Cumartesi, Ekim 28, 2017

ADALETİ YÜKSEK AĞA


Eskiden; kendisine rakip olanın, rakip olma ihtimali olanın, kendisi için tehdit olduğunu ya da olacağını hissettiğinin ya da kendisine biat etmeyenin ya da kendisini dinlemeyenin, karşı çıkanın ya da duranın koyunlarını çaldırır sonra buradan yardım edeceğim, ediyorum numaraları ile adamı dize getirmenin yollarını bulan, ağalar varmış. Eeeee tabii bu kabil olaylar çok gerilerde kaldı artık çok şükür ki koyun karşılığı yardım eden ağaların düzeni yoktur… İşte hikâye de bu… Hani diyeceğim ki önce eşeği kaybettirir sonra da buldurur ya Allah ama eşeği eksik buldurmaz, tam buldurur…

Bir varmış bir yokmuş diye başlamak istiyorum ama olmayacak “zamanın behrinde” diyerek başlayalım en iyisi…

Köyün birinde adamın biri oğlunu evlendirir, evini ayırır geçimini sağlamak üzere de bir miktar koyun verir, oğul çok azimli ve kararlıdır, koyunları arttıracak, çoğaltacak ve büyük sürüler sahibi olacak, muhitinde ve etrafında lafı sözü geçerli bir adam olacaktır ve nihayetinde bu azim ve karar ile yola çıkan delikanlı 500 koyunluk bir sürü sahibi olmuş, artık “poposunda bir parça peynir görmüş kendini mandara sahibi sanırmış” sözü mucibince sıra gelmiş lafının ve sözünün dinlenmesi safhasına, sözünü esirgemeden söyler hale gelince artık kelamın sivri taraflarının otoritenin temsilcisi Ağa’ya da değmeye başlaması ile olaylar başlar…

Kendisine verilen koyunları çoğaltan delikanlı yeni durumuna uygun bir jargon ile konuşmaya başlar ve buna uygun yürüyüş şekli de uydurur kendisine… Köyün Ağa’sı da yani köyün sahibi demek daha doğru olur ya, bu durumdan mütevellit sözü lafı dinlenir ya, bu yürüyüş ve durum değişmesinden rahatsız oluyor, bu çocuk bir şeyler olmaya başladı belki de bir vade sonra tam bir baş belası olur diyerek gerekli tedbirleri almaya başlar… Tedbir bellidir… Rakip yok edilecektir, ezilecektir... Ağanın olduğu, olmadığı yer tefriki yapmaksızın çocuk kendisini güçlü hissediyor ya, ileri geri konuşmaya başlar iddialı olmaya başlar, al sana güç al sana kudret… Ağa hemen avanelerine haber salar, ekonomik gelişmesine bağlı dili ve tavrı gelişen delikanlının sürüsünün ağırlığının alınması talimatını verir. Çete-i avane delikanlının ağıllarını basar, çobanın gözleri önünde koyunlar gasp edilir ve dağa kaldırılır, çoban büyük bir telaş ile delikanlıya koşar ve sürünün gasp edildiği haberini verir. Der ki; koyun sürüsünü çeteler götürdü, delikanlı “vayyy nasıl götürürler, vay alçaklar” diye hiddetlenir oraya buraya bakılır, dağ taş, köşe bucak aranır taranır nafile sürü sırra kadem basmıştır gayri… Delikanlının bu acılı ve hiddetli durumunu, avuçlarını ovuşturarak gizliden takip eden ağa delikanlı ile konuşma sırasının geldiği kararı veçhile çocuğu davet eder… Ağanın davetini bu sefer de sosyal avaneleri; “ağa senin bu yaşadıklarından çok üzülmüştür, sana her konuda sınırsız ve karşılıksız yardım etmek istemektedir, hele bir gelsin de konuşalım diye seni davet etmektedir.” derler… Ağa çok üzüldüğü beyanı ile “ne diye derhal kendisine gelmediğini” sorar bir inceden, “biz ne günlere duruyoruz buralarda, çevremiz var, hükümet katında yüksek mevkilerde tanıdıklarımız var” diye ilave ederek, “biliyorsun benim elim-kolum yeterince uzun ne yapar, ne eder sorununu çözerim bilmez misin der?”. İlaveten “hal çaresine bakarız, derhal civardaki herkese bir haber uçurun bakalım bu yiğit delikanlının derdini nasıl çözeriz bir kolaçan edin” diye etrafına talimat verir. “Sen merak etme mutlaka, Allah’ın izni ile bu hain çetelerin izini bulacağız ve bihakkın hesabını sorup, koyun sürünü geri alacağız” der. Delikanlı da “yahu bu ağa da, hiç kötü birisi sayılmaz be” diyerek ağanın yanından nispeten rahatlamış olarak ayrılır. Aradan makul bir süre geçer ağa adamları marifeti ile delikanlıyı “hele bir çağırın gelsin bakalım” diyerek davet eder, delikanlı gelir, artık külhanbeylikten eser yoktur, yedi büklüm olmuş, sus pus eski yiğitliğinden eser kalmamış vaziyettedir… Ağa delikanlıya muştulu haberi verir; “delikanlı, gözün aydın koyunları bulduk” delikanlı da hemen heyecanla; “sağol ağam Allah razı olsun, hemen gidip alalım” der, Ağa devamla “bulduk ama durum biraz karışık galiba” der ve devamla sorar delikanlıya “senin tam tamına kaç koyunun var dı” delikanlı da “500 koyunun vardı ağam” der, ağa “250, ancak 250 tane kalmış” der, “vay efendim nasıl olur nasıl biter” diye yalvarırcasına ağaya bakarken ağa “sorma, ama senin sevinmen gerek, evet 250 ama şükür ki bulduk sen ona sevinmelisin” der. Delikanlı da artık çaresiz “tamam ağam sağol gidip hemen alalım” der ama ağa “biraz daha bekle konuyu detaylı araştırmaya ve soruşturmaya devam ediyoruz Allah’ın izni ile diğerlerini de bulacağız ve bulunanları da en kısa sürede getirtip sana teslim ettireceğim merak etme” der. Bir süre daha geçtikten sonra ağa delikanlıyı çağırttırır yeniden, delikanlı heyecanla “buyur ağam inşallah sürünün bulunan kısmı gelmiştir” diye sorar, ağa “sorma be oğlum, 250 demiştim ya, eeee bu çeteleri takip eden çocukların, bu çalışmalar sırasında biraz masrafı oldu, masraflar için 250’nin yarısını onlar istiyorlar, ama ben yine de sana sormadan karar vermek istemediğimden bir sorayım istedim” demiş… Delikanlı çaresiz “tamam ağam gelsin ne diyelim buna da şükür, buna da Allah razı olsun, Allah sana da uzun ömür versin” der. Ağa “tamam, ben sana haber vereceğim” der delikanlıyı başından savar. Aradan bir 10 ya da 15 geçer geçmez ağa “hele şu delikanlıyı bir çağırın gelsin bakayım” diye adamlarına talimat verir. Artık eski delikanlılığından, eski sertliğinden ve dikliğinden eser kalmamış delikanlı ağanın huzuruna çıkar, Ağa hemen konuya girer, “evladım hani 125 koyun gelecekti ya, getirirken yolda sahip çıkamamışlar, sorma maalesef yarısını da kurtlar yemiş” çaresiz delikanlı “yapma be ağam nasıl kurt yer, ben perişan oldum” deyip feryat figan eylerken, ağa “ne yapayım evladım bizim kurtlara sözümüz geçmiyor, kurtlar yemiş işte, koyunları getirenlerin tüm çabalarına ve mücadelelerine rağmen, kurtlar yemiş, ben ne yapayım canla başla sürüyü sana getirmeye çalışanlar öyle diyorlar” demiş. Ağa devamla “kaldı 60 ne diyorsun” diye sorar. Delikanlı da çaresiz olarak “valla ağam ne diyeyim, getirsinler gayri” der. Aradan belli bir zaman geçiyor, delikanlı ağaya gelir “ağam ne oldu benim 60 koyun” diye sorar, ağa da “valla eli kulağında, akşam sabah gelmeli, gelir herhalde” kabilinden gak guk eder. Ağa “yalnız evladım şimdi ufak bir sorunumuz daha var” der, hayretle ve sessizce ağayı dinleyen delikanlı “ne sıkıntısı ağam demiş 500 koyundan kaldı 60, hala ne sıkıntısı olur” diye ağlamaklı sesle sorar. Ağa “şimdi bunlar bu kadar büyük zahmet ve külfet ile bu sürüyü buldular ve sana getirecekler ya, onlara bir izzeti ikramda bulunmak gerek, 30 kadar koyunu kesip kavurma yapmalı, hem bu senin şanına da yakışır, şimdi sen böyle yapmazsan bir daha başın sıkıştığında maazallah bunlar sana yardım etmezler” der. Nihayetinde delikanlı denilen her şeyi yapar, 500 koyunluk sürüden 30 koyunu elinde kalan delikanlı ağayı ziyarete gelir, el pençe divan durur artık anlamıştır gerçekleri, ağalarla uğraşılmaması gerektiğini, uğraşılırsa da nasıl uğraşılması gerektiğini, demek ki ağa her zaman ağadır diye düşünerek artık ağa aleyhine kelam etmemek üzere kendi kendine söz verir, delikanlı kıssadan hisse olarak…

Çok şükür ki artık hayatımızda bu kabil Ağalara yer yoktur… Ya olsaydı maazallah… Çok şükür yok gayri…

