pavyoncular devreye girer, köpürtülmüş müstakbel gelire güvenerek, büyük paralar sahibi olacakları hayali ile yanıp tutuşan canım Yurdum insanı, gelecek paranın bir kısmını şimdiden hem de hayatın bu tatlı bölümünde harcasalar, bu eğlence dünyasında ne olur sanki… Evet, loş ışıklar altında, müzik, içki ve süslü hatunlar ve sonuçta uçup giden paralar ve yarattığı hayaller… Sonuçta arazilerin büyük kısmı pavyoncuların elindedir artık…

Nasıl da etkili olmuştur, efsanelerin biattan başı dönmüşlerin beyinlerine nakşettikleri, “bir koy üç al” safsatası… Çok şükür şimdi artık bu tür pavyon, genelev kurarak vatandaşımızı kandırmak kolay değil… Günümüzü işgal eden Bankerler, çiftlikbanklar, Yimpaşlar da bir gün öğrenilir ve gündemden düşerler... İnşallah…

Cuma, Nisan 06, 2018

ÇEŞME ANASONU


Anayurdunun Mısır olduğu bilinen, 1300’lü yıllardan itibaren de Anadolu’da ziraatı yapılan yıllık bir bitki olup yeşilimsi, tatlı ve aroması yüksek olan tohumlarının, hamur işlerinde, simit ve çöreklerde, rakı üretiminde yaygın olarak kullanıldığı bilinmektedir. Yurt dışında özellikle de Avrupa’da bazı alkollü içeceklerde kullanılmasının yanında direk likör imalatında da kullanıldığına rastlanılmaktadır. Hazmı kolaylaştırması, iştahsızlığı önlemesi, antiseptik, spazm çözücü, göğüs yumuşatıcı, anne sütünün salgılanmasının arttırılması, sindirim düzensizlikleri, şişkinlik, kabızlık, solunum yolu enfeksiyonları ve bağlı öksürükler, mide ve bağırsak gazlarının oluşmasının önlenmesi, gaz söktürücü, idrara arttırıcı, kusmayı ve ishali durdurması gibi özellikleri ile de farmakoloji biliminin ilgi alanına girmiştir. Hatta çocukluğumuzda, her çocukta sıkça rastlanılan diş çürümesi ve ağrılarına karşı anason tanelerinin ezilerek çürük dişin üstüne konması istenirdi aile büyüklerimiz tarafından…

Anason dikimi, bakımı, hasadı sırası ile, işlenen toprakta ailemin yaptığı şekli, ilkel serpme yöntemi ile tohum serpilir, sonradan tırmık ve sürgü yöntemi ile tohumları gömmek, 3-5 hafta sonra tohumların bitkiye dönüşüp toprak üstüne çıkması ile birlikte kâh çapa, kâh ot testeresi ile ot temizliği ve köklere toprak desteği yapmak, hasat ise köklerin tamamen sökülmesi, kuruması için, desteler halinde yığılması, kuruyunca da temiz bir alanda tokmak ya da sopalarla kurumuş anason tohumlarının köklerden ayrılması için dövülmesi, savrularak ve kalburlayarak araya giren sap parçaları tohumlardan ayrılır, bilahare de depolanmak üzere keten çuvallar içerisinde nem oranlarının normal kabul edildiği depolarda satışa kadar bekletilmek üzere depolanırlardı. Genellikle 30-50 cm yüksekliğinde, çiçekleri beyaz açan şemsiye biçiminde, ta kökünden başlayarak çok dallı ve şemsiyeyi andıran görüntüsü ile anason çiftçinin sezon itibari ile erken paraya kavuştuğu bir bitkidir. Yolunması (toplanması) demetler şeklinde olur, kurumaya bırakılır, kuruyan demetlerin altında güneşten korunmak isteyen, örümcekten akrebe çok çeşitli börtü böcek olurdu. Çocukluğumuzda akrep sokmalarına sıkça rastlanırdı. Tarımı susuz yapıldığı için su fakiri olan Çeşme’nin önemli tarım ürünlerindendir. Aslında Osmanlı döneminde de çok etkilidir anason üretimi ancak 1. Dünya savaşı öncesi anason yağının etken maddesi anetol ithalatı serbest bırakılırsa da sonra Cumhuriyet döneminde bazı kaynaklarda 1924, bazı kaynaklarda 1927 de, ithalat yasaklanır ve Tekel İdaresi bünyesinde çiftçi destek ve ürün alımı bölümleri kurularak “millileştirilir”.

Bugün ülkemizde ve dünyada birçok yerde anason ziraatı yapılmaktadır, sahip olduğumuz bilgiler üzerinden konuşacak olursak, Çeşme ve de özellikle Çiftlik anasonunun kalitesini geçen hatta bulan yoktur. Çeşme’nin özellikle de Çiftlik’in, dünyada bir eşinin sadece ABD de Kaliforniya yakınlarındaki bir bölgede olduğu söylenen, mikroklimatik ortamının Rakının önemli katkılarından anason için çok uygun bir ortam oluşturduğu bilinmektedir. Zaten biraz literatür karıştırıldığı, özellikle “Büyük Larousse” ilgili maddesine bakıldığı zaman da Çeşme Anasonunun kıymetli bir ürün olduğu ortaya çıkmaktadır. Çeşme’nin yerlilerinden büyüğümüz Coşkun Vural tarafından Meydan Laousse ansiklopedisi kaynak gösterilerek, rakı yapımında Çeşme anasonunun kalitesini ve diğerlerinden farkını şöyle açıklanmış, “100 lt alkole 4 – 4,5 kg Çeşme anasonu, 9 – 10 kg Denizli anasonu, 10 - 12 kg Tefenni anasonu katılması gerekiyor”. Şu ana kadar elimizdeki en değerli bilgi budur, Çeşme ve Çiftlik anasonun kalitesini belirtmek adına.

