Pazar, Ekim 23, 2011

ÇOCUKLUĞUMUN YAZLARININ GEÇTİĞİ EV

Mübadele sonucunda doğduğu toprakları zorunlu terk eden atalarımın ilk geldikleri yer olan Çiftlik Köy (şimdi Çiftlik Mahallesi) Osmanlı döneminde Yeni Nahiye, Çiftlik-i Kebir adlarıyla anılmaktaymış ve yine büyüklerimin ifadesi ile o kadar güzel bir yermiş ki; Ege’nin Paris’i olarak anılmaktaymış. Yerleştirme sırasında hangi kriterlerin uygulandığı tam olarak bilinmemekle birlikte şüphesiz sübjektif ve muhtemelen de yüksek iltimas ya da madeni hazzın yarattığı hassas ortamda tamamlanmıştır tüm bu işlemler. Her ne ve nasıl yapıldıysa yapıldı, bu tahsiste Dedemlere yine söylendiğine göre köyün başpapazının ya da dini yöneticisinin evi tahsis edilmiş ki o ev benim de çocukluğumun yaz aylarının geçtiği evdir. Dış görüntüsü muhteşem olmakla birlikte iç dizaynı da bir başka muhteşemdi.

Geçmiş dönemde yağmurların şiddetini ve boyutunu göstermesi açısından çok önemli görünen bir derenin kenarında inşa edilmiş evin ön cephesi bu dereye bakmaktaydı. Bakmaktaydı diyorum ne yazık ki artık bu ev yok… Bu evin kıymetini asla bilemeyecek kişiler sahiplenince ve buna kimse de itiraz etmeyince burada anlatmak istemediğim nedenlerden ötürü ev yıkıldı ve yerine bir ucube yapıldı. Derenin yaz aylarında da devam eden bir akarı vardı (su bulunma hali) ve akasya, dut ve iğde ağaçlarının süslediği bu dere denizle birleştiği yerde yaklaşık 70-80 mt lik bölümünde deniz balıklarının bol miktarda yaşadığı bir alandı. Bugün bile büyük hayal kırıklığı ile hatırladığım çok büyük bir yanlış yapılırdı, burada yetişen balıkların yakalanması için, ne yazık ki DDT adlı bir zirai ilaç atılır ve balıklar öldürülerek yakalanırdı ama kimler yapardı ne yazık ki çok uzun zaman geçmiş olması nedeni ile hatırlayamamaktayım. Ama yinede dere içinde yetişen güzelim ağaçlar ve yaşayan ördekler aklımda kalan en önemli güzelliklerdi…

Derenin evin önüne gelen kısmında dereye inilmek için hatırladığım kadarı ile 8 basamaklı bir merdiven vardı ve bu merdiven hangi gerekçe ile inşa edilmiş olduğunu bugün bile anlamlandıramamaktayım. Yakında köprü olmaması gerekçesi ile karşıya geçmek üzere derenin içine inilmek suretiyle yapılmış olduğu düşünülse bile karşı tarafta karşılığı olmaması nedeniyle pek anlamlı bir açıklama gibi durmamaktadır bu düşünce. Belki de bu merdivenler zaman zaman su almak için kullanılmak için yapılmıştır diyeceğim ama evin farklı yerlerinde olmak üzere 3 adet kuyu bulunmakta idi. Evet şimdi de bakıyorum ama bu merdivenin yapılış amacını maalesef anlayamıyorum.

Bu tılsımlı tabii ki sadece benim için olabilir ama gerçekten güzel bir evdi ve muhteşem bir giriş kapısı vardı, uzun yıllardır kullanıldığı çok açık belli olmasına rağmen yaşını göstermeyen hatta çok genç bir görünümü vardı. Kapının 2 kanadı vardı ve kasası ise mermerden imal edilmiş kapı sövelerine delinmiş delikler vasıtası ile tutturulmuş ve kurşun ile de etrafı doldurularak sıkıştırılmış idi. Kapının 2 kanadının da üzerlerinde birer ayrı kanat vardı ki ahşap işçiliği bu gün bile çok net hatırladığım güzellikte idi. Bu kanatlar; açılınca da dışında dışarıdan da görüntüsüne ayrı bir güzellik kattığı tartışılmaz bir demir kafes ile güvenliği artırılmış ve belki de zaman zaman güvenlik altında havalandırma maksadı ile de kullanılmış olabilir. Kapının bir kanadının arkasında destek amaçlı bir demir çubuk bulunur bu çubuk duvardaki bir halkaya takılırdı, bu demir genellikle de takılı bulunurdu zaten, içeriye taşınması gereken büyük bir şey olduğunda ya da dışarıya çıkarılmak istenen bir şey, işte o zaman bu demir çıkarılır ve o kanat ta açılırdı. Normal giriş çıkışlar için ise kapının bir kanadı kullanılır ve bu zaten yeterli idi.

Ana giriş kapısından girer girmez, büyüklerimin dediği biçimiyle “taşlık” denen bir giriş vardı ve muhtemelen taşlık adı da zeminin siyah ve beyaz kotarina adı verilen çakıl taşlarıyla kaplı olmasından kaynaklanıyordu. Siyah zemin üzerine beyaz kotarinalarla bezenmiş bir ağaç ya da dal figürü bulunmaktaydı ki tam bir sanat eseriydi. Taşlık sağ tarafındaki büyük bir kapı ile yine büyüklerimin ifadesi ile “mağaza” denen benim hatırladığım dönemde tavuk ve hindilerden oluşan küçükbaş hayvanların beslenildiği bir bölüme açılmaktaydı, ancak isminden anlaşıldığı üzere daha önceleri çok muhtemel ki tütün başta olmak üzere ticari olarak yetiştirilen ürünlerin konulduğu bir yerdi ve inanılmaz büyük bir mekândı. Tam karşıda bulunan çok büyük bir alaturka “helâ” bulunmaktaydı ve hemen buranın yanından bir koridor ile geçilen erzak deposuna ulaşılırdı, burada zeytin, zeytinyağı, buğday, nohut, mercimek ve mısır benzeri kışlık depolanmış erzaklar bulunurdu ki burası karanlık bir mekândı ancak fenerle girilip malzeme alınıp ya da konulurdu. Burası biz çocukların fazlaca bilmediği bir yerdi, belki de fener kullanma şansını fazlaca bulamadığımız için buraları fazlaca bilmezdik, bilemiyorum şimdi. Ancak bir gün nasıl oldu da oraya girdik ve karıştırmaya başladık şimdi hatırlayamıyorum ama dün gibi hatırladığım kocaman bir deste para bulduk, nasıl sevinmiştik anlatamam sanki milli piyango çıkmışçasına, ancak sonradan anladık ki paralar çok eski Yunan paraları ve hiçbir geçerliliği yok, öyküsünü ise anneannem rahmetli Hacer Karagöz’den dinlemiştik, II. Dünya savaşı sırasında Yunanistan; Faşist Almanya saldırısı ve işgaline uğruyor, işgal sonucu yaşanan katliamdan korkan Yunanlıların teknelerle canım yurduma sığınmaları sırasında yiyecek ve barınma karşılığı istenmemesine rağmen verilmiş paralar olduğunu öğrenmiş ve içimiz mübadil çocukları olarak inanılmaz burkulmuştu. Sonuç olarak o tarihlerde de yani alındıkları tarihlerde de geçerliliklerinin olmadığı bilinmesine rağmen alınmış ve saklanmış paralardı tüm bunlar. Sonradan Çeşme’nin başka yerlilerinden ise bu paralarla sobaların tutuşturulduklarını duymuştum.

Üst kata çıkan ahşap bir merdiven vardı ve bu merdivenin muhteşem bir “trabzan”ı (korkuluk) vardı ki başlıbaşına bir ahşap işçiliği zirvesiydi bana göre ve biz çocuklar açısından yeterince de geniş olması nedeniyle üst kattan aşağıya üstüne oturarak kaymak için bir biçilmiş kaftandı. Basamak sayısını şimdi hatırlamıyorum ama merdivenin yarısına kadar doğru çıkılır sonra da tam sağa dönülerek evin üst katındaki “hanay” adı verilen sağlı sollu odaların bulunduğu uzunca bir koridora çıkılırdı. Trabzanın başındaki başlık ise yekpare bir ağaç işlemesi idi ki ne kadar muhteşem bir çalışma olduğunu bugün bile anımsamaktayım.

Merdivenin 5 ya da 6 basamağından sonra solda yarım kapı boyutunda bir kapı vardı buradan, bahçeye ve büyükbaş hayvanlarının damlarına gidilirdi. Mezkûr kapıdan girince 5 mt ye 5 mt boyutlarında bir oda vardı ki burada büyük bir ocak, bir kuyu ve taş duvarda fenerlerin konulması için birkaç küçük girinti ile küçük malzemelerin konulması için de birkaç büyük girinti bulunurdu. Büyük ocağın sağında ve solunda mermerden kesme ve yekpare bloktan oluşan 2 adet dikme taş bulunur bunların tam üstünde yatay çalışan yine aynı malzemeden ve evsafta bir başka kesme mermer bulunurdu. Kuyu yaklaşık 4 ya da 5 mt derinliğinde olup suyu yaz kış hiç bitmezdi, bu kuyudan alınan su; tam karşıda hayvan damına açılan kapıdan girilerek hayvanlara verilirdi. Bu mekândaki hayvan damına açılan kapının dışında 2. bir kapı daha vardı ki buradan da bahçeye çıkılırdı, çıkılır çıkılmazda yaz aylarında oldukça büyük bir asmanın altında bulurdunuz kendinizi, mezkûr asmanın üzümü bugün bile aradığım üzüm olmuştur hep.  Yaz aylarında bu asmanın altında yeterli genişlik ve ferahlıkta olması nedeniyle de tütün dizme işlemleri yapılırdı, yaprakları günlük toplanmış (kırılmış) olan tütünler buraya içinde taşındıkları köfünlerden (büyük küfe) dökülerek etrafına yeterince insanın oturması haliyle yaklaşık 1 er mt lik iğnelere (metal şislere) dizilirlerdi, diğer işlere oranla oturularak yapılması nedeniyle nispeten kolay bu işin yapılması sırasında bazen de gelen misafirlerin ağırlanması faslıyla günlerin özellikle orta kısımları eğlenceli geçip giderdi.

Büyükbaş hayvan damı; genişliği yaklaşık 4 mt ama uzunluğu yaklaşık 12 ya da 13 mt olan bir mekândı ve burada hayvanların yemlerini yemeleri için taştan örülmüş bir sedirin üstünde boylu boyunca uzanmış yem yalakları vardı. Bu damın yol kenarında yola açılan büyük bir kapısı vardı ki hayvanların dama giriş ve çıkışları buradan yapılırdı ve hemen onun yanında da küçük bir kapıdan da hayvan yemlerinin özellikle de samanların depolandığı, yola açılan ayrı bir malzeme ikmal penceresi olan bir depo bulunurdu. Harman yerinden atların sırtında ve haral denilen büyük çuvallarla getirdiğimiz samanlar bu deponun bahsekonu penceresinden içeriye boşaltılır ve bilahare de samanlığın içine girilerek fazlaca yer kaplamaması için çiğnenmesi suretiyle sıkıştırılırdı ve kış ayları bu deponun hayvan damına açılan kapısından saman alınarak hayvanlara verilirdi.

Asmanın altından bahçeye erişilir ve yaklaşık 1.000 m2 lik bu bahçede; incir, badem, nar ağacı bulunur ve dizilen tütünlerin kurutulduğu kırmandala adı verilen üzerine tütünlerin iğnelerden aktarıldığı ipin bağlandığı askılar yerleştirilirdi, ayrıca burada bulunan fırının yanında da yine bir kuyu bulunmaktaydı ki muhtemelen fırın hizmetlerinde kullanılmaktaydı suyu. Fırın deyip geçilmesin hatta hiçte hafife alınmasın bugün bile neden o kadar büyük bir fırın olduğu konusunda kafa yormaktayım açıkçası; yaklaşık 5 mt 4 mt lik bir kapalı mekânda bir fırın sanki tüm köye ekmek pişirilmek üzere dizayn edilmişti. Burada bizim ailenin belki de sülalenin pekmezleri hazırlanır, erişteleri hazırlanırdı, hatırladığım kadarıyla.

Evin üst katındaki hanaya erişildiğinde ilk solda içinde gusülhanesi ile mutfak hizmeti verilebilecek detayların bulunduğu bir mekân ki çocukluğumuzda mutfak olarak kullanılmaktaydı, hemen karşısında ise güzel işlenmiş metal guselerden oluşturulmuş sistemin üstüne ahşaptan imal edilmiş muhteşem bir balkonu olan bizlerin camlı oda dediğimiz bir alan vardı muhtemelen de burasıda misafir yemek odası gibi kullanılmaktaydı. Balkon kapısını artık anlatmanın gereği olmamalı diye düşünüyorum çünkü artık tekrara düşmekteyim, burada sabit bir camlı dolap grubu vardı ki inanılmaz bir şeydi. Koridoru devam ediyoruz tam karşıda yine içinde ocak bulunan bir oda, oraya varmadan sol tarafta yine bir yatak odası ve tam karşısında bizimde salon diye kullandığımız ve ailemizin biz çocukları evde yalnız bıraktığında 3 er li takımlar halinde futbol oynadığımız büyüklükte bir mekân ve buradan bir kapı ile ulaşılan ayrı bir oda. Buradaki ahşaptan yapılan panjurlar ne kadar anlatsam eksik kalacağını düşündüğüm güzellikteydi.

Evin kendisine yönelik sövelerden tutun, burada panjur kasa sabitlemelerine kadar eksik bıraktığım bir dolu şey oldu biliyorum, hem bu eksiklere hem de yaşantımıza yönelik bazı hatırladığım ve en azından çocukluğumuz için sıra dışı bulduğum anıları yazmaya devam etmek istiyorum.

