Pazar, Ekim 09, 2016

LİSAN-I MİLLİ MEKATİB İRSAL EYLEMEK

"MAHKEMELERDE" SABAHATTİN ALİ
12 Eylül askeri faşist yönetim dönemi; tüm ülkede olduğu üzere, tüm lisan-ı mahalli hitabet men edilmiş, kürsülerden haykıran müstebit, "asmayalım da besleyelim mi?" diye bas bas bağırıyor, yandaşları, şakşakçıları ve sair tüm güce tapanlar avuçları patlayana kadar alkışlıyor... Olsun öykündüğümüz batının dilleri, elin gavurunun konuştuğu diller serbest, İngilizce, Almanca, Fransızca, İspanyolca vs., serbest ne demek, hatta "teşvik" kapsamında, ama canım yurdumun kimine göre 12 milyon kimine göre 20 milyon insanının konuştuğu yani ana dili Kürtçe yasak... Neyse; öyle ya da böyle, o zorla kabul ettirdi ya da öteki liberalliğinden serbest bıraktı, şimdi konuşuluyor, kime ne zararı var... Artık özellikle cezaevlerinin toplama kampı düzeninde olduğu "Türkçe konuş, çok konuş" dönemi artık gerilerde kaldı, umarım bir daha dönülmez o şebek günlere... Gerçi bu durumdan hala rahatsız olanlar var ya... Hem de diğer Türk dünyasına dikkat kesilip oradaki Türkçe konuşmanın yasak edilmesini dile getirip, telin mitingleri düzenleyip, baskılara son verilmesini talep edenlerin alkışlarına mazhar olması da tam da bir karikatür... Gerçi ne beklenir ki, gelinen nokta da, tefekkür yok, empati yok, sempati yok, merhamet yok, acıma yok, üzüntü yok, mahcubiyet yok, ahde vefa yok, rahatsızlık yok, ilgi yok... yok oğlu yok, aldırmazlık var, bana ne var, bana dokunmayan yılan bin yaşasın var, aşağılama var, duyarsızlık var, fobi var, histeri var, düşmanlık var, hoşnutsuzluk var, kafa karışıklığı var, vahşet var, yalan var, dolan var, desise var, başkasının zararına sevinme var, nefret var, şüphe var, kıskançlık var, küçümseme var, var oğlu var... Ve tekrar bu şebekliğin başladığını söyleyenler de var... Allah akıl, fikir ve izan ihsan eylesin, demekten başka çare yok (aslında var)...

Bugünlerde okuduğum; usta Romancı, şair ve hikayeci ve düşünce özgürlüğünün yılmaz savunucusu, uzlaşmaz kişiliği ve muhalifliği ile maruf Sabahattin Ali'nin, mahkemelerdeki savunmaları, iddianameleri, mektuplaşmaları, tanıklıkları üzerine yazılmış yazılarının arasından seçilenler ile, yazarlar Nüket Esen ve Nezihe Seyhan tarafından kaleme alınmış, "Mahkemelerde" adlı kitabın, başlıktaki konu ile ilgili gözlemi ve ilgili belgelerin bir bölümü aşağıda verilmektedir. Mezkur kitap inanılmaz, tanıklık ve yaşanmışlıkları aktarıyor ve buradan anlıyoruz ki, dün de aynı, bugün de aynı... Tıpkı, Neyzen Tevfik'in dediği gibi; değişen tek şey, artık soruluyor olması, yani, eskiden sormadan asıyorlardı, şimdi sorarak asıyorlar...

Sabahattin Ali'nin evrakı arasında bulunan 1899 tarihli bir dilekçe, bir hapishanede yatan zamanın azınlıklarının yazdığı pullu ve imzalı resmi bir belgesi, kolayca anlaşılacağı gibi birilerinin yere göğe sığdıramadığı padişah II. Abdülhamit dönemi, sonraki Abdülhamitlerin değiştirmediği kurallar devam ediyor...

Huzur-ı Alicenab-ı Mutasarrıf-ı Ekremiye;
Acizleri idam ve on beş seneye mahkum olarak sekiz senedir mevkufuz. İptida-yı tevkifimizden bu yana değin memleketimize irsal eylediğimiz mektuplarımız Rumca ve Ermenice ve Bulgarca tahrir edilerek hapishane memurları tarafından lazım gelen muayenelerle postahaneye teslim edilmekte iken bu kere mektuplarımızın Osmanlıca yazılması emir buyurulmuş ise de köleleri fukaradan olup her daim posta ücretinden başka Türkçe mektup yazdırmaya muktedir olamayacağımız gibi şimdiye kadar mektup tahrir ve irsalinde hiçbir güne kusur ve vukuatımız görülmemiş olduğundan lütfen ve merhameten bundan böyle yazılacak mektuplarımızın kema-fissabık muayene ve mütalaasıyla postaya teslim ettirilmesi için lazım gelenlere emir ve irade buyurulmasını arz ve istirham eyleriz. Ol bapta emr ü ferman menlehül emrindir.

28 haziran 1317 (1899)

Hapishane-i umumide mevkuf
İzmirli Üstadi

Mahkumen mevkuf             Mahkumen mevkuf            Mahkemen mevkuf
Rum Milletinden                 Ermeni Milletinden            Bulgar Milletinden
6 imza                               13 imza                              15 imza

Beyan-ı keyfiyet zımnında Hapishane Müdürlüğü Vekaletine
30 Haziran sene 317

Emr-ühavale buyurulan işbu arz-ı hal muhakeme olundu. Mahkumun merkumun memleketlerine yazdıkları mektupları Türkçe yazmayıp lisan-ı millileri üzere yazmalarına müsaade buyrulmasını Türkçe yazmaları lazimeden bulunmuş olmakla icra-yı icabı zımnında huzur-ı alicenap-ı mutasarrıf-ı ekremiyelerine arz u takdim kılmaya ol babda emr ü ferman.

Müdür Vekili                                                              11 Temmuz sene 317
        N.

Kendilerine beray-ı takdim Hapishane Müdürlüğü Vekaletine
11 Temmuz sene 317

Pazar, Ekim 02, 2016

REİSİCUMHUR HAZRETLERİNİ GIYABEN TAHKİR-İ TAZAMMUN

SABAHATTİN ALİ ve MAHKEMELERDE

Cumhuriyet tarihinin, özellikle de ilk yılların çok önemli yazar ve şairi Sabahattin Ali'nin kızı Filiz Ali'de, babasına ait büyük bir sandık dolusu doküman vardır, yargılanmalarını konu alan, gerek mahkemelere yazılan dilekçeler, gerekse de kendisine verilen cevap ve mahkeme kararları  ile mahpus hayatını belgeleyen mektup ve yazışmalar arasından seçilenler ile, yazarlar Nüket Esen ve Nezihe Seyhan tarafından kaleme alınmış, "Mahkemelerde" adlı kitabı okudum. Kitap çok büyük bölümü Arapça el yazıları ile yazılmış olan doküman fotokopileri ile desteklenmiş, önsözünden anlaşıldığı kadarı ile çok sayıda uzman akademisyen tarafından da Latin harfleri ile yeniden yazılmış halleri ile düzenlenmiştir.

Kendisi hakkında çok şeyler okuduğum, Sabahattin Ali ile direk kendi kitabını okuyarak ilk tanışmam; 12 Eylül askeri faşist darbesi sırasında yasaklanan "Benden selam söyle Anadolu'ya" adlı kitabın yazarının doğduğu topraklar olan, bugünkü adı "Şirince" ve İzmir'in Selçuk ilçesine bağlı bu köy için Osmanlıdan bu yana "Sırça Köşk" adlı öykü kitabında yazdıklarıdır, inanılmaz akıcı ve doyurucu bir anlatım tarzı ile... Orada; Şirince için, Osmanlı da "Kırkıca" bilahare de "Çirkince" ve nihayetinde de Şirince'ye dönüşümün hikayesi vardı, herkese okuması için öneririm.

Dönemin, siyasi atmosferini, sosyal ve toplumsal yapılanmasını, politik mevzilenmelerini, kerim devletin kolaylıkla hissedilmesini, tek parti döneminin sıkıntılarını göstermesi bakımından gerek makaleleri, gerek yazıları, gerek romanları ve şiirleri ve de gerekse yazışmaları ile çok net ve sarihtir, Sabahattin Ali. Kitaplarının ve şiirlerinin sık sık soruşturmaya uğraması bir yana, "Yeni Dünya", "Marko Paşa" ve "Merhum Paşa" adı ile maruf gazetelerde gerek kendisinin gerekse de Aziz Nesin'in başı, özellikle de hiciv yazıları yüzünden sık sık belaya girmiştir.

"Mahkemelerde" adlı kitapta da, Sabahattin Ali'nin, genellikle yazdığı yazılar üzerinden hep sorgulanması, takip edilmesi ya da yargılanması ile mahpus olması vardır, baştan aşağıya... Başına neler gelebileceğini bile bile, dönemin ağır topları , Nihal Atsız, Falih Rıfkı Atay, Cemil Barlas gibi isimleri eleştirmeye devam etmesini ve her şeye rağmen özellikle de Nihal Atsız dışında kimseyi dava etmemesini, ancak onu da sadece kendisine "vatan haini" demesi nedeni ile mahkeme verdiğini anlamaktayız yazılanlardan. Diğer taraftan; tarihçilerin üstad-ı azam diyerek uçurduğu, gerçekte ise zaman zaman "nurcu" zaman zaman "bozkurt" zaman zaman ise "Atatürkçü" geçinerek sürekli bir savrulma halinde olan Cemal Kutay'ı, Sabahattin Ali'nin birkaç savunmasında; "Cemal Bey, gazetesinde… parasız çalışmak istemediğim için bana muğber idi." diyerek, asılsız ihbar ve ispiyonların adresi olarak adeta tarihe not düşercesine tespiti vardır.

Sabahattin Ali, bir arkadaş toplantısında okuduğu iddia edilen "Memleketten haber" adlı hiciv içeren şiirde, Atatürk'e hakaret ettiği gerekçesi ile bir ihbar üzerine tutuklanmıştır. Aşağıda tutuklanmasına itiraz ettiği resmi başvurusundan kısa kısa notlar bulacaksınız...