Pazar, Ekim 22, 2017

MÜLTEZİM


Hepimiz büyüklerimizden, tabii ki büyüklerimiz CHP karşıtı iseler, İsmet İnönü’nün köylüyü soyup soğana çevirdiği, kapitalizmin dünya çapında yaşanan büyük ekonomik ve dolayısı ile siyasi krizini gözardı ederek yapılan kara propagandanın tesiri altında, “kendi harmanımızdan buğday çalardık” ya da “zulum vergisi ödemeden yaşanamazdı” gibi yakınmaları dinlemişizdir. “Milli Şef ve partisi CHP Türkiye'yi derin bir krize sürüklemiş” tarzında söylenen hep aynı minvalde, yalan ne kadar büyük ise ya da ne kadar fazla tekrarlanır ise inanan o kadar çok olur önermesi çalışır ve Canım Yudum taaaaa bugünlere gelene kadar suyu sıkılır… Kapitalizmin büyük ekonomik buhranı nedeni ile tüm dünyanın emperyalistler tarafından yeniden paylaşıma tabi tutulması ile büyük bir savaşa girişmiştir ve CHP iktidarı da savaşın seyrine göre, bir o emperyalistten, bir diğer emperyalistten yana savrulan siyasi tutumlar takınmış olup, maçı idare etmek için top çevirmiştir ve de bu ahvalde ne yazık ki kümestekilerinde canına okumuştur. Bu konudaki tespit ve değerlendirmeleri tarihçilere bırakıp, o dönemde bu kara propaganda ile yerelde yeni siyasi atmosferin yaratılması ve uluslararası uygunluklara göre de illiyetlerin tanzim edilmesi adına konu sınırlı ve sorumlu durumundan takla attırılarak, bugünlere kadar yaşananlara meşruiyet kazandırmaya çalışmadan öte değildir. Hani İsmet İnönü ve liderliği altındaki CHP böyle iken, dönemin “yetmez ama evetçilerinin” yoğun desteği ile iktidara getirilen DP farklı mıydı? O günden bugünlere ihdas edilen vergilere bakmak bile yeterlidir, konunun sübjektif yaklaşımdan ziyade objektif bir durum olduğunu anlamak için. Hani sanki birinin diğerinden farkı varmış gibi yapılıyor ya da gösteriliyor olmasından maada bir şey değildir durum… Ama, trajikomik ve ahlaksız olanı da, aslında eleştirmekte son derece haklı olunarak halka salınan bu vergilerin sadece tek parti CHP döneminde olmuş olması gibi yapılıyor olmasındadır.  Hani şimdilerde, vaveyla koparılarak, “Yeni Osmanlıcılık” tamtamları ile yere göğe sığdırılamayan devr-i Osmani var ya, yaşanan tüm süreç aha da ondan mülhemdir. Böyle biline… Beni en fazla etkileyen ve direk kendimin de dinlediğim anılardan ortak nokta "Tarladaki revaklardan (yığın-küme) kaç timin buğday çıkar? Tahsildar şöyle göz ucuyla bakar, 'buradan 10 timin çıkar' der. Şayet 5 timin çıkarsa, köylü 5 timin de başkasından bulup vermek zorunda. Yoksa 'vergi kaçırmaktan' suçlanır, hapis yatırılır. Şahna (vergi memuru) gelirdi. Harmanı savurur bekleriz. Şahna gelir mührü vurur. Herkes kendi malını hırsızlık yaparak alırdı. Çoğunu hükümet alır, azını bize verirdi” şeklinde olup, aktarım Burhan Bozgeyik anılarındandır… Dedik ya tüm bu yaşananlar Osmanlıdan mülhemdir, evet “Şahna” devr-i Cumuriyet te “öşür toplaycı”dır ama asıl ilham “mültezim”dendir. Peki, Mültezim nedir ve kimdir, Osmanlı iltizam sistemi ile nasıl bir düzen oluşturmuştur, oluşturduğu bu düzen bugünkü ardıllarına nasıl bir misal oluşturmuştur, gerçekten çok enteresan bir vakadır… Burada derdim, tarihçilerin yerine göz dikip tarih anlatmak değil ayrıca haddim de değil ama “bizimkiler yaparsa güzeldir, doğrudur, onlar yaparsa çirkin ve yanlıştır”, fikrinin tespiti ve eleştirisidir.

Bilindiği üzere; Osmanlı toprak sisteminde, genellikle merkezden uzak olan eyaletlerin vergi toplanması işinin müzayede (açık artırma) usulüyle kiraya verilmesi işlemine iltizam, ihale ile iltizam sahibi olan kişiye de mültezim denir. Hani kocaman kocaman adamların ve avanelerinin yere göğe sığdıramadığı Osmanlı nizamı vergisini toplama işini bile ihale etsin, vay ki vay… Peki, nasıl işliyor sistem, kim ne kadar çok para verirse, vergi toplama işini uhdesine alıyor, parayı peşin veriyor Osman-ı Ali’nin kasasına peşin (sıcak) para giriyor, sonra Mültezim ile köylü baş başa, köylü vergi kaçırmaya, mültezim ise koparmaya çalışıyor, bakmayın siz bazı yayınlarda, yok mültezimin maaşını devlet veriyor, ödenen parayı köylüden toplamaya çalışıyor gibi masumane anlatımlarla sisteme naif görüntüsü verilmesine, şimdiki gibi vergi mahkemeleri de yok, kalıyorsun mültezimin insafına, peki, vergi kaçıran ile nasıl mücadele edilecek, mültezimin koca bir teşkilatı var, içlerinde despotu, hukukçusu, maliyecisi, işkencecisi, sorgucusu, gardiyanı var… Varın gayri bu teşkilattan nasıl sonuçlar alınacağını siz tasavvur edin gayri. Bir anlamı ile “mültezim” dönemin “müteahhit”i olup sistemin baştacıdır, tıpkı bugünkü modellerine benzer şekilde… Sahi bugünlerde vergi toplanması işi de özelleştirilse nasıl olur, “hür dünya” için… Hay Allah, bak neler geliyor akla… Konu geniş, uzun ve dağınık ama bu alana bu kadarı sığıyor, siz anladınız derdi…

Muzaffer İlhan ERDOST’un “y o k s u l l u ğ u n t a r i h i” şiirinden bir demet ile “the end”…

bebeğini kızamığa
gelinini vereme
tahılını sipahiye
koyununu zaviyeye
tütününü zaptiyeye
vererek
mağrur yoksulluğundan
ürettiğin
eshab-ı timar
eshab-ı evkaf
mültezim
ribahur
galata sarrafı
osmanlı bankası
düyun-u umumiye

beyazsaray
pentagon
amerikan haber alma örgütü
altıncı filo
incirlik üssü
sinop radarı
"esir türkleri kurtarma ordusu"
vesaire-
nin

daha sorulmadıysa hesabı
yani faizin
artı-değerin
azami kârın
yörükselimin yusufların ve
can içen "can"ların
hesabı sorulmadıysa
güneş gibi erimiş
bahar suları gibi akmış kanların
"hesabı sorulmadıysa daha
"sorulmayacak sanmayın
"aldanmayın"

Pazar, Ekim 15, 2017

ÇEŞME LİMAN DOLGUSU


Çeşme Limanının anlaşılmaz (aslında çok anlaşılır) bir biçimde hoyratça doldurulduğu iddiaları karşısında, “biz oraları doldurmamış olsaydık, bugün Çiftlik tarafına gidilemezdi” diyor, bir eski ve çok önemli yetkili (aslında önemi kendinden menkul ya o da ayrı)… Yaklaşık 40 yıllık mühendislik yaşamı bulunan birisi de; “çağırmış olsaydın da, sana daha ucuz, tarihi değerleri yok etmeden, ulaşım nasıl gerçekleştirilirdi anlatsaydım, hem de bilabedel” diyor… Bu diyaloğun öncesi ve sonrası var olup daha sonraki yazılara konu olabilir ama yetkililerin cesaretlerinin ve bilgisizliğinin altını bir kez daha çizmekle iktifa edelim.

Sonuçta; her kesimden ve duyarlı Çeşmelilerin ciddi bir dolu girişimine rağmen “dostluklar ya da düşmanlıklar üstünden politika yapmak” bir kez gerçekleşir, Çeşme Limanı deniz dolgusu, özellikle Osmanlı-Rus deniz savaşı kalıntılarını-buluntularını bir daha görülmemek üzere bitirilir, tarih yok edilir hem de “tarihimizi yok ediyorlar” nidaları ile yeri göğü inletenler tarafından… Eeee, ne de olsa siyasetinde “mart ayı” geleneği var…

Oysa benzer siyasi nosyon ve donanımlara sahip muktedirler, ta Osmanlı’dan bu yana nizamnameler, kanunlar çıkarıp sadece lehlerine kullanma söz konusu ise meri, yoksa gel beri tarzından yaklaşımlar göstermekten ileri gitmemişlerdir. Örneğin; ilki 1869, ikincisi 1874 ve üçüncüsü 1884 yılında, görüleceği üzere birbirine çok yakın tarihlerde “asar-ı atika nizamnamesi” neşredilir, ama Bergama Zeus Tapınağının 1878 Almanlar tarafından kaçırılıp Berlin’e kurulmasına engel teşkil etmez, gerçi kaçırılma deyip te gerçek bir hırsızlık vakası dillendiriyor olmayalım, tevatür o ki, hani bazılarının deyimi ile “sultanlar sultanı” Sultan II. Abdülhamid’in talimatı ile Almanlara hediye edilmiştir. Peki, bu hediye ile sınırlı kalınmış mıdır? Zinhar, Milet Güney Agora Kuzey Kapısı, Bergama Athena Tapınağı Propylonu, Ksanthos Nereidler Anıtı başta olmak üzere daha neler, neler… Neyse konuyu çok dallandırıp budaklandırmadan asıl konumuza dönelim ama o günden bu güne miras ve tereke siyasi akrabalığa dikkat çekmeden olamazdı… Padişahlar tabii ki yeryüzünün önemli muktedirleri olarak bunların yok olmasına fetva eylerken, bu kabil büyük yok oluş kararlarına sahip olamayacak bugünkü mizahi ve küçük mirasçıları ne yapacaklardı, tabii ki “dostlukları-düşmanlıkları” üstünden politika yürütmeye devam edecekler ve dolaylı da olsa tarihin tahrip ve yok olmasına sebep, senarist olmaya devam edeceklerdi, netekim öyle olmaya da devam ettiler…

Oysaki bir yandan âdemoğlunun tarihi yürüyüşünü takip ederek anlamak, kültürel ve tarihi anlama hayatına layıkı ile dalabilmek, toplumsal kimliği tarihsel birikimle güçlendirmek, kent farkındalığı yaratabilmek, kent belleği yaratır iken kent kültürü oluşturabilmek, diğer yandan geçmişte yaşanmışlıkların ifadesi olan kalıntı-buluntulara sahip çıkabilmek adına, gezmek, görmek, incelemek, araştırmak, anlamak üzerine atılan nutukların isabetsizliği aldığımız sonuçlara bakınca ortaya çıkmaktadır.