Pazartesi, Ekim 17, 2011

BAHÇELİEVLER KATLİAMI

2011 Temmuz seçimleri öncesi; 12 Eylül Faşist cuntacıları tarafından idam infazı gerçekleştirilen Erdal Eren ve yine idam infazı gerçekleştirilen Mustafa Pehlivanoğlu’nun gerek yaşam öykülerini anlatırken gerekse de ailelerine yazdıkları mektupları okurken gözyaşlarına engel olamayan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’dan; eğer geçmişin aydınlatılmasına yönelik iddiaları ile hepimizin katıldığı acıları yansıtan ruh hali gerçek ise, kendisine hemen bir çağrımız olacaktır, bu acıları dindirmek adına. Yakın tarihimizin yüz karası olan ve tarihe “7 TİP’linin katli” olarak geçen olayın; tetiği çekenlerinin kim olduğu bilinmekle birlikte, olayın 12 Eylül Faşist darbesine zemin hazırlamakta nasıl bir km taşı olduğu konusunda aydınlanma sağlayacak perde arkası güçlerin açığa çıkartılması için, ister mecliste ister mahkemeler nezdinde gerekli çalışmaların yapılması için girişiminde bulunması, karanlığın aydınlığa erişmesinde ayrı bir km taşı olacaktır kanısındayız.
Katlin asli faillerinden olan kişinin gerçek anlamda cezalandırılamaması, devamlı yakalanmasına rağmen yanlışlıkla serbest bırakılması, o dönemin mezkûr parti yöneticilerinin nerde ise tamamının ismi geçmesine rağmen hiçbiri hakkında işlem yapılamamış olması, bir adli kusurlar silsilesi mi idi ki acaba da hiçbir işlem ilerletilemedi. Acaba birileri ne olursa olsun, mahkeme kararlarıyla tescilli katil bile olsalar işlerini bir şekilde yürütebiliyorlar acaba bunlar içimizdeki Amerikalılar mı? Acaba “memleket için kurşun atan”lardan olunca bu katiller, tarihin kara lekeleri beyaza mı boyanmış oluyor? Örneğin Susurluk davasının sonuçlandırılmamış olması da bu soruların cevapları içinde midir?
Peki, ne olmuştu da neden gerçekleştirildi bu eylem?
Acaba; Ülkemizi hızlı bir biçimde “Our boys”ların faşist darbesine getirmek için, hazırlanan binbir tezgâhtan birisimidir bu eylemde? Belki de “şartların olgunlaşmasını” bekleyen muhteşem beşlinin bilgisi dâhilinde olan eylemlerden birisidir kim bilir?
Tarih, 9 Ekim 1978, yani 33 yıl önce, yer Ankara Bahçelievler, 15. sokak 56 numaralı apartmanın 2 numaralı dairesi, 7 masum insan, 7 Türkiye İşçi Partili masum insan vahşice, telle boğularak ve kurşunlanarak katledildiler. Evi basıp katliamı gerçekleştiren ekip tarafından, evde silah olmaması üzerine “siz nasıl devrimcisiniz lan evinizde bir silah bile yok" denmiş olması bile masumiyetin ve fikir mücadelesinin ne kadar ön planda olduğunun göstergesi olduğunu söylemeye gerek olmasa…
İşte o gün katledilen 7 TİP üyesi;
ODTÜ Elektrik Bölümü öğrencisi Serdar Alten,
Ankara Devlet Mimarlık Mühendislik Akademisi öğrencisi Hürcan Gürses,
AİTİA Gazetecilik öğrencisi Efraim Ezgin,
HÜ İstatislik Bölümü öğrencisi Latif Can,
HÜ İstatislik Bölümü öğrencisi Osman Nuri Uzunlar,
TİP Üyesi Faruk Erzan
TİP Üyesi Salih Gevence
"kapı açılır açılmaz içeri girdik. Hepsini yere yatırdık. Ne yapacağımız konusunda talimat almak için Abdullah’a birini gönderdik. Abdullah eter ve pamuk vermiş, “hepsini tek tek bayıltıp öldürelim” demiş. Dışarı çıkıp arabada bekleyen Abdullah’la konuştum. Evde öldürmek zor olacak. “İkişer ikişer götürüp öldürelim” dedim. “Olur” dedi. İki kişiyi büyük reis'in arabasına bindirip Eskişehir yoluna götürdük. Müsait bir yer bulup ikisini de yere yatırıp kafalarına ateş ettik. Geri döndük. Böyle zor olacağını anlayınca Abdullah, “tek tek boğalım bunları” dedi. Bir tanesini askı teliyle zorla boğdum. Diğer dördünü de bu şekilde öldürmek zor olacaktı. Arkadaşları gönderdim. Sonra da sedirin üzerinde bulunan dört kişiye yakın mesafeden ateş ederek mermilerin hepsini boşalttım. Silahı da götürüp Abdullah'a verdim"
Eylemin başkahramanının; 17 Kasım 1980 günü Ankara Sıkıyönetim Savcılığı’na verdiği ifadesinden, gazetelerde ve kitaplarda yer aldığı şekliyle olayın gerçekleştirildiği beyan edilmektedir.
Olayın nasıl vahşet olduğunu anlatmaya kelimeler yetmez, Amerikan Emperyalizminin yarattığı paramiliter güçler tarafından örneklerinin sıkça tekrarlandığı Güney Amerika ülkelerindeki vahşet operasyonlarının benzerleri olduğu ise herkesin malumudur ama arkanızda NATO’nun gizli ordusu “Stay Behind” olunca, kolaylıkla silahları bulabiliyorsunuz, lojistik destek alıyorsunuz, güpegündüz kahveleri silahla tarayabiliyorsunuz, elinizi kolunuzu sallayarak olay yerinden uzaklaşabiliyorsunuz, uzaklaşamadınız diyelim, yakalandınız ama olayla irtibatınız kurulamıyor, kurulsa bile suçunuz ispatlanamıyor, suçunuz ispatlansa ceza almıyorsunuz, ceza alsanız bile cezaevinde yatıramıyorlar, ya yanlışlıkla tahliye ediyorlar ya da uygun bir şekilde kaçırılıyorsunuz vs. vs. 
Tüm bunların üzerine bir dolu önemli zevat tarafından da “kurşun atan şereflidir” ezberine uygun olarak üstün vatan sevginiz takdir edilirse, kimse size katil diyemezse, her gittiğiniz yerde “Türkiye sizinle gurur duyuyor” sloganları ile karşılanırsanız, arkanıza ABD ve NATO gizli ordusu “Stay Behind” ı da alırsanız, şaaşalı bir hayat beklentisi içindeyseniz ve necip milletimizin maceraperest ruhuna da sahipseniz ve ilaveten aklınızı da kullanmıyorsanız, eee sizden daha uygun aday olamaz, bu katliamlar için, ayrıca bu coğrafyada bu kabil insanlar için mümbit toprakla dolu, daha ne olsun…

Gerçekleştirilen bu vahşet dolu eylemde yer alanların isimlerini yazmadık, bu konuda detaylı bilgi edinmek isteyenlere, şiddetle tavsiye edebileceğim Saygı Öztürk’ün, “5-6-2 tamam reis” adlı kitabında bu katliam tüm detayları ile anlatılmakta olup, benzer yaşanan olayların canım yurdumu 12 Eylül Faşist Darbesine nasıl getirmiştir, bugün soğukkanlılıkla değerlendirebileceğimiz ibret alınacak öyküler.

Pazar, Ekim 09, 2011

SÜLEYMANNAME KÜLLİYATI Bölüm 3

“Bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz”

Zulüm İmparatorluğu ABD tarafından; “Yeşil kuşak” projesi kapsamında yerelde lojistik desteği sağlayabilecek en ehven ekipbaşı olarak Muhteşem beyefendinin tayin edilmesini müteakip, yazılan senaryonun gereği olarak önce yaratılan görece özgürlük ortamında, yükselen halk muhalefetine ve devrimci uyanışa karşı hemen dönemin içişleri bakanı ve Muhteşem Süleyman’ın muhteşem ataması olan zat, asker kanadın da “sosyal gelişme ekonomik gelişmenin önüne geçmiştir” demesini müteakip işaret parmağını oynatması üzerine meşhur “İti ite kırdırma” politikası yürürlüğe sokulmuştur. Peki; neydi bu yeni oyun kısaca hatırlayalım, yükselen halk muhalefetinin ve devrimci uyanışın karşısına devletin örtülü ama sıkı desteğinin verilerek oluşturulacak sivil ve gizli gladio ekibinin, ülkede iç savaş koşullarını derinleştirerek insanların birbirlerini boğazlamalarının önünü açmak ve nihayetinde de bunlar bahane edilerek duruma uygun yasal düzenlemeler yapılarak ta; yerelde sermaye temerküzü ile yerli kapitalistleri yaratmak ve geliştirmek, enternasyonal düzeyde de yaratılan artı değerin tayin makamlarına aktarılmasının düzenli ve faydalı olmasının yolunun açılmasıdır. İşte bu amaçla da 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbeleri yapılarak, ehven koşulların yaratılmasına yönelik ve yapılan düzenlemelere karşı bir direnişin engellenmesini öngören açık faşizm uygulamaları başlatılmıştır. Peki; neler yapıldı bu ortamın hazırlanması için, ne tür çalışmalar gerçekleştirildi derseniz de; yüzbinlerce örnek vermek mümkündür şüphesiz.

Kızıldere katliamı, Nurhak katliamı, Göztepe katliamı, 1 Mayıs katliamı, Bahçelievler katliamı, Beyazıt katliamı, Piyangotepe katliamı, Yükseliş katliamı, Tarsus katliamı, Çorum katliamı, Yozgat katliamı, Kahramanmaraş katliamı, Malatya katliamı başta olmak üzere yüzlerce katliam yapılmış ama hiçbirinin gerçek failleri ortaya çıkarılamamış ve asli failleri yakalananlarda bir şekilde örtbas edilmişlerdir.

Eeeee, doğru tabii 6-7 Eylül olayları itina ile düzenletilir faşist tosuncuklara, konuyu saptırmak için arkasından hemen solcu tutuklamasına girişilir, özel mahkemeler kurulur, suç solculara atılır gibi şeytana pabucu ters giydirme sanatında usta-kalfa öncülleriniz-öğretmenleriniz olursa, size de bu kelamı etme hakkı doğar tabii ki. Peki; pek muhterem muhteşem beyefendi, olaylara neden olan Selanik’teki Atatürk’ün evine bomba atılması olayının faili ve o dönem Selanik Üniversitesi Siyasal Bilgileri öğrencisi ki bu olayların baş maşası (sorumlusu) olduğu iddiası ile yargılanan ve ceza alan Oktay Engin, kimin zamanında Nevşehir Valiliğine getirilmiştir. (Oktay Engin, 22 Şubat 1992 - 18 Eylül 1993 tarihleri arasında Nevşehir Valiliği yapmıştır) Sanki “mart ayında doğmuş gibi bir havanız var”.

“Watch your step” diye uyarma ihtiyacı duyduğunuz ardıllarınız da tabii ki “Kurşun atan da kurşun yiyende şereflidir” diyerek zatı âlilerinizden ne kadar ilim, irfan ve feyiz aldığını gösterecek ve konunun aslında pek sizin bu sözü ettiğiniz dönemi ve basit bir olayı kapsamadığını gösterecektir. Çünkü bu laf bir “stay behind” ordu taktiğidir ve 2. dünya savaşı adıyla tarihe geçen 2. paylaşım savaşının ardından yazılan ve sahneye konan “yeşil kuşak” projesinin varlığına ve sürekliliğine endekslidir. Ne ve neden demişti bu kelamları ardıllarınız; hani sizin onlar bizim sağcılar değiller dediğiniz, bizim de onlar içimizdeki Amerikalılardır diyerek iddianızın bir bölümünü kabul ettiğimiz ve susurluk olayında kabak gibi ortaya çıkan bu sağcıların uluslararası eklemlenmiş boyutunun ortaya çıkması üzerine, tarihsel misyonu gereği sahiplenmenin kaçınılmaz delikanlılığını göstermiştir. Hani bu ardıllarınız inanılmaz servetlerini ev kiralarını bile ödeyebilmekten aciz büyüklerinin bodrumlarında çıkılar içinde bulduklarını söylediklerinde de, örtülü ödenekleri iç ettiklerinde de, aynı bu mezkûr büyük kelamı ederken olduğu üzere çok inandırıcı idiler. (!!!!). Ama sizin rahleyi tedris ettiğiniz mahfillerden yine sizi tedris ettiren ustalara benzer ustalar tarafından tedris edildiğini de bu maharetli izahından anlamaktayız açıkçası, ardıllarınızı da…

Merak etmeyin; “Evet” dedirtmenin mümkün olmadığını en nihayetinde anlamıştır insanlar, gerçekten siz doğruları söylemekten aciz insanlardansınız, acizliğiniz bilmediğinizden değildir elbet, bilakis kast taşıyarak ifade ettiğinizden olsa olsa işinize gelmemiştir. Diğer taraftan da, Süleyman Demirel’in demek istediği zinhar sağcıların/milliyetçilerin adam öldürmediği değildir, tam tersine sağcıların/milliyetçilerin adam öldürdüğünü zımnen itiraf etmekte, ama kendisini siyaset sahnesinde tutan sivil zinde güçlerin sağcılar olması nedeniyle bunu asla telaffuz etmeyeceğini ifade ederek durumu kurtarmakta ve bilahare de durumu tam anlaşılır hale getirmek içinde mezkûr ifadeye “onlar devleti koruyor” bölümünü ilave ederek, tanımı tamamlamıştır. Belki de tersinden anlama üstadı olan necip milletimize “rahatlıkla solcuların adam öldürdüğünü sürekli söyletebilirsiniz” yaklaşımını tebarüz ettirme adına sarf ettiniz bu lafları. Belki de bunlar sizin bildiğiniz sağcılar değildi bunların alayı; “stay behind” adlı ve Kenan Evren’inde bir dönem komutanlığını yaptığı iddia edilen NATO nun gizli ordularının elemanlarıdır demek istediniz de biz anlayamadık, işte her neyse, ama her şey tabak gibi ya da kabak gibi ortada. Ve tabii ki bu orduda yerel boyutta görev alanların da sağcılardan seçilmesi bilginiz dışındadır ve tesadüftür ya da yine zatı şahanelerinize ait olan bir başka kelam devreye girecektir cevap olarak “meczup”.