"Konya İkinci Karar Hakimliği Memuriyet-i aliyesine
Reisicumhur hazretlerine hakareti tazammun eden "Memleketten haber" ünvanlı bir şiiri, Yahya ve Namık Beyler'in hanelerinde okuduğum hakkındaki iddianameye itirazımdır.
1- Evlerine ilk defa gittiğim ve yeni tanıştığım bu zatların huzurunda böyle bir şey okumak cesaretini göstermek, delilikten başka bir kelime ile tavsif edilemez. Ben ise melekat-ı akliyesine sahip bir adamımdır.
2- İfadelerine müracaat edilen şahıslardan ifadelerinin tetkiki, muhbirler tarafından şiiri dinledikleri iddia edilenlerin böyle bir şeyden haberleri olmadığının meydana çıkaracaktır. Şu halde muhbirin iddiasının asılsız olduğu, bana şahsen münfail olan Mehmet Emin Soysal Bey ile Cemal Bey'in (Kutay) ve onların ortak ve arkadaşları olan Eyüp Hamdi ve Remzi Beyler'in bana iftirada bulundukları tezahür eder." diye uzun uzun iddiaların mantıksızlığını anlatır, ama ne çare, karar; "Reisicumhur hazretlerini gıyaben tahkir eylemekten suçlu olup 22.12.1932 tarihinde sulh hakimliğince sorgusu icra kılındıktan sonra taht-ı tevkife alınan Konya Ortamektep Almanca muallimi Sabahattin Ali Bey hakkındaki iddianame ve hazırlık tahkikatı açılması iddiasıyla memuriyetine tevdi edilip iddianame sureti mumaileyh Sabahattin Ali Bey'e tebliğ edildiği halde müddet-i kanuniyesi zarfında iddianameye itiraz ettiği ve ikametgah ashabından bulunduğundan kefaletle tahliyesini mutazammın bulunan her iki istida okundu." diyerek uzayıp giden bir safahat söz konusudur. Lakin suçlama ağırdır ve ne yazık ki dava da, bir şiir okuma meselesini aşıp bir siyasal zemine kaymaktadır, eee zaten daha önce görev yaptığı Aydın'da "komünizm propagandası yapmaktan" yargılanmıştır, o halde kafadan suçludur.

Belediye Başkanlığı döneminde, şiir okudu diye yargılanan şimdiki Cumhurbaşkanı da, mağdur edilmiş ve sonrada taltif edilmiştir. Ancak süreç Sabahattin Ali için, hiçte bu kadar hoşgörülü ve de sevimli bitmemiştir, bırakın taltifi, katline ferman olarak değerlendirilmiştir.


Sabahattin Ali'nin bir güzel sözü ile bitirelim; "Bir fikre sahip olmak cürüm değilse ona lisan vermek de cürüm değildir. Zaten fikirlerin ancak lisana inkılap ettikleri zaman fikir oldukları, lisansız fikir tasavvur edilemeyeceği herkesçe malum bir keyfiyettir."

Cuma, Eylül 23, 2016

GENOCIDE OF THE SINTI and ROMA

Almanya ve faşizm üstüne nutuk ve fetva verenlerin büyük ekseriyeti, soykırım  mevzuunu, Adolf Hitler ile başlatır ve onunla nihayetlendirirler, sanki öncesi ve sonrası sütten çıkmış ak kaşıkmışçasına, ama kazın ayağı hiçte öyle değildir... Hitler'in-faşistlerin iktidarı ele geçirmelerinden bir hayli önce, 1926 yılında önce bir eyalette ve bilahare de tüm ülkede geçerli olmak üzere çıkarılan, "Çingene yasası" ile, başta Sintiler (Manuşlar) ve Romanlar olmak üzere, "Valştikarlar", "Gaynikanlar"" "Piomestesi", "Kalderaşlar" vb. gibi tüm Çingene etnik alt grupları, hayat onlara zehir edilecek şekilde düzenlemeler yapılarak, "tembel, çalışmaz, asosyal, hırsız, sadece eğlence peşindedirler" gibi yalanlar ile ötekileştirilip, devlet katındaki zaten ciddi yok olan itibarları toplum nezdinde de yok edilmeye çalışılmıştır. Nazi öncesi durum bu olunca, faşistlerin iktidara gelmelerini müteakip tam anlamı ile bir felaket haline dönüşmüş ve "ari ırk" dışı nitelemesi ile "katli vacip" duruma düşürülmüşlerdir. Biraz daha ansiklopedik bilgi, ana grup "Sintiler" Orta Avrupa Çingeneleri, bunlara "Manuşlar" da denir, ki "Manuş" Sanskritçe "insan" demektir, aslen Hindistan'ın "İndus Nehri" kıyılarından ve Pakistan'ın Sind Eyaletinden geldikleri iddia edilen bu kavimler ne yazık ki, milliyetçiler tarafından hep hedef gösterilmişlerdir ya da hedef olmuşlardır.

Türkçe Etimoloji sözlüğü "Nişanyan Sözlüğüne" göre de; Çingene sözcüğü, eski Türkçede, "fakir, yoksul, miskin" anlamında kullanılmış, ancak yazılı olarak ta ilk kez 1378 tarihinde Yunancada kullanıldığı görülmüş ve Türkçeye de Yunancadan geçtiği tahmin edilmektedir. Eski Türkçede de ilk defa, 1465 tarihinde kullanılmış olduğunu da buradan anlamaktayız. Diğer taraftan, Türkiye'de halen Muğla civarında Cingen, Adana civarında Cono, İzmir civarında Roman, Edirne ve Kırklareli civarında Şopar, Kırşehir civarında Cingan, Diyarbakır civarında Mıtrap, Hatay ve Maraş civarında Abdal diye adlandırıldıkları bilinmektedir.

Almanya'da iktidarı ele geçiren faşistler (nasyonel sosyalistler-naziler), derhal 1926 tarihli yasayı geliştirerek, Roman ve Sintileri de, tıpkı Yahudiler gibi, çoluk çocuk demeden, ari olmayan aşağı ırktan oldukları gerekçesiyle Macaristan, Polonya ve Çekoslovakya’daki, başta Auschwitz olmak üzere Dachau’da, Flossenbürg’da ve diğer yerlerdeki toplama (konsantrasyon-Nazi) kamplarında, Sintiler ve Romanlar tarafından "porjmos" (parçalanmak) diye adlandırılan büyük bir soykırıma tabi tuttular.  Nazilerin, iktidara gelince "Irksal Temizlik ve Araştırma Merkezi" adı altında bir devlet kurumu oluşturularak, soykırıma hazırlandıkları dönemde, Sinti ve Romanlar kitlesel olarak kayıt altına alınarak, ırksal bilirkişi raporları gereğince, bazı kaynaklarda 800.000'e kadar vardırılan, ancak Berlin'de, hemen Bundestag (Almanya Federal Meclisi) yakınında "Memorial to the Sinti and Roma murdered under National Socialism" adlı alanda düzenlenen anıttaki 500.000 Sinti ve Roman, gerek tıbbi araştırmalar adı altında canlı canlı katledilmiş gerekse de topluca katledilmişlerdir. Faşizm; her dönemde, her zeminde ve her şart altında gerçek yüzünü bir kez daha göstermiştir.

Yahudiler gibi büyük bir soykırımdan geçirilmelerine rağmen, Çingeneler, yeterince  politikacıları, sanatçıları ve yazarları olmadığı için kendilerini dünyaya anlatabilecek lobileri olamamış ve soykırıma uğradıklarını bile kimseye doğru dürüst anlatamamışlar, dolayısı ile tüm dünya bu soykırımdan yeterince haberdar olamamıştır. Tüm dünya Yahudi soykırımına haklı olarak sahip çıkıp, üstüne; lobiler, filmler, belgeseller, kitaplar, sivil ve askeri kurumlar oluşturularak, soykırım nedeniyle, Almanya'nın bile Yahudilerden özür dilemesi gibi sonuçlar alınmasına rağmen, benzer soykırıma uğrayan Çingeneleri ağızlarına bile almadılar. İşte tarih yazıcılar da böyle insanlardan oluşmaktadır ya da oluşturulmaktadır, istenilene dürbün tutarak konu büyütülür, istenilmeyene de yine dürbün, ama bu sefer tersten tutularak istenildiği kadar küçültülerek konu anlatılır.
 
Peki; konu Almanya açısından sadece Nazilerin sırtına yüklenerek kapatılabilir mi, zinhar, asla ve kat'a, yukarıda da değindiğim üzere, soykırım fikri 1926 yılında Nazi öncesi dönemde planlamaya başlanır, taa 1970'li yıllara kadar devam edecek, tıpkı 1926 tarihli "Çingene Yasası" gibi, 1953 yılında içerik daha da sofistike hale getirilerek "Göçerler" yasası mucibince benzer davranışlar gösterilmiştir.

Geçenlerde, bir seyahat esnasında; akşam arkadaşlarımızla Yunanistan'ın Kavala kentinde bir meyhanede "uzo" içerken yanımıza 12 yaş civarında esmer, son derece bakımlı bir çocuk gelerek, sattığı güllerden satın almamızı, hem de çok düzgün bir Türkçe ile söyleyince, Türkçeyi bu kadar düzgün nereden öğrendiğini sorunca, "ben Çingeneyim" dedi, benim ise "ben de Çingeneyim ama Yunanca bilmiyorum" demem, oturduğum arkadaşlarım dışında kimse tarafından duyulmadı anladığım kadarı ile...

Böyle gelişen gecede, Kavala gecesinde, yukarıda bahsettiğim konu üstüne arkadaşlarla koyu bir sohbete daldık. Arkadaşlarımın konu hakkında ne kadar da bilgili olduklarını bu vesile ile öğrenmiş oldum... Tuhaf olan şu ki; "gamalı haç"ı Hindistan'dan alıp, kendine sembol yapan faşistler, yine iddiaya göre Hindistan kökenli "Sinti"leri gözlerini kırpmadan soykırıma tabi tutmuşlar.