Unique (benzersiz-tek) yapı kriterlerine uymakta olan, tarihsel, belgesel, simgesel olarak kültürel, özgünlük, benzersizlik, teklik olarak morfolojik, hatıra değeri, izlenebilme özelliği olarak duygusal, işlevsel ve maddesel olarak turistik olabilecek “Çeşme Osmanlı-Rus Deniz Savaşının Kalıntıları” artık yoktur… Peki, ne uğruna, kimilerine göre siyasal karşıtlık adına, yola-dize getirme, kimilerine göre büyük ekonomik kalkınma, kimilerine göre “nurlu ufuklar” uğruna, kimilerine göre deniz ticaretinin vites arttırması uğruna, kimilerine göre Yugoslavya savaşının nimetlerinden yararlanma uğruna, yapıldı tüm bu yapılanlar… De ki o, deki bu, sonuç artık, Deniz Savaşının kalıntıları olan, başta eni 10 mt boyu 24 mt olan bir, en 7 mt boy 16 mt bir başka, en 7 mt boy 16 mt bir başka “Kadırga” ile bol miktarda top ve gülleler, yok, yok ki yok… Geriye gelmesi de mümkün değil… Üstüne üstlük bunlardan gayri, dağın 2 yanında elma ısırığı gibi, estetik kaygısı büyük birkaç tane taş ocağı, günümüzün yerel yönetimlerine bonus… Şu anda bile kimsenin nasıl değerlendirilir de, estetik rezaletin önüne geçilir konusunda fazlaca hemfikir olamayacağı vaziyette, herkesin gözüne batmaktadır. Kimi “ağaç dikilerek kapatılır” gibi abuk kararların bile üretildiğine şahit olduk ya, ölsek te gam yemeyiz gayri…

Gazetemiz “Yeni Çeşme” arşivinde, 1988 yıl muhtelif tarihlerde birkaç kez yenileyerek, yineleyerek yazılmış dilekçeler, hem de 3 yüksek mimar, bir armatör, bir kaptan, bir tüccar gibi, isimleri bizde, ileri gelen tarafından imzalanmış ve eklerinde haritalar, krokiler ve dolgu altında kalan kadırgaların su altı fotoğraflarından oluşan bir dosya bulunmakta olup, mezkûr dosyanın, Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, Devlet Bakanlığı, Bayındırlık ve İskân Bakanlığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ulaştırma Bakanlığı, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu Başkanlığına değişik tarihlerde iletildiği anlaşılmaktadır.

“Bize gecikmek yakışmaz, ertelemek yakışmaz. Sürekli yok arkeolojik şey, yok çömlek çıktı, yok şu çıktı, yok bu çıktı ile önümüze engeller koydular. Bunlar insandan çok daha mı önemliydi? Yok, kuruluydu, yok yargısıydı bunlara takılıp kaldık. Bundan sonra engel mengel tanımıyoruz, bedeli ne olursa olsun.” gibi en önemli yetkilimizin yaptığı açıklamaların ardındaki kafa yapısı ve yaklaşımlar ile gelinecek durak burasıdır. Hoşgeldiniz… Hayırlara vesile olsun…

Perşembe, Ekim 05, 2017

TİTUS TÜNELİ ve EUPALINOS (PYTHAGORION) TÜNELİ


Fahri hemşerisi olmakla övündüğüm 2 şehir vardır, biri Adana diğeri ise Antakya (Hatay)… Antakya’nın, kendimi ait hissettiğim tarafı ise, kendi içlerinde de farklı tutum ve yol tutturmuş halleri ile 3 tek tanrılı dinin takipçilerinin, biri başat olmak üzere birbirlerini çok fazla rahatsız etmeden yaşadıklarına yönelik gözlem yapılabilecek güney tarafıdır. Burada bahsetmek istediğim, ilk gördüğümde hayran kaldığım, bunun üstüne birkaç kez daha gidip gezdiğim, Samandağ İlçesi Çevlik mevkiinde yer alan TİTUS Tüneli. Öğrenebildiğim kadarı ile Antakya eski adı, Antioch olup, Makedon kralı Büyük İskender tarafından kurulmuş, bilahare de Büyük Roma İmparatorluğu döneminde en kalabalık 3 önemli şehirden biri olmuştur. Öneminin tebarüzü bakımından, dünyada meşalelerle aydınlatılan sütunlu bir caddeye sahip olmasıdır diyerek iktifa edelim ve tünel üstüne devam edelim.

Antakya’nın en önemli ticaret merkezi dönem itibari ile Samandağ ilçesindeki bugünkü Çevlik bölgesindeki eski adı Seleukeia Pieria olan liman kenti olup kuruluşunun M.Ö. 4 yüzyıla dayandığı bilinmektedir. Doğu Akdeniz’in önemli liman kentlerinden biri olan mezkûr kent, Musa dağı eteklerinde kurulmuş olması hasebiyle şehrin liman bölümü zaman zaman sel-seylab nedenleri ile ticaretin olumsuz etkilenmesine yol açan teressübat oluşmakta imiş. Su yapıları konusunda, imparatorluk çapında muhteşem çalışmalarına tanık olunan dönemde, mezkûr alanda, limanın yerini değiştirmekten ise taşkın sularının drene edilmesi kararı üzerine, M.Ö. 69 yılında İmparator Vespasian tarafından tünel çalışmaları başlar ve kölelerin kullanılma önceliklerinin değişmesi üzerine de inkıtalara uğrar, İmparator Titus döneminde de askerler ve denizcilerinde büyük katkıları ile devam eden çalışmalar İmparator Antonius Pius tamamlanır. Canım Yurdumun sahip olduğu onlarca müthiş yapıdan biri olan, TİTUS TÜNELİ, hemen şehrin bulunduğu yukarı kısımdan başlar, denize doğru ilerler, yaklaşık 150 mt. uzunluğunda kapalı olmak üzere toplam yaklaşık 1.400 mt. olup, kapalı tünel kesit alanı yer yer 45 m2 ve açık bölümde ise yer yer 100 m2 civarındadır. Neredeyse 2.000 yıllık bu muhteşem tünel, mezkur imparatorluğun övünebileceği türden bir yapı olup, otomobil icadının olmaması nedeni ile “duble yollardan” daha fazla taraftar toplamakta imiş, söylenenin yalancıyım.

İmparatorluğun büyük köle ve işgal edilen yerlerin büyük ekonomik birikimlerinin talan edilmesi ile imparatorların hayalleri ve hedefleri doğrultusunda günümüzde bile iddialı sayılabilecek “çılgın projeler” gerçekleştirdiğini, Titus Tünelini gördükten sonra yaptığım incelemelerde gördüm. Bazı projelerde, büyük göllerin drenaj kanalları ile kurutularak, büyük tarım alanları elde etmek, bazen şehirlerin su ihtiyacını karşılamak için yapılan km.lerce su kemerleri ile isale hatlarının oluşturulması, bazen şehirleri ya da limanları korumak ya da su temini için tüneller inşa etmek, gibi gerçekleşmeler.

Bu bakış açısı ile seyahat ettiğim yerlerde benzer yapıların varlığı konusunda özel bir dikkat oluşturdum. Son seyahatimde, yine Büyük Roma imparatorluğu tarafından ve Titus Tünelinden yaklaşık 500 yıl önce inşa edilen Samos Adası EUPALİNOS TÜNELİ konusunda haberdar olunca, derhal ziyaret edilecek yerler konusunda 1. sırayı almıştır. M.Ö.6 yüzyılda, kesit alanı yer yer 4 m2 yi bulan, antik çağdaki Tigani şimdilerde de “Bir dik üçgenin kenarların karelerinin toplamı hipotenüs’ün karesine eşittir” teorisinin mucidi ilk matematikçi Pythagoras’ın adına bu şehirde yaşamış olması hasebiyle ve izafeten şimdilerde de PYTHANGORIAN olarak adlandırılan kentin su ihtiyacının, Agiades su kaynağından Kastro Dağının altından inşa edilecek bir tünel ile karşılanması hedeflenmiştir. Deniz seviyesinden 225 mt yükseklikteki bu dağı aşacak yaklaşık 1 kmlik tünel, mühendis Eupalinos geometri bildiğinden (öyle 360 derece farklıyız düzeyinde değil elbet), dağın 2 yanından başlamak ve ortalarda buluşmak hedefi ile çalışmalara başlar. Gerçi her iki taraftan kazılarak ortada buluşma fikri ve hedefi olan ilk tünel değildir bu ama ilk olan Kudüs’teki Kral Ezechias (Hezekiya) tüneli farklı yönlere gidilen kazılarla hedefinden fazlaca sapmış olması hasebiyle ilk sayılmamalıdır bence. Eupalinos Tüneli, muhteşem hesaplamalar neticesinde santimetreler düzeyinde bir sapma ile tam da ortada birleşir. Şehrin kuşatmalar altında suyunun kesilerek teslime zorlanmasının önüne geçilmesi gibi bir askeri kaygı ile yola çıkılarak inşa edilen tünel, gürz, keski, kazma ve kürek gibi kazıcı aletlerle, kazıdan çıkan kayaların küfelerle dışarıya taşınması ve havalandırma için de kuyular açılarak yaklaşık 10 yıl sürmüş ve planlandığı gibi ortada birleşmiştir. Bin yıl süreyle kullanılan tünelin mühendisi Eupalinos, Senato tarafından “Tünel bize pahalıya mal oldu” gibi bir gerekçe ile çarmıha gerilme cezası ile cezalandırmış olup, “yahu kullandığımız köle ve talan edilen istila edilmiş ülke hazineleri, ne zararından bahsediyorsunuz” savunmaları heba olmuş ve sonunda da mühendis bey çarmıha gerilmiş… Atina Senatosu bilse idi; kendilerinden 2.500 yıl sonra dünyanın her tarafında inşaat işleri, karar vericiler, inşaatı gerçekleştiren müteahhitler, finansman temin edilen bankalar, hem de kamu hazinelerinden ödenmek kaydı ile trilyonluk cukkaları götürsünler, hiç böyle karar verip te kendilerini önemli bir proje ile suya kavuşturan mühendisi katleder miydi? Bilemem… Bu iddiaya bilgi kaynağı oluşturan, tabii ki meraklıları için “bir ekonomik tetikçinin anıları” olarak ciltler dolusu kitap yazan eski bir “Dünya Bankası” yöneticisidir, eksiği ve sakladığı çok bilgi olmasına rağmen okunmasını şiddetle öneririm… Ayrıca, mezkûr kentin yöneticisi, Tiran Polycrates ile aynı dönemde yaşamış ve tiranlığı protesto etmek maksadı ile adayı terk ettiği bilgisi bulunan Pythagoras’a şapka çıkartmayı da borç bilirim…

