Çarşamba, Ocak 23, 2019

EVİM 2


Bir önceki yazımda bahsettiğim üzere ütüler “kömür ütüsü” ile yapılırdı. Ancak ütülerin tipi, ağırlığı, hangi malzemeden imal edildiği, kaplamasının olup olmadığı da bir statü ifadesi olduğundan çok çeşitlidir. Bizim evdeki ütü en hafifi, kaplamasız ve en basitinden idi, çünkü biz sıradan bir aile olup alttakilerden sayılırdık. Şimdilerde antika sayılıp, ilgili dükkanların vitrinlerini süsleyen ütülerin bir hayli değerli olduğu anlaşılmaktadır. Genelde gömlek yakaları kolalanır olmakla birlikte bizim evde sadece benim “önlük yakam” kolalanırdı, babamın zaten böyle bir derdi olamazdı, annemin ise gömleği var mı idi, varsa yakaları var mı idi, vallahi hatırlamıyorum. Bitkisel, hayvansal ve sentetik kolaların olduğunu hatırlıyorum, ancak bizimkilerin en ucuzu olan pirinç kolasını tercih ettiğini hatırlamaktayım. Önlük yakalarının bile çeşitliliği bir statü farkına tekabül etmekle birlikte, kolalama konusunda da değişiklikler ve çeşitlilkler söz konusu idi. Yakalar içine kola konulmuş su içinde yıkanır, kurutulur ve ütülenirdi, al sana harika bir beyazlık ve görüntü… Ama ilk kavgaya kadar, çocukların arasındaki kavgalarda ilk zarar gören malzeme önlük yakaları olurdu...

Bahçenin deniz kenarındaki sınırında; yaklaşık 50 cm aralıklarla kara selviler dikilmiş idi, gerçi sayısını şimdilerde hatırlamıyorum ama bahçenin mezkûr yanını 20 mt yüksekliğinde bir duvar gibi sınırlamış bir hali olup sert poyraz rüzgarlarına karşı ağaçları korumakta idi. Onlar ne zaman kesildi, neden kesildi onu hatırlayamıyorum ama yazık olduğu konusunda fikrimin değişmesi mümkün değildir. Narenciyenin sert poyraz rüzgarlarına hele denizden estiği için getireceği deniz suyunun zararlarına dayanamayacağı söylenirdi ve bu yüzden bir hayli sık dikilir ve adeta bir duvar oluşturulur idi. Şimdilerde bu rüzgarlardan korunamayan “Çeşme Limonu” ve “Çeşme Mandalini” ağaçları hayata zor tutunmakta olup tutunanların ise bu kez de yok limonun kabuğu kalın, mandalinin çekirdeği çok gibi “burun kıvırmalara” maruz kalmaktadır. Baba emaneti ve yadigarı kabilinden kalan ağaçları da bugün de yaşatabilmek için ciddi ve yoğun bir çaba yürütmekteyim ve de sonuna kadar da yürüteceğim. Çünkü gerek Çeşme limonu ve de gerekse Çeşme mandalini aroması ve lezzeti açısından bulunmaz ve tarif edilemez durumdadır. Bu iki ürünün de detaylı hikayesini başka yazılarımda anlatmak istiyorum, kökeni, değeri, kalitesi ve kantitesi açısından. Hele imar uğruna ki maalesef hepimiz nemalandık bu uygulamadan, mandalin ve limon bahçeleri heder edildi ya, yanarım da ona yanarım. Şimdilerde birçok kişinin korumaya çalıştığı bu ürünleri, tadanların yana döne bunları neden tekrar tekrar aradıklarına şaşırmamak gerektir. Tabii ki bu heder oluşta sadece imarı suçlayıp kurtulmak mümkün değildir, konu çok parametreli izaha muhtaç durumdadır, yeraltı sularının bozulması, kimyasal gübrelerin ve zirai ilaçların fahiş miktarda kullanılması, toprak kalitesinin bu şartlara bağlı bozulması, artan kömür tüketiminin, araç trafiğinin, belki gülünecektir ama ağaçlara yüklediği stresi göz ardı etmemek gerekir.

Bir adet badem ağacımız vardı, hayli büyük bir ağaç olup ilk başlarda pek anlayamadığım biçimde “diş bademi” şeklinde adlandırılması bana tuhaf gelirdi, sonraları kuru badem de yemeye başlayınca anlamış idim ne manaya geldiğini. Bademlerin tamamının toplanması için küçük ve az kilolu olduğumdan dallara tırmanarak toplamak bana düşerdi. Ancak ben çağla dönemlerini daha çok severdim ve bu dönemde badem ağacına tırmanmayı tercih ederdim, eee ne yapacaksınız biri zevk biri görev ikisi de yerine getirilmeliydi. Annemin kurutulmuş incir içine badem koyup üstüne de susam serpip bahçedeki fırında pişirmesinin tadını da unutmadığımı söylemeden geçemeyeceğim. Kolayca anlaşılacağı üzere, çok olmamakla birlikte nerede ise tüm meyve ve sebzeler, nerede ise “sıfır” ilaç ve kimyasal gübre ile yetişmiş olup doğal bir şekilde yenirdi evimizde. Her meyve ve sebze kendi doğasındaki yetişme mevsiminde yenirdi, şimdi ki gibi değil idi. Mesela domates artık tükenmek üzere iken yeşil halde toplanır, babamın depoda hazırladığı birkaç katlı ranzada saman içinde saklanır, bu yeşil domatesle zaman içinde kızarır ve oradan hemen sofraya… Domates çekirdekleri ayıklandıktan sonra küp şeklinde kesilir, nasıl yapıldığını şimdilerde annemin bile hatırlamadığı şekilde “şişe domatesi” olarak kış hazırlığı kapsamında saklanır ve tabii ki kesinlikle ev salçası da olmazsa olmazı idi evimizin. Yine kendi yetiştirdiğimiz buğdayın, un haline getirilmesi ile kendi tarhanamız, eriştemiz (ev makarnası), kendi domatesimiz, kendi yumurtamız ve kendi yoğurdumuz ile hazırlanır ve saklanırdı. Kendi mısırımızdan elde edilen mısır unundan imal edilen mısır ekmeğinin benzerlerinin bugün artık olma ihtimali yoktur sanırım. Çünkü önce tohumlar değişti sonra ilaveten zirai ilaç ve kimyasal gübre devreye ağırlıklı girdi ama esasen de insanlar yetiştirmek yerine satın almayı tercih eder hale geldiler. Gerçi kimileri buna zenginleştik artık yetiştirmeye ne gerek var, satın alalım, daha az zahmetli ve ucuz oluyor diyor ama neyse, ABD’nin canım Yurduma attığı kazığın mikro düzeyde benzerini konfor adına kendi kendimize atıyoruz. Bahçenin her türlü gübre ihtiyacı ağırlıklı tarafımızca yetiştirilen keçi, koyun ve eşek hatta tavuklarımızdan temin edilirken eski Ovacık yolundan geçen gerek köylülerin gerekse de tarlaya giden yerlilerin hayvanlarından dökülen gübrelerin toplanması da en temel görevlerimizden biri idi, elimizde bir kürek ve uyduruk bir süpürge günün belli saatlerinde çıkar toplardık. Hele akşam saatlerinde tavukların kümeslerine girmiş olmalarının son kontrolünün yapılması gibi ciddi ama önemli bir görevim daha vardı gerçekten çok önemli idi, yaklaşık 30’a yakın tavuk bulunur ve her birine bir şekilde ad vermişiz, öncelikle bu adlarından dolayı oluşan muhabbet ve ekonomik değerimiz olmalarından ötürü nerdeyse ödümüz patlardı tilkiye kurban olacaklar diye. O zamanlar devletin tarım müdürlüğü ya da şefliği marifetiyle tavuklara bedelsiz aşılama yaptığını hatırlarım ama nasıl bir periyot izlenirdi hatırlayamadığım, aşılama dönemlerinde ne olursa olsun bekleme görevi bana ait olurdu, hatta okula gitmeme pahasına bile…

Hay Allah yine yer kalmadı, civciv yetiştirme, bizim “hara” dediğimiz bugünkü Migros’un bulunduğu yerdeki hayvan aşılama ve tohumlama çalışmaları, gübre aktarımı, doğal ilaç yapımı, tütün fidanı yetiştirme çalışmaları için… Haftaya devam.

Pazartesi, Ocak 21, 2019

EVİM – 1

Bir önceki yazıma, doğduğum evin halleri ve hatıralarım üstüne yazmaya kaldığım yerden devam ediyorum.

Bahçede; tam da damın arkasına gelen yerde, babamın kendisinin inşa ettiği bir fırınımız vardı, ağırlıklı kendi üretimimiz olan buğdaydan elde edilen un ile ekmek yapımı için kullanılırdı ama fazla olmasa da çeşitli börekler de pişirilirdi orada. Odun ateşi ile ısıtılan fırında, tepsilerin içinde pişirilen “göçmen ekmeği”nin kokusuna, tadına doyamazdım, hele fırından yeni çıkmış tazecik ekmeğin, kalın bir dilimine sürülen salça ya da damlatılan zeytinyağının üstüne de azıcık tuz serpilince oluşan tat, bugün sadece anılarımızı süslemekte, ne yazık ki. Fırın için hazırlanan odun ateşinden maksimum fayda temini ise olmazsa olmaz idi. Soğan ve patatesin külün içine yerleştirilerek pişirilmesi kadar, artan külün sonradan çamaşır yıkamada hatta banyo yaparken kullanılmak üzere biriktirilmesi ise bugün birçok insanın bilse bile hatırlayamayacağı şeyler idi. Külün, su kaynatılan kazana atılması, suyun üstünde kalan tarafının süzgeçlerle toparlanması ve nihayetinde da kalan duru küllü suya çamaşırların atılıp, çitilenmesi insan için çok zor ama doğa için çok faydalı bir işlemi oluştururdu. Küllü suyun doğa dostu olması yanında mucizevi bir steril ve yumuşatıcı görevi görmesi de cabası idi işin. Diğer taraftan, banyo yapımı sırasında da kullanılması halinde de en az şimdiki şampuanlar kadar saçlara parlaklık ve pırıl pırıl bir ışıltılı hal verirdi. Annemin bu zor işler karşısında ne kadar çalışkan ve azimli olduğunu görmekten hep ayrı bir yaşam sevinci hissederdim. Zor ama doğa ile uyumlu hepsinden de tüm yokluk ve yoksulluğa rağmen müthiş bir mutluluk. Kolay mı idi, küllü su elde edip çamaşır yıkamanın bu insanları yıldırması, nerde. Hatta odun kömürünün bittiği dönemlerde, kömürlü ütü için bu fırından kömürde alınırdı. Fırın deyip geçilmesin, faaliyetinin her aşamasından farklı bir fayda…

Kuyudan su çekilmesi için elektrikli motor ve türbine geçildikten sonra, yeni uğraşılar ve ustalıklar söz konusu idi. Elektrik motoru ve türbin birbirinden yaklaşık 1 mt lik bir aralık ile düzgün bir seviyede atılmış beton bir kaide üstüne çelik bulonlarla monte edilmiş, elektrik motoru, türbini aradaki bir lastik kasnak marifeti ile çevirmektedir. Türbinin bir süre kullanılmaması halinde suyu kaçar, yeniden devreye alınması istenince de hemen üstündeki cıvata kapak açılır, içine su doldurulur idi. Kasnak kayışın yine uzun aralıklarla kullanılmaması halinde, fazlaca kurumaya bağlı kırılmaları sık sık tamir edilir idi, tam da bu amaçla bir kutu içerisinde ek malzemeleri ve ek çivileri saklanır, kayışın koptuğu yer düzgün kesilir, eğer fazla ise araya yeni parça eklenir, ek yerine karşılıklı erkekli-dişili kelepçeler çakılır ve erkekli-dişili bu ek malzemesi de içinden geçirilen bir tel (çivi) ile sabitlenir idi. Şimdi artık elektrik motoru ile türbin direk birbirine bağlı imal edilmektedir. Bu düzeneğin kesintisiz 1 ya da 1,5 saat çalışması halinde havuzu doldurduğunu hatırlatmalıyım.

