Pazar, Temmuz 28, 2019

KÖSEM

Birkaç yıl önce gazeteler haberi şöyle veriyordu; “Van'ın Gürpınar ilçesinin Topyıldız Köyüne bağlı Yapraklı Mezrası yaylasında, sarp kayalık bir bölgede otlayan koyun sürüsü, uçurumdan atlayıp telef oldu. Kayalık bölgede otlayan sürüdeki bir koyun uçurumdan atlayınca, sürüdeki 500 koyun da peşinden atladı. Peş peşe 20 metre yükseklikteki kayalıktan atlayan koyunların hepsi telef oldu.”

Merak ettim, hayvan psikolojisi üstüne sordum soruşturdum, koyunların, akıl, izan, sosyal davranış, sürü davranışı, bireysel davranışı üzerine ciddi bir şeyler bulamadım, üzgünüm. Lakin bu arada eşeklerin develeri nasıl çekip çevirdiğini, eşek liderliğine develerin biatını ve bu manadaki devamlılığı üstüne epey bilgilendim. Lakin bunlar konumuzu oluşturmadığından buraya fazlaca takılmayacağım.

Evet, konumuz koyunların sürü psikolojisi ile davranışlarının araştırılması sürecinde “Kösem koyun” (kösemen) adlı bir kavram ile karşılaştım. Öncelikle Kösem koyunun sözlüklerdeki karşılığına baktım.

Türkçemizin etimolojisinin başyapıtlarından sayılacak Nişanyan Sözlüğü ile başlayalım;
Tarihçe (tespit edilen en eski Türkçe kaynak ve diğer örnekler)
[ anon., Câmiü'l-Fürs, 1501]
nehāz [Fa.]: Erkeç, yaˁnī keçinin erkeği (...) ve kösem ki koyunun önince yürür.[ Ahmed Vefik Paşa, Lehce-ı Osmani, 1876]
kösem, kösemen: Kavgacı koyun ve keçi (...) Türkīde kösen, aygır ve kösemen manasına.

Köken
Türkiye Türkçesi kösen veya kösem "sürünün önünden yürüyen koç" sözcüğünden Türkiye Türkçesinde +mAn ekiyle türetilmiştir. Bu sözcüğün kökeni belirsizdir.
Türk Dil Kurumu (TDK) sözlüğü ise;
a. hlk. Kösemen: Kösem koyun.
b. Çobana alışkın ve sürünün önünde giden dört yaşında keçi, ya da koyun.
c. Sürünün önünde giden koç, kösemen
d. Kılavuz, yol gösteren, rehber.
şeklinde gösterilmektedir.

Buradan da kolayca anlaşılacağı üzere; Van’da uçurumdan atlayan koyunların başlarındaki/önlerindeki kösem koyuna biat etmelerinden kaynaklı bir intihar söz konusudur. Koyunlar normal düşünebilseler, başlarına neler gelebileceğini görebilseler bu sonuç asla ve kat’a yaşanmazdı… Ama Kösem ve sürü koyunları ilişkisi her daim böyle sonuçlanır, bundan kaçış olmaz, olamaz… Şüphesiz şimdi akla neden çobanın bu intihar sürecinde aktif rolü olmamış ve zavallı koyunlar telef olmuş sorusu gelmektedir. Oysa araştırılınca görülüyor ki; Çoban burada sürüyü yönetme konusunda en büyük yardımcısı konumundaki Köseme fazlaca güvenmiş, kösemin bir delilik yapacağına ihtimal vermemiş ya da böyle bir sonuç akla hiç gelmemiş… Çünkü Çoban ve Kösem arasında yönetsel manada tam bir mutabakat var, kösem iyi eğitilerek ve öğretilerek donatılmıştır. Yani aslında Çoban sürüyü tek başına yönetmez öyle zannedildiği gibi değildir, sürü içinden yardımcıları vardır, ilk ve baş yardımcı kösem koyundur, kösem koyun çoban tarafından özel bir ilgi ile sevilir, okşanır, yemlenir, yemlemede ayrıcalıklıdır, öyle ayrıcalıklıdır ki bazen yem dışında şeker ile bile beslenir, kösemde bu özel ilginin karşılığını adeta mağrur bir lider edası ile sürünün önünden giderek gösterir. Sürünün hareketi ise tamamen bir hiyerarşik nizam oluşturur, en önde kösem, hemen arkasında sürünün güçlü koyunları, onun arkasında ise, yavaş hareket eden, nispeten zayıf ve cılız olanlar ile aksak, topal vs gibi sorunları olanlar sıralanır. Gerçi kösem için bazen kurt ve çakal gibi hayvanların saldırılarında, ki cepheden saldıran bu hayvanların ilk hedefi olma gibi bir risk vardır ama bu konuda köpekler iyi rol alırlarsa bundan da yırtar, ancak ilk saldırıda hedef olmaktan kurtulur ise sürü, geriye dönerek kaçmaya başlar ve maalesef yine geride kalan, hareket kabiliyeti az olan, aksak, cılız, topal koyunlara olan olur. Kösem koyun salhane merasimlerinde bile en öndedir, orada da kesilecek koyunların salhaneye tıpış tıpış girmesine ön ayak olur, gerçi önünde sonunda sıra kendisine de gelir ama artık orası tam manası ile kendisi adına çaresizlik noktasıdır, eee ne de olsa sürü kalmayınca köseme de ihtiyaç kalmamıştır. Sürü sürülüğünü sürdürür iken bu en önemli yardımcılık ve peşine takılanları kandırma görevini ifa eden kösem, çoban tarafından, şefkat, özel beslenme, özel muamele, haddinden fazla okşanma ile taltif görecektir elbette, bu ayrıcalık kösemi keyifli bir yaşam sürmesi konusunda taaa emekliliğe kadar uzanacak, sonuçta da eceli ile hayatı son bulacak bir süreç gibi yanıltacaktır lakin ömür mezbahada nihayetlenecektir kaçınılmaz olarak… Ama artık koyunlarda, kösemin peşinden uçuruma atlamayacaklarına dair ders almış görünmektedirler, en azından benzer bir vaka bir daha yaşanmadı, darısı diğer hayvanların başına, inşallah.

Çobanın sürü içinden olduğu gibi dışından da yardımcıları olacaktır, onlar sürünün kendi cins ve ırkından olmayan köpeklerdir ve sürünün zapt-ı raptının garantisidirler. Gerçi dış saldırılara da karşı koymak için eğitilmişlerdir ama asli görev yoldan ve hizadan çıkan, sürünün ahengini bozan koyunlara yöneliktir. Müesses nizam bu manada sürer gider ve öyle de görünüyor ki gidecektir de, bu doğru mu yanlış mı, ben bilemem, ben sadece gazete haberi üzerine merak neticesinde öğrendiklerimi paylaşıyorum…

Görüldüğü üzere kösem için yazılan rol, ya da iş tarifi; Çoban tarafından sürünün, gözlenerek, gözetlenerek, beslenmeden, barınmaya kadar adeta kaderinin tespit ve tayini mucibince çobanın himmet, hikmet ve iradesinin sürüye yansıtılmasından ibarettir.

Yalnız bu kösemin kelime olarak “Kösem Sultan”daki kösem ile bir ilgisi var mı, bilemedim, lakin alaka olmaması gerekir diye düşünüyorum.

Yazıyı, koyun metaforu ile koyunluğu harika betimleyen Nazım Hikmet ile taçlandıralım.

bir değil,
beş değil,
yüz milyonlarlasın maalesef.
koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.
dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,

 

Pazar, Temmuz 21, 2019

KAHVE


Kahve insanoğlunun keşfettiği en enteresan bitkidir, kimi sabah, kimi akşam, kimi aç karnına, kimi tok karnına, kimi köpüklü, kimi köpüksüz, kimi telveli, kimi telvesiz, kimi sütlü, kimi sade, kimi sessizce, kimi höpürdeterek, kimi fal için, kimisi zevk için, kimi sabah erken kendine gelmek, kimi akşam geç saatlerde sindirim kolaylaşsın, kimi sinirlenince, kimi sakinleşince, kimi sıcak, kimi filtre ederek, kimi telvesinin sonuna kadar, kimi soğuk ve buzlu, kimi kafeini için, kimi kafeinsiz, kimi mistisizm, kimi çağdaşlık, kimi kahvaltının ayrılmaz parçası, kimi içki sonrası likör ile zevkin doruğu için, kimi fincanda, kimi çay bardağında (süvari-tarsusi), özetle kimi ayılmak, kimi bayılmak için içer görünüyor, tam da bu yüzden enteresan bitki oluyor zaten.

Kahve; Arapça kökenli bir kelime olup, “Coffea arabica” denilen kök boyasıgillerden, sıcak iklimlerde yetişen bir ağaç ve mezkûr ağacın meyve çekirdeği ve bu çekirdeklerin kavrulup uygun değirmenlerde çekilmesiyle elde edilen toz ve de bu tozdan farklı usullerde hazırlanan içecektir. Arapçada “bün” adı verilen kahve bitkisinin bu çekirdeği, mezkûr dilde ilk ne zaman kullanıldığına dair bir ize rastlamak mümkün olmamakla birlikte kullanımdaki ilk anlamlarının iştah kesici manasında “kahy” olması hasebiyle bugün kahve denilen içeceğe bu adın “ehl-i keyf” kimselerce verildiği de rivayet edilmektedir, bazı kaynaklarda. Ancak ciddi kaynaklarda; Kahve ağacının ilk keşfedildiği yer olan Habeşistan’ın “Kaffa” yöresinin Arapçadaki karşılığı “gahwah” kelimesinin önceleri keyif veren içecek veya şarap benzeri bir içecek olarak kullanılır iken, bugünkü terkibini 14. Yüzyılda kazanmış olduğu belirtilmektedir. Avrupa’da; cafe, caffe, koffie, coffee, koffie, kaffee gibi adlar almış olmakla birlikte Türkçemize de “kahve” olarak yerleşmiştir.

