Cuma, Ocak 27, 2017

İNÖNÜ'YÜ KANDIRMAK KOLAY MI DIR?


Canım yurdumun istila günleri; bugün ardılları tarafından parlatılan yetkili ve etkili önemli bir grup yobaz ve gerici, işgal kuvvetlerini mevcudiyetlerinin ve istikballerinin yegane temeli mülahazası ile bağımsızlık mücadelesinin hazine olduğu şiarını edinerek yola çıkanlara, onları bu hazineden mahrum etmek amacıyla dahili bedhah olmayı taammüden tercih etmişlerdir. Cihad-ı istiklal, cebren ve hile ile ve de dahili bedhahlar erketeliğinde tezahür etmiş işgale karşı, aslında herkesçe çok kolay bilinebilecek çok namüsait ve çok sınırlı imkan ve şerait altında yürütülmüş ve hem dahili bedhahların, ki onlar orduları direnme imkan ve kabiliyetlerini yok etmek için dağıtarak erketelik deruhte etmişlerdir, hem de harici bedhahların, ki onlar tüm dünyada emsali görülmemiş galibiyetlerin mümessilidirler, ki onlar için büyük bir hayal kırıklığı ile tecelli etmiştir. Böyle tecelli etmiş olması, bu ekibin ardılları tarafından asla kabullenebilmiş değil, saldır dur stratejisi ile saldırıp duruyorlar, görünen o ki asla da pes etmeyecekler. Cihad-ı istiklalin neresi bunlara dokunuyorsa, neresi batıyorsa artık...

Ne diyor bu avenelerden biri, "keşke Yunan kalsaydı", Allahtan sayesinde türban düştü, kel göründü... Gerçek niyet zuhur etti Allahtan, bunların alayı böyledir işte... Yunan, Fransız, İtalyan, İngiliz olsun ama asla Kuva-i milliye  olmasın... "Bizim gavurumuz elin gavurundan daha şiddetli" diye buyuruyor bunların tarihçi diye takdime şayan gördükleri pek muhterem Mısıroğlu (aslında püsküloğlu olsa daha isabetli olur) bir konuşmasında, "Beni tefe koyarlar ama keşke Yunan galip gelseydi. Ne hilafet yıkılırdı. Ne şeriat yıkılırdı. Ne medreseler lağvedilirdi. Ne hocalar asılırdı. Hiç biri olmazdı". Ne yazık ki Hüsnüyadis'ler bitmiyor, Allah verdikçe veriyor işte... Maşallah toprak ta mümbit... Yürütülen yalan, dolan, desise, hile, hurda ve kara propagandanın büyüklüğü karşısında şaşkınlığa düşmemek elde değildir açıkçası, bu nasıl bir kindir, bu nasıl bir öfkedir, bu nasıl bitmek bilmez bir düşmanlıktır, bu nasıl şiddetli bir hasettir vallahi gerçekten anlamak mümkün değil.

Malum hikayedir, alakalıları iyi bilir ve anlatırlar hikaye faslından ama ıtnap-ı makbulden alim-i muhakkikler  bunun asr-ı hakiki olduğunu mütemadiyen beyan ederler. Mudanya mütarekesi akdedilecektir, TBMM müzakereci olarak İsmet İnönü'yü tayin eder, bağımsızlığın temeli sayılacak bu müzakerelerin detayları konumuzu oluşturmadığından, bunları geçiyoruz bir kalem... Olabildiğince gergin ve sıkıntılı geçen müzakereler neticesinde, Cumhuriyet'in temelleri sayılacak kararlar işgal kuvvetlerinin komutanlarına kabul ettirilmiştir. Sıra müzakerelerin ardından, komutanlıklarca işgal edilen bölgelerin devir-teslim törenlerine gelmiş ve İsmet Paşa'nın da bulunduğu Mudanya'dan İngiliz subaylarının ayrılması sırasına gelmiştir. Kazanılan savaşın da verdiği büyük gurur ve mutlulukla, İngiliz askeri heyetinin iskeleden gemiye binip ayrılmaları sırasında tören kıtası ve bandosu yerlerini alır ve vedalaşma faslının sonuna gelinir, artık iskelede sırtını karaya dönmüştür işgal kuvvetleri, yönleri gemileridir, kefere işgalcilerin tören kıtası yürüyüşünü tören bandosunun marşı ile mütenasip yapıyor olmasından ötürü, bando bir anda giderek yüksek tempolu bir marş icrasına geçmiş ve marşın temposuna uygun giden tören kıtası da giderek hızlanarak adeta koşarak gerisin geri gemilerine binmişlerdir. Gerçi bu işgalciler için hazin, bağımsızlığını kazananlar için müthiş bir coşkuya dönüşen uğurlayış için bandoya giderek artan tempoda marş çalınması talimatını bizzat İsmet Paşa'nın mı verdiği yoksa bando şefinin kıvrak zekasının mı ürünü olduğu tam açığa çıkmamıştır ama İsmet Paşa'nın işte böyle arkanıza bakmadan koşar adım kaçarsınız anlamında talimatının olma ihtimalinin yüksek olduğu alakalı çevrelerde anlatılmaktadır. Yani anlaşılacağı üzere, bırakın şimdikiler gibi "istikşafi" numaralarını yemeyi, düvel-i muazzamanın mümessillerine pabuçlarını ters giydirmiştir.

1. Adam'a dil uzatmanın biraz da cesaret işi olduğunu iyi bilen bu güruh 2. Adam üstünden rejime saldırmadan duramıyor, evet devr-i hükümet ve tatbikatları üzerine her şeyi kabil-i tenkit buluyor ve tenkit hakkına sonuna kadar katılıyorum, Cumhuriyetin tüm eksiklerinin katılımcı ve özgürlükçü bir ortam yaratma adına tenkit edilmesi mukadder bir vaka olup bundan korkmamak ve kaçmamak ta gerekir, lakin alternatif olarak Osmanlı'nın padişahlığının ikamesine hainane zemin hazırlama çalışmalarına da şiddetle karşı çıkılması gerekmektedir... Çünkü bu karşı çıkış, aynı zamanda Osmanlı döneminin köşe başı tutucularının Cumhuriyetle birlikte düzenleri bozulunca yeminli ve muahid Cumhuriyet düşmanı oluşlarına karşıdır da...   

Gerçi mezkur somun pehlivanı kabilinden zevatın, tüm dünyanın jandarmalığını üstlendiği ABD'nin  tazyik ve tevsidlerine istinaden, Irak ve Suriye'ye girmeye diren(e)meyenlerin çok kolay anlayabilecekleri konular olmasa gerekir mezkur konular. Hele İnönü'nün Lozan müzakereleri devrinde, düvel-i muazzamanın lideri konumundaki İngiltere temsilcisi Churchil'e uzun ve meşakkatli görüşmelerin içinde, mezkur zevatın çok uzun bir konuşmasının ardından, "biliyorsunuz ben sağırım, bu dediklerinizi tekrarlarmısınız lütfen" diyerek, sinirden adeta çılgına dönen müzakereci karşısında, fikrinin, zikrinin, mutediliyatının ve asabiyetinin ne kadar sağlam olduğunu göstermiştir, beğenelim ya da beğenmeyelim, sevelim ya da sevmeyelim, kendisini fahiş hatalar yaptıracak düzeyde kimsenin kandırdığına tarih tanıklık etmemiş ve kendisi de "kandırıldım" diye bir beyanatta bulunmamıştır.

Gerçi bu ve buna benzer hilaf-ı hakikat beyanların biz yabancısı değiliz 1974 Kıbrıs meselesinin hallinde de dönemin Başbakan Yardımcısı olan muhterem işkembe-i kübradan "ben aslında tüm adayı alalım dedim ama Ecevit kabul etmedi" gibisinden hayal ürünü, hem de ham hayal ürünü konuşmalar yapmıştı... Onu o gün söylemediğin ve ehven şartlar için pusuya yattığın için, tüm bunlar "Keennem yekün" hükmündedir ve deyim yerinde ise üfürükoloji biliminin alanına girmektedir. Babamın çok güzel bir sözü vardı; "yellen yellen ipe diz", tam da durum o durum vallahi.

