Pazar, Eylül 01, 2019

İYİ Kİ SİGARAYI BIRAKMIŞIM


Canım yurdumun her daim yol göstericileri, baba rolünü iyi oynayan tavizsizleri olmuştur ve bundan sonra da olacaktır, kendi amaçlarına uygun karamsar tablolar çizip, buradan kurtuluş yolları gösterip, peşine insanları takacak bedhahları, sürekli kafaları karıştıranları olacaktır, bu nedenle herhangi bir yeise kapılmanın ne alemi ne de manası var. Bu bedhahları, geçici sevgi ve sevdaları ile avuçları patlayana kadar alkışlayarak baş tacı edecekler de olacaktır. Ahir ömrümün en önemlisi tavizsizi diktatör Kenan Evren olmuştur, şimdilerde halini görünce sevinçten içim içime sığmamakta beraber, arkadan gelenler için de gülüp duruyorum, tıpkı “hicvin büyük üstadı Neyzen Tevfik’in” bir beytinde buyurduğu üzere;

Bay Hitler'e yaralandı, dediler.
Menhus yıldız çabuk doğar dulunur;
Sen köpeğe kuduz de de geçiver,
Nasıl olsa bir öldüren bulunur.

70’li yılların ilk yarısı lise dönemi, yatılı okuyoruz ve sigarayı sanki ekmek arasına koyup yiyecek kadar severek içiyoruz, ancak okul disiplini hele hele de yatılı olmanın disiplini bir başka idi, soyadını anımsamadığım müdür muavinlerinden Özkan Hoca diye biri vardı, ki kendisini hiçbir öğrencinin iyilikle yad edebileceğini düşünmüyorum, yatılı öğrencilerin akşam ders çalışmalarına (mütalaalarına) gözetmen olarak kaldığı zamanlarda terör estirir idi. Değme röntgencilere taş çıkartacak şekilde pusuya yatar hangi öğrenci sigara içecek, hemen “canına okumak” üzere fırlar avına atlayan pars misali, tuvaletleri ya da banyoları basar, sigara duman izler, yakalarsa eğer nihayetinde de tabiri caizse “eşek sudan gelene kadar” döver idi. Aslında Özkan Hoca, bir tokatlık canı olan, kısa boylu, yerden bitme bir pigme adam idi ama elinde yetkisi var ya, yanında bodyguard misali sadece iaşe ve ibate karşılığı görev yapan birkaç tane üniversite öğrencisi var ya, disipline sevk edip, oradan sonrada okuldan atılmaya kadar gidecek bir yetkisi var ya, dibine kadar kullanırdı bu yetkisini, kinini iyi beslemiş biri idi anlayacağınız… Bir keresinde tam da 15 tatile hazırlandığımız dönemde, banyoda sigara içer iken maalesef bu gaddar, Hitler kılıklı sadist hocaya tüm dikkatime rağmen yakalandım ve “yandı gülüm keten helva” vaziyeti. O kısacık boyunu uzatacakmış gibi ayak başparmaklarının üstüne bir horoz gibi dikilerek, el başparmaklarını boynumdaki şah damarına basıp, bilahare serbest bırakır bırakmaz çift taraftan çift elle kulaklarıma, Allah ne verdi ise, vurmaya başladı, esasında bir kafa ve bir yumrukluk canı vardı ama o kısacık sürede ailem ne der, okuldan atarsa ne yaparım, üniversiteli abilerle birlikte daha fazla dayak atarlarsa, gibi korkularla donatılmışlığın korkularının ağır basması neticesi, el ayak bağlanıyor. Tıpkı her gücü bu kabil kullanan muktedirlere karşı el ayak bağının oluşması gibi, yedim dayağı oturdum yerime, hırsımdan ağlıyor olmam bir kenara yediğim dayağın şiddetini gören arkadaşlarımın çok üzgün bakışları altında ezildim kaldım. Mezkûr dayaktan sonra o okulda okumama kararı aldım ve bunu 15 tatil için eve gelince ilk iş olarak anneme söyledim, gerekçesini de uzun uzun anlattım ama bunu babam ile paylaşmasını da istemediğimi kendisine söylemiş idim. Ancak ve ne yazık ki babam ile paylaşılan bu konu babamı harekete geçirmiş ve derhal okula gidip ilgili Müdür Muavini bulunmuş, “neden çocuğumu dövdün?” “Neden hemen bana haber vermedin ki bir cezası olacaksa ben vereyim kaldı ki bu yüzden cezalandırma olmaz” gibisinden gayet esaslı bir fırça neticesinde, idarenin daha doğrusu Özkan Hocanın tavrı bir hayli yumuşamış idi. Bende okula devam ettim, liseyi bu okulda tamamladım. Ancak bu olan bitenden hiç haberim olmadı sadece babam okul değiştirmemin mantıklı olmadığı konusunda beni ikna etmiş idi, yani ben öyle zannetmişim, yıllar sonra bir gün otomobilini park eder iken dibinde bittiğim Özkan Hoca, tüm olan bitenleri anlatınca, konu anlaşılmış idi. Özkan Hoca babamın karşısında yaşadığını tahmin ettiğim korkunun benzerini yaşamış idi yeniden beni görünce ama kendisini dövmeye çok kararlı olmama rağmen, gözünde ve yüzünde oluşan korkudan ötürü de acımış idim kendisine… Demek ki bu kabil sadistler bir gün yetkilerinin biteceğini, hayatta yalnız ve korumasız kalacaklarını hiç hesaplamıyorlar. Sürekli güçlü kalacaklarını zannediyorlar demek ki… Ya da düşünmekte çok haklı oldukları bir sonuç bekliyorlar, insanlar ya “Allaha havale ediyorlar” ya da hafıza kısalığına bağlı “unutuyorlar” … Aslında kimsenin yanına yaptığı sadistlikler ya da haksızlıklar kalmamalı, çağdaş hukuk çalışmalı ve gereğini yapmalı…

Yıllar sonra, çok şükür ki, herhangi bir zorlama ya da sağlık dayatması olmadan “sigara içmeyi sonlandırdım” ve ne iyi yapmışım anlatılamaz, bu iyilik ancak yaşanır, çünkü domatesin ya da zeytin yağının tadını ben nasıl anlatayım, hala ısrarla ve kararlılıkla sigara içene… Çok zor… Domatesin, zeytin yağının, peynirin ve kavunun ve de rakının sigarasız gidişini bana ballandıra ballandıra anlatan ve imrendirme ve özendirme yaratan arkadaşıma da bu arada teşekkür ediyorum… Çok şükür ki sigarayı bırakmışım…. Ama rakı içerken yakalanırsam ne olur, belki “bu zındıklar aksırana tıksırana kadar içiyorlar” sözünü duyarak durumdan sıyırabiliriz… En azından şimdilik… Çok şükür devlet büyüklerimi şahsıma “bak zararlı iş yapıyorsun”, “bak cezai müeyyidesi var” gibi sözler söyleyip lüzumsuz söz sarfiyatından da kurtarmış oldum böylece… Bu kadar meşguliyetleri arasında kalksın bir de bizimle uğraşsın, çok şükür çok şükür kurtardım onları bu meşguliyetten… Babam sigara içtiğimi öğrendiği zaman artık benim ciddi manada bilgi sahibi birisi olduğuma kanat getirmiş olmalı ki asla ve kat’a bana bilgiçlik taslayarak “senin sağlığını düşünüyorum” gibi kelam ederek pespaye durumlara düşmedi… Babam babalık iddiasının nerelerde yapılacağını Allahtan ki bilebilen birisi idi… Allahtan benim babam bana hiçbir zaman “neden sigara içiyorsun”, “babanın karşısında sigara içilmez, utanmıyor musun”, “orada sigara içilmez, terbiyesiz herif, baban söylüyor”, gibi kelamları zinhar etmemiştir. Çünkü babamın hayata ve bana karşı bir ispat iddiası taşıdığına asla tanık olmadım, benim babam son derece anlayışlı olup asla ve kat’a bana sigara nedeni ile hiçbir kızgınlık göstermemiştir, ilk öğrendiğinde kızabileceği ihtimalinden epey ürkmüş idim… Evet, sonuçta iyi ki sigarayı bırakmışım, benim babama hiç benzemeyen eli sopalı başka babaların bana tahammülü olmayabilirdi de…

Şimdi kızıma da ben aynı yaklaşımı gösteriyorum, gerçi asla sigara içiyor olmasını istemiyorum ama bu çocuk benden daha mı cahil, benden daha mı az düşünür sağlığını, ben onun düşündüğü şeyleri bilirim ve tam da bu yüzden karışmam, çünkü bana da kimse karışmamış idi sigarayı bırakır iken ne öğretmen ne baba ne anne ne vali ne devlet büyüğü, tamamen kendi isteğimle bıraktım…

Bir de ben sigaranın sağlığa bu kadar zararlı olduğunu köpürterek söyleyenlere fazlaca itibar etmem hele bunlar bir de devlet büyüğü ve yetkilisi olurlar ise, sanki sigara zararlı da, asbestli borulardan su içmek zararsız ya da zehir soluduğumuz çevre faciaları, tarımsal ilaçlara gark olmuş vücutlarımızın iflası, hormonlu gıdalar, atıksuların arıtılmasındaki özensizlik, trafik kazaları karşısındaki aymazlık… Hele bir de sigara paketinin üstüne “sigara içmek öldürür” ibaresinin konması iradesini buyurup ta sigara üretimi konusunda hassas olun(a)mamasını hiç anlamam, efendim hür teşebbüs, tüketim özgürlüğü gibi ucuz yaklaşımlara da güler geçerim, özgürlük ise dert, bırakın insanlar özgürce ifade etsinler asıl düşündüklerini, tam bir taşları bağlayıp köpekleri serbest bırakmışlar durumu. Allah selamet versin…

Doğu toplumlarının karakteristik özelliğidir bilindiği üzere yani “pederşahilik”, baba yanında asla ve kat’a, hatta diğer büyüklerin yanında bile sigara içilmez, içilirse de bunun adı “düpedüz terbiyesizliktir” diye bir düşünüş vardır. Düşünsenize böyle bir babam olmamış olsa idi o zaman, düşünsenize sigarayı bırakmamış olsaydım şimdi, ne olurdu halim, maazallah…

Çarşamba, Ağustos 21, 2019

GÜCÜ PARA ZANNEDENLER BİLGİSİZLER


Kadri Gürsel’in “Ben de sizin için üzgünüm” kitabını okuyorum, gazeteci olma ve kalma sürecini bir hayli detaylı anlatıyor, enteresan anılar var, aslında hafızası olanlar için çok ta yabancı olunamayacak şeyler ama, hani hep siyasi partilere ve onları yöneten ekiplere fazlaca kızılır ya, senaryoyu yazan, filmi yöneten hep arka planda olur ya, işte esas kızılacaklar listesini oluşturmaya ya da genişletmeye yarayacak anılar da var. Bilindiği üzere; bir tarihlerde bu ülkenin kalburüstü zengini ve iş adamı Eczacıbaşı Holding’in Yönetim Kurulu Başkanı Bülent Eczacıbaşı; “Sermaye güvende olsun da rejimin adı önemli değil” demişti ve ne yazık ki de öyle olmuştu ve ancak ve de sadece devrimci bir grup tarafından protesto edilmiş idi, lakin genel manada genel “hop sen kim oluyorsun da böyle laflar ediyorsun” dememiş idi… Şimdi Kadri Gürsel bir başka iş adamı Erdoğan Demirören’in “Türkiye ancak otoriter rejimle kalkınır” dediğini aktarıyor. Benim için sürpriz mi bu kelamlar, zinhar değil zaten en iyi bildiğimiz işlerden sayılır bu kabil değerlendirmeler… Sermaye ne istiyor, neden istiyor, sermaye istediği ortamın oluşması için ne tür siyasi faaliyet ve girişimlerde bulunur, sermaye kâr için gözünü budaktan esirger mi, vs vs. Bunlar gayet sarih, gören gözlere, duyan kulaklara ve orta karar çalışan beyinlere…