Bal gibi bunlar sağcılardır ve siz bunları da bal gibi biliyordunuz ve siz bunların uluslararası hemhal durumlarını da çok iyi biliyorsunuz ama siz kulağınıza sufle edilen konularda gerçekten çok başarılısınız ve bu başarınızı Göbbeels ilkelerine borçlusunuz tabii ki doğruyu söylemeyeceksiniz, ne demiş üstad; “Yalan ne kadar büyükse inanan o kadar çok olur”.

Perşembe, Eylül 22, 2011

ÇEŞME HİKÂYELERİ

SENİ TUTUKLATIRDIM
“GENERAL GÖRÜNÜMLÜ ALBAY”


12 Haziran seçimlerinden hemen sonra; Çiftlik Köy’de deniz kenarında oturmuş bir yandan çay içerken diğer yandan havadan sudan kabilinden muhabbet ediyorduk bir akrabamla birlikte, akrabamın tanıdığı birisi selam verip masamıza oturdu, oturan muhterem akrabama “usta” diye hitap ediyor ve seçimlerde böyle bir sonucun çıkmış olmasından üzüntülü ve sıkıntılı olduğunun altına çizerek, akrabama da halkı temsil ettiğini tebarüz ettirerek “neden böyle yaptınız” diye sordu. Akrabam da memleketin sıkıntılı bir süreçten geçtiğini, hissiyatının kendisini uzun yıllardan beri sahip olduğu siyasi tutumunun aksine bir vadedir oy verdiği partiyi değiştirdiğini ve kendisine böyle bir soru sorulmaması gerektiğini beyan etmiş idi. Akrabamın misafirine “komutanım” demesinden ötürü misafirin emekli bir subay olduğu anlaşılıyordu, uzunca bir süre kendisinin eski alışkanlığından olsa gerek bize bu siyasilerin memleketi ne hale getirdiklerini anlatarak serzenişini ve nihayetinde de konunun bu milletin zaten doğruları anlayamayacağı ve bilemeyeceği gibi bir noktaya ilaveten de konunun bir ders verme noktasına gelmesinden ötürü, ben de bu konuda yanıldığını, memleketin bu noktaya gelmesinden yani muzdarip olduğunu beyan ettiği konuya gelmesinden ötürü mensubu bulunduğu kurumun komuta kademelerinin ciddi kusur ve hatalarından oluştuğunu ve şimdi de kolay yolu seçip vatandaşı suçlamalarının çok büyük bir aymazlık olduğunu münasip bir dille anlatmaya başlamıştım. Ancak beyefendiyi susturmanın ve dinlemesini istemenin pek mümkün olmadığını anlaşılmaktaydı, kışla da emir verir havasından emekli olmasının üstünden çok geçmesine rağmen hala vazgeçmemiş havasındaydı. En sonunda susup dinlemesini bilmesi gerektiğini anlayabileceği bir dille kendisine hatırlatınca mecburen sustu ve bende bugün şikâyette bulunduğu şeriatçılık ve gericilik konusunun kendi tariflediği boyuta gelmiş olmasının en önemli nedenini 1971 faşist darbesinin ardından yurdu terk eden dönemin önemli bir siyasisini İsviçre’den dönemin güçlü generali; kendisine bir şey yapılmayacağı ve ilaveten de parti kurmasına izin ve destek verileceği garantisi ile getirdiğini beyan edince, yerinde duramayan bu muhterem oturduğu sandalyeden fırlayarak ve adeta işaret parmağını burnuma dayayarak bana, “sen ordu düşmanısın, eski günler olsaydı seni hemen tutuklatırdım” gibi, bırakın masasına oturduğunuz adama saygı göstermeyi, asgari ölçüde insana saygıyı gerektiren ölçüden ırak bir şekilde bağırmaya başladı. Bir süre sonra da artık “bitir komutan” deyince ve birden eski günlerde olmadığını da anlayınca da mecburen sustu. Çok sakin bir biçimde kendisine “siz eskiden böyle sizinle aynı şeyleri düşünmeyen insanları tutuklatırmıydınız” diye sordum ve inanılmaz şekilde dolambaçlı ve uzun yoldan da olsa “evet” cevabını aldım ve adeta kanım dondu. Artık komutan bendini aşmıştı ya dur durak yok, anlayabildiğim kadarıyla göreviyle de ilgili olduğunu zannettiğim şekilde bir takım akli olmayan ve bir devlete yakışmayacak işler üzerine örneklerde anlatarak, bu memleketin nasıl bu günlere kendileri tarafından getirildiğini, bu arada yurt dışında ve içinde “devlet düşmanı” diye kendi dar dünyalarındaki tanımlara uygun hedeflere karşı nasıl davranıldığını ve esasen de bunları dünyanın bütün devletlerinin de yaptığını uzun uzun anlattı durdu. Eee tabiî ki karşısında; cahil, bilgisiz ve duyarsız milletin temsilcisini de buldu ya, kendisi de okumuş ya, verdi veriştirdi bize, eee ne yapalım bizde bir taraftan yaşına diğer taraftan da masamıza konuk olmasından ötürü dinliyoruz adamcağızı, vur vur inlesin modu… Adamcağız sanki uzun yıllar konuşmamış, konuşamamış şimdi yeri ve yeni buldu attı zembereği, verdi veriştirdi…

Evet; ne anlatırsanız anlatın kendi bildiği dışında doğru olmadığının şartlanmışlığı içindeki bu muhterem ki ben kendisine daha sonraki karşılaşmalarımızda “general görünümlü albay” diye hitap etmekteydim, muhtemelen de günümüzdeki Ergenekon ve benzeri davaların ruh hali içinde bir süre sonra, eski muktedir ve mağrur görüntüsünden uzaklaşıp biraz daha mütevazı bir mevziye ricat ederek, belki de tüm sahip olduğu bilgilerin şehir efsanesi olabileceği sanısına kapılması nedeniyle daha alt ve dinlenebilir perdeye gelip, aslında kendisinin bütün bu anlattıklarının dışında biri olduğunun ispatına çalıştı, ama nafile, diş macunu artık tüpün dışındaydı…

Daha önceleri sahip oldukları gücün, kişisel tatminler, çıkarlar ve kendilerinden olmayanların yaşamasına olanak ve hak verilmemesi şeklinde kullanılmışlığına ait binlerce yaşanmışlık dinlemiş ya da yaşamış idik şüphesiz, ama gelinen noktada canım yurdumun yeni muktedirlerin de mezkûr dayatmalara karşıymış görüntüsü altında benzer uygulamalara başvurmaları değişenin sadece aktörler olduğu ama konu ve özün değişmediği ve değişmeyeceği bir kez daha anlamış bulunmaktayız.

Son olarak ta Neyzen Tevfik’in ünlü beyiti ile bağlayalım konuyu;
“Türkü yine o türkü
Sazlarda tel değişti
Yumruk yine o yumruk
Bir varsa el değişti”

Pazar, Eylül 11, 2011

12 Eylül 1980 TOPLUMUN GELECEĞİNİN İPOTEK ALTINA ALINMASIDIR

Zulüm İmparatorluğu Amerika Birleşik Devletleri; genelde Dünyaya özelde de Doğu Akdeniz, Orta Doğu ve Orta Asya’ya yönelik politikaları çerçevesinde oluşturduğu “yeşil kuşak” projesi çerçevesinde kuşağın coğrafyasına denk gelen ülkelerinden Türkiye’de 12.Eylül 1980 de; “içimizdeki Amerikan çocukları” ve tarihe eli kanlı 5’li çete olarak geçtiği söylenen ve tüm dünyada destekçileri hariç nefretle kınandığı söylenen faşist cunta tarafından bir darbe gerçekleştirilmiş ve Amerikan çıkarlarına hizmet etmede kusur yapmayacağı taahhüdünü yenileyen islamist politikaların ve politikacıların önü açılmıştır. Kemalizm’den başlayarak solun tüm renklerine kadar geniş bir yelpazede, inanılmaz bir intikam saldırısı olarak bilinen ve bugün ülkemizde yaşanan tüm sorunların temelini oluşturan bu faşist darbe, bugün temsilcileri konumundaki iktidar sahiplerine dikensiz gül bahçesi bırakan bu cunta ve başındaki faşistler bu ülkenin insanları tarafından asla ve kata unutulmamalıdır, unutulmamalıdır ki, ülkemizin son yüzyılda yaşadığı bu en büyük siyasi ahlaksızlık ve travma iyice anlaşılabilsin ve anlatılabilsin. Yarattıkları tenkil, tedhiş ve tedip ortamı ile emperyalist talan, soygun ve yağmaya daha uygun ortam hazırlayan “içimizdeki ABD’nin çocuklarından”, darbecilerinden, kontrgerillacılarından, gladiocularından hesap sorulmalıdır ve bugünkü ardılları olanlara da gerekli cevap verilmelidir.

12 Eylül sadece ve basit bir darbe değildir öyle; bakmayın talepkarları ve takipkarlarının bize anlattıkları büyüklere masallar kabilinden hikâyelere, geleceğin (şimdiki zamanın) planlanması adına o gün ne büyük dalaverelerin, katakullilerin, üçkağıtların ve namussuzlukların göz önünde bulundurulduğu, o gün bu büyük oyunun kartlarını karanların kim olduğu, bugünlerde yavaş yavaş belgeleriyle birlikte ortalığa saçılmaktadır, gerçi o günün devrimcileri bunları çok anlattı ve yazdı ama dönemin görevlileri bu açıklamaların ve analizlerin doğru olamayacağını büyük pişkinliklerle karşıladılar, devletin ve uluslararası ihtida ettikleri makam ve mahfillerin resmi ve gayrıresmi gücü ile de; siyasetteki, ekonomideki, askeriyedeki ve toplumdaki örgütlenme saflarını da sıklaştırarak, özelde canım yurdumu genelde de Ortadoğu’yu yüzyıllarca sürebilecek bir kaosun içine sürüklediler. Bu değerlendirme ve yaklaşıma birileri dalga geçerek bakıyordur ya, hadi çözün bakalım çözebilirseniz şimdi; Alevi-Sünni temelli mezhep çatışmalarını, Türk-Kürt temelli kırışmayı, boğazlamayı, Ortadoğu’daki savaşları da görelim sizleri…
 
“İti ite kırdırma” ile alevlenen ve “Bana milliyetçiler adam öldürüyor dedirtemezsiniz” ile de zirve yapan bu siyasi yaklaşımın “sosyal gelişme ekonomik gelişmenin önüne geçmiştir” saptamasının bir sonucu olarak toplumun önüne dayatılmış ve büyük boğazlamaya zemin hazırlanmıştır ve bu zeminde de başta CIA olmak üzere uluslararası karanlık güçler ile de yerli temsilcileri ve uzantıları başrol oynamışlardır. Yaklaşık 5.000 e yakın insanın katledilmesini, bugün bile hala basit bir sağ-sol çatışmasının sonucu gibi göstermeye çalışan her kim varsa bilinmelidir ki onlar, bir şekilde bu kara propagandanın, ister inandıran ister inanan olsun ama mutlaka bir unsurudur. Bugün; çıkarılan anayasa ve yasalar ile iğdiş edilmiş bulunan, siyasi hayat, üniversite hayatı, sendika ve çalışma hayatı, sosyal düzen ve hayatı ile muhalefet tamamen ve ebediyete kadar susturulmak ve yokedilmek istenmiş ve planlanmıştır, sonuçları itibari ile kimlere taşeronluk edildiği de, gümrük duvarları ve kotalarının tek taraflı kaldırılması ile ithalatın kayıtsız ve şartsız serbest bırakılmasından “kabak gibi ortada” olduğu anlaşılacaktır. Hani bu çetelerin faşist darbelerine gerekçe oluşturduğunu iddia ettikleri “eli kanlı katilleri” (!!!) tutukladılar ya, konu kapanmalı idi değil mi? Nerde… Gerçi şimdilerde bizim ezelden beri bildiğimiz ve ısrarla vurguladığımız gerek bağırsak temizleme adı altında gerekse de eski işbirlikçileri temizleme ve tasfiye operasyonu çerçevesinde “eli kanlı katillerin” kim olduğu da belli olduğundan konuşmaya fazlaca da yüzleri kalmadı ya. Onların derdi 5.000 e yakın vatan evladının ölmesi olmamıştır ki hiçbir zaman, onların derdi siyasi ve ekonomik hayatı zapt-ı rapt altına alarak uluslararası çetelere yerli ortaklık ya da temsilcilik etmek ve haklarına düşen siyasi ya da ekonomik payı almak olmuştur her zaman.
 
Hülasa; 12 Eylül 1980 de mezkûr çete tarafından “bu demokrasinin bize bol geldiği” nin alâmetifarikası olduğu iddia edilen anayasanın ilgası ile nihayetlenen bu süreç, bu anayasanın ilga edilmesini sufle eden ve bilahare fazlaca da düşünülmeden kabul edilen yeni anayasanın da tertipçileri olan o dönemin sahib-i kelamlarından başta “Aydınlar ocağı” olmak üzere herkesçe malum çevrelerin bugünün muktedirleri olarak siyaset sahnesinde rol almaları ve dün alkışladıkları bugün tukaka dedikleri 12 Eylül ürünü anayasayı değiştirmek istiyoruz ifşası ile mahsusçuktan da olsa mevcut durumun gereklerine uygun hale getirme çalışmalarını da kasım kasım kasılarak takdimleri de tarihi bir ironi olarak önümüzde durmaktadır. Hani bunları tarihsel süreci iyi bildiğimizden anlayabiliyoruz da; “söyleyen deliyse dinleyen akıllı olmalıdır” kabilinden de olsa akıllı olması gerekenlerin de “zincirli deli” rolüne soyunmaları hiç anlaşılır bir durum değildir ve “kırk satır mı kırk katır mı” ikileminin dışına çıkamamış olmaları da geçmişte pozisyon aldıkları cenahtan ne kadar nasiplenmiş olduklarının açık bir göstergesi olarak gözümüze batmaktadır.



Peki; sanki üniversite öğretim görevlisi değillermiş edası ile mezkûr çetenin liderine önce “fahri hukuk doktoru” bilahare de yaptıkları vahim hatayı telafi kabilinden de bununla da yetinmeyerek “fahri hukuk profesörlüğü” nü uygun gören ve bulan zevat dönemin İstanbul Üniversitesi Senatosu üyeleri kimdi? Acaba şimdi bu zevat ne yapıyordur, belki de “yetmez ama evetçi” grubun içinde bir bilen olarak bulanık sudaki balık misali yer alıyorlardır, kim bilir? Belki de ortak oldukları bu planın tam anlamı ile gerçekleşmiş olmasından ötürü de bir kenara çekilerek avuçları ovuşturarak etrafa bön bön bakmaktadırlar, kim bilir?

