Pazar, Kasım 19, 2017

BUNLARIN CEMAZİYE’L EVVELİ -7

1909 yılında doğup 1991 yılında hayatını kaybeden, siyaset ve fikir adamı Abidin Nesimi’nin “yılların içinden” isimli kitabını okuyorum.  İstanbul Erkek Lisesi ve Yüksek Mühendis Mektebini bitirir, yükseköğrenim yıllarında Mühendis Mektebi Talebe Cemiyeti Yönetim Kurulu Başkanlığı, M.T.T.B. (Milli Türk Talebe Birliği) genel sekreterliğinden, çeşitli sol parti girişimlerine, toplumcu görüşü savunan “yeni yol”, “yeni ses” adlı dergiler başta olmak üzere birçok derginin kah önemli yazarı, kah finansörü olmuş, sıkıyönetim gadrine uğramış yargılamalar, hapisler ve sürgünler görmüş, gerek sağın gerekse de solun önemli insanları ile ilişkileri olmuş, zor yılların içinden imbiklediği tecrübelerini aktardığı anılar… Mezkûr kitaptan, beğenilecek ya da burun kıvırılacak çok çeşitli anılar, tespitler, analizler ve öngörüler var, vakit bulanların okumasını önemle salık ederim. Bu anılar içinde, Yazarın iyi tanıdığı Bayındırlık Bakanı Tevfik İleri’ye, 8. Mayıs.1960 Canım Yurdumu getirdikleri noktaları ve buradan gerek kendilerinin gerekse de ülkenin ciddi yaralar almadan çıkabilmesi adına, yazdığı mektubu aktarmak istiyorum. Çok uzun olması hasebiyle birkaç bölümde aktaracağım mektubu, geçmişi ve bugünü anlamak adına önemsiyorum. Kıssadan hisse babından…

 

Sayın T. İLERİ
NAFIA VEKİLİ
ANKARA

Muhterem Ağabeyimiz,
Tarafsız bir vatandaş, kadim bir dost, yakın bir arkadaş sıfatıyla yarınımızı nasıl gördüğümü, size bildirmekte fayda ve lüzum görüyorum. Çünkü siz, iktidar partisi liderlerinden ve mes’ul kabine üyelerindensiniz. Hadiselere, bizim gibi soğukkanlılıkla, tarafsız ve garazsız, Latinlerin diliyle “sine Ira studie”, bakamazsınız. Bu yönden tahminlerimin değeri vardır.

Sayın vatandaşım;
Tahminlerimi yapmadan önce, realiteleri ortaya koyayım.
I - Üniversiteliler ve aydınlar, şimdi, DP'ye karşıdır veya karşı olacaktır. Üniversiteliler, bu tutumlarında haklı mıdırlar, haksız mıdırlar? Onun münakaşası yersizdir. Biz, realiteyi kaydile yetiniyoruz.
II - Üniversiteliler hareketine, askerler, işçiler, köylüler, istiklalci azınlıklar (Kürtler) ve resmen CHP'liler karışmamıştır. Fakat bunun ileride olmayacağı hakkında kimse teminat veremez.
III - Üniversiteliler, bu çıkışlarında geniş halk yığınlarını tahrik edici şiarlar ortaya atmamışlar, yalnızca, bir protesto ile yetinmişlerdir.
IV - Üniversitelilere karşı, miktaı1 beş milyonu bulan (sic!) vatan cepheliler, altı yüz bin miktarındaki talebe-i nurlar (sic!) hep sessiz kalmışlardır.
V - Üniversitelilere karşı polis kifayetsiz kalmış, silahlı kuvvetlerin müzaharetine lüzum hâsıl olmuştur.
Silahlı kuvvetler, Üniversiteliler karışıklığını elbette bastıracaktır; normal hayat, sükûn avdet edecektir. Fakat buna rağmen münevverlerle DP arasında dostluk kurulamayacaktır. Teessüs edecek sükûnu muvakkat bir mütareke saymalıdır. İleride vukuu melhuz lhtllatlar1 da dostça şöyle tahmin ediyorum:

Aziz dostum,
I - Münevverlerle DP arası ihtilafın, baskıyla giderileceğini sanmak çok saflık olur. Baskıyla ancak münevverler sindirebilinir. Fakat dostluk sağlanamaz. DP'nin ilk zaafında, yani, seçimlerde bu sinme kalkacak ve münevverler bütün güçleriyle DP’nin tasfiyesine çalışacaklardır. Artık bundan böyle DP'nin seçimleri kazanma şansı çok zayıftır. DP seçim yoluyla tasfiyeye uğramamak için ya güdümlü bir seçime ya da, dikta rejimine gitmesi lazımdır. Bundan böyle güdümlü seçim, Türkiye’de ihtilale yol açacağı için varit değildir. Acaba dikta rejimi 1960 Türkiye’sinde kurulabilir mi? Nazari olarak buna hemen evet şeklinde cevap verebiliriz. Hâlbuki pratikte bunun karşılığı, DP için hayır şeklinde olacaktır. Çünkü; Demokrasi, iktisadi cihazlanmasını, iktisadi enfrastrüktür müesseselerini, yani, yollarını, barajlarını, hidro-elektrik santrallarını,.. kurmuş, istihlak sanayini de kurmuş veya kurmakta olan ülkelerde tutunabilir. Hâlbuki bu durumda olmayan ülkelerde, bunları kurmak fedakârlıkla olur. Fedakârlığa insanların çoğu katlanamaz, bu yönden demokrasi ile kalkınma bir arada yürümez. Demokrasi, müstahsillere değil, müstehliklere hitap eder. Türkiye, istihsalini düzenlemek zorunda olduğu için, bizde dikta rejimi zaruridir. Fakat dikta rejimini Menderes, Endonezyada Sukarno'’nun, Pakistan’da Eyüp Han’ın tatbik ettiği gibi bizde kuramaz. Çnkü; Sukarno, ülkesinin terakkici kuvvetlerine, üniversitelilerine dayanarak hacı, hocaya karşı dikta rejimini kurmuştur. Hâlbuki Menderes diktasını Said-i Nursi'nin talebe-i nurlarına, Said Bilgiç’in milliyetçiler derneğine, malum aferistlere dayatmaktadır. Bu yönden dikta sökmez. Eğer Menderes irtica ile işbirliği yapacağına münevverlerle lrticaa karşı hareket etseydi iktidarı uzun ömürlü olurdu. Menderes Eyüp Han tipi bir dikta da kuramaz. çünkü Eyüp Han mütefessih bürokrasiye, aferistlere karşı, faziletli vatandaşlara dayanarak diktasını kurmuştur. Hâlbuki Menderes aferistlere dayanarak faziletli vatandaşlar üzerine dikta rejimi kurmak istemiştir. Eğer Menderes fazilet savaşında yer alıp, ( . . . ) divan-ı aliye verseydi, Eyüp Han tipi bir dikta kurabilirdi.  Şimdi bütün bu imkânlar geçmiştir. Fakat buna rağmen DP nefis müdafaası olarak, asılmamak için iktidarı bırakmamak zorundadır. DP fiili olarak iktidarı devam ettirebilmek için, şu dort hali, müttehidülvakit, tatbik zorundadır.
1 - İsmet İnonü'yü asmak, 2 - CHP mebuslarını tevkif etmek, 3 - CHP'yi kapatmak, 4 – Amerika’nın Ayzenhover doktrinine veya Sovyet gönüllülerinin yardım esasına dayanarak, yurdu onların işgaline terk etmek. . . Bu dört tedbir bir arada alınmazsa DP diktası tahakkuk edemez, yurtta ne netice vereceği evvelden kestirilmesi imkânsız bir ihtilal çıkar.
Bu dört şıktan ilk üçü DP tasarrufu dâhilindedir. Hâlbuki dördüncü şık iki taraflı bir tasarruftur. Onun tahakkuk etmesi için bunu hem DP’nin hem de Amerika’nın veya Sovyetlerin arzu etmesi icap eder. DP’nin böyle bir şeyi istemesine yurtseverliği manidir. Diğer taraftan, böyle bir müdahaleye gerek Amerika’nın, gerekse Sovyetlerin milli menfaatleri müsait değildir. Çünkü gerek DP ve gerekse CHP aynı derecede hür dünya veya Sovyet dostluğuna merbutturlar. Bunlar, DP iktidarını tutmadıkları ve onun devrilmesini tacil ettikleri takdirde iktidara CHP geleceği için, bundan ne Amerika ne de Sovyetler bir endişe duymaz. Gerek Amerika ve gerekse Sovyetler, iktidar partisini degil, vatandaşın serbest iradesiyle iktidara gelecek olan partiyi yani, halkı tutarlar. Halka karşı bir politikanın feci sonuçlarını Amerika Şankayşek, Faruk, Nuri Essait hadiselerinde görmüştür. O halde, dış kuvvetlere dayanmak imkânsızdır. Bu vaziyette, DP'nin bir dikta rejimi kurmasına imkân yoktur. Halk ve ordu iktidarın emirlerine bir gün gelecek boyun eğmeyecektir.
DP ve Menderes için tek çıkar yol, 10 yıllık politikasını terk etmesi, yani, Sovyetlerle Amerikalıların anlaşamayacakları esasına dayanan ve 30 yıldan beri CHP iktidarları tarafından takip edilen politikayı tel’in etmesidir, bu da mümkündür. Bundan sonra da, co-existance’ı kabul etmesi ve ayrıca, daha mütekâmil bir tarzda ilk hedefler beyannamesi esaslarını tahakkuk ettirmesidir. Bunu yaptığı takdirde, CHP’ye mazisiyle bağlı olmayanlar -ki bunlar ekseriyeti teşkil eder, ondan ayrılır, müstakil bir parti kurarlar. Yeni parlamentoda hiç bir parti mutlak ekseriyette olamayacağı için, zaruri olarak bir koalisyon kabinesi kurulur. Müfrit hareketler parlamentoda önlenir. Ancak, hırsızlar mahkemeye verilir ve siyasi suçlular hakkında bir af çıkarılabilir. Menderes ve arkadaşları kellelerini kurtarırlar.

Pazartesi, Kasım 13, 2017

TOKİ ile AÇİ


Gazetemize gelen bir habere göre, Çeşme’de ihtiyaç sahiplerine ucuz konut yapmak üzere Reisdere tarafında hazineye ait 41 hektarlık (410.000) bölümünün bir şekilde “imarına” uydurularak TOKİ mülkiyetine geçirilen arazide bazı şirketlere arsa satışı işlemleri yapıldığını iletilmiştir… Bunun üzerine; başka bir yere sorulamayacağı için Çeşme Belediye’sinden yardım talep ederek, konuyu öğrenelim dedik… Öğrendiğimiz gerçek ise tam tamına, TOKİ mülkiyetine alınan 41 hektar arazinin konut yapımı olarak 14 hektarı kullanılmış, ilgili kanunlardan gelen yetki ile de yaklaşık 7 hektar (70.000 m2) arazi bina yapılabilme oranları üzerinde yaklaşık 2 ila 4 kat artışlar yapılarak (%80 ila %120 emsalleri ile) satışa arz edilmiştir. Şimdi denilebilir ki ne var bunda kanundan doğan yetki kullanılmış ve arsalar satılmış ama hemen yanındaki alanlarda Çeşme Belediye’sinden istenen imar durumlarına göre toplamda %30 emsal ile inşaat yapılabileceği gerçeği söz konusu ise, ne var bunda denilemiyor… Buraya kadar her şey kanunlar çerçevesinde ve yetki sahiplerinin usulüne yönelik yetki kullanması ile ilgilidir, benim diyeceğim fazlaca bir şey yoktur… Ancak bidayette, bugün zuhur eden duruma gelineceği kaygıları kendisine söylendiğinde herkesi ve her kesimi önyargılı olmak ile yaftalayan ve kartvizitinde Yüksek İnşaat Mühendisi yazan muhtereme çok şey söylemek istiyorum.