Pazartesi, Eylül 19, 2016

PARAGUAY'IN KARA BELASI ALFREDO STROESSNER

Dünyanın başına genel kara bela Amerika Birleşik Devletleri (ABD), kendisiyle bihakkın emir-komuta zinciri içinde çalışan CIA, NATO, BM (Birleşmiş Milletler), Dünya Bankası, IMF (Uluslararası Para Fonu) vs. vs. gibi kuruluşlar vasıtasıyla, kontrol dışı kalabilmiş birkaç sosyalist ya da bağımsız ülke dışındaki tüm ülkelere şu ya da bu seviyede ayar vermeye dün olduğu gibi bugünde devam etmektedir. Meşum ve gudubet davranışların dünya çapında 1 numarası olan bu ülke, mezkur kuruluşlar vasıtasıyla, ekonomik ya da siyasi olarak dünyaya nizam vermeye dört koldan devam eder, kendi genel kara belası olma durumunu sürekli olarak etkisi altındaki mezkur ülkeler içinde tayin eder. Hattı zatında, ABD'nin Latin Amerika halklarına karşı yürüttüğü kirli savaş, ABD'nin 1823 yılında ilan ettiği "Monreo doktrini" çerçevesinde olmuş olup, saldırılar geometrik artış gösterirken, kıtada yaşanan yüzlerce faşist askeri darbenin, ABD'ye kazandırdığı milyarlarca dolar yanında, kıtanın milyonlarca onurlu insanının diktatörlükler pençesince hayatların kaybetmesine neden olmuştur.
Hani birileri çıkar da, Latin Amerika tam anlamıyla bir İspanyol ve Portekiz kolonisi iken, nasıl olur da şimdilerde tam bir ABD arka bahçesi haline geldi, diye soracak olursa; erken dönemde kolonileşen Latin Amerika, İspanyol ve Portekiz orta çağ ve kapalı, korumacı, tutucu, bağnaz, hoşgörüsüz, dogmatik ve hiyerarşik emperyal kuruluşlar tarafından şekillendirilmiş olması hasebiyle, sonradan açık ya da gizli her işgalciye davetkar tutum göstermiştir. Peki kolay olmuş mudur bu davetkar tavrın tesisi, zinhar, hayır, ancak ABD Emperyalizmi başlangıç itibari ile İspanyol ve Portekiz kolonistleri tarafından mıntıka temizliğine tabi tutularak mümbit hale getirilmiş, ta ki devir teslime kadar, ama asıl çaba ondan sonra gösterilmiş,  büyük uğraşlar ve yatırımlar yapılarak ABD tarafından ehven hale dönüştürülmüştür. Nasıl mı olurmuş, yatırımdan (paradan) haber ver, her ülkeden sınırsız destek (satılık) üretmek mümkün olabiliyor, yaygın bir şekilde muhatap ülkeden eğit(il)mek üzere, Pentagon, West Point gib ABD içinde ve başta Panama olmak üzere sayısız "üs ülkede" kurulan ajan yetiştirme okullarında, hedef ülkelerden asker davet edersiniz, yine yaygın olarak üniversitelerde eğit(il)mek üzere burslar (fulbright, Rockfeler bursu vs. vs) vasıtası ile akademisyen, gazeteci, avukat, mühendis ve müteşebbis gibi her türlü meslek grubundan insanı davet edersiniz, bal gibi olur... Gerçi şimdi bu okullardaki kafa yıkama-ütüleme yöntemleri yerel okullara taşınarak, tepki oluşturmasının önüne geçmiştir, hülasa artık ABD yabancı askerleri kendi topraklarına getirerek tepki almaktan ise, ABD sistemini, yetiştireceği memleketin çocuklarının ayağına getirip tepkilere türban geçir(il)miştir.
Bu kadar uzun bir girişin ardından, ABD'nin Latin Amerika ülkelerinde yarattığı, halkına düşman, gaflet ve dalalet ve hıyanet içindeki bu heyulalardan, bu iktidar sahiplerinden, şahsi menfaatlerini, müstevlilerin ekonomik ve siyasi emellerine tevhit etmiş güruhtan bir kısmını, birkaç yazıda hatırlatmak istiyorum.  
Alfredo Stroessner Matiuda (1912-2006); Paraguay'ın eli kanlı diktatörü, hile, hurda, desise ve korku ile Latin Amerika'nın en uzun süren yönetimini oluşturmuştur. Eğitim ve öğretiminin anlatılmasının herhangi bir öneme haiz olmaması nedeniyle, değinmeye değmez buluyorum. Bu kabil peynir kafaya sahip her askerin başına gelenler bu muhteremin de başına gelir ve 1951 yılında başına geçtiği Paraguay silahlı kuvvetlerini, gizliden ve çaktırmadan (aslında çaktırarak) yapacağı darbenin şartlarını hazırlaması için kullanmış, nihayetinde de "şartlar oluşunca" darbe gerçekleşmiş ve bilahare yapılan göstermelik bir seçimle "tek aday" olarak girdiği seçimlerden devlet başkanı (diktatör) olarak çıkmıştır. Oluşturulan vasat nedeni ile; para politikaları istikrar bulmuş, dış destek artmış, uzun vadeli krediler gelmiş ama insan hakları yerlerde sürünmüş, demokrasi kapıdan giremez olmuş, hukuk zinhar yok hale gelmiş... Ehhh ABD desteği de; Latin Amerika'daki "bağımsızlık ve sosyalizm" mücadelesini de eziyor ya, CIA, NATO, BM (Birleşmiş Milletler), Dünya Bankası, MF (Uluslararası Para Fonu) gibi uluslararası kuruluşlar vasıtası ile canıma minnet açıklaması şeklinde oluyor... Bir taraftan sömürüye devam diğer taraftan komşu ülkelere uygulamalı örnek, daha ne olacak, ABD'nin canına minnet... Evet, mezkur diktatör döneminde, para istikrar buldu, enflasyon düştü, yeni okullar, yeni yollar, yeni sanayi yatırımları yapıldı ama milli gelirin yarısı muhterem diktatörün iktidarını koruması için, kah türbanlı (örtülü) ödenek, kah açıktan bütçeden aktarılan büyük paralarla, sivil (aslında daha yoğun askeri) ve askeri örgütlenme kotarıldı... Göstermelik meclis tam anlamıyla, muhteremin işaret parmağının hareketine uygun adım marş düzenleniyor, yargı, ta ki sıradan mahkemelerdeki mübaşirlere kadar (abartmasız) dizayn ediliyor, yüksek yargı asla ve kat'a hiç bir yasa değişikliğine bile ses çıkarmıyor, öyle ki muhterem tam anlamı ile 2 kez kökten anayasa değiştiriyor... Öyle zırt pırt yasa ya da yönetmelik değiştiriliyor diye bağıranlara ithafen... Konuşması gerekenler yiyince tüm dutları, bülbüller dutsuz kalıyor, işte... Nihayetinde geldiği yöntemin benzeri ve bizatihi kendisi tarafından legalize edildiği biçimi ile, geldiği gibi gidiyor...
Sığındığı Brezilya da, sürgünde yaşadığı 17 yıl sonunda 93 yaşında öldüğünde, mirasçılarına gerçek manada ne miras bıraktığını bizlerin bilmesine imkan ve ihtimal bulunmadığı aşikar olup, insanlık tarihine bıraktığı en önemli miras ise, kan, gözyaşı ve kendisini nefret ve lanet ile yad eden milyonlar olmuştur.

Çok şükür ki; bizden çok uzak coğrafyada ve askerler tarafından yapılan kötülükler, oysa siviller bu kabil densizlikleri yapmazlar, değil mi? 

Pazar, Eylül 11, 2016

MÜŞTEBİH-İ HÜDAVEND

Memleketin birinde, kafayı iç düşmanlarla yemiş bir cengaver Hüdavendigar varmış, tam layığı ile maraz-ı vesvese olan bu muhterem, önüne her gelene ve kendisine yaren gördüğü zevata mutlaka, iç düşmanları sorar, iç düşmanlarından korkularını anlatır, derci derd ile derman soruştururmuş. Sürekli bir kuşku, korku ve tedirginlik ile varsa yoksa "iç düşman, iç düşman" der sayıklarmış. Artık rüyalarına bile girip kendisini teslim alan bu iç düşman tehlikesinden nihayetinde "cesaret ya resulallah" deyip kurtulma kararı verir...

Derhal "heyet-i vükela-i akıldane" toparlanır, sual-i istifham ve vesvese üzerine istişareler yapılır, kendilerine tevdi edilen vazife-i mühim üstüne ayrı ayrı kafa yormaya başlayan zevat, meşreplerine çokta denk gelen bir biçimde zat-ı şahanelerine tek tek müracaat eder, karar-ı münasiplerini arz ederler.

En sadık-ı akıldane karar-ı münasibini; "devlet-i ahali, aç kalsa, susuz kalsa, her daim, şükr müessesesine sıkı sıkıya bağlı olup, kuzu misali sessiz gibidir maaşallah" deyip başlar, anlatmaya... "Kuzudur şüphesiz ama lakin içlerinde redd-i biat nam-ı diğer "aktaşlılar" diye bir grup vardır, bunlar herhangi bir fırsata haiz durumda behemehal ahalinin önüne düşer, ahaliyi cesaretlendirir, ahalinin de asi davranışlar göstermesine sebep olur, bunlar ki, Allah Muhafaza, müesses nizama düşmanlık bellerler ve belletirler, o kadar ki, saraylara bile hücum edecek cesareti bulurlar kendilerinde mazallah, bu sebeple görüşüm odur ki, hudud-u memalik dahilinde, her nerede bulunurlarsa bulunsunlar, tez elden derdest edilip, huzur-u muhakamede usulü derecesinde aktaşsız edilmeleri dinen ve aklen vaciptir. Memelik-i hüdavendinize "aktaşlı" adam ihtiyacı yoktur, bilakis, tak diye emrolunca şak diye fiil-i arz eyleyecek ferikler luzum-u ihtiyaçtır."