Kahve’nin anavatanı olan Habeşistan (bugünkü Etiyopya) olup, ülkenin yüksek yaylalarında yetişmekte ve önceleri yerli halk, doğal olarak yetişen yabani kahve bitkisinin tanelerini un haline getirip bir çeşit ekmek yapar iken, meyvelerini ise tıbbi amaçlı kaynattıktan sonra suyunu içmek suretiyle kullanarak ve "sihirli meyve" olarak adlandırıyordu. Kahve, keyf vermesi yönü ile ünlenince hızlı şekilde Arap Yarımadası'na yayılır ve yaklaşık 300 yıl boyunca Habeşistan'da keşfedilen yöntem ile içilmeye devam edilir. 14. yüzyılda ise yeni bir keşif ile kahve çekirdekleri ateşte kavrulup, un haline getirilmek sureti ve elde edilen unun kaynatılarak içimine başlanır.  Yemen, Arabistan, Mısır ve derken Türkiye ve oradan Avrupa kapıları önünde açılır. Yani “kahve Yemen’den gelir”, muhabbeti biraz tarih kısaltması ile elde edilmiştir, görüldüğü üzere…

Osmanlının Mısır’ı topraklarına dahil etmesi ile artık kahvenin de İstanbul yolculuğunun önü açılır. Saray mutfağının itibarlı ve tercih edilen içeceği olarak hemen sahne alır, tıpkı tüm diğer önemli yiyecek ve içeceklerin başına geldiği gibi, önce saray, sonra ayaktakımı… Sarayda büyük ilgiye mazhar olması hasebi ile saray hiyerarşisine “kahvecibaşı” diye bir makam veya rütbe ihdası gerçekleşir. Padişahın ya da bağlı olduğu devlet büyüğünün kahvesini pişirmekle görevli olan “kahvecibaşı”, sadık ve sır tutmasını bilenler arasından seçilir hatta Osmanlı tarihinde kahvecibaşılıktan sadrazamlığa yükselenler bile olduğu yazılır. Sarayda başlayan yolculuk, önce konaklara ve oradan da evlere ve sokaklara yayılır ve ahalinin sevgisini kazanır, artık kahve içmek bir statüdür, devr-i Osmani’de… Kahvehaneler de sahne almıştır, kahve hazırlama da gelişim gösterir, çiğ kahve tanecikleri, özel tavalarda güzelce kavrulan kahve çekirdekleri, dibeklerde ehven şekilde dövülür ve cezvelerde kömürde pişirilir hale gelmiştir. Bu bağlamda, ilk kahvehane İstanbul Tahtakale’de 2 Suriyeli Arap tarafından 1544 açılmış. Zaman zaman kahve haram olduğu gerekçesi ile yasaklanmış olmasına rağmen, kahve saltanatı genel manada hiç sarsılmamıştır. Ticaret için İstanbul’a gelen Venedik tacirleri, kahveyi Avrupa’ya taşır, önceleri sokak satıcıları tarafından satılan kahve, kahvehane saltanatına önce İtalya, sonra da sırası ile Paris ve Londra’da erişir. Kahvehaneler; kısa sürede sayıları hızla çoğalır ve diğer pek çok ülkede olduğu gibi özellikle sanatçıların, öğrencilerin ve her kesimden halkın bir araya gelerek sohbet ettikleri en gözde mekanlar olur. Türk Kahvesi, Mırra, Espresso, Cappuccino, Caffe Lungo, Caffe Americano, Ethipion Yırgacheff, Santos, Sumatran, Supremo, Wiennese, Macchiato, Caffe Latte, Latte Macchiato, Mocha Viennese, Filtre Kahve, French Press, Cafe au lait gibi çeşitli şekillerde hazırlanıp sunulan kahve, muhabbetlerin önemli bir parçasını oluşturmaya devam etmektedir

Başta Hollandalılar ve Fransızlar olmak üzere Avrupalılar dünyanın çeşitli yerlerinde kahve plantasyonları kurarlar, Endonezya, Doğu Hint Adaları derken, Brezilyalılar kendi çabaları ile bu işi geliştirirler, 1800’li yılların başında yaygın üretime geçilir ama ne geçiş ve geliştirme artık dünya hakimiyetini ele geçirecek kadar.

Diğer taraftan, dünyanın en pahalı kahvesi olarak bilinen Kopi Luwak, bilindiği üzere “Paradoxurus” adlı bir tür misk faresi sadece kahve çekirdekleri ile beslenir ve yedikleri bu kahveleri dışkıları ile dışarı atar, daha sonra işlenen kahveler paketlenerek dünyaya ihraç edilir. Bir de canım yurdumda kahvenin yokluğu dönemlerinde keşfedilen ve şimdilerde yeniden mode olan “menengiç kahvesi” vardır, dar günlerin eğlencesi kabilinden… Kahveye nohut ilavesi edilerek yapılan sahtekarlıklar da vardır canım yurdumda, ama neyse ona girmeyelim...

“Bir fincan kahvenin, kırk yıl hatırı vardır” gibi müthiş derinliği olan bir laf yarat ama müthiş bir küskünler toplumu oluştur, bu da canım yurdumun insanına nasip olmuştur, bu ne tezattır, rabbim. Kahveyi konu alan, “bana kara diyen dilber, ağalar, beyler içer kahve de kara değil mi?” Karacaoğlan’dan harika bir şiir bile bulunmaktadır. “Kahve Yemenden gelir” diye yine kahveye dokunan bir Urfa türküsü de vardır. Bu konu üstüne yazdığım bilgilerin çoğu tur rehberi kardeşimiz, Gökhan Gelibolu’ya ait, kendisinden bu ve başka konular üstüne çok şey öğrendik, sağ olsun… Laf çok ama yer bitti…

Cumartesi, Temmuz 13, 2019

BAYRAM ABİ


Biz karpuz kabuğu denize düşsün diye bekler iken, Kasım Hoca’nın oğlu, babamın arkadaşı, çocuklarımın Bayram Dedesi, Bayram Abim; yaz, kış, soğuk, rüzgârlı, fırtınalı, yağmurlu tefriki yapmadan, her sabah yaklaşık 1 saatlik yüzmesini gerçekleştiriyor. Yüzme disiplininin, hayat ve yaşam disiplinine evrilmesini her daim konuşma ve edasından kolayca görülebileceği Bayram Abi, herkes ile bir iletişim kanalı tesis edilebileceğinin örnek teşkil ettiği ilk insanlardandır, nezdimde. Arkadaşım Cumhur’un babası, uzun boyu, kara yağız ve atletik vücudu ve fazlaca güleç olmayan yüzü ve de yaşananların her birinden yeterince ders çıkarmış edası ile susarak “sus ki derviş bellesinler”, konuşarak “Konuşma, aklı kullanma sanatıdır” sözleri mucibince sözün ilaç gibi, gereğince sarf edilince faide, gereğinden fazlasının hasara sebep olması düsturunu ispatlamaya çalışırdı. Kendisini bu veçhe ile değerlendirenlerin başka anlam, değerlendirmeyenlerin ise daha başka anlamlar yüklediği eda, kendisini seven bizler için adeta bir “sireti surete yansımanın” canlı örneği idi. Bilginin derinliğinden alınan feyz’in nasıl olması ve nasıl olabileceğinin en önemli abilerindendir Bayram Abi… Bilgi sığlığının bilgi derinliğine nasıl dönüşebileceğinin ender örneklerindendir ve başkalarına nazire, bilgi edinebildiği kadardır düsturu şahsında tezahürdür vallahi. Öyle ne olur, böyle “abi” her yerde vardır yaklaşımını devam ettirmeyelim, onun kuşağının ve de özellikle kendisinin aleyhine bir durum oluşturması hasebi ile ciddi bir haksızlık oluşturacağı da aşikardır.

Çiftçilik ve hayvancılık ile uğraşır iken, Arka Deniz’in (Altın kum) başta ve ağırlıklı Almanlar olmak üzere tüm yabancılar tarafından keşfedilmesi ile yepyeni bir dünya çıkar önüne, işin hiç de kolayına kaçmadan, asli işini savsaklamadan, önüne çıkan yepyeni dünyada, kendine düşen rolü iyi oynamanın peşine düşer, rolünü oynar ve iyi hatırlanır olarak rolünü tamamlar. Çiftlik Köy’ün en önemli hayvan yetiştiricisi bayağı geniş bir ailenin çocuğudur, Balkan göçmenidirler, yeni vatana iyi ve sıkı tutunanlardandır. Artık yeni vatan burasıdır, burada başarılı olmak vardır kaderin dayatması olarak, Balkanlarda bıraktıkları kadar olmasa bile genç Cumhuriyet kendilerine ev, tarla ve arsa tahsis etmiştir. Bildikleri hem de iyi bildikleri, tarım ve hayvancılık burada da devam ettirilecektir. Başta buğday olmak üzere, arpa, yulaf, mısır, anason, tütün, kavun ve karpuz, başta koyun olmak üzere her türlü küçük baş hayvan yetiştirilecektir. Köyün, miktar olarak amca çocuklarınla adeta yarışırcasına bir büyüklükte koyun ve keçi sürülerine ulaşılır, Çeşme’nin timsali olacak, başta “Sakız Koyunu” ve “Malta Keçisi” olmak üzere sahip olunan sürüler dağda, bayırda serbest olarak otlatılır ve yayılır idi, dağda bayırda küçük kardeş Eşref ile zaman zaman yollar kesişir, kendi imalatları güzelim peynir ve ekmeklerden oluşan azıklardan birlikte karın doyurulduğunu da hatırlamaktayım. Ticaretin bu yaygınlığa ulaşmadığı dönem olması hasebiyle üretimin yerele ve özele hitabı söz konusudur ve kendin üret kendin tüket ağırlıklıdır adeta.

Bayram abi; neredeyse tüm akranları gibi, öğretimi ilkokulla sınırlıdır, ancak azmi hiç tükenmeyecek kadar geniştir, kendisine açılan yeni dünyanın farkındadır, içinde bulunduğu dar ortamı genişletme karar ve azmindedir. Mezkûr dönemin ve yerin mutat ziyaretçileri Alman Hippiler olunca, “Almanca” öğrenmek ve yaşamı bir seviye daha arttırmak kararı kendiliğinden oluşur, kısa zamanda Almanca öğrenilmiş ve Çiftlik’in ilk turizmcisi “Ayran Dayı” ve Altınkum’un ilk işletmecisi Turgut’un yerine ilave gelir, “Baba’nın Yeri” … Artık bugünlerde Altınkum’un önemli işletmesinin temelleri o yıllarda atılmıştır işte. Bayram Abi; öğrenmeye ve gelişime açıktır, şekle çok yansımasa da öze işlemiştir bu haslet… Artık yurt dışı bağlantısı vardır bu Almancı kampingciler ve çadırcılar sayesinde. Peki sadece Almanca mı öğrenilmiştir, hayatı ve işi yönetecek kadar İngilizce ve Fransızca da vardır…

Sağlığında; Çeşme dışında çalışıyor olunca sadece tatil dönemlerinde görüşmeye başlamış idik, çocuklarımın adeta sevgilisi olan “Bayram Dede” deniz ve plaj denince sadece onun yeri akla gelir ve mutlaka oraya gidilir idi. Çocukların plajdaki haylazlığına verdiği inanılmaz hoşgörülü tepki ve tavrı ile çocuklarımın gözünde kolayca “dede” mertebesine ulaşmıştır. Şimdilerde tıpkı Kâmil Karagöz’ün oraya ayaklarım beni götürmüyorsa, Bayram Abinin oraya da götürmemektedir, onu kaybettiğimizden beri ancak birkaç kez gidebilmişimdir. Demek ki ben de kaybettiklerimin yarattığı ruh hali ile yüzleşebilecek cesaret yok. Bu da benim hallerim herhalde.

Daha dün gibi sanki; genellikle öğlen vakitlerinde geldiği Çeşme merkezde çalıştığım yere uğrar, ama 5 dakika ama 10 dakika mutlaka sohbet edilir, çay, kahve içilirdi. Gerçekleşen ya da gerçekleşmeyi bekleyen planlar, beklentiler, hedefler üstüne anlattıklarını dinleyince çok işler gerçekleştireceği izlenimi vermesine rağmen anladım ki “yeter” demesini bilen tarafı daha ağır basarmış, “onu da başkaları yapsın” fikriyatı kendisine ayrı bir dinginlik ve vakar hal katmış. Gerçi bu hal turizmde gelişmenin önüne geçmiştir ama tüketme ve yetinme konusunda olgun bir hal oluşturmuştur kendisinde, kendisine mütenasip olarak. Başkası ne der ne demez bilemem, ilgilenmem de benim taraftan budur Bayram Abi, ve de öyle kalacaktır hatıralarımda. Gerçi sadece Bayram Abi’mi böyle idi, nerdeyse tüm akranlarının istisnalar hariç hepsi benzer haslet ve özelliklerle dolu olduğunu biliyoruz.

Denize girişlerin “karpuz kabuğunun suya düşmesinin” beklendiği tarihlerdir ama onun için böyle bir şey yok demiştik ya, o ister kabuk düşsün ister düşmesin yüzerdi, gerçi şimdilerde 12 ay, her mevsim karpuz da bulmak mümkün ama.