Kadri Gürsel; Erdoğan Demirören ile ilgili anılarında ilaveten “Görüşmemizin bir anında, öylesine, durup dururken, gözlerimin içine bakarak, “Ben hayatımda hiç kitap okumadım” dedi. Bu sırada yüzündeki bulanık tebessüm değişmedi. Neden hiç kitap okumamış, okumamışsa niçin okumamış, anlatmadı ve bu okumamışlık halinin hayatına bir faydası olmuş mu, onu da söylemedi.” diye aktarıyor… Adamlar çözmüşler işi, okuma, düşünme, biat et zengin ol… Güç sahibi olmak bilgi sahibi olmak değil ki, güç sahibi olmak para sahibi olmak demek, paran varsa gücün var, bu muhteremlere göre… Sonra tutarsın birkaç danışman, çözersin işi… Allah bu muhteremleri dinden imandan ayırmaya, ne diyeyim…

Güç ve para dediklerinde hep aklıma basit ve ilk öğretilen fizik formülü gelir, bu muhteremlerin davranışından mülhem… Bilindiği üzere, daha ilkokul ya da ortaokul sıralarında, öğrencilere; “Güç = İş / Zaman” diye bir fizik formülü öğretirler… Hani, gücü ya da işi zaman ile ilişkilendirip tarif etme, somuta indirgeme ve daha anlaşılır kılma adına… Burada, günlük hayatımızda çok kullanılan tarifler üzerinden mezkûr formülde küçük yer değiştirmeler yaparak, daha da kolay anlaşılır ve derdimizi ve meramımızı ifade ederiz ya… Kolayca bilineceği üzere günümüz insanının ne yazık ki ittifakla kabul ettiği, birkaç hipotez vardır, bilgi=güç, zaman=nakit gibi… Şimdi bunu, mezkûr formülde yerlerine koyarak, yani güç eşiti bilgi, zaman eşiti nakit şekli ile, “Bilgi = İş / Nakit” haline dönüştürelim. Yine öğretilen gerekli değişikleri yaparak (çekerek), “Nakit = İş / Bilgi” formülüne ulaşılır… Artık buradan ne anlaşılması gerektiğini uzun uzun anlatmaya gerek yoktur sanırım, bilgi ne kadar az ise, nakit o kadar çok olacaktır, yani bilginin fazla olması hiçbir işe yaramıyor, yani bilgisizlik daha önemlidir, açıkçası bu yaklaşıma göre bilgiye de gerek yoktur… Görüldüğü üzere ne kadar az bilgi o kadar fazla güç yani nakit… Yaşasın “bilgisizliğin gücü”…

Moda ya uygun; “Cahilim ama para (güç) bende…” sözü edilir ya, tam da durum bu. Bir tarihlerde bu ülkede Başbakanlık, Cumhurbaşkanlığı yapmış, Turgut Özal’a soruyorlar; “kitap okur musunuz?” sorusuna “ben sadece redkit okurum” diye cevap veriyor ya, konunun manasına tam uygundur. Bilindiği üzere 1978 seçimlerinde İzmir’den milletvekili adayı olur, hem de 1. sıradan ama millet kendisini milletvekili yeterliliğine haiz görmez ve seçmez lakin kısa bir süre sonra 12 Eylül askeri darbesi ile önü açılır, peki ön neden açılır, çünkü akıl kapalıdır, akıl angajedir ve biat etmiştir, sırası ile başbakan ve cumhurbaşkanı yapılır. Aynı dönemde parlar Demirören’in durumu, Kadri Gürsel anılarında anlatır, mezkûr zatın yanaşmalığını…Dönem itibari ile utanılmasa; “bilgi batılılar tarafından zaten üretiliyor, neden biz de üretelim, hazırını ithal ederiz daha ucuz olur” açıktan ilan edilecek ama Allah var yine de utanılıyor, uygulanıyor ama itiraf edilmiyor. Gerçi lafı bu keskinlikte söyleyince de kimse kabul etmiyor hatta kızıyor ya da üstüne alınmıyor ama bütçe yapma kudretinde olan muktedirlerin kavli beladan beri bilim üretimine ayırdıkları bütçelere de bakınca, sırları dökülüveriyor hemencecik. Nedense bilim ve bilgi hep, hotzot ile iktidar sürdürmeye niyeti ve eğilimi olanlara uzak durmuştur ya da bu kabil muktedirler bilim ve bilgiyi kendilerinden hep uzaklaştırmışlardır. Onlar için varsa yoksa hurafe, menkıbe, safsata vs. vs. Tam bir bekçi Murtaza, portresi ve şablonu…

Aaaa diğer taraftan; bilgi le donatılıp etik yoksunu hamurdan yoğrulmuşsa da, bir işe yaramıyor, ahlak ve etik ile edinilen bilgi, sahibine yarar getiriyor. Bu manada en önemli anı da şu oluyor. Görüldüğü üzere adam olmak kolay değil, olmamak ise çok kolay. Almanya’da bir lise müdürü, her öğretim dönemi başında, öğretmenlere şu mektubu gönderirmiş. “Bir toplama kampından kurtulanlardan biriyim. Gözlerim hiçbir insanın görmemesi gereken şeyleri gördü. Bilgi ile donatılmış ve iyi yetiştirilmiş mühendislerin inşa ettiği gaz odaları, çok bilgili doktorların zehirlediği çocuklar, işini iyi bilen hemşirelerin vurduğu iğnelerle ölen bebekleri, lise ve üniversite mezunlarının vurup yaktığı insanlar. Öğretimin çok iyi olmasından kuşku duyuyorum bu yüzden. Sizlerden istediğim ve beklediğim şudur. Öğrencilerinizin çok bilgili olmaları yanında, eğitimli ve vicdan sahibi iyi birer insan olarak yetiştirilmeleridir, bu yönde hiçbir çabayı esirgemeyin. Çabalarınız bu anlamda eksik olursa, öğrencilerinizin bilgili canavarlar ve becerikli psikopatlar haline dönüşmesi kaçınılmazdır. Matematik, tarih, kimya, din ve ahlak bilgisi, öğrencilerinizin daha iyi insan olmasına yardımcı olursa, önemlidir yoksa hiçbir önemi yoktur.”

 Bilginin ya da bilgili insan artışından beklenen, eğitilmiş kafa yaratmak, eğitimli kafanın, bilgi ile analitik düşünme kabiliyet ve marifetini arttırabilmektir. Yoksa yukarıdaki formül öngörüsü gerçekleşir, bilgi azaldıkça güç artar maazallah…

Kapitalizm; katmerli kazıklı ve kalitesiz, özensiz ve ahlaksız servise devam ediyor. Kapitalistler de sadece kârlarına bakıyor, millet te onlara avel avel bakıyor, bakışıyorlar… Konu dağıldı biraz ama toparlamaya yer kalmadı. Anlayan anladı diyelim anlayanlar da anlamayanlara anlatır, ihtiyaç oluşursa…

Pazartesi, Ağustos 12, 2019

BADİLİ HASAN


Çeşme Çarşıdaki restorasyonu birkaç yıl önce tamamlanmış “Kilise gölgesinde oturup gelene geçene selam verme” sorumlusu diye adlandırdığım bir grubun üyesi idi “Badili Hasan”, yerli olmamız hasebi ile bizden büyük olmasına rağmen dostluğumuz hep olmuştur, Çeşme’ye kesin dönüş yapmam ile birlikte, nerdeyse her gün, mezkûr grubun muhabbetleri hep olurdu kilisenin gölgesinde, bazen Sakız Ağacı, diğer gün Sakız Adası, diğer bir gün balıkçılık üstüne, ama her gün değindiğimiz bir farklı başlık olur idi, Hulki’nin Sineması başlıklı yazımı yazarken, gerekli bilgiler için başvurduğum kişilerden biri idi, her gün usanmadan ama muzipliği de hiç aksatmadan sık rastlanılmayan ismi olan yeğeninin ismini bana sorar dururdu…Hey gidi koca “Badili Hasan”, bir gün bizim grubun müdavimlerinden Mümin’in hiç beklenmeyen vefatı üzerine bizim muhabbetlere katılmak isteyenlere, “aman buraya oturma, aman burada muhabbete katılma, Azrail buralarda dolaşıyor, sen daha gençsin var git” uyarısı yapması, şimdi kendisinin vefatı üzerine en çok anımsadığım acımtrak şakası olarak aklımdadır. Bazen yakaladığı, bazen de satın alarak burada satmaya çalıştığı balıklara, çarşının arsız ama sevimli kedilerinin musallat olması ve bizim kedileri kovalamamız üzerine, kolay kolay her insandan, hele de günümüz insanından hiç beklenmeyen, “satın aldım, para verdim” gibi düşüncelere takılmaksızın, kedileri besliyor olması, taa ruhunun derinliklerine nasıl bir insanlık ve paylaşımcılık sindiğinin en önemli göstergesi idi, tabii ki benim için… Hele sokakta, sıkıntılı olan kedi ve köpek mi gördü, telefona sarılarak yeğeni Veteriner İsmail’e (Ekmekçioğlu) yaptığı emrivakiler ile tedavi yapılmasının temini yok mu idi, anlat anlat bitmez… Değme “hayvansevere” bedel ama sessiz, sakin ve çok samimi yaklaşımı, hele “ekmek parası” olan balıkları bile kedilerle nasıl içten paylaştığını görmeden, ben kime, nasıl anlatabilirim bu halları… Ve nereden bilebilirdik, şakadan öte, gerçekten Azrail’in hemen yakınlarımızda dolaştığını, Badili’yi kolladığını ve Badili’nin bunu şaka yollu da olsa hissettiğini, maalesef bir “Midilli Adası Seyahati” planı için gittiği İzmir’de, ve de ne yazık ki şekerden (diabet) bir hayli azalan görme kabiliyetinin cilvesi neticesi yoğun taşıt trafiğinde karşıdan karşıya geçer iken, belli ki uygun yerden de olmamış bu geçiş,  kendisini kaybedeceğimizi… Evet; Badili Hasan, Balıkçı Hasan, Büyük Kaptan Hasan’ın torunu ve İsmail Kaptan’ın oğlu, artık aramızda değil, şaka yollu ve en kötü kelimesi “hadi oradan be serseri” ifadesi artık öksüz, ve biz onun az ama öz konuşan halini özleyeceğiz. O da artık, yaşlanmayanlar sınıfına terfi etti, hep bu yaşı ile hatırlanacak… Balıkçı Hasan, bu fani dünyada “balık mevsimini” ebedi olarak kapatan dostumuz, inanıyorum ki Cennet’in berrak ve coşkun derelerinin kenarında balıkları izliyordur, şimdilerde…