Havuz; bir önceki yazımda belirtiğim üzere yılda bir kez temizlenir, badanası yapılır idi. İşte bu temizlikten sonraki ilk doldurulmasında, hatta balıkların küçük havuzdan büyük havuzu aktarılmasından önce, yüzmek sanki bir gelenekti. Eee ne yapalım yoksulun havuz keyfi de böyle olurdu herhal. Sonra balıklar taşınır, havuzun içine çalılar yerleştirilir, çalıların temel görevinin balıkların yumurtlaması halinde yumurtaların korunabilmesinin bir aracı olduğunu biliyorum. Aslında yumurtlamaya hazır balıklar fark edilir edilmez hemen küçük havuza alınır, yumurtlamasını takiben hemen oradan alınır tekrar büyük havuza atılırdı ki, yumurtaların yem olmasının önüne böylelikle geçilirdi. Bunun çok keyifli bir uğraş olduğunun söylenmesine gerek yoktur sanırım. Yumurtadan çıkan balıkların da belli bir boya gelmesinin ardından ivedilikle büyük havuzu alınışını hatırlarım, bu balıklar öncelikle siyah kahverengi, bilahare kırmızı en sonunda da beyaz renge dönüştüklerini de söylemeliyim. Beyaz renk artık yaşamın son demlerine gelindiğinin belirtisi olarak değerlendirilmelidir. Gerek bizim kedinin gerekse de komşuların kedilerinin havuzun duvarına çıkıp ta, balıkları seyrederken nasıl ağızlarının sularının aktığını nasıl anlatmalıyım bilemedim. Bazen havuzun suyunun çok azaldığı dönemlerde türbinden gelen suyun havuzun dibine direk düşmesini ve taban betonuna zarar vermesini engellemek için yerleştirilmiş bir taşın üstüne inip balıklara bir hayli yakın olmanın keyfini yaşadıklarını da hatırlamaktayım. Ancak, havuzun suyu ile salma su şeklinde bahçe sulanması esnasında, havuzdan kaçıp göremediğimiz balıkların su arıklarında mezkûr kediler tarafından afiyetle yenildiğine de tanıklığım vardır. Hayat işte her canlı rızkının peşindedir.

Havuzun suyu ile bahçede bulunan dönem itibari ile yaklaşık 100 ağaçlık narenciye ki başta Çeşme Limonu, Çeşme Mandalinası ve portakal ağaçları yanında, sadece kendi ihtiyacımıza yönelik, badem, birkaç çeşit erik, incir, kayısı ve önemli miktardaki yazlık ve kışlık sebze sulanırdı. Bahçede yazlık, taze fasulye, domates, biber, patlıcan, kabak ve mısır yetiştirilir iken kışlık ise kereviz, pırasa, karnabahar, turp gibi sebzeler başta olmak üzere her türlü sebze bulunmakta idi. Tüm bu sebzeler üretici haline götürülüp satılırdı, benzer işi yüzlerce insanın yapması ve nüfusun bugünküne göre katlarca az olmasına rağmen, tamamı satılır, üreticinin de yüzü gülerdi. Şimdi aynı şeylerin gerçekleşmesinin olanaksızlığı ayan beyan ortadadır, kim ne derse desin. Mevsimine göre toplanan domatesin 2 günde bir olmak kaydı ile onlarla kasa olduğunu hatırladıkça bugün aynı verimin neden alınamadığını bir türlü kabul edememekteyim. Ancak gübrenin ve ilacın bugünkünün yüzlerce kat azının kullanılmasına rağmen tohumun üretici tarafından üretilmesi, fidenin tamamen kendi tohumundan üretilmesi gibi yerli kaynakların varlığı işin sırrı idi herhalde. Ne yazık ki yerli ve milli politikalar izliyoruz diye diye, ne o tohumlar, ne o verimler kaldı üstüne üstlük de sağlığımızdan olduk, bu elin gavurunun tohumunu ve ürününü ithal eden zihniyet yüzünden.

Haftaya kaldığım yerden devam….

Cuma, Ocak 11, 2019

EVİM


Çamlı Pansiyonun oradan Ovacık Eski Yoluna sapınca yaklaşık 150 mt sonra sağda, girişinde kocaman bir dut ağacı bulunan ve bahçesine de buradan girilen bir ev idi, doğup büyüdüğüm ev, yanında sulama havuzu, küçük bir balık yetiştirme havuzu, havuz duvarı üstünde sayısını ne yazık ki tam hatırlayamadığım lakin yaklaşık 70 teneke saksılık karanfil çiçeği olan, havuza suyu bir dolap marifetiyle çekilen bir kuyunun bulunduğu, yaklaşık 5 dönümlük bir bahçe içerisinde yer alırdı. Dönem; imar planı, plan notları, inşaat ruhsatı, inşaat projeleri, kontrol mühendisleri, Belediye denetimi, iskân raporu, beton santralı, transmikser, beton pompası, nervürlü demir, vs gibi kavram ve ihtiyaçların bilinmediği, istenmediği bir dönem idi. Ev mi ihtiyaç, ev mi inşa ettirecektiniz, proje mi çizdirecektiniz, Neşet Kalfa ya da Ahmet Pala mecburiyetiniz idi öncelikle, sonra da İbrahim Kalfa… Malzeme de, yerli taş ve ahşap idi, kum ve çakıl mı, Fener Koyu ne güne. Söylerdiniz arabacı Çelebi’ye 2 büyük tekerlekli at arabası ile gelirdi. Çimento ile demir ise en zoru idi, taa son zamanlara kadar.

İhtiyaca binaen, zaman içerisinde, geliştirilmeye açık ve de geliştirilen ev, içeriden ahşap bir merdiven ile 2. katına çıkılan gelişmiş bir gecekondu görüntüsü verirdi. Tüm duvarlar taş, kat döşemeleri ahşap, çatı ahşap ve çatı örtüsü de babamın en öğündüğü bölüm idi sanki kendi yapmışçasına, Marsilya kiremit’i idi. Kocaman bir mutfaktan girilirdi eve, ama bugün bilinen cinsten bir mutfak değil, içinde “ocak” bulunan, yemeklerin yendiği hatta ağırlıklı eğleşme mekanı, bulaşıkların içinde yıkandığı, mozaik’ten dökme bir eviye, su temini ise elbette taşıma su… Ocakta yakılan odun, günün bölümlerine uygun görevler üstlenmiş idi, yemek pişirme, eğleşilen mekanın ısıtılması ve yanan odunun kömür haline gelişi ile oluşan malzemenin genellikle akşam saatlerinde mangala taşınarak diğer odaların ısınmasını temini gibi. Gerçi mangalda yakılacak kömür ihtiyacı Uzunkuyu’da üretici İrfan Amcadan her yıl çuval çuval gelen bedava odun kömürü ile karşılanırdı ama bitince istenilmezdi ki, yeniden yeniden, müracaat ocak olurdu. Sonradan bize tüp gazlı ocakları öğrettiler, sobaları öğrettiler, yani daha fazla tüketim, daha fazla konfor ki buna da konfor denilirse işte. Mezkûr mekânda duvarın bir hayli üstlerinde oluşturulan küçük bir raf üstünde, evin en prestijli aleti “radyo” bulunurdu, ajanslar, arkası yarınlar, radyo tiyatroları takip edilirdi. Çok sonraları Dede Torununa oynasın diye verdiği radyonun sökülebilecek en küçük parçasına kadar söküldüğünü üzülerek görmüş idim. Ne radyo idi be, ne önemli bir alet idi, dinlenilen ajanslar üstüne komşular ile yapılan zevkli ve çekişmeli siyasi tartışmalarını izlerdim babamın, konular ne idi, kim hangi mevzuda neyi savunurdu çok hatırladığımı söyleyemem. Ama babamın DP (demokrat parti) ve devamı AP (Adalet partisi) taraftarı olduğunu hatırlıyorum lakin namus ve dürüstlük konusunda taviz verilebileceği asla kabul görmezdi. Hay Allah ne günlerdi…  

Bir sabah, bahçe (avlu) kapısının önündeki dut ağacının kesildiğini gördüğümde çok üzülmüş idim bunun üstüne babam yere dökülen dutların nasıl böcek ve haşere ürettiğini, yerleri nasıl kirlettiğini anlatırken yaşadığı içten mahcubiyetini unutamam. Dutun sonradan eşek semerine dönüştüğünü de öğrenmiş idim babamın final savunmalarından. Hay babacığım, evde her şeye muktedir gördüğüm adamın dutu kesmesi sonrası mahcubiyeti unutulacak gibi değildir vallahi.  

Ön avlunun en önemli parçası ise, dolap kuyusudur, bilenler bilir de bilmeyenlere anlatayım, kuyu yaklaşık 6 mt derinliğinde olup, tabanı kil tabakası idi hatırladığım. Üstünde kovaların bulunduğu bir çarkın dönerek kuyudan suyu alıp, yukarıya çıkarıp havuza bağlı bir ahşap kanalete döküldüğü çarkı döndüren güç ise “dolap beygiri” adı verilen bir at ya da bir eşek idi. Sonradan dolap bozulunca, taa 90 lı yıllara kadar kullanılacak “Yugoslav” malı bir elektrik motoru ve türbini satın alınmış, eşek ise bu sayede nakliye ve taşıma işine terfi ettirilmiş idi. Kuyu buz dolabı görevi de görür, içine büyük sepetlerle sarkıtılan et ve peynir gibi gıdalar selametle korunurdu. Kuyunun suyunun kalitesi de bir hayli iyi idi, ben tadı, kokuyu kaliteyi şimdilerde çok net hatırlamasam bile, testileri ile su almaya gelen insanların sayısın fazlalığı bu anımsamayı teyit eder niteliktedir. Avlunun bahsettiğim 5 dönümlük bahçeye açılan bölümünde, bir ahır var idi, bu ahır başta eşek olmak üzere, keçi, koyun ve tavukların mekânı idi. Keçilerin “Malta”, koyunların ise “Sakız” olduğunu söylememe gerek yoktur sanırım, anacığımın sağdığı sütlerle yaptığı peynir, yoğurt ve tatlıların tadını sonraki hayatımda bir daha asla bulamadım, belki vardır da ben bulamadım, bilemiyorum gayri. Kendi tavuklarımızın yumurtalarını ne kadar anlatsam beyhude, koca bahçede gün boyu serbest dolaşır, beslenir, ilaveten buğday, arpa ve mısır ile de takviye edilirdi bu beslenme.