İlaveten bir de ansiklopedik bilgi; “Titus Tüneli'nin bir benzeri yine bir Roma İmparatorluk şehir merkezi Ürdün'de Petra antik kentinde bulunmaktadır. Antik dünyanın diğer önemli kaya tünelleri, Nimes'de, Lyon'da, Briord'da, Carhaix'de, Nikopolis'te ve Side'de su getirme sisteminin bir parçası olarak yapılmıştır. Çevlik ile çağdaş, Vespasianus Dönemi bir kaya tüneli italya'da Furlo Geçidi'nde yol sistemi ile bağlantılı olarak açılmıştır.” Dilerim ömrümüz vefa ve cüzdanımız kifayet eder de, bu yapıları da ahir ömrümüzde görürüz diyerek sözü bağlarken başta Titus Tüneli olmak üzere Eupalinos tünelinin de kısa sürede ziyaret edilmesi gereğinin altını çizelim.

Sonuç olarak; gerek Titus ve gerekse de Eupalinos Tünelleri “UNESCO Dünya Mirasları” listesine alınarak, yamyamlardan korunmaya çalışılmaktadır.

Cuma, Eylül 29, 2017

SANCAK KALE


Öğrenimden Hukukçu, ama tarih ve arkeoloji kitapları birer başvuru kaynağı olduğu bilinen, alaylı arkeolog, tarihçi, yazar ve araştırmacı Bilge Umar’ın “Narlıdere” adındaki kitabını okuyorum. Kitabın bir bölümünde, İzmir’in üç önemli kalesinden, günümüze gelen büyük ölçüde korunan ve ziyarete açık “Kadifekale” (Pagos), ne yazık ki artık olmayan Kemeraltı girişindeki “Ok kalesi” (Neon Kastron, St. Peter/Pier) ve kısmen korunan ancak ziyarete açık olmayan “Sancak Kale” (Yenikale), bahsetmektedir. Bir İzmirli olarak; Kadifekale’yi bilip, Ok kalesinden bir arkeoloji dergisi vasıtasıyla bilgi sahibi olup, ama muhtemelen çok insanın bilip, benim ise hiç bilmediğim “Sancak Kale” üzerine bilgiler bulmam harika bir sürprizdir ve bu konudaki bilgisizliğimin de ayıbı bana yetmelidir. Ancak diğer taraftan da neden okuyoruz ki, işte bilmediğimiz konularda bilgi sahibi olmak için, değil mi, tam da bu yüzden…

Bugün, Narlıdere Sahil Evlerinin Sahil Caddesinin (Gürler Caddesi) doğu bölümünde, sahilden daha doğuya bağlantının askeri bölge nedeni ile kesildiği, Sancak Burnunun üzerinde, İzmir Körfezine denizden geçişlerin kontrol edilebilmesi adına, en dar ve kontrole en müsait yerinde kurulan ve ne yazık ki korunamayan, restore edilemeyen ve günümüze ulaşan kısmının ise ziyarete kapalı olan kaledir, Sancak Kale (Yeni kale)… Kale; İzmir Körfezinin en muhkem bölümünde, körfezin, gemilerin giriş ve çıkışları açısından en uygun derinlik verdiği bölümünün kontrol edilebilmesi açısından, iç bölüme giriş ve çıkışın askeri açıdan toplarla tahkim edilerek, ticari açıdan ise gümrük vergilerinden sıvışmanın önüne geçilebilmesi için yapılmış bir yapıdır.

Bilge Umar; “Sadrazam Köprülü Mehmet Paşa, Dergah-ı Ali Kapıcıbaşısı Gevezezade Ağa diye tanınan kişinin denetiminde, Aydın, Saruhan ve Bursa sancakları askerlerinden oluşturulan bir gurubu kale yapımında görevlendirdi. Kale yapımında İzmir’in ilkçağdan kalma tiyatrosunun kesme taş blokları sökülüp alındı, kullanıldı. Yapım bittiğinde, kare planlı kalede, dizdar (kale komutanı) ile 200 er görev aldı.” diye yazıyor… Yine Hoca bir başka yerde Evliya Çelebi’ye dayandırarak; Körfeze giren gemilerin, Osmanlı’ya saygı göstermek için direklerine beyaz bayrak çektiğinden bahisle, kurallar gereği karasularına girilen ülkenin bayrağı göndere çekildiğinden ve dönem itibari ile Osman-i Ali’nin de bir bayrağının olmaması nedeni ile beyaz sancak çekilme durumu izah etmektedir. Kaleye, Sancak Burnu Kalesi veya Sancak Kale denilmesini bu “Sancak” çekilmesi hadisesine dayandırmakta olduğu bilgisini yine Evliya Çelebi’ye dayandırmaktadır. Yine aynı kaynağa dayandırılan bilgilere göre, Osmanlı Donanması Venedik donanması tarafından önemli bir yenilgiden, sığındığı İzmir Körfezinde bu kale tarafından, kurtarılmıştır. Bölgeye önemli yıkımlara yol açarak zarar veren depremlerden bir tanesi de 1688 senesinde yaşanır ve yine Hoca’nın Necmi Ülker hocadan aktarımı ile “depremin merkezi, tam bizim Sancak Kale idi. Deprem sonrasında kale, yıkıntıya dönmekle kalmadı; topları görünmez olacak kadar, duvarları toprağın içine battı. Çevredeki evlerin dörtte üçü çöktü, birçok ağaçların kökleri toprak üzerine çıktı” diyerek, yıkımın vahametine dikkat çekmektedir. Bugünkü yönetimler, bu yaşanan depremlerden ya bihaberler ya da rant uğruna göz ardı etmektedirler, diyerek konuya bir kez daha değinmiş olalım bu vesile ile. Yıkılan ya da nerdeyse yok olan kale yeniden, yapılır ancak bu kez kale dışına tabyalar ilave edilerek tahkim edildiği, kara tarafının ise kazılan bir hendek ile güvenli hale getirildiği yazılmaktadır. İzmir Körfezi'nin girişindeki en dar bölgeye inşa edilen Sancak Kale 1. Dünya Savaşında tarihi bir rol oynar, İtilaf Devletleri, Çanakkale'den önce 9 gemilik bir filoyu İzmir’e gönderir, ne var ki Sancak Kale savunmasını aşamazlar. Ancak, Sancak Kale’nin asıl hayata veda etmesi, 14 Mayıs 1919 olur. İşgal kuvvetlerine kayıtsız şartsız teslim olan Osman-i Ali, mezkûr kaleyi de teslim eder…

Çanakkale öncesi yapılan İngiliz ve Fransız donanma saldırılarında, Sancak Kale önemli ölçüde hasar alır, bu saldırılar sırasında ölen komutanlar ve askerler için, Narlıdere’de bugünkü Belediyesi karşısındaki “Narlıdere Şehitliği” diye bir anıt mezar oluşturulmuştur. Şehitliğin bu vakaya dayandığını da yeni öğrendim, bir eksiğimi daha giderdim diyeyim ancak ne yazık ki eksik geldik eksik te gideceğiz gibi görünmekte…

Kıssadan hisse, evvelemirde “Deprem”dir, bugün mezkûr mahalde ne yazık ki yüksek katlı yapılaşmalara izin verilmekte ve ne yazık ki kayıtlı kuyutlu yaşananlardan ders alınmamaktadır… Diğer taraftan Osmanlı’nın kendisinden önceki medeniyetlere nasıl baktığını da bir kez daha görmüş oluyoruz, antikçağın tiyatro binası yıkılır taşları ile kale inşa edilir, ne diyelim… Haydi, bunlar çok eskiden yaşanan hadiseler diyelim geçiştirelim, peki bugün “Osmanlı da Osmanlı” diye adeta tepinenlerin, daha dün parti binası inşaatı için kiliseleri yıkarak, güzel ve uygun yani kesme taş teminini nasıl izah edeceğiz. Üstüne üstelikte gâvur ellerinde “İslam” eserlerine “değer verilmiyor”, “restore edilmiyor” naraları atarak bu işleri becermenin ne anlama geldiğini bilerek… Onlara da Allah selamet versin diyoruz da, veriyor da gerçekten…

 Son olarak; Karşıyaka’nın demiryolları ile şimdiki sahil bandı arasındaki sığ deniz bölümünün doldurularak, yeni zenginlere konut yapmak üzere arsa tahsisinden, taşıt trafiğinin gelişimine, oradan Narlıdere’nin nüfus orijinine ve yapısına, oradan öğrenciliğini geçtiği dönem itibari ile İzmir ve İstanbul hayatının kendi açısından anlatımına kadar detaylarda bizi bilgilendirmek için çaba gösteren yazara sonsuz teşekkürlerimizi sunar iken kitapseverlere de okunması gereken bir eser olarak salık veriyoruz.

 

Cumartesi, Eylül 23, 2017

HALA YETMEDİ Mİ?