“Çeşme Yerel Gündem 21 yayınları ANASON” başlıklı çalışmayı tekrar gözden geçiriyorum, anason başlıklı yazıma katkı sunacak bölümler bulmak için… İlgili çalışmadan enteresan bir bölüm; “1881 yılında Çeşme’ye gelen iki ecnebi hanım muhtemelen veba dolayısı ile karantinada kalmaktadır. Sözünü ettiğimiz bu hanımlar Çeşme Kazasına ziyarete geliyorlar ve “şu Müslümanlık ne tuhaf bir din” diyorlar. Bunu söylemelerinin nedeni ise: Müslümanlıkta şarap içmek haram olduğu halde, kumandan ve askerlere, padişahın emri ile her gün kumanya olarak iki bardak rakı verilmekte olması idi. Bu durum anasonun o yıllarda bile sosyal bünyemizde mevcut olduğunu gösteriyor”. Bu vaka doğru mudur, yanlış mıdır, bilemem ama mezkûr çalışmada böyle deniliyor ve bende çok değişik bir vaka olduğu için aynen aktarıyorum.

Çeşme eskiden 12 ay boyunca değişik kokuların egemen olduğu bir kasaba idi, nisan, mayıs portakal ve limon çiçeği, haziran temmuz anason, temmuz ağustos kavun gibi ama sürekli iyot dolusu bir deniz kokusu… Şimdilerde özellikle de rüzgârsız havalarda kışın kömür ama sürekli ağır bir kanalizasyon kokusu hâkim… Bunda yanlış imar politikalarının etkisi olduğu kadar yanlış iş yapmalar ve yanlış yönetimler çok etkili olmuştur. Şimdilerde ise uğraşın durun gayri, yanlışı düzeltmek, doğru bir iş gerçekleştirmekten daha zordur, kolayca bilineceği üzere…

Evet, Çeşme’nin eski kokularına dönüşmesi artık bir hayal gibi ama ne yapalım biz o günleri özlüyoruz ve hep özleyeceğiz.

Pazar, Nisan 01, 2018

FAY KIRBY - KANADALI KADIN


Türkiye’nin “muasır medeniyeti” anlama, kavrama ve hedef tutma şiarı çerçevesinde “Eğitim davasının” ehil eller ve dimağlar vasıtasıyla uzun araştırmalar ve deneyimler neticesinde ortaya çıkan kollektif eğitimde atılım hatta sıçrama tahtası “Köy Enstitülerini” tarihsel ve sosyolojik açıdan inceleyen ve bunu akademik kariyeri için “tez konusu” yapan ve her nasılsa yolu da bizim köye düşen, Kanadalı Kadın olarak bilinen Fay Kirby’nin yaşam öyküsünden bir küçük kesiti, kendi hatırladıklarım ya da hatırlayabildiklerim ile Çiftlik Köy’e katkılarından ötürü teşekkür babında ve gecikmiş olarak bu yazı ile aktarmak istedim, şüphesiz ki çok eksik kalmış tarafı vardır…

Orijinal adı “The Village Institute Movement of Turkey: An Educational Mobilization for Social Change” olan doktora tezinin, bir takım sadeleştirmelerle “Türkiye’de Köy Enstitüleri” adı ile kitaplaştırmış ve mezkûr kitabın önsözünde “Köy Enstitüleri, bu toplumsal geçişin niteliğini en iyi kavramış olan Kemalizm prensiplerine dayanılarak bir yandan batı uygarlığını anlama, diğer yandan da bu uygarlığa geçişin yollarını, Türk toplumunun kendi ihtiyaçlarına göre bulma fikrinin bir zaferi olmuştur. Bundan ötürüdür ki, Türkiye’nin eğitim tarihinde girişilmiş deneylerin hiçbiri, Enstitülerin büyük güçlüklerin arasında ve kısa zamanda gösterdikleri başarıları gösterememiştir.” diyerek canım yurdumun gereksinim gerçekliğinin bir kez daha altını çizmiştir.

Kanadalı Kadın olarak bilinen Fay Kirby; kendisi ile ilgili ansiklopedik bilgilere göre; 1926'da Amerika'da doğmuş, yükseköğrenimini Cornell ve Columbia Üniversitelerinde tamamlamış, 1947 de Türkiye’ye gelmiş, yaklaşık 3 yıl öğretmenlik yapmış ve bu dönemde de tanıştığı Köy Enstitüleri hakkında, tez konusunu oluşturan bu mektepleri incelemiş ve bu çerçevede Türkiye’nin neredeyse tüm illerini dolaşmıştır. Bu yıllarda, canım Yurdumun yetiştirdiği çok önemli sosyologlardan biri olduğu tartışmasız, Prof. Dr. Niyazi Berkes ile tanışmış ve evlenmiştir ancak sonraları Niyazi Berkes’in Kanada’ya yerleşmesinden sonra eşlerin yolları ayrılmıştır. 1962 yılından sonra da Türkiye’ye kesin olarak yerleşmiş, 1960’lı yılların ortalarında yolu, Çeşme Çiftlik Köy’e düşmüş ve burada bir tavuk çiftliği kurarak yeni bir hayata başlamıştır. Tavukçuluk işletmesinin yönetilmesinde, Çiftlik köyün dinamik ve girişken “Gâvur Ali” lakaplı Ali Türken ile birlikte çalışmıştır. Gâvur Ali de, bu girişimcilik ve dinamizmi ile bir sonraki yazımın konusunu oluşturacak diye planlamaktayım. Fay Kirby, daha sonraları tekrar Ankara’ya döner ve yaşamını İngilizce öğretmenliği yaparak sürdürür, 1990 yılında da Ankara’da yaşamını yitirir.