Şimdi de cennettedir ve oradaki arka denizde, “Altınkum”da kulaç atmaya devam ediyordur, buradaki Altınkum’u seyrederek, inanıyorum… Bu vesile ile kendisini bir kez daha hayırlarla anıyorum… Cennet mekan Bayram abi…

 

Cumartesi, Temmuz 06, 2019

ODTÜ’YE EFELENMENİN HAFİFLİĞİ


1954 yılında ABD ile girilen ilişkiler çerçevesinde, başta Türkiye olmak üzere, tüm Ortadoğu’yu kapsar biçimde “şehircilik ve planlaması, bölge planlaması, konut sorunu” üstüne araştırmalar yapmak üzere Pensilvanya Üniversitesinden bir Profesör, BM’nin görevlendirmesiyle canım Yurduma gelir, araştırma ve incelemelerinin sonucunda geniş bir rapor hazırlar ve mezkûr raporda özetle Türkiye’de “mimarlık, mühendislik ve planlama” eğitimi verecek bir enstitünün kurulmasını önerir. BM (Birleşmiş Milletler) 1956 tarihinde yine Pensilvanya Üniversitesinden Holmes Perkins’i mimar, mühendis ve planlamacıları yetiştirecek, Türkiye Millî Eğitim Bakanlığına bağlı ve İngilizce dilde öğretim yapacak “Orta Doğu İleri teknoloji Enstitü”sünü kurmak üzere görevlendirir. Türkiye ve diğer Orta Doğu ülkelerinin kalkınmalarına katkıda bulunmak, özellikle fen bilimleri ve sosyal bilimler alanlarında çalışan yetiştirmek üzere kurulan enstitünün açılışından önce dönemin Milli Eğitim Bakanı Ahmet Özel “Meclise sunulan tasarının kanunlaşması sonunda enstitü, Orta Doğu'nun en büyük teknik üniversitesi hâline getirilecektir.” diyerek enstitünün bir süre sonra üniversiteye dönüşeceğini beyan etmiştir. Ve bilinen meşhur ve Canım Yurdumun yüz akı üniversitelerinden birinin temeli atılmış olur böylece. Kuruluşu ABD tarafından gerçekleştirilen, zaman içerisinde gerek akademik kadro gerekse de öğrenci kitlesi tarafından ABD’nin isteklerine aykırı sonuçların ortaya çıkmasına yol açan Üniversitenin, kaliteli bir öğrenimle donanmış ve zeki öğrencilerin mezuniyetleri sonrası ABD’nin eleman ihtiyacına cevap vermiş ise de, son tahlilde ABD Emperyalizmi karşıtı insanların kümeleştiği bir yer olmuştur. Günümüzde de genellikle mezuniyet törenlerinde “orantısız zeka” örneği pankartlarla fakülte ya da bölüm tanıtımı ile muhalefetine devam eden bir öğrenci hakimiyeti söz konusu olup takdire şayan bir karine i haldedir. Türkiye sağının dönemsel farklılıklar göstermesine karşın açık ve gizli gündemi ve hedefi hep ODTÜ olmuştur. Varsa yoksa ODTÜ, yıkalım dese biri hemen eline kazmayı alır bu güruh… Şüphesiz burada en önemli etken ODTÜ’nün temsil ettiği değerler, hala ve çok şükür ki Canım Yudumun muhalif yönünü öne çıkarır olması onu hedef yapmaktadır, bunu olumlamak ya da olumsuzlamak manasında demiyorum, bu bir tespittir. Canım Yurdumun muhalif yanını temsil etmesi hasebiyle de “ne yapılsa azdır” yaklaşımlı hedeftir, ÖTK’sı ile katılımcılık, birlikte yönetim, karar alma süreçlerine katılım gibi bazılarının söylemeye bile dili varmayan bir gelenek tutturmuştur ya…

Bazılarına göre muhalefetin kıblesini oluşturan ODTÜ; ününü, tarihe Vietnam kasabı olarak geçen, ABD’nin Ankara Büyükelçisi, lakabı Hanço (kasap) ve bir CIA uzmanı olan Robert Komer’in, Üniversiteyi ziyareti sırasında, büyük bir protesto gösterisine neden olmuştur. Komer’in Üniversiteye geldiğini gören devrimci öğrenciler, Komer’in arabasını ters çevirip, arabanın deposundan aldıkları benzinle, arabayı ateşe verirler. Bu eylem devrimci öğrenciler tarafından unutulmaz atfedilirken, eyleme katılanları da iyi saatte olsunlar asla unutmadılar, kanlı takip sonunda bir kısmı öldürüldü bir kısmı da hapis cezalarına çarptırıldı. 1975 yılında ise Hasan Tan’ın rektör olarak atanması ile muktedirlerin açıktan ve direk hedefi haline gelmesine, Hasan Tan yönetiminde şeytanın bile aklına gelmeyecek hile, hurda ve desise çevrilerek Canım Yurdumun gündemine oturtturularak yok edilmek istenişi ve devrimci-demokrat öğrenci ve akademik kadronun bir direniş destanı yazdığı dönemdir. ODTÜ-ÖTK önderliğinde verilen amansız direniş ve mücadele tarihteki yerini almış, yaşanan kayıpların müsebbipleri de unutulmamak üzere tarihe kaydedilmişlerdir. ODTÜ yurtlarının devrimciler tarafından üs olarak kullanılmasını bahane ederek çok çeşitli askeri operasyonların hedefi olmuştur aynı zamanda…Her zaman bir genel arama seferberliği düzenlenmiş, öğrenciler “polisin” aramalara katılmasına direnirken “askerin” aramayı sürdürmesine rıza göstermişlerdir. Çünkü yaşanan provokasyonların ve olayların sorumlusu olarak siyasi iktidarların yönlendirmesi ile emniyet güçlerinin çok büyük rolü olduğu düşünülmektedir, öğrenciler tarafından. Stadında “devrim” yazar ya bunu asla kabullenememektedirler, bu üniversitenin adı; Deniz, Mahir, Hüseyin, Sinan, Ertuğrul ile anılmaktadır ya, vur beline kazmayı, her daim suni gündemler ile hedef tutulmaya çalışılmıştır. Öğrenciliğimiz döneminde ODTÜ’den mezun olan kızların hepsinin bekaret sorunu olduğu, tuvaletlerin bile kadın-erkek ayrımı yapılmadan kullanıldığı, yurtlarda kadın-erkek bir arada kaldığı, ahlakın bitirildiği yer gibi gösterilmeye çalışılarak tarihe “kara propaganda” şaheserleri kaydedildiğini hatırlıyorum. Hatta bir yarışma programında “Ot Derleme Toplama Ünitesi” diye taammüden adlandırıldığını hatırlıyorum. Bu kabil yaklaşımlara zamanın başta Tercüman olmak üzere tüm basını bir şekilde açık ya da gizli destek veriyorlar idi.

Oysa adam gibi kampüs ve üniversite ile canım Yurdum ODTÜ ile tanışmıştır, üniversite sözcüğü de bilindiği üzere Latince “universus=tüm, genel” sözcüğünden “itas” sonekiyle türetilmiş ve genel manada evrensellik ifade etmektedir ama kimin umrunda.

Şimdilerde bakıyorum da; Uluslararası güçlerin yerli ve yeni mümessilleri, bazı kanaat önderleri, gazeteciler, ODTÜ devlete memur yetiştirir, plan yapan eleman yetiştirir, gibi aptallık şaheserleri dizmekteler. Tam teşekküllü “uzanamadığı ciğere mundar” deme hali… Ama emin olun ki dert sadece buradan hareketle, memleketini seven, istikrarlı kalkınmayı, adil paylaşımı hedefleyen herkesi hedef tutuyor bu gafiller. ODTÜ ye neden genellikle Solcu öğrenciler giriyor idi emin olunmalı ki oraya sadece zeki çocuklar girebiliyorlar idi neden solcu olmayanlar giremiyorlardı ve neden ancak 1980’lerin sonundan itibaren girebilmeye başladılar, iddialar çok açık, ancak sorular çalınmaya başladığı andan itibaren girebildiler

Tabip Odalarında, Mühendis ve Mimar Odalarında, Barolarda hep demokrasiyi, ileriyi, çağdaşlığı, muasır medeniyeti temsil söz konusu iken diğer esnaf ve sanatkârlar odalarında ise sağ temsiliyet söz konusu, bu bile bir kez daha; “Ben her zaman cahil halkın ferasetine güveniyorum” diyen profesörün iddiasının neden bu olduğunun kanıtıdır.

Cumartesi, Haziran 29, 2019

İSTANBUL YENİ HAVALİMANI


Seviyoruz büyük şeyleri ve sahip olduğumuz şeyleri büyütmeyi ve büyük şeylerle öğünmeyi, nereden ve nasıl peydahlandı bu zillet bizde bilemiyorum. Büyük olsun yeter… En büyük Klüp, en büyük Takım, en uzun ve geniş Yol, en büyük Plaj, en büyük Otel, en büyük Uçak, en büyük Havaalanı, en büyük Hastahane, en büyük Adliye Sarayı, vs vs… Gerçi konunun mazrufa rağmen hala zarf odaklanması itibariyle tamamen ve esasen psikologların bilgi ve ilgi alanına girdiğini biliyorum ama olsun yine de görüşlerimi yazayım diyorum. Küçük ama işlevi önemli diyenlerin sesi ne yazık ki büyük ama işlevi küçük diyenlerin yanında bir hayli cılız kalmaya başladı ve daha da kalacak gibi sanki. Tam da bu yüzden işleve önem veren biri olarak tavrımı açık koyacağım. Oysa bu büyüklükler hayatın diğer önemli alanları ile birlikte değil ise, sosyolojideki karşılığı nedir bilmiyorum ama bizdeki karşılığı görgüsüzlüktür, tıpkı ayranı olmayanın tuvalet safahatı üzre söylenen söz misali… Gelir paylaşımınız, yarattığınız ekonomik değer, ürettiğiniz saman, vs vs ile mütenasip durum oluşturmuyorsa havalimanınız, hastahaneniz, ne önemi var ki.

Geçenlerde ilk defa İstanbul’un yeni Havalimanını görmek lütfuna nail oldum, ilk izlenimim devasa bir alan, insanı kucaklamaktan ziyade ezen bir yapısı var sanki, vay be biz nelerde yaparmışız duygusu gark oluyor insanın yüreğine. Ne bir eksik ne bir fazla, tam da öyle. “Hayatın 10’da 9’u ticarettir” havası her hali ile yerleştirilmiş merkezine. Teknolojinin son imkanları ile üretilen her türlü malzeme kullanılmış, gerekli gereksiz, tıpkı Arap’ın malzemeyi bol bulması hali gibi, müteahhitin umurunda mı? Nasıl olsa, yatırım maliyeti, işletme maliyeti, para maliyeti, kâr hatta ayva var nar var misali, vs vs hepsi Euro ya da Dolar cinsinden yolcu sayısı ve işletme süresi münasebetinin münasebetsiz hesabı mucibince şahsi hesaba rücu edecek, sorun yok, kredi dersen Avrupa Bankaları kasalarında temerküz etmiş bu kabil paraları en yüksek “riba”dan pazarlama konusunda pek bir mahirdirler, kalü beladan beri. Geriye ne kalıyor, kocaman bir hiç, “derenin taşı ile derenin kuşunu” güzelce torbalarına indiriyorlar… Havalimanı devasa, doğru ama bu büyüklükleri aşmak için alan içinde bir yerden bir yere yolcu taşımacılığı için ilave araçlar kullanıyorsanız, “uzun lafın lüzumunu alakadar etmez” derler mazallah. Aman kimse çıkıp, efendim, Singapur’da ki havalimanında da bu kabil araçlar çalışmaktadır, bazı havalimanlarında raylı sistem bile var demesin, hepsine cevap var… Ama dedim ya, merkeze ticareti koy, bir kanattan bir kanata giden ablaların, abilerin gözü hep ticaretin üstünde olsun… Bu projenin ciddi öngörü hesap hataları ile diyeceğim ama dilim varmıyor, siz anladınız, yapıldığı ya da “fizibıl” olmadığı pek bir açıktır. Peki bu iddia doğru mu, eee basit “yolcu garantisi” faslından “beyt-ül mal”dan ne kadar ödeme yapıldığına bakılıyor olması yeterlidir, cevabı bulmak için. Durup dururken yüzbinlerce ağacın yok edilmesi, su havzalarının tahrip edilmesi, Bulgaristan hava sahasının lüzumsuz kullanılması, rüzgâr faktörünün göz önünde bulundurulmaması, şehre bağlantısının sadece otobüs ile yapılıyor olması gibi ilave olumsuz detayları yazmaya gerek yok sanırım.