Hüdavend hazretleri; fikr-i mutabakat içinde, derhal, "icraat ya resulallah" deyüp, hudud-u memalik dahilinde her köşeye dellallar çıkartılıp, her kim ki, "aktaşlı" teslim ola, olmaz ise, her kim ki "aktaşlı" tanıya ihbar eyleye, kim ki ihbar eyleye 3 kese altın ile yetmezse 5 kese altın ile ihyaya..." vs. vs.
Ahali içinde, ihbar müessesi gayet güçlü, muhbir olmaya hevesli o kadar çok muhterem vardır ki, gelen ihbarların gereğini yerine getirmekte zorlanılır ve şükür ki nihayetinde sağda-solda-kıyıda-köşede ne kadar babayiğit "aktaşlı" varsa derdest edilir. Huzur-u ahalide sıra sıra mengeneler kurulur, "aktaşlı" babayiğitler mengenelere sıra sıra dizilirler, canhıraş bağırtılar, inlemeler arasında günler boyunca amel-i hadımat icra edilir... Tüm kötülüklerin, olumsuzlukların müsebbibi tayin olunan "aktaşlı" zevat, artık yoktur... Artık işlerin kötü gitmesinin müsebbipleri ortadan kaldırılmış olup, memalik'in önü aydınlıktır, parlaktır, memalik uçuşa hazır ve nazırdır gayri... Daha önceleri işler kötü gidince sadr-ı azam ya da nazır kellesi alan hüdavendler, vakta ki müşkülatların çözümünün bu olduğu konusunda inanırlıklarını kaybettiler, derhal bir ileri hamle daha gerçekleştirip, "aktaşlı" diye bilinen bu musibetleri, "aktaşsız etmeyelim de besleyelim mi" deyü tamamen yaşı küçük, büyük demeyip derdest etmişlerdir.

Gerçi, tak diye emrolunca şak diye fiil-i arz eyleyecek ferikler, asla ve kat'a, biz beceremedik, batırdık tüm memalik'i dememiş ama olsun yine de biz değil onlar suçludur, edasından zinhar vazgeçmemişler ve tüm bu babayiğit "aktaşlılar" aktaşsız edilmelidir fikrinden ricat etmemişlerdir.


Aradan geçen seneler seneleri kovalar, asıl düşmanın dışarıda olduğunu bilmesine rağmen, müstevlileri ile siyasi emel tevhidinde bulunma gayretkeşliği içindeki muktedirler, harici bedhahların iştahını iyice kabartırlar ve artık memalik, başta tüm kaleleri olmak üzere, tersanelerinden tutun da imalathanelerine kadar bir fiili işgal altındadır, tüm şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere de, gaflet ve dalalet ve hatta hıyanet içindekiler şahsi menfaatlerini, harici bedhahların siyasi emellerine turkuaz halı sermişlerdir. Fakr-u zaruret içinde kıvranan halkı gördükçe, memalik-i perver birkaç ferik fiili işgale karşı çıkmak arzusuyla, yanıp tutuşur ama "aktaşlı" babayiğitlere ihtiyaç vardır, ve ne yazık ki artık "aktaşlı" babayiğitler yoktur, onların yerini, bırakınız gelsinler, bırakınız yapsınlar, gerekirse nar-u necaset ile bir ömür geçiririz, bize biz yeteriz, diyen aklı kıt, duygusu ve biatı sonsuz, memalik oğlanları vardır... Artık, memalik boydan boya hiç direniş göstermeden, hatta alkışlar eşliğinde, küffara teslim edilmiş, küffarın mümessilleri bankerler, papazlar, patrikler, işgörenler, dahili müttefiklerinin "ehl-i islam, diyanet-i vatan, akide-i milliye" nidaları ile hoş gelmişlerdir. Riyaset-i ticariye, riyaset-i siyasiye, harici bedhahların nihayetsiz iştahası karşısında eklemlenmiş vaziyettedir artık... Allah selamet versin...

Pazartesi, Eylül 05, 2016

KATI-UT TARİK

Muhteremin biri bugünlerde; "Güney Amerika’da faaliyette bulunan bir eşkıya benim liseli gencimin yakasında, göğsünde olamaz" sözü ile iyice geride ve silik kalan siluetini projektör ışıklarının altına tutarak tekrar öne "fırlamak" istemiş ve başarmıştır. Muhtemelen mezkur muhterem konu ile bilgi sahibi değil, bilgi sahibi olmaya niyeti de yok... Konuşuyor işte damara şırınga misali işkembe-i kübradan...

Muhteremin; işkembe-i kübradan atışlarında yer alan sıfat üstüne neredeyse tüm sözlükleri tarayarak yaptığım dökümü aşağıda bulacaksınız... Bakın bakalım o sıfat ile tariflenen insan Che olabilir mi?

Muhteremin haksız, mesnetsiz ve ne yazık ki basiretsiz üstüne üstlük isabetsiz bir açıklama ile hedef yapmak istediği zat ise; başta Küba olmak üzere, ayrıkotları sayılan amerikanperverler hariç, tüm dünyanın takdirini toplamış siyasi ve askeri bir dehadır... Sen beğensen ne, beğenmesen ne... Seninki hamamda türkü çığırmanın arapçasıdır, burdan öte köy olmaz... O birliğinin başında giderken, sen birliğe bile gitmeyenlerden olduğundan bunları anlayamazsın, tabii ki...

eşka: En şaki, haydut, eşkiya, katı-üt tarik.
güruh-i eşkiya: Eşkiya takımı, haydut güruhu.
hayadid: (Tekili: Haydud) Haydutlar, eşkiyalar.
haydud: (Haydut) Yol kesici. Dağ hırsızı. Eşkiya.
haydud: Eşkiya, haydut, yolkesen.
hayta: Serseri, serkeş kimse.
hirabe: 1. Şehir dışındaki yerlerde yapılan eşkiyalıklara katılma. 2. Dağlarda yapılan haydutluklarda bulunma.
ızbandut: 1.Eskiden Rum korsanlarına verilen addır. 2. Haydut, yolkesen, şaki, eşkiya. 3. İri vücutlu, korkunç.
katı-ut tarik: Yol kesen, eşkiya.
komita: (Slavca) Maksadına ulaşmak için ekseri silah kullanan, siyasî, gizli ihtilaki cemiyet. Eşkiya.
korsan: (itl.) 1. Deniz haydutu. Deniz eşkiyası. 2. Başkaların haklarını zor kullanarak yiyen kimse. 3. Bir hakkı izinsiz olarak kullanan.
kutta-i tarik: Yol kesenler, eşkiyalar, haydutlar.
mindel: 1. Hırslı, doymaz ve açgözlü insan. Yırtıcı kimse. 2. Zorba, eşkiya.
rehzen: Yol kesen, haydut, eşkiya.
şâki: 1. Haydut, yol kesici, eşkiya. 2. Allah'ın rızasına ve âhiret mutluluğundan yoksun olan kimse, bahtsız.
şekavet: 1. Her çeşit kötülük içinde olmak. Belâ ve zillete düşmek. 2. Sıkıntıda kalmak. 3. Haydutluk, eşkiyalık.
şeng: 1. Neşeli, kıvrak. 2. Haydut, şaki, eşkiya.


Diğer taraftan zaten "Che"yi göğsünde taşıyanlar neden senin gençliğin olsun ki; senin gençliğinin ne olduğunu biz çok iyi biliyoruz, Che kahramanca ülkesi tanımı yaptığı bir yerde bağımsızlık mücadelesi lideri iken, senin gençliğinde ABD askerleri gelecek diye umumhane duvarları boyanırken, sen 6. Filo'yu kıble tutarak namaz kılanların lideri idin... Aranızda daha çok fark var da, söylemenin sıkıntı yaratacağı malum-u alilerinizdir... Siz anladınız...

Eeeee muhtereme kızılır mı? zinhar, zaten kendisi, kendisini pek bir güzel şekilde; "bütlal-ı Batista" olduğunu zımnen beyan etmiştir. Eee tamam, sizde sizin gençliğe, Diktatör Batista'nın fotoğrafları yapıştırılmış tshitler bastırın ve dağıtın giysinler, hatta bence dünyanın tüm ABD uşağı diktatörlerinin fotoğraflarının olduğu fotoğrafları da bastırıp dağıtın... Malumun ilamı olsun bari, resmen...

Muhtereme söylenecek çok güzel laflar vardır da; demeyelim... Ömer Hayyam'a ait olduğunu zannettiğim baba bir söz ile konuyu kapatalım;
"Kör cehalet çirkefleştirir insanları.
Suskunluğum asaletimdendir.
Her lafa verecek bir cevabım var elbet
Lakin bir lâfa bakarım laf mı diye,
Bir de söyleyene bakarım adam mı diye"

Pazartesi, Ağustos 15, 2016

TEL DOLAP


Çocukluğumuzun en önemli mutfak eşyalarından biri sayılan, ama ona sahip olmanın nasıl önemli olduğunu o günleri yaşamayanlarında asla kavrayamayacağı, çünkü dönem itibari ile sahip olamayanlarının da sayısının hiç az olmadığı bilinmektedir ki, masif ahşap malzemeden üretilmiş, pervazları arasına, sinek ve böceklerin girmesini engellemek için tel ile kapatılmış, hava sirkülasyonuna müsait olması nedeni ile de kısa sürede bozulma ihtimali olan yiyeceklerin korunması ve saklanması için kullanılan bir dolap türü olup, teknolojiye teslim olan mutfak gereçlerindendir. Kolayca bilineceği üzere, şimdiki taklitlerine hiç benzemeden, masif ağaçtan imal edilen, genellikle önde bir sağa açılan bir sola açılan 2 kapağı olan, içinde ise yukarıdan aşağıya 3 ya da 4 rafı bulunan, telli bölümün alt tarafında ise tel ile kaplanarak korunmasına gerek olmayan fasulye, nohut, soğan, sarımsak ve patates gibi malzemelerin konulabileceği 2 ya da daha fazla çekmecesi bulunan, etrafı adının da geldiği "tel" ile kaplı bulunurdu. Pişirilmiş yemeklerin, dolabın etrafının tel ile kaplanmış olması nedeni  ile oluşan hava sirkülasyonundan ötürü kısa süreli de olsa muhafaza edilen, kapakları soğuması için açık bırakılan tencereler içindeki yemeklerin rahiyalarının etrafa misler gibi saçılmasına binaen her daim bir iştah açıcı durumunun oluşmasına neden olurdu... Gerçi bizim evde, "aslan babam"ın başta et gibi, çabuk bozulan yiyeceklerin ve görece uzun süreli muhafaza edilmesi gereken yemeklerinin korunması için çok daha pragmatik bir yöntemi vardı, mezkur yiyecekler sepetin içine güzelce yerleştirilir, o zaman tam da evimizin kapısı önündeki bahçemizin evin kapısına yakın bölümünde yer alan su kuyusu içine uzun bir ip ile sarkıtılır, sepet suyun hemen üstüne gelecek bölümüne gelince de, ipin bağlanarak sabitlenmesi ile gerçekleştirilirdi. O nedenle bizim tel dolabımız başta ekmek olmak üzere bazı başka yiyeceklerin saklanmasına yönelik ve hayli küçük bir şeydi. Bazı aileler ise, daha teknolojik yaklaşım gösterir, hemen hemen canım yurdumun, her ilçesinde bulunan buz fabrikalarında üretilen kalıp buzların satıldığı mekanlardan ihtiyaca binaen yeterince büyüklükte buz kalıpları alınır, bazı ilçelerde ise mahallelerde buzcular bulunurdu, satın alınan buz çuval parçasına sarılır ve güzelce ip ile bağlanır ve ipin ucundan tutularak eve götürülür idi... Buz satın alınması işi, bundan mahrum kalmış aileler için ama özellikle de çocuklar için büyük bir yara olarak kalırdı, öyle hatırlarım, hani buz satın alanların "ohhh buz gibi su içiyoruz" diye anlatışları bile, buz satın alamayanların boğazlarında bir serinlik yaratırdı. Bir de toprak testiler vardı ki; suyu dönem itibari ile görece soğuk tutan kaplar idi, ama biz testiyi sadece tarlada kullanırdık, bizde bu ihtiyaç her daim soğuk su bulunan ve nerdeyse tüm mahalleye hizmet veren su kuyusundan giderilirdi.