Gazetemizin patronu, arkadaşımız Aydın Korkmaz, iflah olmaz bir “yetmez ama evet’çi” ve de korkarım ki asla ve kat’a da bu goygoy durumu değişmeyecek… Yahu adam tam bir nato mermer nato kafa (na ti kefari, na ti mermari), yani ha mermer ha bu kafa, tutmuş muhtemelen de bana inat yine, kendisinin bir üst segmentinden Ali Nesin’in “bugün olsa yine yetmez ama evet derim” lafını yazı başlığı olarak kullanarak, neden “yetmemiş” ve neden hala “yapılsınmış” ve de neden hala yapılanlardan “tatmin olamamışlar” konusunda haklılık arayışını sürdürmekte… Daha da çok yazacağa benziyor, kafa bu olunca zinhar ders te alınmaz yaşananlardan, zaman zaman şaka yaptığını zannediyordum ama adam çok ciddi, yahu akıllı adam ama nasıl bu zokaya kanar inanılır gibi değil… Hadi bizim Aydın’ı geçelim, Ali Nesin gibi bir “Matematik Profesörü”, zeki ve akıllı ceddin ahfadı, cici de olsa demokrasinin bir dolu çeşidini görmüş, yalamış ve yutmuş bir insan, “yetmez ama evet”in iflas etmiş iddiaları karşısında hala direnir, anlamak mümkün değil, vallahi karamsar olmamak için deli olmak gerek, çünkü akıllı olup bu insan ve iddiaları karşısında hayat sürdürmek olası değil…

Gerçi bugünlerde sesleri koro olarak artık eskisi gibi çıkmıyor, tribündeki tezahürat geliyor akla, “sustu çocuklar”, rolleri gereği replik olan “yetmez ama evet” deyip dalgalandılar hatta yer yer şahlandılar ve efelendiler, koştular ardından yoruldular ama şimdi duruldular... Gerçi bunların pirleri başta olmak üzere bizim Aydın da dâhil, her biri çıkar meydane ve her biri birbirinden merdane “yok öyle demediydik te, böyle dediydik te…”klasik bel hareketleri, thames trader kamyon direksiyonu çeviriyormuşçasına, oysaki şarkının devamı gibi “yaktın yaktın kül ettin erittin beni, Mecnuna dönderdin mahvettin beni” diyecekleri yerde... Aslında gelinen noktaya bakıp ta, gözlerinin kan çanağına döneceği ana kadar ağlamaları gerekir iken ya da en azından süklüm püklüm kenara geçip oturacaklarına, adeta burunlarından kıl aldırtmaksızın hala felsefe yapıp, “kötünün iyisini tercih” (ehvenişer) şıkkını tercih ettik gibi abukluklara yaslandıklarına göre, söylenebilecek tek şey var, benzer durumları izah için Osmanlı döneminin ünlü sözü; “ya kuvvetli iltimas, ya madeni haz ya da ten ile temas”… Yahu belki alınacaklar ama ben başkaları gibi onların aptal, andevül, embesil, ebleh, debil gibi sıfatlarla adlandırılmasına karşıyım, her biri kendi mesleğinde son derece zeki, akıl dolu insanların başarısını egale eder durumda olacaklar sonra da kalkıp bu abuk subuk tanımlamalara muhatap olacaklar, buna inanmak çokkk zor, hatta imkânsız… Grubun parlak ve janjanlı adı “yetmez ama evet” sözünün mucidi muhterem bile, ne diyor, sonuçlarını görünce… “Yetmez ama evet dedik. Hatta şahsen ben sloganın mucidi olmakla övündüm zaman zaman.” “askeri vesayete karşı” iyi niyetle bir çıkış yaptıklarını zannederek lokomotif görevi üstlendiklerini iddia ederek yola çıktıklarını ancak gelinen duraktaki vaziyeti görünce de, “eğer ki yaşananlarda sorumluluğum var ise Allahım kör et beni” diyerek bu işten yırtabileceklerini zannediyorlar yanılıyorlar… Her iki cihanda da bu vebalden, bu zülden kurtulmak mümkün değil, görecekler, bu zül yakalarından adeta yafta gibi hiç düşmeyecek… Diğer taraftan bunların “yanılmışız, Allah bizi kahretsin” ya da “ellerimiz kırılsaydı da...” gibi u dönüşlerle bu zülden kurtulabileceklerini nasıl düşünebiliriz… Peki, her biri mesleğinin öne çıkmışları olan bu muhteremleri şimdi dinlerken yaptıkları analizlerde isabet şanslarının nasıl yerlerde süründüğünü unutacağız mı? Asla ve kat’a… Yüzlerine bakarak Orhan Veli’nin dediği gibi “ruhunda hicranını söyletme hikâyesi, geç bunları anam babam geç bunları, bir kalemde, bilirim ben yaptığımı” diyeceğiz ve bildiğimizi yapacağız, bunların kuruldukları gazete köşelerinden yazdıklarının yalan, dolan, hile, desise ve yönlendirme hatta algı operasyonu olduğunu bileceğimizden okumayacağız, TV lerde adeta sihirli kaval çalan çoban misali gerdan kırarak anlattıkları dinlemeyeceğiz, vs. vs… İster iyi niyetli olarak bu sığ ve üfürük hikâyelere saflıkla inanmış olsunlar, isterse de bilerek isteyerek ve taammüden tercih etsinler bu pozisyonlarını, insanların gözünde miskal-i zerre kadar önem-i harbiyeleri yoktur ve de olmayacaktır…

Yahu Aydın, Hala yetmedi mi? Yetmedi ise ne yetmedi yaz lütfen de bir anlayalım… Peki, yetmediği sarihte, önceki bölüm nasıldı, vs. vs. Bence artık yetti gayri bi susun, insanlar sizden bir kurtulsun… Yazımızı bu muhteremleri daha da fazla yıpratmadan kaşağıyı elimizden fırlatarak sonlandıralım ama sonlandırırken de Neyzen Tevfik’ten bir iki beyit ile bir kez titretelim bu zevatı belki kendilerine gelirler(!!!)

Türkü yine o türkü, sazlarda tel değişti,
Yumruk yine o yumruk, bir varsa el değişti!

Kâbe'den maksat varmaktır yâra,
Kör gibi tapınma kuru duvara.

Mey'de Bektâşi göründüm, Ney'de oldum Mevlevî,
Meşrebim Mollâ-yi Rûmî, mezhebim Bektâşidir

Üstüne alma fakat dinle samur kürkçüyü sen,
Nasıl olsa kabahat sahibini terk etmez.

Pazar, Eylül 17, 2017

SIHHİYECİ İBRAHİM ÖNOL


Bir hayat, bir tarih, bir tecrübe, bir örnek, bir yüzakı, Sıhhiyeci İbrahim… Canım Yurdumun, sancılı yıllarının ezdiği insanlarından biri, dış denge ve illiyetlerin şekillendirdiği hukuk nizamının gadrine uğramış kuşağının örneklerinden… Emperyalist paylaşım savaşı akabinde, iki kutuplu hale getirilmiş dünyada, Canım Yurdumun, soğuk savaşın kızıştırılması ve en kanattaki üs haline getirilmesi adına, sözde siyasi olarak ama aslında şizofrenik bir korku girdabına itilerek; daha önce Türk Ceza Kanunu’na faşist İtalya’dan kopyalanarak ilave edilen, 141 ve 142’nci madde hükümleri ağırlaştırılmış ve bununla da yetinilmeyerek, kanun öncesi bile işlenen suçlara, hüküm geriye yürütülerek uygulanma cesareti gösterilmiştir. Cesareti gösterilmiştir diyorum çünkü uluslararası hukuk hükümlerine ve temayüllerine taban tabana zıt bir durumdur da ondan… Ya rabbi bir hilal uğruna ne güneşler batırılıyor, babından…

“70 yıllarda tanıdım, “Çeşmenin Sesi” adlı gazeteyi çıkarıyordu Kale Sinemasının orada ara sokakta, 2. katta ufacık bir büro vardı, amca derdik ona biz o zaman, ben öğretmen okulunda öğrenciyim oradan şiir gönderirdim, Çeşmenin Sesinde yayınlanmış şiirlerim vardır o dönemde, Çeşmenin Sesinin şöyle bir özelliği de vardır, kurşun harflerle dizgi yapıldığı günler, Doktor Tayfun bile bir alt kattaki ofiste bulunmasından ötürü zaman zaman dizgilere yardım ederdi. TÖBDER li öğretmenlerin de yardıma geldiğini de zaman zaman görürdüm Gazetenin hazırlanmasına. Yani gazete bir dayanışma ve birlikte yaratma kültürünün de eseri idi bir anlamda. Dönem itibari ile gazete ofisinin tam karşısında şu anda aramızda olmayan Hasan Soma’nın açmış olduğu bir kahvehane vardı.” diye anlatıyor Aydın Korkmaz… Bilahare de; “İzmir’de Barış ofset vardı, ben gazeteyi çıkarmaya başladığımda pasajda dar bir geçit vardı, Ahmet’te orada idi, Çeşme’de benim abim var, İbrahim Önol benim üvey abimdir, dedi… Ahmet Torman, muhabbet erbabı ve dost limanı bir abi…” diye eklemiş idi gazetemizin patronu Aydın Korkmaz…

Ahmet Torman İzmir Emniyetinde 1. Şube (siyasi şube) komiserlerindendir… Yıl 1951 ya da 1952, tarihe geçiş biçimi ile meşhur “komünist tevkifatı” başlamış, dönemin Emniyet Müdürü de, çok sonraları sırası ile İzmir’de Valilik ve 1980 12 Eylül faşist darbesinden sonra parlamenter sistemin ihya edilmesi çalışmalarında HP (Halkçı Parti) genel başkanlığı ile maruf Necdet Calp… İzmir’de de “komünist tevkifatına” bahane olarak ta, daha sonra da beğenilen bir bahane olması hasebiyle onlarca kez yinelenen, bir caminin iki minaresi arasına komünist bayrakları asıldığını palavrasını söyleyerek, emniyet harekete geçer, geniş çaplı operasyonlar yürütülür. Bu kapsamda, İzmir’in ilçesi Kiraz’da sıhhiye memuru olarak görev yapan İbrahim Önol’ın da tutuklanması söz konusudur, Emniyet Müdürü Necdet Calp bu görevi akrabalık ilişkisini bilmediği için Ahmet Torman’a tevdi eder. “Gözaltına al getir”, Ahmet Komiser de; “valla müdürüm beni bu vazifeden azat edin” der, “ben bu vazifeyi ifa edemem” deyince, bir hayli sinirlenen Müdür “neden ifa edemezsin oğlum” der, “o benim kardeşim, üvey kardeşim ama kardeşim, ben bu vazifeyi ifa edemem” der, bunun üzerine Necdet Calp; “Valla Ahmet bu durumda bizim seni teşkilatın bu biriminde tutmamız da çok zor, gel biz sana başka bir vazife uyduralım ve teşkilatın bu biriminden alalım.” Bu kapsamda mesleğinde başarılı olan ancak yaşanılandan ötürü de mutlaka bir sonucu olması gereken bir durumla karşı karşıyadır komiser. Neyse, talih ve kısmet diyelim, başka birime gönderme çalışmaları neticesinde komiserin tayini Amerika’ya çıkar, nitekim de kısa süre sonra gerekli prosedürler tamamlanır ve ABD’ye gider, elçilikte göreve başlar ve uzun yıllar orada çalışır. İstikbali parlak ve önü açık komiser Ahmet Torman elçilikte, koruma görevine rıza göstererek hayatını idame ettirir, anlayacağınız. Daha sonraları emekliliğini müteakip Türkiye’ye geriye dönüşünde, Türkiye’ye ilk offset makinesini getirir ve İzmir’e yerleşir. Adı “barış” ama sadece ilan almak adına bir gazete çıkarır.