Cumartesi, Ocak 21, 2017

KABİL'DE CUMA NAMAZI KILMAK

Tüm dünyaya örnek teşkil etmesi gereken, Pakistan'ın yakın geçmişte yaşadığı serencam, orada yaşanan kanlı süreçler, kimsenin ders almadığı yaşanmışlık olarak kalmıştır, daha sonra ve halihazırda içinde bulunduğumuz coğrafyada yaşananlara bakınca da kimseye ders olmadığı anlaşılmakta ve de olmayacağı da aşikardır, ne yazık ki.
1979'da Afganistan'ın davetine icabet ederek bu ülkeye asker gönderen Sovyetler Birliği'ne karşı, gerek ülke içinden, gerekse de ülke dışından detayına şimdi girmeye gerek olmayan malum nedenlerden ötürü uygulanan yöntem bilindiği üzere tamamen ABD menşelidir. Sovyetler Birliği'nin Afganistan'a girmesi üzerine, Afganistan'da manipüle edilen dini bütün ve antikomünist yığınlar, çaktırmadan Pakistan içinde sınırlara yakın yerlerde, emperyalist dünya lideri ABD önderliği ve dahili bedhah Diktatör Ziya Ül Hak önderliğindeki Pakistan tarafından organize edilen kamplara getirilirler. Maksat dünyanın gözünde tescilli jandarmalık görevi yanında, hamilik görevinin de legalize edilmesi olunca, hiçbir fedakarlıktan kaçınmayan ABD, yardımcıları Suudi Arabistan, Katar ve Kuveyt başta olmak üzere, destek ve kuyruk olmanın dayanılmaz hafifliğine ermiş tüm yandaş ülkeler vasıtası ile Pakistan'a yapılan sözde destek sonuçta köstek olmuştur. Dönem itibari ile de canım yurdumun direksiyonunda yeşil kuşak projesinin taktik aşamalarını, tıpkı Pakistan'daki biraderi (brother) Ziya Ül Hak gibi gerçekleştirmiş ve tek kişilik yönetime başlamış "asmayalım da besleyelim mi" sözünün ve pratiğinin mimarı Kenan Evren bulunmaktadır. Canım yurdumun Afganistan'dan gelen sığınmacılara dönem itibari ile nasıl kucak açmış olduğunu yaşı tutan herkes hatırlamaktadır, öyle zannediyorum.
Neydi peki Pakistan'da yaşananlar, neydi bu yaşananların coğrafyamıza örnek teşkil etmesi gerekenler, şöyle kısaca bir bakalım...
ABD ve destekçileri Pakistan'ı "cihat otobanına" çevirmek için uğraşırlarken, içerideki tek adam da, askeri diktatörlüğünü ve tek adamlığını en azından ortak ya da birlikte hareket ettikleri gözünde legalize etmek ve içeride de iktidarını da perçinleyebilmek adına rahle-i tedrisatını meşhur İngiliz Exeter Üniversitesi'nde tamamlamış ve edilen suflelere göre de çalışmalarını yürüten ve de tamamen İngiliz yurt dışı istihbarat örgütü kontrolündeki yerel tarikatlarla kucak kucağa çalışmalar yürütmekte idi. Bu çerçeve de başta askeri akademi ve ordu olmak üzere, tüm adalet mekanizması, tüm idari yapılanmalar ve güvenlik güçleri bu rüzgarlara uygun reorganize edilerek yola çıkıldı, artık bugün itibari ile gelinen noktayı detaylı anlatmaya gerek yoktur sanırım, Pakistan'ın düştüğü durum ortada ama sebep olanların hiçbiri ortada yoktur gayri... Şimdi, mezarından dünyaya bakarak, "hay Allah, ben neler etmişim canım memleketime" diye düşünüyor mudur acaba mezkur tek adam, diktatör Ziya Ül Hak, bilmiyorum ama, aklı başında herkes baktıkça bu ülkenin haline gözyaşlarını tutamadıkları kesindir.
Pakistan'da; cihadist militanların "bulanık suda balık" olmalarını teminen oluşturulan büyük kamplarda, "eğit-donat" programlarına tabi tutulan el kaide başta olmak üzere ağırlıklı uluslararası militanlardan oluşan düzinelerce cihadist grup, kinlerini ve öfkelerini kusmaya başlamışlardır artık, sözde Sovyetler Birliğine karşı organize edilen ama temelde başta bölgeye sonra da dünyaya çeki-düzen verme savaşında... Artık Afganistan'da taş, taş üstünde, baş, baş üstünde kalmayacaktır...  Mültecilerin konakladıkları kamplar artık, bulanık su olmaktan öteye geçmiş, alınan gaz ve rüzgarla, bizatihi kendileri artık mücahit devşirme ocakları gibi rol üstlenmişlerdir, ABD ve yandaşlarının sınırsız finans güçleri ile "eğit-donat" tedrislerine teveccüh olarak, mücahitlerin yer yer başarılarının yarattığı zafer sarhoşluğunun oluşturduğu imanın bol, aklın yok olduğu ortamda tek adam Diktatör Ziya Ül Hak artık açıktan, "Kabil'de en kısa sürede cuma namazı kılacaklarını" dillendirmektedir. Sonuç, 1989 da Sovyetler Birliği'nin Afganistan'dan çekilmesi ile ortalık deyim yerinde ise tam da "56'ya gitti", iktidar savaşları nedeniyle birbirlerine dönen silahlar yaratılan kin ve öfke ile bir ülkenin tüm geçmişini ve geleceğini çöpe atmıştır, artık bırakınız siyasal ve ekonomik istikrarı, başkentin göbeğinde asfalt yol bırakmayana kadar bir savaşın girdabına gark olmuştur. O kadar ki, ABD'nin desteklediği "Taliban" yönetiminin "İyiliği Emir ve Kötülüğü Men Bakanlığı" duvarında da "aklı köpeklere atın, yozluk kokuyor" sloganını gururla astığını da ilgili kaynaklardan biliyoruz, işte durum budur gayri o güzelim Afganistan'da... Peki, kurduğu kamplarda, eğit-donat programlarına, hem de komşusunun yıkılıp yerle bir olmasına göz kapayan ve hiçbir şey görmeyen ve hatta  geçmişte yapılan zorlama anlaşmalarla Afganistan'a bırakıldığı iddiasıyla bazı toprakları hedef tutan Pakistan ne durumdadır şimdilerde, bir canlı bombanın ya da uzaktan kumandalı bombaların patlatılmadığı günler artık çok gerilerde kalmış, yerine artık terörle yaşamaya alışmalıyız diyen politikacılar gelmiştir.

Aklı, vicdanı ve ahlakı olduğu iddiasına sahip her canlıya iftiharla takdim ediyoruz, yaptıkları ve destekledikleri durumun feciatını görmeleri bakımından... Eğer bu kafayla giderse bu coğrafyanın insanı ve bu miktarda birbirinin kopyası diktatör Ziya Ül Hak yetiştirir ve ülke yönettirir ise, korkarım ve  ne yazık ki bol miktarda Sykes-Picot’lara kaçınılmaz olarak boyun eğmeye devam edecektir.

Cumartesi, Ocak 14, 2017

KİTAPSIZ FEYLESOF SAKALLI CELAL-3

2 Haftadan beri; Sakallı Celal üstüne güzelleme düzeyinde anılar ve olaylar anlattık; Orhan Karaveli'nin aynı adlı kitabını referans alarak, peki çevresinde bu kadar sevilen, her fırsatta kendisi ile birlikte olunmak istenen bir kişi olmasının yanında kendisinden nefret eden, sevmeyen kişiler yok mu idi? Olmaz mı, yine mezkur kitaptan anlıyoruz ki, başta yobazlar, gericiler ve Atatürk düşmanları olmak üzere bir grup insan da bu cepheyi oluşturuyordu... Muhtemelen Atatürk düşmanlıkları ve Sakallı Celal gibi Atatürk severlere karşı hasımlık, tarihe 31 Mart vakası olarak geçen gerici ayaklanma da, ayaklanmayı bastırmak için Atatürk'ün kurmay başkanı olduğu Hareket Ordusuna destek vermiş olmaları gibi görünmektedir. Son Osmanlı üdebasından (!!!) ve dönemim Ankara Kadısının oğlu Mahir İz, bunları öğrenci iken tuttuğu günlüklerden aktarmış olsa idi, çocukluk dışa vurmuş der güler geçerdik, ama ilerlemiş yaşlarda da aynı çocukluğu yapınca artık bunun düpedüz garez ve husumet olduğu anlaşılmaktadır. Allahtan, yine de okulun masalarını, sandalyelerini çalıyordu demiyor ve sadece fizik bilimine düşkünlüğünü, aydınlamanın önemini sıkıntı yapıyor, Allah muhafaza, emin olun ki bu kabil insanların söyleyeceği her türlü yalan toplumun önemli bir bölümünce makbul ve makul karşılanmaktadır, Allah selamet versin.
Mahir İz, Sultaniye'ye dönüşen Ankara Lisesinde Sakallı Celal'in öğrencisidir ve yıllar sonra anılarını kaleme alır, burada Sakallı Celal ile ilgili olumsuz duygularını ve düşüncelerini anıları imiş gibi aktarırken, hocasını Cumhuriyet ve Atatürk düşmanı olarak göstermekten imtina etmemiş, oysa cümle alem bilir ki, Sakallı Celal el yazısıyla kaleme aldığı vasiyetinde de olduğu üzere, Atatürk'e karşı inanılmaz bir sempati ve bağlılık beslemiştir, fakat bu temelde Cumhuriyete ve Atatürk'e gerçek anlamda içten içe bir husumet besleyenler için bunları yazmak sorun teşkil etmemekteydi. Sakallı Celal ile ilgili olumsuz anıları olan az sayıda insanın olduğunu anlıyoruz ve bunlardan biri de Mahir İz demiştik ya, işte kitaptan aynen aktarıyoruz o anıların anlatıldığı bölümü;
Bunca seveni ve sayanı olan Sakallı Celal'i olumsuz biçimde tanıyıp tanıtmaya çalışanlarda çıkmıştır ve bunlardan biri de Mahir İz'dir. Medine mollası ve Ankara kadısı Külhanizade İsmail Abdülhalim Efendi'nin üçü küçük yaşta ölen dokuz çocuğundan bir olan ve değişik öğrenim kurumlarında hocalık yapan Mahir İz'in, emekliye ayrılmadan önceki son görevi İstanbul imam hatip okulu müdürlüğüydü ve demokrat partinin ünlü Milli Eğitim Bakanı Tevfik İleri'nin görevi bırakmadan önce imzaladığı son kararname, "ilim yayma cemiyeti" tarafından önüne getirilen, Mahir İz tayini kararnamesiydi...
"imtihanda bir mühendis ile müdür muavini Sakallı Celal Bey mümeyyiz olarak bulunuyorlardı. iki sual çektim. biri kamer ve safahat-ı kamer idi, anlattım. diğeri, nısfü'n-nehar-ı rebii noktasının tayini idi.bu bahis müsellasata taallük ediyordu. benim matematiğim zayıf olduğu için düsturları ezberlemiştim. Tahtaya geçtim ve mahfüzatımı izahıyla birlikte tahtaya yazdım. mümeyyiz Celal Bey beni dindarlığımdan ve diğer bazı sebeplerden dolayı sevmezdi. "bu ezberdir, silsin, bir daha yapsın" dedi. ben sildim, tekrar aynını yazdım. şaşıracağımı sanmıştı, canı sıkıldı. "yeter, çıkınız" dediler, çıktım. imtihan odasında  şiddetli münakaşalar olmuş, mümeyyiz Sakallı Celal Bey beni ikmale bırakmak istemiş, diğerleri ise yedi numara takdir etmişler. nihayet 6 numarada müşkilatla kabul ettirmişler. yakayı kurtardık.
Celal Beyin bana olan husumetinin şu hadiseden ileri geldiğini sanırım. Bize Fransızca dersine gelirdi fakat derslerine muntazaman devam etmezdi. bir gün dersimiz Fransızca olduğundan hoca gelmeyecek diye yine başka şeylerle meşguldük. Ben tahtaya her zaman olduğu gibi arkadaşlarımın arzusu ile bir beyit yazmış, okuyup izah ediyordum! tam o sırada ayak sesleri işittiğimiz için derhal yerlerimize oturduk. Celal Bey, her zamanki gibi kolunda bir deste kitapla sınıfa girdi. Kitapları masaya bıraktı, tahtaya bakıp henüz silmeye fırsat bulamadığım Muallim Naci'ye ait beyti okudu ve "bunu kim yazdı" diye sordu. Arkadaşlar bana bakınca haliyle "ben yazdım" dedim. "kimindir" dedi. "naci'nin" diye cevap verdim. "başka adam bulamadın mı?" deyince "münevver Fransızca bilen, açık fikirli bir adamdır" diye cevap verdim. Karanlığa doğru açık diye mukabelede bulunda. Bu muhavere hoşuma gitmedi, ayrıca babamın Ankara Kadısı olduğunu da biliyordu. Müftinin yeğeni ile bana karşı çok haşin tavırlar almaya başladı. Sebebi iki Müslüman çocuğu olup dini inançlarımızın sağlam bulunuşundandı. Bizim de ona karşı sırf bu yüzden antipatimiz vardı. Son derece materyalist olup dindarlara musallattı. Daha evvel yine bu mizacından dolayı Üsküp'ten, arkasından teneke çalarak kaçırdıklarını Üsküplü arkadaşlar anlatmışlardı!. Mektepte aynı zamanda müdür-i sani yani baş muavin olan bu zat fizik ilimine meraklı olup Fransız ihtilalini ve Fransızca'yı çok iyi bilirdi. Çok zeki, sürat-i intikal sahibi, haneberduş, muayyen fikirler besleyen bir adamdı... Kendi inancına göre haksız tanıdığı hususlar için herkesle kavga ederdi... Yaşayışı kimseye benzemezdi... Hemen hemen tanımadığı yoktu... Sevdiğine kul köle olur, sevmediğine ne amansız düşman kesilirdi. Fevkalade hazırcevaptı. Kıyafet Kanununun neşrinden bir müddet sonra tramvayda kendisiyle karşılaştım.  "Efendim, bilmem dikkat ettiniz mi? İlmiye sınıfı şapka kanunundan sonra hep melon şapka giyiyorlar, fötr giyen yok, acaba neden?" deyince hemen "cami kubbesine benzediği için" deyivermişti!...
Yıllar sonra bir gün Kadıköy vapurunda rastlamıştım. "Sizi hala huzura kavuşmuş göremiyorum. Siz ne istiyorsunuz, ne düşünüyorsunuz, hatta şimdiye kadar düşünmediklerinizin hepsini Mustafa Kemal Paşa yaptı. Neden hala memnun değilsiniz?" diye sordum. Bana, "Sen hiç tiyatroya gitmedin mi? Perde açılır, karyolaya uzanmış bir hasta görürsün, başında ilaç veren bir de hemşire vardır. Biraz sonra doktor içeri girer, nabız yoklar, reçete yazar... Aslında ortada ne hasta, ne hemşire, ne de doktor vardır. Bunların hepsi bilirsin ki rolden ibarettir. İşte bizim cumhuriyetimiz de "Yaşasın Cumhuriyet" rolünden ibarettir" diye karşılık verdi! Hazılı bazılarına göre "sosyal demokrat" bir adamdı. Kendisi için "Komünist" diyenler de vardı. İhtimal ondan dolayı rejim düşmanı idi ki böyle söylüyordu...