Tel Dolapların süslediği mutfaklar; varsa yerden yaklaşık 80-90 cm. yukarıda mozaik kaplama olan tezgahları da alt bölümleri, lastik üzerine geçirilen perdeler ile kapatılır ve genellikle içerisinde tencere ve küçük kazanlar bulunurdu, hemen tezgahın üstünde ise muhtelif raflardan oluşan kap-kacak, tabakların yerleştirileceği "sahanlık" denilen bir bölüm bulunurdu, gerçi bu düzen her eve göre farklılıklar arz ederdi... O dönem sahip olunan, bakır kap-kacak ve tencereler ve bunların kalaylanması ve kalaycılar konusunda önümüzdeki dönem bir yazı da yazmayı düşünmekteyim, hani o şimdilerde büyük şehirlerde tekrar memnuniyetle gördüğüm "tencere" yemekleri yapılır ilanları var ya, aha da o yemeklerin pişirildiği tencereler... Tel dolap üstüne yazılan bu yazıdan zannedilmesin ki, teknolojiye burun kıvrılıyor, "ahh bir tel dolabım bile yok" denilmek isteniyor, zinhar, ancak o ki, teknoloji yoksunluğuna tekabül eden dönemin, evlerde her gün taze yemeklerin pişirildiği, tüketilecek kadar pişirilen ve pişirildiği kadar tüketilen ve canım yurdum insanın bel kalınlığının bugünküne göre yaklaşık %30 daha az olduğu dönemdir, başım üstüne, şüphesiz şimdilerde nostalji adına evlerinde bu tel dolaplardan bulunduran zevat, ne yazık ki yeterince tembel olup, hazır yiyeceklerin esiridirler, aha da mevzuu budur...

Bakıyorum da; şimdilerde, her maksada haiz ve amade, 2, 3 ve 4 kapılı buzdolapları imal edilmekte, hafif dondurucular , derin dondurucular, soğutucular vs. vs. Hazır gıda ve dondurulmuş gıda sektörünün akıl almaz ve devasa büyüklüğü, hazır gıdanın ya da dondurulmuş gıdanın, zaman fukarası günümüz insanı açısından kısa sürede löplenme ritüeline dönüştürülmesine aracı, kızılötesi ışınlarla anında ısıtma ya da pişirme yapan fırınlar, ve sonuç, kaybolan ya da kaybolduğu savlanan ağız tadı, beslenmeye koşut artan sindirim rahatsızlıkları ve eczanın ve tıbbın imdada koşusu, ama bu arada, gerek elektrikli ev aletleri, gerek dondurulmuş ve hazır gıda sektörünün ve de gerekse de ilaç sanayinin ulaştığı hormonlu yapı ve yarattığı devasa artı değer ve sömürüsü, inanılmaz...

Şimdilerde; geçmişe özlem duyanların ama sadece özlem duyanların, nostalji adına ve dekoratif amaçlarla, moda adına, güzelleme adına, bir çuval para vererek satın aldıkları ama bir türlü hiç bir fonksiyon yükleyemeden  mutfak ya da kilerlerindeki müstesna köşeye yerleştirdikleri, allı morlu boyanmış bir dolap türü olup her şeye rağmen bulunduranlara mutluluk veren onları yer yer de keyiflendiren ve gururlandıran bir pozisyondadır, "TEL DOLAP". Sözde demokrasi savunucusu ve özde penguen belgesel dizisi mucidi zevatın protestosuna devam...

Pazartesi, Ağustos 08, 2016

TAHARET ve TAHARET MUSLUĞU

Yıllar önce, bir arkadaşımla birlikte gittiğimiz bir yurt dışı seyahatinde, yapılan sohbetlerden birisi de “taharet” konusu olmuş ve arkadaşım (h.k.) bu konu üstüne benden bir yazı beklediğini söylemiş idi. Tam da bugünlerde penguen belgesel dizileri yazma kararı almam üstüne, İMO’dan (İnşaat Mühendisleri Odası) bir arkadaşımızın (v.y.) konu ile ilgili facebook üzerinden paylaştığı aynı başlıklı bir yazıyı gördüm ve konu üstüne güzellemeler oluşturma kararı aldım… Bu arada da hormonlu ve parlatılmış hatta şişirilmiş demokratlara da selam göndermeyi atlamayalım, Allahın selamı üzerlerine diyerek, devam edelim…

“Doğu” diye burun kıvrılan İslam ya da Türk uygarlığı, dübür yıkamaktan aceze, “batı” diye arş-ı azam edilen tüm kefereye, “Tahir” olabilmenin tılsımlı icadını iftiharla takdim buyurmuştur. Bu konudaki kelamın azameti karşısında, oluşan hafif gülüşmelerin farkındayım, lakin kefere memleketlerinde bulunup ta, taharetlenmede acze düşmüş zevat ne demek istediğimi çok iyi anlayacaktır, eminim. Doğu dünyasının batı dünyasına, tek kale oynayıp, pozisyon vermeden galebe çaldığı ender konulardan biridir, “taheret”, elhak… Doğu uygarlığının fertlerinin gâvur ellerinde, taharetlenme konusundaki müşkülatlarına binaen, “taharet musluğu” gibi, çok gerekli, çok kullanışlı, çok yararlı bir icadın, nasıl olur da, neredeyse bilimsel buluş ve icatların tamamına imza atmış batı dünyası tarafından düşünülememiş olması karşısında da acze düşmüşlerdir. İşte bu acz ve fakr-u zaruret fikriyatı bu kadar gazlanır ve hormonlanırsa, taharet musluğu gibi harika bir buluşun mucidi bir ırkın afadı, teyennüm ve tarladaki taş kullanımı konusundaki acziyeti de hemencecik unutur ki, müşkülatlarını unutmak vukuat-ı adiyedendir kendilerince ve ne kadar gururlansalar da yeridir. Gerçi ehl-i müslüm zevatın bir kısmı, özellikle Arap dünyası ülkelerinde aslında alaturka tuvaletler için planlanmış ama ne yazık ki klozeti de batıdan ithal etmeleri nedeniyle diğerlerinde de kullanılan, taharet musluğuna bağlı bir hortum ve hortumun ucunda küçük çaplı duş başlığı benzeri mekanizmadan oluşan,  “taharetmatik” denilen bir alet kullanmaktadır ama asla icat olarak klozetteki benzerine, sosyal ve siyasi açıdan yaklaşamaz.

Doğu dünyasını küçük göstermek ve görmekten asla ödün vermeyen bu kefere takımı, uzun yıllardan beri, “Türkler ve Müslümanlar hiçbir şey icat edemezler” fikriyatının bataklığına saplanmış olmaları hasebiyle, bu müthiş icat karşısında fikir değiştirmiş durumuna düşmemek adına, bu müthiş icadı kullanmama konusunda çok kararlı olduklarını göstermektedirler. Def-i hacetini müteakip dübürünün suyla irtibatının olamayışı neticesinde dübüründe her daim necaset bulunma ihtimali yüksek olan ırkın afadının maksad-ı husumet veçhiyle daha da uzun süreler bu müthiş icadı kullanmayacakları anlaşılmaktadır, gerçi kefere ellerinde yaşayan vatandaşlarımız sayesinde bu çok gerekli, çok kullanışlı, çok yararlı bir icadın çok yavaş ta olsa, batı dünyası evlerinde ya da işyerlerinde yer aldığı müşahede edilmektedir. Beklenen ve hatta umulan odur ki; bu artış zaman içinde geometrik dizi takip ederek, tüm cihanı fethetsin…

Gerçi; Batı Dünyası, Doğu Dünyasının taş kullanımına alternatif olarak sonradan tuvalet kağıdı diye bir icat ile ileri bir hamle yapmış olsa da, bilahare yaşanan, tuvalet ve kanalizasyon tıkanmaları karşısında düştüğü acz üstüne “tuvaletlere tuvalet kağıdı” atmayın diye koca koca uyarı yazıları yazmak zorunda kalmıştır… Eeee be adam, su temin eden taharet musluğu olmaz ise, kullanacağın tuvalet kağıdı miktarının çok artacağını hatta her def-i acedin bir rulo tuvalet kağıdına tekebül eden bir faaliyet olacağını ve bunun defi konusunda müşkülata düşüleceğini bile hesap edememişsin, ne diyeyim… Gerçi Batı uygarlığının geliştirdiği “bidet” (bide) uygulaması yaygın olmasa bile, kullanımı biz doğulularca bilinmekte ve uygulanmaktadır. “Bidet” (bide) icadına rağmen kendilerinin bile bu uygulamayı en azından biz doğululara üstün bir hizmet sunulması adına sadece otellerde de olsa yaygınlaştırmamış olmaları hayrete şayandır. Her türlü zorluğa efsunlu necip milletimizin aslan fertleri bu zorluklar karşısında, sorunun çözümüne yönelik, somut durumların somut analizine dayanarak, klozet’in banyo bataryasına yakın tuvaletlerde, banyo bataryasının hortumu ile, aksi takdirde tuvalet kağıdının iyice katlanarak ıslatılması vasıtası ile silme yaparak ya da önceden hazırladıkları boş içecek şişelerini kullanarak, ya da şimdilerde kullanılan “ıslak mendiller” vasıtası ile silme, ya da eylemi gerçekleştirmeden içinde biriktirerek gavura necasetini bile teslim etmemek gibi, çözümler üretmişlerdir.