İbrahim Önol, diğer memur benzerlerinden farklıdır, idealisttir ve görevi gereği hiç durmaz, çalışır, didinir ve de maalesef muktedirlerin hiç hoşlanmadığı ve en affedilmezi yapar “düşünür” ve topluma faydalı olmanın her şekilde mümkün olduğunu göstermek adına, yayan, eşekle ya da atla tüm köyleri dolaşır aşıları yapar, aşı bilgilerini arşivler, tekrarlama günü gelince gerekli hatırlatmalar ile işini gerçekleştirir, işte böyle idi “Komünist tevkifatının” hedefindeki insan… İbrahim Önol; “Komünist tevkifatı” mucibince, mezkûr dönemde komünist olmak gerekçesi ile tutuklanan pek çok benzeri gibi, ağır ve uzun sorgulamalar ve işkenceler altında uzun sayılacak bir süre, süründürülür, sonraları aklanır ve çıkar, işine döner ve tayinin çıkmasından ötürü de Çeşme’ye yerleşir, sıhhiye memuru olarak vazife yapar… Daha önceleri birkaç yazıma da konu olan Sıhhiyeci İbrahim, bundan sonra her türlü siyasal, sosyal ve kültürel faaliyet içinde vardır, kâh açıktan kâh çaktırmadan. Çeşme Turizm Derneği, Çeşme Halkevi’nin kitapları ile Kütüphane oluşturma, bu kitapların köy okullarına dağıtılması gibi gibi… Dönem itibari ile Çeşme Halkevi çok aktif, rivayet o ki, tiyatro faaliyetlerinde Nazım Hikmet’in “İnek” adlı oyununu bile sahneliyorlar. Bilahare de “demokrasi” vaadi ile iktidara gelen DP (Demokrat Parti) döneminde Çeşme Halkevi yıkılır ve rivayete göre de, taşları Ödemiş Demokrat Parti binasının yapımında kullanılmak üzere Ödemiş’e götürülür. Yaşanılan kahredici, yok etme ve tenkil politikaları neticesinde artık insanlar, sindirilmiştir demesek te, artık çok temkinli ve tedbirlidirler, bu hava İbrahim Önol’da da vardır maalesef… “Yeter söz milletindir” diyerek iktidara gel, ilk yaptığın işler milletin sesini kısmak olsun, tam da dönemin ve hatta sürekli olarak canım Yurdumun ruhuna mütenasip bir durum… Aile yaşanmışlıkların neticesinde ciddi savrulmalar yaşamıştır, ne yazık ki… İbrahim Önol 80’li yaşlarında vefat eder… Çeşme’deki yetkililerinin, yine Çeşme’nin yüzaklarından “Sıhhiyeci İbrahim Önol” adına, bir cadde ya da sokak adı, bir meydan adı gibi, hatırlanmaya müteallik bir adım atmaları, bu güzel insanı, yaşadığı meşakkatli hayatı hatırlamayı ve hatırlatmayı ebedi kılmayı düşünmelidirler…

Cumartesi, Eylül 09, 2017

KIZILIDERİLİ GÖRMÜŞ, BİZ HALA GÖRMÜYORUZ


Malum iki hikâye bir kez daha tekrarlayalım, bakarsınız günü anlamak adına bazı nasırlı ya da zehirli beyinlere bir katkıda bulunur.

Bilindiği üzere 1969 yılında ABD Ay’a “Apollo 11” ile uzaya gönderdiği 3 astronottan 2 sini, Neil Armstrong ve Buzz Aldrin’i Ay’ın yüzeyine indirmiş idi. Gerçi buna hala, aklı kıt, inancı bol bir grup insan inanmamaktadır ama olsun onlar yazımızın konusunu oluşturmamaktadırlar.
Apollo 11 astronotlarına, Ay’ın yüzeyine benzeyen ABD’nin batısındaki bir çölde eğitim verilmektedir. Pek çok Kızılderili topluluğunun da yaşadığı bu yerde bir gün karşılaştıkları Kızılderili yaşlı biri ile sohbete tutuşurlar ve efsaneleşen öyküye göre diyalog şu şekilde gelişir; Kızılderili Yaşlı Adam Astronotlara meraklı gözlerle ve sözlerle ne yaptıklarını sorar, kısa bir zaman sonra Ay’a bir araştırma ve inceleme seyahati düzenleyeceklerini ve bu nedenle de burada böylesi bir eğitimden geçtiklerini söylerler. Yaşlı Kızılderili Adam dinledikleri karşısında uzunca bir süre sessiz kaldıktan sonra, Astronotlara kendisine bir iyilik yapıp yapamayacaklarını sorar. Astronotlar nasıl iyilik beklediğini sorarlar yaşlıya. O da; “Kabilemde yaşayan tüm insanlar Ay’da kutsal ruhların yaşadığına inanır. Onlara Kabilemdeki insanlardan çok önemli bir mesaj göndermek istiyorum” der. Astronotlar nasıl mesaj olacağını merak edip sorarlar, “nasıl bir mesaj göndermek istiyorsun?”. Yaşlı adam kendi dilinde bir şeyler mırıldanır, astronotlardan da bunu ezberleyinceye kadar tekrarlamalarını ister, “astronotların “bu ne demektir” sorusuna ise, “bunu size söyleyemem. Sadece kabileme ve Ay’daki kutsal ruhlara ait ve sadece onların bilebileceği bir sırdır bu. Lütfen bunu iletin, kutsal ruhlara bizim için. Bilahare üsse dönen astronotlar, uzun arayışlardan sonra kendilerine bu bilemedikleri ama ezberledikleri sözün tercümesi için bir hayli çaba gösterirler ve bir gün bunu çevirebilecek birini bulurlar ve hemen ezberledikleri cümleyi kendisine söylerler. Tercümanın ezberledikleri cümleyi dinledikten sonra kahkahalarla gülmesinin ardından, ezberledikleri sözün; “bu insanların size söyleyeceği hiçbir şeye inanmayın sakın ola, bunlar topraklarınıza el koymaya gelmişlerdir.”

Emperyalizmin, ilk evrelerindeki “keşif et-fetih et-talan et” kültürünün tüm dünyaya dayatıldığı günlerde, tüm yeraltı ve yer üstü kaynaklarına el konur iken, çaresiz olarak yerel halklar tüm direnmelerine rağmen “barbar” ilanını müteakip katledilmişlerdir, bugün dünyaya “demokrasi” dersi veren güruh tarafından…

Peki; geçen yüzyıl boyunca yaşanan bu rezaletlere rağmen bu yüzyıla bakiye, yönetimler-insanlar, tüm bu yaşanan kıssalardan hisse çıkarmışlar mıdır? Görünen o ki, ne yazık ki çıkarılmamıştır. Hala doğa, 3 kuruşluk çıkarlar uğruna, emperyal müstevliler ve yerli hempaları tarafından tüm dünyada talan edilmektedir. Yağmur ormanları yok ediliyor, abuk subuk sanayileşme ve salınımlarının serbestliği uğruna hızlı bir küresel ısınma yaşanıyor, sulak araziler yok ediliyor vs vs… Ne olacak, bol elektrik, bol altın, bol gümüş ve hülasa da bol dolar…

Oysa “bu kafa ile gidersek askere nah alırız tezkere” sözünün mucidi necip milletimiz, gözlerinin önünde yaşananlara hala seyirci gibi durmakta… Hayırlara vesile olsun…

Gelelim diğer hikâyeye; Kızılderili Reisi Seattle ne diyor; “soluk benizli önce bizon postu kadar bir toprak istedi. Verdik. Ama yetinmedi, ormanlarımızı ezdi, göğümüzü kararttı, suyumuzu kirletti. Bir gece kırmızı urbalıların tekmeleriyle uyandık. Savaşçılarımız hayvan gibi kesildi, kadınlarımız ipe dizildi, köyümüz ateşe verildi. Amerikan yönetimi, altında dolandığımız yıldızları bayrağına hapsetti. Onlara göre özgürlük “meşale tutan bir heykeldi”. Beyaz adam kibirliydi, asabiydi, çok konuştu, az dinledi. Hak hukuk adaleti, narin, nahif bir kadınla simgeledi. Zavallının eline terazi verdi, gözüne mendil gerdi. Biçare “adaletçik”, ırzına geçeni bile bilemedi.” Aynı Reis bilahare de sonradan bir Kızılderili atasözü niteliği taşıyan; “Son Irmak Kuruduğunda, Son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde, BEYAZ ADAM paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak.”

Tarımı başka ülkeler yapsın, biz oradan tarım ürünü alalım çapsızlığı ve ipsizliği en kolay ama bir o kadar da kabul gören bir yaklaşım olduğu sürece, biz yukarıda yaşanan ve geleceğe bir haklı haykırış olan Kızılderili Şefin dediği gerçeği asla ve kat’a göremeyeceğiz demektir. Sonra da kahvehane köşelerinde konuşur dururuz, elin gâvuru görüyor ve yapıyor, biz ise ne görüyoruz ve de ne yapıyoruz.