Cumhuryetin "ilmiye sınıfı"ndan (!) Mahir İz Hoca'nın aklı ve ilmi ön planda tutan Sakallı Celal Bey'i "rejim düşmanı" gözüyle görmesini yadırgamamalı. Peki, Cumhuriyetin kuruluşuna tanıklık eden ve onun ülkeye getirdiği aydınlık ortamı bilen Ahmet Haşim ve Haldun Taner gibi edebiyatçılarımızın kalemlerine acaba neden düşmüştü Sakallı Celal Bey'in azametli gölgesi?

Pazar, Ocak 08, 2017

KİTAPSIZ FEYLESOF SAKALLI CELAL-2


Bir önceki yazımda belirttiğim üzere, yaratıcısı olduğu bir sürü sözden birisi de "bir insan ancak okuyarak bu kadar cahil olabilir" olan, geriye yazılı bir eser bırakmayan ancak bir o kadar da etkili anılar bırakan, Osmanlı İmparatorluğu Bahriye Nazırı, Hüseyin Hüsnü Paşa’nın oğlu, Galatasaray Lisesi, 1907 mezunu Sakallı Celal (Yalınız), son sınıf öğrencisi iken, tarihe "31 Mart vakası" diye geçen gerici ayaklanmanın bastırılması için Selanik'ten gelen Hareket Ordusuna okuldan kaçarak gönüllü olarak  katılmıştır. Hayatı, çevresindeki her şeye duyarlı davranışlar göstererek geçen, Sakallı Celal, Fransa'da bulunduğu tarihlerde İtalya'nın Libya'ya saldırması sırasında edindiği bir Fransız Pasaportu ile hemen Libya'ya giderek oradaki savunma ve direnme harekatına gözünü kırpmadan katılmıştır. Tüm bunların yanında kendisini kendi deyimi ile hayata bağlayan en önemli değerlerin başında "Galatasaray'ın" geldiğini mütemadiyen beyan etmiştir. Bu bağlılığın yegane ölçüsü de, Galatasaray'ın dönem itibari ile yönetsel açıdan da özgürlük rüzgarlarının estiği yerin merkezi olması olup, kendisi de tüm Galatasaraylılar gibi bir hürriyet aşığı idi.

Fransa'daki Öğrenimini yarıda keserek yurda dönünce; Galatasaray lisesi müdürü Hocası Tevfik Fikret'in kapısını çalmayı düşünür, fakat Galatasaray’daki özgürlükçü hava yüzünden Okul Müdürü Tevfik Fikret’ten rahatsız olan çevreler baskılarını arttırınca Tevfik Fikret görevden alınmıştır. Öğretmenlik yapma isteği, soluğu Maarif Nazırı Emrullah Bey'in kapısına getirmiştir kendisini ve o dönemlerde hürriyet rüzgarlarının delice estiğini düşündüğü Üsküp kenti tercihidir, böylece Fransızca ve Felsefe öğretmeni olarak Üsküp'e atanır. Ne yazık ki, bundan sonraki hayatında da olacağı üzere, açık sözlü, doğrucu ve bilimselliğe verdiği önem nedeniyle, gerici ama etkili çevrelerce hiç sevilmemiştir, sürekli kendisinden şikayet edilmiştir. Hele bir de fazla geniş vizyonu ve ileri görüşlülüğü nedeni ile öğrencilerine hurafelere inanmamaları yönünde verdiği telkinler ve derslerin yanında sporun da önemli olduğunu düşünmesinden ötürü, Üsküp'te öğrencilerden müteşekkil bir futbol takımı kurması ve bir futbol sahası düzenlemesi yüzünden egemen çevrelerin derhal hedefi olmuştur. Çünkü bu egemen çevrelere göre bu "fransız monşeri" çocuklara sık sık büyük Fransız Devriminden söz eden bir zındık idi. Ayrıca bu monşer oruçta tutmuyordu, namazda  kılmıyordu, hatta cuma namazlarına bile gitmiyordu. Öğrenciler onu seviyormuş, sıradan Üsküp halkı onu büyük bir iştahla dinliyormuş, egemenler için, hem en tehlikeli durum, hem de ne gam ne keder, onlar için varsa yoksa kendi bildikleri. Egemen çevrelerin "şeytan oyunu" ve "komünist icadı" diye niteledikleri ve "futbol dine aykırıdır ve Kerbela'da şehit edilen İmam Hüseyin'in başını düşmanları böyle tekmelemişlerdir" propagandası ile görevine son verilir.

Peki, Sakallı Celal, bu yaptıklarından vazgeçer mi, asla. Bilahare de Fransızca ve Felsefe Öğretmeni olarak atandığı Kastamonu'da, yine gerici egemen çevrelerin karşı propagandası ile karşılaşır, yine iddia bir yobaz hocanın "Bu oyun dine aykırıdır. Kerbela'da şehit edilen İmam Hüseyin'in başını düşmanları böyle tekmelemişlerdi" sözleri üzerine bu sefer de yobaz hocayı bir güzel döver ve yine görevine son verilir, İzmit'e öğretmen olarak tayin olunur.

Oradan da; Ankara Sultanisine Müdür olarak atanır, burada da ders programlarını değiştirip din derslerini azalttığı ve erkek öğrencilere bayan öğretmen atadığı için uyarılar alır ama onun umurunda değildir bu uyarılar o doğru bildiğini yapmaktadır ve yapacaktır da. Burada gelen büyük tepkileri göğüslemiş ve savuşturmuştur. Ancak bir gün, okula bakanlıktan bir yazı gelir, Hukuk Fakültesinin öğrenci ihtiyacını karşılamak üzere son sınıf öğrencilerinin acil olarak okuldan mezun edilmeleri ve hatta bunun yanında bir alt sınıflarında bir formalite sınav uydurularak mezun edilmeleri gerektiği belirtilmektedir.  Sakallı Celal bu yazıyı okuyunca çok sinirlenir ve "… Ankara sultanisi "boyacı küpü" olmadığı cihette Vekaletin talebi kabili tatbik görülmemiştir. Hem bendeniz, Cumhuriyet'in ilanıyla birlikte "mucize" devrinin sona erdiğini sanıyordum. Demek ki yanılmışım. İstifamın derhal kabulünü veya Vekalet emrine alınmama emirlerinizi arz ederim efendim. Mahmut Celal." şeklinde bir istifa mektubu kaleme alır.

Öğretmenlik hayatında, gençlik döneminde çok önem verdiği hürriyet fikrinin devamı kabilinden edindiği fikirler gereği, öğrencilerin insan muamelesine tabi tutulması gereğine inanır ve öğrenci dövülmesine açıktan karşıdır. Okula geldiği bir gün Sakallı Celal, bir öğretmenin bir öğrenciyi bahçede dövdüğünü görür ve o da gider o öğretmene okkalı 2 tokat yapıştırır, şikayet üzerine de Okul Müdürünün karşısına çıkınca, "bir öğrencinin hayvan muamelesi göremeyeceğini okulda bu şekilde dayak yiyemeyeceğini göstermek için bende ona iki tane asıldım der." Sonuçta öğretmenler topluca Bakanlığa şikayette bulunarak Sakallı Celal'in gönderilmesini talep ederler ve Bakanlıkta Sakallı Celal'i Eskişehir'de başka bir okula tayin eder. Fakat Sakallı Celal "öğretmen olmamı istediniz öğretmen oldum. İstanbul'a gönderdiniz eşşekler arasında öğretmenlik yaptım. Şimdide Eskişehir'e gönderiyorsunuz kim bilir orada ne eşşekoğlu eşşekler arasında öğretmenlik yapmak zorunda kalacağım" diye bir telgraf yazarak istifasını verir. Artık öğretmenlik ya da herhangi bir memuriyet yapamayacağını anlamıştır. Evet, Orhan Karaveli'nin "Sakallı Celal" adlı kitabını okumaya devam, muhteşem anılar var.

Pazar, Ocak 01, 2017

KİTAPSIZ FEYLESOF SAKALLI CELAL

Çok bilinen ve sıklıkla kullanılan “Türkiye durmaksızın doğuya giden bir gemidir, bazıları bu geminin güvertesinde batıya doğru koşarak batıya gittiklerini sanırlar” ve “bu ülkede ilgililer bilgisiz, bilgililer de ilgisizdir”  kelamları başta olmak üzere, daha birçok veciz sözün ilk kullanıcısı ya da sahibi olarak bilinen, filozof, öğretmen, aykırı, muhalif, sosyalist, “komünist enternasyonal’de” Türkiye’yi temsil eden heyet azası, aynı zamanda her daim Atatürkperver olan, ama en önemlisi de dönemin en önemli okulu olan Mekteb-i Sultani(Galatasaray lisesi) mezunu olmasıdır. Yazar Orhan Karaveli’nin “Sakallı Celal” adlı kitabını okurken birbirinden ilginç ve dikkat çekici anıya tanıklık ediyorsunuz adeta; Osmanlı Kaptan-ı Derya’sının oğlu, Galatasaray Lisesini bitirir, dönem itibari ile okul müdürü halen Tevfik Fikret’tir, kendisinden aldığı ilim, irfan ve feyz ile,  Fransa’ya Sorbonne Üniversitesine siyaset bilimi tahsil eylemeye gider ancak fikri dünyasında oluşan fırtınalar nedeni ile, Fransa’da kaldığı bir yıl boyunca, kahve kahve dolaşmış, düşünmüş, yemiş, içmiş, kendini aramış durmuş deyim yerinde ise serkeşlik etmiş, olmamış Türkiye’ye dönmüş, öğretmen yardımcılığı, öğretmenlik, okul müdürlüğü, fabrikada teknisyenlik, çımacılık, çöpçülük, hamallık gibi bir sürü işe girmiş çıkmış, istenilenden ziyade olması gerekeni yapınca da, ne yazık ki hiçbir yerde barındırılmamıştır.