Ben kendisini, en belirgin özelliği kurşuni saçları, kalın camlı gözlükleri ve yine yanlış hatırlamıyorsam gördüğüm araba süren ilk kadın olarak Volkswagen minibüsünü kullanışı ile dün gibi hatırlıyorum. Kanadalı Kadın, bugünden baktığımda, sanki yalnızdı ya da kendisini yalnız hissediyordu ya da fazlaca temkinli idi, şüphesiz kolay değil ülkesinden uzakta olması insanın ama görebildiğim bu ruh halini, yaşama cesareti ve paylaşımcı ruhu ve de etrafına faydalı olabilme isteği ile fazlası ile kapatıyordu. O tarihlerde çok fazla bilemediğim ama sonradan okumalar ile edindiğim bilgilere göre kendisi, tüm dünyada olduğu üzere Canım Yurduma da Marshall planı çerçevesinde gönderilen, özel eğitimli, toplumsal hareketleri ve gelişmeleri izlemek ve sosyolojik ve tarihsel araştırmalarda bulunmak gibi görevleri olanlardan birisi imiş. Gerçi, “Köy Enstitülerinin deneysel başarısını” tezinde detayları ile anlatan Fay Kirby, hem kendisini donatıp ve formatlayıp ulvi görev ile gönderen uluslararası kurum ya da kuruluşları, hem de onların canım yurdumdaki dâhili bedhahlarını büyük hayal kırıklığına uğratır ve tam da bu yüzden de siyaseten ve sosyal olarak aforoz edilmiştir gayri… Tüm yalnız görüntüsü ve kırgınlığına rağmen, hayata bağlılığı ve enerjisi müthişti diye hatırlarım. Yazılanlara bakılırsa kanser olmuştu ve kendisine anlatılan 6 aylık ömür bakiyesine aldırmadan daha uzun yaşayıp “tıp literatüründe” yer alma isteğinin olduğunu bir yerlerde okumuştum…

Ancak kendisine yüklenen misyonun gereğini yerine getirmeyince, olanlar olur, artık harici ve dâhili bedhahlar, devreye iyi saatte olsunları sokar, bazen CIA, bazen de KGB ajanlığı ithamları ile sürekli bir rahatsız etme, sorgulama ve araştırma fasılları açılır, tıpkı benzerlerine olanlar gibi… Pek tabii ki, itaat edip görev yapsa rahat edecek ama bu kelamın daha icat edilmediği günlerdir ve kerametinden kendisi de hiç faydalanamamıştır. Yazdığı kitabı KGB sufleleri ile yazdığı, olmadı Niyazi Berkes’in yazdığı gibi uyduruk tevatürlere inanılmaması gerektiği sonraki çalışma ve ilişkilerden de anlaşılmış görünmektedir, hatta daha da abuk olarak kitap CIA tarafından yazılmıştır gibi iddialar da duymuştum… At çamuru kalsın izi, nasıl olsa bu fani dünyada kimin söylediğine bağlı her türlü yalanı en doğru gibi yutturma kabiliyeti ve becerisine sahip muktedirler de var… Oysaki çok sevdiğim ve sık kullandığım, Anadolu’da “söyleyen deli ise dinleyen akıllı olmalı” diye bir söz vardır ama nerdeeee…

Çiftlik Köy’de; tavukçuluk yaptığı ilk dönemlerde, şimdi deniz kenarında yer alan, dönemine göre bir hayli güzel ilkokul binasında akşamları, isteyen köylülere model motorlar, traktörler, uçaklar ve ilgili araçlar üstünden, kullanım, bakım, tamir gibi temel makine ve işletme bilgileri ile zirai bilgilerde verdiği kursları hatırlıyor olmama rağmen, yaşımdan ötürü herhangi birisinde dinleyici olarak bulunmamış olmanın üzüntüsünü yaşıyor gibiyim hafiften… Daha önceki bir yazımda bahsettiğim “Arka Deniz-Altınkum” tarafında kurduğu tavuk çiftliğinin, iyi saatte olsunları, gerek o dönemde gerekse de şimdi dinlediğim hikâyelerde fazlaca meşgul ettiği de açıktır.

Tezinde, Köy Enstitülerini toplumsal gelişim ve değişimin önemli bir aracı olarak gören ve kabul eden ve konunun evrensel boyutlarını bilimsel yöntemlerle inceleyip, değerlendiren ve yolu köyümüze de düşen bu değerli akademisyeni hatırlamak, hatırlatmak ve hayırlarla yâd etmek istedim.