Kuyudan çekilen suyun boşaltıldığı havuz, yaklaşık 7 ya da 8 mt kenar uzunluğu olan kare bir yapı olup derinliği de yaklaşık 1,5 mt idi. Havuz her yıl boşaltılıp, içine bir yıl içinde havadan gelen toz toprak çökeltilerinden temizlenir, duvarları kireç ile boyanır, tertemiz hale getirilirdi. Bu temizlik faslında da içinde bulunan balıklar, hemen yandaki yavru balık yetiştirme amaçlı, babamın yaptığı küçük havuza aktarılır idi. Benim balık yakalama yeteneklerimi bu havuzda geliştirdiğimi hemen söyleyeyim, ama nedense olta yerine başka bir çengel gibi bir şeyin ucuna ekmek takar yakalardım, çünkü yakalanan balığa zarar vermemek esas idi, her yakaladığım balığı da hemen tekrar suya atardım. Babam neden bu konuda bir de küçük havuz yapmış ve bir profesyonel gibi balık yetiştirirdi tam hatırlamıyorum ama çok muhtemel ki bunları havuzlarına balık isteyenlere satıyordu. Bu balıklar sulama havuzunun istenmeyen misafirleri sivrisineklere ve oluşacak yoğun yosuna karşı bir önlem olarak ta görev yaparlardı öğrendiğim kadarı ile.

Evet, ne yazık ki bana ayrılan yerin sonuna geldim yine, havuzun kenarındaki çok çeşitli karanfiller, bahçedeki ekmek fırını, akşamları çatı arasına çıkarılan ve her sabah geri alınan kedimiz, balık yavrusu havuzu, Ovacık eski yolundan hayvan gübresi toplayışımız, komşularımız konusunda bir yazı daha yazacağım.

Cuma, Ocak 04, 2019

SİSTEM DEDİKLERİ


Siyasi Partiler Kanununa göre, siyasi partilere her yıl Hazine tarafından ödenmek üzere, genel seçimlerde yüzde 10 barajını aşan partilere aldıkları oy oranında devlet yardımı yapılıyor. Ayrıca bu partilerin dışında yüzde 3'ün üzerinde oy alan partilere de en az yardım alan partinin hak ettiği yardım miktarı üzerinden yapılan hesaplamayla ayrıca ödeme yapılıyor. Yardım miktarı, o yılın genel bütçe gelirlerinin 5 binden 2'si oranında belirleniyor. Bu tutar, genel seçimlerin yapılacağı yıllarda üç kat, yerel seçim yıllarında ise iki kat olarak ödeniyor. Görünen o ki mevcut sonuçlara yani 24 Haziran 2018 seçimlerine göre, %10'luk barajını aşan 4 siyasi parti, sırası ile, AKP %48,35, CHP %25,74, HDP %13,28 ve MHP %12,62 oy almışlardır. Bu oy dağılımı dikkate alınarak, AKP önümüzdeki yıl en geç 10 Ocak'ta 290.867.000 TL, CHP 154.808.000 TL, HDP 79.906.000 TL, MHP 75.942.000 TL alacaktır. Nasıl sistem değil mi? Hem kafalarına göre paramızı harcayacaklar hem de kafalarına göre sloganlar üretecekler ve bunları gözümüze sokarak, beynimize kazıyarak ve hatta inanmamızı bekleyerek kulağımıza üfleyecekler, üstüne üstlük inanmadığımız zamanda kızıp azarlayacaklar, açıktan ya da çaktırmadan. Bütçeden destek ile seçim yap, seçimden sonra kanun yap, oh harika bir düzen, nefis sistem… Siyasi partilere para yardımı yapılması 12 Eylül Askeri darbesinin canım Yurduma deli gömleği giydirme operasyonlarının birisidir… Ama ondan sonra gelenler de konu para olunca değiştirme isteği ve niyeti göstermediler… Eeee beleş para, ne diye ret edilecek, olur mu? Bu topraklar “nerde beleş oraya yerleş” sözünü boşuna mı yaratmış… Zinhar…

Bakın sistem için aklın yarattığı en adaletli biçimi üstüne bildiğim birtakım detayları yazmak istiyorum. Nerede is tamamı Küba’dan olacak bu detayların. Peki en iyisi midir tüm bunlar, şüphesiz daha iyisi olabilir ancak uygulanabilir olması açısından aklın yarattığı en iyilerdir. Asıl mesele; hani politikacı büyüklerimizin sık sık tekrarladıkları bir şey vardır ya; politika için “memleket sevdası”, “millete hizmet vesilesi” … Madem ki öyle, mesela politika yapmak için herhangi bir bedel yani maaş ödenmese, politikacılık tamamen gönüllü bir hizmet olsa nasıl olur acaba? Mesela politikacı başına hesaplanan oyun %50 si ile geriye çağrılma imkânı olsa nasıl olur acaba? Yerel meclislerden onay almayan yasalar uygulanmasa nasıl olur acaba? Gerek yerel gerek genel meclis üyelerinin doğrudan vatandaş tarafından seçilse, herhangi bir delege sistemi ve tercihi gözetilmeksizin, acaba nasıl olur? Vatandaşların her konuda görüşü sorulsa, görüş alınması da gönüllü olsa, mecburi olmasa? Mesela yeni imara açılacak yerlerin öncelikle vatandaş görüşünden geçirilmesi gerçekleşse nasıl olur acaba? RES, HES, JES, KES vs gibi vatandaşların onayı ile yapılsa nasıl olur acaba? Maden ocakları yerleri ve işletme kararları vatandaş onayı olmadan olsa nasıl olur acaba? Vs vs…

Şimdi gelelim Küba’daki seçim sistemi üstüne bildiklerimize, duyduklarımıza ve okuduklarımıza. Evvelemirde; Küba’da “milletvekilliği” kesinlikle bir meslek haline dönüştürülmemiştir, dönüşmesine de izin verilmemiştir, yani para karşılığı yapılan bir uğraş değildir.

Küba’daki siyasi yürütme sistemi, 3 kademeli olup, yerelde belediye meclis üyelikleri, eyaletlerde eyalet meclisleri, genelde de en yüksek meclis ulusal meclisten oluşmaktadır. Yerel meclisler, ülke genelindeki 169 belediye özelinde organize olur, belediye sınırları içerisindeki vatandaşların sosyal, siyasal ve ekonomik talep ve beklentilerinin tespiti, hal olunmasının yöntemi, planı, bütçelendirilmesi, gerekiyor ise eyalet ya da ulusal meclislerden gerekli onay ve kaynak aktarılmasının temini, bunların yürütme organınca gerçekleştirilmesi konularında faaliyet yürütürler. Yerel meclisler “her 500 Küba vatandaşına bir temsilci” esasına göre yapılandırılmış olup temsili sistem içerisinde çok önemli bir yer teşkil ederler, neden mi, eyalet ve ulusal meclislere gidecek temsilcilerin bu meclislerden onay almaları gerekmektedir. Peki bu neden çok önemli bir detaydır, çünkü, vatandaşın ülke yönetimine doğrudan ve son derece etkili katılımını getirmektedir. Ayrıca yerel meclislere seçilecek vekiller, seçin bölgelerini kapsayan tüm alanlardaki vatandaşın direk ve açık oyu ile belirlenmekte olup 2,5 yıllık bir süre için seçilmektedirler. Politik manevralar, hile, hurda ve desise yapılarak oyların çalınması, oyların iç edilmesi söz konusu olamaz, biliyor musunuz neden, çünkü “sandıkların bekçisi çocuklardır” da ondan, haydi kediler trafolara girsin de görelim, haydi oylar parti değiştirsin de görelim. Genelde seçme ve seçilme 16 yaşını doldurmuş her vatandaşın hakkı olup, ayrıca 16 yaşında olan her vatandaş yerel meclislere, 18 yaşını doldurmuş her vatandaş ta ulusal meclise aday olma hakkına sahiptir. Hem de aday göstermek öyle bir zümrenin, bir partinin, bir grubun tekelinde olmaksızın, her vatandaş aday olma hakkına sahiptir hem de gerçek manada öyle kâğıt üstünde değil.

Milletvekilleri, Eyalet veya Belediye Meclislerinde “Meclis Başkanlığı” veya “Meclis Başkan Yardımcılığı” görevine seçilmesi hali ile Ulusal Mecliste Daimî Çalışma Komisyonlarında görevlendirilmesi gibi istisnai durumlar hariç, Eyalet ve Belediye Meclisleri Milletvekilleri/Delegeleri, halk temsilcisi olarak gerçekleştirilen bu görevler için hiçbir maaş almamaktadır. Üstüne üstlük, vatandaş seçtiği milletvekillerin icraat ve performanslarından memnun değiller ise imza toplayıp derhal geriye çağırma, milletvekilliklerini düşürme yetkilerine de haizdirler. Bu faaliyetin tamamen halka hizmet etmek için gönüllü yapılan bir iş olduğunu bilirler. Herkes daha önce çalıştığı yerlerdeki maaşlarını alırlar, Meclis faaliyetlerinden ötürü maaş alanlar da daha önce aldıkları maaşlardan fazlasını almazlar, alamazlar… Kayıtlarda, kanunlarda, yönetmelikte, iç tüzükte ve dış tüzükte ne yazdığına bakılmaksızın, yani kâğıt üstünde ne denildiğine bakılmaksızın ne şekilde uygulandığı ve hayata geçişi önem arz eder.