Kendisi ile yaptığımız kent ve kentleşeme muhabbetlerinden, genel manada, anladığım kadarı ile yaklaşık benzer değerlendirmeler yaptığımız, ancak içinde bulunduğu siyasi oluşumun güncel hamleleri karşısında gönülsüz ama katıksız, hukuki ama ahlaksız davranma konusunda beis duymayan yerel siyasetçi kardeşimiz, muhaliflerini “siz ucuz konut yapılmasına karşısınız” gibi ucuz ama müşterisi bol, gerçekte karşılığı olmayan ama siyasi muvafıkları tarafından alkışlanan bir klişe kullanmaktan asla çekinmeyen muhteremin bu konu ile ilgili şimdi ne düşündüğünü çok merak etmekteyim… Hani, “yahu kimse ihtiyaç sahiplerinin konut ihtiyacının karşılanmasına karşı değil” itirazına, hem de eski imar komisyonu üyesi olması ve mühendisliğinin önünde “yüksek” ibaresi olmasına rağmen güncel siyasi polemik dışına çıkamaması da zaten kendisinin hangi düzeyde hangi zeminde hangi derinlikte ve hangi angajmanlara sahip olduğunu göstermekte idi. Muhalif ve muarız taifesinin “TOKİ de istediği kadar konut yapsın yeter ki Çeşme Belediyesi İmar mevzuatına ve plan notlarına uyan her müteahhit gibi davransın yeter” laflarına ise kulak tıkayarak, duymazdan gelerek ahlaki bir abide oluşturuyordu adeta ama tarafgirliğine ve mücahitliğine yapılan uyarılar karşısında ise tüyü bile kıpırdamadan aslanlar gibi direniyordu, Allah selamet versin…

Evet, şimdi gel de yüksek mühendis kardeş bir anlat bakalım bize, vatandaşın %15-30 emsalle inşaat yaptığı-satın aldığı yerde sen gelip yasadan doğan gücün ile alacaksın bir yeri, imar şartlarını kafana göre (evet tam da kafana göre ama kanuni hakkını kullanarak) düzenleyeceksin, 4 kat yapacaksın, bina yoğunluğunu %80 e %120 e çıkaracaksın, göz boyama babından azıcık ev yapıp, üye kayıtlarının nasıl yapıldığı herkesçe malum biçimde, “yaptık ya” demek adına def’i bela kabilinden, hemen minder dışına kaçıp, diğer arsaları “arsa” faslından hem de değerini hülle ile, 2 ile 4 e katladığın biçimi ile satacaksın, haydi gel de anlat bunları bakalım… Üstelik ucuz konut talep eden vatandaşın bir kısmının müracaatlarını geri çevirip toplanan talepten az konut imal edeceksin, bir de dönüp “Çeşme Belediyesi” kat sayısını azalttığı için size konut yapamadık yüzsüzlüğünü savunacaksın, sevsinler senin mühendisliğini hem de yükseğini, sevsinler senin iyi adam olmanı, sevsinler senin politik duruşunu, sevsinler senin etik’ini, vs vs… Ucuz konut yapacağım adına 41 hektar (410.000 m2) araziyi istediğin koşullarda (%80 ile %120 arasında yoğunluğa arttırılmış) kullanımına geçecek, 14 hektarına (140.000 m2) inşaat yapacaksın, geri kalanını satacaksın, vay ki vay ben ölem… Efendim ne var bunda yasaya uygun, doğru yasaya uygun, yasa dediğinde bir “torba”ya uygun, atıyorsun bir beyit anlaşılmazlığında bir madde torbaya, çıkıyor sana yeni kural… Hayırlı işler, hani eskiden derlerdi “tuzlayayım seni de kokmayasın” ya, artık ne denir ki bilmiyorum… Ama bu kabil hikâyeler okuyucular tarafından tutulduğu ölçüde yenisi çevriliyor, çevrildikçe okunuyor, Canım Yurdum ne hallere geldi… TOKİ ler ne oldu da AÇİ lere evrildi vallahi, billahi ve de tillahi anlayabilmiş değilim… Yahu anlayabilmiş değilim lafına takılmayın, ben çokkkkk anladım da, hatta o kadar çok anladım ki, daha 2008 yılında yapılan değişikler ile konunun buralara geleceği çok belli idi benim açımdan, ben bunu karşı taraftakilerin adına söyleyeyim diyorum da, ama onlar hallerinden son derece memnun, bir lokma, bir hırka… Anadolu’da harika bir laf vardır sık kullanırım, “söyleyen deli ise, dinleyen akıllı olacak” diye ama durum hem söyleyen hem de dinleyenler açısından pek te ümitli değil…

Zaten ben bu TOKİ’nin, tok olmadığını tam tersine çok aç olduğunu, Galatasaray Kulübünün, kulübün o dönemdeki başkanı ile kurulan irtibat-ı ittifaktan, Ali Sami Yen stadından elini kolunu yunarak çıkmasından anlamıştım ama yapacak bir şey yok, oyun büyük, biz küçük, saha düz değil, engebeli ve sarp, hakem taraflı, top yuvarlak değil, zar dörtköşe değil, vs vs…  Sen al yaklaşık 1 milyar dolarlık arsaları sonra yap 350 milyon dolarlık stadı, sen yaptım diye öğünürken, içerideki uyanıklarda yaptırdık diye hava atsınlar, vay ki vay ben ölem… Sonuç, alavere dalavere bizim Memet nöbete… Yüce rabbim verdikçe veriyor…

Pazar, Kasım 05, 2017

MUSTAFA KEMAL


“Efendiler, yarın Cumhuriyet’i ilân edeceğiz!” dedi. Mustafa Kemal uygun bir süre bekledikten sonra, masada bulunanların gözlerine tek tek bakarak, açıklamasını sürdürdü: “Türkiye Devleti’nin hükümet şekli Cumhuriyettir. Bunu Anayasamıza yarınki Meclis toplantısında koyduracağız. Hazırlıklarımızı bir kez daha gözden geçirmemiz lazım.” Cumhuriyet ilanı ile ilgili nerdeyse tüm kaynaklar ittifak edercesine bu çıkışı başlık olarak kullanırlar. Canım Yurdumun, tarihinde ilk önemli sıçrama gerçekleşmiş, yeni bir sayfa açılmıştır gayri…

Bu cesur adımları atan kadronun lideri, artık yok ve 10 Kasım 2017 de artık geride 79 yıl kalmış olacak… Kimilerinin, cumhuriyet ilanı, ekonomik kalkınma-atılım, kadınların seçme seçilme hakkının tesisinden, kanun devleti olma ve hâkimiyetine kadar olan siyasi atılım başta olmak üzere gerçekleşen her şeyin yegâne lideri gördüğü, kimilerinin tekke ve zaviyelerin kapanmasından, hilafetin kaldırılmasına kadar gerçekleşen atılımların müsebbibi tayin olunarak “elin gâvurundan” daha kötü olarak anıldığı, kimilerinin asimilasyon politikalarının sorumlusu tayini ile de katıksız eleştirdiği, kimilerinin de her türlü destek gördüğü sosyalizme karşı içten pazarlıklı olması ile yargıladığı Türkiye Cumhuriyetinin kurucu lideri Mustafa Kemal Atatürk, herkes tarafından kendi meşrebine uygun yâd edilecektir. 79. ölüm yıl dönümünde kendisini saygı ile anıyor, hatıratı önünde eğiliyoruz.

Bu manada, herkesin fikrine saygıda kusur edilmedikçe, itiraz etmeden, kendimce birkaç tespit yapmak istiyorum.

Mustafa Kemal’in, Bolşevik olmamasına rağmen Türk-Rus ilişkilerine oldukça önem verdiğini okudukça öğreniyoruz, “Sovyetler bize yardım edebilecek durumda ve düşmanlarımızın düşmanıdır” değerlendirmesi yaparak, Sovyetler Birliği ile ilişkilerin sürdürülmesi gerektiğini, her türlü karşı eleştiriye rağmen iddia ediyordu. 1920 Temmuz’unda, TBMM Genel Kurulunda konuşmasında “Efendiler, bir de Bolşeviklik âleminden bahsolundu. Yine diğer zamanlarda da bahsolunmuştur ki, biz Bolşevikleri aramış ve bulmuşuzdur ve en son temasımız az çok maddi ve kati bir şekle girmiştir. Resmen Sovyet Cumhuriyeti ile muhabere edilmiştir. Sovyet Cumhuriyeti bizim muhtaç olabileceğimiz maddi muavenetin hepsini vaat etmiştir.” (Bravo sesleri, alkışlar) diyerek ilişkiler konusunda nasıl bir yön tutturulacağı konusunda işaret etmiştir.

Tüm bu görüşme ve yakınlaşmalar neticesinde Sovyetler Birliği, Türkiye’nin Kurtuluş Savaşı için; yaklaşık ve kabaca,  ilk elde, 39.000 tüfek, 327 makineli tüfek, 54 top, 63 milyon fişek, 147.000 top mermisi, 2 avcı botu, 4.000 el bombası, 1.500 kılıç, 20.000 gaz maskesi ve 125.000 TL değerinde altın yardımı yapmıştır. Elbette yardımlar bununla sınırlı değildi 1921 yılında da Nisan, Mayıs ve Kasım aylarında üç parti şeklinde toplamda 6.500.000 altın ruble yardımı yapılmıştır. Sovyetlerin bu süre zarfında verdiği altın ruble yardımı toplamda 17.500.000 rubleyi bulmuştur. Ayrıca, 1920, 1921 yılı milli savunma bütçelerinin birkaç katı mali ek yardımlar da gerçekleştirilmiştir. Ve bu yapılan tüm yardımlar da, Sovyetler Birliği anayasasında da yer alan  “emperyalizme karşı kurtuluş mücadelesi veren tüm halklarla dayanışmanın gerekliliği” ilkesinden kaynaklanmakta olduğu artık çok sarihtir. Yine de Lenin’in bu yardımlar karşılığında bir takım beklentiler içinde olduğunu iddia edebilen gafiller de çıkmıştır, eee elin ağzı torba değil ki büzesin… Dahası TBMM’sini ve Hükümetini ilk tanıyan ve elçi görevlendirmesi yapan devletin Sovyetler Birliği olduğu da bir vakadır. Ankara’ya gelen elçi Aralov’un “Bir Sovyet diplomatının Türkiye anıları 1922-1923” adlı kitapta toplanan anılarını okuyunca da, aslında Lenin’in “Mustafa Kemal sosyalist değildir. Fakat görülüyor ki iyi bir örgütçü, yüksek anlayışlı bir önder. Ulusal burjuva ihtilalini yönetiyor. İlerici akıllı bir devlet adamı. Bizim sosyalist devrimimizin önemini anlamış olup, Sovyet Rusya’ya olumlu davranıyor. O, istilacılara karşı bir kurtuluş savaşı yapıyor. Emperyalistlerin gururunu kıracağına, padişahı da yardakçılarıyla birlikte silip süpüreceğine inanıyorum. Ona, yani Türk halkına yardım etmemiz gerekiyor.” tespitini yaparak, nasıl bir yardım içeriği oluşturduğu gayet nettir.