Pazar, Mart 25, 2018

ÇEŞME SALHANE BURNU


Eski yoldan Çiftlik yönüne gidilir iken deniz seviyesinden yaklaşık 10 mt. yükseklikten, ilçenin içinden kıvrılarak adeta denizin üstünden gidilircesine geçen dar yoldan bakılınca ne kadar da lacivert idi deniz, tarifi kabil değildir. Çeşme merkezde, sahilde yer alan “pandofilya’da” bulunan kesimhane (salhane), mezkûr körfezin tam karşısında yer alan “telgrafhane”ye bakan bölümüne, taşınmış fi tarihinde… Bizlerin yaşı bu 2 kesimhanenin de faal olduğu günleri görmeye uygun değil tabii ki, bunlar çok büyüklerimizden yıllar önce merak nedeniyle sorularımızın cevaplanmasına istinaden öğrendiğimiz bilgilerdir. Ancak Çeşme’nin büyük limanı içindeki 2 bölümün böleni olarak adına üzerindeki “Salhane” den alan burnun üstündeki kemerli yapısı ile yer alan faal olmasa da “salhane” binasının kalıntılarına tanıklık ettik. Bulunduğu alanın bir hayli derin olan denizinin yer aldığı kayalıklarda poyraz rüzgârları ile birlikte coşan dalgaların kırılışı daha dün gibi gözümün önünde idi, kayalara çarpan dalganın dönüştüğü köpükler… Dalgaların sık ve güçlü darbelerine direnen kayalıklar… Evet; artık, kayalıklar, denizin mavi ve yüksek dalgalarının kayalıkları döverken beyaz köpük tarlasına dönüşmesi, hanoz balıkları, ahtapot, çipura, paragat, lacivert rengi suyun kayalarda çarparak çıkardığı güzel ve ahenkli müzik yok… Hemen karşısında heyyula gibi oluşan rezil görüntüsü ile yürek burkan büyük bir oyuk gibi kalan taş ocağının tüm taşları ile burası dolduruldu, liman yapacak başka yer kalmamış gibi, binalar da yapıldı, uzun yol gemileri bağlanmaya başladı, haydi şimdi geçin bakalım oralardan sabah saatlerinde, artık o iyot kokusundan eser var mı? Eser kalmadığı gibi kanalizasyon kokusundan geçilmiyor… Emeği geçenlere teşekkür ediyor, tarihin kendilerini asla efsane ya da kahraman diye anmayacağını hatta yandaşlarının bile anmaya cesareti olamayacağını açıklıkla ve rahatlıkla söyleyebiliriz. Geride kalan dağdaki kocaman boşluk nasıl örtülecek diye, ayıbını örtmeye çalışan bebeler gibi, olamayacağı biline biline ağaçlarla kapatalım denildi, olmadı, koca bir ayıp olarak orada duruyor. Belki de bir yerel yönetim tarafından orada tasarlanacak bir “Osmanlı – Rus Deniz Savaşı” temalı ışıklı canlandırmalar için altyapı olacak röliyef çalışmaları ya da daha başka bir temalı ışıklı gösteriler alanı yaratılması için bekliyor olabilir… Belki de, Çiftlik Köyüne Kuşyeri üzerinden açılacak yeni bir yolun, mezkûr alanda oluşturacağı sessizlik ortamında faaliyet gösterecek adam gibi amfi tiyatro… Bakalım neler olacak… Ama bunların asla geri getiremeyeceği bir güzellik artık yok…

Deniz doldurmanın bu kadar tercih edilir bir davranış olduğunun arkasında nasıl bir ruh hali yatar acaba? Acaba, siyasi tercihlerinin hayatlarının her saniyesini şekillendiren bu insanların dostları ve düşmanları üzerinden, dostluk ve düşmanlık icra ettikleri birer manevra alanından ileri gidilemeyen bir durum mudur? Acaba, dostlara para kazandırmanın en etkili yolu olarak mı tercih edilir? Acaba akla gelen ve gelmeyen her türlü şık geçerli olup, bir taş ile birkaç kuş avlama sevdası mıdır? vs vs.. Mesele bana göre, hiçte Çiftlik Köyüne yol açmak gibi safiyane ve masumane bir izah ile geçiştirilir değildir… Yol açılacaksa mevcut yol çok daha ucuza mal edilecek şekilde, genişletilerek çözülebilirdi…

Amatör balıkçılık yönünden de verimli bir bölgenin kaybı olduğunu, yerli olan ya da Çeşme’nin son 50 yılını bilen herkes anımsayabilir kolaylıkla… Örneğin, babamdan dinlemiş idim, bir keresinde bugünkü gibi misinanın daha kullanılmadığı dönemde, Yunanistan Sakız adasından naylon misinanın yeni getirildiğinde yaptıkları bir paragat ile boş iğnesiz yakaladıkları çipuraların kalite ve lezzetini ve de sattıklarında elde ettikleri geliri anlatışındaki canlılığı ve heyecanı kesinlikle aktaramam şimdilerde…

Bizler, Çeşme’yi sevenler yani, Çeşme’nin o zaman ki denizinin doldurulmamış hali ile çok sevdik, gözümüzde tüter haldedir, ama bu kabil icraatlar gayri dönüşü olmayan icraatlardır, kentin “Ruhuna Fatiha” ettirir.

Diğer taraftan; limanın su sirkülasyonu açısından da sorunlar oluştuğunu, hemen yakındaki “Fener Plajındaki” sonuçları itibari ile anlıyoruz. Artık küçük ama pırıl pırıl bir plaj olan mezkûr alan kendini koruyamamış durumdadır, neyse ve şükür ki, Telgrafhane önünde planlanan açık deniz balıkçılığı barınağının oluşan haklı ve güçlü tepkiler neticesinde inşaatı ötelendi ya da iptal edildi… Aksi takdirde nasıl ki, Çeşme Marina artık kendini temizleyemez ve koruyamaz durumda ise burası için de ayni akıbet söz konusu idi… Fener Plajı bu vartayı küçük sıyrıklarla atlattı gibi görünüyor, ama bu seferde etrafında planlanan otel görünümlü rezidanslarla başı belada… Devlette tek başlılık denile denile her konuda olduğu üzere imar uygulamalarında da çok başlılık ve yaratılan inşaat kirliliği üzerine yazı yazmaktan bıkıldı ama konu da mümbit valla, yaz yaz bitmez… Sahipsize yerel yönetimden imar, sahipliye merkezden, ya da duruma göre tam tersi…