Bir klasik daha gerçekleşti, görevde iken görevde kalabilmek adına susan, ayrılınca ya da işten uzaklaştırılınca konuşan bürokrat, hep olduğu gibi, gözünün önünde, hem de kendisi marifeti ile gerçekleştirilen “yanlışları” birden fark edip anlatmaya başlarlar ya; aha da bizim konumuzda, eski THY Yönetim Kurulu Başkanı Hamdi Topçu “Yerel’den Global’e THY’nin Yükseliş Dönemi” adlı bir kitap yazarak, o gün sustuklarını bugün konuşur hale gelmiş ya. Kitabı henüz okumadım ama okuma planım var ancak konumuzu ilgilendiren bölümü ulusal basında ziyadesi ile yer aldı. Yeni havalimanı planlamasında yer seçiminden başlayarak yapılan tüm tercihler ve oluşan büyük mali külfet için ne diyor Başkan; “THY’nin agresif büyümesi sonucu, Atatürk Havalimanı artan hava trafiğini kaldıramıyordu. Sürekli iyileştirmelerle durumu kurtarıyorduk. Havalimanında bir paralel pist ve ek bir terminal işi kurtarabilirdi. Üç alternatif hazırlandı. İki versiyonda THY yönetim binası ve cami minaresinin uçlarının yıkılması gerekiyordu. Kamulaştırmaya da ihtiyaç yoktu. Atatürk Havalimanı’na inen 100 uçaktan yaklaşık 70 kadarı dar gövde uçaklardı. Bu da 2030’a kadar ihtiyacı karşılıyordu. DHMİ tarafına “işin nasıl olmayacağını anlatın” talimatı verilmiş, katılanlar tembihlenmişti. DHMİ yeni bir pist yapılma maliyetinin 15 milyar doları bulacağını anlattı. Binali Bey’e “2 milyar doları verin yapayım (yeni pist) THY’de hatırı sayılır bir para kazansın” dedim. Binali Bey “Yeni havalimanının ilk bölümünü biz 2015’in ilk çeyreğinde teslim edeceğiz” dedi. Cemal Şanlı’da “Atatürk Havalimanı’ndaki iş de aynı sürede bitecekse, yeni havalimanı daha mantıklı dedi. “İmkânsız” dedim. Binali Yıldırım “Biz, Bakanlık olarak söylediğimizden önce bitiririz” dedi. Sn. Topçu görevden neden uzaklaştırıldığını bilemediğini, ama Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Bakan’a kırgın ve kızgın olduğunu bir şekilde tebarüz ettirmekte, anlaşılan o.

Burada, kim haklı kim haksız gibi bir tespit benim haddim de değil, harcım da değil lâkin geçenlerde uğradığım havalimanı üstüne aklıma gelen ve hissettiğim şeyleri yazayım dedim, mesela bir yerden bir yere gitmenin bir hayli zaman aldığını söyledim ya, bu yürüyüşte yanımda havalimanı üstüne yapılan konuşmaların bir bölümüne kulak misafiri oldum, kimileri çok beğenmiş kimileri ise büyüklükten şikayetçi idi, ama belli ki ilk gelenlerin konusu mutlaka havalimanı. Gerek işim gerekse de gezikolik olmam hasebiyle birçok ülkede birçok havalimanı gördüm, bu konu ile başta Gündüz Vassaf’ın “Yol arkadaşım” adlı havaalanlarını konu alan kitabı olmak üzere birkaç kitap okudum ve bu yüzden söyleyebilecek şeyim olduğunu düşünüyorum. Ancak bu kapsamdan olmak üzere sadece inşaat ve işletme faaliyeti açısından canımız yanmıyor, “kapitalizm” üzerimizden her türlü kazanmanın yolunu buluyor ve de itiraz olmadığı sürece daha da bulacağından maada… Korku yaratır, sigorta satar, hastalık yaratır, ilaç satar, hayaller yaratıp havalimanı, enerji santralları, yol yaptırıyor… Bu konu ile ilgili olmak üzere, planlar üstünden hayaller kurmanın ne menem bir şey olduğunu merak edenlere de, Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler, IMF, ABD Hazine Departmanı gibi kurumlar adına, Afrika, Asya, Latin Amerika ve Orta Doğuda birçok ülkeye nasıl hayal kurulacağını, hayallerin nasıl projelere dönüşeceğinin bilgisini satan John Perkins’in “bir ekonomik tetikçinin itirafları” adlı birkaç ciltlik kitap dizisini öneririm.

Salı, Haziran 25, 2019

SIRADAN FAŞİZM


Partisinin ve kendisinin yükselişi önlenemeyen ve kendisine geniş kitleler adına asla karşı durulamayan ama bir avuç sermayedar için ise kesinlikle parlatılması gereken lideri, uzunca bir süredir kolluk güçleri tarafından bilinen ve bu yüzden de izlenen ve aynı zamanda ilgili polis birimleri tarafından devlet bekasına tehdit mülahazası ile kendisine bir dosya bile oluşturulmuş biri olarak bilinmekte ve devletin buyurganlığı ile başı belada olan biridir.

Usta bir demagog olan lider, taraftarları ve destekçileri kimlerdi diye bakıldığında, küçük esnaf ve işletme sahiplerinin, memurların, işçilerin, geçmiş dönemlerde itibarını kaybedenlerin, hatta azda olsa kriminal unsurların olduğu açıkça görülecek olup, “prensiplerin durduramayacağı, güçlü yumruklara ihtiyacı olduğunu” sürekli vurgulayarak, bu taraftarların içinden gözünü budaktan esirgemeyen çekirdek bir oluşuma evrilmesi için her türlü fedakarlık yapılmıştır. Liderlik rolü başlangıçta kendisine pekte uygun görünmüyor olsa da, becerebileceği konusunda ise kendisini parlatanları endişelendiriyor olmasına rağmen, kendisi bu farkındalıkla her şeye rağmen inatla, sabırla ve yılmadan çalıştı, günlerce ayna karşısına geçerek hitabet antrenmanları yaptı, kaç kişi olduğuna bakmaksızın her tür kalabalığın önünde sahne alıyor, herkese refah sözü veriyor, kapalı kapılar ardında geçmiş dönemde ülkeyi yönetenler tarafından kaybedildiğini düşündüğü toprakların tekrar ülkeye katılacağı sözünü veriyordu, kiracıların çoğunlukta olduğu yerlerde kiraları düşürme, ev sahiplerinin yoğun olduğu yerlerde de kiraları yükseltme sözü veriyordu, büyük mağazaların sahiplerine rakiplerini ortadan kaldırma, küçük dükkân sahiplerine de büyük mağazaları kapatma sözü veriyordu, söz vermede asla cimri ve eli sıkı davranmıyordu, nasıl olsa insanlar da söylenenleri yiyordu atışlar serbest idi gayri, büyük mitingler ve gösteriler düzenleniyor, bu organizasyonlar için gerekli olan büyük bütçeler muvazaalı bağış sistemlerinin oluşturduğu gizli kanallardan sürekli olarak geliyordu, artık plan yürüyordu kendisine sahne verenler açısından… Sermaye açısından her şeyi, her alanı tam anlamıyla kapsayabilmek ve tanımlayabilmek, tayin edilmiş hayatı ve görece refahı sunabilmek ya da yaratabilmek için güçlü iktidara ihtiyaç vardı her zaman olduğu üzere, işte aranan kan bulunmuştu gayri…

Cumhuriyetin ne anlama geldiğini bilmeyen ya da aslında çok iyi bilen ama bir türlü içselleştiremeyen bir yönetim oluşturma sevdası ki büyük sermayenin böylesi bir yönetime ve diktatöre ihtiyacı olduğu ve bu uğurda da hiçbir finansal destekten kaçınılmayacağı çok açıktı ve de öyle tecelli etti. Artık bir diktatör doğuyor, bir güç yaratılıp önünde diz çöküp güce tapınma süreci başlıyordu, öyle ki başlangıçta kabine toplantılarında tüm kabine arkadaşlarına arkadaşça davranan, toplantıya geçilirken ilk oturan bile olmamak adına tevazünün zirve yapmasını bilhassa temin ederek, herkesin elini öncelikle sıkan ve oturulacak yeri bile tek tek işaret ederek arkadaşlarının oturmasını temin ediyor, herkesin oturmasını müteakip oturuyor, işte artık ülkenin kader yolcuğu kendisinden çok şey beklenen lider üstünden başlıyordu… Onlarda; ellerine geçirdikleri yeni düzenin gücünün kanıtlanması için hiçbir şeyi esirgemediler, insanları yapılan muhteşem gösteriler karşısında psikolojik baskı altına alıp önce nemalanmalarını sonra şaşırmalarını, en sonunda da güze tapmalarını temin ettiler…

Yukarıda anlatılan yakıcı ve ürkütücü gelişmelere gebe ortam; önemli Sovyet sinemacısı Mikhail Romm’un, hemen hemen tamamı Alman Faşist lider Adolf Hitler'in özel film arşivi, SS subaylarının çektiği özel filmler, Sovyetler'in ve diğer kimi ülkelerin devlet arşivleri gibi kaynaklar da bulunan filmler ile Almanya'da Nazizmin 1930'larda başlayan yükselişini ve yaşanan büyük bir trajedi ile yaklaşık 50.000.000 insanın ölümü ile nihayetlenen savaşın neticesi ile birlikte gelen çöküşün belgeselleşmiş film hikâyesidir.

Film; faşizm denen belanın hangi koşullar sonucu sermayenin dayattığı bir yönetim biçimi olduğunu; içeride, toplumun gündelik hayhuy içerisinde yönetime yönelik ilgisizliğin, durumun vahamet ve azametinin farkına varmakla birlikte çok tehlikeli sonuçlar doğuracak derece ya da aptallık seviyesinde hoşgörünün ya da iyi niyetin, küçük ve önemsiz değerlendirilmesi yapılarak olaylara zamanında müdahale edilmemesinin, sürekli savsaklanarak yerine getirilmeyen görev ve sorumlulukların, insani ilgisizliklerin, günlük kısır çekişmelerin deyim yerindeyse kayıkçı kavgalarının gözlerden ırak tuttuğu gelişmelerin ve dışarıda çağ dışı kalmış krallar ve kraliçelerin şatafatlı hayatların haricinde ilgi alanı oluşmamış uğraşların hikâyeleştirilmesinden yola çıkarak çok çarpıcı bir biçimde gözler önüne sermektedir.