Bugünlere de şavk tutacak şekilde yaşanmışlıkları bulunduğu anlaşılan Sakallı Celal üstüne Yazar Orhan Karaveli’nin aynı adla yazdığı kitaptan birkaç örnek verelim ki, meramımız iyi anlaşıla ve daha fazlası için de mezkur kitabın okunmasını salık vermiş olalım. Aydın’da çalıştığı dönemde, Ruhsatlı Silahı olmasına rağmen bir ihbar neticesinde yakalanınca savunmasını yapmak üzere yazdığı dilekçede şu harika lafları eder; “bu polis eskiden Padişah’ın ve Hilafet’in polisiydi. “Padişahım çok yaşa” diye bağırmayanları yakalayıp zindana tıkardı. Düpedüz zulüm aracıydı emrinde olduğu Padişah ile Hilafetin. Şimdi devran değişti, Cumhuriyet ilan olundu ve bu polis Cumhuriyet’in polisi olup çıktı. İyi de, ben bu polise nasıl güvenebilirim? Yarın, birileri punduna getirir ise bir kez daha “hilafetin polisi” olmayacakları ne malum? O nedenle ben bu silahı “gerektiğinde Gazi Paşa’yı ve Cumhuriyet’i korumak için taşıyorum”. İfadem bundan ibarettir.”
Dostları ve bulunduğu çevrede tanıdıkları arasında, Yusuf Ziya Ortaç, Ahmet Haşim, öğrencim de dediği Nazım Hikmet, Ordinaryüs Matematik Profesörü Ali Yar, Haldun Taner, Ali Sami Yen, Nurullah Ataç, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Kazım Taşkent, Melih Cevdet Anday, Orhan Veli, Profesör Dr. Vakur Versan, Burhan Felek, gibi önemli şahsiyetler bulunan kitapsız feylesof Sakallı Celal ile ilgili bir başka yaşanmışlık, yine aynı kitaptan; “Sakallı Celal Ankara Erkek Lisesi Müdürü iken okulun lağımı patlar. Durum Bakanlığa iletilir ama Bakanlıktan “durumun idare edilmesi” yolunda bir cevap gelince Sakallı Celal iş tulumunu giyer, bir öğrencisiyle birlikte patlayan lağımı onarmaya başlar. Tam o sırada okula gelen bir müfettiş, Sakallı Celal’i o halde görünce bakanlığa; “makamına uygun olmayan bir kıyafette görüldü.” diye rapor eder. Çok geçmeden Bakanlık Sakallı Celal’e bir yazı yazarak: “niçin makamınıza uygun olmayan bir kıyafette görüldünüz?” diye sorup savunma isteyince Sakallı Celal doğrudan arkadaşı da olan Bakan’a çıkıp: “lağım patladı dedik, idare et dediniz. Ben de lağımı onarıp idare edeyim dedim. Lağıma resmi kıyafetle girecek değildik ya. İdare etmenin bok içinde oturmak anlamına geldiğini nerden bileyim?!”

Canım Yurdumun tarihinde, ne yazık ki yazılı bir eser bırakmadığı bilindiği halde, uzun yıllardır söyledikleri tekrarlana gelen, sürekli aranan ve birlikte olunup muhabbet edilmek istenen kişiliği ile önemli bir yer işgal eden, saçının ve sakalının dağınıklığı ve sürekliliği nedeni ile Karl Marx’a benzetilen bir filozof şahsiyettir, Sakallı Celal. Haksızlıklara ve adaletsizliğe karşıtlığı nedeni ile sürekli bir şekilde ve tek başına protesto edişlere asla ara vermez ve bu uğurda kendisine gelen baskılara da asla boyun eğmemiş şahsiyeti nedeniyle bir dönem sırf “çöpçülere az maaş veriliyor” diye protesto amaçlı, bir dönem çöpçülük yapacak kadar, duyarlı, ahlaklı davranan, bugünlerde çok fazlası ile ihtiyaç duyulan bir öğretmen olup bugünlerde kızdığımız zaman ya da bir durum tespiti yapmak adına kullandığımız veciz sözlerin yaratıcısıdır. Canım Anadolu topraklarının fazla aşina olmadığı, doğru bildiğini, her şeye ve herkese rağmen, her zaman ve her yerde söyleyen, savunan ve iddia eden, para, şan ve ün için fikirlerinden ve onların ifadesinden asla feragat etmeyen, nadir insanlardan biri olduğu hayat hikayesinden kolayca anlaşılan, günümüz omurgasızlarına iyi bir örnek teşkil edecek nevi şahsına münhasır, Sakallı Celal Yalınız’ı bu nedenle bir kez daha, biz de anmış olalım.  

Yazıyı Sakallı Celal’e ait bir söz ile sonlandıralım bu hafta;
“Tanzimat ilan ettik, olmadı
Meşrutiyet ilan ettik olmadı
Cumhuriyet ilan ettik olmadı

Yahu biraz da ciddiyet ilan etsek!”

Salı, Aralık 20, 2016

ONBİNLERİN DÖNÜŞÜ ANABASİS-2


Babasının ölümünden sonra Ahameniş İmparatorluğu hanedanlık tacına sahip çıkan II. Artakserkses karşısında,  Kuros tahtın gerçek sahibinin kendisi olduğu iddiası ile toplandığı ordusu ile, Bağdat yakınlarında bulunan Kunaksa da karşı karşıya gelirler. Kuros'un ordusu, II. Artakserkses'in ordusunun sayısal üstünlüğüne karşın bir hayli başarılı bir savaş yürütürken, Kuros'un ani ölümü üstüne, ricat başlar. Sokrates'in öğrencisi Helen filozof, yazar, tarihçi ve komutan-asker, Ksenefon tarafından kaleme alınan "Onbinlerin dönüşü, Anabasis" kitabı, M.Ö.401 yılında gerçekleşen bu savaşı merkezine alan, ancak detayda da yaklaşık 14 aylık bir büyük yürüyüşün, hemen hemen sorunsuz geçen savaş öncesi bölümünde, Manisa’nın Salihli ilçesinin batısındaki antik Sard şehrinden doğuya doğru yola çıkıp, Konya üstünden Anadolu platosunu aşmasını, Gülek Boğazından Kilikya’ya inip, Kuzey Suriye üzerinden Mezopotamya’ya; bugün ki Bağdat yakınlarındaki Babil’in birkaç km. yakınındaki Kunaksa' ya varışı, savaş anları ve kaybedilen savaşın ardından, gelmiş oldukları güzergahın güvensiz olacağı düşüncesiyle, kuzeye, sırasıyla, Karduklar ve Armenia ülkelerinden geçerek, Karadeniz'e, Trabzon, Giresun, Ordu ve Sinop, oradan da batıya İstanbul'a kadar olan yolculuğun güncesidir.

Kitap konusu üstüne başka bir yazı yazmak kaydıyla, şimdilik, büyük yürüyüşün güzergahını oluşturan, yerlerin o tarihlerdeki ve bugünlerdeki isimlerini aşağıda bulacaksınız.

Kastolos ovası: Burçak ovası
Abydos: Boğazkilise, Çanakkale
Kherrhonesos: Gelibolu
Hellespontos: Çanakkale Boğazı
Hkolassai: Honaz, Denizli
Kelainai: Dinar, Afyon
Marsyan: Çine
Peltai: Çivril, Denizli
Keramos Agora: Uşak Banaz Ahurhisar-Çalça bölgesi
Kaystrou Pedion: Afyon Bolvadin höyükler Köyü
Thymbrios: Konya Akşehir Ulupınar Köyü
Tyriaion: Ilgın Konya
İkpnion: Konya
Tyana: Bor
Dana: Kemerhisar, Niğde
Tarsos: Tarsus
kydnos: Tarsus Çayı
Soloi: Viranşehir, Mersin
Euphrates: Fırat Nehri
Psros Nehri: Seyhan Nehri
Pyramos Nehri: Ceyhan Nehri
Karsos Nehri: İskenderun Nehrine karışan bir akarsu
Myriandos: İskenderun Fenike şehri
Khalos Nehri: Antep yakınında Halep Nehri kurumuştur.
Dardas Nehri: Fıratın kolu Far nehri
Arakses Nehri: Habur Çayı
Kyros: Sisam Adası
Tigres Nehri: Dicle
Zapatas Nehri: Büyük Zap Nehri
Perinthos: Marmara Ereğlisi
Larisa: Nemrut Dağı yakınındaki Ninova şehri
Mespila: Musul
Kendrites Nehri: Botan Çayı
Teleboas: Karasu
Phasis Nehri: Aras Nehri kolu Pasinsu
Harpasos Nehri: Aras Nehri kolu Arpaçay
Trapezous: Trabzon
Sinope: Sinop
Kerasous: Giresun
Kotyora: Ordu
Thermedon: Terme çayı
İris: Yeşilırmak
Halys: Kızılırmak
Parthenios Nehri: Bartın Irmağı
Herakleia: Karadeniz Ereğlisi
Kherrhonesos: Gelibolu Yarımadası
Magnasia: Manisa
İason Burnu: Yason Burnu
Lykos Nehri: Gülüç Nehri
Byzantion: İstanbul
Kalpe: Kerpe Beldesi
Khrysopolis: Üsküdar
Khalkedon: Kadıköy
Selymbria: Silivri
Bisanthe: Tekirdağ
Ganos: Tekirdağ yakınlarında Şarköy yakınında Gaziköy
Salmydessos: Kıyıköy
Lampsakos: Lapseki
İda Dağı: Kaz Dağları
Thebe Ovası: Edremit Ovası
Adramytteion: Edremit
Kaikos Ovası: Bakırçay
Pergamon: Bergama

Perşembe, Aralık 15, 2016

YETMEZ AMA EVETÇİLER; ALLAH SİZİ AFFETSİN-1


Geçen hafta kaldığımız yerden devam... "ikna oldum" diyerek durumu kurtarmaya çalışan Yüksek profilli gazetemizin patronu Aydın Korkmaz, "al sana bir kandırılma hikayesi daha..." Bak aşağıda, Gün Zileli'nin "yarılma" adlı kitabından bir pasaj, oku, oku, oku... sonra nasıl olsa üfleme faslına geçiyor insan, kolayca...Konu nasıl mı sonuçlandı, takdir edersin ki, Doğu Perinçek'in karşısında olan insanlar da ikna olmaya açık insanlar idi, ancak finali ben sana sözlü anlatırım gayri...