Badili Hasan, abisi Kaya ve arkadaşları Tapıştı Yaşar ile; ortak sahibi oldukları Tirhandil teknelerinde uzun yıllar denize açılarak, sabahçı ve akşamcı ağlar atarak, voli yaparak, paragat atarak, denizi tahrip etmeden, denize hoyrat davranmadan, sadece denizin kendilerine sunduğunu tutarak ya da yakalayarak, amatörce ama denizi severek balıkçılık yaptılar. Yeke tutarak, denizin tuzunu sürekli dudaklarında ve yüzlerinde hissederek, denizde yakaladıklarını, karada geçime çevirerek, kimseye minnet etmeden yaşamlarını sürdürdüler, geride kalanlara örnek oldular, geride kalanlar onları örnek alırlar mı, orası da çok bilinmez… Balıkçı denizde iken, içinden konuşur, içinden ama direk denize ve kendisine vermeye hazır oldukları ile konuşur, yanlarındakiler pek anlamazlar bu konuşmaları, onlara bir mırıltı gelir sadece, çünkü deniz ve deniz avı gevezeliği kaldırmaz, dikkatsizliği kaldırmaz, hülasa ciddi hatta çok ciddi iştir… Gevezelik, çok konuşma karaya ötelenmiştir, aslında yaşlılığa ertelenmiştir…

“Badili” direk kendisinin edinebildiği bir lakap değildir, babadan geçme ve de miras kalmıştır. Manası konusunda birkaç tevatür bulunmakla birlikle, muhabbetsever ve bal gibi konuşan manasında “bal dilli” ifadesinin zamanla kısalarak ve konuşma dilinde kolaylaşarak bu hale geldiği rivayet ya da kabul edilmektedir. Kimine göre de; “küçük” manasındadır, ama hem baba, hem kardeşlerin vücut büyüklüklerine bakınca, bu manada olsa bile ciddi bir ironidir, olsa olsa…

Ortak arkadaşımız, Sıtkı Cenger’den dinlediğim çok güzel bir anıdan da söz etmeden olmaz; “Badili Hasan abisi ile Sakız Adası yakınlarında, balık ağlarını atarken, muhtemelen bir karabatak ya da martı gelip akşam karanlığında, abisi Kaya’nın sırtına hızlı bir biçimde çarpar, kardeşinin vurduğunu zanneden abi ise, yekeyi kaptığı gibi, kardeşine girişir, gel de anlat durumu abiye… Tüm karşı çıkmaya rağmen abi epeyce hırpalar kendisini”. Durum sakinleşince sonradan anlaşılır ama iş işten geçmiştir, gayri… Hele bir defasında, bir Alman’ın bozulan teknesinin motorunu yaptırana kadar, evde misafir edilişinin bir hikayesi vardır, her misafirperverim diyene tam şümullü misaldir, vallahi… Bir de komşusuna ödünç verilen bir “eşek” hikayesi vardır, ama sonu hazin olup burada anmaya gerek yok kanısındayım…

Geldik sona; şair Oktay Rıfat’tan bir şiir ile kendisini analım…

Denize vuran balıkçı
bir aynadan döner bize
yüreği rüzgara göre
mintanı yamalı
ayakları çıplak
elleri güzel

denize vuran balıkçı
kuşu yıldızı getirir bize
kabuklu böcekler ve yosun
bırakır sepetini küpestesine
denizde pupa yelken günümüzün
geceler kısacık gündüzler uzun

Cumartesi, Ağustos 03, 2019

TUFAN KAPTAN


Baba, kimselerin bulunmadığı kasabanın meydanın küçük çocuğa kızıyor, bağırıyor hatta birkaç ta tokat vuruyor, çocuk iki göz iki çeşme, hüngür hüngür ağlıyor. Derken, karşıdan Banka ile Hükmet Binası arasından bir grup kadın kendilerine doğru geliyor, gerçi ne ağlayan çocuk ne de ona bağıran adam onların umurunda ama Adam hemen kendine çeki düzen veriyor ve “ne ağlıyorsun be çocuğum, neden, bak 25’i aldın, karnın tok, ne ağlıyorsun” diyerek, kızgınlıktan eser kalmayan bir ses tonu ile çocuğu sözde teskin ediyor. Burada kadınların bir anda belirmesi babayı nasıl ve neden yumuşatıyor belli değil, belki rezil olduğunu düşünüyor, belki ne kadar müşfik bir baba olduğunu göstermeye çalışıyor, belki çocuğa kızdığına pişman olup bir anda nedamet getiriyor, bilinmez. Bu yaşananlarda baba rolü, Çekirge namı ile maruf babamın arkadaşı, arkadaşımın babası, Mehmet Çınar, oğul rolü ise arkadaşım ömrünün büyük bir bölümünü “Kaptan” olarak tamamlayan arkadaşım Tufan. Babaya neden “Çekirge” lakabı verilmiş, bilmiyorum, ama kasabamızın geleneği gibi duran baba lakabı ile anılmaya devam etme, Tufan Kaptan’da pek oturmadı, Tufan futbolculuğu döneminde kendi lakabı olan “kedi” lakabını yarattı ya da aldı ve o lakap ile de yaşadı. Benden birkaç yaş büyük olmakla birlikte, çok erken yaşlardan başlayan dostluğumuz, uzun yıllarca fasılasız devam etti.

Tufan 70’li yıllarda Çeşme Ilıcada babasının çalıştırdığı Ilıca Termal Otelde yaz aylarında babasına yardım etmek amacı ile çalışırdı, mezkûr dönemde arkadaşlığımız daha da ilerledi, bende hemen yanındaki Dayımın çalıştırdığı Ankara Otelde yaz aylarında harçlığımı çıkarmak için çalışmakta idim. Dönem itibari ile, Ilıca Çeşme’nin en tanınmış ve en fazla turist ağırlayan bölgesidir ve ciddi miktarda da İzmirli yazlıkçılar vardır. Çok muhtemel geleneksel şifalı su terapisinden faydalanma kapsamında “termal su” merkezli bir yoğunluk gibi dururdu sanki. Geleneksel diyorum çünkü Çeşme Tarih okumalarında fazlalıkla görüldüğü üzere, geçen 2 yüzyıl boyunca özellikle de hafta sonları Adalardan şifalı sulardan faydalanma amacı ile gemi turları düzenlendiğini, bu nedenle çok eski dönemlerde Otel işletmeciliğinin başladığı bilinmektedir. Hele ki sonradan yıkılan ama hafızalarda hala dimdik duran “Topan Ilıcalar” efsanesi hiç tükenmeyecek olup yıkım kararı alanların ve yıkanların yakasını hiç bırakmayacak bir leke olarak durmaya devam edecektir. Yazlık sinemaları, sinema sonrası mutlaka uğranılan “kumru” büfeleri, büyük Turban Oteli nedeni ile yabancı turisti hiç eksik olmayan, şantiye evleri münasebeti ile de gerek İstanbul gerek Ankara ve gerekse de İzmir’in sosyetesinin arz-ı endam ettiği bir bölgedir, Ilıca. İşte böyle bir atmosferde arkadaşlık ettik Tufan Kaptan ile. Dönemin en meşhur otellerinden biri de şimdiki Ilıca Plajının Şifne yolu köşesindeki Balin Otel ve diskosu idi. Bir defasında çalıştığımız Otelden tanıştığımız kız arkadaşlar ile bu diskoya gidişimiz, gençliğimizin ilk süslü ve şatafatlı macerasının hatıralarını oluşturmaktadır. Sonra benim öğrencilik nedeni le Adana yolculuğumun bir miktar mesafe oluşturdu ise de bilahare Kıbrıs hattında çalışan Çeşme kökenli denizcilik işletmesine ait Ertürk adlı geminin kaptanlığı ile tekrar yollar kesişmiş idi, ama bu sefer güneyde. Güneyli faaliyetler sonra güneyli evliliklere kadar gitti.

İş olarak kendisine “Kaptan” olmayı seçmiş olması adeta dönemin efsane kadrosuna sahip “Çeşme Gençlik” futbol takımının kaptanlığını yapıyor olması ile başlamış bir tutku idi sanki. Tufan, efsane oyuncu kadrosu, efsane antrenör İsmail Denizli önderliği ve yönetiminde Çeşme Gençlik futbol takımının bölgesel amatör liglerde fırtına gibi estiği yılların oyuncusudur, kimine göre kesici kimine göre stoper kimine göre bek gibi isimlerle anılan iyi bir savunma oyuncusu idi döneminin. Dönemin tüm efsane oyuncuları ile arkadaşlığım ve Tufan Kaptanın takımdaşlığı son güne kadar devam etti. Takımın tüm oyuncuları ile olan arkadaşlığım ve dostluğum nedeniyle futbol oynamayı mahalle arasındaki saha dışına asla taşıyamamış birisi olmama rağmen Çeşme Gençlik antrenmanında bir çift kale maçta bana İsmail Denizli’nin torpili, oyuncularında hoşgörüsü neticesinde azıcık oynamama müsaade etmişler ve kısa sürede de saha kenarına gönderilmiş idim (aslında kovulma), gerekçe futbolu bilmemek, sakatlamaya yönelik faul yapıyor olmam, ama o kadro ile yaklaşık bir 10 dakika bile oynamanın şerefine nail olmuştum, bu da yeterdi. Bunun üzerine bende iyi bir seyirci ve taraftar olma konusunda irade beyan etmiştim. Büyük ölçüde Çeşmede bulunduğum sürede idmanları bile izlemeye giderdim, benim için büyük bir keyif idi. Bu vesile ile İsmail Denizli, Tokmak Ahmet, Somalı h-Hasan, Kedi Tufan, Ardızoğlu Latif başta olmak üzere tüm yitirdiğimiz arkadaşlarımızı hasret ile anarken halen görüştüğümüz Agili Ergun, Konsolos Nail, Kaleci Arif Çilek, efsane forvetler Mehmet Erküçük ve Şerif Gün olmak üzere tüm dostlarıma buradan selamlarımı iletiyorum.

Hey gidi koca Kaptan Tufan, neler var neler hafızamda, seni ve seninle ilgili olanları anlatmak ve yazmak üzere, 70’li yıllarda zor bela temin ettiğimiz Drahmileri verip bize Sakız Adasından kot pantolon (bluejeans) getirmelerini mi, Sakız adasından damla sakızı getirmelerini mi, Kıbrıs’a çalıştığın dönemde Silifke’de tesadüfen karşılaşmamızı hemen inanılmaz içtenliğin ile haydi arabanı da yükle seni Kıbrıs’a götüreyim demeni mi, Adana’dan evli olman nedeni ile Adana’ya gelince ziyaretlerini mi, son dönemde Sakız Adasında kalışlarını mı, neler neler…

Bir süredir ortalıklarda görünmeyince kardeşi arkadaşım “Çekirge İbo’ya” sorunca, öğrenmiştik acı gerçeği, cağın belası rahatsızlığa düçar olduğunu ve hızlı ilerleyişini, bu nedenle artık evden dışarıya çıkamadığını… Ve ne yazık ki bu bilgiyi aldığımızdan çok kısa bir süre sonra seni kaybettik ve o gün son uğurlayışta tüm sevenlerinin ve dostlarının hatta azıcık dahi olsa tüm tanıyanların ve de Çeşme Belediyespor’un tüm faal ve eski yönetici ve  sporcuları ile uğurladık seni, kimimiz kahrolarak, kimimiz ağlayarak, ama kalbimize gömerek…

 

Pazar, Temmuz 28, 2019

KÖSEM

Birkaç yıl önce gazeteler haberi şöyle veriyordu; “Van'ın Gürpınar ilçesinin Topyıldız Köyüne bağlı Yapraklı Mezrası yaylasında, sarp kayalık bir bölgede otlayan koyun sürüsü, uçurumdan atlayıp telef oldu. Kayalık bölgede otlayan sürüdeki bir koyun uçurumdan atlayınca, sürüdeki 500 koyun da peşinden atladı. Peş peşe 20 metre yükseklikteki kayalıktan atlayan koyunların hepsi telef oldu.”