“Sıradan Faşizm” filmi, sinemanın gücünü belgelerden alan, emperyalizmin yaşlı kıtadaki yaşama düşman kabulü ve tayini yapılan doğuda doğmakta olan sosyalizmin yok edilmesini nihai hedef koyan niyetlerin, Adolf Hitler’in başrollerinde, Benito Mussolini ve Franco’nun yardımcı rolünde, komedi düzeyindeki toplumsal aptallığın ve aymazlığın zirvesinin büyük bir trajediye dönüşmesini tüm çıplaklığı ile gözler önüne sermektedir. Askerinden siviline Avrupa’nın öğrenimi en yüksek bürokrat, teknokrat ve askerlerini yetiştirip istihdam eden bir ülkenin, her birisinin ayrı ayrı görüp, teşhis etmesine rağmen, kâh kişisel menfaatler uğruna göz yumma kâh iyi niyetlerin gözleri kör etmesi, akılları dumura uğratması sonucu nasıl olurda bir felaketin eşiğine gelebileceğinin hikâyesinin anlatıldığı bu filmi uzun yıllar sonra bir kez daha hatırlayıp seyretmenin keyfini ama gerçek hayattaki karşılığının bir kez daha hatırlanılması adına da hüznünü yaşamış oldum, günümüzü yansıtma ve günümüze dersler çıkarma adına da seyretmiş olanlar da dâhil olmak üzere herkese bir kez daha filmin izlenmesi önemle önerilir.

Sokaktan gelerek; burada sakın ve zinhar sokaktan gelinmiş olmayı küçümsediğim anlaşılmasın, bir kültürel seviye anlaşılması niyetiyle, “Her çavuş öğretmen olabilir ama her öğretmen çavuş olamaz” gibi abuk-subuk olsa olsa kurtlar vadisi dizisinden fışkırmış olabilecek bir felsefe tezahürü bir Alman atasözünün yaratıcısı, bu faşist Adolf Hitler, tüm ezikliklerini üstünden attıktan sonra, sahip olduğu itibari güce de tapanların her geçen gün geometrik artış izlemesi karşısındaki kurgulanmış ve sanal ortamı gerçek zannıyla, eğitim ve öğretiminin bu işleri kıvıramayacak düzeyde olmasına rağmen, çıkarları uğruna kendi abukluklarına destek verenler ile günlük basit çıkarları ve kaçamakları uğruna duruma göz yumanların aymazlığı içinde, yerleşik Alman kültürü ve hayatıyla adeta dalga geçmekte ya da zihin ve akıl yaşı 5 i geçmeyen çocuksu fantezilerle ortalığı kırıp geçirmektedir artık…

Yerleşik Alman medeni hayat değerlerinin köklü olmasına rağmen; herkesin arı ırktan olması kaydı şartıyla 4 çocuk yapmasını istemektedir, karşısındakilerin suskunluğu karşısında ise, eğer bir arı ırka mensup Alman kadın 4 çocuğu yoksa derhal arı ırkın bir erkek temsilcisini bulup sayıyı 4 e iblağ etmesini isteyebilecek düzeyde fütursuzlaşmıştır gayri, üstelik kadının evli olup olmamasının ve de bulacağı arı ırkın temsilcisi erkeğin evli olup olmamasının önemsiz olduğunu söyleyebilecek kadar akıllar tutulmuştu bir kere, hatta yüce Führer bir keresinde bir kenar mahalle de yaşanan pejmurdeliğin üstüne oraya arı ırkın temsilcilerinin oluşturduğu bir askeri birliği yerleştirip arı ırkın yeni çocuklar kazanmasına vesile olmuş, hatta Himmler bir keresinde kadınların askerlere hayır diyemeyeceğine yönelik çok ayrıntılı emirler bile hazırlamıştır.

“Oyuncu ve sanatçılara ara sıra parmağın ucunu göstermek gerekir” gibi veciz bir söz ederek sanata ve sanatçıya, Alman 3. İmparatorluğun kızlarının geniş kalçalı olması gerekir diyerek biyolojiye, anatomiye ve modaya, Tereyağı şişmanlık yapıyor diyerek beslenmeye bakışını derç ederek hayatın en küçük detayını bile belirlemek ve dikte etmek adına toplum mühendisliğine soyunulmuş ve totaliter bir tavır sergilenmiştir.

Diğer taraftan ise vahim gelişmeler vardı; tüm üniversitelerin önünde kütüphaneler boşaltılarak kitap yakma seansları düzenleniyor, bir defasında üniversite önünde “halkı aydınlatma ve propaganda bakanı” Göebbells konuşuyor; “Yahudi entellektüelizmi artık son buluyor, bu gecenin yarısında geçmişin iblislerini alevlere teslim ediyoruz” diye ateşli ve etkileyicili konuşmalar yapıyor, bu arada kimin kitaplarını mı yakıyorlar, Tolstoy, Mayokovski, Volteire, Anatole France, Jack London vs. gibi yabancı ve Heine, Thomas Mann, Heinrichmann gibi dönemin en önemli Alman yazarların kitapları da yakılıyordu, ama aslında insanlığın fikri ve zekâsı idi ateşe atılan ama ne gam ne tasa…

Faşizmin ve gestaponun vahşetinden İlk etkilenenler komünistler oldu, hemen toplandılar hapislere atıldılar, sonra sosyal demokratlar, sendikacılar muhalif işçiler gazete ve radyo-TV muhabirleri, sonuçta Führer Hitler gibi düşünmeme cesareti gösteren herkes zulmün tadına bakacaktı… Artık fren tutmaz duruma gelinmiştir, Alman hukuk akademisinde konuşan bir yetkili “her Almanın en büyük sevgiyi Führer e göstermesi gerektiği üzerine nutuk atıyor, konu hukuk ya söylediklerinin bir yasa tasarısı haline getirilmesi için öneride bulunabiliyor, işte dönemin özeti bu idi. “Annem basit bir kadındı fakat Almanya’ya büyük bir evlat hediye etti” gibi megalomanik bir noktaya gelen düşünceye, “sizin aranızdan biriydim, çalışarak, öğrenerek, aç kalarak buraya geldim. Kısaca ben eskiden ne isem şimdi de oyum. Bu büyük esere başlarken cesareti entelektüellerden değil, alman çiftçi ve işçilerinden aldım” diyerek, toplum mühendisliğinin altyapısı güçlendirilerek konuya romantizm de katılıyordu Tüm konuşmaları sıradan bayağı idi ama ateşli ve histerik konuşmalardı bunlar ve artık “parti führer führer ise partidir”, ona göre ve kendisini partinin bir parçası, partiyi de kendisinin bir parçası gibi hissediyordu, böbürlenmenin buyurganlığa, buyurganlığın da kibre evrilmesinin bir sonucu olarak… Allah taksiratlarını afferder mi bilemiyorum…

Perşembe, Haziran 06, 2019

DREYFUS OLAYI

Olay; 1894'te, Fransız ordusundan bir binbaşının, Almanya’ya Fransız Ordusu hakkında bilgi aktardığını iddia eden, ancak sonradan bir komplo olduğu anlaşılan, bir mektubu ele geçirdiğini, Fransız Ordusu hakkında sızdırılan bilgileri içeren mektubun Fransız Genel Kurmayında görev yapan Yahudi bir asker Alfred Dreyfus tarafından yazıldığı iddia edilerek, açılan uyduruk davada, malum yöntemlerle yargılanarak ömür boyu hapse mahkûm edilmesi ile başlar. Halkın da tereddütsüz itirazsız ve ittifakla katılması hedeflendiğinden, suçlama “vatana ihanet”tir, Almanya’ya bilgi aktardığına, Almanya lehine yardım ve yataklık iddiası ile, yürütülen davanın tek kanıtı, mezkûr binbaşının bulduğunu iddia ettiği sahte ve uyduruk mektuptur. Aslında olan biten Fransız Ordusunun Almanya karşısında yenilgisine aranan kılıftan başka bir şey değildir ama, tek amaçta bu değildir, buradan hareket ile ülkenin teslim alınmasıdır. Ancak; sahte ve uyduruk olduğu Genel Kurmay kaynaklarından bile kabul edilmesine rağmen, “iyi saatte olsunların” aldığı karar uygulanır, hatta bilahare ortaya çıkan lehte delillere rağmen dava tekrarlanmaz. Yaratılan algı ve atmosfer mucibince Fransız halkı ve tabii ki de Fransız Ordusu olayın ve verilen cezanın arkasında durmaktadır hatta o kadar ki sonradan Başbakan olarak Hükümet Kuran Clemenceau bile oluşan derin devlet kararını değiştiremez, ancak “Fransız Devrimi” ile gelen hak-hukuk-adalet ve de eşitlik gibi vasıfların yılmaz savunucusu Emile Zola gibi bir ahlak ve etik abidesi bir yazar vardır. Tabii ki aslolan; iyi saattekilerin stratejik planları çerçevesinde, hedef başkadır ve milliyetçiliğin yükseltilmesi ile mezkûr politikaların savunucularının konsolidasyonudur, tıpkı her zeminde, her dönemde ve politik hayatın her aşamasında olduğu üzere. Hedef mucibince Dreyfus Davası bile nerdeyse unutulmuştur, topyekûn bir Yahudi düşmanlığı haline dönüşmüştür olay. Tüm bu şeriatte dahi insanlık onurunun gereği geri adım atmadan Emile Zola bir aydın sorumluluğu ile konuyu kendi açısından açıklar ve mahkûmun suçsuzluğunu ileri süren yazılar kaleme almaktadır, Emile Zola, Le Figaro gazetesinde Dreyfus’un suçsuzluğunu iddia ettiği yazısını yazar ancak bu mektup etkili olmaz, aslında muktedirler yazıdan etkilenirler ama çaktırmamak adına Başbakan mecliste “gündemde Dreyfus davası diye bir şey yoktur” diye açıklama yaparsa da durumu kurtaramaz. Bilahare Emile Zola “Gençliğe Mektup” adlı ikinci yazısını yazar, bu yazı da etkili olmaz ama Zola bir aydın sorumluluğu ile ısrarını sürdürür. Zola; L’Aurore gazetesine “Fransa’ya Mektup” adlı bir yazı kaleme alır maalesef bu da etkili olmaz tüm bu yazılar, aynı gazete 8 sütuna manşet, “J’accuse!” (Suçluyorum-itham ediyorum) başlıklı bir yazı yazar ve “sağduyudan, gerçeklerden ve adaletten uzaklaştık, kör ve aptalca bir şey bizi çağlarca geriye götürüyor, bu öyle bir durum ki dinsel katliamlara benziyor. Bu tür bir şey her ülkeyi kan gölüne çevirir” diyerek Fransız halkını uyarır, Fransız Ordusunun gerçekleri örtbas ettiğini öne sürerek, ithamlarda bulunur. Tabii ki daha o zaman aykırı düşünen meşhurların hemen derdest edilmesi icat edilmemiştir. Oysa Dreyfus’un yazdığı iddia edilen mektubun usta sahtekâr biri tarafından yazıldığı bilinmesine rağmen konu parmağım kör gözüne misali savunulmaktadır. Ayrıca dönem itibari ile el yazısı taklit eden sofistike makineler daha icat edilmemiştir de. Emile Zola’nın devlet tarafından verilen “Legione d honneur” onur madalyası cezalandırmak maksadı ile elinden alınır, malum eller tarafından kamuoyunda vatan hainleri ile eşdeğer tutulmak üzere sürekli itilir, kakılır ve aşağılanır. Milliyetçi cenah; bu savunmaların, vatan hainlerinin, yabancı uşaklarının, yerli işbirlikçilerin, Yahudi lobilerinin, Farmasonların, Fransa düşmanlarının propagandası diye feryan figan eylemektedirler. Ama Zola asla pes etmez, insanlık onurunu 3 paraya ya da mesleğini rahat icra etmesine ya da “ne yapayım abi ekmek parası” kaygısına değişmez. Sonuçta; tüm ve asıl suçlamaların kaynağı Binbaşı, kaçtığı ve sığındığı İngiltere’den itiraflarda bulunur, Dreyfus cezaevinden salınır ve rütbesi geri verilir ama, aması var… Koca bir asır süren bu dava ancak 1995’te iade-i itibar ile sonuçlanır, Fransız Devleti teslim olmuştur, yenilgiyi kabul etmiştir. Çekilen bunca çile, eza ve cefa yana kâr kalmıştır. Dreyfus’a bu kumpasları kuran, komploları düzenleyenlerin kimse bugün ismini hatırlamaz, hatırlayamaz ama “hak-hukuk-adalet” adına tek başına dahi kalsa geri adım atmayan Emile Zola bu savunmaları ile bilinir ve hep bilinecektir. Emile Zola; bu davada Cumhurbaşkanından, Genel Kurmay Başkanına, görevini kötüye kullanan ya da görevini namusu dairesinde yapmayan kim varsa herkesi suçlar, o gün Emile Zola’ya karşı olunmasının utancı ile sonradan ölümü üzerine çok az kişinin defnedildiği “Pantheon'a” defnedilmiştir, kalıcı hale gelen toplumsal utancın yüz kızarıklığı ile. Ne olursa olsun, insanlık onuru son tahlilde kazanmaktadır ve kazanacaktır. Bakılmasın öyle dönemsel gücün estirdiği fırtınalara, fırtınalar elbet bir gün sona ermektedir ve bundan sonra da erecektir. Bir tarafta Fransız Devriminin getirisi eşitlik, adalet, evrensellik, insan hakları, diğer tarafta otorite, müesses nizam, milliyetçilik, despotizm, korku ve ırkçı kümeleşme ve nihai sonuç, keşke bu yaşananlardan tüm dünya ders alabilse. Konjonktürel rüzgâr ile ele geçirilen güç, masum olduğunu bile bile binlerce insanın mahkûm eden bir despotizme dönüşürken totalitarizmin zirve yapmasına neden olur, bu şartların insanlığı sürüklediği nefret ve ırkçılık fırtınası insanlığı gıdım gıdım yok eder, maazallah ve alimallah. Ülkelerde; hem de zaman, zemin ve teknik terakki farkı gözetmeksizin, milliyetçilik, ülkenin iyi yönetilememesi ve başarısızlığa uğraması durumunda, hep ihanet, iç düşman ve içten çatlak aramıştır, aranan düşman ise çok kolaylıkla bulunmuştur, Fransa ve Almanya’da Yahudiler, Rusya’da Türkler, İngiltere’de Almanlar, Türkiye’de Kürtler, Azerbaycan’da Ermeniler, Ermenistan’da Azeriler vs vs…