Cuma, Eylül 02, 2011

1 EYLÜL DÜNYA BARIŞ GÜNÜ

“İkinci Dünya Savaşı” adı altında tarihe geçen İkinci Büyük Emperyalist Paylaşım Savaşı, 1 Eylül 1939 günü Hitler önderliğindeki Nazi Almanya’sının Polonya'yı işgal etmesi ile başlamış, ardında yaklaşık 55 milyon (yazıyla ellibeşmilyon) ölü, yüzmilyonlarca yaralı, sakat ve harabe haline gelmiş kentler ile acı ve gözyaşı bırakmış ve Mayıs 1945’de Nazi Almanya’sının teslimi ile son bulmuştu. İnsanlık tarihinin bu en acımasız, en kanlı ve en kirli savaşının başladığı gün, yani 1 Eylül, Dünya Barış Günü olarak kabul edildi.

Tüm dünyada barış elçileri ve öncüleri ve örgütleri tarafından “1 Eylül Dünya barış günü” olarak anılmasından neden rahatsızlık duyduğu pek anlaşılmayan ama başta Kore savaşı olmak üzere dünyadaki pek çok savaşın öncülüğünü yapan ve ABD’ye ait bir devlet kurumu gibi çalışan Birleşmiş Milletler Cemiyeti; Genel Kurul’un açılış günü olan her Eylül’ün üçüncü salı gününü “Uluslararası Barış Günü” ilan etmiş ise de bilahare 2001 yılında bu kararı revize ederek 21 Eylül Barış Günü olarak kabul etmiştir. Her 21 Eylül de, Birleşmiş Milletler Merkezi’ndeki “Barış Çanı”, ayıp olmasın kabilinden çalınmakta ve savaşlardaki insan kıyımının anısına dünyanın tüm kıtalarından çocukların bağışladıkları bozuk paralarla Japonya Devleti tarafından ürettirilen bu çanın üzerinde, “Çok Yaşa Mutlak Barış” yazısı kazınmıştır.

Birleşmiş Millerler Cemiyetinin; dünyanın kurdu olan ABD’nin her suyu bulandırdın bahanesi ile saldırı hazırlığı yaptığı ülkeye ya da ülkelere karşı, aldığı hasımane tutumun, kuzu postuna bürünmüş kurt rolünü üstlendiğinin ispatı olarak görülmesi gerektir. ABD’nin ve AB’nin saldırılarına meşruiyet kazandırma organı durumuna düşmüş Birleşmiş Milletler Cemiyetinin, asla ve kata mazlum ulusların, sömürülen halkların yanında olması beklenemez, beklenmemelidir de, diğer taraftan savaş karşıtı olması da tamamen bir koca yalan olup, tam tersine en yakın örneği Irak’taki soygunun, sömürünün, ölümlerin ve soykırımın baş sorumlusudur.

Ekonominin askerileştirilmesinin hızla tırmandığı dünyada, başta Ortadoğu, Asya, Afrika ve Güney Amerika olmak üzere önemli bir bölümünde ve hem de ülkemizde çeşitli biçimleri ile savaş ve çatışmalar ne yazık ki devam etmektedir. Savaşa, şiddete ve silahlı güce dayalı bu vahşi politikalara itiraz ederek, Dünya Halkları için Barış ve demokrasi, insan hakları talep ve söylemi ise, ne yazık ki bu toz duman savaş çığırtkanlığı içinde muktedirler tarafından sürekli en sert şekilde bastırılmaya devam edilmektedir.

Dünya kaynaklarının sömürülmesini amaçlayan başta ABD ve AB tarafından üretilen ve yürütülen politikaların acımasızlığı ve kaynak daralmasına paralel acımasızlığın daha da artmasına tepki olarak sömürüye ve baskıya direnen unsurların artmasının yarattığı ortamlarda savaş, katliam ve soykırımlar ne yazık ki yaşanmaktadır. Emperyalizmin ve yeni sömürgeciliğin yarattığı bu talan ortamının varlığı göz ardı edilerek, talep edilen barış ve demokrasinin de anlamı kalmamaktadır, anlaşılamamaktadır. Uyuşmazlıklara, sömürüye karşı duruşlara, emperyalizmin kendi ekonomik gerçeklerinden ötürü adaletli olması ya da en azından hoşgörülü olması, anlaşmazlıklara barışçıl ve adil çözümler araması gibi bir şık hiç olamamaktadır ve de bu düzen sürdüğü sürece de olamayacaktır. Emperyalizm ve jandarması ABD’nin başta olmak üzere tüm uluslar arası ve ulusal ortakları, uyuşmazlıklara, anlaşmazlıklara, adaletli ve barışçı çözüm taleplerine karşı, tüm dünyada silahlı güce dayalı baskı, şiddet, savaş ve yok etme yöntemlerine, sömürünün devam edebilmesi adına devam edecektir. Salt bu yüzden; barış, demokrasi, eşit ve adil paylaşım, sömürüye karşı durma, insan hakları söylemi; Emperyalizm ve jandarması ABD’nin başta olmak üzere tüm uluslar arası ve ulusal ortakları tarafından hoş görülmeyecek ve yok edilecektir.

Savaşların ve sömürünün faturası dünyanın yoksul halklarına kesilirken, her yıl yüzbinlerce ölüm yaşanırken, yüzbinlerce sakat insan kalırken, milyonlarca insan yerini, yurdunu, köyünü terk ederek mülteci konumuna düşerken, Kadın ve çocuklar tecavüze uğrarken, açlıkla mücadeleden ötürü yüzbinlerce insan ölürken; başta ABD olmak üzere emperyalistler konforlarını arttırmakta ve yerel ortakları arasından her yıl onlarca dolar milyarderleri mevcutlarına ilave olmaktadır.

Savaşa yapılan yatırımlara bakarak, dünyamızın barıştan ne kadar uzak olduğunu söylemek çok kolaydır, bu anlamda başta ABD’nin askeri üretimlerine ve bu üretimlerin alıcılarına bakarak dehşeti görmek mümkündür. Dünya ülkelerinin toplam savaş giderleri, askeri harcamalar bazında yaklaşık 2 trilyon dolar olarak açıklanmakta olup, bunun 600 milyar doları savaş makinesi ABD’ye ait olsun, hadi gelin bu ortamda barıştan bahsedin de göreyim sizi. ABD eğitimine 65 milyar dolar, sosyal güvenliğine 10 milyon dolar tahsis ederken, jandarmalık görevi için bu rakamın yaklaşık 10 katını harcıyor da, Rusya, Çin ve Hindistan onlardan aşağı kalıyor mu, kocaman bir hayır.

Bugünlerde; içi ve anlamı boşaltılarak, hani yurtta sürekli iç düşman yaratma fobisinden ötürü asla tesis edilemedi, ama cihanda bugüne kadar lafta da olsa sahiplenilen tarafını; “suya sabuna karışmama” denilerek önemli ölçüde değer kaybına neden olundu ya, işte bu kelamın gereği olmak üzere “yurtta sulh, cihanda sulh” politikasının gerçek anlamı ile şiar edinilmesinin, etkin kılınmasının önündeki tüm engellerin kaldırılması için ne gerekiyorsa tüm samimiyetle yapılması gerekmektedir.

Evet, bugünün anlamına uygun düşmesi adına; dünyanın her neresin de olursa olsun, yürütülen savaş, baskı ve saldırıları insanların şiddetle kınamaları gerekmektedir ki, aymaz muktedirler yavaş yavaş kendilerine ve politikalarına çeki düzen versinler. Başta, ABD’nin Irak’ta, Libya’da yürüttüğü işgal ve savaşlar olmak üzere, tüm dünyadaki saldırı ve savaşların bir an önce durdurulmasını, ama demeden, şu tarafı da gözden kaçırılmamalıdır demeden, kayıtsız şartsız talep etmelidir insanlar, yoksa savaşla eşanlamlı hale gelmiş eşbaşkanlıklarıyla gurur duyanları desteleyerek barıştan yanayım denilmesine kargaların bile gülmesi kaçınılmazdır.

SON SÖZ: Canım yurdumda; 1 Eylül barış gününde; denizlerde balık avlanma yasağının bittiği gün olarak değerlendirilmiş olması ve balıkçıların balığa karşı saldırı emri almış asker edasıyla balığa saldırmaları da garip bir ironidir.







Çarşamba, Ağustos 31, 2011

SÜLEYMANNAME KÜLLİYATI Bölüm 2

“Bunların sonu da Allende gibi olacak”

Destekçilerinin ya da nemalandırdıklarının ifadesi ile Canım Yurdumun en önemli siyasi lideri, ısrarlı ve ateşli takipçilerinin bile bir vade sonra terk ettikleri, aslında ipe sapa gelmez, son derece sığ bir dolu lafın belli bir mantık(sızlık) silsilesi içinde sıralanması ile lider yerine “Şark kurnazı” nasıl olunurun muhteşem örneğidir, Süleyman Demirel. Canım Yurdumun yaratmaya çalıştığı onurlu insan portresinin tamamlanamaması için elinden geleni ardına koymaksızın çaba göstermiş, siyasi ve ekonomik ikbali kendilerine tevhit edilmiş harici bedhahların hakiki temsilcilerinin fevkalade örneği olmayı halen de sürdürmekte olan, bu sadece ve sadece güce tapan Muhteşem zat; Türkiye’deki tüm sivilleşme çalışmalarının inkitaya uğraması için tüm faşist darbelerin yapıcılarının yolunu açmış ve sonuçta da gerdan kırarak “Bu darbe bana karşı yapılmıştır” deyip prim toplayabilmiştir, Canım Yurdumun insanından, işte üzücü tarafı da budur konunun.

Soğuk savaş koşullarının en ağır yaşandığı ülkelerin başında gelen Canım Yurdumun, 70 li yıllarına damgasını vuran bu mezkûr zat; 12 Mart faşist darbesinin önünü açmış olmasının verdiği inanç ve güvenle 12 Mart sonrasının hasadını tek başına yapacağının hesabı içinde harici bedhahlarının sufleleri ile de yarattığı iç savaş koşullarını tırmandırmaya devam etmektedir o dönemde de tıpkı 12 Mart öncesi yaptığı gibi. Ülkeyi yönettiğini zaman zaman unutarak ya da görevi gereği öyle davranarak, harici ve dâhili bedhahlarının yönlendirmeleriyle Canım Yurdumu hızlı bir şekilde 12 Eylül Faşist darbesi günlerine taşımakta ve siyasi gerginliğin tırmanması içinde elinden geleni yapmaktadır. Bu dönemde yarattığı ucube MC (Milliyetçi Cephe) hükümetlerinin uygulamalarından bıkıp usanan vatan evlatlarının kendisinin partisi AP yi değil de CHP yi tercih etmesi de neticesinde bile 1977 seçimlerinden sonra her türlü siyasi manevraları ve numaraları çevirerek ne yapıp edip MC nin devamını sağlamış ancak nedenleri bugünlerde yavaş yavaş taraftarları tarafından bile anlaşıldığı ve görüldüğü üzere tayin ediciler CHP ye hükümet etme yetkisi vererek kaosu daha da kesifleştirmişlerdir.

İşte o günlerin kesif dumanı içinde; Devrimci muhalefetin yükselişinin etkisi ile toplumsal uyanışın artmasından ötürü korkuları yükselen harici ve dâhili bedhahlar gidişin planlarını revize ederek muhalefet görevi verdikleri AP nin başındaki gerdan kırıcı muhterem zat; nasıl kurulduğu ve ne katkılı olduğu çok bilinen hükümeti yönetmeye çalışan CHP lideri Bülent Ecevit’i, bir ABD Senaryosu ve yapımı neticesinde seçimle gelmiş ve ülkesi Şili’yi dönüştürmeye çalışan Salvador Allende’nin kanlı şekilde iktidardan uzaklaştırılmasını hatırlatarak “Bunların sonu Allende gibi olacaktır” diyerek tehdit etmiştir.
Peki, ne idi Şili ve Allende gerçeği; seçim ile iktidara gelmiş ve ülkesini kendi görüş ve inançları doğrultusunda değiştirme ve dönüştürme kararı almış, kendi iddiasına göre Marksist olan bir devlet başkanının, ABD nin talebi doğrultusunda siyasi ve ekonomik çıkarlarına aykırı bulmasından ötürü, Şili’nin “Bizim çocukları” (Türkiye’deki hali Ours boys!!!) tarafından kanlı bir darbe ile devrilişinin hikâyesidir. Emperyalist saldırganlık için genelde kendilerine biat etmemiş her yer hedeftir, ama bu hedefler içinde de önceliği sürekli olarak; ABD Emperyalizminin temsilcisi ya da temsilcinin yerel temsilcisi durumundaki firmaların ya da kurumların millileştirilmesini savunmak ya da gerçekleştirmeye çalışmak yer tutmaktadır. “Halkın özgür iradesiyle seçilmiş ilk Marksist Devlet Başkanı” ve “Sosyalizme barışçıl yollardan geçmeyi amaçlayan” biri olarak Salvador Allende, İran lideri Musaddık’tan sonra da ABD nin Emperyal saldırgan politikasının hedefi haline gelmiştir ki, Şili Devlet Başkanı mevcut hiçbir sosyalist ülkenin modelini kendine uygun görmemiş ve 3. yolu tercih edeceğini beyan ederek kendi ülkesine özgün bir vizyon oluşturmayı hedeflemiş idi. Açıktan; tüm yasal süreçlere riayet edeceğini, anayasal öngörülere saygılı davranacağını, basın özgürlüğüne ve konuşma-toplantı özgürlüğüne kısıtlama getirmeyeceğini ısrarla belirtmesinin yanı sıra Şili’nin bakır madenleri başta olmak üzere yaklaşık 200 şirketi millileştirmiş ve yoksulların yararına olmak üzere kapsamlı bir toprak reformu geliştirmiştir.