Merak ettim, hayvan psikolojisi üstüne sordum soruşturdum, koyunların, akıl, izan, sosyal davranış, sürü davranışı, bireysel davranışı üzerine ciddi bir şeyler bulamadım, üzgünüm. Lakin bu arada eşeklerin develeri nasıl çekip çevirdiğini, eşek liderliğine develerin biatını ve bu manadaki devamlılığı üstüne epey bilgilendim. Lakin bunlar konumuzu oluşturmadığından buraya fazlaca takılmayacağım.

Evet, konumuz koyunların sürü psikolojisi ile davranışlarının araştırılması sürecinde “Kösem koyun” (kösemen) adlı bir kavram ile karşılaştım. Öncelikle Kösem koyunun sözlüklerdeki karşılığına baktım.

Türkçemizin etimolojisinin başyapıtlarından sayılacak Nişanyan Sözlüğü ile başlayalım;
Tarihçe (tespit edilen en eski Türkçe kaynak ve diğer örnekler)
[ anon., Câmiü'l-Fürs, 1501]
nehāz [Fa.]: Erkeç, yaˁnī keçinin erkeği (...) ve kösem ki koyunun önince yürür.[ Ahmed Vefik Paşa, Lehce-ı Osmani, 1876]
kösem, kösemen: Kavgacı koyun ve keçi (...) Türkīde kösen, aygır ve kösemen manasına.

Köken
Türkiye Türkçesi kösen veya kösem "sürünün önünden yürüyen koç" sözcüğünden Türkiye Türkçesinde +mAn ekiyle türetilmiştir. Bu sözcüğün kökeni belirsizdir.
Türk Dil Kurumu (TDK) sözlüğü ise;
a. hlk. Kösemen: Kösem koyun.
b. Çobana alışkın ve sürünün önünde giden dört yaşında keçi, ya da koyun.
c. Sürünün önünde giden koç, kösemen
d. Kılavuz, yol gösteren, rehber.
şeklinde gösterilmektedir.

Buradan da kolayca anlaşılacağı üzere; Van’da uçurumdan atlayan koyunların başlarındaki/önlerindeki kösem koyuna biat etmelerinden kaynaklı bir intihar söz konusudur. Koyunlar normal düşünebilseler, başlarına neler gelebileceğini görebilseler bu sonuç asla ve kat’a yaşanmazdı… Ama Kösem ve sürü koyunları ilişkisi her daim böyle sonuçlanır, bundan kaçış olmaz, olamaz… Şüphesiz şimdi akla neden çobanın bu intihar sürecinde aktif rolü olmamış ve zavallı koyunlar telef olmuş sorusu gelmektedir. Oysa araştırılınca görülüyor ki; Çoban burada sürüyü yönetme konusunda en büyük yardımcısı konumundaki Köseme fazlaca güvenmiş, kösemin bir delilik yapacağına ihtimal vermemiş ya da böyle bir sonuç akla hiç gelmemiş… Çünkü Çoban ve Kösem arasında yönetsel manada tam bir mutabakat var, kösem iyi eğitilerek ve öğretilerek donatılmıştır. Yani aslında Çoban sürüyü tek başına yönetmez öyle zannedildiği gibi değildir, sürü içinden yardımcıları vardır, ilk ve baş yardımcı kösem koyundur, kösem koyun çoban tarafından özel bir ilgi ile sevilir, okşanır, yemlenir, yemlemede ayrıcalıklıdır, öyle ayrıcalıklıdır ki bazen yem dışında şeker ile bile beslenir, kösemde bu özel ilginin karşılığını adeta mağrur bir lider edası ile sürünün önünden giderek gösterir. Sürünün hareketi ise tamamen bir hiyerarşik nizam oluşturur, en önde kösem, hemen arkasında sürünün güçlü koyunları, onun arkasında ise, yavaş hareket eden, nispeten zayıf ve cılız olanlar ile aksak, topal vs gibi sorunları olanlar sıralanır. Gerçi kösem için bazen kurt ve çakal gibi hayvanların saldırılarında, ki cepheden saldıran bu hayvanların ilk hedefi olma gibi bir risk vardır ama bu konuda köpekler iyi rol alırlarsa bundan da yırtar, ancak ilk saldırıda hedef olmaktan kurtulur ise sürü, geriye dönerek kaçmaya başlar ve maalesef yine geride kalan, hareket kabiliyeti az olan, aksak, cılız, topal koyunlara olan olur. Kösem koyun salhane merasimlerinde bile en öndedir, orada da kesilecek koyunların salhaneye tıpış tıpış girmesine ön ayak olur, gerçi önünde sonunda sıra kendisine de gelir ama artık orası tam manası ile kendisi adına çaresizlik noktasıdır, eee ne de olsa sürü kalmayınca köseme de ihtiyaç kalmamıştır. Sürü sürülüğünü sürdürür iken bu en önemli yardımcılık ve peşine takılanları kandırma görevini ifa eden kösem, çoban tarafından, şefkat, özel beslenme, özel muamele, haddinden fazla okşanma ile taltif görecektir elbette, bu ayrıcalık kösemi keyifli bir yaşam sürmesi konusunda taaa emekliliğe kadar uzanacak, sonuçta da eceli ile hayatı son bulacak bir süreç gibi yanıltacaktır lakin ömür mezbahada nihayetlenecektir kaçınılmaz olarak… Ama artık koyunlarda, kösemin peşinden uçuruma atlamayacaklarına dair ders almış görünmektedirler, en azından benzer bir vaka bir daha yaşanmadı, darısı diğer hayvanların başına, inşallah.

Çobanın sürü içinden olduğu gibi dışından da yardımcıları olacaktır, onlar sürünün kendi cins ve ırkından olmayan köpeklerdir ve sürünün zapt-ı raptının garantisidirler. Gerçi dış saldırılara da karşı koymak için eğitilmişlerdir ama asli görev yoldan ve hizadan çıkan, sürünün ahengini bozan koyunlara yöneliktir. Müesses nizam bu manada sürer gider ve öyle de görünüyor ki gidecektir de, bu doğru mu yanlış mı, ben bilemem, ben sadece gazete haberi üzerine merak neticesinde öğrendiklerimi paylaşıyorum…

Görüldüğü üzere kösem için yazılan rol, ya da iş tarifi; Çoban tarafından sürünün, gözlenerek, gözetlenerek, beslenmeden, barınmaya kadar adeta kaderinin tespit ve tayini mucibince çobanın himmet, hikmet ve iradesinin sürüye yansıtılmasından ibarettir.

Yalnız bu kösemin kelime olarak “Kösem Sultan”daki kösem ile bir ilgisi var mı, bilemedim, lakin alaka olmaması gerekir diye düşünüyorum.

Yazıyı, koyun metaforu ile koyunluğu harika betimleyen Nazım Hikmet ile taçlandıralım.

bir değil,
beş değil,
yüz milyonlarlasın maalesef.
koyun gibisin kardeşim,
gocuklu celep kaldırınca sopasını
sürüye katılıverirsin hemen
ve âdeta mağrur, koşarsın salhaneye.
dünyanın en tuhaf mahlukusun yani,

 

Pazar, Temmuz 21, 2019

KAHVE


Kahve insanoğlunun keşfettiği en enteresan bitkidir, kimi sabah, kimi akşam, kimi aç karnına, kimi tok karnına, kimi köpüklü, kimi köpüksüz, kimi telveli, kimi telvesiz, kimi sütlü, kimi sade, kimi sessizce, kimi höpürdeterek, kimi fal için, kimisi zevk için, kimi sabah erken kendine gelmek, kimi akşam geç saatlerde sindirim kolaylaşsın, kimi sinirlenince, kimi sakinleşince, kimi sıcak, kimi filtre ederek, kimi telvesinin sonuna kadar, kimi soğuk ve buzlu, kimi kafeini için, kimi kafeinsiz, kimi mistisizm, kimi çağdaşlık, kimi kahvaltının ayrılmaz parçası, kimi içki sonrası likör ile zevkin doruğu için, kimi fincanda, kimi çay bardağında (süvari-tarsusi), özetle kimi ayılmak, kimi bayılmak için içer görünüyor, tam da bu yüzden enteresan bitki oluyor zaten.

Kahve; Arapça kökenli bir kelime olup, “Coffea arabica” denilen kök boyasıgillerden, sıcak iklimlerde yetişen bir ağaç ve mezkûr ağacın meyve çekirdeği ve bu çekirdeklerin kavrulup uygun değirmenlerde çekilmesiyle elde edilen toz ve de bu tozdan farklı usullerde hazırlanan içecektir. Arapçada “bün” adı verilen kahve bitkisinin bu çekirdeği, mezkûr dilde ilk ne zaman kullanıldığına dair bir ize rastlamak mümkün olmamakla birlikte kullanımdaki ilk anlamlarının iştah kesici manasında “kahy” olması hasebiyle bugün kahve denilen içeceğe bu adın “ehl-i keyf” kimselerce verildiği de rivayet edilmektedir, bazı kaynaklarda. Ancak ciddi kaynaklarda; Kahve ağacının ilk keşfedildiği yer olan Habeşistan’ın “Kaffa” yöresinin Arapçadaki karşılığı “gahwah” kelimesinin önceleri keyif veren içecek veya şarap benzeri bir içecek olarak kullanılır iken, bugünkü terkibini 14. Yüzyılda kazanmış olduğu belirtilmektedir. Avrupa’da; cafe, caffe, koffie, coffee, koffie, kaffee gibi adlar almış olmakla birlikte Türkçemize de “kahve” olarak yerleşmiştir.

Kahve’nin anavatanı olan Habeşistan (bugünkü Etiyopya) olup, ülkenin yüksek yaylalarında yetişmekte ve önceleri yerli halk, doğal olarak yetişen yabani kahve bitkisinin tanelerini un haline getirip bir çeşit ekmek yapar iken, meyvelerini ise tıbbi amaçlı kaynattıktan sonra suyunu içmek suretiyle kullanarak ve "sihirli meyve" olarak adlandırıyordu. Kahve, keyf vermesi yönü ile ünlenince hızlı şekilde Arap Yarımadası'na yayılır ve yaklaşık 300 yıl boyunca Habeşistan'da keşfedilen yöntem ile içilmeye devam edilir. 14. yüzyılda ise yeni bir keşif ile kahve çekirdekleri ateşte kavrulup, un haline getirilmek sureti ve elde edilen unun kaynatılarak içimine başlanır.  Yemen, Arabistan, Mısır ve derken Türkiye ve oradan Avrupa kapıları önünde açılır. Yani “kahve Yemen’den gelir”, muhabbeti biraz tarih kısaltması ile elde edilmiştir, görüldüğü üzere…