"FKF'nin, TİP yönetimindeki çizgisindeki muhalefeti, Doğu Perinçek yönetiminin devirmek için yeni bir atılım yapmaya hazırlanıyordu. GYK toplantısının normal olarak Temmuz ayının ortasında yapılması gerekiyordu. Ne var ki, TİP'in baskısıyla GYK'da yönetime destek vermiş bazı GYK üyelerinin TİP yanlısı muhalefetin saflarına geçtiğini, bu GYK toplantısında yönetimimizin kesin olarak devrilebileceğini biliyorduk. Doğu bu yüzden, GYK toplantısını ertelemenin, böylece zaman kazanmanın yollarını arıyordu. FKF tüzüğünde, ertelemeye ilişkin bir madde bulunmuyordu. Doğu, böyle durumlarda devreye giren Meclis iç tüzüğünün tartışmalı bir maddesine dayanarak, FKF başkanı sıfatıyla, GYK toplantısını, ikinci bir çağrıya kadar ertelediğini ilan etti. Ne var ki, muhalefetin sabrı iyiden iyiye tükenmişti. Çoğunluğu elde ettiği bir sırada verilen bu erteleme kararına uymaya hiç niyetli görünmüyordu. Ancak, GYK toplantısını en az bir MYK üyesinin açması tüzüğün gereğiydi. Bizim yönetim ise taş gibiydi, o ana kadar tek fire vermemişti.

Bunun üzerine TİP yönetimi, işe bizzat el koydu. Behice Boran, aynı zamanda parti üyesi de olan FKF Genel Sekreteri Ömer Özerturgut'u partiye çağırarak, GYK toplantısını açmasını "emretti". Ömer Özerturgut, ideolojik olarak MDD'ci olmasına rağmen, bu baskıya dayanamadı, "Parti disiplini" ne uyarak, İstanbul'a gidip, İstanbul delegelerinin hazır bulunduğu, şaibeli "GYK Toplantısını" açtı. Bu toplantının şaibeli olduğunun, İstanbul delegeleri de farkındaydılar. Bu yüzden, toplantı, çalışmalarını Ankara'da devam etme kararı aldı. Böylece, İstanbul'da toplantının kazasız belasız açılması sağlanmış, Ankara'da devam kararıyla da, toplantının meşruluğu garanti altına alınmış oluyordu."

Doğu Perinçek, çocukluğundan kalma çocuk felci rahatsızlığının nüksetmesi ve rahatsızlığın artması nedeni ile zor yürüyor ve ayağı da sargılı vaziyettedir. İstanbul'da olanın bitenin farkına varan grup, Ankara'da kongreye müdahale edip, yönetimin devrilmesinin önüne geçecek çalışmaları yapma niyeti ile kongreye katılım konusunda gayretlidirler, hatta Doğu Perinçek kongreye koltuklarına girilmiş ve yer yer de kucakta taşınarak getirilmiştir. İstanbul delegeleri ve onlara uyarak kongreye katılan Ankara delegeleri ile kongre devam ettirilecektir, gayri. Divan Başkanlığını'da kontrol dışı birisi yapacak idi artık...

"FKF salonunda tuhaf bir görüntü ortaya çıktı. Salonun bir bölümünde GYK toplantısı yapılıyor, öbür bölümünde ise GYK toplantısını tanımayan bizler, güya MDD üzerine bir seminer veriyorduk.  Cengiz Çandar, Ben, Doğu Perinçek vb. GYK toplantısını proveke edecek etmek içim yüksek sesli konuşmalar yapıyorduk. GYK ise, her ne şart altında olursa olsun, toplantısını yapıp bitirmekte kararlı görünüyordu. Alelacele eller kalkıp iniyor, birşeylere karar verilip hızla başka bir gündem maddesine geçiliyordu. Doğu baktı, bu seminer numarasıyla GYK'nin çalışmalarını önlemek mümkün değil, yeni bir taktiğe başvurdu. "Bir dakika" dedi, "ben halen FKF'nin başkanıyım, madem ki, GYK toplanmış bulunuyor, o halde toplantıyı ben yöneteceğim." Delegeler önce inanmazlıkla baktılar Doğu'ya. Acaba doru mu söylüyordu, gerçekten yola gelmiş, GYK toplantısının meşruluğunu tanımaya karar vermiş miydi? Eğer böyleyse bu işlerine gelirdi, çünkü böylece hem toplantının üzerindeki şaibeyi ortadan kaldırmış, hem de oy çoğunluğuna dayanarak böyle meşru bir toplantıda yönetimi devirmiş olacaklardı. Biraz tereddüt ettikten sonra, Doğu'nun önerisini kabul ettiler. Zülküf Şahin başkan sandalyesinden kalktı, "gel bakalım" dediler, Doğu'ya. Doğu, sağlam bacağının üzerinde sıçraya sıçraya, GYK Başkanlık sandalyesine geçip kuruldu ve sandalyeye oturur oturmaz, ilk sözü şu oldu: "GYK toplantısı ertelenmiştir, bu toplantının GYK toplantısıyla ilgisi yoktur." İstanbul delegeleri öfkeyle ayağa kalktılar. Doğu'nun oyununa gelmişlerdi. Ona inandıkları için pişmandılar. Evet ama, bu, sakat bacağını bir sandalyeye dayamış adamı, GYK Başkanlık sandalyesinden nasıl uzaklaştıracaklardı. Tekçare kalıyordu, onu yaptılar. Doğu'yu orada kendi kaderiyle başbaşa bırakıp sandalyelerini tam ters yöne, salonun öbür yanına çevirdiler. Zülküf Şahin de bir sandalye alarak yeniden karşılarına oturdu. GYK, toplantısına böylece devam etmeye çalıştılar.

Doğu, toplantıyı proveke edebilmek için şansını bir kere daha denemekte kararlıydı. Oturduğu yerden GYK toplantısını sürdürenlere seslendi. "Tamam arkadaşlar" dedi, "ikna oldum. Bu sefer size söz veriyorum, gerçekten yöneteceğim toplantıyı"." Ben, içimden, artık bu sefer inanmazlar diyordum, ne var ki, delegeler, Doğu'ya bir kere daha inanma gafletini gösterdiler. Doğu, deminki gibi, kalkıp, sıçraya sıçraya Zülküf Şahin'in sandalyesine geçti. Oturur oturmaz da aynı sözler çıktı ağzından: "toplantı filan yok. GYK toplantısı tarafımdan ertelenmiş bulunuyor." Artık delegeler öfkelenmeye bile gerek duymadılar. Alışmışlardı zahir! Otomatik hareketlerle, sandalyelerini bir kere daha salonun öbür tarafına çevirdiler ve Zülküf Şahin bir kere daha geçip karşılarına oturdu. Artık bu kadarı komediydi!"

Cuma, Aralık 09, 2016

YETMEZ AMA EVETÇİLER; ALLAH SİZİ AFFETSİN

2010 referandumunda; "yetmez ama evet" hareketi, "yeni anayasa değişikliklerini" desteklediğini açıklayan, aslında da illizyon yaratmak için "içimize sinmiyor" ile başlayan  ve de necip milletimizin sürekli tavrı olan, kötünün iyisi tercihi ile sırlanan davranışına mazhar olmayı hedefleyen ama aslında tam tamına en güçlü zehiri en tatlı şey ile sıvayıp hap haline getirmenin bir versiyonudur. Aslında o tarihte de beyan ettiğimizi bugün bir kez daha söylemekte yarar var, o sloganın ya da reklam repliğinin şekli şöyle olsaydı, "yanlış ama yine de destekliyorum", bugünkü nedametin hatta "mayın eşeği" olduklarının ikrarı daha samimi kabul edilebilirdi.
Bilindiği üzere; bugünümüzün temelinin atıldığı o günlerde, anayasa değişikliğinin halk oyuna sunulduğu biçimine, düşünmeksizin evet diyen bölümün dışında kalan, muhalif, aykırı, ikircikli ya da kararsızın oyunu da illüzyon yardımı ile aynı mecraya akıtmanın 2 yolu vardı, bunlardan birincisi, aslında onlardan ama sanki bunlardanmış gibi görünen zevatın öncülüğünde, 12 Eylülcülerin yargılanacağına inanan ya da inanmış gibi görünen reklam içerikleri ile oluşturdukları cephe; "yetmez ama evet" idi diğeri ise malum "boykot"... Aslında her ikisinin de son tahlilde birbirinden bir farkı yoktu ama, hedef kitlelerin farklılığı bariz olunca sözde bariz farklı 2 başlık açılması gerekiyordu... Konunun her türlü detayını daha dün imiş gibi herkesin hatırladığını düşünerek konunun bu tarafını kapatıp, gazetemizin patronu Aydın Korkmaz'ın, uzunca süredir kendisine, "bizi de kandırdılar, Allah bizi affetsin" demesi gerektiği konusundaki baskımdan usandığı ve aslında kandırılmadığını ama ikna olduğunu beyan eder bir cevabi yazısı üstüne bende cevap hakkımı kullanıyorum. Gerçi "kandırılmadım" yerine "ikna oldum" sözünü koyarak durumu kurtaramadığını anlattıkça daha da direngen bir hale geçen ve savundukça abuklaşan durumu üstüne söylenecek çok şey var şüphesiz, ama başlangıcın da çocukça bir savunma olduğunu söylemekle başlayayım. ee değil kaka...
"Yetmez ama evet"çilerin 2 önemli (aslında önemsiz) temsilcisi durumundaki Sezen Aksu ve Oral Çalışlar'a bakalım ne demişler o gün itibariyle... SEZEN AKSU; "Tabii ki evet diyeceğim. Dört dörtlük, çok daha kapsamlı ve özgürlükçü nihai şeklini alana kadar da evet demeye devam edeceğim", ORAL ÇALIŞLAR; "Statüko’nun rüzgarına kapılmayın" diye söyleyerek gururla "Yetmez ama evet'çi olduğunu açıklamıştır.... Nasıl iddialı ve gurur dolu bir duruş, emin olun konuyu bilmesek yutturacaklar ama, peki, yutanlar olmadı mı, evet oldu hem de çok fazla miktarda... O zamanlar diyorduk, Kozanlı ve Kadirli'lilerin yılan ile çuvala konulma hikayesini, gülüyordu bu zevat, deee haydi şimdi de gülün... Şimdi dörtdörtlük özgürlükçü ve aynı zamanda statükodan kurtulmuş bir anayasa sahibiyiz, sayenizde... Peki bu zevatın söyledikleri ile, Gazetemizin patronu Aydın Korkmaz'ın söylediklerinde öz olarak ne fark var, kocaman bir hiç...
Yetmez ama evetçilerin bilahare "akil adamlığa" evrilmesini müteakip, bu ekibin en şanlılarından biri, Baskın Oran, geçenlerde verdiği mülakatlarda durumu en yalın, en anlamlı ve herkesin çok kolay anlayabileceği biçimde ortaya koyar, "Mayın eşeği gibi kullanıldık"... Bu kelam üstüne kelam olmaz gayri... Buradan kelli genel manada söylenecek çok şey yok...Bunların siz bakmayın öyle anlı şanlı analizler yapıyor görünmesine, ülkenin uzun vadede çıkarlarının tespitini iyi yaptıkları iddiasına, bunlar 6 yıl sonrayı bile göremezler ve de göremediler, hatta daha iddialı söyleyeyim bunların 6 ay sonrasını görebilme kapasiteleri bile tartışmalı... Çakralar kapalı olunca, akıl ne yapsın... Allah kimseyi "bilimsel engelli" yapmasın, ne diyelim ilaveten...
Kandırıldım demekten neden bu kadar ürküyorsun ki Aydın Korkmaz; kandırılanlar kötü niyetlerinden kanmazlar, tam tersine iyi niyetlerinden kanarlar ve kandırılırlar, asıl kandıranlar kötü niyetlidir... Ayrıca tarihimiz bu kulvarda kananlarla doludur, bak birkaç tane örnek yazayım da içini serin sular ferahlatsın... Bu manada ilk kandırılanlar; Medine'deki Yahudiler olmuştur, sonra TKP'nin öncüleri kandırıldı, sonra sizin öncülleriniz DP (demokrat parti) tarafından kandırıldı, sonra İran'lı TUDEH'çiler, Mücahitler, daha sonra vs. vs... 
Nişanyan Etimolojik sözlük bak ne diyor; "kandırılmak" için; ETü: (Uygurca Maniheist metinler, ö.900), "közünürteki küsüşleri kandı (bu dünyadaki arzuları tatmin oldu)", ETü: (Kaşgarî, Divan-i Lugati't-Türk, 1073), "ol sūwdın kandı (suya doydu), ol meŋi suwka kanturdı (beni suya doyurdu)",  ETü kan- doymak, tatmin olmak, inanmak, Not: Karş. Moğ kanu- "doymak, tatmin olmak, inanmak".
Bu sonuç ile senin anlattıklarını karşılaştırınca anlıyorum ki, siz doymuşsunuz, olmadı tatmin olmuşsunuz ya da senin ifaden ile ikna olmuşsunuz... Allah başka keder vermesin size demekten başka çare bırakmadın bana... Bunları düşündükçe de aklıma nedense hep "Fadime" gelir aklıma, güzel yeşil gözleri yaşlarla dolu dolu vaziyette, "Allah yolunda olduğunu söyleyip, beni kandırdı" diyerek TV lerde endam gösterip, meşhur Kalkancı ve Gündüz hocaefendileri hedef tutardı... Vay ki vay... Hay Allah Aydın Korkmaz, sen savundukça aklıma neler geliyor neler, bak gördün mü... Hem Fadime, hem de siz korkarım ki, hem ağlayıp hem giden geline benziyorsunuz, biliyorum biraz ağır oldu ama vallahi daha hafifini bulamadım, özür dilerim, senden değil gelinlerden ama...
Yazımı Neyzen Tevfik'ten bir beyit ile tamamlayıp, yazının devamı haftaya diyeyim.