Diğer taraftan ise, Mustafa Kemal’in Çerkes Ethem’e çektiği bir telgrafta; “3. Enternasyonal’e bağlı Ankara’da bir genel merkez kuruldu. Bu Cemiyet merkezine sen, ben ve Refet Bey dahi alındık. Yeni Dünya Gazetesi işte bu derneğin fikirlerini yayacaktır. Hakkı Behiç Bey, Cemiyetin genel sekreteri olmuştur. Buna ciddi bir surette çalışmak bilimsel ve pratik gayret lazımdır. Çünkü genel çıkarlarımız bunu gerektiriyor. Hazırlanmakta olan program tamamlandığı anda size de gönderilecektir. O zaman okur ve derhal gereken merkez ve mevkilerde şubeler açılmasına yardım ve yol göstericiliğinizi esirgemeyiniz. Matbaanın da hemen Ankara’ya taşınmasını buyurunuz. Hacı Şükrü Bey matbaanın taşınmasına memurdur. Hakkı Behiç Bey kardeşimizin hamiyetine ve beceri derecesine benim kadar sizin de emin bulunduğunuza inanıyorum. Sıhhat ve afiyet, Muhterem Yoldaş.” diyerek ne planlamıştı acaba? Bilindiği kadarı ile Lenin tarafından, “Birinci Enternasyonal, proletaryanın sosyalizm uğruna uluslararası mücadelesinin temellerini attı. İkinci Enternasyonal birçok ülkede yaygın kitle hareketlerinin zeminini oluşturma evresiydi. Üçüncü Enternasyonal ise İkinci Enternasyonalin çabalarının semeresini toplayarak, oportünist, sosyal şovenist, burjuva ve küçük-burjuva çöpleri ayıklamış ve proletarya diktatörlüğünü kurmak üzere yola koyulmuştur.” biçimi ile deklare edilen amaç Mustafa Kemal tarafından da gayet iyi biliniyordu. Netice itibari ile bu konuda da, Sovyetler Birliği ile yürütülen iyi ilişkilerin gerçekçi ve pragmatist politikalar neticesi olduğunu söyleyenler olduğu gibi, Mustafa Kemal’in dönem itibari ile hayli prestijli ve gelecek vaat eden sosyalizm karşısında korktuğu, gelişme ve çalışmaları kontrol etmek amacı ile böyle davrandığını söyleyenler de vardı, ayrıca “komünizm nerde görülürse ezilmelidir” diye ince hesaplar içinde olarak Sovyetler Birliğini “aldattığını” iddia edenler de vardı. Ama resmi komünist partinin talimat ile kuruluşunda öncü rol alanların hepsinin sıkı birer komünist karşıtı olduğu düşünülünce de “korku” faktörü ortaya çıkıyor galiba.

Konu derin, tarih bilgimiz sığ ve nihayetinde de yerimin kısıtlı oluşu ile nokta koyuyor ve Mustafa Kemal’in hatıratı önünde bir kez daha saygı ile eğiliyorum.

Cumartesi, Ekim 28, 2017

ADALETİ YÜKSEK AĞA


Eskiden; kendisine rakip olanın, rakip olma ihtimali olanın, kendisi için tehdit olduğunu ya da olacağını hissettiğinin ya da kendisine biat etmeyenin ya da kendisini dinlemeyenin, karşı çıkanın ya da duranın koyunlarını çaldırır sonra buradan yardım edeceğim, ediyorum numaraları ile adamı dize getirmenin yollarını bulan, ağalar varmış. Eeeee tabii bu kabil olaylar çok gerilerde kaldı artık çok şükür ki koyun karşılığı yardım eden ağaların düzeni yoktur… İşte hikâye de bu… Hani diyeceğim ki önce eşeği kaybettirir sonra da buldurur ya Allah ama eşeği eksik buldurmaz, tam buldurur…

Bir varmış bir yokmuş diye başlamak istiyorum ama olmayacak “zamanın behrinde” diyerek başlayalım en iyisi…

Köyün birinde adamın biri oğlunu evlendirir, evini ayırır geçimini sağlamak üzere de bir miktar koyun verir, oğul çok azimli ve kararlıdır, koyunları arttıracak, çoğaltacak ve büyük sürüler sahibi olacak, muhitinde ve etrafında lafı sözü geçerli bir adam olacaktır ve nihayetinde bu azim ve karar ile yola çıkan delikanlı 500 koyunluk bir sürü sahibi olmuş, artık “poposunda bir parça peynir görmüş kendini mandara sahibi sanırmış” sözü mucibince sıra gelmiş lafının ve sözünün dinlenmesi safhasına, sözünü esirgemeden söyler hale gelince artık kelamın sivri taraflarının otoritenin temsilcisi Ağa’ya da değmeye başlaması ile olaylar başlar…

Kendisine verilen koyunları çoğaltan delikanlı yeni durumuna uygun bir jargon ile konuşmaya başlar ve buna uygun yürüyüş şekli de uydurur kendisine… Köyün Ağa’sı da yani köyün sahibi demek daha doğru olur ya, bu durumdan mütevellit sözü lafı dinlenir ya, bu yürüyüş ve durum değişmesinden rahatsız oluyor, bu çocuk bir şeyler olmaya başladı belki de bir vade sonra tam bir baş belası olur diyerek gerekli tedbirleri almaya başlar… Tedbir bellidir… Rakip yok edilecektir, ezilecektir... Ağanın olduğu, olmadığı yer tefriki yapmaksızın çocuk kendisini güçlü hissediyor ya, ileri geri konuşmaya başlar iddialı olmaya başlar, al sana güç al sana kudret… Ağa hemen avanelerine haber salar, ekonomik gelişmesine bağlı dili ve tavrı gelişen delikanlının sürüsünün ağırlığının alınması talimatını verir. Çete-i avane delikanlının ağıllarını basar, çobanın gözleri önünde koyunlar gasp edilir ve dağa kaldırılır, çoban büyük bir telaş ile delikanlıya koşar ve sürünün gasp edildiği haberini verir. Der ki; koyun sürüsünü çeteler götürdü, delikanlı “vayyy nasıl götürürler, vay alçaklar” diye hiddetlenir oraya buraya bakılır, dağ taş, köşe bucak aranır taranır nafile sürü sırra kadem basmıştır gayri… Delikanlının bu acılı ve hiddetli durumunu, avuçlarını ovuşturarak gizliden takip eden ağa delikanlı ile konuşma sırasının geldiği kararı veçhile çocuğu davet eder… Ağanın davetini bu sefer de sosyal avaneleri; “ağa senin bu yaşadıklarından çok üzülmüştür, sana her konuda sınırsız ve karşılıksız yardım etmek istemektedir, hele bir gelsin de konuşalım diye seni davet etmektedir.” derler… Ağa çok üzüldüğü beyanı ile “ne diye derhal kendisine gelmediğini” sorar bir inceden, “biz ne günlere duruyoruz buralarda, çevremiz var, hükümet katında yüksek mevkilerde tanıdıklarımız var” diye ilave ederek, “biliyorsun benim elim-kolum yeterince uzun ne yapar, ne eder sorununu çözerim bilmez misin der?”. İlaveten “hal çaresine bakarız, derhal civardaki herkese bir haber uçurun bakalım bu yiğit delikanlının derdini nasıl çözeriz bir kolaçan edin” diye etrafına talimat verir. “Sen merak etme mutlaka, Allah’ın izni ile bu hain çetelerin izini bulacağız ve bihakkın hesabını sorup, koyun sürünü geri alacağız” der. Delikanlı da “yahu bu ağa da, hiç kötü birisi sayılmaz be” diyerek ağanın yanından nispeten rahatlamış olarak ayrılır. Aradan makul bir süre geçer ağa adamları marifeti ile delikanlıyı “hele bir çağırın gelsin bakalım” diyerek davet eder, delikanlı gelir, artık külhanbeylikten eser yoktur, yedi büklüm olmuş, sus pus eski yiğitliğinden eser kalmamış vaziyettedir… Ağa delikanlıya muştulu haberi verir; “delikanlı, gözün aydın koyunları bulduk” delikanlı da hemen heyecanla; “sağol ağam Allah razı olsun, hemen gidip alalım” der, Ağa devamla “bulduk ama durum biraz karışık galiba” der ve devamla sorar delikanlıya “senin tam tamına kaç koyunun var dı” delikanlı da “500 koyunun vardı ağam” der, ağa “250, ancak 250 tane kalmış” der, “vay efendim nasıl olur nasıl biter” diye yalvarırcasına ağaya bakarken ağa “sorma, ama senin sevinmen gerek, evet 250 ama şükür ki bulduk sen ona sevinmelisin” der. Delikanlı da artık çaresiz “tamam ağam sağol gidip hemen alalım” der ama ağa “biraz daha bekle konuyu detaylı araştırmaya ve soruşturmaya devam ediyoruz Allah’ın izni ile diğerlerini de bulacağız ve bulunanları da en kısa sürede getirtip sana teslim ettireceğim merak etme” der. Bir süre daha geçtikten sonra ağa delikanlıyı çağırttırır yeniden, delikanlı heyecanla “buyur ağam inşallah sürünün bulunan kısmı gelmiştir” diye sorar, ağa “sorma be oğlum, 250 demiştim ya, eeee bu çeteleri takip eden çocukların, bu çalışmalar sırasında biraz masrafı oldu, masraflar için 250’nin yarısını onlar istiyorlar, ama ben yine de sana sormadan karar vermek istemediğimden bir sorayım istedim” demiş… Delikanlı çaresiz “tamam ağam gelsin ne diyelim buna da şükür, buna da Allah razı olsun, Allah sana da uzun ömür versin” der. Ağa “tamam, ben sana haber vereceğim” der delikanlıyı başından savar. Aradan bir 10 ya da 15 geçer geçmez ağa “hele şu delikanlıyı bir çağırın gelsin bakayım” diye adamlarına talimat verir. Artık eski delikanlılığından, eski sertliğinden ve dikliğinden eser kalmamış delikanlı ağanın huzuruna çıkar, Ağa hemen konuya girer, “evladım hani 125 koyun gelecekti ya, getirirken yolda sahip çıkamamışlar, sorma maalesef yarısını da kurtlar yemiş” çaresiz delikanlı “yapma be ağam nasıl kurt yer, ben perişan oldum” deyip feryat figan eylerken, ağa “ne yapayım evladım bizim kurtlara sözümüz geçmiyor, kurtlar yemiş işte, koyunları getirenlerin tüm çabalarına ve mücadelelerine rağmen, kurtlar yemiş, ben ne yapayım canla başla sürüyü sana getirmeye çalışanlar öyle diyorlar” demiş. Ağa devamla “kaldı 60 ne diyorsun” diye sorar. Delikanlı da çaresiz olarak “valla ağam ne diyeyim, getirsinler gayri” der. Aradan belli bir zaman geçiyor, delikanlı ağaya gelir “ağam ne oldu benim 60 koyun” diye sorar, ağa da “valla eli kulağında, akşam sabah gelmeli, gelir herhalde” kabilinden gak guk eder. Ağa “yalnız evladım şimdi ufak bir sorunumuz daha var” der, hayretle ve sessizce ağayı dinleyen delikanlı “ne sıkıntısı ağam demiş 500 koyundan kaldı 60, hala ne sıkıntısı olur” diye ağlamaklı sesle sorar. Ağa “şimdi bunlar bu kadar büyük zahmet ve külfet ile bu sürüyü buldular ve sana getirecekler ya, onlara bir izzeti ikramda bulunmak gerek, 30 kadar koyunu kesip kavurma yapmalı, hem bu senin şanına da yakışır, şimdi sen böyle yapmazsan bir daha başın sıkıştığında maazallah bunlar sana yardım etmezler” der. Nihayetinde delikanlı denilen her şeyi yapar, 500 koyunluk sürüden 30 koyunu elinde kalan delikanlı ağayı ziyarete gelir, el pençe divan durur artık anlamıştır gerçekleri, ağalarla uğraşılmaması gerektiğini, uğraşılırsa da nasıl uğraşılması gerektiğini, demek ki ağa her zaman ağadır diye düşünerek artık ağa aleyhine kelam etmemek üzere kendi kendine söz verir, delikanlı kıssadan hisse olarak…