Osmanlının Mısır’ı topraklarına dahil etmesi ile artık kahvenin de İstanbul yolculuğunun önü açılır. Saray mutfağının itibarlı ve tercih edilen içeceği olarak hemen sahne alır, tıpkı tüm diğer önemli yiyecek ve içeceklerin başına geldiği gibi, önce saray, sonra ayaktakımı… Sarayda büyük ilgiye mazhar olması hasebi ile saray hiyerarşisine “kahvecibaşı” diye bir makam veya rütbe ihdası gerçekleşir. Padişahın ya da bağlı olduğu devlet büyüğünün kahvesini pişirmekle görevli olan “kahvecibaşı”, sadık ve sır tutmasını bilenler arasından seçilir hatta Osmanlı tarihinde kahvecibaşılıktan sadrazamlığa yükselenler bile olduğu yazılır. Sarayda başlayan yolculuk, önce konaklara ve oradan da evlere ve sokaklara yayılır ve ahalinin sevgisini kazanır, artık kahve içmek bir statüdür, devr-i Osmani’de… Kahvehaneler de sahne almıştır, kahve hazırlama da gelişim gösterir, çiğ kahve tanecikleri, özel tavalarda güzelce kavrulan kahve çekirdekleri, dibeklerde ehven şekilde dövülür ve cezvelerde kömürde pişirilir hale gelmiştir. Bu bağlamda, ilk kahvehane İstanbul Tahtakale’de 2 Suriyeli Arap tarafından 1544 açılmış. Zaman zaman kahve haram olduğu gerekçesi ile yasaklanmış olmasına rağmen, kahve saltanatı genel manada hiç sarsılmamıştır. Ticaret için İstanbul’a gelen Venedik tacirleri, kahveyi Avrupa’ya taşır, önceleri sokak satıcıları tarafından satılan kahve, kahvehane saltanatına önce İtalya, sonra da sırası ile Paris ve Londra’da erişir. Kahvehaneler; kısa sürede sayıları hızla çoğalır ve diğer pek çok ülkede olduğu gibi özellikle sanatçıların, öğrencilerin ve her kesimden halkın bir araya gelerek sohbet ettikleri en gözde mekanlar olur. Türk Kahvesi, Mırra, Espresso, Cappuccino, Caffe Lungo, Caffe Americano, Ethipion Yırgacheff, Santos, Sumatran, Supremo, Wiennese, Macchiato, Caffe Latte, Latte Macchiato, Mocha Viennese, Filtre Kahve, French Press, Cafe au lait gibi çeşitli şekillerde hazırlanıp sunulan kahve, muhabbetlerin önemli bir parçasını oluşturmaya devam etmektedir

Başta Hollandalılar ve Fransızlar olmak üzere Avrupalılar dünyanın çeşitli yerlerinde kahve plantasyonları kurarlar, Endonezya, Doğu Hint Adaları derken, Brezilyalılar kendi çabaları ile bu işi geliştirirler, 1800’li yılların başında yaygın üretime geçilir ama ne geçiş ve geliştirme artık dünya hakimiyetini ele geçirecek kadar.

Diğer taraftan, dünyanın en pahalı kahvesi olarak bilinen Kopi Luwak, bilindiği üzere “Paradoxurus” adlı bir tür misk faresi sadece kahve çekirdekleri ile beslenir ve yedikleri bu kahveleri dışkıları ile dışarı atar, daha sonra işlenen kahveler paketlenerek dünyaya ihraç edilir. Bir de canım yurdumda kahvenin yokluğu dönemlerinde keşfedilen ve şimdilerde yeniden mode olan “menengiç kahvesi” vardır, dar günlerin eğlencesi kabilinden… Kahveye nohut ilavesi edilerek yapılan sahtekarlıklar da vardır canım yurdumda, ama neyse ona girmeyelim...

“Bir fincan kahvenin, kırk yıl hatırı vardır” gibi müthiş derinliği olan bir laf yarat ama müthiş bir küskünler toplumu oluştur, bu da canım yurdumun insanına nasip olmuştur, bu ne tezattır, rabbim. Kahveyi konu alan, “bana kara diyen dilber, ağalar, beyler içer kahve de kara değil mi?” Karacaoğlan’dan harika bir şiir bile bulunmaktadır. “Kahve Yemenden gelir” diye yine kahveye dokunan bir Urfa türküsü de vardır. Bu konu üstüne yazdığım bilgilerin çoğu tur rehberi kardeşimiz, Gökhan Gelibolu’ya ait, kendisinden bu ve başka konular üstüne çok şey öğrendik, sağ olsun… Laf çok ama yer bitti…

Cumartesi, Temmuz 13, 2019

BAYRAM ABİ


Biz karpuz kabuğu denize düşsün diye bekler iken, Kasım Hoca’nın oğlu, babamın arkadaşı, çocuklarımın Bayram Dedesi, Bayram Abim; yaz, kış, soğuk, rüzgârlı, fırtınalı, yağmurlu tefriki yapmadan, her sabah yaklaşık 1 saatlik yüzmesini gerçekleştiriyor. Yüzme disiplininin, hayat ve yaşam disiplinine evrilmesini her daim konuşma ve edasından kolayca görülebileceği Bayram Abi, herkes ile bir iletişim kanalı tesis edilebileceğinin örnek teşkil ettiği ilk insanlardandır, nezdimde. Arkadaşım Cumhur’un babası, uzun boyu, kara yağız ve atletik vücudu ve fazlaca güleç olmayan yüzü ve de yaşananların her birinden yeterince ders çıkarmış edası ile susarak “sus ki derviş bellesinler”, konuşarak “Konuşma, aklı kullanma sanatıdır” sözleri mucibince sözün ilaç gibi, gereğince sarf edilince faide, gereğinden fazlasının hasara sebep olması düsturunu ispatlamaya çalışırdı. Kendisini bu veçhe ile değerlendirenlerin başka anlam, değerlendirmeyenlerin ise daha başka anlamlar yüklediği eda, kendisini seven bizler için adeta bir “sireti surete yansımanın” canlı örneği idi. Bilginin derinliğinden alınan feyz’in nasıl olması ve nasıl olabileceğinin en önemli abilerindendir Bayram Abi… Bilgi sığlığının bilgi derinliğine nasıl dönüşebileceğinin ender örneklerindendir ve başkalarına nazire, bilgi edinebildiği kadardır düsturu şahsında tezahürdür vallahi. Öyle ne olur, böyle “abi” her yerde vardır yaklaşımını devam ettirmeyelim, onun kuşağının ve de özellikle kendisinin aleyhine bir durum oluşturması hasebi ile ciddi bir haksızlık oluşturacağı da aşikardır.

Çiftçilik ve hayvancılık ile uğraşır iken, Arka Deniz’in (Altın kum) başta ve ağırlıklı Almanlar olmak üzere tüm yabancılar tarafından keşfedilmesi ile yepyeni bir dünya çıkar önüne, işin hiç de kolayına kaçmadan, asli işini savsaklamadan, önüne çıkan yepyeni dünyada, kendine düşen rolü iyi oynamanın peşine düşer, rolünü oynar ve iyi hatırlanır olarak rolünü tamamlar. Çiftlik Köy’ün en önemli hayvan yetiştiricisi bayağı geniş bir ailenin çocuğudur, Balkan göçmenidirler, yeni vatana iyi ve sıkı tutunanlardandır. Artık yeni vatan burasıdır, burada başarılı olmak vardır kaderin dayatması olarak, Balkanlarda bıraktıkları kadar olmasa bile genç Cumhuriyet kendilerine ev, tarla ve arsa tahsis etmiştir. Bildikleri hem de iyi bildikleri, tarım ve hayvancılık burada da devam ettirilecektir. Başta buğday olmak üzere, arpa, yulaf, mısır, anason, tütün, kavun ve karpuz, başta koyun olmak üzere her türlü küçük baş hayvan yetiştirilecektir. Köyün, miktar olarak amca çocuklarınla adeta yarışırcasına bir büyüklükte koyun ve keçi sürülerine ulaşılır, Çeşme’nin timsali olacak, başta “Sakız Koyunu” ve “Malta Keçisi” olmak üzere sahip olunan sürüler dağda, bayırda serbest olarak otlatılır ve yayılır idi, dağda bayırda küçük kardeş Eşref ile zaman zaman yollar kesişir, kendi imalatları güzelim peynir ve ekmeklerden oluşan azıklardan birlikte karın doyurulduğunu da hatırlamaktayım. Ticaretin bu yaygınlığa ulaşmadığı dönem olması hasebiyle üretimin yerele ve özele hitabı söz konusudur ve kendin üret kendin tüket ağırlıklıdır adeta.

Bayram abi; neredeyse tüm akranları gibi, öğretimi ilkokulla sınırlıdır, ancak azmi hiç tükenmeyecek kadar geniştir, kendisine açılan yeni dünyanın farkındadır, içinde bulunduğu dar ortamı genişletme karar ve azmindedir. Mezkûr dönemin ve yerin mutat ziyaretçileri Alman Hippiler olunca, “Almanca” öğrenmek ve yaşamı bir seviye daha arttırmak kararı kendiliğinden oluşur, kısa zamanda Almanca öğrenilmiş ve Çiftlik’in ilk turizmcisi “Ayran Dayı” ve Altınkum’un ilk işletmecisi Turgut’un yerine ilave gelir, “Baba’nın Yeri” … Artık bugünlerde Altınkum’un önemli işletmesinin temelleri o yıllarda atılmıştır işte. Bayram Abi; öğrenmeye ve gelişime açıktır, şekle çok yansımasa da öze işlemiştir bu haslet… Artık yurt dışı bağlantısı vardır bu Almancı kampingciler ve çadırcılar sayesinde. Peki sadece Almanca mı öğrenilmiştir, hayatı ve işi yönetecek kadar İngilizce ve Fransızca da vardır…

Sağlığında; Çeşme dışında çalışıyor olunca sadece tatil dönemlerinde görüşmeye başlamış idik, çocuklarımın adeta sevgilisi olan “Bayram Dede” deniz ve plaj denince sadece onun yeri akla gelir ve mutlaka oraya gidilir idi. Çocukların plajdaki haylazlığına verdiği inanılmaz hoşgörülü tepki ve tavrı ile çocuklarımın gözünde kolayca “dede” mertebesine ulaşmıştır. Şimdilerde tıpkı Kâmil Karagöz’ün oraya ayaklarım beni götürmüyorsa, Bayram Abinin oraya da götürmemektedir, onu kaybettiğimizden beri ancak birkaç kez gidebilmişimdir. Demek ki ben de kaybettiklerimin yarattığı ruh hali ile yüzleşebilecek cesaret yok. Bu da benim hallerim herhalde.

Daha dün gibi sanki; genellikle öğlen vakitlerinde geldiği Çeşme merkezde çalıştığım yere uğrar, ama 5 dakika ama 10 dakika mutlaka sohbet edilir, çay, kahve içilirdi. Gerçekleşen ya da gerçekleşmeyi bekleyen planlar, beklentiler, hedefler üstüne anlattıklarını dinleyince çok işler gerçekleştireceği izlenimi vermesine rağmen anladım ki “yeter” demesini bilen tarafı daha ağır basarmış, “onu da başkaları yapsın” fikriyatı kendisine ayrı bir dinginlik ve vakar hal katmış. Gerçi bu hal turizmde gelişmenin önüne geçmiştir ama tüketme ve yetinme konusunda olgun bir hal oluşturmuştur kendisinde, kendisine mütenasip olarak. Başkası ne der ne demez bilemem, ilgilenmem de benim taraftan budur Bayram Abi, ve de öyle kalacaktır hatıralarımda. Gerçi sadece Bayram Abi’mi böyle idi, nerdeyse tüm akranlarının istisnalar hariç hepsi benzer haslet ve özelliklerle dolu olduğunu biliyoruz.

Denize girişlerin “karpuz kabuğunun suya düşmesinin” beklendiği tarihlerdir ama onun için böyle bir şey yok demiştik ya, o ister kabuk düşsün ister düşmesin yüzerdi, gerçi şimdilerde 12 ay, her mevsim karpuz da bulmak mümkün ama.