Pazar, Mart 18, 2018

GÂVUR İZMİR


Kimi tahkir, kimi tenkit ve de kimisi de takdir ya da tasvip olsun diye “Gâvur İzmir” lafını sık sık kullanmakta… Ancak İzmirliler cenahından da durum aynı şekilde algılanmakta olup, kimi takdir, kimi tekdir edildiğini düşünmektedir. Kim ne demek istiyorsa onu söylesin, kim neden ve ne kadar takdir ya da hakaret etmek istiyorsa etsin, sorun yok bence… İlkel benlik sahibi olmadığımızdan, buradan hareketle “beni takdir ediyorlar” da demem “bana hakaret ediyorlar da” demem… Kolayca anlaşılacağı üzere, ne İzmir’liyim diye öğünür, ne de yerinirim, tıpkı milliyetim konusunda olduğu üzere… Ama ben bu ülkeyi, bu vatanı çok seviyorum ama öyle başkalarının tarifine benzemez bu sevgi, bugün böyle, yarın öyle değil, bana ortaokulda “yurttaşlık bilgisi” dersindekine benzer saflıkta, ama katıksız ve bitimsiz temiz duygularla öğretildiği hali ile…  Aslolan insan olabilmek, aslolan iyi insan olabilmek… Aslolan hırsız olmamak, aslolan sahtekâr olmamak… Şimdi, mesela, benim çok yakın bir akrabam var, kendisini iyi bir milliyetçi ve iyi bir Müslüman olarak tanımlar hatta kendisine göre de iyi bir siyasetçidir, ama hem tescilli hırsızdır, hem de bu vatanı “Ahmet Altan” benzeri küçücük, hatta minicik çıkarları için gözünü kırpmadan satabilme potansiyeline haizdir… Bu yazıyı okuyan nerdeyse herkes onu tanır… Şimdi soru yine aynı ve değişmez, yüreğin kurum bağlamış ise, bu ülkeyi sevsen ne olur, sevmesen ne olur… Yüreğin kurum bağlamış ise, ruhun fitne fücur ise, Müslüman olsan ne olur, olmasan ne olur… Öyle hamaset yapmaya gerek yok ve de hamaset ile peynir gemisi yürümüyor… Neyse bu kabil dürzülere etik ve ahlak anlatmak bizim görevimiz değil ayrıca olsa da onların buradan alacağı ve anlayacağı ilave bir ilim, irfan ve feyz de yoktur, olamaz da zaten, bunların hamuru başka türlü yoğrulmuştur… Hamurun nasıl yoğrulduğunu merak edenler için, Neyzen Tevfik şiirleri referans oluşturur… Ama asıl referansı ise Mustafa Kemal Atatürk verir, “Cebren ve hile ile aziz vatanın kaleleri zaptedilmiş, bütün tersanelerine girilmiş, bütün orduları dağıtılmış ve memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dâhilinde, iktidara sahip olanlar gaflet ve dalâlet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler. Millet, fakr-ü zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir.” diyerek gençliğe hitabesini, çok şükür ve neyse ki, gençliğimizde çok önemsediğimiz bu hedefe, artık gençlik kalmaması nedeniyle, nöbeti gençlere devrederek yâd edelim. İlaveten de Neyzen Tevfik’ten bu hedefe yönelik;
                      Bay Hitler’e yaralandı, dediler.
                       Menhus yıldız çabuk doğar dulunur;
                       Sen köpeğe kuduz de de geçiver,
                       Nasıl olsa bir öldüren bulunur.beytini paylaşarak iktifa edelim.

Neyse konuyu dağıtmadan ve de tarihçi önder ve büyüklerimizden ve de onların bilebildiği kadarı ile konu üzerine edilen kelamlardan yola çıkarak “Gâvur İzmir” konusunda kalem oynatalım.

Şimdi tarihte neden “Gâvur İzmir” denilmiş üstüne kısa bir hatırlatma yapalım…

Konu ile ilgili okuduğum kaynaklarda, farklı tarif edilen birkaçından en anlamlı ve mantıklı gördüğüm; İzmir’in, Aydınoğulları döneminde, yukarı İzmir yani Kadifekale ile aşağı İzmir yani Liman Kalesi diye ikiye ayrıldığından bahis ile Kadifekale’nin siyasi merkez görevi yapar iken, Liman Kalesinin ekonomik merkez görevi yaptığı zikredilir. Bu tanım ve tarif “Osmanlı” döneminde de geçerli olmuş ve günümüze kadar gelmiş günümüzde artık coğrafik tanım ötesine geçemeyen bir hale gelmiştir. Aydınoğlu Mehmet Bey, Kadifekale’nin Cenevizliler tarafından işgaline son verip siyasi ve idari merkezi ele geçirmesini müteakip söylenen ve “Liman Kalesi” bölgesini hedef alan “Gâvur İzmir” tanımlaması artık dile pelesenk olmuştur. Gâvur İzmir… Bu ihtiyari idari bölünme üstüne Aydınoğulları döneminde yazılan bir beyit durumu ziyadesiyle teyit ve tespit etmektedir.
İki kale idi İzmir ol zaman
Birini Mehmet Bey almıştı nihan
Biri anın dopdoluydu Frenk
İşleri dün ü gün İslam ile cenk
Bahrdir üç yanı bir yanı kara
Kaleyi kılmışlar ana daire
Yanına bir kimse anun varamaz
Kuş olup uçarsa ana giremez