“Partilere seçim yardımı ödeneği ne demek kardeşim ekonomik savaş veriyoruz” da demiyor kimse, maşallah. Madem ki öyle, belediye başkan adayları olsun, genel seçimlerde milletvekili adayları olsun, vatanını milletini çok seviyorlarsa kendileri karşılasınlar seçim masraflarını, evet, devlete yük oluyor, bunlar ne şimdi, el insaf…

Çarşamba, Aralık 19, 2018

GOLF YATIRIMI


Şimdilerde bakıyorum, tekrardan bir “Golf Sahaları” yapalım gibi vaatler ön plana geçmeye başladı, umarım bu konudaki yatırım planları ya da vaatleri sadece sözde kalır ve bizde bir vade sonra unuturuz zaten, konu da kendiliğinden kapanır. Yoksa sonu maazallah… Golf bırakın Çeşme’yi, Türkiye’nin değil, hatta Dünyanın bundan böyle tercih etmesi gereken bir spor dalı değildir, o da spor ise eğer, ilaveten uygun bir yatırım da değildir, bir sürü nedenle. Bildiğimiz konuları paylaşacağım aşağıda, aaa biliyorum bu yazıyı kim okur, kim umursar, kim doğru bulur, söylenenler doğru mudur diye kim araştırmaya girer, Emin olun; kimsenin umurunda değil, söyleyeceğim bu kelamlar… Aynen, abuk subuk açık deniz balıkçı barınağında, RES’lerde, JES’lerde, ne oldu ise bunda da aynısı olur. Bizimkisi “Güncel Politika” değil, ilaveten karar vericiler ile birlikte politika da yapmadığımıza göre, yazıldığı ile kalır eminim. Kaygımız sadece ve sadece memleket, sevdamız memleket, hedefimiz doğayı korumak. Zinhar başka bir derdimiz yok. Aaa biliyorum, deniz kenarında dalganın kıyıya vurduğu deniz yıldızını denize tekrar göndermenin de faydası yok ama, ne yapayım elimden başka bir şey gelmiyor. Yine de yazalım, yazalım ki, hani Firavun’a sormuşlar “nasıl firavun oldun” diye o da cevaben “kimse itiraz etmedi de ondan” denmesin, en azından tarihe not düşelim…

Golf’ün çevreye ve doğaya vermiş olduğu zararlar, artık tüm dünyada görülmüş, öğrenilmiş ve anlaşılmıştır, tam da bu nedenle başta golf’ün çok yaygın olduğu ABD, Kanada ve Japonya’da, başını çevrecilerin çektiği golf karşıtı büyük lobiler oluşmuş ve mezkûr spora karşı inanılmaz büyük çaplı tepkiler organize edilmiştir. Bakmayın siz, bu kabil çevre ve doğa tahribatına gözünü kapamış medyanın bu konuları gündeme taşımıyor olmasına, bu para babalarının sahibi olduğu medya kuruluşları yazmıyor, söylemiyor ya da haber etmiyor diye, herkes sağır, kör ve dilsiz değil… Ciddi protestoların olduğu kesin olup sadece yansıtılmıyor, o kadar…

Bir de Golf prestij yatırımı ve sporu imiş gibi kelam ediyor olanları da çok ciddiye almamak gerektir herhalde ya bilmiyorlardır ya da bilmiyorlardır (!!!), tekrarladığıma bakmayın, oraya yazacağım kelimenin hukuki sonuçları olabilir diye düşünüyorum. Ayrıca bu “prestij” kelimesi, “itibar” kelimesi ile başlayan ve savunulan bir dolu yatırım bize yabancı değil ilaveten de doğru da değil. Allah muhafaza, sizin için golf itibar projesi olur, başkası için kasr itibar projesi olur ve de etrafımızda itibar projesinden geçilmez. Terminoloji seçiminde de dikkatli olunması mutedil politika yürütmenin önemli bir aracıdır, çok gergin gündemimize de katkısı olmaz.

Şimdi gelelim; Golf yatırımının nasıl bir çevre ve doğa katliamına neden olduğunu dilimiz döndüğünce anlatmaya. Bilindiği üzere Golf sporu çok kaliteli bir çim saha gereksinimi gösterir, bu nedenle yatırım maliyetinin yanında işletme maliyeti de önemlidir. Evvelemirde sporun doğası gereği çimin bir hayli kısa kesilmesi gerekmektedir, bunun teknik anlamda manası ise, kısa kesilen çimin kendisi için gerekli “fotosentezi” layığı ile yapamamasına neden olur, binaenaleyh normal çimin besin ihtiyacına göre daha fazla beslenmeye ihtiyaç göstereceği aşikardır, bunun da anlamı gereğinden nerede ise 5 ya da 6 kat fazla gübre kullanılma ihtiyacı doğar. Tabii ki gübre ihtiyacı da doğal gübre ile karşılanamamakta olup kimyasal gübreye müracaat edilmektedir. Kimyasal gübrenin bu dozda yani aşırı miktarda fazla kullanılmasının ise yeraltı sularına verdiği zarar gayet açıktır, zaten sınırlı ve sıkıntılı olan yeraltı su rezervimiz bu manada risk altındadır ve bu riskin oluşması halinde de telafisi mümkün değildir. Haydi mümkün değildir demeyelim ama oldukça güç ve pahalı sonuçlar doğurur. Uzmanların yaptığı araştırma ve yazdıkları raporlara bakılma lütfu gösterilirse eğer, görülecek ki, ilaç kullanımı da bir o kadar tehlikeli sonuçlara gebedir, normal tarım ve çime göre 6 kat daha fazla ilaçlama yapılması kaçınılmazdır. Diğer taraftan; yine yaklaşık 1.000 dönümlük bir golf sahasının su ihtiyacı da yaklaşık yıllık 1.000.000 m3 (metreküp) olup neredeyse 15.000 kişilik bir kentin 1 yıllık su ihtiyacına tekabül etmektedir. Saydığım bu 3 adet gerekçenin yanında sosyal tarafları da şüphesiz vardır ve birazdan onlara da değineceğim. Ancak; bu teknik izahlara rağmen hala “golf yatırımını” bir turistik ve ticari yatırım olarak görür ve ısrar edersek eğer doğal kaynaklarımızın sürdürebilir olmasına yönelik ettiğimiz kelamların ya manasını bilmediğimiz anlaşılır ya da takiye’ye devam durumudur. Bugün dünyada yaklaşık 60.000.000 (altmış milyon) golf oyuncusu olduğu ve bunun yaklaşık 40.000.000’nunun (kırk milyon) da ABD de olduğu düşünülür ise gerek ülkemize gerekse de ilçemize gelen ABD’li turist sayısını söylemeye bile gerek yoktur herhalde. Yani dünyada dünya nüfusunun %1’inin Golf ile ilgili olduğu bunun da %66’sının ABD’de olmasının, mesafe ve tercihler açısından nasıl turistik katkı sunacağı da takdire şayandır. Ayrıca ülkemize gelen ABD’li turistlerin bir istatistik değer olarak sunulmasının bize faydası olamayacağını da nerede ise tamamının “Kruvaziyer turisti” olmasından bilmekteyiz. Geriye kalan ise zaten bizi az tercih eden kuzey Avrupa ülkeleri turistleridir. Ayrıca; diğerleri de Çeşme’ye golf oynamaya neden gelmeliler acaba?

Golf; Dünyadaki kabulü ile mutlu azınlığın sporudur, aaa tercihiniz mutlu azınlık spor yapsın ise eğer, golf doğru yatırımdır ama yaygın kitleler hatta geliri çok düşük olanlar bile yapsın diyorsanız zinhar yanlış ve hatta bu manada bile zararlı bir yatırımdır… Bırakın bu bireysel sporların altyapılarını hazırlamayı, bırakın bireysel spor yatırımlarını, ülkemizin ihtiyacı “sosyal” olmanın gereği olarak kitle sporlarıdır, destekleyin kitle sporlarını lütfen… Valla illaki yapacağız diye bir inada da sahipseniz bari doğal çim yerine sentetik ya da suni çim yapın…

Haa bir de istihdam yaratılacak gibi kelamlar edilirse de bu işi hiç bilmeyenlerin konuştuğu söyleyebilirim, çünkü personel istihdamı açısından bir hayli cimri bir organizasyondur, golf yatırımı… 1600 – 1700 dönüm araziye yaklaşık 600-700 dönüm çim bölge gerekir, böyle bir tesiste de maksimum 25 bilemediniz 30 personel çalışır. Gerisi laf-ı güzaf… Ben görevimi yaptım, kendimce bildiğim doğruları yazdım. Söz, yetki ve karar sahiplerinindir. O zaman da benim ki laf ola beri gele…

Pazar, Aralık 16, 2018

SİNYALİZASYON


Ankara-Konya seferini yapan YHT’nin (Yüksek Hızlı Tren) kılavuz lokomotifle çarpışması sonucu 3’ü makinist 9 kişi hayatını kaybetti, 47 kişi de yaralandı. Haber böyle geçti. Haber geçti ama bizim yüreğimizi deldi geçti, bazıları için bu ölümler bir istatistik olabilir ama bizler için değil, tüm ülke kahroldu… Bunun üstüne Sn. Bakan çıktı dedi ki; “demiryolu işletmeciliğinde sinyalizasyon olmazsa olmaz değildir” … Bizdeki bilgiler böyle olmamakla birlikte, köprünün altından çok sular geçmiştir diyelim ve tabii ki kendisi Bakandır ve en son bilgiler kendisindedir ve her şeyi biliyordur ki böyle konuşuyor diyelim.

Yıl 1990 Eskişehir-Ankara arası sinyalizasyon projesinin gerçekleştirilmesi ihalesi, çalıştığım STFA firmasının da içinde olduğu bir konsorsiyumunca üstlenilmiş, şimdi adını hatırlayamadığım bir Japonya firması ve Almanya firmaları da sırası ile proje ve malzeme tedarikçisi idi. İnşaat işleri tamamen bizim firmanın sorumluluğunda yürütülüyor ve Şantiye Şefi olarak sahadaki tüm uygulamalardan sorumlu idim. Bu projenin gerçekleştirilmesi aşamasında, sinyalizasyon üstüne bazı basit kural ve tespitleri öğrenmiş olmam itibari ve proje bilgisi çerçevesinde bunlarla birlikte birkaç anımı paylaşmak istiyorum…

Sinyal ile kontrol edilen hatlarda, kazaların ancak “makinist, sinyalizasyon, dispatcher” (merkezdeki hareket memuru) üçlüsünün aynı anda aynı hataları yapması netcesinde olabileceğini öğrenmiştik evvel emirde, yani aynı anda aynı hatalar gerçekleşecektir ki kaza olsun, yoksa kaza olma ihtimalinin nerede ise sıfır olduğu bilgisi aktarılmış idi yetkililer tarafından… Üstüne üstlük bizim gerçekleştirdiğimiz projenin en önemli kısmı ise, Dispatcher tarafının tamamen compütürize (CTC) edilmesi esasına dayalı olduğundan, sistem ve sistemi oluşturan üçlü daha güvenli yönde tahkim edilmiş bulunuyordu. Yani; diğer teknik altyapı problemlerinin tamamen giderilmesi ve çözülmesi ile altyapının hızlı ulaşıma cevaz verecek hale getirilmesi, esasen tren trafiğini daha da arttıracaktır bilindiği üzere, tam da bu nedenle güvenli seyrüsefer önceliği önem kazanacaktır. Demiryolu (tren yolu) sürat ve fren mesafesi korelasyonu mucibince “blok” adı verilen esasen de sinyal düzenlemesi yapılacak mesafelerde bölümlere ayrılmaktadır. Yolların bloklara bölündüğü ve her bloğun ayrı ayrı sinyal kontrolü yapıldığı bu alanlar, basit elektrik prensiplerine (hatta ortaokul fizik bilgisi) göre düzenlenir, blok ray giriş ve çıkışları izolatör contaları (düzenekleri) ile bölünür, bir yandan karşılıklı 2 ray da birbirinden izole edilerek ayrılır iken diğer taraftan da bloklar birbirlerinden bağımsız çalışmaya başlarlar. Blok içindeki tek taraflı raylar elektrik iletimi için birbirleri ile ortak çalışacak düzeyde olmak kaydı ile iletime uygun tellerle birbirleri ile irtibatlandırılır. Blok bir taraftan bir batarya ile seri akım direnci ile beslenir, bloğun diğer ucundaki raylarda bir röleye bağlanır, yol (blok) boş olduğunda rölede enerji bulunmaktadır. Eğer blok içine giren bir tren olur ise, bloktaki karşılıklı 2 ray arası devre kurulur ve kısa devre oluşumu nedeni ile röledeki enerji kesilir, sinyal sistemi kontrole başlayacaktır. Blokların bu meşguliyeti trenlerin birbirleri ile karşılaşmasının önüne geçmektedir en basit anlatım ile. Yol üzerinde çalışan personelin ya da geçen yayaların ya da hayvanların güvenliği ve raylar arasındaki kaçak dirençte harcanacak enerjinin düşük seviyede tutulabilmesi için ray devresini beslemekte düşük gerilimler kullanılmaktadır. Ray kırılmalarında bile bu sistem erken uyarı görevini yapmaktadır vs vs. Nokta… Hatta 3 nokta… Bilmeyenler ortaokul fizik dersinde öğrendiklerini hatırlamaya çalışsınlar…