Şimdi de cennettedir ve oradaki arka denizde, “Altınkum”da kulaç atmaya devam ediyordur, buradaki Altınkum’u seyrederek, inanıyorum… Bu vesile ile kendisini bir kez daha hayırlarla anıyorum… Cennet mekan Bayram abi…

 

Cumartesi, Temmuz 06, 2019

ODTÜ’YE EFELENMENİN HAFİFLİĞİ


1954 yılında ABD ile girilen ilişkiler çerçevesinde, başta Türkiye olmak üzere, tüm Ortadoğu’yu kapsar biçimde “şehircilik ve planlaması, bölge planlaması, konut sorunu” üstüne araştırmalar yapmak üzere Pensilvanya Üniversitesinden bir Profesör, BM’nin görevlendirmesiyle canım Yurduma gelir, araştırma ve incelemelerinin sonucunda geniş bir rapor hazırlar ve mezkûr raporda özetle Türkiye’de “mimarlık, mühendislik ve planlama” eğitimi verecek bir enstitünün kurulmasını önerir. BM (Birleşmiş Milletler) 1956 tarihinde yine Pensilvanya Üniversitesinden Holmes Perkins’i mimar, mühendis ve planlamacıları yetiştirecek, Türkiye Millî Eğitim Bakanlığına bağlı ve İngilizce dilde öğretim yapacak “Orta Doğu İleri teknoloji Enstitü”sünü kurmak üzere görevlendirir. Türkiye ve diğer Orta Doğu ülkelerinin kalkınmalarına katkıda bulunmak, özellikle fen bilimleri ve sosyal bilimler alanlarında çalışan yetiştirmek üzere kurulan enstitünün açılışından önce dönemin Milli Eğitim Bakanı Ahmet Özel “Meclise sunulan tasarının kanunlaşması sonunda enstitü, Orta Doğu'nun en büyük teknik üniversitesi hâline getirilecektir.” diyerek enstitünün bir süre sonra üniversiteye dönüşeceğini beyan etmiştir. Ve bilinen meşhur ve Canım Yurdumun yüz akı üniversitelerinden birinin temeli atılmış olur böylece. Kuruluşu ABD tarafından gerçekleştirilen, zaman içerisinde gerek akademik kadro gerekse de öğrenci kitlesi tarafından ABD’nin isteklerine aykırı sonuçların ortaya çıkmasına yol açan Üniversitenin, kaliteli bir öğrenimle donanmış ve zeki öğrencilerin mezuniyetleri sonrası ABD’nin eleman ihtiyacına cevap vermiş ise de, son tahlilde ABD Emperyalizmi karşıtı insanların kümeleştiği bir yer olmuştur. Günümüzde de genellikle mezuniyet törenlerinde “orantısız zeka” örneği pankartlarla fakülte ya da bölüm tanıtımı ile muhalefetine devam eden bir öğrenci hakimiyeti söz konusu olup takdire şayan bir karine i haldedir. Türkiye sağının dönemsel farklılıklar göstermesine karşın açık ve gizli gündemi ve hedefi hep ODTÜ olmuştur. Varsa yoksa ODTÜ, yıkalım dese biri hemen eline kazmayı alır bu güruh… Şüphesiz burada en önemli etken ODTÜ’nün temsil ettiği değerler, hala ve çok şükür ki Canım Yudumun muhalif yönünü öne çıkarır olması onu hedef yapmaktadır, bunu olumlamak ya da olumsuzlamak manasında demiyorum, bu bir tespittir. Canım Yurdumun muhalif yanını temsil etmesi hasebiyle de “ne yapılsa azdır” yaklaşımlı hedeftir, ÖTK’sı ile katılımcılık, birlikte yönetim, karar alma süreçlerine katılım gibi bazılarının söylemeye bile dili varmayan bir gelenek tutturmuştur ya…

Bazılarına göre muhalefetin kıblesini oluşturan ODTÜ; ününü, tarihe Vietnam kasabı olarak geçen, ABD’nin Ankara Büyükelçisi, lakabı Hanço (kasap) ve bir CIA uzmanı olan Robert Komer’in, Üniversiteyi ziyareti sırasında, büyük bir protesto gösterisine neden olmuştur. Komer’in Üniversiteye geldiğini gören devrimci öğrenciler, Komer’in arabasını ters çevirip, arabanın deposundan aldıkları benzinle, arabayı ateşe verirler. Bu eylem devrimci öğrenciler tarafından unutulmaz atfedilirken, eyleme katılanları da iyi saatte olsunlar asla unutmadılar, kanlı takip sonunda bir kısmı öldürüldü bir kısmı da hapis cezalarına çarptırıldı. 1975 yılında ise Hasan Tan’ın rektör olarak atanması ile muktedirlerin açıktan ve direk hedefi haline gelmesine, Hasan Tan yönetiminde şeytanın bile aklına gelmeyecek hile, hurda ve desise çevrilerek Canım Yurdumun gündemine oturtturularak yok edilmek istenişi ve devrimci-demokrat öğrenci ve akademik kadronun bir direniş destanı yazdığı dönemdir. ODTÜ-ÖTK önderliğinde verilen amansız direniş ve mücadele tarihteki yerini almış, yaşanan kayıpların müsebbipleri de unutulmamak üzere tarihe kaydedilmişlerdir. ODTÜ yurtlarının devrimciler tarafından üs olarak kullanılmasını bahane ederek çok çeşitli askeri operasyonların hedefi olmuştur aynı zamanda…Her zaman bir genel arama seferberliği düzenlenmiş, öğrenciler “polisin” aramalara katılmasına direnirken “askerin” aramayı sürdürmesine rıza göstermişlerdir. Çünkü yaşanan provokasyonların ve olayların sorumlusu olarak siyasi iktidarların yönlendirmesi ile emniyet güçlerinin çok büyük rolü olduğu düşünülmektedir, öğrenciler tarafından. Stadında “devrim” yazar ya bunu asla kabullenememektedirler, bu üniversitenin adı; Deniz, Mahir, Hüseyin, Sinan, Ertuğrul ile anılmaktadır ya, vur beline kazmayı, her daim suni gündemler ile hedef tutulmaya çalışılmıştır. Öğrenciliğimiz döneminde ODTÜ’den mezun olan kızların hepsinin bekaret sorunu olduğu, tuvaletlerin bile kadın-erkek ayrımı yapılmadan kullanıldığı, yurtlarda kadın-erkek bir arada kaldığı, ahlakın bitirildiği yer gibi gösterilmeye çalışılarak tarihe “kara propaganda” şaheserleri kaydedildiğini hatırlıyorum. Hatta bir yarışma programında “Ot Derleme Toplama Ünitesi” diye taammüden adlandırıldığını hatırlıyorum. Bu kabil yaklaşımlara zamanın başta Tercüman olmak üzere tüm basını bir şekilde açık ya da gizli destek veriyorlar idi.

Oysa adam gibi kampüs ve üniversite ile canım Yurdum ODTÜ ile tanışmıştır, üniversite sözcüğü de bilindiği üzere Latince “universus=tüm, genel” sözcüğünden “itas” sonekiyle türetilmiş ve genel manada evrensellik ifade etmektedir ama kimin umrunda.

Şimdilerde bakıyorum da; Uluslararası güçlerin yerli ve yeni mümessilleri, bazı kanaat önderleri, gazeteciler, ODTÜ devlete memur yetiştirir, plan yapan eleman yetiştirir, gibi aptallık şaheserleri dizmekteler. Tam teşekküllü “uzanamadığı ciğere mundar” deme hali… Ama emin olun ki dert sadece buradan hareketle, memleketini seven, istikrarlı kalkınmayı, adil paylaşımı hedefleyen herkesi hedef tutuyor bu gafiller. ODTÜ ye neden genellikle Solcu öğrenciler giriyor idi emin olunmalı ki oraya sadece zeki çocuklar girebiliyorlar idi neden solcu olmayanlar giremiyorlardı ve neden ancak 1980’lerin sonundan itibaren girebilmeye başladılar, iddialar çok açık, ancak sorular çalınmaya başladığı andan itibaren girebildiler

Tabip Odalarında, Mühendis ve Mimar Odalarında, Barolarda hep demokrasiyi, ileriyi, çağdaşlığı, muasır medeniyeti temsil söz konusu iken diğer esnaf ve sanatkârlar odalarında ise sağ temsiliyet söz konusu, bu bile bir kez daha; “Ben her zaman cahil halkın ferasetine güveniyorum” diyen profesörün iddiasının neden bu olduğunun kanıtıdır.

Cumartesi, Haziran 29, 2019

İSTANBUL YENİ HAVALİMANI


Seviyoruz büyük şeyleri ve sahip olduğumuz şeyleri büyütmeyi ve büyük şeylerle öğünmeyi, nereden ve nasıl peydahlandı bu zillet bizde bilemiyorum. Büyük olsun yeter… En büyük Klüp, en büyük Takım, en uzun ve geniş Yol, en büyük Plaj, en büyük Otel, en büyük Uçak, en büyük Havaalanı, en büyük Hastahane, en büyük Adliye Sarayı, vs vs… Gerçi konunun mazrufa rağmen hala zarf odaklanması itibariyle tamamen ve esasen psikologların bilgi ve ilgi alanına girdiğini biliyorum ama olsun yine de görüşlerimi yazayım diyorum. Küçük ama işlevi önemli diyenlerin sesi ne yazık ki büyük ama işlevi küçük diyenlerin yanında bir hayli cılız kalmaya başladı ve daha da kalacak gibi sanki. Tam da bu yüzden işleve önem veren biri olarak tavrımı açık koyacağım. Oysa bu büyüklükler hayatın diğer önemli alanları ile birlikte değil ise, sosyolojideki karşılığı nedir bilmiyorum ama bizdeki karşılığı görgüsüzlüktür, tıpkı ayranı olmayanın tuvalet safahatı üzre söylenen söz misali… Gelir paylaşımınız, yarattığınız ekonomik değer, ürettiğiniz saman, vs vs ile mütenasip durum oluşturmuyorsa havalimanınız, hastahaneniz, ne önemi var ki.

Geçenlerde ilk defa İstanbul’un yeni Havalimanını görmek lütfuna nail oldum, ilk izlenimim devasa bir alan, insanı kucaklamaktan ziyade ezen bir yapısı var sanki, vay be biz nelerde yaparmışız duygusu gark oluyor insanın yüreğine. Ne bir eksik ne bir fazla, tam da öyle. “Hayatın 10’da 9’u ticarettir” havası her hali ile yerleştirilmiş merkezine. Teknolojinin son imkanları ile üretilen her türlü malzeme kullanılmış, gerekli gereksiz, tıpkı Arap’ın malzemeyi bol bulması hali gibi, müteahhitin umurunda mı? Nasıl olsa, yatırım maliyeti, işletme maliyeti, para maliyeti, kâr hatta ayva var nar var misali, vs vs hepsi Euro ya da Dolar cinsinden yolcu sayısı ve işletme süresi münasebetinin münasebetsiz hesabı mucibince şahsi hesaba rücu edecek, sorun yok, kredi dersen Avrupa Bankaları kasalarında temerküz etmiş bu kabil paraları en yüksek “riba”dan pazarlama konusunda pek bir mahirdirler, kalü beladan beri. Geriye ne kalıyor, kocaman bir hiç, “derenin taşı ile derenin kuşunu” güzelce torbalarına indiriyorlar… Havalimanı devasa, doğru ama bu büyüklükleri aşmak için alan içinde bir yerden bir yere yolcu taşımacılığı için ilave araçlar kullanıyorsanız, “uzun lafın lüzumunu alakadar etmez” derler mazallah. Aman kimse çıkıp, efendim, Singapur’da ki havalimanında da bu kabil araçlar çalışmaktadır, bazı havalimanlarında raylı sistem bile var demesin, hepsine cevap var… Ama dedim ya, merkeze ticareti koy, bir kanattan bir kanata giden ablaların, abilerin gözü hep ticaretin üstünde olsun… Bu projenin ciddi öngörü hesap hataları ile diyeceğim ama dilim varmıyor, siz anladınız, yapıldığı ya da “fizibıl” olmadığı pek bir açıktır. Peki bu iddia doğru mu, eee basit “yolcu garantisi” faslından “beyt-ül mal”dan ne kadar ödeme yapıldığına bakılıyor olması yeterlidir, cevabı bulmak için. Durup dururken yüzbinlerce ağacın yok edilmesi, su havzalarının tahrip edilmesi, Bulgaristan hava sahasının lüzumsuz kullanılması, rüzgâr faktörünün göz önünde bulundurulmaması, şehre bağlantısının sadece otobüs ile yapılıyor olması gibi ilave olumsuz detayları yazmaya gerek yok sanırım.