Çok şükür ki artık hayatımızda bu kabil Ağalara yer yoktur… Ya olsaydı maazallah… Çok şükür yok gayri…

Pazar, Ekim 22, 2017

MÜLTEZİM


Hepimiz büyüklerimizden, tabii ki büyüklerimiz CHP karşıtı iseler, İsmet İnönü’nün köylüyü soyup soğana çevirdiği, kapitalizmin dünya çapında yaşanan büyük ekonomik ve dolayısı ile siyasi krizini gözardı ederek yapılan kara propagandanın tesiri altında, “kendi harmanımızdan buğday çalardık” ya da “zulum vergisi ödemeden yaşanamazdı” gibi yakınmaları dinlemişizdir. “Milli Şef ve partisi CHP Türkiye'yi derin bir krize sürüklemiş” tarzında söylenen hep aynı minvalde, yalan ne kadar büyük ise ya da ne kadar fazla tekrarlanır ise inanan o kadar çok olur önermesi çalışır ve Canım Yudum taaaaa bugünlere gelene kadar suyu sıkılır… Kapitalizmin büyük ekonomik buhranı nedeni ile tüm dünyanın emperyalistler tarafından yeniden paylaşıma tabi tutulması ile büyük bir savaşa girişmiştir ve CHP iktidarı da savaşın seyrine göre, bir o emperyalistten, bir diğer emperyalistten yana savrulan siyasi tutumlar takınmış olup, maçı idare etmek için top çevirmiştir ve de bu ahvalde ne yazık ki kümestekilerinde canına okumuştur. Bu konudaki tespit ve değerlendirmeleri tarihçilere bırakıp, o dönemde bu kara propaganda ile yerelde yeni siyasi atmosferin yaratılması ve uluslararası uygunluklara göre de illiyetlerin tanzim edilmesi adına konu sınırlı ve sorumlu durumundan takla attırılarak, bugünlere kadar yaşananlara meşruiyet kazandırmaya çalışmadan öte değildir. Hani İsmet İnönü ve liderliği altındaki CHP böyle iken, dönemin “yetmez ama evetçilerinin” yoğun desteği ile iktidara getirilen DP farklı mıydı? O günden bugünlere ihdas edilen vergilere bakmak bile yeterlidir, konunun sübjektif yaklaşımdan ziyade objektif bir durum olduğunu anlamak için. Hani sanki birinin diğerinden farkı varmış gibi yapılıyor ya da gösteriliyor olmasından maada bir şey değildir durum… Ama, trajikomik ve ahlaksız olanı da, aslında eleştirmekte son derece haklı olunarak halka salınan bu vergilerin sadece tek parti CHP döneminde olmuş olması gibi yapılıyor olmasındadır.  Hani şimdilerde, vaveyla koparılarak, “Yeni Osmanlıcılık” tamtamları ile yere göğe sığdırılamayan devr-i Osmani var ya, yaşanan tüm süreç aha da ondan mülhemdir. Böyle biline… Beni en fazla etkileyen ve direk kendimin de dinlediğim anılardan ortak nokta "Tarladaki revaklardan (yığın-küme) kaç timin buğday çıkar? Tahsildar şöyle göz ucuyla bakar, 'buradan 10 timin çıkar' der. Şayet 5 timin çıkarsa, köylü 5 timin de başkasından bulup vermek zorunda. Yoksa 'vergi kaçırmaktan' suçlanır, hapis yatırılır. Şahna (vergi memuru) gelirdi. Harmanı savurur bekleriz. Şahna gelir mührü vurur. Herkes kendi malını hırsızlık yaparak alırdı. Çoğunu hükümet alır, azını bize verirdi” şeklinde olup, aktarım Burhan Bozgeyik anılarındandır… Dedik ya tüm bu yaşananlar Osmanlıdan mülhemdir, evet “Şahna” devr-i Cumuriyet te “öşür toplaycı”dır ama asıl ilham “mültezim”dendir. Peki, Mültezim nedir ve kimdir, Osmanlı iltizam sistemi ile nasıl bir düzen oluşturmuştur, oluşturduğu bu düzen bugünkü ardıllarına nasıl bir misal oluşturmuştur, gerçekten çok enteresan bir vakadır… Burada derdim, tarihçilerin yerine göz dikip tarih anlatmak değil ayrıca haddim de değil ama “bizimkiler yaparsa güzeldir, doğrudur, onlar yaparsa çirkin ve yanlıştır”, fikrinin tespiti ve eleştirisidir.

Bilindiği üzere; Osmanlı toprak sisteminde, genellikle merkezden uzak olan eyaletlerin vergi toplanması işinin müzayede (açık artırma) usulüyle kiraya verilmesi işlemine iltizam, ihale ile iltizam sahibi olan kişiye de mültezim denir. Hani kocaman kocaman adamların ve avanelerinin yere göğe sığdıramadığı Osmanlı nizamı vergisini toplama işini bile ihale etsin, vay ki vay… Peki, nasıl işliyor sistem, kim ne kadar çok para verirse, vergi toplama işini uhdesine alıyor, parayı peşin veriyor Osman-ı Ali’nin kasasına peşin (sıcak) para giriyor, sonra Mültezim ile köylü baş başa, köylü vergi kaçırmaya, mültezim ise koparmaya çalışıyor, bakmayın siz bazı yayınlarda, yok mültezimin maaşını devlet veriyor, ödenen parayı köylüden toplamaya çalışıyor gibi masumane anlatımlarla sisteme naif görüntüsü verilmesine, şimdiki gibi vergi mahkemeleri de yok, kalıyorsun mültezimin insafına, peki, vergi kaçıran ile nasıl mücadele edilecek, mültezimin koca bir teşkilatı var, içlerinde despotu, hukukçusu, maliyecisi, işkencecisi, sorgucusu, gardiyanı var… Varın gayri bu teşkilattan nasıl sonuçlar alınacağını siz tasavvur edin gayri. Bir anlamı ile “mültezim” dönemin “müteahhit”i olup sistemin baştacıdır, tıpkı bugünkü modellerine benzer şekilde… Sahi bugünlerde vergi toplanması işi de özelleştirilse nasıl olur, “hür dünya” için… Hay Allah, bak neler geliyor akla… Konu geniş, uzun ve dağınık ama bu alana bu kadarı sığıyor, siz anladınız derdi…

Muzaffer İlhan ERDOST’un “y o k s u l l u ğ u n t a r i h i” şiirinden bir demet ile “the end”…

bebeğini kızamığa
gelinini vereme
tahılını sipahiye
koyununu zaviyeye
tütününü zaptiyeye
vererek
mağrur yoksulluğundan
ürettiğin
eshab-ı timar
eshab-ı evkaf
mültezim
ribahur
galata sarrafı
osmanlı bankası
düyun-u umumiye

beyazsaray
pentagon
amerikan haber alma örgütü
altıncı filo
incirlik üssü
sinop radarı
"esir türkleri kurtarma ordusu"
vesaire-
nin

daha sorulmadıysa hesabı
yani faizin
artı-değerin
azami kârın
yörükselimin yusufların ve
can içen "can"ların
hesabı sorulmadıysa
güneş gibi erimiş
bahar suları gibi akmış kanların
"hesabı sorulmadıysa daha
"sorulmayacak sanmayın
"aldanmayın"

Pazar, Ekim 15, 2017

ÇEŞME LİMAN DOLGUSU


Çeşme Limanının anlaşılmaz (aslında çok anlaşılır) bir biçimde hoyratça doldurulduğu iddiaları karşısında, “biz oraları doldurmamış olsaydık, bugün Çiftlik tarafına gidilemezdi” diyor, bir eski ve çok önemli yetkili (aslında önemi kendinden menkul ya o da ayrı)… Yaklaşık 40 yıllık mühendislik yaşamı bulunan birisi de; “çağırmış olsaydın da, sana daha ucuz, tarihi değerleri yok etmeden, ulaşım nasıl gerçekleştirilirdi anlatsaydım, hem de bilabedel” diyor… Bu diyaloğun öncesi ve sonrası var olup daha sonraki yazılara konu olabilir ama yetkililerin cesaretlerinin ve bilgisizliğinin altını bir kez daha çizmekle iktifa edelim.