Büyük usta Nazım Hikmet ile, nokta…

İnsanlarım, ah, benim insanlarım,
antenler yalan söylüyorsa,
yalan söylüyorsa rotatifler,
kitaplar yalan söylüyorsa,
beyaz perdede yalan söylüyorsa çıplak baldırları kızların,
dua yalan söylüyorsa,
ninni yalan söylüyorsa,
rüya yalan söylüyorsa,
meyhanede keman çalan yalan söylüyorsa,
yalan söylüyorsa umutsuz günlerin gecelerinde ayışığı,
söz yalan söylüyorsa,
ses yalan söylüyorsa,
ellerinizden geçinen
ve ellerinizden başka her şey
herkes yalan söylüyorsa,
elleriniz balçık gibi itaatli,
elleriniz karanlık gibi kör,
elleriniz çoban köpekleri gibi aptal olsun,
elleriniz isyan etmesin diyedir.
Ve zaten bu kadar az misafir kaldığımız
bu ölümlü, bu yaşanası dünyada
bu bezirgan saltanatı, bu zulüm bitmesin diyedir.

Cumartesi, Ağustos 26, 2017

TENFİZ-İ PİŞDAR


Dünyanın Jandarmalık görevini yürüten ABD’nin, hile ve hurda iddiası ayyuka çıkmış bir seçim neticesinde büyük sermayenin desteği ile devlet başkanı seçilmiş Donald Trump, aklı selameti ve kesafeti ile mütenasip skandal açıklamalarına devam ediyor. Geçtiğimiz günlerde İspanya Barselona kentinde yaşanan alçak saldırı üstüne, seçim çalışmaları sırasında da kullandığı abuk subuk fikirlerini, topluma bulunduğu makamın da gücü ve desteği ile zerk etme çalışmalarına devam ediyor.

Ne anlatıyor diye baktığınızda tamamen yalan, dolan ama gönlünden geçen uygulamayı parlatmaya çalışıyor. Gerçi ABD’nin işgal ettiği ülkelerde bu kabil işleri bir plan doğrultusunda yaptığı sır değildir. Vietnam başta olmak üzere, birçok Asya ve Güney Amerika ülkesi ile son dönemde Libya, Irak ve Suriye’de gerek direk, gerekse de besleme orduları vasıtası ile katliamlara devam etmektedir. Peki; tüm bu katliamlar ayan beyan ortada iken, 1 numaranın sarf ettiği bu sözlerin anlamı nedir diye baktığımızda, benim açımdan katliamların meşru ve mazur gösterilmesi çabası öne çıkmaktadır. Yani ve mealen şöyle diyebiliriz, biz devlet başkanları istediğimizi yapalım gerekirse muhalifimiz grupları topyekûn imha edelim, ama kimse ses çıkarmasın, hatta desteklesin, aha da beklenti bu… Ben ne dersen o kültürü, ben ne diyorsam o yasadır kültürü…

Peki; Başkan Trump’ın anlattığı hikâye nedir; ABD'li General Pershing'in Birinci Dünya Savaşı’nda ABD tarafından ülkeleri Filipinler işgal edilince, kendilerine direnen Müslüman direnişçileri tutsak edince yaşanır. Ne diyor açıklamasında muhterem; “General Pershing 50 mermi aldı ve onları domuz kanına batırdı. Adamlarına tüfeklerini doldurttu ve 50 teröristi duvarın karşısına sıraladı. 49'unu vurdular ve 50’inci kişiye dedi ki “insanlarına git ve olanları anlat” ve 25 yıl boyunca hiçbir sorun yaşanmadı.”

Görüyorum ki tarihçiler ittifak halinde bunun bir “şehir efsanesi” olduğuna dair açıklamalar yapıyorlar… Deyin ki bu şehir efsanesi, peki insanlık tarihi, Irak’ta yaşanan ve yaklaşık 1,5 milyon insanın ölümü ile sonuçlanan işgal de mi şehir efsanesi, Libya’da, Suriye’de yaşananlar da mı şehir efsanesi… Evet bay tarihçiler, yaşanan bu katliamlar başta olmak üzere, Filipinler’deki de, emperyalizmin ruhuna çok uygun düşer, onlar direnmeyi hatta muhalefet edilmeyi asla affetmezler… Onların ruhlarının formasyonu sömürü düzeninin katmerleşmesi ve devamıdır ve bu uğurda, 50’ler, 100’ler nedir ki, onlar milyonlarca insanın kanına dolar banmış düzenin muazzam mümessilleridirler… Bu böyledir, böyle biline… Bu minvalde tüm arayış, yapılan tüm bu ahlaksızlıkların, tüm bu insanlık dışılıkların, örfi hukuk gibi kabul edilmesi, olmazsa da yaratılan korku ve tenkil neticesinde yaşananlar karşısında sessiz kalınmasının teminidir. Muktedirler açısından, hak, hukuk, ahlak, etik, insanlık, din, iman, hoşgörü ve barış kimsenin umurunda değildir…

Bugün, ağzından def-i hacet eden bu muhterem ve benzerlerini lanetleyenlerin, dün canım yurdumda yaşananlara alkış çalanlar olması, hatta yaşanılan hile hurda düzeninden nemalananlarla akraba ve fikirdaş olmaları şayan-ı dikkattir. Hatırlanacağı üzere, canım yurdumun, uluslararası güçlerin kumpasları mucibince yerli hemhalleri ve onların çocukları vasıtasıyla dizlerinin üzerine çökertilmesi operasyonu çerçevesinde teslim alınması sürecinde benzer şeyler yaşanmıştır. Artık, hak, hukuk, ahlak, etik, insanlık, din, iman, hoşgörü ve barış çabaları ve çalışmaları geride kalmış, hatta bu uğurda 2 kelam edenin bile gözünün üstünde kaş var gerekçeleri ile hayatları söndürülmüştür. Onbinlerce insan ülkesinin sınırları dışına kaçmak zorunda kalmış, yüzbinlercesi canlı canlı mezarlık sayılacak cezaevlerine doldurulmuş, onlarcası idam edilmiş, toplumsal dengeleri eksik gedik de olsa olan sistem ters yüz edilmiş, uluslararası güçlerin at oynattığı çiftlik haline getirilmiştir. Bu şartlar muvacehesinde hayat yürür iken, bellerinin hemen altındaki deliklerin yusuf Yusuf etmesi neticesinde, 5 li çetenin reisi vasıtasıyla; “eğer 5’imizden birine bir suikast girişimi yapılır ise, şüpheli teşkilatın cezaevlerindeki üyelerini kurşuna dizme kararı aldık” gibi tam da onların hukukuna uygun, hatta kendilerinden 40 yıl sonra gelen benzerlerine mülhem fikirler derç etmişlerdir. Tabii ki, suçun ve cezanın kişiselliği ceza hukukunun evrenselliği bu kabil tiranların umurunda mı, akıldaneleri birkaç tane normalde kuran kursunu bile torpille ite kaka bitirmiş ama sayelerinde profesör unvanı verilmiş bir avuç bilimin yüzkarası herifin sufleleri ile, suçların sosyal statü olduğu, aileden ve içinden gelinen toplumu da kapsayan bir vaka olduğundan hareketle, içinden bir suçlu çıkan toplumu topyekün yok etme kültürü dayatılmaktadır.

Peki; bu zevata, sosyal statülerinden ötürü harici bedhahları ile siyasi emellerinin tevhidi mucibince hoş görü ile bakalım, bunlara “hukuk doçenti” yetmedi “hukuk profesörü” ünvanı veren kartvizitlerinin başında kocaman kocaman Prof. Dr. yazan ve gerçekte işleri hukuk öğretimi ve eğitimi vermek olan zevata ne diyelim… Buyurun altına imza attıkları, karara bakın ve ağlayın… Aşağıda, hak ve hukuk ne varsa topyekün ayaklar altına almış Kenan Evren’e verilen payenin karar özeti… Evlere, mahalleye ve Ülkeye şenlik… Kelimelerin sustuğu an, bu andır… Ancak bu kurulun kimlerden oluştuğu artık gizlidir ve bu kurul üyeleri çıkıp “verdiysem ben verdim, size ne” diyemiyorlar, yaptıkları işe inanmadıklarından değil ama utançlarından sesleri çıkamıyor…

‘Haiz olduğu ahlaki faziletler ve meziyetler yanında vatana hizmet ve yurtta ilmin yayılmasında büyük hizmetler ifasıyla temayüz etmiş olan Cumhurbaşkanı Sayın Kenan Evren’e ilmî kıymet ve meziyetlerinin tebcili için ‘fahrî profesörlük’ payesinin tevcihine karar verilmiştir.’
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Fakülte Kurulu

Cumartesi, Ağustos 19, 2017

LAKABI PARMAKSIZ


Sararmış bir gazetedeki fotoğrafa-14 nisan 1950 günü çekilmiş- bakıyorum. Nazım, iliklenmemiş paltosu sırtında, şapkasız-İstanbul’da hava artık ısınmaya başlamıştı- hastahane avlusundan geçiyor. Zayıflamış yüzünde belli belirsiz bir tebessüm. Yukarıya doğru bir yere –bir pencereden el mi sallıyorlar- bakıyor, yoksa solgun bahar gök kubbesine mi bakıyor?  Bir şeye gülümsüyor ama neye? Tanıdık bir yüze, düşüncelerine, yoksa doğup büyüdüğü şehrin havasına mı?

İki yandan, bir adım geride, gardiyanlar yürüyor. Aşınmış metelikler gibi yıpranmış yüzlerinde o anın önemi ve kendi mevkileri ile böbürlenme var.

Zira bunlar alelade gardiyan değiller. Fotoğraf makinesine en yakın olup, objektife bakanı, İstanbul cinayet aleminde tanınmış bir komiserdi. Lakabı Parmaksız. Vatanseverler aleyhine açılan bir davada, suçlarının şahidi olarak duruşmaya iştirak ederken, gizli siyasi polis şefi olduğunu ve bu teşkilatta 1915 senesinden beri çalıştığını yemin altında beyan etmiş. Önce “Sultan Polisi Örgütü” olarak işe başlamış, fazla liberal düşünenleri gözetlemiş. İşgal senelerinde İstanbul Şehri işgal kuvvetleri tarafından kumandanlık mıntıkalarına bölününce Galata-Karaköy Amerikan mıntıkasında bulunan karakolda hizmet görmüş, milli mücadeleye yardım eden Kemalistleri yakalayıp sorguya çektiriyormuş. Emniyet şubesi o senelerde de, 1950 senelerinde olduğu gibi, Sansaryan Hanıdır. Bütün fark, işgal kuvvetleri zamanındaki gibi işkencelerin bodrum katında değil, hanın üst katında yapılması ve artık Kemalistlere değil, komünistlere işkence yapılmasından ibaret.