Bir klasik daha gerçekleşti, görevde iken görevde kalabilmek adına susan, ayrılınca ya da işten uzaklaştırılınca konuşan bürokrat, hep olduğu gibi, gözünün önünde, hem de kendisi marifeti ile gerçekleştirilen “yanlışları” birden fark edip anlatmaya başlarlar ya; aha da bizim konumuzda, eski THY Yönetim Kurulu Başkanı Hamdi Topçu “Yerel’den Global’e THY’nin Yükseliş Dönemi” adlı bir kitap yazarak, o gün sustuklarını bugün konuşur hale gelmiş ya. Kitabı henüz okumadım ama okuma planım var ancak konumuzu ilgilendiren bölümü ulusal basında ziyadesi ile yer aldı. Yeni havalimanı planlamasında yer seçiminden başlayarak yapılan tüm tercihler ve oluşan büyük mali külfet için ne diyor Başkan; “THY’nin agresif büyümesi sonucu, Atatürk Havalimanı artan hava trafiğini kaldıramıyordu. Sürekli iyileştirmelerle durumu kurtarıyorduk. Havalimanında bir paralel pist ve ek bir terminal işi kurtarabilirdi. Üç alternatif hazırlandı. İki versiyonda THY yönetim binası ve cami minaresinin uçlarının yıkılması gerekiyordu. Kamulaştırmaya da ihtiyaç yoktu. Atatürk Havalimanı’na inen 100 uçaktan yaklaşık 70 kadarı dar gövde uçaklardı. Bu da 2030’a kadar ihtiyacı karşılıyordu. DHMİ tarafına “işin nasıl olmayacağını anlatın” talimatı verilmiş, katılanlar tembihlenmişti. DHMİ yeni bir pist yapılma maliyetinin 15 milyar doları bulacağını anlattı. Binali Bey’e “2 milyar doları verin yapayım (yeni pist) THY’de hatırı sayılır bir para kazansın” dedim. Binali Bey “Yeni havalimanının ilk bölümünü biz 2015’in ilk çeyreğinde teslim edeceğiz” dedi. Cemal Şanlı’da “Atatürk Havalimanı’ndaki iş de aynı sürede bitecekse, yeni havalimanı daha mantıklı dedi. “İmkânsız” dedim. Binali Yıldırım “Biz, Bakanlık olarak söylediğimizden önce bitiririz” dedi. Sn. Topçu görevden neden uzaklaştırıldığını bilemediğini, ama Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Bakan’a kırgın ve kızgın olduğunu bir şekilde tebarüz ettirmekte, anlaşılan o.

Burada, kim haklı kim haksız gibi bir tespit benim haddim de değil, harcım da değil lâkin geçenlerde uğradığım havalimanı üstüne aklıma gelen ve hissettiğim şeyleri yazayım dedim, mesela bir yerden bir yere gitmenin bir hayli zaman aldığını söyledim ya, bu yürüyüşte yanımda havalimanı üstüne yapılan konuşmaların bir bölümüne kulak misafiri oldum, kimileri çok beğenmiş kimileri ise büyüklükten şikayetçi idi, ama belli ki ilk gelenlerin konusu mutlaka havalimanı. Gerek işim gerekse de gezikolik olmam hasebiyle birçok ülkede birçok havalimanı gördüm, bu konu ile başta Gündüz Vassaf’ın “Yol arkadaşım” adlı havaalanlarını konu alan kitabı olmak üzere birkaç kitap okudum ve bu yüzden söyleyebilecek şeyim olduğunu düşünüyorum. Ancak bu kapsamdan olmak üzere sadece inşaat ve işletme faaliyeti açısından canımız yanmıyor, “kapitalizm” üzerimizden her türlü kazanmanın yolunu buluyor ve de itiraz olmadığı sürece daha da bulacağından maada… Korku yaratır, sigorta satar, hastalık yaratır, ilaç satar, hayaller yaratıp havalimanı, enerji santralları, yol yaptırıyor… Bu konu ile ilgili olmak üzere, planlar üstünden hayaller kurmanın ne menem bir şey olduğunu merak edenlere de, Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler, IMF, ABD Hazine Departmanı gibi kurumlar adına, Afrika, Asya, Latin Amerika ve Orta Doğuda birçok ülkeye nasıl hayal kurulacağını, hayallerin nasıl projelere dönüşeceğinin bilgisini satan John Perkins’in “bir ekonomik tetikçinin itirafları” adlı birkaç ciltlik kitap dizisini öneririm.

Salı, Haziran 25, 2019

SIRADAN FAŞİZM


Partisinin ve kendisinin yükselişi önlenemeyen ve kendisine geniş kitleler adına asla karşı durulamayan ama bir avuç sermayedar için ise kesinlikle parlatılması gereken lideri, uzunca bir süredir kolluk güçleri tarafından bilinen ve bu yüzden de izlenen ve aynı zamanda ilgili polis birimleri tarafından devlet bekasına tehdit mülahazası ile kendisine bir dosya bile oluşturulmuş biri olarak bilinmekte ve devletin buyurganlığı ile başı belada olan biridir.

Usta bir demagog olan lider, taraftarları ve destekçileri kimlerdi diye bakıldığında, küçük esnaf ve işletme sahiplerinin, memurların, işçilerin, geçmiş dönemlerde itibarını kaybedenlerin, hatta azda olsa kriminal unsurların olduğu açıkça görülecek olup, “prensiplerin durduramayacağı, güçlü yumruklara ihtiyacı olduğunu” sürekli vurgulayarak, bu taraftarların içinden gözünü budaktan esirgemeyen çekirdek bir oluşuma evrilmesi için her türlü fedakarlık yapılmıştır. Liderlik rolü başlangıçta kendisine pekte uygun görünmüyor olsa da, becerebileceği konusunda ise kendisini parlatanları endişelendiriyor olmasına rağmen, kendisi bu farkındalıkla her şeye rağmen inatla, sabırla ve yılmadan çalıştı, günlerce ayna karşısına geçerek hitabet antrenmanları yaptı, kaç kişi olduğuna bakmaksızın her tür kalabalığın önünde sahne alıyor, herkese refah sözü veriyor, kapalı kapılar ardında geçmiş dönemde ülkeyi yönetenler tarafından kaybedildiğini düşündüğü toprakların tekrar ülkeye katılacağı sözünü veriyordu, kiracıların çoğunlukta olduğu yerlerde kiraları düşürme, ev sahiplerinin yoğun olduğu yerlerde de kiraları yükseltme sözü veriyordu, büyük mağazaların sahiplerine rakiplerini ortadan kaldırma, küçük dükkân sahiplerine de büyük mağazaları kapatma sözü veriyordu, söz vermede asla cimri ve eli sıkı davranmıyordu, nasıl olsa insanlar da söylenenleri yiyordu atışlar serbest idi gayri, büyük mitingler ve gösteriler düzenleniyor, bu organizasyonlar için gerekli olan büyük bütçeler muvazaalı bağış sistemlerinin oluşturduğu gizli kanallardan sürekli olarak geliyordu, artık plan yürüyordu kendisine sahne verenler açısından… Sermaye açısından her şeyi, her alanı tam anlamıyla kapsayabilmek ve tanımlayabilmek, tayin edilmiş hayatı ve görece refahı sunabilmek ya da yaratabilmek için güçlü iktidara ihtiyaç vardı her zaman olduğu üzere, işte aranan kan bulunmuştu gayri…

Cumhuriyetin ne anlama geldiğini bilmeyen ya da aslında çok iyi bilen ama bir türlü içselleştiremeyen bir yönetim oluşturma sevdası ki büyük sermayenin böylesi bir yönetime ve diktatöre ihtiyacı olduğu ve bu uğurda da hiçbir finansal destekten kaçınılmayacağı çok açıktı ve de öyle tecelli etti. Artık bir diktatör doğuyor, bir güç yaratılıp önünde diz çöküp güce tapınma süreci başlıyordu, öyle ki başlangıçta kabine toplantılarında tüm kabine arkadaşlarına arkadaşça davranan, toplantıya geçilirken ilk oturan bile olmamak adına tevazünün zirve yapmasını bilhassa temin ederek, herkesin elini öncelikle sıkan ve oturulacak yeri bile tek tek işaret ederek arkadaşlarının oturmasını temin ediyor, herkesin oturmasını müteakip oturuyor, işte artık ülkenin kader yolcuğu kendisinden çok şey beklenen lider üstünden başlıyordu… Onlarda; ellerine geçirdikleri yeni düzenin gücünün kanıtlanması için hiçbir şeyi esirgemediler, insanları yapılan muhteşem gösteriler karşısında psikolojik baskı altına alıp önce nemalanmalarını sonra şaşırmalarını, en sonunda da güze tapmalarını temin ettiler…

Yukarıda anlatılan yakıcı ve ürkütücü gelişmelere gebe ortam; önemli Sovyet sinemacısı Mikhail Romm’un, hemen hemen tamamı Alman Faşist lider Adolf Hitler'in özel film arşivi, SS subaylarının çektiği özel filmler, Sovyetler'in ve diğer kimi ülkelerin devlet arşivleri gibi kaynaklar da bulunan filmler ile Almanya'da Nazizmin 1930'larda başlayan yükselişini ve yaşanan büyük bir trajedi ile yaklaşık 50.000.000 insanın ölümü ile nihayetlenen savaşın neticesi ile birlikte gelen çöküşün belgeselleşmiş film hikâyesidir.

Film; faşizm denen belanın hangi koşullar sonucu sermayenin dayattığı bir yönetim biçimi olduğunu; içeride, toplumun gündelik hayhuy içerisinde yönetime yönelik ilgisizliğin, durumun vahamet ve azametinin farkına varmakla birlikte çok tehlikeli sonuçlar doğuracak derece ya da aptallık seviyesinde hoşgörünün ya da iyi niyetin, küçük ve önemsiz değerlendirilmesi yapılarak olaylara zamanında müdahale edilmemesinin, sürekli savsaklanarak yerine getirilmeyen görev ve sorumlulukların, insani ilgisizliklerin, günlük kısır çekişmelerin deyim yerindeyse kayıkçı kavgalarının gözlerden ırak tuttuğu gelişmelerin ve dışarıda çağ dışı kalmış krallar ve kraliçelerin şatafatlı hayatların haricinde ilgi alanı oluşmamış uğraşların hikâyeleştirilmesinden yola çıkarak çok çarpıcı bir biçimde gözler önüne sermektedir.

“Sıradan Faşizm” filmi, sinemanın gücünü belgelerden alan, emperyalizmin yaşlı kıtadaki yaşama düşman kabulü ve tayini yapılan doğuda doğmakta olan sosyalizmin yok edilmesini nihai hedef koyan niyetlerin, Adolf Hitler’in başrollerinde, Benito Mussolini ve Franco’nun yardımcı rolünde, komedi düzeyindeki toplumsal aptallığın ve aymazlığın zirvesinin büyük bir trajediye dönüşmesini tüm çıplaklığı ile gözler önüne sermektedir. Askerinden siviline Avrupa’nın öğrenimi en yüksek bürokrat, teknokrat ve askerlerini yetiştirip istihdam eden bir ülkenin, her birisinin ayrı ayrı görüp, teşhis etmesine rağmen, kâh kişisel menfaatler uğruna göz yumma kâh iyi niyetlerin gözleri kör etmesi, akılları dumura uğratması sonucu nasıl olurda bir felaketin eşiğine gelebileceğinin hikâyesinin anlatıldığı bu filmi uzun yıllar sonra bir kez daha hatırlayıp seyretmenin keyfini ama gerçek hayattaki karşılığının bir kez daha hatırlanılması adına da hüznünü yaşamış oldum, günümüzü yansıtma ve günümüze dersler çıkarma adına da seyretmiş olanlar da dâhil olmak üzere herkese bir kez daha filmin izlenmesi önemle önerilir.