Sonuçta; her kesimden ve duyarlı Çeşmelilerin ciddi bir dolu girişimine rağmen “dostluklar ya da düşmanlıklar üstünden politika yapmak” bir kez gerçekleşir, Çeşme Limanı deniz dolgusu, özellikle Osmanlı-Rus deniz savaşı kalıntılarını-buluntularını bir daha görülmemek üzere bitirilir, tarih yok edilir hem de “tarihimizi yok ediyorlar” nidaları ile yeri göğü inletenler tarafından… Eeee, ne de olsa siyasetinde “mart ayı” geleneği var…

Oysa benzer siyasi nosyon ve donanımlara sahip muktedirler, ta Osmanlı’dan bu yana nizamnameler, kanunlar çıkarıp sadece lehlerine kullanma söz konusu ise meri, yoksa gel beri tarzından yaklaşımlar göstermekten ileri gitmemişlerdir. Örneğin; ilki 1869, ikincisi 1874 ve üçüncüsü 1884 yılında, görüleceği üzere birbirine çok yakın tarihlerde “asar-ı atika nizamnamesi” neşredilir, ama Bergama Zeus Tapınağının 1878 Almanlar tarafından kaçırılıp Berlin’e kurulmasına engel teşkil etmez, gerçi kaçırılma deyip te gerçek bir hırsızlık vakası dillendiriyor olmayalım, tevatür o ki, hani bazılarının deyimi ile “sultanlar sultanı” Sultan II. Abdülhamid’in talimatı ile Almanlara hediye edilmiştir. Peki, bu hediye ile sınırlı kalınmış mıdır? Zinhar, Milet Güney Agora Kuzey Kapısı, Bergama Athena Tapınağı Propylonu, Ksanthos Nereidler Anıtı başta olmak üzere daha neler, neler… Neyse konuyu çok dallandırıp budaklandırmadan asıl konumuza dönelim ama o günden bu güne miras ve tereke siyasi akrabalığa dikkat çekmeden olamazdı… Padişahlar tabii ki yeryüzünün önemli muktedirleri olarak bunların yok olmasına fetva eylerken, bu kabil büyük yok oluş kararlarına sahip olamayacak bugünkü mizahi ve küçük mirasçıları ne yapacaklardı, tabii ki “dostlukları-düşmanlıkları” üstünden politika yürütmeye devam edecekler ve dolaylı da olsa tarihin tahrip ve yok olmasına sebep, senarist olmaya devam edeceklerdi, netekim öyle olmaya da devam ettiler…

Oysaki bir yandan âdemoğlunun tarihi yürüyüşünü takip ederek anlamak, kültürel ve tarihi anlama hayatına layıkı ile dalabilmek, toplumsal kimliği tarihsel birikimle güçlendirmek, kent farkındalığı yaratabilmek, kent belleği yaratır iken kent kültürü oluşturabilmek, diğer yandan geçmişte yaşanmışlıkların ifadesi olan kalıntı-buluntulara sahip çıkabilmek adına, gezmek, görmek, incelemek, araştırmak, anlamak üzerine atılan nutukların isabetsizliği aldığımız sonuçlara bakınca ortaya çıkmaktadır.

Unique (benzersiz-tek) yapı kriterlerine uymakta olan, tarihsel, belgesel, simgesel olarak kültürel, özgünlük, benzersizlik, teklik olarak morfolojik, hatıra değeri, izlenebilme özelliği olarak duygusal, işlevsel ve maddesel olarak turistik olabilecek “Çeşme Osmanlı-Rus Deniz Savaşının Kalıntıları” artık yoktur… Peki, ne uğruna, kimilerine göre siyasal karşıtlık adına, yola-dize getirme, kimilerine göre büyük ekonomik kalkınma, kimilerine göre “nurlu ufuklar” uğruna, kimilerine göre deniz ticaretinin vites arttırması uğruna, kimilerine göre Yugoslavya savaşının nimetlerinden yararlanma uğruna, yapıldı tüm bu yapılanlar… De ki o, deki bu, sonuç artık, Deniz Savaşının kalıntıları olan, başta eni 10 mt boyu 24 mt olan bir, en 7 mt boy 16 mt bir başka, en 7 mt boy 16 mt bir başka “Kadırga” ile bol miktarda top ve gülleler, yok, yok ki yok… Geriye gelmesi de mümkün değil… Üstüne üstlük bunlardan gayri, dağın 2 yanında elma ısırığı gibi, estetik kaygısı büyük birkaç tane taş ocağı, günümüzün yerel yönetimlerine bonus… Şu anda bile kimsenin nasıl değerlendirilir de, estetik rezaletin önüne geçilir konusunda fazlaca hemfikir olamayacağı vaziyette, herkesin gözüne batmaktadır. Kimi “ağaç dikilerek kapatılır” gibi abuk kararların bile üretildiğine şahit olduk ya, ölsek te gam yemeyiz gayri…

Gazetemiz “Yeni Çeşme” arşivinde, 1988 yıl muhtelif tarihlerde birkaç kez yenileyerek, yineleyerek yazılmış dilekçeler, hem de 3 yüksek mimar, bir armatör, bir kaptan, bir tüccar gibi, isimleri bizde, ileri gelen tarafından imzalanmış ve eklerinde haritalar, krokiler ve dolgu altında kalan kadırgaların su altı fotoğraflarından oluşan bir dosya bulunmakta olup, mezkûr dosyanın, Cumhurbaşkanlığı, Başbakanlık, Devlet Bakanlığı, Bayındırlık ve İskân Bakanlığı, Kültür ve Turizm Bakanlığı, Ulaştırma Bakanlığı, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kurulu Başkanlığına değişik tarihlerde iletildiği anlaşılmaktadır.

“Bize gecikmek yakışmaz, ertelemek yakışmaz. Sürekli yok arkeolojik şey, yok çömlek çıktı, yok şu çıktı, yok bu çıktı ile önümüze engeller koydular. Bunlar insandan çok daha mı önemliydi? Yok, kuruluydu, yok yargısıydı bunlara takılıp kaldık. Bundan sonra engel mengel tanımıyoruz, bedeli ne olursa olsun.” gibi en önemli yetkilimizin yaptığı açıklamaların ardındaki kafa yapısı ve yaklaşımlar ile gelinecek durak burasıdır. Hoşgeldiniz… Hayırlara vesile olsun…

Perşembe, Ekim 05, 2017

TİTUS TÜNELİ ve EUPALINOS (PYTHAGORION) TÜNELİ


Fahri hemşerisi olmakla övündüğüm 2 şehir vardır, biri Adana diğeri ise Antakya (Hatay)… Antakya’nın, kendimi ait hissettiğim tarafı ise, kendi içlerinde de farklı tutum ve yol tutturmuş halleri ile 3 tek tanrılı dinin takipçilerinin, biri başat olmak üzere birbirlerini çok fazla rahatsız etmeden yaşadıklarına yönelik gözlem yapılabilecek güney tarafıdır. Burada bahsetmek istediğim, ilk gördüğümde hayran kaldığım, bunun üstüne birkaç kez daha gidip gezdiğim, Samandağ İlçesi Çevlik mevkiinde yer alan TİTUS Tüneli. Öğrenebildiğim kadarı ile Antakya eski adı, Antioch olup, Makedon kralı Büyük İskender tarafından kurulmuş, bilahare de Büyük Roma İmparatorluğu döneminde en kalabalık 3 önemli şehirden biri olmuştur. Öneminin tebarüzü bakımından, dünyada meşalelerle aydınlatılan sütunlu bir caddeye sahip olmasıdır diyerek iktifa edelim ve tünel üstüne devam edelim.

Antakya’nın en önemli ticaret merkezi dönem itibari ile Samandağ ilçesindeki bugünkü Çevlik bölgesindeki eski adı Seleukeia Pieria olan liman kenti olup kuruluşunun M.Ö. 4 yüzyıla dayandığı bilinmektedir. Doğu Akdeniz’in önemli liman kentlerinden biri olan mezkûr kent, Musa dağı eteklerinde kurulmuş olması hasebiyle şehrin liman bölümü zaman zaman sel-seylab nedenleri ile ticaretin olumsuz etkilenmesine yol açan teressübat oluşmakta imiş. Su yapıları konusunda, imparatorluk çapında muhteşem çalışmalarına tanık olunan dönemde, mezkûr alanda, limanın yerini değiştirmekten ise taşkın sularının drene edilmesi kararı üzerine, M.Ö. 69 yılında İmparator Vespasian tarafından tünel çalışmaları başlar ve kölelerin kullanılma önceliklerinin değişmesi üzerine de inkıtalara uğrar, İmparator Titus döneminde de askerler ve denizcilerinde büyük katkıları ile devam eden çalışmalar İmparator Antonius Pius tamamlanır. Canım Yurdumun sahip olduğu onlarca müthiş yapıdan biri olan, TİTUS TÜNELİ, hemen şehrin bulunduğu yukarı kısımdan başlar, denize doğru ilerler, yaklaşık 150 mt. uzunluğunda kapalı olmak üzere toplam yaklaşık 1.400 mt. olup, kapalı tünel kesit alanı yer yer 45 m2 ve açık bölümde ise yer yer 100 m2 civarındadır. Neredeyse 2.000 yıllık bu muhteşem tünel, mezkur imparatorluğun övünebileceği türden bir yapı olup, otomobil icadının olmaması nedeni ile “duble yollardan” daha fazla taraftar toplamakta imiş, söylenenin yalancıyım.

İmparatorluğun büyük köle ve işgal edilen yerlerin büyük ekonomik birikimlerinin talan edilmesi ile imparatorların hayalleri ve hedefleri doğrultusunda günümüzde bile iddialı sayılabilecek “çılgın projeler” gerçekleştirdiğini, Titus Tünelini gördükten sonra yaptığım incelemelerde gördüm. Bazı projelerde, büyük göllerin drenaj kanalları ile kurutularak, büyük tarım alanları elde etmek, bazen şehirlerin su ihtiyacını karşılamak için yapılan km.lerce su kemerleri ile isale hatlarının oluşturulması, bazen şehirleri ya da limanları korumak ya da su temini için tüneller inşa etmek, gibi gerçekleşmeler.