Aman Allahım; uzun yıllar sonra, eğer dünyada çok ciddi bir su sorunu yaşanırsa, mezkûr döneme tekabül eden torunlarımız, “ulan ne rezil atalarımız varmış, dübürlerini bile su ile yıkıyorlarmış” diye de bizi anacaklardır diye korkmaktayım mazallah, düşünebiliyormusunuz… Diğer taraftan; Taharet musluğu ve borusu kullanamadan yurda dönen necip milletimizin afadı muhteremler, “azizim, bu gavurlar çok pis millet, dübürlerini bile yıkamasını bilmiyorlar” diyor ya, yanarım da ona yanarım, daha düne kadar tarım ağırlıklı ve de ailece ve ilkel koşullarda tarım erbabı ve ne yazık ki taş ötesi bir mucize ile tanışmamış milletten bu kadar çağdaş bir çıkış, bravo…

Diğer taraftan necip milletimizin asil temsilcilerinin, taharetlenmenin, taharet musluğu ve tuvalet kağıdı gibi 2 komponentli uygulamasına daha hala alışamamış olması hasebiyle, umumi tuvaletlerdeki, taharet musluklarının necasete bir şekilde dokunmuş ellerle açıp-kapatmaları nedeniyle, teşhid-i sirayet üzre mikrobik taşımalar konusunda ne mahir durumda olunduğunun da ayrıca bir alamet-i farikasıdır. Dolayısı ile tecrübe ile sabit olan dübür-el ilişkisi neticesinde teşhid-i necasetin men edilmesinin ya da minimize ediliyor olmasının yegâne yolunun, taharet suyu ve tuvalet kağıdından oluşan 2 komponentli yapıyı mutlaka ve mutlaka kullanmaktan geçtiği aşikardır. Lakin yine de siz siz olun, umumi tuvaletlerde, sizden önceki müşterilerin ayakta def-i tebevvülü nedeni ile sirayet-i tebevvüle dikkat kesilerek taharet musluklarını kullanın, aksi taktirde temas-ı tebevvül neticesi mikrop taşır hale gelebilirsiniz, diyelim, faydalı bir hizmet tavsiyesi adına… Yine meraklısına sunulması elzem bir hizmette; taharet musluğu ve borusu asla, alaturka tuvaletlerdeki çeşmeler ve hemen yanlarında dübüre su nakline haiz maşrapalarla karıştırılmamasıdır.


Etimolojik sözlük denince akla gelen “Nişanyan Etimolijik Sözlüğü”ne bakılınca; “Taharet” Arapça kökenli bir sözcük olup, temiz, pak anlamındaki “Tahir” kökünden türetilmiş ve temizlenmek, paklanmak anlamında kullanılmaktadır. Türk Dil Kurumu (TDK) Güncel Büyük Türkçe Sözlük ise; “taharet” için, 1. Temizlik, temiz olma. 2. Sidik ve dışkı yapıldıktan sonra suyla temizlenme. 3. din b. İslam dini inanışlarına uygun olarak yapılan temizlik.” biçiminde bir tarif yapmaktadır.

Pazar, Temmuz 31, 2016

FLİT

Penguen belgesel dizilerine devam ediyoruz, memlekette demokrasi karşıtlarının “demokrasi” havarisi kesilmesinin son bulmasına kadar da devam edeceğiz, öyle gerekiyor… Şimdilerin şişirilmiş, parlatılmış ve hormonlu demokratları varken bize de bu rol düşüyor, başta da Ahmet Hakan’a selam kabilinden… Eğer ki bu dizilere, “yahu gündem ne, sen ne yazıyorsun” diye itiraz eden olursa, “arkadaş senin itiraz etme kültürün de mi vardı” diye cevap vereceğim, bundan kelli…

Bir zamanlar; şimdilerde olduğu üzere, her haşereye ya da uçucu böcek ya da sineklerle mücadele için ve de her birine ayrı ayrı olmak üzere çeşit çeşit aerosoller, spreyler ya da püskürtücüler bulunmaz idi… Tüm bunların yerine, bir tarafı ile püskürtülebilen kimyasal bir tarafı ile de bu püskürtmeyi temin eden, bisiklet pompasının ucuna sanki kimyasallar için yerleştirilmiş bir haznesi bulunan aletler kullanılmakta idi. Gerçi o dönemde püskürtme aleti denince ama ademoğlunun icadı anlamında söylüyorum tabii ki, sadece ve sadece hanımefendilerin fısfıslı parfüm şişeleri dışında bir şey akla gelmezdi… Anlayacağınız bu parfüm şişeleri dışında sıvı ya da gaz püskürtme aleti olarak tek alet, “flit”ti… Düşünün ki, kuru temizlemecilerde bile, “kola” ya da ütü yapılırken, ilgili personel, ya ağızlarına su alır püskürtür ya da yanlarındaki su dolu kaba parmak uçlarını sokar, parmak uçlarındaki suyu serperlerdi. Hele o ağızlarına aldıkları suyu dudaklarını büzerek bir püskürtmeleri vardı ki, tam evlere şenlik kabilinden, ancak “Allahları var”, haklarını yemeyelim, ütülenecek ya da kolalanacak yere doğru eğilerek, eğer geniş alanda ise de kafalarını sağa sola döndürerek ya da tam saha intikali için vücudu hareket ettirip kafayı gezdirerek suyu zerrecikler halinde, düzgün ve dengeli püskürtürlerdi. Evet, ne önemli bir alet tanıtımı yapmak adına girişilen bu girizgâhtan sonra, tekrar gelelim asrın bu önemli buluşu olan flite…

Bilindiği üzere; “flit” bir haşere ilaç markası olup, ilk kez Kimyager Dr. Franklin C. Nelson tarafından 1923 yılında başta sivrisinekler olmak üzere her türlü uçucu böcekler ile mücadele için petrol bazlı üretilen bir üründür. İlk önce “Standart Oil Company” tarafından bilahare de diğer firmalar tarafından üretilmiştir.
Canım Yurdumda, 1970'li yıllarda, “flit” bir hayli meşhur olan bir böcek ilacı markası olmasına rağmen, “flit pompası” denen bu alet vasıtasıyla püskürtülmesine binaen pompasının da adı flit olarak anılırdı. Flit pompası, herkesin kolayca bilebildiği bisiklet pompasına benzer ancak pompalananınca içindeki kimyasalın püskürtülmesi için de ucuna hazne yerleştirilmiş bir alettir… Mezkûr yıllarda, evlerde ve işyerlerinde başta hamamböcekleri ve uçamayan haşereler olmak üzere, yine başta sivrisinekler olmak üzere her türlü uçucu zararlılar ile mücadelede kullanılmak üzere bulunur idi. Başta DDT ve Folidol gibi zehirli ilaçlar mücadelenin kapsamına bağlı olarak değişen konsantrasyonlarda, su ile karıştırılarak, flit pompasının haznesine doldurulur, hedef haşerelerin bulunduğu taraflara köşe bucak ama ciddi bir biçimde bir taraftan pompalanarak ama mutlaka yön değiştirerek püskürtülürdü, bu işleme de flit pompasından mütevellit flitleme denirdi. Ancak, bugünden bakınca ademoğlu, bugün gelişen teknolojiye bağlı sofistike ilaçlar ya da aletler kullanmalarına rağmen, o günlerdeki kadar başarılı mücadele yürütemiyorlardı gibi hatırlıyorum… Hatta o kadar ki, sivrisineklere karşı fesleğen bitkisinin hayli yoğun yetiştirilmesi ile elde edilen başarıya, yaygın mücadele çerçevesinde henüz erişilememiştir. Mezkûr dönem itibari ile evlerin ağırlıklı ahşap ya da ahşap kâgir olmasından ötürü, haşere konusunda oldukça mümbit bir ortam bulunmakta idi ve hamamböceği, tahtakurusu, bit, pire, karasinek, sivrisinek, fare vs. gibi zararlılar için oldukça ehven bir ortam oluşturuyor idiler… Hele yaygın bit ve pire popülâsyonu karşısında, gerek evlerde gerekse de okullardaki tespit ve mücadele çalışmalarını o yılları görmüşler net bir şekilde hatırlayacaklardır, okullarda tırnak kontrolü yanında kafalarda bit kontrolleri de hayli meşhur idi. Sonra ki bir yazımda; Çeşme’de 1914-1918 yılları arasında kaymakamlık yapmış olan, Hilmi Uran’ın hatıralarından, tamamen doğal yollarla yapılmış bir pire mücadelesi hikâyesi anlatacağım. Farelerle mücadelede kedilerin öne çıktığı dönemin flit hikâyeleri de vardır şüphesiz…

Ancak; böyle muhteşem püskürtücü bir alet icat edilir de, Necip milletimizin bulunduğu topraklara gelir de, sadece bu amaçla sınırlı kalmasına müsaade edilir mi, şüphesiz hayır, derhal yeni amaçlar tespit edilir… Fazlaca sulanması istenmeyen ya da fazla suyun verilmesi halinde farklı zararların oluşabileceği yerlerde çiçek sulama başta olmak üzere ütü ve kolalama hizmetlerinde bile kullanılmaktadır… Şimdilerde ise teknoloji mezarlığında yerini almış olduğunu düşündüğümüz bu aletin yerine, mücadelede asla sonuç alınamayan ancak mucitleri ile üreticilerini zengin eden bir hayli geniş ürün gamı bulunmaktadır.  