Diğer taraftan, “Yolcu” (farklı bir ismi de olabilir) diye bir eleman olur onların bir menzili vardır, o menzili yaz, kış, kar, soğuk ve rüzgâr deneden her gün yürürler, neden çünkü hattın emniyeti önemlidir. Basit vida sıkma işlerini yapar, daha önemlilerini anında merkez bakıma bildirir, bu amaçla direk merkez irtibatlı belli mesafelerde telefonlar bulunmaktadır, şimdi personel tasarrufu diye bunların işine son verirseniz, ya da bu kabil zor şartlarda yürütülen işlere son verir, personele kolay iş verirseniz, maazallah…

Bir de komik bir hikâye, çalıştığımız hattın “Beylikköprü” bölümünden, zamanın beherinde bir Demiryolu İşçisi evinin uzağındaki bir istasyona sürülür, gittiği çalışma yeri ile evinin bulunduğu arasında tek ulaşım yolu demiryoludur, topoğrafya bir başka ulaşıma el vermemektedir. Adamcağız sabah işine gitmek üzere istasyona geliyor, tren ile işe gidiyor ancak akşam dönüşlerinde istasyona gelip oradan evine gitmesi halinde de haddinden fazla zaman kaybı oluyor. Arıyor, tarıyor bir çözüm üretemiyor. Yetkililerden tekrar eski çalışma yerine atamasının yapılmasını yalvar yakar istiyor ama mevzuat ve müdüriyet bir türlü insafa gelmiyor, aile durumdan çok muzdarip… Hemen devreye ailenin ortaokula giden çocuğu devreye girer, babası ile irtibatlı ve destekli fizik bilgilerini konuştururlar, her akşam babasının geldiği treni evlerinin önündeki bloğu karşılıklı rayları irtibatlayıp kısa devre oluşturmak sureti ile blok meşgule düşürülünce, tren mezkur 3lü tarafından otomatik durdurulur ve baba trenden çaktırmadan iner, artık zamandan tasarruf devrine geçilmiştir. Ancak bir süre sonra hep aynı trenin hep aynı blokta otomatik durması dikkat çeker, yapılan gözlem ve araştırmalarda bu cingözlük anlaşılır, gerekli cezalar verilir vs… Çocuğun fizik bilgisi ile babanın demiryolu işletmeciliği bilgisi ceza almalarına engel olmaya yeterli olamamıştır…

Sinyalizasyonun çok önemli olduğu söylenirdi o zamanlar, gerçi tarih 1990 gibi idi üzerinden yaklaşık 30 yıl geçmiş, tabii ki teknolojik gerekler ve gerçekler de değişmiş olabilir. Bir başka anı ve hissesi ile sonlandıralım; bir akşam şantiye personelden biri dönmeyince arazide arama çalışması yaptırmış idim, ne görelim bizim sürveyan arkadaşımız arazide köpeklerin saldırısına uğramış, korkudan “sinyal” direğinin üstüne tırmanmış ve orada oturmaktadır, anlayacağınız sinyal direkleri o tarihte de sinyal dışında da hizmet sunmakta idi, uygulamalı bunu da görmüş idik. Yani bu anlamda bile olsa sinyalizasyon gereklidir diyelim… İyi haftalar.

Cumartesi, Aralık 08, 2018

ÇEŞME SİLUET PROJESİ

Zamanın behrinde, Çeşme’nin denizden yaklaşımda siluetini oluşturan yapıların gerek gabari gerekse cephe özellikleri açısından bir bütünlük ortaya koymadıkları iddiası üzerine, aralarında Çeşme Kaymakamlığı, Çeşme Belediyesi, İzmir Ticaret Odası, Mimarlar Odası İzmir Şubesi, İzmir Ekonomi Üniversitesinin bulunduğu kurumlar vasıtası ile “ÇEŞME MERKEZ SAHİLİ KAMUSAL MEKANLARIN VE CEPHELERİN DÜZENLENMESİ” Projesi kapsamında gabari olarak silueti bozan yüksek yapıların mevcut imar planında belirlenmiş olan koşullara uygun olarak yenilenmesi, cephe kaplamalarının yenilenmesi ve cephelerde yapının doğal uzantısı ve parçası olmayan ünitelerden temizlenmesi ve bu uğurda da ahşap merkezli malzeme kullanılması hedeflenmiştir kapaca… Detayda ise; Proje bağlamında temel olarak 2 yapı önerilmekte olup birincisi, “Otogar Marina aksında Marina Meydanında yeşil çatılı zemin altında kapalı otopark planlanırken, zemin üzerinde meydanla bütünleşecek ticari kullanım amaçlı”, ikincisi de; “kent meydanında kente dışarıdan gelecek olan ziyaretçiler için bir bilgilendirme ve hizmet yapısı olarak kurgulanmış Info-Exchange binasıdır”. Ancak İnfo-Exchange binası bir tarafı ile Kale diğer tarafı ile de Atatürk anıtının algılanmasına engel olmaması için geriye çekilmesi planlanmaktadır. Siluet Projesinin en can alıcı öngörüsü ise; siluetin uzun mesafeli ve fazla binayı kapsıyor olması nedeni ile, bina düzenlemeleri, ekonomik olması düşünülerek binaların fasadına ikinci bir cidar planlanacak ve eklemlenecek ve hatta malzeme metal taşıyıcı konstrüksiyon doğal ahşap olacak… Bahçe duvarları bile kaldırılacak, antenler, klimalar görüntü kirliliği yaratılmaması adına kaldırılacak, doğal doku ile uyumsuz PVC malzemelerden doğramalar kaldırılacak, Kamu binalarında krem, özel binalarda bej ve beyaz renkler kullanılacaktır, vs vs…
Bakılınca maşallah dedirten yaklaşımlar, bakmayın size benim özetlediğime, daha ne detaylar var ne detaylar… Yahu bunlar bir gerçekleşmiş olsa Çeşme harika bir siluet verecek Çeşme Körfeze denizden gireceklere… Hay Allah…
Projeyi duyunca dönemin şehremenisi beyefendi ile konuşuyoruz, daha doğrusu soruyoruz, muhterem cevaplıyor;
-        Sahili merkez alan bir proje çalışması başlamış “siluet düzenlemesi” adı altında, hayırlara vesile olsun, ne diyorsunuz?
-        Sahil düzenlenecek, “Yerel yönetim, Meslek Odaları ve Üniversite iş birliğinde geleceğe bir iz bırakmak amacıyla ortak akıl ile hayata geçirilecek” bir projedir. Harika işler yapacağız.
-        Peki bu düzenlemede “gabari” konusunu delen binaların fazla katları kamulaştırılıp yıkılacak mı?
-        Onun kolay olduğumu zannediyorsunuz?
-        Hayır, ama bu olmayacaksa bu projeden ve uygulamalarından bir sonuç elde edemezsiniz, beyhude bir çalışma olur ayrıca proje ortaklarınızın bir kısmı çok ta uygun ortak gibi görünmüyor.
-        Saçmalamayın, bildiğiniz bir şey yok, sadece konuşuyorsunuz.
-        Peki başkan hep birlikte görürüz sonuçlarını, umarım bizi yanıltırsınız.
-        Haydi hoşçakalın…
-        Güle güle başarılar.
Derken; ne görelim, hiç düşünmediğimiz, İzmir Ticaret Odası Başkanı ile İzmir Ekonomi Üniversitesinin Mütevelli Heyetinin Başkanının aynı kişi olması ve Tekke Plajının arkasında ağaç kesimleri ve inşaat çalışmaları başlamış…
Yolda rast geldiğimiz Meclis Üyesi bir başka muhtereme soruyoruz
-        Sn Vekil’im Tekke Plajında ağaçlar kesiliyor, galiba emsali de bir hayli yüksek inşaatlar da başlayacakmış.
-        Ya evet, adam, Bakanlık’tan işi çözmüş, tüm izinlerini Ankara’dan halletmiş.
-        Emin misin, Ankara’dan çözüldüğüne.
-        Evet.
Bu diyaloğun sonrasında; Şehremeni ile karşılaştığımızda, Siluet Projesinin nasıl ilk sonuçlar verdiğini soralım dedik;
-        Başkanım, sizin Proje galiba takdiminde hiç olmayan bir sonuç verdi, Tekke Plajı elden gidiyor.
-        Adamın hakkı, kullanmak istedi, biz de verdik. Senin de yerin varsa gel sana da verelim.
-        Hayırlısı olsun, ama yapılanlar bir tarih, kültürel değer ve doğa katliamı ve asla unutulmayacak ve asla telafisi olmayacak.
-        Bildiğiniz bir şey yok, sadece konuşuyorsunuz.
Konuşma Şehremeninin dama yapması ile nihayetlendi. Dama Tekke Plajı ve tepesi verilerek alınmış galiba. Ama Şehremeni herkesi, “bir şey bilmiyorsunuz” diye suçluyor, zannedersiniz ki, kendisi her bir şeyi biliyor. Aslında zaten tüm iktidarı boyunca yaptıklarına bakınca kendisinin de bildiği yanıldığına yetmemiş, her şey ayan beyan ortada…Allahtan bu muhteremin gudubet “Fener Burnu Açık Deniz Balıkçı Barınağı” destekçisi olması da Merkezi İktidarın hamlesi ile sonuçsuz kaldı da bizleri aptal olmakla itham edişi de askıda kaldı…  Tekke katliamının sonuçları ile ilgili diğer söylentiler de bu yazının konusu olamaz, şüphesiz… Duyanlar, duyduklarını araştırabilirler… Ona karışamam tabii ki…
Zamanın behri dedik ama 2012 yılının ilk ayları idi zaman…  Sonuçta; elde kalan 2 somut şey, bir Karakori Dağına açılan abuk subuk yolun beton istinat duvarının yeşile boyanmış ve iki Tekke Plajının üstünün binaya boğulmuş gark olmuş hali ve de Çeşme Merkez Sahili Kamusal Mekanların ve Cephelerin Düzenlenmesi Ulusal Fikir Projesi Yarışması sonuçları… Tepe tepe övünebilir kendisi, yaratılmasındaki başat rolü ile… Sonra biliyorum diye övün, hay Allah…
 