Pazartesi, Mayıs 27, 2019

ÖĞRENCİLİK HALLERİMİZ


Bazılarımızın büyük bir özlem ile anımsayıp tekrar o günlere dönme arzusu ile yanıp tutuştuğu, bazılarımızın ise kesinlikle hatırlamak bile istemediğimiz bir dönemdir 60’lı yılların öğrencilik şartları… İttifak ile özlenen tarafları hiç mi yoktur ki mezkûr dönemin, olmaz mı, sorumsuzluğun dibine kadar kullanıldığı bu dönemin şamataları, eşek şakaları başta olmak üzere yapılan bu haytalıkları şimdilerde bile anımsadığımızda çenelerimiz yarılırcasına gülmekteyiz. Sabah derse girmeden önce yapılan “sağlam kafa sağlam vücutta olur” tespiti mucibince kültür-fizik hareketleri ve söylenen “and” sırasındaki itiş kakışlar tam bir eğlence idi. Sonsuz enerji ile donatılmış bu sorumsuz grup, hayatı baştan başa “ti”ye almakta en mahir kesimdir, çünkü “ekmek elden su gölden” bir süreçtir çocukluk. Tek sorumluluk ki, o da tamamen kendi geleceklerine yatırım olan iyi bir öğrencilik süreci geçirmektir ama o da çok çeşitli nedenler ile istisnalar hariç pek çoğumuz için başarılı geçmemiştir. Hele sınıf geçmenin abartmasız söylüyorum şimdiki üniversite mezuniyetine eşdeğer olduğu bir dönemdir, şakası bir yana “ilkokul bitirme sınavları” yapılırdı, tahmin edilemez ciddiyette yürütülür ve takip edilir idi. Tam da bu yüzden ilkokulu bitiremeyen tanıdıklarımız vardır, diğer taraftan ise bitirmekte ısrarcı olanların da askerlik ya da evlenme çağına kadar öğrencilik yaptığı da vakidir. İlkokul bitirme sınavları öyle bir ciddiyetle yapılır idi ki, sınava tabi tutulduğumuz dersler içinde “müzik” bile yer alırdı, hatta müzik sınavında bana bir şarkı ya da türkü söyle dediklerinde terden boğularak sessizliğe gömülmem üzerine, çık dışarı başarısız oldun denildiğinde de bu kez göz yaşlarına boğulmuş idim, neyse ki araya giren müdürün bu çocuk “İstiklal Marşını” söylesin becerirse geçirelim dediğinde ise de havaya fırlatacağım herhangi bir şey bulamamıştım yakınımda… Müzikte diğer her ders kadar ciddiye alınırdı o zaman, şimdiki gibi dalga çekme aracı değil idi… Peki gerek talim terbiyedekiler gerekse de idareci ve öğretmenlerimiz bilmezler mi idi bizden ses sanatçısı olmayacağını da bu derste ısrar ederlerdi, şüphesiz bilirler idi ancak “talim terbiye” işte, asgari düzeyde estetik ve beğeni aşılama, keşke günümüzde de benzer hasletler yaşatılabilse. Bu ciddiyet içinde, sınıfta kalanların, tekrar aynı sınıfı defalarca okuyanların varlığını tüm yaşıtlarım hatırlayacaktır. Öğretmenler de gerçek manada “öğretmenlik” tedrisi ile teçhiz edilmiş, asgari düzeyde “pedagojik formasyon” almış olurlardı, şüphesiz çocuk psikolojisi konusunda eksikleri olurdu ama “daha bir öğretmen” olurlardı açıkçası… Gerçi dönem itibari ile dinin de etkisi ile “dayak cennetten çıkmadır” ve “eti senin kemiği benim” yaklaşımı da çok önemli bir araç idi öğretimde. Abuk subuk Amerikan “süt tozlarının” küçücük çocuklara sunumu ise en temel siyasi gaflet ve delalet idi ama o bile hazmedildi dönem itibari ile. Asıl hamlığın yaratılmasındaki enstrüman ise tüm bu şerait yanında yokluklar ya da var olsa da temin edememeler idi. Okula gidiş ve gelişlerde servis varlığını bilseniz de yok idi, gerçi böyle bir imkânın varlığından da hem bizler şüphesiz hem de velilerimiz bihaber idiler. Belki biliniyor olsa bile talep ediliyor olmasının imkânsız kabul edileceği haydi biraz da cila katalım, ayıp kabul edilir korkusudur. Sonuçta okula her öğrenci ister fakir ister zengin olsun yürüyerek gider gelirdi, bu güzel bir şey mi idi, evet, hem de inanılmaz iyi bir şey, komşu çocukları birlikte gidip gelir iken akla gelebilecek her şey üstüne fikir yürütür, konuşur, tartışır yer yer de atışır idi, kişisel görüşüm bu kabil tartışmalar çocuklarda sosyalleşmenin en önemli altyapısını oluşturur bir durumdur. Çocuklar evde veliler tarafından verilecek görevler ve işler için beklenirler idi şüphesiz ama çocukların umurunda mı idi, nerde onlar hem sorumsuz hem de zamanı en bol kesimdir.

Beyaz yakalı siyah önlüklerimiz vardı, tek tip, fabrikasyon çocuk misali. Bu kara önlükler içinde, saçlar 3 numara kazınmış, zayıf kara kuru erkek çocukları, saçları örgülü yakaları süslü kara önlüklü kız çocukları… Tablo “Çocuk Esirgeme Kurumundan” giyinmiş tek tip çocuklar ile doludur. Gerçi bu giyim kuşam işi herkese tek tip olduğundan fakir zengin ayırmaksızın çocuklar arasında iyi giyime özlem yaratmayacak cinsten oluşu ile de takdir edilirdi. Gerçek manada “okul çantası” taşıyan çok az çocuk vardı, bunlar da meşin ya da tahta çantalar olur idi gibi hatırlıyorum, gerisi “made by anne” bez torbaları ile sahne alırlardı, torbanın makbulü ise muşambadan imal edileni idi şüphesiz. Nerdeyse herkesin bir “Mürekkep hokkası” ve “divit” kalemi olur, bazen de sanat eseri yazılar çıkardı ortaya, ancak benim herhangi bir dönem herhangi bir şekilde hiç güzel yazabildiğim olmamıştır. Defter ve kalem çeşitliliği bu günkü gibi olmadığından, çizgili ve çizgisiz defter ile ucu köreldikçe kalemtraş ile açılabilen kurşun kalemler ile iktifa edilirdi. Plastik teknolojisi bu ürünlerde hiç gelişmemiş olduğundan kalemtraşlar metal olur, kalemler de şimdiki gibi her türlü B ya da H ya da HB sertlik, yumuşaklık ve koyuluk skalası oluşturmaz idi. Defter de kalem de nerdeyse tek tip. Kalemlerin kalitesi yerlerde sürünmekte olduğundan, uçlar çok sık kırılır, bizler de durmadan kalemtraş ile kalem açar ve sonuçta da bol miktarda kalem tüketir idik. Yalnız hatırladığım kadarı ile matematik defteri olarak görece büyükçe ve saman kâğıdı benzeri sahifeleri olan defterler kullanırdı. Coğrafya dersi defterleri ise çizgisiz olur idi, yanlış hatırlamıyor isem, belki de harita çizimine uygunluğundan ama hatırladığım sık sık haritalar çizerdik. Herkeste bulunmamakla birlikte ahşaptan imal edilmiş cetveller var idi, gerçi sınıfın demirbaşı cinsinden 1 mt lik ahşap bir cetvelde bulunurdu, çok amaçlı kullanılan bu cetvel aklılarda yenilen dayak ile yer almaktadır genellikle. Nedense hatırladığım silgiler ise yuvarlak olur ortası deliklidir ve kaybolmaması içinde mutlaka oradan bir ip ile boyna asılırdı. Olmazsa olmaz ise mutlaka beyaz mendil idi, her öğrencinin cebinde bulunur, bazen de sınıfta tırnak kontrolü sırasında uzatılan elin altına konularak tutulurdu. Yine hatırladığım “görgü kuralları” diye bir ders mi yoksa bir ders içinde bir bölüm mü vardı, iyi ihtimal büyüklerimiz bizleri son derece görgülü olalım diye bu tedrise tabi tutarlar idi ya da ne kadar görgüsüz olduğumuz tespiti ile tedrise geçtiler. Daha yazılacak çok şey var ama yer bitti.