Ama bizim muhterem zatın kastı çok önemli; 12 Mart sonrası Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan’ın idamının oylamasında, yerinden havalara fırlayarak ve 2 elini de havaya kaldırarak, 3 e 3 diyerek zil takıp oynamış olmanın yanında bilgisizliğinin sığlığını da Adnan Menderes ve diğer idam edilenleri Deniz Gezmiş ve diğer idam edilenler ile kıyaslayarak göstermiştir.

Peki, CHP lideri Bülent Ecevit Başbakanlığı döneminde ne yapmıştır da bu muhteşem zat, Bülent Ecevit başta olmak üzere tüm yandaşlarının da akıbetinin Salvador Allende’nin akıbetine benzeyeceğini çok büyük hışımla ve düşmanlıkla söylemiştir. CHP lideri Bülent Ecevit Başbakanlığı döneminde, çok kapsamlı ve nitelikli bir toprak reformumu yapmaya mı niyetlenmiştir, uluslararası ve yerel uzantısı şirketlerin millileştirilmesi için bir girişimde mi bulunmuştur, Marksist olduğunu mu ilan etmiştir, sosyalist bir düzene seçim yoluyla gelmiş bir iktidarla geçilebileceğini mi iddia etmiştir, Sosyalist ve Komünist ülkelerle ilişki kurmak adına ABD ve Avrupa’nın emperyalist ülkelerinden kopmayı mı öngörmüştür, ne yapmıştır Allahaşkına…

Oysa daha kısa bir süre önce yapılan Kıbrıs Savaşı gerekçesiyle Türkiye’ye alınan tavra karşı, NATO dan ayrılacağını mı açıklamış, ABD nin ülkemizdeki üslerinin çalışmasına izin mi vermemiş, üslere el mi koymuş, yoksa ayıp oluyor biz de NATO ülkesiyiz diyerek fazlaca kahırlanmamışmıdır da, siz Şili liderinin ölümü ile birlikte büyük bir katliama dönüşen sonu Başbakan Bülent Ecevit ve ekibine uygun görmüştünüz? Ne yapmıştır gerçekten çok anlaşılır değildi ama Muhterem ve Muhteşem zat 12 Eylül faşist darbesinin hızlandırılması için elinden geleni arkasına koymuyor ya; tüm mesele bu idi, yoksa onun derdi Bülent Ecevit değildi, siyasal ve ekonomik rejim tercihlerinin ne kadar uyuştuğunu başta kendileri olmak üzere hepimiz çok net biliyorduk. Bu muhterem zatın temsilciliğini yaptığı ekonomik ve siyasi çıkar grupları, aldıkları talimatlar gereği toplumun kutuplaşmasının hızlı artması için, gazyağından, beze, bezden yağa, oradan benzine, tüpgaza ve margarine kadar her şeyi karaborsaya düşürerek yangına benzin ile gitmektedirler o dönem. Dert; Türkiye’de faşist darbe şartlarının oluşturulması olunca her zaman yaptığı üzere yandaşları dışarıda bunları yaparken Beyefendi parlamentoda boş durur mu, durmaz tabii ki, “bunların da sonu Allende gibi olacaktır” diyerek ortamı germeye devam edecektir.

Peki, bu muhterem zat; 12 Mart ve 12 Eylül’de faşist darbecilerin yolunu dikensiz hale getirmeye çalıştı da bitti mi zannedersiniz görevi hala bitmedi, yaptıklarından ötürü nedamet duyduğunu açıkladı mı, yok, 28 Şubat “demokrasiye balans ayarı” operasyonunda da önemli rol üstlenerek kendi bağlılığını, hem uzun yıllar sonra 1991 seçimlerinde ne kadar çok değiştiğini uzun uzun ve gerdan kırarak açıklamasına karşın yaptı, bunu…

Anlayacağınız ve anlayacağımız şu ki, Morison, Morison’luğa devam ediyordu ve de ömrü yettiğince de bundan vazgeçmeyecekti, solun her rengine hatta tonuna bile ne kadar karşı olduğunu hatta kendisi açısından şiddetle cezalandırılması gereken bir düşman olduğunu ahir ömrü boyunca göstermiştir. 2011 seçimlerinde CHP yi destekliyor olması artık; CHP den mi, yoksa onun GÖLTAŞ meselesi yüzünden iflah olmaz AKP düşmanı olmasından mı bilemeyeceğim!!! (aslında biliyorum)
Muhteşem Süleyman’ın hiçte söylendiği ya da sunulduğu gibi muhteşem olmadığını gelecek yazılarımda da kayıt altına alınmasına devam edeceğim.

Salı, Ağustos 16, 2011

FUTBOLSEVERLER ŞİMDİ DİGİKUTULARINI İADE ETMELİLER

Basının çok değerli ama en taraflı yazarları, nihayet istediğiniz ve hedeflediğiniz uğruna günlerce bıkmadan usanmadan sanki maaşlıcasına yazdığınız, adaletin, namusun, etiğin, ahlakın ve fair play in ayaklar altına alındığı, yazıların etkisinde kalan, kendisi küme düşen TFF uyduruk, yalancıktan, mahsusçuktan oluşturduğu kararı açıklayıverdi, Futbolun ruhuna El Fatiha kabilinden… Bir hilal uğruna ne güneşler batıyor demiş ya şair, durum tam da o.

Emniyetin Adalet Bakanlığının protesto etmesi gerek böyle profesörleri; susmak ikrar etmekten gelir lafını unutmadan bunu acilen yapmalı, sizin çalışmalarınızın hiçbir manası yok onlar için, zımmen sizin çalışmalarınıza uyduruk, montaj ya da yalan diyorlar, buna sessiz kalmamalısınız.

Şimdi inanalım mı bunun bir Aziz Yıldırım operasyonu olduğuna? Emniyetin teamüller gereği diyerek açıklama yapacağını zannetmiyorum ama Emniyeti düştüğü bu durumdan İçişleri Bakanlığından acilen bir açıklama yapılmalıdır? Savcılığın önemsediği ve gereğini yaparak önemsediğini gösterdiği, polis tarafından toplanan deliler, teknik takibe takılan şike görüşmeleri ve tüm bu olanların lige yansıması, maçı izlerken maçın sonucunu bilip fakat oğluna söyleyememe durumunda olan görevliler hepsi yönlendirme yapmak için yalan mı söylediler? Yalan söyledilerse ya da yönlendirme yaptılarsa hedef Aziz Yıldırım mı idi? Aziz Yıldırım’ın bir ihalede söz verip te gerçekleştirmediği şeylerin varlığı konusunda söylenenler doğrumu ki acaba? Acaba gerçekten cemaat Fenerbahçe kulübünü ele geçirmek mi istemişti? Ele geçirmek istedi ise buna Aziz Yıldırım mı direnmişti?

Sorumluluklarımız var derken, bu sorumluluk ne menem bir sorumluluktur Mehmet Ali bey? Fenerbahçe’ye yönelik bir sorumlulukmudur acaba? Biz normal vatandaş gibi karar alamayız derken neyi kastettiniz? Yoksa siz anormal vatandaşmısınız? Yoksa anormal bir şey yaptığınız ama başka çarenin olmadığını mı kastediyorsunuz? Siz kimsiniz Mehmet Ali bey, hani bir açıklayın da bilmeyenler de öğrensin, gerçi biz biliyoruz sizin oraya hangi misyon ile getirildiğinizi; biliyoruz da normal vatandaşlar da öğrensin sizin ağzınızdan, bakalım…

TFF Yönetimi siz “Karakuşi kadısının” yeni versiyonusunuz galiba?

TFF Yönetimi siz artık tarihe zımmen şike serbesttir diye karar vermiş bir yönetim olarak geçeceksiniz?

TFF yönetiminden ne beklenmeliydi yani? Fenerbahçeli Mehmet Ali Aydınlar, Fenerbahçe’nin başkan diye önerdiği ama yönetim kurulu üyesi diye desteklediği Göksel Gümüşdağ, Fenerbahçe tarafından akredite edilmiş suya sabuna dokunmayan Galatasaraylı Cüneyt Tanman vs. vs. Fenerbahçe’nin kahredici çekim gücünden vareste karar vermeleri mümkün mü şüphesiz hayır?

Ne diyelim, bol acıbadem’li sağlık satışı yaptığınız günler dileyelim…

TFF Yönetimi çok şükür sayenizde öğrendik ki, TOP YUVARLAK DEĞİLMİŞ!!!!!!! Şimdi verdiğiniz bu ucube kararın devamı olması adına, size yakışan; önümüzdeki 5 yıl Fenerbahçe’yi lige her yıl ayrı ayrı olmak üzere 15 puan + (artı) farkla başlatmak, sonraki yani takip eden 5 yılda da her ayrı ayrı olmak üzere direk şampiyon ilan etmek, sonraki 5 yıllık dönemde de her yıl ayrı ayrı olmak üzere 34 maçta 36 galibiyet aldı kabulünü yaparak Fenerbahçe’nin mağduriyetini gidermek ve ilaveten bu dönemi yani 15 yılı kapsamak üzere Fenerbahçe’nin tüm transferlerinin bedelini TFF olarak üstlenmek, Tüm hazırlık kamplarının, tüm seyahatlerinin masraflarını üslenmek ve ve ilaveten de Galatasaray’ın direk 3. lige düşürülmesi, kararını almaktır. Size bir de küçük önerim var “Lig TV” nin kesilen kablolarını da hayrına tazmin ediverin bir zahmet, olur mu Fenerbahçe yönetim kurulu üyesi ve geleceğin büyük Fenerbahçe Başkanı, Mehmet Ali bey, olur mu?

Asıl TFF nin yaptığı şikedir, işte bu çok açıktan anlaşılıyor.

Artık size kim inanır bilmiyorum ama sizin kime inandığınızı çok iyi biliyorum, siz Uğur Dündar, Ömer Çavuşoğlu, Mehmet Demirkol, Ziya Şengül, Rıdvan Dilmen, Sinan Engin, Ercan Saatçi, Alaattin Metin vb. gibi tek maharetleri Fenerbahçe’yi her şart altında desteklemek olan zevattır sizin inandıklarınız, merak etmeyin nasıl karar alırsanız alın yeter ki Fenerbahçe aleyhine olmasın sizi hep destekleyeceklerdir, hep aklayacaklardır, hep arkalayacaklardır. Ne diyeyim, kılavuzlarınız hayırlı uğurlu olsunnnnnnnnnnnnn. Gerçi bunlar da Yaz Ar mıdır yoksa Yaz Arsız mıdır nedir çok net değil ya?

Neymiş etik kurulmuş hadi ordan güldürmeyin beni? Ben kargamıyım ki güleceğim bu numaraya? Ne etik ama? Süperrrrrrrr. Koca profesörler bu aklama, paklama ve durumu kurtarma oyununun bir aleti oldular ya, ne diyelim… Yok 14.000 belge incelemişlerde somut delil bulamamışlar, sevsinler sizi… Desenize delikanlı gibi, Fenerbahçe’yi kurtarma adına ne gerekirse onu yaptık, görevde kaldığımız sürece hiç çekinmeden yapacağız…

Heyyyyyyyyyy Etik kurul nerde çalınan sorular konusu, yok mu delil bunla ilgilide? Varda sizmi yok hükmünde görüyorsunuz? Varsa baskı neticesindemi açıklamaktan vazgeçtiniz? Ne oldu, ne oldu…

Yok, ligin ekonomik değeri düşermiş, yok ligde kaliteli yabancı kalmazmış, yok Fenerbahçe olmazsa ligin tadı olmazmış, hadi şimdi ligin tadı var olsun, ligin ekonomik değeri bol olsun, Fenerbahçeli liginiz olsun, kaliteli yabancılı liginiz olsun ama sizin olsun bizi ortak etmeyin bu pisliklere bu yalakalıklara, alın biz de iade ediyoruz digikutularımızı siz de görün liginizin ekonomik değerini o zaman sizi yıkayıcı, yalayıcı ve yalaka adamlar… Alın liginizi çalın şikeci başınıza…

İlla adalet diyorsanız, illa etik diyorsanız, illa ki adil yarışma diyorsanız, illaki fair play diyorsanız, evet Galatasaraylılar, Evet Trabzonsporlular, evet Gaziantepsporlular, evet Çarşı grubu, evet bu katakullilerin dışında kalan takım taraftarları behemehal digikutularımızı iade edelim… Yok, ben halimden memnunum diyorsanız da size de denilecek bir şey yoktur.

Ben bugünden tezi yok “ben sporcunun ahlaklısını severim” sözünün takipçisi olarak hemen digikutuyu iade ediyorum… Alın liginizi çalın şikeci başınıza…





Pazartesi, Ağustos 15, 2011

SÜLEYMANNAME KÜLLİYATI Bölüm - 1 “ÇORUM’U BIRAKIN FATSA’YA BAKIN”

Ötekileştirerek yok etme sanatının babası sayılan, muarızları tarafından tahkir edilme adına “Morrison Süleyman” ve hayranları tarafından “Muhteşem Süleyman”, “Çoban Sülü”, “Barajlar Kralı” vs gibi yüzlerce daha lakabı olan, 7 kez geldiği ile övünen ve 20. yüzyılın 2. yarısında Güzel Yurdumun bağrına adeta; asla ve kata sökülüp atılamayacak bir taş gibi çöken, ama Canım Yurdumun, maalesef ve sanki dizleri üzerinde dik ve onurlu durmasının önüne engel oluşturması için tayin edilmiş görüntüsü ile tarihteki yerini almıştır; Süleyman Demirel.