Bir başka kaynakta ise; “Gâvur İzmir” ifadesinin veya yazılan metine sadık kalınarak söylenecek biçimi ile “infidel smyrna”, 1874 tarihinde Amerika’nın Mısır büyükelçisinin bir raporunda, dini bütün insanların İzmir’in kozmopolit yapısına istinaden kullanıldığını tespit etmiştir. Diğer taraftan, gerçek tarihçilik tercihi ile yola çıkıp popüler tarihçilik tercihine yükselen İlber Ortaylı ise;  “Girit, Bosna, Arnavutluk ve Bulgaristan’dan göçlerle gelen insanlar belki ilk anda bereketli toprakta Hıristiyan unsurun olmasına kızmış olabilirler. “Gâvur İzmir” lafı başkalarından çok onların koyduğu bir ad olabilir.” diyerek başka bir yorum yapmaktadır.

Durum bundan mütevellit olup, isteyen öğünür, isteyen döğünür, keyfiyeti zat-ı alilerinize arz…

Üstad-ı münir Neyzen Tevfik’in Bakırköy Akıl Hastalıkları Hastanesi’ndeki odasının duvarına yazdığı şiir ile veda…

ŞAHANE CEHALET39
Evet!... şu dünya dersi’ni verdi,
Yeter artar bu hikmet; ihtiyara, kâhile, gence.
Kabul etti bunun tatbikini alkışla yardaklar,
Maarif zindanında ilme, tarihî bu işkence!


Huzurunda bu zatın intihar eylerdi Cebrail,
Bilinseydi ezelde hilkatin bu sırrı evvelce;
Yıkardı arşı, kürsiyi, eğer çıksaydı bu dâhi
Bu şahane cehalet uğratırdı Tanrı’yı felce!

 

Pazar, Mart 11, 2018

ARKA DENİZ – ALTINKUM


Deniz, deniz, güzel deniz, ey güzel “Arka Deniz”… Yıllar içinde, Arka Deniz, Sancak Denizi, Karakol Denizi ve nihayet kumsalından mülhem “Altınkum”, insanların hayallerinin, düşüncelerinin ve yaklaşımlarının tezahürünün adlandırılmalarıyla bugüne gelmiş. Akşamüzerlerinin eflatun’dan başlayıp, Homeros’un tanımlaması ile “Şarap rengi deniz”e dönüşen ve günün ışıkları ile birlikte yeniden ve yine, lacivert’in turkuaz ile kâh tango, kâh romantik dansına kapılmış görüntüsünü veren, insanın içinde sevinç ve umut meltemleri estiren güzel Deniz… Çocukluğumun ve gençliğimin geçtiği önemli mekân, Arka Deniz ve şimdiki Altımkum. Benim “güzel Deniz” denilince aklıma gelen 2 Denizden biridir, mezkûr mekân, diğeri de Ilıca’dır, Pırlanta’yı unutmuyoruz şüphesiz. Aman kimse, Dünya’da ne güzel yerler var, bunları da görmek gerek, kıyaslayarak son karar için diyebilir, merak etmeyin çok önem atfedilen Çin’den, Küba’ya birçok deniz gördüm, özenle ve özetle edilen tüm bu kelamlar, kıyas tahakkukudur. Evet, herkese göre, bir güzellik tarifi olabilir ama bana göre “Güzel Deniz”, üşütmez, serinletir, su berraktır, kum kristaldir, yavaş yavaş derinleşir, siz yürüyerek metrelerce ilerler, yürürken yumuşacık kumun ayak tabanına adeta masaj yapar hazzını tadarsınız, yani aslında hem yüzer hem de yürürsünüz, voleybol, yakan top hatta futbol bile oynarsınız, frizbi savurursunuz, vs vs… Kıyıda adeta şeker kristalleri gibi pırıl pırıl parıldayan kumlara, serilmek ama kristal kumun vücuda yapışmasına izin vererek, öyle havlu vs gibi araçlar ile bariyer oluşturmadan, yani topraklamanın hasını yaparak, denize doğru bakarak Sakız Adası ile oluşan Boğazı görerek, ilerilerde, ta uzaklarda Ege Adalarının birbirlerine birer legonun parçalarıymış gibi yaklaşan coğrafyalarını hayal ederek… Peki, Dünyada bu özelliklere sahip yerler yok mu, şüphesiz, çok, hem de pek çok var ama hiç biri bu fiziki tariften öteye gidemez ve buralara aidiyetimizden, çocukluğumuzun ve gençliğimizin anılarının yarattığı duygusallığı bize veremez, çünkü ben buralara aitim diye düşündüm hep ve bu fizik görüntüye ruh veren hal de budur işte. Evet, farkındayım fazlaca güzellemeye dönüşüyor bu yazı ama klavyede parmaklar ve arkasındaki düşünce yoğunluğu fren tutmuyor.