Görüldüğü üzere; gayet makara bir yazı çıktı ortaya, insanların rüya görmesi engellemeyelim kampanyası kapsamından, bırakın rüya görmeye devam etsinler aksi takdirde gerçekler gözlerine övendire gibi girecektir. Hayırlara vesile olsun, inşallah…

Cumartesi, Temmuz 23, 2016

TROLEYBUS

Bir zamanlar, şehir içi ulaşımında; sessizliği ve hava kirliliği konusundaki cimriliği ile çevre dostu olarak ünlenen, aynı zamanda ekonomik olan bu araçların, sürücüleri yetenekli, sabırlı ve olabildiğince beyefendi belki de zamanın ruhuna uygun olarak olmuş olan ve gücü yol boyunca direkler arasına gerili vaziyette asılı olan elektrik tellerinden temin edilen ve bu tellere 2 adet boynuz biçimi bağlantı elemanı ile irtibattanmış “troleybüs” denen araçlar kullanılmakta idi.

Bilindiği kadarı ile ilk troleybüs Almanya’nın Berlin kentinde 19 yüzyılın sonlarına doğru kullanılmış olup Canım Yurdumda ise 1947 yılında ilk defa Ankara’da kullanılmaya başlamıştır. Güzel İzmir’de ise 1954 yılında kullanılmaya başlamış ve nasıl ki en son kullanılmaya başlanmış yer olmuş ise son kullanılan yer olarakta 1992 yılına kadar kullanılmıştır. Dile kolay; tramvayların yerini alan bu boynuzlu araçlar yaklaşık 40 yıl hizmet vermişlerdir. Tramvayların trafiği tıkadığı kararına varılarak, devrim niteliğinde araçlar nitelemesi ile “troleybüsler” devreye alınmış ve Alman Siemens firması tarafından aracılık edilerek temin edilen kredi vasıtasıyla, ilk kez Güzelyalı- Konak arasına döşenen hatlarla başlayan serüven, sembolik olarak bırakılan son hattın da sökülmesiyle, maç petrolcüler lehine sonuçlanmış olur. Raylara bağımlı tramvayların yerine yıldızları parlayan troleybüslerin yıldızları bir anda parlıyor ama çevre dostu olan bu araçların serüveni denizin dibini boylamakla da bir anda kararıveriyor. Yaklaşık 75 yıllık tramvay saltanatına son veren troleybüs ise ancak 40 yıla yakın dayanabilmiştir, İzmir yollarında, İzmir’in büyük politikacılarına… Artık seferden kaldırılan “troleybüsler” balıklara yuva teşkil etsin diye koca koca ve çafçaflı törenlerle körfeze atılmış ve balıkçılarımızın her nereden öğrenmişler ise talepleri karşılanmıştır.

Ekonomik olmadığı, trafik tıkanıklığına yol açtığı varsayılarak, burun kıvrılarak, devre dışı bırakılan bu araçlar, hem yatırım hem de işletme maliyetleri açısından yerine ihdas edilenlere göre daha uygun oldukları daha sonraki yıllarda anlaşılacaktır ama her konuda benzer davranışı gösteren necip milletimizin gadrine de uğramaktan kurtulamayacaktır. Az bilgi ve düşünme ile çok proje uydurmakta üzerine toz kondurulamayacak durumda ki mahir önemli şahsiyetler ekonomik olmamayı hangi hesaba dayandırırlar bilinmez ama km başına yaklaşık 2 KwA(kilovat) elektrik tüketimi olan bu araçlar taşıdığı minimum 100 kişi ile de kişi başına en az enerji tüketen araçlar olarak bilenlerin zihinlerinde yer etmeye devam edeceklerdir. Üstelik söylenildiği ya da iddia edildiği gibi de yavaş ilerleyen araçlar da olmayıp, bugün yerine ihdas edilmiş araçların hiç gerisinde de değillerdir. Elektrik kesilmelerinin önüne geçememiş necip milletimiz, sık sık boynuzların kablolardan kurtularak, sürücüsünün hemen aşağıya inerek yeniden yerine yerleştirmesi işine de haylice bozulurlardı…

Şimdilerde; mezkûr büyük politikacılar, bir “devrim” ile troleybüsler tarafından saltanatına son verdikleri “tramvayların” yeniden kullanıma alınacağının açıklanması ve şehir içi ulaşımın kanser haline getirmiş olduğu trafik sorunun tek çözümünün olduğunu savlamaktadırlar. Madem öyle idi, neden kaldırdınız ve neden yeniden ihdas ediyorsunuz. Maksat ekonomik aktivite olsun, cepler dolsun… Benim oğlum okur, döner de bir daha okur… Mehter marşının bu topraklarda icat edilmiş olması boşuna değil, bir adım ileri, iki adım geri…

Lise öğrenciliğimin geçtiği yıllarda, sıklıkla kullandığım, Güzelyalı-Konak-Alsancak hattındaki troleybüslerin, biletleri troleybüs içerisindeki bilet satıcısından temin edilir, bilet satıcıları troleybüsün her kapısından giriş çıkış yapılabildiğinden, önceleri içeride dolaşarak bilet verir, para toplar iken bilahare de, sadece ön kapıdan girilip diğer kapılardan çıkıldığı dönemlerde orta kapının yanında tahta bir korumanın arkasında oturur, yeni binenler önünden geçerek bilet alır ödeme yaparlardı… Böylece bilet satıcısının tüm mesai boyunca ayakta bulunması sorununu da çözmüş oldu, canım yurdumun canım sendikacıları… Oysaki biletçinin serbest dolaştığı zamanlarda, o troleybüsün içerisinde, iyi günler, günaydın, iyi akşamlar ve iyi geceler dileklerinin iletilmesi eksiksiz olup bitimsiz bir hoşluk katardı seyahate… İnsanların büyük ölçüde birbirlerini tanıyor olması ya da göz aşinalığına binaen, birbirlerine hitabı da bir başka idi o devirlerde, Muhterem, Üstat, Azizim, Mirim gibisinden hitaplar başlarda gelirdi, hatırladığım kadarı ile. Yaşlılara yer verilmesini bir kenara bırakın insanların kendilerinden az da olsa büyüklerine yer veriyor olmaları vukuat-ı adiyeden idi… O dönem rahatsız edici tek şeyin, körüklü ve havalı kapıların “bammmmm” diye yüksek bir sesle kapanıyor olması idi hatırlayabildiğim kadarı ile… Diğer taraftan, sürücü acemiliğimi idi bilemiyorum ama bazen kalkışlarda yolcuları silkelemesi, ya da durur iken ani frenlere bağlı savrulmalar da olurdu ama bugünkü otobüslerdeki şöförleri ve sundukları rahatsız yolculukları asla tercih haline getrimeyecek kadar idi… Hele koltukların, sert formikadan oluşu ama asla bizi rahatsız etmediğini hala hayretle hatırlarım, belki de oturma organlarımız o dönemlerde daha da yumuşak olup bir rahatsızlık duymamızın önüne geçerdi, kim bilir, açıkçası o tarihte herhangi bir yaşlıya bu konuyu sormayı da akıl edememişim…


Penguen belgesel dizilerine devam, şimdilerin parlatılmış demokratı Ahmet Hakan’a selam…

Pazartesi, Temmuz 18, 2016

RODOS

Rodos; 12 adaların en büyüğü, Yunanistan’ın adaları içerisinde de en büyük 4. Adası olup, en çokta akıllarda, ünlü Rodos şövalyeleri ve New York Özgürlük anıtına da esin kaynağı olduğu varsayılan, antik çağın 7 harikasından biri kabul edilen, Yunan Güneş Tanrısı Helios'un sembolize edildiği Rodos liman heykeli, “Kolossos” ile yer etmektedir. 32 mt. yüksekliğinde ve tunçtan imal edildiği anlatımlardan edilen bilgilere göre varsayılan heykel, Rodos Mandraki Limanının, bugün yerinde sütunlar üstüne yerleştirilmiş karşılıklı “2 ceylan” heykelinin yer aldığı yerde ve bir bacağının liman girişinin bir tarafına, diğer bacağın ise diğer tarafına bastığı düşünülmektedir.

Rodos; geleneksel kapitalist turizm anlayışı açısından, Yunanistan adına, tam bir “amiral gemisi” gibi duruyor anlaşıldığı kadarı ile… Genel kabul görmüş turizm faaliyetleri içerisinde her şey dâhil sistemi buraya uğramamış, neredeyse 15-20 dakikada bir uçak inen, birkaç limanında ciddi miktarda Kruvaziyer gemisi bulunan, birkaç marinası ağırlıklı yabancı bandıralı yatlarla dolu olan, Türkiye’den bile yıllık 250.000 turistin gittiği ada halkının 120.000 olan toplam nüfusunun %70’sinin 6 ay boyunca sadece ve sadece hizmet sektöründe çalıştığı söylenmektedir. Plajlarının tıklım tıklım dolu olduğu, sokaklarında özellikle de “ortaçağ kent” bölgesinde insanların neredeyse 24 saat esası ile iğne atsan yere düşmez kabilinden kalabalıklar oluşturduğu kentte, eğer burada sivil giyim ile görev yapmıyorlarsa, pasaport kontrolü dışında polis görmek zor mesela…

Rodos bizler açısından; hem tarihi hem de kültürel bir hazine değerindedir ve Fethi Paşa Saat Kulesi ve Süleymaniye Cami'ininde içinde bulunduğu, başta da Rodos Ortaçağ Kenti bu yüzden UNESCO tarafından “Dünya kültür mirası” listesine tereddütsüz alınmıştır. Ancak bu kadar değerli olmasının yanında, turizme ve ticarete kurban edilmiş görüntüsünden de kurtulamamıştır. Kapitalizm için dur durak yoktur, sahip olunan ve korunması gereken değerlerin, ticaret malzemesi haline getirilme konusunda ve Rodos tam da bu yüzden ne yazık ki çok kötü bir örnektir, bana göre. Her türlü kültürel ve tarihsel yapı birer ticarethane haline getirilmiş ve kimisi kafe, kimisi taverna ve kimisi de hediyelik eşya satılan dükkân haline dönüştürülmüş… Gerçi bu bazı ziyaretçiler açısından, hem alışveriş, hem de aynı zamanda tarihi mekân gezme gibi güzel bir durum oluşturuyor olsa da, fazlaca banal görüntüden kurtulamıyor.