 

Pazartesi, Mayıs 20, 2019

SHAK SHAK-I SAAKASVİLİ


Bazıları ısrarla Uluslararası güçlerin himmeti, hikmeti, inayeti, hidayeti marifetiyle iktidara gelip, ahkam-ı mesture muvacehesinde zinhar böyle değilmişçesine ve dahi sanki bu bilinmiyormuşçasına ülkelerini yönetmeye devam ederler. Dünyamız ne yazık ki bu kabil kifayetsiz muktedirlerin cirit attığı bir alan haline dönüştürülmüştür. Malum olduğu üzere, dünyamızın hali hazır jandarması ABD’nin düzeni mucibince, Dünya Bankası, IMF vb gibi resmi kuruluşlar, Açık Toplum Vakfı gibi sözde para babası (babası da nasıl olunuyorsa gayri) Soros benzeri sivil (aslında yarı resmi) kuruluşlar marifetiyle zapt-ı rapt rejimleri hayat bulmaktadır. Bu kabil kifayetsiz muktedirlerin yetiştirilmesine yönelik, uluslararası sahte ve düzmece programlar çerçevesinde, üniversiteler, kurum ve kuruluşlar ihdas edilmiş olup, mezkûr zevatın bihakkın rahle-i tedrisine tahsis edilmişlerdir.

Bu kapsamada; bu yazımızın konusunu Kafkasları bir ABD üssü haline getirmeye çok büyük çabalar harcamış, hatta bu uğurda hayatının bile alt-üst olmasına rıza göstermiş, uluslararası nizamın kendi ülke topraklarında başat rol almasına ve dahi tamamen teslimiyetine göz yummuş birisidir, Mihail Saakasvili, Gürcistan devlet başkanı olarak kısa bir süre rol almış ve tam beklenen ve istenenleri malum nedenler yüzünden gerçekleştiremeyince de başına olmadık işler gelmiştir. 1967 doğumlu, 1992 yılı Kiev Devlet Üniversitesi Uluslararası Hukuk mezunu zat-ı şahanelerinde görülen parlak gelecek mucibince bilahare ABD Columbia Üniversitesi Hukuk Yüksek Lisansı, 1995 yılında itibaren de ABD’li çeşitli hukuk şirketlerinde gerek uluslararası tanıtım ve ilişkiler oluşturma ve tanınmışlık yaratma gerekse Gürcistan’ın geleceğine ipotek oluşturmak adına hazırlanmıştır.  

Malum olduğu üzere; Gürcistan, SSCB’nin dağıtılması üzerine bağımsız bir devlet haline gelmiş ve SSCB’de uzun yıllar Dışişleri Bakanı olarak görev yapmış Eduard Şevardnadze, kısa bir süre kenarda bekledikten sonra Gürcistan Devlet Başkanı olmuştur. Gürcistan 2003 Kasım ayında yapılan milletvekili seçimleri ardından uluslararası kışkırtmalara bağlı kısa süren siyasi bir buhran geçirir, hile karıştırıldığı gerekçesiyle ABD yanlısı muhalefetin seçim sonuçlarını tanımaması ardından, bindirilmiş kıtalarca mitingler düzenlenir, parlamento önünde oturma eylemleri yapılır, Devlet Başkanı Şevardnadze'nin istifası istenir, istifası istenen Eduard Şevardnadze'nin tüm bu eylemlere rağmen seçimlerin geçerli olacağında ısrar eder, sonuçta bindirilmiş kıtalar parlamentoyu basar, ülkede olağanüstü hal ilan edilirse de sonuç alınmaz, içerideki kaosa ilaveten uluslararası baskılar da artar, Eduard Şevardnadze istifa eder, Devlet Başkanlığı koltuğu boşalır. Şevardnadze muhalifleri, kansız sağlanan yönetim değişikliğini başta “kadife devrim” olarak adlandırsalar da göstericilerin eylemlerde ellerinde gül taşıdıkları için kadife devrim “gül devrimine” evrilir. Gösterilerde en fazla öne çıkan konu; yolsuzluk, yoksulluk, enerji krizleri, merkezi yönetimden koparak bağımsızlık ve otonomi talep eden azınlıklar konusu olup yeterince karıştırılmaya müsait bir ortamın hazırlanması, aşağıdakilerden gelen bu talepleri kolluk güçleri ile bastırmaktan başka çare düşünmeyen, demokrasiden inat ve ısrarla uzak duran, demokratik yöntem yerine despotik yöntem tercihleri de işin tuzu biberi olmaya devam ediyordu. “Açık Toplum” lider ve destekçilerine gün doğmuştu artık, daha önceden uluslararası etkili kurum ve kuruluşlarda adı tanıtılan ve gösterilerde de başarılı bir portre veren Mikail Saakaşvili ismi öne çıkar muhalefet lideri olarak. Bu arada; seçim sonuçları üzerinde tartışmalar büyür, sayım çalışmaları durdurulur, resmî sonuçların açıklanması gecikir, itirazlar baş edilemeyecek kadar çoğalır, nihayetinde Gürcistan Anayasa Mahkemesi seçimleri iptal ettiğini açıklar. Nihayetinde seçimlerin yenilenmesi kararı alınır. Eskiler o kadar kötülenir ki, suç oranlarının yüksekliği yanında işsizlik %20’ler seviyesindedir ve yoksulluk ve yolsuzluk ile, arka planda çaktırmadan uluslararası finans ve politik çevrelerde bugüne yönelik hazırlanan yeni dönem sadece ve sadece ortamı hazırlayan müstevlilerin ve onların sofralarında yer bulan yerlilerin ikamesi gecikmez gayri. Uluslararası güçlerin asıl yemeği olan “Kafkasya petrollerinin denetimleri altındaki ülkeler üzerinden batıya ulaşımı” ve “muhtemel rakipleri Rusya arka bahçesine üs edinilmesi” yanında diğer tüm hazırlanmış şartların garnitür olduğunu göremeyen ya da görmek istemeyen andövüller bu oyunun bindirilmiş kıtaları olmaya bu coğrafyada da tıpkı diğer coğrafyadaki benzerleri gibi devam ederler.

Neyse, uzmanlığımız olmayan konulara fazlaca girmeden, Uluslararası güçlerin desteğini büyük sitayişle alan Mikail Saakasvili artık sahne almıştır, behemehâl ABD Savunma Bakanı ve ABD Dış İşleri Bakanı öncelikle yemin töreninde bulunarak uluslararası desteği açıklamış olurlar, bilahare bu ziyaretler hiç bitmez. Yeni “our boy”unu bulan ABD mutlu, mesut bir son hayal ederken, işler hiç te istediği gibi gitmez. Çünkü karşıda Rusya gibi SSCB’den devraldığı güçlü gelenek ve politik güç ile arka bahçesinde oluşacak peyk durumuna hoşgörü ile bakmaz. Bir taraftan ABD Gürcistan’ı “Rusya müdahale edecek” umacısı ile korkutmak için kendisine yaklaşmasını planlar ve NATO gemilerini destek için Karadeniz’e çıkarır iken, içeride de özgüven patlaması yaşayan angut-u ekberler de “Rusya müdahale etmez” ya da “Rusya müdahale etse de ordumuz Rusya’yı yener” teraneleri ile ver mehteri diye avunuyorlardı. Emperyalistler açısından, denemekten ne çıkar, kaybetseler ne olur, kazansalar ne olur, yok olan gelecek kendi ülkelerinin değil ki, geleceği yok edilen insanlar kendi insanları değil ki… Ne güzel, elin taşı ile elin kuşunun avlanması…

Uzatmayalım; ne oldu bu pek parlatılan liderin sonu, sürünmek makus kaderi oldu. Ülkesini terk etmek zorunda kaldı, iddialara bakılırsa CIA destekli bir şekilde Ukrayna’ya yolsuzlukla mücadele bakanı yapıldı. Orada da rezil rüsva olmaktan kaçamadı. Böyle olur sonu yağdanlıkların, şak şakçıların… Evet, böyle olur “fasulye”nin sonu, rol bitince, sırığı yerleştirenler sırığı çekerler, küttedenek yere… Bu kadar parlak diplomalılara yapılanlara bakılınca, diğerlerine ne yapılmaz, maazallah… Peki bu konuda Saakasvili midir tek örnek? Nerde, İran şahından tutun Latin Ameriikalı şak şak-ı yüksek tutanlara yüzlerce örnek vardır. Peki bu kadar örneğe rağmen ders alan var mıdır? Nerdeeeeee.

Pazartesi, Mayıs 13, 2019

DÜNYANIN İLİMİ


Dünya tekrardan bir düşünce tembelliği yaşama sürecine girer ve akli tembellik, pasif öğrenme, öğrenilmiş çaresizlik, öğrenilmiş aptallık vs gibi tanımlar lügatımıza girmeye başlar. Gayri asrın umdesi “sadece sana söyleneni dinle”, “söyleneni doğru kabul et”, “itaat et, rahat et” haline gelmiştir. Binaenaleyh asrın durumu, bireysel çaresizlikten kolektif çaresizliğe yönelme ve evrilme durumudur, hayret ve merakla bekliyoruz bakalım filmin sonu nasıl bitecek…  Önce dünya çapında “bilimin” karşısına “ilimi” çıkardılar (anlayanlar için), hafızaları ilimin insan hayatına katkısı olmayan bilahare insan hayatını kolaylaştırmayan bilgilerle doldurdular ve de nihayetinde akli almaçları, çakraları ve akli kumbaraları bozacak, yok edecek boş bilgilere sirayet etmiş virüs ile teslim aldılar. Artık; çaresizlik bulaşıcı hale geldi diye, saldırıyı açıktan ve tam da cepheden başlattılar, nasıl olsa artık aptallık ve çaresizlik toplumun hücrelerine kadar işlemiş idi muktedirlerin yön-eylem planına göre. Gün geçmiyor ki; gazeteler de bu kabil subuk haber ya da olaylar yazılmasın.

Sonuç itibari ile; muktedirler tedrisatı, talim terbiyeyi dizayn ederek, çok ciddi çaba, zaman ve bütçeler harcayarak üniversiteler, laboratuvarlar kuruyor, deneyler ve testler yapıyor ve “yapay zekâ” yarattım, şu kadar salise de şu kadar bilgi işliyoruz diye öğünüyor, lakin bu çaba ve uğraşların sonucunun sosyolojik karşılığına taban tabana zıt bir beklenti içinde oluyor. Ve “dizayn edilmiş aptallık” ya da “öğrenilmiş aptallık” konusunda dünya çapında iktidarların yaratılması için akıtmadığı para ve kan bırakılmıyor… Başta ABD’de ki, eğitim ve öğretim programları üzerinde düzenlemelerin her geçen gün ne kabil gericileştirildiğine bakarak ABD etkisi altındaki küçük Amerikalardaki durumun vahametini anlayabiliriz.