Bu bakış açısı ile seyahat ettiğim yerlerde benzer yapıların varlığı konusunda özel bir dikkat oluşturdum. Son seyahatimde, yine Büyük Roma imparatorluğu tarafından ve Titus Tünelinden yaklaşık 500 yıl önce inşa edilen Samos Adası EUPALİNOS TÜNELİ konusunda haberdar olunca, derhal ziyaret edilecek yerler konusunda 1. sırayı almıştır. M.Ö.6 yüzyılda, kesit alanı yer yer 4 m2 yi bulan, antik çağdaki Tigani şimdilerde de “Bir dik üçgenin kenarların karelerinin toplamı hipotenüs’ün karesine eşittir” teorisinin mucidi ilk matematikçi Pythagoras’ın adına bu şehirde yaşamış olması hasebiyle ve izafeten şimdilerde de PYTHANGORIAN olarak adlandırılan kentin su ihtiyacının, Agiades su kaynağından Kastro Dağının altından inşa edilecek bir tünel ile karşılanması hedeflenmiştir. Deniz seviyesinden 225 mt yükseklikteki bu dağı aşacak yaklaşık 1 kmlik tünel, mühendis Eupalinos geometri bildiğinden (öyle 360 derece farklıyız düzeyinde değil elbet), dağın 2 yanından başlamak ve ortalarda buluşmak hedefi ile çalışmalara başlar. Gerçi her iki taraftan kazılarak ortada buluşma fikri ve hedefi olan ilk tünel değildir bu ama ilk olan Kudüs’teki Kral Ezechias (Hezekiya) tüneli farklı yönlere gidilen kazılarla hedefinden fazlaca sapmış olması hasebiyle ilk sayılmamalıdır bence. Eupalinos Tüneli, muhteşem hesaplamalar neticesinde santimetreler düzeyinde bir sapma ile tam da ortada birleşir. Şehrin kuşatmalar altında suyunun kesilerek teslime zorlanmasının önüne geçilmesi gibi bir askeri kaygı ile yola çıkılarak inşa edilen tünel, gürz, keski, kazma ve kürek gibi kazıcı aletlerle, kazıdan çıkan kayaların küfelerle dışarıya taşınması ve havalandırma için de kuyular açılarak yaklaşık 10 yıl sürmüş ve planlandığı gibi ortada birleşmiştir. Bin yıl süreyle kullanılan tünelin mühendisi Eupalinos, Senato tarafından “Tünel bize pahalıya mal oldu” gibi bir gerekçe ile çarmıha gerilme cezası ile cezalandırmış olup, “yahu kullandığımız köle ve talan edilen istila edilmiş ülke hazineleri, ne zararından bahsediyorsunuz” savunmaları heba olmuş ve sonunda da mühendis bey çarmıha gerilmiş… Atina Senatosu bilse idi; kendilerinden 2.500 yıl sonra dünyanın her tarafında inşaat işleri, karar vericiler, inşaatı gerçekleştiren müteahhitler, finansman temin edilen bankalar, hem de kamu hazinelerinden ödenmek kaydı ile trilyonluk cukkaları götürsünler, hiç böyle karar verip te kendilerini önemli bir proje ile suya kavuşturan mühendisi katleder miydi? Bilemem… Bu iddiaya bilgi kaynağı oluşturan, tabii ki meraklıları için “bir ekonomik tetikçinin anıları” olarak ciltler dolusu kitap yazan eski bir “Dünya Bankası” yöneticisidir, eksiği ve sakladığı çok bilgi olmasına rağmen okunmasını şiddetle öneririm… Ayrıca, mezkûr kentin yöneticisi, Tiran Polycrates ile aynı dönemde yaşamış ve tiranlığı protesto etmek maksadı ile adayı terk ettiği bilgisi bulunan Pythagoras’a şapka çıkartmayı da borç bilirim…

İlaveten bir de ansiklopedik bilgi; “Titus Tüneli'nin bir benzeri yine bir Roma İmparatorluk şehir merkezi Ürdün'de Petra antik kentinde bulunmaktadır. Antik dünyanın diğer önemli kaya tünelleri, Nimes'de, Lyon'da, Briord'da, Carhaix'de, Nikopolis'te ve Side'de su getirme sisteminin bir parçası olarak yapılmıştır. Çevlik ile çağdaş, Vespasianus Dönemi bir kaya tüneli italya'da Furlo Geçidi'nde yol sistemi ile bağlantılı olarak açılmıştır.” Dilerim ömrümüz vefa ve cüzdanımız kifayet eder de, bu yapıları da ahir ömrümüzde görürüz diyerek sözü bağlarken başta Titus Tüneli olmak üzere Eupalinos tünelinin de kısa sürede ziyaret edilmesi gereğinin altını çizelim.

Sonuç olarak; gerek Titus ve gerekse de Eupalinos Tünelleri “UNESCO Dünya Mirasları” listesine alınarak, yamyamlardan korunmaya çalışılmaktadır.

Cuma, Eylül 29, 2017

SANCAK KALE


Öğrenimden Hukukçu, ama tarih ve arkeoloji kitapları birer başvuru kaynağı olduğu bilinen, alaylı arkeolog, tarihçi, yazar ve araştırmacı Bilge Umar’ın “Narlıdere” adındaki kitabını okuyorum. Kitabın bir bölümünde, İzmir’in üç önemli kalesinden, günümüze gelen büyük ölçüde korunan ve ziyarete açık “Kadifekale” (Pagos), ne yazık ki artık olmayan Kemeraltı girişindeki “Ok kalesi” (Neon Kastron, St. Peter/Pier) ve kısmen korunan ancak ziyarete açık olmayan “Sancak Kale” (Yenikale), bahsetmektedir. Bir İzmirli olarak; Kadifekale’yi bilip, Ok kalesinden bir arkeoloji dergisi vasıtasıyla bilgi sahibi olup, ama muhtemelen çok insanın bilip, benim ise hiç bilmediğim “Sancak Kale” üzerine bilgiler bulmam harika bir sürprizdir ve bu konudaki bilgisizliğimin de ayıbı bana yetmelidir. Ancak diğer taraftan da neden okuyoruz ki, işte bilmediğimiz konularda bilgi sahibi olmak için, değil mi, tam da bu yüzden…

Bugün, Narlıdere Sahil Evlerinin Sahil Caddesinin (Gürler Caddesi) doğu bölümünde, sahilden daha doğuya bağlantının askeri bölge nedeni ile kesildiği, Sancak Burnunun üzerinde, İzmir Körfezine denizden geçişlerin kontrol edilebilmesi adına, en dar ve kontrole en müsait yerinde kurulan ve ne yazık ki korunamayan, restore edilemeyen ve günümüze ulaşan kısmının ise ziyarete kapalı olan kaledir, Sancak Kale (Yeni kale)… Kale; İzmir Körfezinin en muhkem bölümünde, körfezin, gemilerin giriş ve çıkışları açısından en uygun derinlik verdiği bölümünün kontrol edilebilmesi açısından, iç bölüme giriş ve çıkışın askeri açıdan toplarla tahkim edilerek, ticari açıdan ise gümrük vergilerinden sıvışmanın önüne geçilebilmesi için yapılmış bir yapıdır.

Bilge Umar; “Sadrazam Köprülü Mehmet Paşa, Dergah-ı Ali Kapıcıbaşısı Gevezezade Ağa diye tanınan kişinin denetiminde, Aydın, Saruhan ve Bursa sancakları askerlerinden oluşturulan bir gurubu kale yapımında görevlendirdi. Kale yapımında İzmir’in ilkçağdan kalma tiyatrosunun kesme taş blokları sökülüp alındı, kullanıldı. Yapım bittiğinde, kare planlı kalede, dizdar (kale komutanı) ile 200 er görev aldı.” diye yazıyor… Yine Hoca bir başka yerde Evliya Çelebi’ye dayandırarak; Körfeze giren gemilerin, Osmanlı’ya saygı göstermek için direklerine beyaz bayrak çektiğinden bahisle, kurallar gereği karasularına girilen ülkenin bayrağı göndere çekildiğinden ve dönem itibari ile Osman-i Ali’nin de bir bayrağının olmaması nedeni ile beyaz sancak çekilme durumu izah etmektedir. Kaleye, Sancak Burnu Kalesi veya Sancak Kale denilmesini bu “Sancak” çekilmesi hadisesine dayandırmakta olduğu bilgisini yine Evliya Çelebi’ye dayandırmaktadır. Yine aynı kaynağa dayandırılan bilgilere göre, Osmanlı Donanması Venedik donanması tarafından önemli bir yenilgiden, sığındığı İzmir Körfezinde bu kale tarafından, kurtarılmıştır. Bölgeye önemli yıkımlara yol açarak zarar veren depremlerden bir tanesi de 1688 senesinde yaşanır ve yine Hoca’nın Necmi Ülker hocadan aktarımı ile “depremin merkezi, tam bizim Sancak Kale idi. Deprem sonrasında kale, yıkıntıya dönmekle kalmadı; topları görünmez olacak kadar, duvarları toprağın içine battı. Çevredeki evlerin dörtte üçü çöktü, birçok ağaçların kökleri toprak üzerine çıktı” diyerek, yıkımın vahametine dikkat çekmektedir. Bugünkü yönetimler, bu yaşanan depremlerden ya bihaberler ya da rant uğruna göz ardı etmektedirler, diyerek konuya bir kez daha değinmiş olalım bu vesile ile. Yıkılan ya da nerdeyse yok olan kale yeniden, yapılır ancak bu kez kale dışına tabyalar ilave edilerek tahkim edildiği, kara tarafının ise kazılan bir hendek ile güvenli hale getirildiği yazılmaktadır. İzmir Körfezi'nin girişindeki en dar bölgeye inşa edilen Sancak Kale 1. Dünya Savaşında tarihi bir rol oynar, İtilaf Devletleri, Çanakkale'den önce 9 gemilik bir filoyu İzmir’e gönderir, ne var ki Sancak Kale savunmasını aşamazlar. Ancak, Sancak Kale’nin asıl hayata veda etmesi, 14 Mayıs 1919 olur. İşgal kuvvetlerine kayıtsız şartsız teslim olan Osman-i Ali, mezkûr kaleyi de teslim eder…

Çanakkale öncesi yapılan İngiliz ve Fransız donanma saldırılarında, Sancak Kale önemli ölçüde hasar alır, bu saldırılar sırasında ölen komutanlar ve askerler için, Narlıdere’de bugünkü Belediyesi karşısındaki “Narlıdere Şehitliği” diye bir anıt mezar oluşturulmuştur. Şehitliğin bu vakaya dayandığını da yeni öğrendim, bir eksiğimi daha giderdim diyeyim ancak ne yazık ki eksik geldik eksik te gideceğiz gibi görünmekte…

Kıssadan hisse, evvelemirde “Deprem”dir, bugün mezkûr mahalde ne yazık ki yüksek katlı yapılaşmalara izin verilmekte ve ne yazık ki kayıtlı kuyutlu yaşananlardan ders alınmamaktadır… Diğer taraftan Osmanlı’nın kendisinden önceki medeniyetlere nasıl baktığını da bir kez daha görmüş oluyoruz, antikçağın tiyatro binası yıkılır taşları ile kale inşa edilir, ne diyelim… Haydi, bunlar çok eskiden yaşanan hadiseler diyelim geçiştirelim, peki bugün “Osmanlı da Osmanlı” diye adeta tepinenlerin, daha dün parti binası inşaatı için kiliseleri yıkarak, güzel ve uygun yani kesme taş teminini nasıl izah edeceğiz. Üstüne üstelikte gâvur ellerinde “İslam” eserlerine “değer verilmiyor”, “restore edilmiyor” naraları atarak bu işleri becermenin ne anlama geldiğini bilerek… Onlara da Allah selamet versin diyoruz da, veriyor da gerçekten…

 Son olarak; Karşıyaka’nın demiryolları ile şimdiki sahil bandı arasındaki sığ deniz bölümünün doldurularak, yeni zenginlere konut yapmak üzere arsa tahsisinden, taşıt trafiğinin gelişimine, oradan Narlıdere’nin nüfus orijinine ve yapısına, oradan öğrenciliğini geçtiği dönem itibari ile İzmir ve İstanbul hayatının kendi açısından anlatımına kadar detaylarda bizi bilgilendirmek için çaba gösteren yazara sonsuz teşekkürlerimizi sunar iken kitapseverlere de okunması gereken bir eser olarak salık veriyoruz.