Benim için bir ömür sürdüğü izlenimi veren Başbakanlığı döneminde, Canım Yurdumun gelişmesinin önüne çektiği baraj setlerinden ötürü aldığı meşhur lakabı yüzünden, söylediği her lafın felsefi sığlığından ama operasyonel sonuçlarının yıkıcılığından hareketle uzun süredir yazmak istemişimdir, bu muhteşem şahsiyetimizi, kısmet bu döneme imiş. Evet, Muhteşem Süleyman, barajlar kralıdır, ama ne barajı, olsa olsa Demokrasinin önüne set edilen barajdır, İnsanlığının sosyalleşmenin önüne set edilen barajdır, canım yurdumun çağdaş medeniyet seviyesine ulaşmasına set edilen barajdır, vs. vs…

57 ölü, 200’ün üstünde yaralı; 300’e yakın ev ve işyerinin tahrip edilerek yakılması; binlerce ailenin göçüyle noktalanan ve tarihe “Çorum Katliamı” adıyla geçen bu büyük olayın ardından, sanki Başvekil değilmiş muhalefet lideriymiş edasıyla gerdanı da kırarak, gazetecilerin olaylarla ilgili sorusuna cevaben, “Çorum’u bırakın, Fatsa’ya bakın” diyerek hep yaptığı üzere topu taça atarak, gündemi değiştirerek ama aslında kafanın ardındaki planı derc ederek ait olduğu tarafa mesaj ve moral aktarmayı sürdürmüştür, tahammüden…

Peki; bir ülkenin Başbakanı sorulan soru üzerine üstelikte 1. derecede sorumluluk ve yetki sahibi olunan mevkide olmasına rağmen neden böyle bir cevap verme ihtiyacı duyar diye baktığınızda niyetin ne denli iyi olmaktan azade olduğunu görürsünüz. Görürsünüz, çünkü olaylardan hemen önce, Vali, Milli Eğitim Müdürü, Emniyetin önemli kadrolarını değiştireceksiniz, bu değişikliği müteakip mezkûr olaylar gelişecek ve siz sütten çıkmış ak kaşık edasıyla “Çorum’u bırakın, Fatsa’ya bakın” veciz sözü ile bir taraftan Çorumda yaşananları yandaşlarınıza, merak etmeyin bizim çocuklar sağlam ve zaten onlar galiptir bu yolda, diğer taraftan da asıl Fatsa’da yapacaklarımızı bir görün küçük dilinizi yutarak burayı unutacaksınız mesajı vereceksiniz. Vallahi pişkinliğin böylesi siz yenisini yapana kadar rekor olarak tarihe geçmiş olacaktır. ABD’nin Türkiye Büyük Elçiliği’nde görevli ve CIA istasyon şefi olduğunu sağır sultanın bile duyduğu Robert Alexander Peck’in oraya gitmiş olması gelişmelerin nelere gebe olduğunu gösterir iken sizin bir şey yapmamanız ise manidardır, ya da dahası da var ama yazmanın sıkıntıları da var, ne yazık ki…

Peki, dönemim başbakanı kendisine verilmiş görevi gereği solu yok etme hatta muhalefetin olmadığı bir ortamın hazırlanması ya da bir başka ifade ile askeri darbelerin yolunu açma çalışmaları kapsamında beyan ettiği Fatsa’da neler olmaktaydı o dönem, şüphesiz tamı tamına bilmenin mümkünatı yoktur ayrıca gereği de yoktur ama bizler o dönemi yaşamış ve ülkesini seven insanlar olarak durumu da biliyoruz.

Mesela; dönemin Başbakanının kardeşi Hacı Ali Demirel’in de ortak olduğu ve yazar Uğur Mumcu’nun da ısrarla farklı bir gözle vurguladığı Fatsa Belediyesinin büyük ortak olduğu ve Başbakanın kardeşinin yüklü miktarda borçlu olduğu bilinen DEMAS adındaki şirketin Fatsa Belediyesinin kontrolü vasıtası ile ele geçirilmesi operasyonumudur aynı zamanda, bilinmiyor…

Ama bilinen bir şey var, halkın söz ve karar sahibi olduğu yönetimlerin istenmediği, istenmediği bir kenara yok edilmesi gerektiği kararı bulunan mezkûr dönemde, Çorum benzeri yönetim değişiklikleri yapıldı Fatsa’nın bağlı bulunduğu Ordu ilinde, Vali değişti, Emniyette önemli kadro değişiklikleri yapıldı, bugün artık ne olduğu iyice ortaya çıkmış Reşat Akaya valiliğe atandı ve ne olduysa ondan sonra oldu. Ama esas olan DEMAS’ta oldu, dönemin başbakanının kardeşi muradına erdi. Efendim orada binlerce insan tutuklandı, işkencelerden geçirildi, onlarcası öldürüldü, ne gam ne tasa. Devleti yöneten zihniyet kararını vermiş bir defa…

Kıymeti sonradan anlaşılacak, emperyal politikalara bir ömür vakfetmiş, bu uğurda can bile vermeye hazırlanmış, “Tanrı dağı kadar Türk, Hira dağı kadar Müslüman” çizgisinden hidayete ererek “Tek Yol İslam” çizgisine duhul olmuş, hem şimdilerde meşhur olduğu üzere dönemin ılımlılığının önemine dikkat çekmiş, aidiyetini belirtmiş hatta o kadar ileriye giderek belirtmiş ki bu aidiyeti ABD de deki krizleri bile “ABD nin yeterince kapitalist olamamasına bağlamış” bilim dünyasınca da ne kerameti olduğu da pek anlaşılamamış, Zaman gazetesi yazarı Atilla Yayla pek muhtemel ki kendisine ait olduğu zannedilmeyen ama hangi mahfillerden sufle edilmiş olduğu çok açık olan postulatı o dönem ortaya atarak bugünlerini garanti altına almıştır. Ne diyor muhterem bu kofti postulatında özetle; “Ordu ili Türkiye’ye yapılacak deniz harekâtında en önemli bölgedir, çünkü Türkiye’nin en önemli platosu olan Sivas platosuna erişim buradan mümkündür, buranında en statejik bölümü Ünye-Fatsa bölümüdür”. Bu öngörüye kargalar güler ama Hedef söz, karar ve yetki halkındır uygulaması ya, hedef DEMAS tır ya, kargalar gülerken diğer hayvanlar saldırır işte.

Sonradan Picasso’yu bile sollayan ünlü ressamımız ise; “Orada Terzi Fikri diye biri çıkmış. Devlet benim diyor. Komite kurmuş. Fatsa'yı o komite yönetiyor. Ne yapılıp, yapılmayacağının kararını halk veriyor. Veya halk adına o komite. Yani kararı devlet vermiyor. Devlet otoritesi sıfır. Devletin kanunları Fatsa'da işlemiyor.” Beyan ve kabul ediyor halkın karar verdiğini, ama müesses nizam adına behemehâl yıkılmalıdır ona göre, halk kim karar vermek kim…

Kısa bir değinme de; yakalandıkları İLKSAN yolsuzluğu ile Akşam gazetesi soygunu başta olmak üzere yüzlerce demokrasi karşıtı vaziyet almaları nedeniyle aslında sokağa çıkabilecek yüzleri olmamasına rağmen, mevcudiyetlerini ve istikballerini müstevlilerinin ekonomik ve siyasi emellerine dünde bugün de tevhit etmiş olan şimdilerin Demokrasi havarisi postundaki dönemin Tercüman gazetesinin sahiplerinden ve önemli yazarlarından olan şahsiyeti, o dönemde mesleğinden ötürü Terzi Fikri’yi hakir görerek yazdığı propaganda yazılarından ve yarattığı hedeften ötürü asla ve kata unutmayacağımız olacaktır.

Terzi Fikri pratiğine bakarmısınız Allahaşkına, adam bir Belediye başkanı oldu, meğerse ne herzeler yemeye hazırlanıyormuş, hey Koca Terzi Fikri hey…

Bir başka hatırlamamız gereken konu ise mezkûr dönemin CHP milletvekili olan, şimdi ki Kültür Bakanımız Ertuğrul Günay’ın dönemin yakıcı ve yıkıcı operasyonlarını müteakip geldiği Ordu’dan “Faşist Vali defolup gitmelidir” demecidir ama hey gidi günler heyyy… Bir hilal uğruna ne güneşler batıyor demiş ya şair, işte…

Bu vesile ile bir kez daha felsefesi sığ, yıkıcılığı yüksek lafları eden bu kabil Devlet Adamlarına hakkımızı helal etmediğimizi açıklar iken, ayaktakımının söz, karar ve yetki sahibi olmasının yolunu ve önünü açan Terzi Fikri’nin pratiği önünde saygıyla eğiliriz…

Ünlü şair Can Yücel şu şiiri yazmıştı yakıcı ve yıkıcı operasyondan sonra;
 
“Terzi Fikri öyle bir elbise dikti ki Fatsa’ya
O Gürcü öyle bir gürledi ki arkadaşlarıyla
Noktalar, noktalı virgüller, askeri operasyonlar
Kimseler çıkaramaz Fatsa’nın sırtından!
Emek hakkının sımsıcak çıplaklığını”



Perşembe, Ağustos 11, 2011

EFENDİLERE DİRENEN KÜBA – 2

Kapitalist dünyanın efendileri için daha önce yazdığım ve http://sosyalyasamdaalternatif.blogspot.com adlı bloğumda yayınlanan “Efendilere direnen Küba” adlı yazımda yaptığım tarifi bir kez daha tekrarlamak istiyorum; “kendini büyük toprak sahiplerinden, aristokratlardan, bankacılardan ve her türlü sömürgeci ve sömürücüden, demokrasiyi hiçe sayanlardan kurtaran, dünyaya çok önemli bir örnek teşkil eden büyük bir devrim sonucu doğan Küba’yı içlerine sindirmeye hiçbir zaman yanaşmamışlardır, yanaşmamaktadırlar ve de yanaşmayacaklardır bu çok açıktan görülmektedir. Kendileri açısından dünyayı ve kendi sistemlerini tehdit ettiğini düşündükleri bu sisteme dolayısı ile de bu ülkeye karşı hiçbir zaman, (ancak görülebildiği ölçüde) olağan sayılacak ekonomik, siyasi ilişkiler kurulabilecek bir ülke gözüyle bakmamaktadırlar ve bu uğurda yapılan hiçbir davet ve öneriyi olumlu değerlendirmemektedirler. Bu aşağılanan, horlanan ve efendilerine karşı büyük bir üstünlük sağlayan bu ayak takımının yarattığı devrimi boğmak için, her türlü uluslararası zorbalığa varacak ölçüde, ekonomik ve ticari ambargo yanında silahlı saldırılar, planlı-örgütlü sabotajlar, her fırsatta uluslararası çağrıları ile yıkım müteahhitleri edasıyla yaklaşım devam etmektedir ve edecektir taa ki kendilerince nihai maksat hâsıl olana kadar. Kendilerinden olmayanların yıkılması, yaşamaması hülasa örnek teşkil etmemesi açısından, bu efendilere göre her yol mubahtır, hatta maksadın hasıl olması açısından Makyavelizm olmazsa olmazdır.”
Kapitalist dünyanın ağası ve jandarması ABD; Küba’ya karşı sürekli her türlü melanet, hıyanet, hile, hurda, dalavere, desise, entrika ve dolap çevirme konusunda esas oğlan rolünü kimseye kaptırmadan devam ettirmektedir. Artık böyle bir ülke var, bu ülkenin tercihi bu şekilde olmuştur şıkkı, asla ve kata geçerli değildir, bu karanlık oyunların başaktörü ülkeye göre, asla da olmayacaktır, kaç seçim, kaç başkan, kaç hükümet gördü ABD kutsal Küba devriminden sonra, ama hiç değişmeyen bir Küba politikası hep geçerli olmuştur ve olacaktır gibi de görünmektedir, işte kuyruk acısı bu olsa gerek… Her türlü saldırı planı, ambargo planı, sabotaj planı, uluslar arası yalnızlaştırma planı başta olmak üzere her türlü yıldırma planı ABD tarafından itina ile yapılmaktadır, ezeli düşman Küba’ya karşı, hatta bu düşmanlığını Küba toprakları içerisinde de devam ettirmektedir. Havana’daki “ABD Çıkarları bürosu” diye adlandırılan büronun dışına yerleştirilen çok büyük bir ekran vasıtası ile Dünyanın her tarafında rutin hizmetler vasfında ve tamamen farklı kanallar ve vasıtalarla yaptığı hizmetini burada devam ettirmekte ve Kübalıların bu yalan ve dolana uyarak Küba devrimine karşı olmasını beklemektedir. Peki; bu kabil çalışmaların başarı şansı var mıdır da, bıkmadan usanmadan devam edilmektedir, maalesef kısa vadede etkili olamasa bile uzun vadede ne olacağını Küba’nın kendi başarısı ya da başarısızlığı tayin edecektir, sokakta edindiğim izlenimler bana “maalesef” dedirtmiştir. Mezkûr büronun önüne yerleştirilen bu ekranın kustuğu kin ve nefrete karşı Küba’nın aldığı tek fiziki önlem ise, ekranın görülebilmesini engellemek için yerleştirilen yüzlerce bayrak olmuştur. Ancak, propagandanın ve bu anlamda yarattığı politik yozlaşmanın gücünü bilen bir kuşak olarak bizler, günümüzde; propagandanın babası ya da dehası sayılan Goebbels’in özgün metotlarına bağlı kalan ancak teknolojinin ve bilimsel gelişmenin kendilerine sağladığı tüm imkânları kullanarak bu konuda ordinaryüs rütbesi alan Goebbels ardıllarının yarattığı ehven iklimlerde “olmaz olmaz deme olmaz olmaz” a hep ihtimal vermişizdir ve vermeye de devam edeceğiz. Yoğun yalan bombardımanı altında geniş halk kitlelerinin; genelde ülke ve özelde de şahsi beklentilerinin asgari düzeyde de olsa karşılanması halinde kendilerine sunulanların yeterliliğine hep kanaat etmişlerdir ve edeceklerdir de şıkkı haricinde, propagandanın "Bir şeyi ne kadar uzun süre tekrarlarsanız insanlar ona o kadar fazla inanırlar” ilkesi gereği de sahip olunan imkânlar dâhilinde bıkmadan usanmadan tekrara devam edilmeye göre… Ne yazık ki; bir ülkenin uluslararası propagandanın etkisi altına alınmasının en etkili yolunun da turizm olduğunu bilen bizler çok uzun yıllara dayanacak umutlar taşımak istesek bile bu umut hayatın kendisi ile çok uyuşmamaktadır, konuyla ilgili tek örnek bile durumun ciddiyetini kavramak açısından çok önemlidir, bilindiği üzere Küba’da ikili bir kur sistemi kullanılmakta olup, biri yerli halkın diğeri ise turistlerin kullandığı peso olup değer farkı yaklaşık 20 kattır. Uzun vadede yerli para kazanan ile sadece bahşişlerden bile oluşsa turistik para kazanan 2 Kübalı komşunun yaşamının nasıl etkileneceği merak konusudur, umarım her konuda kaygılarım boşunadır, aksi takdirde “efendilere direnen” ülke sayısı azalacak olacaktır, peki çaresi varmıdır diye sorulursa da cevabım yoktur maalesef aslında var olan en radikali hariç…
“1 Mayıs uluslararası dayanışma ve işçi bayramı” için Küba dostluk derneğinin organize ettiği ve “uluslararası çalışma tugayları” adı altında gittiğimiz Küba’da bir süreliğine kaldığımız kampta, o güne kadar edindiğimiz alışkanlıklarımızın aksine olan her şey bizi önceleri çok rahatsız etmekle birlikte kısa sürede mezkûr yaşama ayak uydurduk ve hatta keyif almaya başladık. Kampın yakın çevresindeki köylere yaptığımız plansız ve habersiz yürüyüşlerde yerli halkın mevcut koşullara uyumu ve en azından yüzlerine yansımış mutluluğu gördük, köylerdeki kiliselerin faal olduklarını görerek, Küba’nın din ile ilgili ciddi yaklaşımlar göstermemiş, açıkçası din ile derdi olmamış ve dine karışmamış olması halini gözlemlemenin rahatlığını ama ulaşımda kamyonlardan bozma otobüs görüntülü araçlarla yapılmasının rahatsızlığını da yaşadık ayrıca…
Kampta her sabah; hoparlörlerden duyulan horoz sesi ile uyanışın ardından, bazen Castro’nun bazen Che’nin konuşmaları ve enternasyonal marşı ile uyanışın zevkini tadarak, Avustralya’dan Nijerya’ya, Kırgızistan’dan Uruguay’a kadar dünyanın bir sürü ülkesinden gelmiş insanların birbirlerine genellikle de kendi dillerinden hitap ederek buluştukları kahvaltıların menü fakirliği ile paylaşılmış anlar, akşamları da kampın barında uzun “mojito” muhabbetlerine dönüşmüş olup bu muhabbetlerin yarattığı sıcak dostluklar belki bazılarında hala devam ederek kalıcı olmuştur.
Kampta her ülkenin ulusal yiyecek ve içeceklerinin tanıtıldığı, halk oyunlarının gösterilerine sahne olduğu gecenin en keyifli tarafı ise katılımcıların ulusal kıyafet giyme tercihlerinin olmasıdır ve bu konuda da en başarılı olanların Nijeryalıların olduğunu belirtmeliyim, bıkmadan her gün aynı stil, desen ve renkten oluşan ulusal giysilerini tercih etmişlerdir. Bizimkilerin yeme ve içme konusunda tercih edilmiş olmasını da önünde oluşan uzun kuyruklardan anlayarak kendimiz gerek başka başka tatlar için diğer ülkeleri tercih etmemiz gerekse de bizimkilerin başkaları tarafından tanınma oranının artması için, bizimkilerin masasına çok istememize özellikle de rakı alabilmek için bile olsa gitmedik, ama komşu uzo tadını da eksik etmedik.
Efendilere direnen bu güzel ülke ve kendileri ile barışık görüntüsü veren bu ülke insanları için daha yazabileceğim çok şey olduğunu düşünüyorum ve diğerlerini gelecek yazılara bırakıyorum…