Mezkûr zamanlarda, şimdiki gibi birkaç tane yolu yoktu, var olan tek yol da, Çiftlik Köyü içinden Değirmen Dağı eteklerinden genellikle dere kıyılarını takip eden, patikayı andıran ama aslında at arabalarına uygun ve Aliören Ovasını boylamasına geçip Sancaktepe’yi aşıp, Sancaktepe Jandarma Karakol binası yanından geçerdi, esasen de aynı zamanda Karakol nedeni ile bir güvenlik yolu idi. Sancaktepe Jandarma Karakolu şimdiki stabilize yolun sağında tel örgü ile çevrili şu anda da muhtemelen iletişim amaçlı kullanılan merkezin olduğu yer idi ve gözetleme ve izleme görevleri açısından müstahkem bir mevkidir. Burayı biraz ilerleyince denize ulaşılır idi. Şu anda kullanılan asfalt yol ise, bugünkü genişliğine önce 12 Mart askeri darbesi sonrası “Tursite” adı ile bilinen tesisin oluşumu ile bilahare de 1974 yılında Yunanistan ile yaşanan savaş hali neticesinde oluşmuştur. Tursite ve 12 Mart ilişki ve bağlantılarını da bir başka yazı konusu yaparım diye düşünmekteyim.

Deniz kenarında; yerelde çok bilinmeyip uluslararası düzeyde anlamlı oranda bilinen ve “Turgut’un Yeri” diye bilinen, Çiftlik Köyün yerlisi bir aileden Turgut Erol’un işlettiği mekândır. 70’li yılların başında uluslararası dağıtılan tanıtım broşürlerinde, maalesef özelde Çeşme’nin herhangi bir özelliğinden bahsedilmiyorsa bile “Turgut’un Yeri” mahsus bir yer tutardı, defalarca kez farklı dillerde farklı broşürlerde sitayişle tanıtılmasına tanık oldum. Şimdiki gibi elektrik yok, meşrubatlar ya da bozulma ihtimali olan yiyecekler de, hemen arkadaki tatlı suyu olan keson kuyuda, kasalara ip bağlanıp içine konulan yiyecek ve içeceklerin kuyuya sarkıtılması usulü ile korunurlardı. Önce çadırını getirenin çadır da kurabildiği bir alanı varken sonraları kiraya verilmek üzere mekan sahibi tarafından küçük küçük çadırlarda kurulmuş idi. Bu mekânın bugün asla bir başka yerde bir örneğine rastlanılmayacak özelliği ise, tezgâhın başında kara kaplı bir defterin, yani veresiye defterinin bulunması ve kural olarak müşterinin kendisi adına açılan sayfaya, dolaptan aldığı yiyecek ve içeceklerin kendisi tarafından yazılması ve ayrılırken de mezkûr beyan mucibince ücretlendirilmesine dayalı olması idi. Turgut’un oluşturduğu bu sistemden herhangi bir şikâyeti olduğunu hemen hemen hiç duymadım, hatta duyanı da duymadım... Günümüzde olsa bu sistemin çalışması imkânsızdır şüphesiz, ne de olsa muasır medeniyet seviyesine ulaşmışızdır. Böylesine güvene dayalı bir sistemin çalışmasının mümkün olabileceğini, uygulamalı gösterdiği için Turgut Erol’a teşekkür ediyorum hatta kendisini her gördüğümde de hala bunu hatırlatıyorum. Mütevazılığındın olsa gerek gülümsemekten öte bir mimik oluşmuyor yüzünde ya, bu da ayrı bir mütevazılık olsa gerek. Ey gidi güzel günler ey diyesim var ama “ey” karışmasın diye demiyorum gayri. “Marka olunması gerekir” diyen abiler sayesinde ticaret öne çıkınca artık sineğin yağının çıkarılıp pazarlanması hatta eşeğin boyanıp babaya satılması fikri ve zikri öne çıkmış ve diğer hasletler arka plana itilmiştir. Geçmiş ola…

Romatizma sıkıntıları artan kuzenimi sıcaklarda burada kuma gömüp, başını korumak için şemsiye gölgesine yatırdığımız günleri mi, köy odasına bedel ödeyerek kum satın alınıp traktörlerle taşınmasını mı, Çiftlik köyünün önemli simalarından, çocuklarımın kendisine dede dediği onun da çocuklarıma torun muamelesi yapan, gelen giden Almanlardan iyi derecede Almanca öğrenip konuşan Bayram abiden mi,  Köy enstitüleri üstüne araştırma yapan Kanadalı ünlü araştırmacı Fay Kirby’den mi, ticari anlamda ilk tavuk çiftliği kuranlardan Gavur Ali’den mi ve finansör ortağından mı…

Evet, daha çok şey var yazabileceğim bu deniz ve sahili ile ilgili, onların üstüne de gelecek yazılarımda değineceğim…