Türkü yine o türkü,
sazlarda tel değişti,
Yumruk yine o yumruk,
bir varsa el değişti!

Pazar, Aralık 04, 2016

ONBİNLERİN DÖNÜŞÜ ANABASİS-1

Ksenefon, Anabasis Onbinlerin dönüşü adlı, seyahatname ve askeri günce sayılabilecek kitabında, Manisa’nın Salihli ilçesinin batısındaki antik Sard şehrinden doğuya doğru yola çıkıp, Konya üstünden Anadolu platosunu aşmasını, Gülek Boğazından Kilikya’ya inip, Kuzey Suriye üzerinden Mezopotamya’ya; bugün ki Bağdat yakınlarındaki Babil’in birkaç km. yakınındaki Kunaksa' ya varışını, savaş anları ve kaybedilen savaşın ardından, dönüş için gelmiş oldukları güzergahın güvensiz olacağı düşüncesiyle, kuzeye, sırasıyla, Karduklar ve Armenia ülkelerinden geçerek, Karadeniz'e, Trabzon, Giresun, Ordu ve Sinop, oradan da batıya İstanbul'a kadar olan yolculuğu anlatmaktadır.

Mezkur kitaba, Karduklar (Kürtler), Armenia (Ermeni) ülkesi ile Trabzon'un ve birçok Karadeniz şehrinin kuruluşunun Helenler tarafından gerçekleştirilmiş olması konu olmuş diye, Milliyetçi-Mukaddesatçı cenahta kıyametler kopmakta olduğu da bir gerçektir. Neymiş efendim, "bu ülkenin sahipleri Müslümanları, kendi ülkelerinde "kiracı"; Anadolu ile hiçbir ilgisi bulunmayan Helenleri, Kürtleri hatta Ermenileri, "ev sahibi" gösteriyor diye vaveyla koparıyorlar. Bu aklı evvellere göre, demek ki, MÖ 400 yıllarında Ksenefon diye bir kefere soyu çıkıyor, bu topraklara yaklaşık 1400 yıl sonra Türkler akın akın gelecek, 1000 yıl sonra da Müslümanlar buralarda olurlar, "en iyisi ben tedbiren şimdiden yazayım" diyerek kaleme alır tüm bu yazılanları... Neyse şükür yine de, ya Ksenefon'u da komünistlere bağlasalar idi, ne yapardık... Kaldı ki; benzer gözlem ve tespitleri tarihin babası olarak bilinen Herodot'ta yapmıştır, ama bu aklı evvellere, ne gam, ne keder... Eeee tabii ki meseleyi Dağ Türklerinin karda yürürken "kart, kurt, kürt" diye ses çıkarırlardı gibisinden açıklamaya çalışanların başka bir şey üretmeleri de mümkün değildir... Allah selamet versin...

Mezkur konu ile ilgili kitabın ilgili bölümünde şöyle yazılmaktadır, Karduk ülkesi ve Karduklar için...

"Batıya giden yolun Tigres'i geçtikten sonra Lydia ve İonia'ya yöneldiğini, dağların arasından kuzeye doğru uzanan yolun ise Kardukhların ülkesine girdiğini söylediler. Esirlerin söylediğine göre bunlar krala itaat etmeyen, dağlarda yaşayan savaşçı bir halktır. Bir zamanlar bu halkı boyun eğdirmek için yüz yirmi bin kişilik bir kraliyet ordusu gönderilmiş, arazi elverişsiz olduğundan bu ordudan tek bir asker bile geri dönmemişti. Kardukhlar sadece ovaya hakim olan satrapla anlaşma imzaladıkları dönemlerde Perslerle ilişkiye geçerlermiş.
Generaller bunları dinledikten sonra farklı güzergahları anlatan esirleri gönderdiler ve ne tarafa gideceklerine ilişkin hiçbir ipucu vermediler. Ancak Kardukhların ülkesinden geçmek zorunda olduklarını düşünüyorlardı. Esirlerin söylediğine göre buradan geçerek Orontas'ın yönetimi altındaki büyük ve müreffeh bir ülke olan Armenia'ya varacaklardı. Oradan da istedikleri yöne gitmek artık çok kolay olurdu. Düşmanlar erken davranarak dağ geçitlerini ele geçirir korkusuyla, hareket etmek için en uygun zamanı öğrenmek üzere tanrılara kurbanlar sundular.
O gün de ova üzerinde Kendrites Nehri yakınlarındaki köylerde kaldılar. İki plethron (26.9 mt ye denk gelen uzunluk ölçüsü) genişliğindeki nehir Kardukh ülkesini Armenia'dan ayırıyordu. Hellenler ovayı görür görmez rahatladılar. Nehir Kardukh Dağlarının altı yedi stadion kadar uzağındaydı. Burada hem erzak boldu, hem de yaşadıkları güçlüklerin muhasebesini sakin kafayla yapabileceklerdi. Kardukh ülkesinden yedi gün süren geçişleri sırasında sürekli savaşmış, kral ve Tissaphernes'ten görmedikleri kadar zarar görmüşlerdir."

Anabasis veya Onbinlerin Dönüşü  adlı eser, Helen filozof, yazar, tarihçi, seyyah, komutan-asker, Ksenophon’un ünlü bir eseri olup, ilkçağ gezi yazıları içinde uzmanlar tarafından en önemli gezi ve tarih yazılarından sayılmaktadır, hatta o kadar ki, mezkur eser, Amasyalı Starabon’'un seyahatnamesi ile Heredot tarihinin seyahat yazıları bölümünü oluşturan eserler ile birlikte  anılmaktadır adı. Ksenophon bu eserde yazdığı tüm olayları bizzat yaşayarak ve gözlemleyerek  MÖ 400 yıllarında yazmış olup, kitap sadece günümüz için değil  kendi döneminde de çok önemsenmiş o kadar ki bazı kaynaklar, kitabın Büyük İskender'in Büyük Doğu Seferinde pusula gibi kullandığını yazmaktadır.
Kitap; İlkçağda yazılmış en önemli gezi gözlem ve anıları ve askeri günce olarak bilinmekte olup, eserin adını aldığı "anabasis" kelimesinin ise, Yunanca'da; "yukarıya doğru tırmanma, yükselme" anlamına gelmekle birlikte, bazı kaynaklarda kelimenin kökeninin Arapça olduğu ve "kılavuzsuz yolculuk" anlamına da geldiği yazılmaktadır. Kitabın gezi, savaş güncesi olmasının yanı sıra, liderlik, gönüllülük, stress altında yöneticilik, o şartlarda bile istişareye dayalı karar, hatta tüm askerlerinin bile karar için görüş ve bilgi paylaşımı, ortak karar verme, belirsizlikler, şaşkınlıklar, yılgınlıklar, umutsuzluklar, ürküntüler arasında ve de en önemlisi sürekli iaşe ve ibate konusundaki alarm ve sürekli savaş içerisinde inanç ve umut kaybının zirvesindeki insanlara önderlik, liderlik yapacaksınız hem de son derece başarılı bir şekilde, işte bunların tamamı bulunmaktadır.

Ama bana göre de, kitabın en önemli tarafı, dönüş yolunda yaklaşık 1 hafta yolculuk yaptıkları Kardukh (Kürt) ülkesinde, yiyecek teminindeki engeller ve zorluklar bir yana yoğun Kardukhlu saldırıları altında ölüm kalım savaşı vermektedirler, Helenleri ve başta da liderleri Ksenefon'u öldürmek için inanılmaz saldırılar düzenleyen Kardukh'ların bugün Ksenefon'un yazdıkları ile mezkur coğrafyada kendi varlıklarını ispatlıyorlar ya, atalarının o zaman öldüremediğine bugünkülerin şükür etmesi gerekir herhalde ve kaderin cilvesi de bu olsa gerektir...