Perşembe, Ağustos 04, 2011

BARCELONA

Barcelona denilince ilk akla gelen futbol takımıdır ve ilk akla geliyor olması da o kadar normaldir ki anlatılmaya değer bir tarihe sahiptir. En zor ve acılı dönemini İspanya iç savaşı sırasında Faşist Franko’ya ve uluslararası destekçileri Nazi Almanyası ve Faşist İtalya karşısında verilen direnişte geçirmiş olup, bu savaşta Cumhuriyetçiler ve Uluslar arası tugaylar safında yer almanın gururunu yaşamışlardır, Cumhuriyet ve Demokrasi adına. Futbol takımı olarak, kendi halkını teslim almaya yönelik bu kanlı iç savaşı yürüten faşist Franko yönetimine karşı; bir başka İspanya takımı ile birlikte Amerika kıtasında ve Avrupa’nın çeşitli yerlerinde direnişçilere ekonomik ve siyasal yardım için propaganda ve maçlar yapmış olduğu da şanlı tarihinde yer almıştır. Salt bu yüzden FİFA ve UEFA gibi sahibinin sesi, efendilerinin emir eri kuruluşlar bu kulübün futbolcularına karşı ömür boyu futboldan mene kadar varan yaptırımlar uygulamış ve Faşist Franko rejiminin yanında yer almışlardır. İşte bu yüzden dünyanın dört bir yanında futbol seyircisi olan yüzü aydınlık insanlar Faşist Franko’nun takımı olarak tarihe geçen Real Madrit karşısında tutum almışlardır ve almaya devam etmektedirler.

Barcelona futbol kulübü üzerine okuduğumuz kaynaklardan, yerinde de kulüp müzesinden öğrendiğimiz bilgilerle daha sayfalar dolusu yazı yazmak mümkündür, biz bunu burada kesip Barcelona şehri üzerine yazmaya başlayalım

Katalanların kendilerini İspanyadan ayrı göstermeye özel önem verdikleri ve “Cataluna nona Espana” “Katalunya İspanya değildir” sloganı ile de İspanyanın siyahları bilincini sürekli hafızalarda taze tutmaya çalıştıkları yaklaşım çok etkili olmaktadır.

Barcelona şehrinin tarihsel gelişimine bakıldığında kaynaklar kuruluşu Kartacalılara dayandırmakta olup, çok daha öncelerine dayanan efsaneyi de kimse yok saymamaktadır. Efsaneye göre Herkül kendi kolonisini oluşturmak için 9 tekne ile yola çıkar, bugünkü Barcelona’nın bulunduğu yere yerleşir, keşif ve kuruluş ekibinin sahip olduğu Nona (dokuz) Barça (Kalyon türünden altı düz bir savaş taşıt gemisi) nedeniyle de kurulan bu şehrin adı Barçanona kalır. Ancak bunun bir efsane olma ötesine gidemediği herhangi bir tarihi vesika ile teksif edilemediği de ayrı bir gerçektir. Tarih kayıtlarına ise; Kartacanın efsane komutanı Hannibalın babası Hamil Barça adından esinlenerek “Barçino” olarak geçmiştir.

Barcelona’da özellikle de eski bölümünde ilk dikkatimi çeken ise, şehrin bol miktarda heykel ile donatılmış olmasıdır, tabii adamlarda bizde olduğu üzere süzme sanat ve de özellikle heykel uzmanları olmadığı içinde kantarın topuzu kaçmış ve anlayacağınız her yer heykel dolmuş durumda. Yeri gelmişken bizdeki kerametleri kendilerinden menkul bu sofistike heykel yorumcularını da yad etmek adına, Barcelona’da heykellerin içinde tükürük görülmediğini de özellikle belirtelim.

Avrupa’nın diğer önemli şehirlerinde olduğu üzere “Adalet Sarayları” da eski binalardan oluşmakta olup, eski binalarda yeni adalet uygulamaları yapmayı tercih etmişler, bizdeki gibi yeni adalet saraylarında eski adaleti uygulamayı değil yani. Anlayacağımız hiçbir siyasi çıkıp ta eskiden köhne yerlerde hizmet yapıyorlardı şimdi kendilerine saray yaptık demiyor, hani mahkeme kadıya mülk kalmaz diyorlar ya işlerine gelince de, işte ne o ne de bu kabil laflar yok, varsa da biz duymadık…

İspanyol ya da Katalan mimarisinde modernleşme hareketinin öncüsü sayılan Gaudi, Barcelona’ya kazandırılmaya çalışılan yeni kimlik için, göz kamaştırıcı ve geniş kapsamlı projeler gerçekleştirerek önemli katkılar sunmuş olup, bugünde eserleri şehri ziyaret eden milyonlarca ziyaretçi tarafından hayranlıkla izlenmekte ve gezilmektedir. Bunlardan en görkemli ve önemlilerinden biri bence; hala bitirilmeye büyük bir hızla devam edilen “Temple Explaton de La Sagrada Familia” (kutsal ailenin kefaret tapınağı) dır.

Eski Barcelona’da daracık sokaklar bulunmakta ama kimse bunları yıkalım da yolları genişletelim derdine düşmemiş, düşmediği gibi bizdeki gibi imar rantı yaratmak adına kentin imar planları ile oynama saygısızlığını ve görgüsüzlüğünü de göstermemişler. Bundan siyasilerde vatandaşlarda rahatsızlık duymamış, tam tersine bu özelliklerini öne çıkararak tüm buraları turizm faaliyetlerine uygun hale getirmişler, büyük ölçüde “Tapas barlar” buralarda bulunmaktadır. Gerçi canım yurdumun tapasları bunlarınkilerin yanında birer şaheserdir ya neyse…

La Ramblas; Barcelonanın kalbinin attığı cadde, Endülüs Emevilerinden miras aldığı “dere” ya da “ağaçlıklı yol” anlamına gelen adıyla, turistik eşya satıcıları, kuşçular, çiçekciler arasında günün her saatinde sokak tiyatrocuları, pandomimciler, ressamlar, müzisyenler sıralanmakta olup tam anlamıyla bir görsel şölen oluşturmaktadırlar. La Ramblas’ın bu muhteşem atmosferinden aşağıya doğru yürüyünce, Barcelona’nın müthiş yoğun limanına ulaşmaktasınız.

Sahil ve plajlar kesinlikle parsellenmemiş kamuya açık, açık olmakla birlikte bedava denilmeksizin plaj ve sonrası servis konforu düşünülmüş şekilde istifadeye sunulmuş durumdadır, vatandaşların deniz kenarında yürüyüşleri için gerekli düzenlemeler yapılmış ayrıca.

Bu güzel kente dair yazılacak çok şey var ama, sonraki yazılara nasip olur umarım…

Dönüş saatlerimize yakın havaalanı giden otobüslerin bekleme yaptığı Plaça De Catulunya da; ki burası şehrin kalbi durumundadır, ulaşımın kolay olduğunu düşünmemiz ve ayrıca düzenli olduğuna inandığımız için ve diğer taraftan da zaman sınırı varlığından son dakikalara yakın meydana ulaştığımızda bir de ne görelim meydan taşıt trafiğine kapatılmış, muhtemelen de telefon zamları ya da özelleştirmelere karşı protesto eylemi gerçekleştiriliyor ve bu hayli kalabalık gösteriyi izleyen polisler de 3-5 kişi görünürde, belki de çok sayıda sivil polis vardır ama gösteri normal seyrinde giderse hiç ortaya çıkmayacaklarmış gibi vaziyet almışlar belki de… İşte en önemli farklardan biri daha…

İspanyanın bu kralcı olmayan insanlarını bir kez daha selamlıyor, Picasso müzesinden, özellikle Mercat de la Boqueria adındaki yaklaşık 600 yıllık Pazar yerinden ve diğer önemli yerlerinden bahsetmeyi de bir başka yazıma bırakıyorum.


Pazar, Temmuz 31, 2011

ÇİFTLİK KÖYÜ İLK TURİZM İŞLETMECİSİ: AYRAN DAYI

Çeşme’nin güney batı ucunda bulunan ve yaklaşık 7 km uzaklıkta yer almakta olup hiç durmadan kuvvetli ve sabit esen rüzgârlarıyla ve dalgalarıyla meşhur bir plajdır, Pırlanta. Mezkûr rüzgârlar nedeniyle de kitesorf meraklılarının ideal yer diye tanımladıkları Pırlanta bu tanımı sonuna kadar hak etmektedir. Rüzgârın tılsımı ve gücü sayesinde rüzgârın başkenti durumundaki bu plaj mutlaka işin uzmanları tarafından “kitesurf” için daha geniş kullanımlı ve yaygın hale getirilmeli ve bu konuda kamu; Belediye ya da herhangi bir bakanlık ayrımı yapmaksızın buraya çok geniş destek vermelidir. Plaj, adını aldığı Pırlanta benzeri kumları ve pırıl pırıl parlayan denizi ile tanımsız bir doğa harikası olup yer aldığı yarımadanın diğer tarafındaki çocukluğumuzun “arka denizi” Altınkum plajına güzelliği ile nazire yapmakta olup yaklaşık 40 yıldır günübirlikçilerin ve çadırlı kampçıların tercihi olmaktan da kurtulamamıştır ya da iyi ki böyle olmuştur.

Çocukluğumuzun tarlalarda geçen bölümünün bir kısmı; ovasından ötürü adını aldığı Çayırova ve Çayırova plajlarında geçmiştir. Bu ovada bulunan tarlamızın her sene münavebeli dikilmesi neticesi kâh anason, kâh tütün ya da kâh buğday-yulaf gibi ekinlerin dikimi, bakımı ve hasatında ailemize elimizden geldiğince yardımcı olurduk ve fırsatını bulunca da yaptığımız deniz kaçamakları inanılmaz eğlenceli geçerdi. Ancak belki inanılmayacaktır ama tütün dönemlerinde derelerdeki su birikintilerini daha fazla su alabilelim diye derinleştirir ya da genişletirdik ve bazı kaçamakları da buradaki küçük su birikintilerinde değerlendirirdik ya, şimdilerde bile onların ne kadar zevkli olduğunu dün gibi hatırlamaktayım. Bu arada bu oyunlarda; yaz aylarını geçirmeye gelen ya da dayımlarla ortak tarım yapılması amacıyla bir araya gelen en az 7 kuzen bir arada olurduk ki değmen benim keyfime durumu. Ovanın adını aldığı büyük çayırlık alanda; çayırlar ve oraya özgü dikenli çalılar arasında bezden yaptığımız toplarlar oynadığımız futbolun keyfini nasıl unutabiliriz ki? Asırlık ardıç ağaçları şu anda da Pırlanta plajında insanlara gölge temin etmeye devam etmektedir.

60 lı yılların Çayırova Plajları Pırlanta Plajına dönüştüğü 70 li yılların başında; bir başka yazıma konu olacak Nail Ağa’nın tesisi ile Ayran Dayının tesisine sahne olacaktır. Çiftlik Köyündeki ilk turistik tesis sayılacak bu 2 tesiste yerel gazoz dışında sadece çay ve kahve bulunmakta idi ve buranın tesis olarak evrime uğramasının yegâne ekonomik kaynağını da o yıllardaki günübirlikçilerin İzmir’den otobüslerle, minibüslerle hafta sonu gelişleri oluşturmuştur.