Pazar, Mart 04, 2018

KEMALİZM

Atatürkçülük veya Kemalizm, öncelikle emperyalizme karşı bağımsızlık savaşı veren halkların, “milliyetçi-devrimci” saiklerle ulusal kurtuluş mücadelesinin tezahürüdür. Mustafa Kemal Atatürk ve Kemalizm ile ilgili olarak, Türkiye Devrimi üzerine sarsılmaz analizler yapan, seven sevmeyen, hemen hemen herkesin ittifakla, büyük devrimci, teorisyen ve eylem adamı dediği, Türkiye devrim tarihine, direnen ve teslim olmayan bir önder olarak geçen Mahir Çayan; “Kemalizm, emperyalizmin boyunduruğu altındaki bir ülkede doğu halklarının milli kurtuluş bayraklarını yükselten, emperyalizmi yenerek milli kurtuluş savaşlarını açan bir küçük-burjuva milliyetçiliğidir. Türkiye'deki küçük-burjuvazinin en radikal çizgisi olan Kemalizmi karakterize eden yalnızca “Milli Kurtuluşçuluk” ve “Laiklik” öğeleridir. Kemalizm’i bugüne kadar ayakta tutan, ona ruh veren milli bağımsızlıkçı niteliğidir. Kemalizmin anti-emperyalist niteliği bir tarafa bırakılırsa, ortada Kemalizm diye bir şey kalmaz. Bu nedenle ancak emperyalizmin karşısındaki saflarda yer alanlar, Kemalizme sahip çıkabilirler.”diyerek, Kemalizm değerlendirmesi konusunda devrimcilerin görüşlerinin nasıl olması gerektiğini belirlemiştir. Diğer taraftan da; “1919'da Amerikan mandası isteyenler ne kadar milli bağımsızlıkçı ve Kemalistlerse, 1969'da anti-amerikan hareketleri sabote etmeye çalışarak anti-emperyalist safları dağıtmak hevesinde olanlar, milli kurtuluşçulara “gözü dönmüş demokrasi düşmanları” “halka inanmayan yobaz aydınlar” diye kara çalarak Amerika'ya taviz verme politikasında işbirlikçilerle yarış halinde olanlar da o kadar Kemalisttirler. Ve bu Kemalistler ne kadar devrimci iseler, onları Kemalist saflara sokan görüş de bir o kadar devrimcidir!..”diyerek te kimlerin Kemalist olup olamayacaklarının da tarifini vermektedir.


Evet, Mustafa Kemal, ama kimin tariflediği ya da kimin temsil ettiğini söylediği Mustafa Kemal ve Kemalizm… İsmet İnönü’nün mü? Celal Bayar ve Adnan Menderes ikilisinin mi? Cevdet Sunay’ın mı? Demirel’ in mi? Kenan Evren’in mi? Kimin… Kimin… Çünkü sayılanların ve sayılamayan ve dönem aralarında yönetimde bulunanların tamamı, evet istisnasız tamamı, Kemalist oldukları iddiasındaydılar. Bunların en keskin savunucu görünenleri de 12 Eylül askeri faşist darbesinin, içimizdeki “Amerikan çocuklarının” baş temsilcisi olan, eski “NATO’nun gizli ordusu” komutanlarından olduğu iddiasını yalanlayamayan Kenan Evren idi… Hem de nasıl… Atatürkçülüğü sürekli olarak asıl amaçlarını maskelemek için kullanarak, Atatürk ilke ve inkilaplarına bağlı oldukları görüntüsü ve savunusu içinde, Atatürkçülükte birlikte tariflenen ve tertiplenen ve son derece olumlu nitelenecek, “Türk Tarih Kurumu”, “Türk Dil Kurumu” başta olmak üzere tüm kurumları kapatmakta, Atatürk’ün bağımsızlıkçı şiarının aksine, adeta canım yurdumu dizlerinin üstüne çökertecek şekilde, Amerikan emperyalizmine bağımlı hale getirmekte bir beis görmemişlerdir.


Bugün; müstevlilerin emperyal politikalarının Türkiye mümessilleri, aldıkları pozisyonlara bağlı olarak, gerek göğüs gererek gerekse de mahçup şekilde, Kemalist olduklarını beyan ede dursunlar, hedefteki halk yığınları üstüne zerkettikleri anti-komünist politikalar mucibince, yarattıkları politik rüzgârlara bakılarak yapılacak tespit, ne yazık ki canım yurdumu çok uzun yıllardır yönetenlerin hiç birisi, bağımsızlıkçı olamamışlardır. Yani hiç birisi Kemalist olamamışlardır ya da herkes kendi keyfine göre bir Kemalizm tarifi yapmıştır.


Gelinen nokta itibariyle canım Yurdumda; sahte Kemalistlerin “Atatürkçülük” demagojileri nedeniyle kafalar çok karışık olup, “gardrop Atatürkçülüğü” ile “Kemalizm” birbirine karıştırılmakta ve emperyalizme teslim olanlarla, emperyalizmle işbirliği içinde olanların her geçen gün etkilerinin artması nedeniyle de, bağımlılık Cumhuriyet tarihinin en üst noktalarına ulaşmış bulunmaktadır.


Her ne kadar da, “Kemalizm”; yaşanılan dönemin koşullarına uygun olarak, kâh özel sektörcü, kâh devletçi davranışlar göstermiş olsa da, emek-sermaye ikileminde gel-gitlerle bocalasa da, temelde “İzmir İktisat Kongresi” kararları mucibince yönünü çok açık şekilde tayin etmiş ve sermaye yanlısı olacağını göstermiştir. Bu iktisadi tercihine rağmen, anti-emperyalist ve bağımsızlıkçı tercihleri ve uygulamalarının ciddiyetle takip edilmesi gerektiğine inancımızı bir kez daha belirtmeliyiz. Diğer ülkelerdeki “Milli Kurtuluş” mücadelelerine örnek teşkil etmesi bakımından da, Kemalizm’in önemi ortadadır ve salt bu nedenle bile bu ruha sahip çıkılmalıdır.


Atatürk’ün bu yılki sene-i devriyesi nedeniyle kendisini bir kez daha saygı ile anıyor ve yazımı büyük üstat Nazım Hikmet’ten bir Atatürk tarifi ile bitiriyorum…


 


BÜYÜK TAARRUZ
Dağlarda tek tek
Ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı öyle ferahtılar ki
Şayak kalpaklı adam
Nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
Güzel, rahat günlere inanıyordu
Ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
Birden bire beş adım sağında onu gördü.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saati sordu.
Paşalar `üç' dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun kenarına kadar,
Eğildi durdu.
Bıraksalar
İnce uzun bacakları üstünde yaylanarak
Ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe'den Afyon Ovası’na atlayacaktı...