Efendim adamın hakkı imiş savunmaları da tam bir gudubet durum oluşturuyor, nerede Orman, nerede 100 mt kıyı kenar çizgisi uygulaması kimin umuruna… Kamulaştırılarak korumak kimin umurunda… Kentin karakter mekanları yok olmuş kimin umuruna…

 

Cuma, Kasım 30, 2018

SOSYAL KONUT


Çeşme Belediyesi dar gelirli ve konutu olmayan vatandaşlar için gerçekleştireceği sosyal konut projesi hakkında bilgi verdi. Spot başlık bu… Harika bir haber değil mi? Zamanlaması dışında alkış… Zamanlamada sıkıntı ne derseniz, aynısının tıpkısı Çeşme TOKİ’nin uygulaması diye cevap vereceğim… Siz anladınız kast-ı mahsusu… Şimdi gelelim, neden bu konu üstüne kelam etme gereğine, geçenlerde, 775 sayılı yasa ile arsa tahsisi yapılarak kurulan bir konut yapı kooperatifi başkanı arkadaşımız ile bir muhabbetimizde sıkça geçen bu “sosyal konut” terminoloji üstüne derin bir mütalaa… Anladığım kadarı ile toplumda, geniş ve yaygın bir şekilde kafa karışıklığı ve sonuçta da anlam ve anlama karışıklığı bulunmaktadır. Yaygın bir biçimde, konut yapı kooperatifi, toplu konut ve sosyal konut birbirine karışmaktadır… Bu anlamda konunun etimolojisi ve dilbilim felsefesi üstüne ve semantik açıdan ayrıntılarına pratik değerler üstünden girerek, kafa karışıklığına son verilmesine ve billurize olmasına yardım edecek fikri köşe taşları koyarak özetleyelim…

“Sosyal konut” denilince evvel emirde akla gelecek şey mülkiyet tahsisi değildir, olmamalıdır, olamaz da, kullanım tahsisi olmalıdır, olur da... Yoksa siz kafanıza göre sözcüklere anlam yüklerseniz, uluslararası kabul görmüş anlamlarla oynarsanız, her şeyi yaparsınız, yapıyorsunuz da… TOKİ toplu konut inşaatları yapıyor, satıyor, ama ucuz satıyor, ucuz ya, adına da sosyal konut diyor, elini tutan, dilini bağlayan mı var, istediğini yapar istediğin adı verir, istediğin anlamı yüklersin, al sana ben yaptım oldu… İşinize gelince uluslararası norm ve sözleri kullanacaksınız, işinize gelmediği zaman kullanmayacağız, yok öyle şey… Yani neymiş kısaca; sosyal konutlar aynı zamanda toplu konuttur ama her toplu konut sosyal konut değildir ve ne yazık ki canım yurdumdaki hiçbir toplu konut sosyal konut değildir. Sosyal konuta uzaktan benzeyen ama bize özgü sosyal konut modeli de “lojman”lar olmuştur. Sosyal konut sahibi olmanın yegâne ve olmazsa olmaz koşulu önce sosyal devlet olmaktan geçer…

Yaşadığımız dönemin en olumsuz gelişmesi ne yazık ki, kontrolsüz nüfus artışıdır ve hızlı gelişen kentler ama yine ne yazık ki çarpık gelişen. Kapitalizmin yüce çıkarları uğruna kentlerin kapısına yığılan kitleler, kentleşme üzerinde olumsuz etkiler yaratır iken, ciddi manada konut sorununu da dayatmaktadır. Bir tarafı ile ucuz emek teminine yönelik teşvikler, hem de “köylülüğü azaltıyoruz” teraneleri ile köyler boşaltılır bir manada tarım ve hayvancılık çöker iken diğer tarafı ile de kentler çökmektedir, az sayıdaki yaşanabilir konut, yeni gelenler için ikamet adına hayaldir, hemen araya emlak ve konut tacirleri ya da bunların tekelci tezahürleri devreye girer, toplu konut, yapı kooperatifleri, ucuz konut gibi hemen hemen hepsinin içeriği aynı ama maksat inşaat sektörü yaşasın ve yücelsin kabilinden yaklaşımlar kutsanır. Bir de siyasi ikbal ve hırs devreye girince bütün bu tanımlamaların önüne koyarsın bir “sosyal” kelimesi, al sana sosyal konut… Kırsalın kente akışı ile oluşan kır-kentler, sadece zamanın ruhuna uygun üretim ilişkilerinin doğmasına değil aynı zamanda aynı ruha uygun sosyal doku da oluşturmaya başlamıştır. Bir tarafı ile ekonomik değişime mütenasip sosyal değişim tezahürü oluşurken diğer tarafı ile de ve devamla göç ve barınma sarmalının büyümesine neden olunarak yoksulluğun tehdit haline gelmesinin önüne geçilmek adına “yoksulluğun yönetilmesi” prensibi harekete geçirilip, “dünyada mekân, ahirette iman” kültürü ihdası mucibince sosyal konut uygulamaları farklı farklı biçimleri ile uygulanmaya başlamıştır.

Sosyal konut fikri ve uygulaması, başta Kuzey Avrupa ülkeleri olmak üzere tüm Avrupa’da yaygın olarak görülmüş ve ihtiyaç sahibine rant yaratmadan, asgari düzeyde sağlıklı yaşanabilir konut tahsisine dayalı bir sistemdir. Sosyal konut tahsisi yapamayan kimi sosyal devletler ise ayrım gözetmeksizin kira desteği yapmaktadırlar. Mezkûr konutlar ya direk devlet tarafından inşa edilir ya da inşa edilmiş konutlar devlet tarafından satın alınır ve tahsise geçilir. Asıl olan kurumsal manada sosyal devlet olmanın gereğidir, yoksa yandaşa yaranma değildir, Allah muhafaza, aksi taktirde arsa tahsisinde, bina yapımında ya da kura çekiminde yaranma güdüsü sistemi esir alır. Şimdi 70’li yıllarda gecekondu yapımlarına, direnişlerine katılanlar iyi bilir bu işlerin sonuçlarını, yani gecekonduculardan rantiye sınıfı nasıl yaratılır kültünü… Hülasa “sosyal konut” konut edinme, tahsis ve işletme hak ve yetkisinin kamuda olmasıdır aksi taktirde sosyal kıyak çukuruna düşülmesi kaçınılmazdır. Tabiidir şüphesiz, kuralları iyi tespit edilmiş, tahsis, ücretlendirme ilkeleri iyi ve net belirlenmiş olmalıdır ilaveten de bağımsız ve bağlantısız hukuk güvencesi denetimine de açık olmalıdır, aksi taktirde her iktidar değişikliğinde şimdi biz geldik, bizim ihtiyaç sahipleri kullanacaktır gibi subuk sonuçlar doğurur, maazallah…

Ben iddia ediyorum; bugün hüsnüniyetle yola çıkılan bu kabil uygulamalar, hele de bahçeli ve tek katlı yapılar ise, bir vade sonra farklı siyasi mülahazalarla farklı siyasi güçler tarafından behemehal, hak kaybı telakkileri ile plan notları değişimine, olmadı emsal uygulamalar gerekçeleri ile tek bağımsız bölümlü, bahçeli güzel yapılar yerine, 3 katlı 6 ile 9 bağımsız bölümlü sonuçlar elde edilir… Yaşananlar yaşanacakların garantisidir. Plan notunu değiştiremezsek, imar savaşı olmadı imar barışı o da olmadı, muhakkak oldurulacak bir yol bulur efsane abilerimiz elham… Haydi diyelim çok katı kurallar ile izlendi ve plan tadilatına engel olundu, peki, satış yolu ile yaratılan büyük değer artışının adı da rant olmayacak mı? Aaaa ben mi ne düşünüyorum, bir ülkede geçim derdi çeken ya da geçinme zorluğu yaşayan insanlar var ise, ne düşüneyim… Yanlışı temizlemenin yolu bellidir…

Konut kooperatifi, Toplu konut ile sosyal konut karıştırılırsa ne mi olur? Aha da böyle olur… Bilinsin istedim… Anlamak ama yanlış anlamakta mahir necip milletimiz…

Son söz; yalanın ve algı yaratmanın deha büyükbabası Joseph Göebbels’in; “Yeterince büyük bir yalan söylerseniz ve tekrar ederseniz bu yalanı sürekli, insanlar sonunda buna inanmaya başlayacaktır.”

Cumartesi, Kasım 24, 2018

ÇEŞME’YE OTOPARK


Bir kez daha seçim sath-ı mailine girdik, evet, her partiden aday bolluğu bir kez önümüzde, demokrasi şenliği diyelim… Bir politikacının, talip olduğu makamın icap ve icraatlarına uygun projeler düşünmesi ve bunları vaat etmesi son derecede takdire şayandır, üstünde çok çalışılmıştır, fikir üretilmiştir, plan yapılmıştır vs. vs… Bu yerel seçim ya, haydi yerelimizin vaatlerine peşrevsiz hatta pervasız dalalım, Sosyal Demokrat cenahta müthiş bir iddia ile “Çeşme’nin acil sorunu otopark” yaklaşımı yine başköşe… Kimisi Çeşme’ye 2 adet yeraltı otoparkı, kimisi kentin karakteri sayılan stadı yıkıyor, alta otopark üste Pazar, kimisi Karokori Dağının altını otopark yapıyor, vay ki vay… Şimdi sorunun adı da kondu, otopark, peki böyle bir sorunu var mı gerçekten yerelimizin yoksa konu araçların park edilmesi sorunu mu var, konu biraz karışık… Kimi ticareti bu kabil bir yaklaşımla canlandıracağını iddia ediyor kimi araç sahiplerini rahatlatacağız iddiasında… Hayırlara vesile olsun…

Anlaşılan o ki; çağdaş şehircilik anlayışı gereği şehir içinin insana tahsis edilmesi gereği ile pek ilgili değiller ya da bilmiyorlar ya da, ya da… Esasen sorun şurada, kentin özellikle de “Çarşının ve sahilin” insana mı yoksa taşıtlara mı tahsis edileceği, tercih yapılması gereken tam da budur. Otopark sorunu çözülecek diye, kesinlikle şehrin içine otopark yapıp, araçlar için cazibe oluşturmaktan ısrarla kaçınılmalı ve yerine şehrin dışına park edilip buradan mümkün ise düzenli ve sık ve mevsimine göre atlı ya da akülü araçlarla insanlar merkeze taşınmalı… Şehrin içinde zaten yeterince gürültü ve egzoz kirliliği bulunmaktadır. Gelişmiş ve insana önem veren hiçbir ülkenin, yeni gelişen bölgeleri hariç, hiçbir şekilde bazı yerleri yıkalım otopark yapalım gibi anlamsız, lüzumsuz ve beyhude çabaları olmamaktadır, üstelik te yaşanan çok yoğun ve ağır taşıt trafiğine rağmen… Nedir bu katlı otopark yapacağım ısrar ve inadı anlaşılmaz, ya be arkadaş bu katlı otopark yapmanın, ekonomik, sosyal maliyetini bilir misiniz?