Ayran Dayı (Ayran Mustafa); Kavala göçmenlerinden olup, kendi anlatımlarından da meşhur Osmanlı Paşası Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın akrabalarından olduğunu ve zaman zaman suyun öte tarafındaki akrabalarından oraya gitme daveti aldığını öğrenmiştik, Mübadelenin önemli ölçüde dağıttığı mübadillerden olan Ayran Dayı akrabalarının bir kısmını Bursa taraflarında bulmuş olduğundan turizm sezonu dışında vaktinin önemli bir kısmını da oralarda akraba ziyaretleri ile geçirirdi.

Ayran Dayı’nın; bugün de yerliler tarafından hala korunarak söylenen ve Tursite olarak bilinen bölgenin bir sonrasında kendi adıyla anılan bir küçük plaj bulunur ki buraya da “Ayranın Çukuru” denilmektedir.

Ayran Dayı’nın; Pırlanta Plajının ortasına denk gelen bölümündeki büyük ardıç ağaçlarının bulunduğu bölümde hasırlardan ve ambalaj kartonlarından ürettiği tesisi içinde verdiği hizmetler bilenler tarafından asla unutulmamaktadır. O dönemde ağırlık olarak sırt çantalı çiçek çocukların tercih ettiği bir yer olan Ayran Dayı’nın yeri komik, trajikomik yüzlerce olaya mekân olmuştur.

O günlerden birinde; o günkü tanımlamalara göre bir grup “bitli turist” sakin bir havada, binlerce yıllık öncüsü sayılabilecek ve Ayran Dayının inşaatını hasırlardan bizzat gerçekleştirdiği bungalov türü salaş yapılardan kiraladıkları birinde oturmuşlar son derece neşeli bir muhabbet ederlerken, bu neşeli durumları Ayran Dayının dikkatini çeker, bir de ne görsün ki; bağdaş kurmuş bu grup ellerinde bir sigara sıra ile herkes birer fırt çekerek bir sonrakine devrediyor ve böylece sigaradan duman çekmeler devam etmektedir. Durumun neye delalet ettiğini kavrayamayan bu ihtiyar delikanlı; çocukların paralarının olmadığı ya da yetmediği kararını vererek yanında az da olsa yabancı dil bilen kendisini ziyarete gelmiş delikanlıdan, “bak şu fukara çocuklara demek ki cigara alacak paraları yok, yazıktır” diyerek kendisine ait o dönemin ünlü “birinci” sigarasından bir paket vererek “git ver onlara da ciğerleri bayram etsin” demiştir.

Pırlanta plajı bizler açısından önemli bir balık yakalama merkezidir ayrıca o dönemlerde, özellikle de Ege Denizinde balığın geçit yaptığı ve gece saatlerinde sığ kıyılara geldiği Ekim, Kasım aylarında geceleri Ayın karanlık olduğu 15 er günlük dönemlerinde 3 kişilik ekiplerle; biri serpme atma, biri yakalanan balığı taşıma diğeri ise lüks lamba taşıma işini gerçekleştirmek kaydıyla bizim Parafani diye adlandırdığımız özellikle sarıkulak ve zaman zaman çipura da olmak üzere balık yakalama seanslarını bugün bile büyük bir iştahla anmaktayız.

Pırlanta plajının en büyük sıkıntısı hatta kanayan yarası demek daha doğru olur 80 li yılların başında başlayıp hala bitirilmeyen Harb-iş sitesi olup, bitmeme gerekçesi her ne ise mutlaka çözülmelidir, yıkılacaksa yıkın bitirilecekse bitirtin demekten başka çare kalmamıştır, kimin haklı olduğu kimin haksız olduğunun artık hiç bir önemi kalmamıştır hatta olmamalıdır.

Çeşme’nin Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurullarınca da izin ve onayı ile 2006′da başlayan, Çeşme’yi planlı bir turizm merkezi yapması beklenilen ve ancak beş yılda karara bağlanan ve SİT Kurulu tarafından da vize verilen planları, ne yazık ki iptal edildi ve işin uzmanlarının belirttiğine göre de yaklaşık 1 milyar dolarlık turizm yatırımı “bir başka bahara” kalmış oldu.
Çeşme’de 1. derece doğal sit alanların bir bölümü, ikinci dereceye, ikinci derece alanlar da üçüncü dereceye dönüştürerek, planlı ve doğaya zararı minimumda tutacak şekilde yatırımların önü açılmış, Turizm Bakanlığı da, SİT Kurulu’nun bu onayı, Çeşme’nin 25000 lik turizm gelişme planlarını hazırladı. Belediye, Koruma Planları yaparak Çeşme’yi bir turizm cennetine dönüştürecek girişimi yaparak, özellikle ve başta yatırım bekleyen Çiftlik; Altınkum ve Pırlanta Plajı’nı da kapsayan SİT Kurullarınca onaylı yeni planlarına, Çevre Koruma Derneği tarafından itiraz ederek İdare Mahkemesinde iptal kararı çıkartılmıştır.

Bu gelişmelerden en fazla zarar gören Çiftlik bu konuda maalesef tekrar yaşanacak ve muhtemelen de yaklaşık bir 10 yıllık süre alacak teknik, idari ve hukuki süreci beklemek zorundadır.

Çeşme Belediye Başkanı Faik Tütüncüoğlu’nun iptal edilen planların yapımı sırasındaki çabaları ve çalışmalarını, iptal edildikten sonraki kaybedilen emek ve zamanın asla telafi edilemeyeceği nedeniyle üzüntüsünü bildiğimizden, geri kalan dönemde de çabalarını devam ettirmesini beklemekte ve doğa koruma adına Çeşme’deki kendi sahip olduklarını korumakta olduklarını da bilmekte olduğumuz bir kez beyan etmekteyiz.

Perşembe, Temmuz 14, 2011

GEÇMİŞTE EGE’nin PARİS’i ÇEŞME’nin İSKELESİ “ÇİFTLİK KÖYÜ”

Astım ve kalp hastalarına doğal hastane görevi yaptığı bazı kaynaklara göre Alman doktorları tarafından belirtilmiş olan, iyotça zengin rüzgârları iştah açtığı ve uykusuzluk giderici olduğu hemen herkes tarafından teslim edilmiştir, Çiftlik köyünün. Bugün Çiftlik köyünün Pırlanta plajı bu rüzgârlar sayesinde “kite surf” ün de merkezi sayılmaktadır.

Osmanlı döneminde; Yeni Nahiye, Çiftlik-i Kebir adlarıyla da belirtilen Çiftlik köy, Çeşme’nin Sakız adasına en yakın yeridir hatta o kadar yakındır ki güzel ve sakin havalarda horoz seslerinin bile duyulduğuna tanıklık etmişimdir çocukluğumda… Mübadele ile Çiftlik köyüne yerleşen atalarımızın sözlü aktarımlarına göre köy o kadar güzel bir yermiş ki; Ege’nin Paris’i olarak anıldığını bugün Rahmetle andığım anneannem Hacer Karagöz tarafından yüzlerce kez dinledim.
 
Çiftlik Köye yerleşen 1. kuşak mübadil atalarımın yerleştiği evin nasıl muhteşem bir ev olduğunu hatırlıyorum, birkaç tanesi hariç diğer hangi evlerde de bulunduğunu tam olarak hatırlamıyorum, büyüklerimin “taşlık” diye adlandırdığı ve kotarina denilen çakıl taşlarından siyah ve beyaz 2 farklı renk seçilerek siyahın ana renk ve beyazından ise desen oluşturularak yapılmış bir giriş vardı ki, tek başına muhteşemdi… Bu yerleşilen evin köyün başpapazının ya da papazının olduğundan söz edilirdi, evin içinden ahırlara geçilen bir kapı vardı, buradan girildiğinde ahırlar öncesi 2 adet kuyunun bulunduğu bir kapalı giriş bölümü vardı, oradan da bahçeye çıkılırdı, bahçeye çıkılan yerde ise 5 mt ye 4 mt lik yaklaşık ölçülerde kapalı bir alanda büyükçe bir fırın bulunmakta idi… Evin detayları ile ilgili teknik ve yaşamına yönelik olmak üzere geniş bir yazıyı ayrıca yazmayı planlamaktayım, ileriki günlerde.
 
Şu anda Çiftlik balıkçı barınağının üzerine inşa edildiği bilinen iskelesi nedeniylede çok muhtemeldir ki, Çeşme’nin de iskelesi olduğunu düşünmekteyim, konunun uzmanı olmamama rağmen, 1920’ler ya da 1930’lar Çeşme limanının fotoğraflarına baktığımızda herhangi bir iskelenin olmadığını kolayca tespit edebiliriz, ama yapım tarihinin çok daha eskilere dayandığını tahmin ettiğim Çiftlik Köy iskelesi, gerek uzunluğu, gerekse de yapımında kullanılan taşların büyüklüğü ve düzgünlüğü ve gerekse de her 2 tarafının da çok farklı derinliklerde olması çok açıktan profesyonelce kullanıma yönelik olduğunu göstermektedir, ayrıca bugün Kaptanlık eğitimi için kullanılan binanın da gümrük binası olması nedeniyle faaliyetin büyüklüğünü tahmin etmek hiç de zor olmamaktadır.
 
Çeşme’nin önemli tarımsal ürünlerinden olan sakız ağaçları ne yazık ki, odun kalitesi nedeniyle mi yoksa gerekli özenin gösterilmemesi nedeniyle bakımsızlıktan mı; artık her ne nedenle ise, son 30 yılda neredeyse tamamen yok olmuştu, sakız ağacı yetiştiriciliği şimdilerde gerek bu işe gönül vermiş insanlar gerekse de Belediyenin özellikle yeni inşa edilen binaların bahçelerinde dikilmesine yönelik haklı talepleri ile yeniden artışa geçmiştir. Söylendiğine göre Sakız adası için; başta sakız rakısı, sakız reçeli, sakız likörü olmak üzere çok büyük ekonomik değer haline gelmiş olan sakızın, hem kalitesi hem de renginin daha beyaz olması nedeniyle Çeşmede sakızın önümüzdeki dönemde önemli bir değer haline gelecektir. Bugünlerde Çeşme Belediyesinin yeni yapılan binaların bahçelerinde her bağımsız bölüme bir adet gelecek şekilde sakız ağacı dikimini zorunlu kılması, bana göre çok doğru bir karar olmanın ötesinde muhteşem bir olaydır. Hatta Belediyenin sakız ağacını ihtiyaç sahiplerine vererek temin etmesi halinde bu zorunluluğu birkaç ağaca çıkarması hiçten bile değildir ve bence de hemen bu uygulamaya başlamalıdır da… Sakız ağacı yetiştiriciliğinde Çiftlik Köyün bir merkez haline gelmesi hemen planlanmalı ve Belediyenin yetiştirme ve bila bedel temin etmesi şeklindeki öncülüğünde her bahçe sahibinin bağımsız bölüm başına 4 adet ağaca ulaştırılması gerekmektedir.
 
Çiftlik köy; bir zamanlar Nahiye Belediyesine sahip, söylendiğine ve yazıldığına göre 2 kilise, 1 havra ve 1 camisi ile yaklaşık 1.000 hanelik ve yaklaşık 4.000 nüfuslu bir yerleşim yeridir. Sokaklarındaki Arnavut kaldırım döşemesini 1970’li yılların başına kadar yaşatabilmiş, inanılmaz güzel Rum evlerinin varlığıyla diğer taraftan da sosyal yaşamı ile Ege’nin Paris’i olduğu anlatılırdı büyüklerimizce… Ege’nin Paris’i ve Çeşme’nin İskelesi konumuna ulaşmış bu güzel yerleşim yeri maalesef sonraları kaderine terk edilmiş, tarımı yok etmeyi o günlerden kafasına koymuş devleti yöneten siyasiler eliyle başta da tarımsal ürünlerinin dikiminin yasaklanması ya da sınırlanması ile başta tütün ve anason üretimi ve ticaretinden mahrum kalmıştır. Kaldı ki anasonunun ünü tüm dünyada bilinmesine rağmen…
 
Diğer taraftan köyün içinden geçen derenin çok eski tarihlerde bile taş duvarlar ile örülmüş olması, su bulunduğu dönemlerde su almak için kuruduğu zamanlarda ise karşıdan karşıya geçişler için kullanılmak üzere yapılmış merdivenlerin ne kadar harika olduğunu ben bile hatırlamaktayım. Sonraları başta mezkûr dere olmak üzere tüm dereler kaderine terk edildi, bir taraftan imar uygulamalarına kurban edilirken diğer taraftan da işletme bakımları yapılmadığından zaman içinde dere vasıflarını yitirmiş durumdaydılar. Allahtan çok eskiden yağan yağmurlar da yağmamaya başladı ve bu nedenle derelerin önemi hep göz ardı edildi, şimdilerde Çeşme Belediye Başkanı Faik Tütüncüoğlu’nun Çiftlik Köyüne verdiği öneme binaen Belediye Fen işlerinin yaptığı ihalelerle dere ıslahları bir felaket yaşanmadan gerçekleştirilmeye başladı, bu konuda doğanın acımasına bırakılmadan diğer dereleri de kapsayacak kapsamlı bir dere ıslah planı herhalde yapılmaktadır.
 
Diğer taraftan Çeşme Belediyesinin yaptığı yatırımlarla hızlı şekilde gelişmesini sürdüren Çiftlik Köyü yeniden, eskiden haklı olarak elde etmiş olduğunu düşündüğümüz Ege’nin Paris’i olma ününü yeniden kazanacaktır diye düşünmekteyiz. Konu ile ilgili; eksiklikler konusundaki eleştirilerini saklı tutmak kaydıyla, herkesin ve tek tek Çeşme Belediyesi Başkanından, Fen İşleri Yönetiminden, Belediye Çiftlik Köy temsilciliğine kadar emeği geçen herkese teşekkür borcu olduğunu düşünmekteyim.
 
Çeşmenin yeni yıldızı Çiftlik Köy (Mahallesi) Balık mezatları sayesinde de bir çekim alanı oluşturmaktadır, bana göre Çeşme’nin en iyi barbun balığının yakalandığı bu yerin mezatının mutlaka görülmesi gerekmektedir.