 

Cumartesi, Eylül 23, 2017

HALA YETMEDİ Mİ?


Gazetemizin patronu, arkadaşımız Aydın Korkmaz, iflah olmaz bir “yetmez ama evet’çi” ve de korkarım ki asla ve kat’a da bu goygoy durumu değişmeyecek… Yahu adam tam bir nato mermer nato kafa (na ti kefari, na ti mermari), yani ha mermer ha bu kafa, tutmuş muhtemelen de bana inat yine, kendisinin bir üst segmentinden Ali Nesin’in “bugün olsa yine yetmez ama evet derim” lafını yazı başlığı olarak kullanarak, neden “yetmemiş” ve neden hala “yapılsınmış” ve de neden hala yapılanlardan “tatmin olamamışlar” konusunda haklılık arayışını sürdürmekte… Daha da çok yazacağa benziyor, kafa bu olunca zinhar ders te alınmaz yaşananlardan, zaman zaman şaka yaptığını zannediyordum ama adam çok ciddi, yahu akıllı adam ama nasıl bu zokaya kanar inanılır gibi değil… Hadi bizim Aydın’ı geçelim, Ali Nesin gibi bir “Matematik Profesörü”, zeki ve akıllı ceddin ahfadı, cici de olsa demokrasinin bir dolu çeşidini görmüş, yalamış ve yutmuş bir insan, “yetmez ama evet”in iflas etmiş iddiaları karşısında hala direnir, anlamak mümkün değil, vallahi karamsar olmamak için deli olmak gerek, çünkü akıllı olup bu insan ve iddiaları karşısında hayat sürdürmek olası değil…

Gerçi bugünlerde sesleri koro olarak artık eskisi gibi çıkmıyor, tribündeki tezahürat geliyor akla, “sustu çocuklar”, rolleri gereği replik olan “yetmez ama evet” deyip dalgalandılar hatta yer yer şahlandılar ve efelendiler, koştular ardından yoruldular ama şimdi duruldular... Gerçi bunların pirleri başta olmak üzere bizim Aydın da dâhil, her biri çıkar meydane ve her biri birbirinden merdane “yok öyle demediydik te, böyle dediydik te…”klasik bel hareketleri, thames trader kamyon direksiyonu çeviriyormuşçasına, oysaki şarkının devamı gibi “yaktın yaktın kül ettin erittin beni, Mecnuna dönderdin mahvettin beni” diyecekleri yerde... Aslında gelinen noktaya bakıp ta, gözlerinin kan çanağına döneceği ana kadar ağlamaları gerekir iken ya da en azından süklüm püklüm kenara geçip oturacaklarına, adeta burunlarından kıl aldırtmaksızın hala felsefe yapıp, “kötünün iyisini tercih” (ehvenişer) şıkkını tercih ettik gibi abukluklara yaslandıklarına göre, söylenebilecek tek şey var, benzer durumları izah için Osmanlı döneminin ünlü sözü; “ya kuvvetli iltimas, ya madeni haz ya da ten ile temas”… Yahu belki alınacaklar ama ben başkaları gibi onların aptal, andevül, embesil, ebleh, debil gibi sıfatlarla adlandırılmasına karşıyım, her biri kendi mesleğinde son derece zeki, akıl dolu insanların başarısını egale eder durumda olacaklar sonra da kalkıp bu abuk subuk tanımlamalara muhatap olacaklar, buna inanmak çokkk zor, hatta imkânsız… Grubun parlak ve janjanlı adı “yetmez ama evet” sözünün mucidi muhterem bile, ne diyor, sonuçlarını görünce… “Yetmez ama evet dedik. Hatta şahsen ben sloganın mucidi olmakla övündüm zaman zaman.” “askeri vesayete karşı” iyi niyetle bir çıkış yaptıklarını zannederek lokomotif görevi üstlendiklerini iddia ederek yola çıktıklarını ancak gelinen duraktaki vaziyeti görünce de, “eğer ki yaşananlarda sorumluluğum var ise Allahım kör et beni” diyerek bu işten yırtabileceklerini zannediyorlar yanılıyorlar… Her iki cihanda da bu vebalden, bu zülden kurtulmak mümkün değil, görecekler, bu zül yakalarından adeta yafta gibi hiç düşmeyecek… Diğer taraftan bunların “yanılmışız, Allah bizi kahretsin” ya da “ellerimiz kırılsaydı da...” gibi u dönüşlerle bu zülden kurtulabileceklerini nasıl düşünebiliriz… Peki, her biri mesleğinin öne çıkmışları olan bu muhteremleri şimdi dinlerken yaptıkları analizlerde isabet şanslarının nasıl yerlerde süründüğünü unutacağız mı? Asla ve kat’a… Yüzlerine bakarak Orhan Veli’nin dediği gibi “ruhunda hicranını söyletme hikâyesi, geç bunları anam babam geç bunları, bir kalemde, bilirim ben yaptığımı” diyeceğiz ve bildiğimizi yapacağız, bunların kuruldukları gazete köşelerinden yazdıklarının yalan, dolan, hile, desise ve yönlendirme hatta algı operasyonu olduğunu bileceğimizden okumayacağız, TV lerde adeta sihirli kaval çalan çoban misali gerdan kırarak anlattıkları dinlemeyeceğiz, vs. vs… İster iyi niyetli olarak bu sığ ve üfürük hikâyelere saflıkla inanmış olsunlar, isterse de bilerek isteyerek ve taammüden tercih etsinler bu pozisyonlarını, insanların gözünde miskal-i zerre kadar önem-i harbiyeleri yoktur ve de olmayacaktır…

Yahu Aydın, Hala yetmedi mi? Yetmedi ise ne yetmedi yaz lütfen de bir anlayalım… Peki, yetmediği sarihte, önceki bölüm nasıldı, vs. vs. Bence artık yetti gayri bi susun, insanlar sizden bir kurtulsun… Yazımızı bu muhteremleri daha da fazla yıpratmadan kaşağıyı elimizden fırlatarak sonlandıralım ama sonlandırırken de Neyzen Tevfik’ten bir iki beyit ile bir kez titretelim bu zevatı belki kendilerine gelirler(!!!)

Türkü yine o türkü, sazlarda tel değişti,
Yumruk yine o yumruk, bir varsa el değişti!

Kâbe'den maksat varmaktır yâra,
Kör gibi tapınma kuru duvara.

Mey'de Bektâşi göründüm, Ney'de oldum Mevlevî,
Meşrebim Mollâ-yi Rûmî, mezhebim Bektâşidir

Üstüne alma fakat dinle samur kürkçüyü sen,
Nasıl olsa kabahat sahibini terk etmez.

Pazar, Eylül 17, 2017

SIHHİYECİ İBRAHİM ÖNOL


Bir hayat, bir tarih, bir tecrübe, bir örnek, bir yüzakı, Sıhhiyeci İbrahim… Canım Yurdumun, sancılı yıllarının ezdiği insanlarından biri, dış denge ve illiyetlerin şekillendirdiği hukuk nizamının gadrine uğramış kuşağının örneklerinden… Emperyalist paylaşım savaşı akabinde, iki kutuplu hale getirilmiş dünyada, Canım Yurdumun, soğuk savaşın kızıştırılması ve en kanattaki üs haline getirilmesi adına, sözde siyasi olarak ama aslında şizofrenik bir korku girdabına itilerek; daha önce Türk Ceza Kanunu’na faşist İtalya’dan kopyalanarak ilave edilen, 141 ve 142’nci madde hükümleri ağırlaştırılmış ve bununla da yetinilmeyerek, kanun öncesi bile işlenen suçlara, hüküm geriye yürütülerek uygulanma cesareti gösterilmiştir. Cesareti gösterilmiştir diyorum çünkü uluslararası hukuk hükümlerine ve temayüllerine taban tabana zıt bir durumdur da ondan… Ya rabbi bir hilal uğruna ne güneşler batırılıyor, babından…

“70 yıllarda tanıdım, “Çeşmenin Sesi” adlı gazeteyi çıkarıyordu Kale Sinemasının orada ara sokakta, 2. katta ufacık bir büro vardı, amca derdik ona biz o zaman, ben öğretmen okulunda öğrenciyim oradan şiir gönderirdim, Çeşmenin Sesinde yayınlanmış şiirlerim vardır o dönemde, Çeşmenin Sesinin şöyle bir özelliği de vardır, kurşun harflerle dizgi yapıldığı günler, Doktor Tayfun bile bir alt kattaki ofiste bulunmasından ötürü zaman zaman dizgilere yardım ederdi. TÖBDER li öğretmenlerin de yardıma geldiğini de zaman zaman görürdüm Gazetenin hazırlanmasına. Yani gazete bir dayanışma ve birlikte yaratma kültürünün de eseri idi bir anlamda. Dönem itibari ile gazete ofisinin tam karşısında şu anda aramızda olmayan Hasan Soma’nın açmış olduğu bir kahvehane vardı.” diye anlatıyor Aydın Korkmaz… Bilahare de; “İzmir’de Barış ofset vardı, ben gazeteyi çıkarmaya başladığımda pasajda dar bir geçit vardı, Ahmet’te orada idi, Çeşme’de benim abim var, İbrahim Önol benim üvey abimdir, dedi… Ahmet Torman, muhabbet erbabı ve dost limanı bir abi…” diye eklemiş idi gazetemizin patronu Aydın Korkmaz…

Ahmet Torman İzmir Emniyetinde 1. Şube (siyasi şube) komiserlerindendir… Yıl 1951 ya da 1952, tarihe geçiş biçimi ile meşhur “komünist tevkifatı” başlamış, dönemin Emniyet Müdürü de, çok sonraları sırası ile İzmir’de Valilik ve 1980 12 Eylül faşist darbesinden sonra parlamenter sistemin ihya edilmesi çalışmalarında HP (Halkçı Parti) genel başkanlığı ile maruf Necdet Calp… İzmir’de de “komünist tevkifatına” bahane olarak ta, daha sonra da beğenilen bir bahane olması hasebiyle onlarca kez yinelenen, bir caminin iki minaresi arasına komünist bayrakları asıldığını palavrasını söyleyerek, emniyet harekete geçer, geniş çaplı operasyonlar yürütülür. Bu kapsamda, İzmir’in ilçesi Kiraz’da sıhhiye memuru olarak görev yapan İbrahim Önol’ın da tutuklanması söz konusudur, Emniyet Müdürü Necdet Calp bu görevi akrabalık ilişkisini bilmediği için Ahmet Torman’a tevdi eder. “Gözaltına al getir”, Ahmet Komiser de; “valla müdürüm beni bu vazifeden azat edin” der, “ben bu vazifeyi ifa edemem” deyince, bir hayli sinirlenen Müdür “neden ifa edemezsin oğlum” der, “o benim kardeşim, üvey kardeşim ama kardeşim, ben bu vazifeyi ifa edemem” der, bunun üzerine Necdet Calp; “Valla Ahmet bu durumda bizim seni teşkilatın bu biriminde tutmamız da çok zor, gel biz sana başka bir vazife uyduralım ve teşkilatın bu biriminden alalım.” Bu kapsamda mesleğinde başarılı olan ancak yaşanılandan ötürü de mutlaka bir sonucu olması gereken bir durumla karşı karşıyadır komiser. Neyse, talih ve kısmet diyelim, başka birime gönderme çalışmaları neticesinde komiserin tayini Amerika’ya çıkar, nitekim de kısa süre sonra gerekli prosedürler tamamlanır ve ABD’ye gider, elçilikte göreve başlar ve uzun yıllar orada çalışır. İstikbali parlak ve önü açık komiser Ahmet Torman elçilikte, koruma görevine rıza göstererek hayatını idame ettirir, anlayacağınız. Daha sonraları emekliliğini müteakip Türkiye’ye geriye dönüşünde, Türkiye’ye ilk offset makinesini getirir ve İzmir’e yerleşir. Adı “barış” ama sadece ilan almak adına bir gazete çıkarır.