Gelelim çarşıya ve sahile asansörlerle ve yürüyen merdivenlerle çıkılacak yeraltı katlı otoparkları yapımının anlamsızlığına, neresinden başlayayım, yatırım tarafı mı, yatırımın finansman tarafı mı, işletme tarafı mı, çağdaş şehirciliğe aykırılığı mı, “hak ve b.k kurtarma” meselesi mi, vs vs… Peki, bu yeraltı otoparkına yaklaşma yolları, giriş çıkış yolları için gereken standart yapılar için alan nereden karşılanacak, haaaa Melih Bey gibi ben yaptım oldu denilecekse sözüm olamaz… Ne yazık ki, şehir içlerini taşıtlar için cazibe merkezi haline getirmek için yoğun çaba sarf edenler revaçta bu ülkede, tabii ki çağdaş şehircilik gereği “insan için şehir yerine taşıt için şehir” yaratmak moda ya, durmak yok yola devam… Diğer taraftan ve bilindiği kadarı ile taşıt trafiğinin pik yaptığı dönemlerde, 1.000 araçlık otopark sorunun çözümüne katkı sunuyor gibi görünse dahi asla ve kata çözüm olamayacağı ve 1.000 araç ortalama 3 kişi ile gelinse 3.000 kişilik bir sorundan bahsediyor gibi algılanacaktır, oysa talep ve arz arasındaki fahiş uçuruma bakıldığında daha farklı ama aynı zamanda köklü çözümler bulunması gerektiği açıktır. Çeşme’nin ticari faaliyetinin oluştuğu alanın yaklaşık 1,86 km2 olduğunu bilelim ve bu alandaki bir noktadan diğer noktaya yaklaşık en uzun mesafenin 1 km olduğunu düşünürsek durumun ve yaklaşımın vahameti anlaşılacaktır. Unutmayın ki, necip Milletimizin 5. Kattaki evine bile araba ile ulaşması sevdası son 35 yılda bel kalınlığımızı 30 cm arttırmıştır. Manevra alanları, yaklaşım yolları, servis alanları, hizmet alanları vs hariç binek otomobiller için en az 25 m2 alana ihtiyacınız var… Kolay otopark yeri bulacak diye vatandaş, bu kolay park alanına ulaşana kadar canı çıkacak, yoksa yeni yollar mı planlanıyor, yeni yollar istimlakler ile mi hazırlanacak; yoksa tüneller ile mi ulaşılacak, gibi basit sorulara cevap hazırlayın öncelikle… Üstüne üstlük egzoz gazı ve gürültü kirliliği karımız olacaktır. Diğer taraftan Çeşme gibi zor bir jeolojide yapılacak yeraltı çok katlı otoparklar, inşaatı, istimlaki, işletmesi ile birlikte hiç te kolay olmayacaktır, o zaman YİD modeli mi devreye girecek, park edecek araç sayısı garantisi mi verilecek, ne olacak, vs vs… Herkes konuşuyor, aaaa yapılamaz mı, çok şükür içinde bulunmaktan mutlu olduğum İnşaat Mühendisliği için hayal edilebilen her şey teknik olarak yapılabilir noktasındadır ancak hak ile b.k kıyası çok önemlidir… Peki bu yaklaşımla; şu andaki Belediye Başkanının seçilir seçilmez “Çeşme içerisindeki otoparklar ücretsizdir” sözü yeraltı çok katlı otoparkları için de geçerli olacak mı?… Halkımızın kullandığı çok önemli bir atalar sözü var; “ayranı yok içmeye, atla gider tuvalete” … Yahu Allah aşkına biraz hesap, biraz kitap… Metazori toplanan vergilerle ya da gelecekte tahakkuk edecek vergilerle ya da yeni ihdas edilecek vergilerle bunu bize yapmayın, ya da YİD modeli ile yapmayın sonra başkalarına yaptığınız eleştirileri size yaparlar… Bu şehir içinde yeraltı otoparkı sevdasından vazgeçin, bakın demedi demeyin, sonra çalıştıramayacaksınız, harcanan paralara mı yanacağız, kandırılmış olmaya mı yanacağız, neye yanacağız. Yahu bırakın bu sevdayı… Otoparkların şehir içlerinde tesisi adına, orada uzun yıllar önce inşa edilmiş tesisleri gözden çıkarır isek, daha sonraki iktidarların yeni inşaat biçimlerine göz yummasının yolu açılır, sonra da “hayaldi gerçek oldu” benzeri bir sürü dalga geçeceğimiz slogan üretilir… Dün şimdiki “Marinanın” bulunduğu yeri doldurma işlemi eski halin arkasından başlandığında, bugüne gelineceğini iddia edenlerin sayısı bir elin parmak sayısını geçmez iken, bugün kaybın büyüklüğü karşısında hayret edenlerin bir hayli fazla olduğu söylemek de durumu iyi bir şekilde tespit etmek demektir. Durumu değiştirmek yerine korumanın sağlanmasının en önemli ve en muhteşem örneği Alaçatı’dır ve behemehal örnek alınmalıdır. Yahu şu “su” ve “kanalizasyon” işini bir çözün, Büyükşehir’e gönderme yapmadan, “ama” demeden, “sorumluluk bizde değil” demeden, sakın “su eksiği mi var” demeyin, kalitesi, iletim hatları ve sağlıklı su temini çok sıkıntılı biliyorum, biliyorsunuz, biliyor, biliyoruz, biliyorsunuz, biliyorlar…

Vallahi anlayamıyorum, memleketimizin dört bir yanını Melih Bey modeli teslim almaya başladı, o da dalga geçer gibi alt geçitler yaptı hatta dalga geçmeyi o kadar subuklaştırdı ki, İsviçre’ye gidip çevre yollarındaki alt geçitlerin filmini çekip şehir içi imiş gibi servis etti…  Bırakın Allah aşkına bu rol modeli, kendiniz olun, yerel işler ile ilgilenin, sosyal gelişimi ile ilgilenin, kütüphaneler yapın, kitap dağıtın, festivaller yapın, insanlar görüşsün konuşsun eğlensin… Bence Çeşme artık sınıra gelmiştir, artık bir şey yapmayın, şu ana kadar yapılan abuklukları temizleyerek ve düzelterek zamanınızı geçirin, sosyal projelere ağırlık verin, yahu Allahaşkına bir kütüphane yapın, başka bir şey yapmayın Çeşme’yi sadece koruyun… Koruyun, koruyun, koruyun…

Salı, Kasım 13, 2018

PARA


Üretimin ve tüketimin temsili ve itibari karşılığı olarak, hukuki ve ekonomik mesnetleri “Devletler” aracılığı ile tesis edilen bir değişim aracı olarak “para” bir ödeme ve değişim vasıtası olup malı ya da emeği ya da herhangi bir değeri fiyatlandırma ve ölçme aracıdır. Tarifimizden de anlaşılacağı üzere itibari bir değer taşır ve ülkedeki tüm mal, hizmet ve değerler bütününün fiyatlandırılmasında siyasi otoritenin aritmetik gerçeklerine istinaden rakamsallaştırılır ve tedavüle sürülür. Konu bu kadar basittir, siz bakmayın öyle, sözde ekonomistler, bankacılar ve milletin cebinden parayı nasıl alırım diye kafa yoranların, kafa karıştırılacak sayıda kelime üretmiş olmasına, durum “ne kadar ekmek o kadar köfte” kadar sarih ve sadedir. Nedir, değişim aracı, fiyatlandırma aracı, değerleme aracı, peki değişecek üretiminiz yoksa, değerlendirilecek mal ve hizmetiniz yoksa, fiyatlanacak bir değeriniz yoksa, ne olacak… Hava cıva… Peki hukuki ve iktisadi istinadı ve geçerliliği siyasi otoritelerce tayin olunduğu basım ve tedavül işi ve gücü bulunan bu faaliyetin mezkûr basımın değerlemesi nasıl yapılır, tabii ki de sahip olunan mallar ve hizmetler üzerinden. Ne diyor; Kızılderili Şefi Seattle taaa 1853 yılında,

“Beyaz adam Annesi toprağa ve kardeşi olan gökyüzüne, alıp satılacak, yağmalanacak bir şey gözüyle bakar. Onun bu ihtirasıdır ki, toprakları çölleştirecek ve her şeyi yiyip bitirecektir. Beyaz adamın kurduğu kentlerde huzur ve barış yoktur. Bu kentlerde bir çiçeğin taç yapraklarını açarken çıkardığı tatlı sesler ve bir kelebeğin kanat çırpınışları duyulamaz. Beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu, son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde anlayacak.”

Diğer taraftan; “köpeğe atsan yemez” diye nitelenen para kesinlikle ve daima, gerek basım gerek tedavüle sürme ve de gerekse de kullanımda kanun mecburiyetine dayalı bir mekanizma ile ayakta kalır, aksi taktirde bölge ya da şehir ya da kişiye göre farklı para kullanımlarına şahitlik etmek mümkün olabilecektir. Rasyonel açıdan da bakıldığında değerleme aracı olarak, fiyatlama ve değerleme sisteminin aritmetik figürü, değişim aracı olarak; ticari faaliyetlerin hızını arttırır, üretimde verimlilik ve planlama imkânı sağlar iken, değer birikim aracı olarak ta yaratılan değerin biriktirilmesinin ve de değerin korunmasının aritmetik figürü olmaktadır. Bu kadar teorik yaklaşım ile iktifa edip, susuyorum bu manada, artık söz konunun ilgilisi ağır abilerde olsun…

Para ile ilgili yüzlerce söz vardır, bilindiği üzere; “para ile imanın kimde olduğu bilinmez”, “paran çoksa kefil, vaktin çoksa şahit ol”, “paranın yüzü sıcaktır”, “para parayı çeker”, “parayı veren düdüğü çalar”, “para her kapıyı açar” vb gibi… Para üstüne yerli ya da yabancı bir dolu şarkı yapılmıştır, Rüçhan Çamay’ın “para, para, para” ve ünlü İsveçli grup Abba’nın “Money, Money, Money” adlı parçaları hemen aklıma gelenlerdir. Ne demiş ünlü Fransız İmparator; Napolyon “para, para, para” işte o para ile ilgili bir dolu da şehir efsanesi vardır; para ile sigara yakanlar, para ile poposunu temizleyenler, para ile soba yakıp ısınanlar, vs vs…