Tanınmış bir Türk komünisti S. Üstüngel hatırlıyor: Bir gün komünizmle mücadele şubesi şefi İngiliz –bu lakap ona işgal zamanında İngiliz gizli polis teşkilatında çalışmış olması yüzünden verilmişti- dokuma işçisi Ziynet’le yüzleştirmişti onu.
          -Herifi tanıyor musun?
          -Tanımıyorum.
İngiliz kudurmuş. Yanında duran Parmaksız’a dönmüş.
          -        Orospunun bir kundak bebeği var. Göster bakalım hünerini.
Polisler kadının üzerine atılarak, elbiselerini çıkarmışlar. Parmaksız uzun şişlerle memelerini delmeye başlamış. Fakat işçi kadının dudaklarından sadece şu iki dökülüyormuş hep: “onu tanımıyorum”.
Bu nisan gününde Türkiye’nin milli şairini Cerrahpaşa Hastahanesi’ne getirme görevi, işte böyle bir komisere verilmişti.

Derler ki bir insan hakkında fikir edinmek için yalnız    dostlarına değil, düşmanlarına da bakmalı. Nazım Hikmet’i kendine düşman bilen yalnız Parmaksız değildi. Fakat bu gibi insanlar, bütün değersiz insanlar gibi, kendi önemlerini kendi gözlerinde büyütmekteydiler.

Ünlü Türkolog, yazar ve gazetecilerden Radi Fiş'in; "büyük insan Nazım Hikmet'e olan saygı ve vefa borcumu böylece ödüyorum" diyerek kaleme aldığı, "Nazım'ın Çilesi" adlı eserini okumaya devam ediyoruz, üst paragraflar tamamen kitaptan alınmıştır. Önemleri sadece kendilerinden mülhem ifadelendirilen zevatın adını şimdilerde hatırlayanlar var mıdır, şüphesiz vardır, onlarda taş ya da ağaç kovuklarından çıkmadıklarından mutlaka akraba-i taallükata sahiptirler, ama bilin ki, ahada bu zevattan başka bunların adını sanını bilmezler ya da hatırlamazlar… Burada, Parmaksız üzerinden hareketle, Osmanlı’dan, İşgal günlerinin işgalcilere yaranmak bilahare de Cumhuriyet’e bir sürü abuk subuk adam bakiyedir. Birgün bunlarda tek tek yazılır…

Nazım Hikmet gerçek bir yurtseverdir, gerçek bir devrimcidir, gerçek bir antiemperyalisttir, gerçek bir barışseverdir ama onu vatan hainliği ile itham edenler öyle midir ya, ona “vatan haini” diyen zevattan kimler hatırlanıyor şimdi, söyleyeyim nerdeyse hiçbiri…

Bir yaşanmış hikâye ile yazıma nokta koyuyorum. Nazım Hikmet'in Bursa Cezaevi'nde tutsaklık günlerinde Cezaevi denetimine Adalet Bakanlığı'ndan bir müfettiş gelir. Bir kaç gün denetim yaptıktan sonra müdüre:
- Nazım da buradaymış, çağır da görelim nasıl biridir? der.
Nazım'ı odaya getirirler. Müdür koltuğuna iyice kurulan müfettiş Nazım'ı tepeden tırnağa süzer ve:
-Demek Nazım sizsiniz, der.
Nazım'a oturması için yer göstermez. Kısa bir konuşma sonrası, gidebilirsiniz, der.
Nazım tam kapıdan çıkarken durur ve müfettişe:
-Ömer Hayyam adını duydunuz mu? diye sorar.
Müfettiş hemen atılır:
-Kim duymaz Hayyam'ı.
Nazım:
         -Hayyam zamanında İran hükümdarı kimdi? diye sorar.
Müfettiş şaşırır. Nazım konuşmasını sürdürür, görüyorsunuz sanatçıyı anımsadınız ama hükümdarı anımsamadınız. Yıllar sonra beni dünya anımsayacak ama dönemin Adalet Bakanı'nı ve sizi kimse anımsamayacak, der çıkar.

İşte böyle, kıssadan hisse… Hisseler alınsa kıssalar bu kadar çok olur mu?

Cumartesi, Ağustos 12, 2017

HERAKLİT, ÜSTELİK YUNANLI


Hopa hapishanesinde Şairi sorguya çeken polis, tabii ki Heraklit’in kim olduğunu rüyasında bile görmemişti ve bunun için Arapça el yazısında bu kelimeyi “her ekalliyet” diye okudu. Okur okumaz hemen bir ihanet sezmek istedi. “Demek milli ekalliyeti isyana teşvik etmeye geldin, ha?!”

Memleketin yeni anayasasına göre, bütün nüfus Türk olarak ilan edilmişti. Bu yüzden de Nazım Hikmet’in başı belaya girebilirdi.

Şair;

-        İnsaf, diye gülümsedi. Heraklit Efes’li bir yunan filozofudur.

-        Yaaaa? Üstelik de Yunan ha? Bunu artık mahkemede anlatırsın.

Bu itham savcıya dahi isnatsız göründüğü halde, Nazım’ı üç ay kadar Hopa Hapishanesinde tuttular. Sonra da ne yapacaklarını kestiremediklerinden, Rize’ye bir üst makama gönderdiler ve Rize’den de, ellerinde hala kelepçe, İstanbul’daki üst salahiyetli makamlara havale edildi.

Nazım Hikmet’in memleketine döndüğünü öğrenen yazarlar, basında kıyameti kopardılar. Ve sonunda Nazım serbest bırakıldı.

1928 senesi idi. İtalya’da faşistler iktidarı ellerinde tutuyorlardı. Fakat normal insan mantığının ve kanuniyetin insafsızca çiğnenmesi Avrupa’da henüz normlaşmamıştı. Diğer yandan Batılaşmayı siyasetinin temeli olarak ilan eden Türkiye Cumhuriyeti’nde de, insanın vicdan ve kendi kanaatlerinden hükümet lehine tamamıyla vazgeçmesi henüz vatana bağlılığının mutlak alameti sayılmıyordu. Elbette ki başka türlü düşünenler, bilhassa ihtilalci fikirler, kökünden eziliyor, böyle düşünenler mahkemeye veriliyor, hapse atılıyordu. Fakat o senelerde, Hitlercilerin usul ihdas ettikleri gibi, idama mahkûm olanların ağızlarına, bir şey söylemesinler diye alçı doldurulmuyordu. Hatta on sene sonra böyle bir şeyin mümkün olacağına kimse o devirde inanmak da istemeyecekti.

Fakat on sene sonra, Hopa Hapishanesi’nden bir polisin bu gibi saçma bir iddiası da salahiyetli kimseleri mahcup etmeyecekti artık.

-        Delil mi yok? Gizli vesika filan mı bulunamadı! Lafa bak! Askeri Mahkemeye sevk edilsin de hele, görsün günün!

Bunu tam on sene sonra Türkiye’nin bir bakanı, Meclis’in koridorlarında alenen söylüyordu. Nazım bunun üzerine yirmi sekiz sene, dört ay ve ondört günlük bir hapis cezasına çarptırıldı. Ne bir delil arandı, ne de ceza kanunlarının uygun bir maddesi. Merasime lüzum yoktu artık!

Daha sonraları o zamanın İçişleri Bakanı Şükrü Kaya kendisi itiraf etmişti;

-        Biz onu dışarıda bırakamazdık. Halk yığınlarına büyük tesiri vardı.

Yukarıda yazılan trajikomik hikâye ünlü Türkolog, yazar ve gazetecilerden Radi Fiş'in; "büyük insan Nazım Hikmet'e olan saygı ve vefa borcumu böylece ödüyorum" diyerek kaleme aldığı, "Nazım'ın Çilesi" adlı kitaptan alınmıştır.

Konu ise; büyük şair’in yurda dönüşü sırasında bir ihbar neticesinde, yapılan aramalarda, silah, gizli talimat, gizli doküman vs araması yapılırken, şiirlerle dolu bir not defteri ve küçük bir kalem bulunur, not defterindeki şiirler arasında, “Heraklit üzerine düşünce” adlı şiiri de vardır. Artık trajikomik ama bir o kadar kendinden olmayanın düşman tayini ile derdest edilmesini gösterir davranış olması hasebi ile de dikkat i şayandır. “Ya tarafsın, ya bertarafsın” kültürünün hayatiyetine münhasıran gereği yerine getirilecektir, getirilmiştir de netekim, tıpkı öncüllerinin maruz olduğu ve ardıllarının olacağı biçimde… Tuhaflık yoktu gerçi, muktedirler nezdinde, her zemin, her daim ve her şart altında en tehlikeli silah, fikirler ve bunların derc edilmesi olmuştur ve de korkarım ki de olacaktır daha uzunca bir vakit, hele ki bir de çok etkili bir dile hâkim, belagatı yüksek biriyseniz ve de üstüne üstlük şiir yazıyorsanız, vay geldi…

Büyük usta Nazım Hikmet’in “düşünene düşman” olanları yazdığı şiir ile bitirelim…

Onlar ümidin düşmanıdır, sevgilim,
Akar suyun
Meyve çağında ağacın,
Serip gelişen hayatın düşmanı.
Çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına:
- çürüyen diş, dökülen et-,
Bir daha geri dönmemek üzere yıkılıp gidecekler,
Ve elbette ki, sevgilim, elbet,
Dolaşacaktır elini kolunu sallaya sallaya,
Dolaşacaktır en şanlı elbisesiyle: işçi tulumuyla
Bu güzelim memlekette hürriyet.
Bursa da havlucu Recebe,
Karabük fabrikasında tesviyeci Hasana düşman,
Fakir köylü Hatçe kadına,
Irgat Süleymana düşman,
Sana düşman, bana düşman,
Düşünen insana düşman,
Vatan ki bu insanların evidir,
Sevgilim, onlar vatana düşman...