Tarihe 1. Dünya savaşı diye geçen, sömürge paylaşım savaşları içerisinde, sömürgecilerin anlaştıkları ve kararlaştıkları üzere, İtalya tarafından, Osmanlı İmparatorluğunun, başta Kuzey Afrika’daki toprakları olmak üzere, savaş içerisinde hedef olmuş, bilahare de savaş sonrasında Güney ve Güney-Batı Anadolu hedef tutulmuş ve bu kapsamda içlerinde Rodos Adasının da bulunduğu 12 ada işgal edilmiştir. Bugün hala kullanılan ve genellikle kamu binalarının çok büyük çoğunluğunu oluşturan yapıların, İtalyan işgal güçleri tarafından yapıldığı bilinmektedir.

Ekonomik krizin hayatı ne kadar etkilediği konusunda; ironik ama son derece sade anlatım ile bir tarife kulak misafiri oldum ki, muhteşem idi ve ben bunu burada ne kadar anlatabilirim bilemiyorum ama deneyeceğim. Katıldığım bir gezi sırasında, Tur Otobüsünün şoförünün hemen yanımdaki masada oturduğunu gördüğüm ve tura katılan ve sonradan İtalyan olduğunu anladığım 2 hanımefendinin yanına gittiği ve Yunanistan’da durumların nasıl olduğunu sorduğu anda, İngilizceyi muhteşem tatlı Yunan aksanı ile ama şamata ve abartı içinde yaya yaya konuşmasını bildiğimden kulak kabarttım, el cevap, yaşasın Komünizm, yaşasın Chipras Komünizmi diye başlayıp, “katıldığınız bu tur geçen yıl 6 euro, bu yıl ise 12 eurodur”. Artık söylenecek laf bitmiş, yeni konuya geçilmişti bile…

Sabah erken saatlerde; yürüyerek şehrin hemen dışındaki panorama tepesinin yanındaki antik stadyuma gittiğimde, korunaksız ama bakımlı olduğu, insanların adeta tarih soluyarak sabah koşularını yaptıklarını gördüm, muhteşem büyülü bir atmosferde sabah sporu yapıyor olmanın mutluluğu “good morning” deyişlerine yansımakta idi, anlatılır gibi değil…

Gökçeada’lı bir Rum asıllı Yunanistan vatandaşı ile sohbetimde, adadan, tarlalarına el konularak nasıl göçe zorlandıklarını ve bundan nasıl rahatsız olduğunu üzüntü ile dinledim, ancak hem Adnan Menderes, hem de şimdi ki Cumhurbaşkanı R. Tayyip Erdoğan’dan nasıl memnun olduğunu duyunca da hayrete düştüm… Büyük bir talan hareketi olan 6-7 Eylül olaylarının, düzenleyicilerin başının A. Menderes olduğunu biliyor olmasına rağmen bu takdiri anlamak mümkün değil idi şüphesiz, şimdi ki yönetimin ise “Ruhban okulu” izni için sevildiğini anlayınca da, suyun hem bu tarafında, hem de o tarafında düşünme organını yeterince kullanmayan ne çok insan olduğunu, tekrar acı acı anımsadım.

Bu ülke gündeminde bu yazı da ne şimdi diyenlere cevap, bu da bizim "penguen belgeseli" olsun, Ahmet Hakan'a kapak olarak... Sarı öküzü sakın kaptırmayın denildiğinde hiç kulak asmadınız ya, ahaada size penguen hikâyesi…

Bir şiirinde, “RODOS HEYKELİ” benzetmesini yapan tüm zamanların en büyük şairi Nazım Hikmet ile son…

Ayağına 45 numro Amerikan kundurası geçirmiş
bir RODOS HEYKELİ gibiyim!
Sigorta şirketleri
…………            sigortalıyor beni 101 seneye.
Herkes
          …………gözlerinin bebeğine sığmayan
…………          vücudumu yekpare mermer sanıyor.
Halbuki ben
         …………dev gövdemin

         ……………kof bir alçı kalıp olduğunu biliyorum.

Pazar, Temmuz 10, 2016

ABDÜLHAMİT HAN

Son dönemimizin en fazla parlatılan ve gündeme getirilen, kerameti hudutsuz addedilen, Cumhuriyet karalayıcılarının verdiği isimle sözde “cennet mekân Abdülhamit Han Hazretleri”, özlemle peşine takılıp hedeflerine hilafeti getirmeyi koyanların sunumu ile hudutsuz hedefleri, ufku, hayalleri ve projeleri olduğu beyanı ile sempatik bir halife ve padişah portresi yaratılmak istenir. Yaşanılan dönemin sorunlarını kesinlikle görmek istemeyen bu aveneler, “Ulu Hakan” adını verdikleri muhteremi de, derin bir strateji ve diplomasi kurdu, siyaset cambazı ve büyük devlet adamı ve de hatta bir dünya lideri olarak anlatırlarda anlatırlar… Bu “herkesi kör, âlemi sersem” zanneden, sahip olduğu tek kitabı bile layığı ile okumamış azınlık güruh, bilmez mi ki, biz ne derin strateji uzmanları, ne siyaset cambazları ve ne diplomasi kurtları görmüş bir neslin ahfadıyız… Ayrıca bilmezler mi ki, bize kakalamaya çalıştıkları, gördüğümüz ve okuduğumuz bu muhteremlerin her biri aldıkları görevleri ellerine yüzlerine bulaştırıp, bırakıp kaçmışlardır ve tarih boyunca bunların izlerini takip etmekten de bu millet yorgun ve bitap düşmüştür. Neyse ardıllarını bir kenara bırakıp, yine bazılarına göre “Ulu Hakan” a dönelim; 31 Mart vakasının yaratıcısı kimler, hasta adamı yaratan kimler, tarihe 93 harbi diye geçen Rusların ve Bulgarların ta İstanbul kapılarına dayanmasına yol açan felaket savaşını planlayan ve her şeyi ile teslim olan kimler, Kıbrıs adasını İngiltere’ye veren kimler, Girit adasındaki çatışmaları bahane edip küçücük Yunanistan’a savaş açıp hemen ardından mütareke isteyen kimler, Osmanlı donanmasını Haliçte çürümeye terk eden kimler, Meclis-i Mebusanı kapatan kimler, Ortadoğu’da bugün bile huzur bulunamasının temellerini atan kimler, hala kahredici ve yok edici zaptiye yöntemleri bugüne bile ilham veren kimler, yargısız infazların müsebbibi kimler, bir türlü sonu gelmeyen sürgünlerin planlayıcısı kimler, her muhalif sesi hapislerde süründüren kimler, bugün bile sırıl sıklam hissedilen sansür uygulayıcısı kimler, vs vs diye azıcık tefekkür edilse, hala ulu denilir mi yoksa hemen kızıl tanımlamasına mı geçilir, görürüz… Ne diyor bu Göebbels eğitimli avanak aveneler;  “Abdülhamit Han, güzel ahlaklı, dinine çok bağlı, hayâ ve edep sahibi, akıl, izan, ilim ve irfan sahibi, adaleti yüksek, ümmeti adına gece-gündüz durmadan çalışır, düşmanlarına bile iyilik yapar, vs. vs.” öne çıkarılarak anlatılır da anlatılır, ne kadar çok tekrarlanırsa o kadar çok inananı olacağı tespitiyle bıkmadan usanmadan, tekrarlanır. “Boş vakitlerini marangozhanede geçirir, harika oyuncaklar ve mobilyalar yapar, bunları sattırır ve parasını fakire fukaraya dağıttırır, son derece şefkatli bir insan olan Sultan Abdülhamit kendisini öldürmek isteyenleri bile bağışlar, eğitim ve kültüre önem verir” gibi yaklaşımlar olsa olsa tam bir Nihat Hatipoğlu anlatımı, gözler yaşlı ya da nemli, sözcükler boş ama düşünmeye hoş ancak tılsımlı, vay ki vay, canım yurdum… Hele modern Türkiye’nin temellerini atan padişah demezler mi, meşruiyeti ilan etti demezler mi, hay Allah, edebiyatta buna ne denirdi bir anda unuttum, aklıma gelince yazacağım yeniden…
Şimdilerde bakıyorum başta “Osmanlı Oğlanları” olmak üzere, bindirilmiş kıtalar ve onların mıntıka temizleyicisi durumundaki yalaka akademisyen, uyduruk tarihçiler, matbuat kalemşorları, siyaset erbapları vb. aveneler savaş açıp, hemen ardından Batılı Güçlerin dayatması sonucu barış anlaşması yapmak zorunda kalmasını kendisinden ziyade dış güçlerin oyununa bağlamaktadırlar. Evet, bu aklı evveller bizi de kendilerine benzer zannettiklerinden, aslen de isimlerinin önünde torpille ve intihallerle edindikleri her halinden belli akademik unvanlarını öne çıkararak ve ne söylenirse yediğimizi düşünerek,” hani siz çok güçlü idiniz ne oldu baskıya dayanamadınız” gibi itiraz edilebileceğini göz ardı ederek, sıkıyorlar da sıkıyorlar…
Dış güçler tarafından ayarlanan komplolar ve hareketlerle tahtan indirildiği iddia edilen bu padişahın, devlet adamı olmaktan çok uzak, yönetim ehliyetine, keyfiyetine ve zafiyetine bakmadan, “paranoyaklık” düzeyindeki tüm ruhunu kaplamış korkuları ve vesveseleri nedeniyle istihbarat ve polis teşkilatı üzerindeki tahakküm kurması sonucu ortaya çıkan istibdadın, hafiyeliğin ve sansürün bugünlere bile kötü örnek teşkil etmesine neden olarak, sadece ve sadece kendisine dokunulmasının önüne geçebilmek adına yapamayacağı hiçbir şeyin olamayacağını göstermiştir.
Bu anlamda, Sultan Abdülhamit; ne Ulu Sultandır, ne ermiş ne de başka bir şey, sadece ve sadece ardıllarına din bezirgânlığı geleneğini miras bırakan bir kilometre taşı olup, dini duyguları sömürme ve bununla yaşama, ayakta kalmanın talihsiz bir örneğidir.
Onun kulağına bir şey söyle, bunun kulağına başka bir şey söyle, sonra hepsini inkâr et, sonra memleketi ne kadar güzel yönettim diye övün.

Ziya Paşa’nın “Terkib-i bend”inden birkaç beyit ile nokta…

En ummadığın keşf eder esrâr-ı derûnun,
Sen herkesi kör, âlemi sersem mi sanırsın?

Bir gün gelecek sen de perîşân olacaksın,
Ey gonca bu cem’iyyeti her-dem mi sanırsın?