Pazar, Kasım 27, 2016

12 EYLÜLÜN KUDRETLİ GENERALİ NEVZAT BÖLÜGİRAY

12 Eylül askeri cuntasının güçlü generallerinden, Nevzat Bölügiray, "Geçmişten Geleceğe" isimli bir kitap yazıyor ve bizde okuyoruz, tamamen günah çıkarmaya yönelik, yaşadıklarının ya da yaptıklarının ya da verdiği emirlerin ruhunda yarattığı fırtınayı dindirmeye yönelik "suç-ceza" psikolojisi ile döktürüyor. Sanki yaşadığı süreçte, en kritik görevlerde bulunmamış ilgisiz biri gibi, sanki kenarda durarak sadece izlemiş olma masumiyeti içerisinde yazıyor ama aynı kitaptan anlıyoruz ki, istihbarat yönergelerinden tutun da eğitim yönergelerinin hazırlanmasına, istihbaratçılıktan MİT müsteşarlığına oradan sıkıyönetim komutanlığına hatta sıkıyönetim koordinasyon başkanlığına kadar operasyonel görevlerde bulunmuş olup, hepsinde de taktir ve taltif görmüştür. Lakin başta benim gibi az bilgililer olmak üzere dünya alem biliyor ki, bulunduğu görevler itibari ile mezkur anlatımdaki olayın binlercesini biliyor, izliyor ve direk ya da endirek karar sahibi.
Gelelim; büyük yankı ve tartışma yaratan kitabının yazımıza konu olan bölümüne; ne diyor general, "polislerin bir sivili getirdiğini ve kendilerine teslim etmek istediklerini", teslim edilen kişi ile birlikte MAH'tan (şimdiki MİT'in öncülü) bir zarf içinde "top secret" bir mektup bulunduğunu ve mektupta "yazı ile gönderilen (...) Üniversitesi hocalarından (...), Stalin'e gönderdiği dilekçe ile Sovyet vatandaşlığına kabul edilmesini istemiştir. Kendisi, Bulgaristan sınırından, "usulü dairesinde ve kimseye gösterilmeden" sınır dışı edilecektir" diye yazmaktadır. Bir başka yerde ise; Komutanın, "Bu namussuz gibi üç kişiyi postaladık sınır dışına; ama canlı olarak değil tabii. MAH'ın yazısındaki "kimseye gösterilmeden sınır dışı edilsin" sözlerinin anlamı, "adamı yok edin" demek oluyor. Anladın mı şimdi ha?" diyerek, övendire ile dürtüyor anlamayanları (aslında anlamadım oynayanları)... Bilahare de, "öteki sınır dışı olaylarında bize yardım eden arkadaşla, Üstğm. Rıza (T) ile adamı sınıra götürdük. Tam sınıra gelince, elleri arkadan bağlı olan adama, önümüzden yürümesini söyledik. Adam, öldürüleceğini anlamıştı galiba, çok zor yürüyor, ayaklarını sürüyordu. Sınırdan Bulgar topraklarına üç, dört adım atar atmaz, hazırlayıp yanımızda getirdiğimiz ilmikli ipi hızla arkadan adamın boynuna geçirdik ve iki taraftan Üsteğmen Rıza ile var gücümüzle ipe asıldık. Ben, o arada dizimi adamın beline dayayıp güç alıyordum ve "küt" diye bir ses duyuldu; boynu kırılmıştı. Tabii "kimse görmeden sınır dışı edilmesi" için ateşli silah kullanamazdık. En sessiz ve temiz yöntem boğmaktı; biz de öyle yaptık. Sonra sınırın üç dört adım ötesinde bir çukur açtık, adamı içine atıp toprakla örttük" diyerek finali yapmakta...

Peki sonradan MİT gibi gücü sınırsız bir kurumun başına geçmesine rağmen bu yaşadığı karşısında uzun yıllar, haydi yumuşatarak "susmayı tercih eden" 12 Eylülün kudretli generali, neden şimdi bu açıklamayı yapma ihtiyacı duymuştur acaba? Peki diğer subayların bir hayli alkollü olduğu sohbet toplantısında kenarda bekleyip, içmeden ve dikkatli izleyici rolü olduğunu beyan eden muhterem, gözlüğünden, boyuna, elbiselerine hatta teninin rengine kadar pür dikkat izlediği kişiyi yani fiziğini ezberlediğini söylediği kişiyi, ki bu Sabahattin Ali ise eğer, katlinden sonra kopan fırtınaya rağmen yani gazetelerde yayınlanan boy boy fotoğraflarına rağmen hatırlayamamışsa bu saflığından mı yoksa niyetinden mi, artık sütüne kalmış bir şeydir diye konuşulmaktadır kamuoyunda. Anlaşıldığı kadarı ile, bunun Sabahattin Ali olup olmadığını bilmemesi mümkün değil... Aslında adamın böyle bir sonu hakkettiğini de sanki mefhumu muhalifinden der gibi duruyor anlatımlarında da. Diğer taraftan öldürülenin Sabahattin Ali olup olmamasının hiç bir önemi yoktur aslında... Bir insan katlediliyor, fikirlerine karşı olsan da ve sen sonra "ben ne kadar karşıydım bir bilseniz, bunlar cinayettir" açıklamalarıyla kimi kandıracağını zannediyorsun derler, ama aslında net anlaşılıyor hedef, evet, beni kandırdı, Allah beni affetsin.

Kudretli General Bölügiray'ın aleni ifşası ile "kerim devletin" "iç düşman" tarif ve tahayyülünün zirvesi olarak sırıtmakta "mezkur cinayet" ve devletin Emniyet ve Asayiş tesisi ile vazifeli kurumlarında ne kadar vazifeşinas muhteremlerin görev aldığını göstermesi bakımından da insanın kanını donduran hukuksuzluk ve yargısız infaz örneklerinden birisidir. Ayrıca dikkate değer bir başka ayrıntı da, katledilen öğretim görevlisinin, "Stalin'e bir dilekçe" ile başvurduğundan bahisle, ya bir öğretim görevlisinin böyle bir mektubun ele geçeceğini düşünemeyecek kadar düşüncesiz ya da biz okuyucuların bunu fark etmeyecek kadar andövül olduğunu ya da benzeri sudan ve uydurma sebeplerle ya da kanıtlarla insan boğazlayacak canilerin memlekette kol gezdiğini zımnen beyan etmektedir. Bu doğru ise durum vahim eğer doğru değil de kitabın yayınlandığından bu yana 2 yıl geçmesine rağmen hala konu araştırılmamış ise de daha da vahimdir, ya da töhmetim çoktur hangisine yanayım mı diyor kerim devletin yetkilileri... Diğer taraftan, MİT dönemi yöneticiliğinden ve o döneme ait uygulamalardan ve duyumlardan hatta gözlemlerinden bahsedilmiyor ise, ne düşünmemiz gerek... Soru çok bu konuda ve bu uğurda... Neyse biz yine de; Kudretli Generalin kitap çok ses getirsin, çok satsın diye böyle bir girişle kitabını yazdığı düşüncesine kapılıp 100 numara saflığımıza gömülelim.. Yoksa maazallah daha da sorgularsak, ya yalan söylüyor ya da şu anda bilemediğimiz bir nedenle subliminal mesaj veriyor diyeceğiz o da ayıp olacak... Neyse, anlatılanlar olur şeyler mi, olabilir şeyler mi, katledilen Sabahattin Ali mi, bir başkası mı, sorularını bir kenara bırakarak, kudretli generalin, kaldı ki adı da yaptığı görevler nedeniyle çok çeşitli olaylara karışmış olduğunu gösteriyor olmasını konunun uzmanlarının didiklemesine çok ciddi anlamda ihtiyaç vardır, diyelim geçelim... Çünkü tarihimiz boyunca, sınırlarda çatışma çıktı, dur dedik durmadı ketenperesine getirilerek öldürülmüş çok insan olduğu bilinmektedir, aksi taktirde vakanüvislerin tarih diye iteleme bombardımanlarına maruz kalmaya devam... 

Cumartesi, Kasım 19, 2016

AYNAROZ KADISI

Hayatları; az çalışma hatta çalışmama, üretimden tamamen azade ve zevk-ü sefaya dayalı, akılları fikirleri cinlikte, hinlikte ve yobazlıkta, sistemin kokuşmuşluğu ardına pusulanmış, bir adalet sistemi (aslında adaletsizlik) girdabında yetki, kavuk ve asa sahibi olmanın rahatlığı içinde, astığı astık, kestiği kestik bir saltanatın sürdürüldüğü devirlere ait, irade, hidayet, inayet, kudret, kumanda, nüfus, tesir ve makam nasıl bir şeydir ve nasıl ustaca ve hince kullanılır, bunların tekmili birden tek oyunda nasıl kullanılır, işte "Aynaroz Kadısı" oyunu bunların tüm cevaplarını veriyor. Mezkur oyun, Müsahipzade Celal tarafından; ki, yazar, genellikle eserlerinde, yozlaşan devlet yönetimi ve türeyen çıkarcı, işbirlikçi, dini kötüye kullanan, her şeyi kendi emellerine uygun yorumlayan din adamlarını konu edinmiştir, öncelikle Kadı ve Kilise arasında, sonrada Şeyhülislam, kadı ve davacı kilise papazları arasında geçen bir yargılama sürecini konu alır, baştan sona tam manası ile bir hiciv döktürmesi olup, iddiaları öteki dünya ve öteki dünyanın nimetlerinden faydalanma olan Müslüman ve Hıristiyan din adamları arasındaki; güç, para, mal, mülk ve kadın tutkusu yarışmasını fona alıp, önde de reşit olmamış bir Rum kızı, onun mirası, onun iştigali ve nikahı üstünden, misyonlarından nasıl ırak olduklarının bir hicvidir.

Aynaroz, Yunanistan'da manastırlarıyla ünlü ve kutsal Athios dağının bulunduğu bir yarımada olup, deniz seviyesinden de yaklaşık 2.000 mt. yüksekliktedir, ancak anladığım kadarı ile halen burası özerk bir din devleti gibi durmakta ve yine araştırmalarımda da gördüm ki, Bizans ve Osmanlı döneminde de özerkliğini hiç kaybetmemiş bir hükümranlık alanı ve yaklaşık 2.000 civarında din adamının yaşadığı söylenmektedir, çok çeşitli dillerin konuşulduğu söylenen bu manastırlarda ne yazık ki rahibelere yer yok ve de halen de kadınların ayak basamadığı "Avrupa Birliği" içerisinde yer alıp, üstelikte Aynaroz'un adının da "Bakire Meryem Bahçesi" olduğu söylensin... Özerk Aynaroz devletinin ruhani lideri, İstanbul Fener Patriği Barthelomeos, Devlet Başkanı ise Yunanistan’ın Dışişleri Bakanıymış, ne diyelim kendileri bilirler, ama durum bu imiş...