Bu konuda yazılacak çok şey vardır şüphesiz hem uzmanlığımız hem de konumuz dışında kaldığından bu kadar ile iktifa ederek, son günlerde de sosyal medyada fazlaca ve sitayişle döndürülen sonuç alınmış bir hikâye ile Dostum Hüsnü Karaman’dan dinlediğim birincisine kapak olabilecek bir başka hikâyeyi sizlerle paylaşmak istiyorum. İsteyen ağlasın, isteyen döğünsün, isteyen öğünsün, isteyen de gülsün… Her akla ve vicdana uygun murat ve kerevet vardır…

 
Hikâye 1; “1940’ların sonuna doğru Amerika’da bir olay meydana geliyor. Zengin bir adamın ölümünden birkaç yıl sonra bir kadın yanında bir çocukla mahkemeye başvuruyor. Çocuğun ölen adamdan olduğunu iddia ediyor. Ölüden DNA testi yapılamayan bir dönem dünya için. Amerika hukuk sistemlerinde bu olayın bir karşılığını bulamayınca başka sistemlere müracaat ediyorlar. Roma hukukuna bakıyorlar yok. Yunan, Hint, Uzakdoğu’da yok. Bir heyet Türkiye’ye geliyor. Dönemin İstanbul Müftüsü Ömer Nasuhi Bilmen’e yönlendiriliyorlar. İlk başta anlam veremiyor gelen ekip. Gönülsüz de olsa görüşüyorlar. Bilmen, onlara ölen adamın kemiklerinin durup durmadığını sorduğunda şaşkınlıkları iyice büyüyor. Durduğunu söylüyorlar. Ömer Nasuhi onlara kuyruk sokumu kemiğinden bir yer tarif ediyor. Tarif ettiği yere çocuğun bir damla kanını damlatmalarını, eğer o kemik kanı emerse çocuğun o adamdan olduğunu aksi olursa kadının yalancı olduğunu ve buna göre hüküm verebileceklerini anlatıyor. Gelen ekip görüşmeden memnun olmaksızın şaşkınlıklarını da yanlarına alıp ülkelerine dönüyorlar. Bir müftünün böyle bir tıp bilgisine nasıl hâkim olabileceğine ihtimal veremiyorlar. Ekipteki bir doktorun ise kafasını kurcalıyor bu mesele. Müftünün yanlışlığını ispat etmek için mezar açtırılıp adamın bedeni çıkarılıyor. Tarif edilen kemiğin üzerine önce kendi kanını damlatıyor. Kan akıp gidiyor kemiğin üzerinden. Sonra çocuğun kanını döktüğünde gözleri fal taşı gibi açılıyor. Kemiğin kanı emdiğini gördüğünde hayretini gizlemiyor. Görüşmede Ömer Nasuhi’nin yanında olanlar da ilk duymuş olacaklar ki heyet gittikten sonra bu meseleyi nereden bildiğini soruyorlar. Adı geçen kemiğin sadece kendi neslini kabul ettiğini uzun uzun anlatıyor. Oradaki küçük bir parçanın önemine değiniyor. Vücuda ne yaparsanız yapın o kemiği yok edemediğinizi, kıyamete kadar hiçbir gücünde buna muktedir olamayacağını, zira mahşerde insanlar o kemik parçasından yeniden diriltileceğini anlatıyor.”

Hikâye 2; “Nazi Almanya’sı komşumuz Yunanistan’ı işgal etmiştir, Yunanistan faşizm zulmü altında inliyor, her türlü tedip hareketine rağmen Yunanistan Komünistleri öncülüğünde direniyor. Bu manada, Kuzey Yunanistan Dağları, örgütlenmenin ve direnmenin merkezidir gayri. Ancak yaşlılar, çocuklar açısından durum biraz farklı ya kalıp ölecekler ya saklanacaklar ya da kaçacaklar, kaçıp kurtulabilecekleri, sığınabilecekleri komşusu Türkiye’de bu kurtulma çabalarına kucak açmış dönem itibari ile. Yunanistan’ın Anadolu’ya yakın adaları üzerinden bulunan her tekne imkânı ile hedef Türkiye’dir kaçanlar için. Ufak tefek sıkıntılara ve sızlanmalara rağmen Türkiye kucak açmıştır gelenlere. Dönem düşküne yardımın prim yaptığı dönem, şimdiki gibi değil. Bakmayın siz öyle bir takım münkir ve münafıkların, bu kaçışların İngilizler tarafından teşkilatlandığı iddialarının atılmasına, İngilizler bu konuda risk almazlar, sadece kaçmayı başarmışlar içinden savaşacak ve müttefik olacakların yardımına koşarlar. Ya Faşist Almanya Yönetimi ne yapar bu kaçışlar karşısında, tıpkı içerideki acımasızlığını gösterir, kaçmaya çalışan tekneleri gerek havadan gerekse de denizden bombalamayı sürdürür, o kadar ki dönemin basını incelendiğinde yer yer Türkiye topraklarının bile bombalandığı haberlerine rastlanacaktır. Almanya Ege Denizinde de önlemleri arttırmıştır, artık “denizaltılar” da görevdedir. Günlerden bir gün “Kaçakları taşıyan bir tekneyi takip eden bir denizaltı” Ayayorgi civarında bir yerde karaya oturur, tüm kurtulma çabalarına karşı kurtulamaz. Bu sırada bir Alman denizaltısının karaya oturduğu haberi Çeşme’de yayılır, duyup ta merak eden Çeşmeliler karaya oturmuş denizaltıyı görmek için tepeden seyretmeye gelirler. Ayayorgi dönem itibari ile turizmden bihaber, sadece kısıtlı şekilde tarım ve hayvancılığa açıktır. Biçilmiş ekin tarlasında eşekler otlamaktadır bir taraftan da, an itibari ile karaya oturmuş denizaltının üst kapağı açılır, Alman Askeri dışarı çıkar, eşek başlamaz mı anırmaya, bir taraftan eşeğin anırması, diğer taraftan Çeşmelilerin tam siper denizaltıya bakması karşısında asker bağırır, “Türklerin alarmı çalıştı” diye bağırarak çıktığı gibi içeri girer ve kapağı kapatır.

Onlar erdi muradına, biz çıkalım kerevetine… Kimse gülmesin, burada ciddi ciddi bir şeyler aktarıyorum. Hem ben mi dedim, kitap yazıyor diye de cevap verebilirim.

Pazar, Nisan 21, 2019

ÇEŞME KALESİNİN KAÇINILABİLECEK SONUÇLARI


Çeşme’nin önemli tarihi miraslarından biri mezkûr Kale olup, okuduğum kaynaklardan öğrenebildiğim kadarı ile yapımı, tadili ve ihyası ile ilgili çeşitli bilgiler bulunmaktadır. Bu bilgilerden, 14. Yüzyılda Cenevizliler tarafından yapıldığı, Osmanlı Padişahı II. Beyazıt tarafından 1508 yılında önemli ekler yaptırılarak bugünkü haline getirildiği, 18. Yüzyılda ciddi bir şekilde restore edildiği şeklinde kale tarihine yönelik olanların, sanki daha makul olduğu söylenebilir. Ve maalesef her tarihi eserin başına gelen burada da tekerrür etmektedir, süreç içerisinde gerek yapılan ekler, gerekse de restorasyonlarda, antik yerleşimlerin taşlarının kullanılmış olduğu rivayet edilmektedir, diğer yerler ve uygulamalara da bakınca bu durum akla fazla da aykırı gelmemektedir.

Daha önce yazdığım bir yazıda; Çeşme’nin şimdilik en önemli tarihi değeri olarak Kalesini, araştırmalarım neticesinde edindiğim bilgiler doğrultusunda bir de böyle bakın tadında anlatmış idim.

Yine aynı yazıda; Evliya Çelebi meşhur “Seyahatname”sinden Çeşme Kalesini nasıl anlattığını aktarmış idim; Çeşme kalesi denizin dudağında bir alçak kaya üzerine yapılmıştır. Batı tarafı deniz, doğu tarafı bayırlı bir sahra ve dağlardır. Dağların üstleri tamamen bağdır. Kalenin içindeki bütün evler, batı tarafında, Sakız Adasına ve denize bakan yerlere yapılmıştır. Elli kadar olan bu evlerin damları toprak örtülüdür. Kalenin dizdarı ve 185 kale muhafızı erler bu evlerde otururlardı. Dört köşeli kalesi safi taştan yapılmış çok güzel hoş âbâdır. Kale doğudan batıya doğru uzunca yapılmıştır. Uzunluğu yokuş aşağı hendek kenarınca 200, eni 150 adımdır.
Kalenin çepeçevre yüzölçümü 700 adımdır. Üç tarafı derin ve büyük hendektir. Lâkin batı tarafını teşkil eden kayaları deniz dövdüğü için burada hendek yoktur. Kalenin kıbleye bakan çok sağlam demir kapısı varoşa açılır. Kapı önünde hendeğin üstünde zemberekli bir asma köprüsü vardır. Bu kapıdan sonra içeride bir kat demir kapı daha vardır. İç Kaleye iki kapıdan girilmiş olur. İkinci kapı kuzeye açılır. Bu kapının üzerinde Sultan Beyazıt Velinin fevkâni camii vardır. Venedik gemileri buraya gelmiş, kaleyi boş bulmuş ve işgal etmişlerdi. Kalenin demir kapılarını camiinin altın âlemlerini almışlar ve kaleyi yer yer yıkarak savuşup gitmişlerdi. Sonra padişahın fermanı ile Ak Mehmet Paşa Sakız Adası muhafızı iken bu çeşme kalesini tamir etmiş bir ak inci haline getirmiştir. Bu sırada camiyi esaslı bir şekilde tamir ettirmiş, altın âlemlerle süslemiştir. Kale kapılarını da 50 şer kantar ağırlığında yeniden demirden yaptırmıştır. Hendekleri 20 şer arşın derinleştirmek sureti ile temizlettirmiştir. Kalenin deniz tarafına bakan yerine iki büyük tabya yaparak her birine balyemez topu yerleştirmiştir. Mahzenlerini de binlerce kantar siyah barutla doldurmuştur.”

Bugünlerde mezkûr Kalenin durumu, en azından Güney yönündeki kulesinin beklediği acil restorasyon gereği ile bir kez daha önem arz etmektedir. Bir süredir, meslektaşım İnşaat Mühendisi İzzet Albayrak ile birlikte, Kalenin önünden her geçişimizde bir çalışmanın başlayacağı beklentisi ile baktık yapının duvarlarına, öncelikle kalın duvarların içine su girmesinin önlenmesine yönelik gerekli önlemlerin alınıp alınmamasına ve muhtemel drene edilemeyen duvar içindeki suyun yarattığı tahribata ve daha da önemlisi dikey çatlaklara ve çatlaklara istinaden kulenin şakuli bozulmasına, henüz bir çalışma ne yazık ki söz konusu değil. Bir kez de birkaç taraflarının ortak tanıdığı kişilerce özel uyarı haberi gönderdik, sonuç bekliyoruz. Biz bekleriz şüphesiz de, “Kale” bekler mi bilemiyorum. Benzer sorunların yaşandığı Kuzey Kulesinde birkaç yıl önce yapılan müdahale en azından şimdilik sonuç vermiş görünmektedir. Ancak gerek Cezayirli Hasan Paşa Heykelinden itibaren Batı tarafındaki ana duvar ve kulenin durumu kritik, en azından bize göre, şüphesiz bizler birer restorasyon uzmanı değiliz ancak birer İnş. Müh olarak gözümüzden sıkıntılı durum kaçmamaktadır. Buradan itibaren; “acil müdahale” ya da “acil bilgilendirme” talebi ile durumu fotoğraflar ile ilgililere yetkililere arz ediyorum. Lütfen tarihini seven, tarihine önem veren herkesi konunun önemine binaen, soruna, şüphesiz sorun var ise eğer, müdahale edilmesi talebi yapmaya davet ediyorum. Çeşme Kalesi benim için önemlidir de, esasen Çeşme için önemlidir. Aksi taktirde, aksini düşünmek istemiyorum, Allah muhafaza. Nokta… Hatta 3 nokta…