Ama paranın bir kağıt parçası olduğunu; Suudi Arabistan’ın Katar’a uyguladığı kısa süreli gıda ambargosu döneminde bir kez daha anladık, daha doğrusu anlamak isteyenler anladı, anlamayanlara sivrisinek saz olmaya devam etti, yok efendim kişi başına düşen gelir 130.000 ABD Doları imiş, petrolleri varmış, doğalgaz rezervleri tahminleri patlatacak kadar çokmuş, eee ne oldu, aç kaldınız be adam denilemedi ne yazık ki… Dua etsinler bu fakir ülkeye de, Cumhurreisinin himmet ve inayeti ile birkaç uçak dolusu canlı hayvan gönderdiler ve kriz telefatsız atlatıldı, yoksa mazallah… Evet neymiş, paran olsa da biri sana domates vermiyorum, et vermiyorum, un vermiyorum deyince, para çorbası ya da petrol ekmeği yapamıyormuşsun, nokta, hatta 3 nokta…

Birde son dönemde milli para diye bir söz üretildi, vallahi süper, peki şimdi soru şu, milli paranız diyelim “dinar” ve elinizde sınırsız çünkü devletsiniz ve para basma hakkınızda sınırsız, para basma makinesi elinizde, sabah akşam basın biriktirin… Ve eğer para herşey ise, yurt dışına alıma çıkın alın istediğiniz kadar her şeyi, mümkün mü böyle bir şey, ilk ayak mümkün istediğiniz kadar basma hakkınız var da, dışarıda kimse onu iplemez… Peki böyle bir Pazar var mı, elinizde sizin değerli kıldığınız kâğıda değer veren bir Pazar var mı? Paranın değeri, kadri ve kudreti tarafınızın üretim kabiliyeti ile direk ve doğrudan ilgili, ne kaaaaa ekmek o kaaa köfte misali… Boşuna mı, dünyada en fazla mal üretenin parası değerli… Abi var mı domatesin, var mı buğdayın, var mı patatesin, var mı zeytinin, yani var mı üretimin kısacası, para tarafı kolay… Siz, siz olun bu para konusunda son yüzyılda kapitalizmin parlak ve cilalı temsilcilerinin ürettiği ve gerçek manada insanoğlunun %99 unun bilmediği terimlerle para oyunları yapılıyor olmasına, para ve mal tamamen birbirlerinin karşılığıdır, aksi takdirde örnekte olduğu gibi bas parayı al petrolü neden olmuyor peki, haydi ev ödevi düşünelim, neden… Bir de yok ABD Doları imiş, Yok Çin Doları imiş, yok Zimbabwe Doları imiş, benzeri pespaye akıl verici ve iç piyasadaki alkışçılara yönelik aslında dalga geçmeler var, inanılır gibi değil…

İlkokuldayız, yanılmıyorsam 2. Sınıf ve sınıfımızın haylaz ve haşarı çocuklarından Çekirge İbo ve Pejo Recep ile aynı sırada oturuyorum, o dönemdeki 25 kuruşluklar sarı renkli idi ve yeni gümüş renkli 25 kuruşluklar tedavüle henüz çıkmış ve biz hiç görmemişiz, derken dersin ortasında, İbo ile Recep tekme tokat birbirlerine girmesin mi? Öğretmen koştu geldi, mesele anlaşıldı, meğer Pejo Recep gümüş renkli 25 kuruş edinmiş, Çekirge İbo da göster demiş, gösterir göstermez de İbo gümüş renkli 25 kuruşu alıp, sarı renkli 25 kuruşu veriyor, paramı geriye ver, vermem derken, verirsin vermezsin, al sana kavga… Öğretmen, çocuklar fark etmez, ikisinin de değeri aynı, satın alma gücü aynı, çocuklar anlar mı? İlla da versin gümüş renkli 25 imi… Aman aman, siz, siz olun, çocukça yapılan bu naif hareketin, esiri olmayın, özetle bırakın çocukluğu da adam olun… Sahi paranın aritmetik figür olarak ifadesinin ya da renginin ne önemi var, paranın değeri ürettiğin mal, hizmet ve değerler bütünü kadardır, vesselam. Sahi, paradan 6 sıfır atınca ne oldu, para daha mı değerli oldu, ne olacak senin sahip olduğun değerlerinin de 6 sıfırı atılmış oldu, yani basit ilkokul hesabı...

 

Perşembe, Kasım 08, 2018

İMPARATOR


Böyle davrandıkça her şeyi arapsaçına çeviriyordu. Amcasının yetkilerini ele geçirir geçirmez, artık yönetiminde bulunan hazine parasını uluorta, keyifle saçıp savurmaya başladı... Ülkenin zenginliğinin tadına varan bu yabancılar, başkentin yolundan bir türlü uzaklaştırılamadılar. Ayrıca deniz kıyısında dalgaları kırabilecek yapılar için hiç çekinmeden büyük paralar harcadı. Deniz kıyısına kayalar ve taşlar yığdırdı, denizin saldırısını ve gücünü, zenginliğin gücüyle alt ermek istedi.

Ya işlemedikleri bir suçla itham ederek ya da dil döküp armağan ettiklerine inandırarak ülkenin bütün özel mülkünü kendi elinde topladı. Cinayetten mahkûm olanlar ya da başka bir ağır cürüm işleyenlerin çoğu, bütün mallarını devrederek cezadan kurtuldular. Komşularının toprağından gerekçesiz hak iddia edenler, hukuk yoluyla kendi lehlerine bir hüküm elde etmeyi imkânsız bulunca, anlaşmazlık konusu olan araziyi İmparator’a armağan edip işin içinden çıktılar. Hiçbir şey yitirmedikleri bu eli açıklık karşılığında, Majestelerine takdim edilebilmek lütfuna eriştiler ve düşmanlarından alabileceklerinden daha fazlasını yasadışı yollardan sağladılar. Burada, İmparator’un kişisel görünümünü anlatmak yerinde olur sanırım... Çekici, yuvarlak bir yüzü vardı ve iki günlük oruçtan sonra bile sağlıklı rengini korurdu. Kısaca genel görünümünü anlatmak gerekirse, daha önceki bir imparatorun oğluna yakın bir benzerliği vardı. Bu imparatorun canavarca işleri vatandaşlar üzerinde öyle bir iz yaratmıştı ki, bütün vücudunu kesip parçaladıkları halde kızgınlıklarını giderememişlerdi. Parlamento ayrıca bu imparatorun adının yazıtlardan silinmesine, heykel ve portrelerin ortadan kaldırılmasına karar vermişti.

İmparatorun dış görünüşü böyleydi. Niteliklerine gelince, uygun bir tanımlama yapmak benim yeteneğimin dışındadır. Çünkü hem şeytana uymaya hazır hem kolayca baştan çıkarılabilir bir huydaydı. Hem dolandırıcı hem aptaldı. Yanındakilere hiçbir zaman doğru bir şey söylemezdi. Söylediği şeylerse daima dürüstlükten uzak amaçlara yönelikti. Ama aynı zamanda onu aldatmak isteyenler için kolay lokmaydı. Doğuştan, birbirinden ayrılmaz biçimde ahmaklıkla hilekarlığın olağanüstü bir karışımıydı. Belki de Aristocu filozoflardan birinin yıllarca önce söylediklerinin bir örneğini görüyorduk: “Kimi zaman insan doğasındaki renklerin karışımı gibi karşıt nitelikler de bulunabilir” diyordu filozof. Bununla birlikte, tanımlamamı, doğru olduğuna inandığım gerçek örneklerle sınırlandırmam gerekir.

Her neyse, bu imparator, huyları bakımından gerçek düşüncelerini saklayan, düzenci, yüze gülücü, ağzı sıkı bir insandı. Gerçek görüşlerini örtmeyi çok iyi beceren ikiyüzlü bir kimseydi. Sevinç ya da üzüntü nedeniyle değil de, durumlar gerektirdiği zaman hemen gözyaşı dökebilirdi. Her zaman yalan söylerdi. Bu konuda dikkatsiz davranmaz, uyruklarıyla uğraşırken bile yalanlarını hem imzasıyla hem de en büyük yeminlerle onaylardı. Az önce yeminle inkâr eniği kusurlarını işkence altında açığa vuran tutsaklar gibi, yaptığı anlaşmaları da, verdiği sözleri de kısa zamanda unutuverirdi. Hain bir dost ve yorulmaz bir düşman gibi kendini tutkuyla cinayete ve soyguna adadı. Aşırı derecede kavgacı ve saman altından su yürüten bir insandı. Kolayca şeytan işi yollara sürüklenir, ama doğru yolu izlemesi gerektiği konusundaki her öğüde karşı çıkardı. Alçakça düzenler kurmakta ve bunları uygulamakta eli çabuktu. İyilik yapmaktansa içgüdüyle uzak dururdu.

İmparator'un niteliklerini anlatmak için insan yeteri kadar kelime bulamıyor. Bir insanın olamayacağı kadar günah işlemeye düşkün biriydi. Sanki doğa, insanlığın geri kalanından bütün şeytanlık eğilimlerini kaldırmış ve bu adamın ruhunda toplamıştı. Bütün bunların dışında, yalan suçlamaları dinlemeye ve hemencecik ceza uygulamaya hazırdı. Yargıya varmadan önce iddiaları inceleyeceği yerde, suçlamaları dinler dinlemez kararını açıklardı. Duraksamadan, kasabaların yakılması, kentlerin yerle bir edilmesi, ulusların tutsak edilmesi için ortada hiçbir neden yokken emirler verirdi. Biri çıkıp da ülkenin eskiden başına gelen felaketleri, İmparator’un sorumlu olduklarıyla karşılaştırırsa, eminim ki bütün geçmiş yüzyıllardakinden çok daha fazla insanın, bu tek adamın yönetiminde boğazlandığını görürdü. Başkalarının servetine hiç tereddütsüz, açıkça el koyar, kendine ait olmayan şeyleri ele geçirirken bir özür, bir gerekçe öne sürmeyi gerekli görmezdi. Ama ele geçirdiği servetleri, sanki bunlara karşı hiç ilgi duymadığını göstermek istermiş gibi, hovardaca harcar, hiç gerek yokken olası düşmanların ceplerini doldururdu. Kısacası ne kendi para tutar ne de dünyada başkasının parası olmasına göz yumardı. Sanki para hırsıyla değil de para sahibi olanlara karşı duyduğu hayranlık nedeniyle böyle davranıyordu. Böylece ülke toprağında zenginliği ya sakladı ve millet çapında bir yoksulluğun yaratıcısı oldu.

Evet; yukarıdaki satırlar Bizans tarihçisi Prokopios’un “Bizans’ın gizli Tarihi” adlı kitabından alınmış olup yahu dünyada ne imparatorlar varmış dedirtip dudak uçuklatırcasına bir serüvendir. Söz konusu imparator Justinianus olup aynı zamanda 1. Justinianus ya da Justinyen olarak ta bilinmektedir ve Bizans’ı 527 ile 565 tarihleri arasında yönetmiştir. Çok şükür bu kabil olaylar günümüzden 1.500 yıl öncesinde yaşanmış ve kalmıştır ve de çok şükür ki artık bu tür insanlar ülkeleri yönetmiyor lakin yine de bu yaşananların bugün yaşadığımız bir coğrafyada geçmiş olması itibariyle de enteresandır.