Oyunun konusuna gelince; Şeyhülislam Kehkeşanizade Lem’i Molla’nın bacanağı Divrikli Yakup medreseyi ite kaka bitirir, torpillerle çeşitli görevler üstlenirse de, rüşvet, hile, hurda, desise ve kadın düşkünlüğünden dolayı sürekli bir yerden bir yere sürülmektedir, ancak torpili çok önemli bir mevkideki zat olması münasebetiyle de sürekli görev almaya da devam eder, sonunda da "Aynaroz" da kadılığa tayin olunur. Mahkeme katibi Rükneddin'in delaleti ile, görevleri hakların korunması olmasına rağmen hakların rüşvete, iltimasa dayalı yitirilmesi için hile-i şer'iye yollarına itina ile başvururlar. Kalyoncu Adem Ağa'nın kadılıkta, subaşı aracılığı ile kalyonlardaki buğdayların boşaltılıp gerekli incelemeleri yapıldıktan sonra yeniden yüklenmesini işini görürken onu soyup soğana çevirirler ama bu sırada gecikmeler nedeni ile korkulan ve beklenen fırtınanın çıkması sonucu tüm kalyonların yok olmasına neden olurlar.

Afroditi isimli güzel Rum kızının, sevdiği genç Hristo sayesinde  ailesinden miras olarak kalan "15 bin duka altını" olduğunu öğrenen Divrikli Yakup, evvel emirde güzel Rum kızına iç geçirerek, kızı sözde kendi korumasına alır ve kadı evine kapatır, adada öğrendiği, ergenliğe ermemiş kızın ailesinden kalan, taşınır, taşınmaz tüm mallar tutanağa dökülerek, Aynaroz Kadılığı Öksüzler Sandığına devir edilir... Artık güzel ama ergenliğe ermemiş kız kadı'nın korumasındadır ya, evde kendi karısını, sözde şarap haram olduğundan, şarabı şıra diye yutturarak karısına içirir ve bu aşamadaki emellerine ulaşmaya çalışır. Diğer tarafta Aynaroz'lu papazlar boş dururlar mı, ne yapıp edip bu paranın üstüne yatmak için, öncelikle hayatta kimsesi olmayan kızın, kadı'nın evinden kaçırılması gerekir, kızı kaçırırlar ve kiliseye kapatırlar, hinoğlu hin külyutmaz kadı Divrikli Yakup hemen hinliği çözer ve subaşı ve ekibi ile birlikte kiliseye baskına gidilir, kilisenin kızın mirasının kiliseye kızın reşit olma tarihine kadar emanet edilmiş olması iddiaları karşısında, şeytana pabucunu ters giydirecek yöntemlerle 15 bin duka altını geri alır, altınları geri aldığı gibi kızı da  kilise tarafından evlenmesin diye nişanlısına konulan aforoz işlemini de kaldırarak sevdiği Rum genci Hiristo ile evlendirir. Artık paralar güvenli eldedir ve güvenli ellerin de geleceği güvendedir.

Ancak, Aynaroz baş papazının Şeyhülislam nezrinde yaptığı itiraz üstüne, görülen davada ise, kadı Divrikli Yakup çeşitli rüşvetlerle şikayetçi papazı haksız duruma düşürür, Müslümanlıktan kaçıp Hıristiyan olduğu iddiası ile rahip sindirilir ve hapse atılır ancak oradan da kaçmasına göz yumulur.

Ama; muhtemelen 1978 yılında TRT de izlediğim oyunun aklımda kalan en önemli ve çok etkileyici bulduğum bölümü ise, yakalanan yasak şarapların, stoklanan yerde içine tuz atılarak rüşvet karşılığı sirkeye çevrilmesi ve suçun ortadan kaldırılması işlemi idi... Oyundan tek aklımda kalan bu bölümü üstüne, yeniden okumak için kitabı çok aradım ne yazık ki bulamamıştım, ancak kızımla bir sohbetimiz sırasında, günümüzü hicveden bir hikaye anlatmam gerekince, anlattığım bu hikayeden ve kitabı bulamadığımdan bahsettikten sonra, kızımın yılmadan sahhafları bile araştıran inatçılığı sayesinde, kitabı İzmir Karşıyaka'da bir sahhafta bulabildik... Kitabı mezkur Sahhafa gidip alıp bana ileten dostuma ve kızıma tekrar bu vesile ile teşekkür ediyorum.

Kime ait olduğunu öğrenemediğim ama uzun bir zamandır, bildiğim ve kullandığım bu sözle bitiriyorum.

Devlet-ü Osman-î Ali'de
Terfi-i temayüz
İlim irfan ile olmaz
Terfi,
Ya olacak kuvvetli iltimas
Ya olacak madeni haz

Ya da olacak ten ile temas

Pazartesi, Kasım 14, 2016

BAĞIRINCA SESİNİN GİTTİĞİ ADALAR; FALKLAND

Arjantin'in ABD destekli "komünizmle mücadele" hedefli yılları, yaşanan sosyal ve ekonomik darboğazlarının aşılması için her yarı-sömürge ülkede olduğu üzere ABD'nin delaletiyle başvurulan, askeri diktatörlük ve asker diktatörler Jorge Rafael Videla, Roberto Eduardo Viola ve Leopoldo Galtieri, iş başında... Halka karşı kirli Savaş olarak adlandırılan cunta yönetimi sırasında parlamento, sendikalar, siyasi partiler ve yerel yönetimler kapatıldı... Bölücü ve yıkıcı güçler olarak nitelendirilen ve sürek avının hedefine konulan ve sayıları yüzbinleri bulan demokrat, devrimci ve antiemperyalist insan, büyük bir bölümü uçaklardan okyanusa atılarak, kaybedildi, toplu kurşuna dizmeler gerçekleşti, işkence sıradanlaştı ve kendilerinden olmayan herkesi kapsadı ve kitlesel idamlar bile yadırganmadı.
 
Yaşanan ekonomik sıkıntıların artması karşısında genişleyen halk muhalefetinin ve halkın yaşanan soygun, yoksulluk ve yolsuzluğa karşı örgütlenmesinin önüne geçmek için, sonradan da canım yurdumun generallerine örnek teşkil eden ve ABD'nin delaleti ile yapılan askeri darbe ile ülkeyi 1976-1983 yılları arasında adeta demir yumrukla yöneten "cunta"; ekonomide, sosyal kamu harcamalarını kısma, özelleştirmeler, para arzının kısıtlanması ve ücretlerin dondurulması ve yüksek enflasyon tercihli politikalar neticesinde kısa süreli ve görece bir rahatlama yarattıysa da, giderek bozulan ekonomi karşısında, ülkeyi oyalayacak, adeta "kuşa bak" dedirtecek yöntemler aramaya başladılar. Ve birden Arjantin'in faşist liderlerinin aklına geçmiş defterleri karıştırmak geldi, tıpkı tüm müflis politikacılar gibi... Halk içindeki saygınlığı giderek azalan ve destekçileri büyük sermayenin de kendilerine eski desteği vermemesi üzerine,  cunta yönetimi ve Leopoldo Galtieri, İngiltere'nin (Birleşik Krallık) yönetimindeki Falkland Adaları üzerinde Arjantin'in tarihsel iddialarını yeniden canlandırdı. Arjantinliler tarafından "Malvines" diğerleri tarafından da "Falkland" olarak bilinen adalar, 1964 yılında Birleşmiş Milletler Sömürge Sorunları komisyonunda yapılan görüşmeler neticesinde, gerek coğrafi yakınlık gerekse de demografik yapı göz önünde bulundurularak yönetimin İngiltere tarafından Arjantin'e devredilmesi kararını alınır ancak bu kararın gereği hiç bir zaman gerçekleşmez. Arjantin bu talebini daha önceleri İspanyol sömürgesi olan bu adaların, kendilerinin de İspanyolların halefi olması münasebetiyle kendilerine düştüğü tezini hep savundular, artık bunları dillendirmekten ziyade işler yapmanın zamanı gelmiş ve hatta mümkünse de operasyon gerçekleştirmek için uygun günler gelmiş idi, zaten içeride siyasi, sosyal ve ekonomik işler çok kötü gitmekte, iktidarlarını sürdürebilmenin yolu, toplumu meşgul edecek yeni şeyler gerçekleştirilmeli idi. Karşılarında da emperyalizmin en önemli temsilcilerinden İngiltere (Birleşik Krallık) bulunuyordu. Zaten tüm bu başarısızlıkları örtmek için de güçlü bir hedef olmalıydı ki karşıda, toplum da koro halinde, "vay be bizimkilerin de güçlerini test edecek kimse olamaz" diye bir düşünceye kapılmalıydı. Ve, konu yavaş yavaş ısıtıldı, söylemlerde, bu adalar o kadar yakın ki bize, "seslensek duyulur" ile başlayan bir dizi propaganda devreye girdi, artık toplumun milliyetçi duyguları atlara binmiş ve atları şahlanmış idi... Diğer taraftan, İngiltere 1833'ten beri adalar üzerinde "işgal ve yönetimi" sürdürdüğünü ve Birleşmiş Milletler Antlaşması'nın 1. maddesine göre Falkland adalarında, ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı (self-determinasyon) ilkesi gereğince, Birleşmiş Milletler Sömürge Sorunları komisyonundaki kararın hilafına, yönetimin kendilerinde kalması gereğini savunuyorlardı. Adaların Arjantin'e geçmesi halinde "sömürge" statüsü oluşur diye de evlere şenlik bir siyaset izliyorlardı. Tam bir komedi, ama işte güçlü gemiyi karadan yürütüyordu ve İngiltere de güçlü olmanın dayanılmaz terbiyesizliğini gerçekleştiriyordu.

Peki; Arjantin'de durum bu iken, İngiltere'de durum nasıldı diye bakacak olursak, İngiltere ise neoliberal programı ile ülkeyi uçuracağız diye işbaşına gelmiş Demir Lady Margareth Thatcher yönetiminde sefilleri oynamakta idi, işsizlik tavan yapmış, başta sağlık olmak üzere tüm sosyal politikalardan büyük tavizler verilmiş olması ve nihayetinde de halk desteğinin çok aşağılara düşmüş olması nedeniyle, Arjantin'in işgali, deyim yerinde ise "Allahın bir lütfü" olacak idi kendilerine...


Nihayetine, bu gaz ve saiklerle Arjantin ve önderleri faşist Leopoldo Galtieri, 2 nisan 1982 de Falkland Adalarını ve onların güneyindeki Güney Georgia Adasını işgal etti,  İngiltere de hemen deniz aşırı müdahale güçlerini yola çıkarıp, savaşa dahil olur... Konumuz savaş olmadığı için, konuyu uzatmayalım, yaklaşık ve karşılıklı 1.500 ölüm, 2.500 yaralı, 15.000 esir, onlarca uçak, helikopter ve savaş gemisi zayiatla nihayetlenir savaş... Savaş başlamadan önceki duruma tekrar dönülür, yani adalar yine İngiltere'de kalır, Margareth Thatcher yönetimi durumunu sağlamlaştırır, Leopoldo Galtieri Devlet Başkanlığından ve Başkomutanlıktan istifa eder ve sonu hapishanelerde bitecek yeni bir macera başlar... Ancak, fiili durum ne olursa olsu, Arjantin adalar üstündeki haklarından vazgeçmediğini sürekli açıklar ve ileride maceraperest bir diktatörün gelişine kadar konu derin dondurucuya konulur, gün gelir ihtiyaç oluşunca yeniden ısıtılmak üzere..