İbrahim Önol, diğer memur benzerlerinden farklıdır, idealisttir ve görevi gereği hiç durmaz, çalışır, didinir ve de maalesef muktedirlerin hiç hoşlanmadığı ve en affedilmezi yapar “düşünür” ve topluma faydalı olmanın her şekilde mümkün olduğunu göstermek adına, yayan, eşekle ya da atla tüm köyleri dolaşır aşıları yapar, aşı bilgilerini arşivler, tekrarlama günü gelince gerekli hatırlatmalar ile işini gerçekleştirir, işte böyle idi “Komünist tevkifatının” hedefindeki insan… İbrahim Önol; “Komünist tevkifatı” mucibince, mezkûr dönemde komünist olmak gerekçesi ile tutuklanan pek çok benzeri gibi, ağır ve uzun sorgulamalar ve işkenceler altında uzun sayılacak bir süre, süründürülür, sonraları aklanır ve çıkar, işine döner ve tayinin çıkmasından ötürü de Çeşme’ye yerleşir, sıhhiye memuru olarak vazife yapar… Daha önceleri birkaç yazıma da konu olan Sıhhiyeci İbrahim, bundan sonra her türlü siyasal, sosyal ve kültürel faaliyet içinde vardır, kâh açıktan kâh çaktırmadan. Çeşme Turizm Derneği, Çeşme Halkevi’nin kitapları ile Kütüphane oluşturma, bu kitapların köy okullarına dağıtılması gibi gibi… Dönem itibari ile Çeşme Halkevi çok aktif, rivayet o ki, tiyatro faaliyetlerinde Nazım Hikmet’in “İnek” adlı oyununu bile sahneliyorlar. Bilahare de “demokrasi” vaadi ile iktidara gelen DP (Demokrat Parti) döneminde Çeşme Halkevi yıkılır ve rivayete göre de, taşları Ödemiş Demokrat Parti binasının yapımında kullanılmak üzere Ödemiş’e götürülür. Yaşanılan kahredici, yok etme ve tenkil politikaları neticesinde artık insanlar, sindirilmiştir demesek te, artık çok temkinli ve tedbirlidirler, bu hava İbrahim Önol’da da vardır maalesef… “Yeter söz milletindir” diyerek iktidara gel, ilk yaptığın işler milletin sesini kısmak olsun, tam da dönemin ve hatta sürekli olarak canım Yurdumun ruhuna mütenasip bir durum… Aile yaşanmışlıkların neticesinde ciddi savrulmalar yaşamıştır, ne yazık ki… İbrahim Önol 80’li yaşlarında vefat eder… Çeşme’deki yetkililerinin, yine Çeşme’nin yüzaklarından “Sıhhiyeci İbrahim Önol” adına, bir cadde ya da sokak adı, bir meydan adı gibi, hatırlanmaya müteallik bir adım atmaları, bu güzel insanı, yaşadığı meşakkatli hayatı hatırlamayı ve hatırlatmayı ebedi kılmayı düşünmelidirler…

Cumartesi, Eylül 09, 2017

KIZILIDERİLİ GÖRMÜŞ, BİZ HALA GÖRMÜYORUZ


Malum iki hikâye bir kez daha tekrarlayalım, bakarsınız günü anlamak adına bazı nasırlı ya da zehirli beyinlere bir katkıda bulunur.

Bilindiği üzere 1969 yılında ABD Ay’a “Apollo 11” ile uzaya gönderdiği 3 astronottan 2 sini, Neil Armstrong ve Buzz Aldrin’i Ay’ın yüzeyine indirmiş idi. Gerçi buna hala, aklı kıt, inancı bol bir grup insan inanmamaktadır ama olsun onlar yazımızın konusunu oluşturmamaktadırlar.
Apollo 11 astronotlarına, Ay’ın yüzeyine benzeyen ABD’nin batısındaki bir çölde eğitim verilmektedir. Pek çok Kızılderili topluluğunun da yaşadığı bu yerde bir gün karşılaştıkları Kızılderili yaşlı biri ile sohbete tutuşurlar ve efsaneleşen öyküye göre diyalog şu şekilde gelişir; Kızılderili Yaşlı Adam Astronotlara meraklı gözlerle ve sözlerle ne yaptıklarını sorar, kısa bir zaman sonra Ay’a bir araştırma ve inceleme seyahati düzenleyeceklerini ve bu nedenle de burada böylesi bir eğitimden geçtiklerini söylerler. Yaşlı Kızılderili Adam dinledikleri karşısında uzunca bir süre sessiz kaldıktan sonra, Astronotlara kendisine bir iyilik yapıp yapamayacaklarını sorar. Astronotlar nasıl iyilik beklediğini sorarlar yaşlıya. O da; “Kabilemde yaşayan tüm insanlar Ay’da kutsal ruhların yaşadığına inanır. Onlara Kabilemdeki insanlardan çok önemli bir mesaj göndermek istiyorum” der. Astronotlar nasıl mesaj olacağını merak edip sorarlar, “nasıl bir mesaj göndermek istiyorsun?”. Yaşlı adam kendi dilinde bir şeyler mırıldanır, astronotlardan da bunu ezberleyinceye kadar tekrarlamalarını ister, “astronotların “bu ne demektir” sorusuna ise, “bunu size söyleyemem. Sadece kabileme ve Ay’daki kutsal ruhlara ait ve sadece onların bilebileceği bir sırdır bu. Lütfen bunu iletin, kutsal ruhlara bizim için. Bilahare üsse dönen astronotlar, uzun arayışlardan sonra kendilerine bu bilemedikleri ama ezberledikleri sözün tercümesi için bir hayli çaba gösterirler ve bir gün bunu çevirebilecek birini bulurlar ve hemen ezberledikleri cümleyi kendisine söylerler. Tercümanın ezberledikleri cümleyi dinledikten sonra kahkahalarla gülmesinin ardından, ezberledikleri sözün; “bu insanların size söyleyeceği hiçbir şeye inanmayın sakın ola, bunlar topraklarınıza el koymaya gelmişlerdir.”

Emperyalizmin, ilk evrelerindeki “keşif et-fetih et-talan et” kültürünün tüm dünyaya dayatıldığı günlerde, tüm yeraltı ve yer üstü kaynaklarına el konur iken, çaresiz olarak yerel halklar tüm direnmelerine rağmen “barbar” ilanını müteakip katledilmişlerdir, bugün dünyaya “demokrasi” dersi veren güruh tarafından…

Peki; geçen yüzyıl boyunca yaşanan bu rezaletlere rağmen bu yüzyıla bakiye, yönetimler-insanlar, tüm bu yaşanan kıssalardan hisse çıkarmışlar mıdır? Görünen o ki, ne yazık ki çıkarılmamıştır. Hala doğa, 3 kuruşluk çıkarlar uğruna, emperyal müstevliler ve yerli hempaları tarafından tüm dünyada talan edilmektedir. Yağmur ormanları yok ediliyor, abuk subuk sanayileşme ve salınımlarının serbestliği uğruna hızlı bir küresel ısınma yaşanıyor, sulak araziler yok ediliyor vs vs… Ne olacak, bol elektrik, bol altın, bol gümüş ve hülasa da bol dolar…

Oysa “bu kafa ile gidersek askere nah alırız tezkere” sözünün mucidi necip milletimiz, gözlerinin önünde yaşananlara hala seyirci gibi durmakta… Hayırlara vesile olsun…

Gelelim diğer hikâyeye; Kızılderili Reisi Seattle ne diyor; “soluk benizli önce bizon postu kadar bir toprak istedi. Verdik. Ama yetinmedi, ormanlarımızı ezdi, göğümüzü kararttı, suyumuzu kirletti. Bir gece kırmızı urbalıların tekmeleriyle uyandık. Savaşçılarımız hayvan gibi kesildi, kadınlarımız ipe dizildi, köyümüz ateşe verildi. Amerikan yönetimi, altında dolandığımız yıldızları bayrağına hapsetti. Onlara göre özgürlük “meşale tutan bir heykeldi”. Beyaz adam kibirliydi, asabiydi, çok konuştu, az dinledi. Hak hukuk adaleti, narin, nahif bir kadınla simgeledi. Zavallının eline terazi verdi, gözüne mendil gerdi. Biçare “adaletçik”, ırzına geçeni bile bilemedi.” Aynı Reis bilahare de sonradan bir Kızılderili atasözü niteliği taşıyan; “Son Irmak Kuruduğunda, Son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde, BEYAZ ADAM paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak.”

Tarımı başka ülkeler yapsın, biz oradan tarım ürünü alalım çapsızlığı ve ipsizliği en kolay ama bir o kadar da kabul gören bir yaklaşım olduğu sürece, biz yukarıda yaşanan ve geleceğe bir haklı haykırış olan Kızılderili Şefin dediği gerçeği asla ve kat’a göremeyeceğiz demektir. Sonra da kahvehane köşelerinde konuşur dururuz, elin gâvuru görüyor ve yapıyor, biz ise ne görüyoruz ve de ne yapıyoruz.

Büyük usta Nazım Hikmet ile, nokta…

İnsanlarım, ah, benim insanlarım,
antenler yalan söylüyorsa,
yalan söylüyorsa rotatifler,
kitaplar yalan söylüyorsa,
beyaz perdede yalan söylüyorsa çıplak baldırları kızların,
dua yalan söylüyorsa,
ninni yalan söylüyorsa,
rüya yalan söylüyorsa,
meyhanede keman çalan yalan söylüyorsa,
yalan söylüyorsa umutsuz günlerin gecelerinde ayışığı,
söz yalan söylüyorsa,
ses yalan söylüyorsa,
ellerinizden geçinen
ve ellerinizden başka her şey
herkes yalan söylüyorsa,
elleriniz balçık gibi itaatli,
elleriniz karanlık gibi kör,
elleriniz çoban köpekleri gibi aptal olsun,
elleriniz isyan etmesin diyedir.
Ve zaten bu kadar az misafir kaldığımız
bu ölümlü, bu yaşanası dünyada
bu bezirgan saltanatı, bu zulüm bitmesin diyedir.