Sokaktan gelerek; burada sakın ve zinhar sokaktan gelinmiş olmayı küçümsediğim anlaşılmasın, bir kültürel seviye anlaşılması niyetiyle, “Her çavuş öğretmen olabilir ama her öğretmen çavuş olamaz” gibi abuk-subuk olsa olsa kurtlar vadisi dizisinden fışkırmış olabilecek bir felsefe tezahürü bir Alman atasözünün yaratıcısı, bu faşist Adolf Hitler, tüm ezikliklerini üstünden attıktan sonra, sahip olduğu itibari güce de tapanların her geçen gün geometrik artış izlemesi karşısındaki kurgulanmış ve sanal ortamı gerçek zannıyla, eğitim ve öğretiminin bu işleri kıvıramayacak düzeyde olmasına rağmen, çıkarları uğruna kendi abukluklarına destek verenler ile günlük basit çıkarları ve kaçamakları uğruna duruma göz yumanların aymazlığı içinde, yerleşik Alman kültürü ve hayatıyla adeta dalga geçmekte ya da zihin ve akıl yaşı 5 i geçmeyen çocuksu fantezilerle ortalığı kırıp geçirmektedir artık…

Yerleşik Alman medeni hayat değerlerinin köklü olmasına rağmen; herkesin arı ırktan olması kaydı şartıyla 4 çocuk yapmasını istemektedir, karşısındakilerin suskunluğu karşısında ise, eğer bir arı ırka mensup Alman kadın 4 çocuğu yoksa derhal arı ırkın bir erkek temsilcisini bulup sayıyı 4 e iblağ etmesini isteyebilecek düzeyde fütursuzlaşmıştır gayri, üstelik kadının evli olup olmamasının ve de bulacağı arı ırkın temsilcisi erkeğin evli olup olmamasının önemsiz olduğunu söyleyebilecek kadar akıllar tutulmuştu bir kere, hatta yüce Führer bir keresinde bir kenar mahalle de yaşanan pejmurdeliğin üstüne oraya arı ırkın temsilcilerinin oluşturduğu bir askeri birliği yerleştirip arı ırkın yeni çocuklar kazanmasına vesile olmuş, hatta Himmler bir keresinde kadınların askerlere hayır diyemeyeceğine yönelik çok ayrıntılı emirler bile hazırlamıştır.

“Oyuncu ve sanatçılara ara sıra parmağın ucunu göstermek gerekir” gibi veciz bir söz ederek sanata ve sanatçıya, Alman 3. İmparatorluğun kızlarının geniş kalçalı olması gerekir diyerek biyolojiye, anatomiye ve modaya, Tereyağı şişmanlık yapıyor diyerek beslenmeye bakışını derç ederek hayatın en küçük detayını bile belirlemek ve dikte etmek adına toplum mühendisliğine soyunulmuş ve totaliter bir tavır sergilenmiştir.

Diğer taraftan ise vahim gelişmeler vardı; tüm üniversitelerin önünde kütüphaneler boşaltılarak kitap yakma seansları düzenleniyor, bir defasında üniversite önünde “halkı aydınlatma ve propaganda bakanı” Göebbells konuşuyor; “Yahudi entellektüelizmi artık son buluyor, bu gecenin yarısında geçmişin iblislerini alevlere teslim ediyoruz” diye ateşli ve etkileyicili konuşmalar yapıyor, bu arada kimin kitaplarını mı yakıyorlar, Tolstoy, Mayokovski, Volteire, Anatole France, Jack London vs. gibi yabancı ve Heine, Thomas Mann, Heinrichmann gibi dönemin en önemli Alman yazarların kitapları da yakılıyordu, ama aslında insanlığın fikri ve zekâsı idi ateşe atılan ama ne gam ne tasa…

Faşizmin ve gestaponun vahşetinden İlk etkilenenler komünistler oldu, hemen toplandılar hapislere atıldılar, sonra sosyal demokratlar, sendikacılar muhalif işçiler gazete ve radyo-TV muhabirleri, sonuçta Führer Hitler gibi düşünmeme cesareti gösteren herkes zulmün tadına bakacaktı… Artık fren tutmaz duruma gelinmiştir, Alman hukuk akademisinde konuşan bir yetkili “her Almanın en büyük sevgiyi Führer e göstermesi gerektiği üzerine nutuk atıyor, konu hukuk ya söylediklerinin bir yasa tasarısı haline getirilmesi için öneride bulunabiliyor, işte dönemin özeti bu idi. “Annem basit bir kadındı fakat Almanya’ya büyük bir evlat hediye etti” gibi megalomanik bir noktaya gelen düşünceye, “sizin aranızdan biriydim, çalışarak, öğrenerek, aç kalarak buraya geldim. Kısaca ben eskiden ne isem şimdi de oyum. Bu büyük esere başlarken cesareti entelektüellerden değil, alman çiftçi ve işçilerinden aldım” diyerek, toplum mühendisliğinin altyapısı güçlendirilerek konuya romantizm de katılıyordu Tüm konuşmaları sıradan bayağı idi ama ateşli ve histerik konuşmalardı bunlar ve artık “parti führer führer ise partidir”, ona göre ve kendisini partinin bir parçası, partiyi de kendisinin bir parçası gibi hissediyordu, böbürlenmenin buyurganlığa, buyurganlığın da kibre evrilmesinin bir sonucu olarak… Allah taksiratlarını afferder mi bilemiyorum…

Perşembe, Haziran 06, 2019

DREYFUS OLAYI

Olay; 1894'te, Fransız ordusundan bir binbaşının, Almanya’ya Fransız Ordusu hakkında bilgi aktardığını iddia eden, ancak sonradan bir komplo olduğu anlaşılan, bir mektubu ele geçirdiğini, Fransız Ordusu hakkında sızdırılan bilgileri içeren mektubun Fransız Genel Kurmayında görev yapan Yahudi bir asker Alfred Dreyfus tarafından yazıldığı iddia edilerek, açılan uyduruk davada, malum yöntemlerle yargılanarak ömür boyu hapse mahkûm edilmesi ile başlar. Halkın da tereddütsüz itirazsız ve ittifakla katılması hedeflendiğinden, suçlama “vatana ihanet”tir, Almanya’ya bilgi aktardığına, Almanya lehine yardım ve yataklık iddiası ile, yürütülen davanın tek kanıtı, mezkûr binbaşının bulduğunu iddia ettiği sahte ve uyduruk mektuptur. Aslında olan biten Fransız Ordusunun Almanya karşısında yenilgisine aranan kılıftan başka bir şey değildir ama, tek amaçta bu değildir, buradan hareket ile ülkenin teslim alınmasıdır. Ancak; sahte ve uyduruk olduğu Genel Kurmay kaynaklarından bile kabul edilmesine rağmen, “iyi saatte olsunların” aldığı karar uygulanır, hatta bilahare ortaya çıkan lehte delillere rağmen dava tekrarlanmaz. Yaratılan algı ve atmosfer mucibince Fransız halkı ve tabii ki de Fransız Ordusu olayın ve verilen cezanın arkasında durmaktadır hatta o kadar ki sonradan Başbakan olarak Hükümet Kuran Clemenceau bile oluşan derin devlet kararını değiştiremez, ancak “Fransız Devrimi” ile gelen hak-hukuk-adalet ve de eşitlik gibi vasıfların yılmaz savunucusu Emile Zola gibi bir ahlak ve etik abidesi bir yazar vardır. Tabii ki aslolan; iyi saattekilerin stratejik planları çerçevesinde, hedef başkadır ve milliyetçiliğin yükseltilmesi ile mezkûr politikaların savunucularının konsolidasyonudur, tıpkı her zeminde, her dönemde ve politik hayatın her aşamasında olduğu üzere. Hedef mucibince Dreyfus Davası bile nerdeyse unutulmuştur, topyekûn bir Yahudi düşmanlığı haline dönüşmüştür olay. Tüm bu şeriatte dahi insanlık onurunun gereği geri adım atmadan Emile Zola bir aydın sorumluluğu ile konuyu kendi açısından açıklar ve mahkûmun suçsuzluğunu ileri süren yazılar kaleme almaktadır, Emile Zola, Le Figaro gazetesinde Dreyfus’un suçsuzluğunu iddia ettiği yazısını yazar ancak bu mektup etkili olmaz, aslında muktedirler yazıdan etkilenirler ama çaktırmamak adına Başbakan mecliste “gündemde Dreyfus davası diye bir şey yoktur” diye açıklama yaparsa da durumu kurtaramaz. Bilahare Emile Zola “Gençliğe Mektup” adlı ikinci yazısını yazar, bu yazı da etkili olmaz ama Zola bir aydın sorumluluğu ile ısrarını sürdürür. Zola; L’Aurore gazetesine “Fransa’ya Mektup” adlı bir yazı kaleme alır maalesef bu da etkili olmaz tüm bu yazılar, aynı gazete 8 sütuna manşet, “J’accuse!” (Suçluyorum-itham ediyorum) başlıklı bir yazı yazar ve “sağduyudan, gerçeklerden ve adaletten uzaklaştık, kör ve aptalca bir şey bizi çağlarca geriye götürüyor, bu öyle bir durum ki dinsel katliamlara benziyor. Bu tür bir şey her ülkeyi kan gölüne çevirir” diyerek Fransız halkını uyarır, Fransız Ordusunun gerçekleri örtbas ettiğini öne sürerek, ithamlarda bulunur. Tabii ki daha o zaman aykırı düşünen meşhurların hemen derdest edilmesi icat edilmemiştir. Oysa Dreyfus’un yazdığı iddia edilen mektubun usta sahtekâr biri tarafından yazıldığı bilinmesine rağmen konu parmağım kör gözüne misali savunulmaktadır. Ayrıca dönem itibari ile el yazısı taklit eden sofistike makineler daha icat edilmemiştir de. Emile Zola’nın devlet tarafından verilen “Legione d honneur” onur madalyası cezalandırmak maksadı ile elinden alınır, malum eller tarafından kamuoyunda vatan hainleri ile eşdeğer tutulmak üzere sürekli itilir, kakılır ve aşağılanır. Milliyetçi cenah; bu savunmaların, vatan hainlerinin, yabancı uşaklarının, yerli işbirlikçilerin, Yahudi lobilerinin, Farmasonların, Fransa düşmanlarının propagandası diye feryan figan eylemektedirler. Ama Zola asla pes etmez, insanlık onurunu 3 paraya ya da mesleğini rahat icra etmesine ya da “ne yapayım abi ekmek parası” kaygısına değişmez. Sonuçta; tüm ve asıl suçlamaların kaynağı Binbaşı, kaçtığı ve sığındığı İngiltere’den itiraflarda bulunur, Dreyfus cezaevinden salınır ve rütbesi geri verilir ama, aması var… Koca bir asır süren bu dava ancak 1995’te iade-i itibar ile sonuçlanır, Fransız Devleti teslim olmuştur, yenilgiyi kabul etmiştir. Çekilen bunca çile, eza ve cefa yana kâr kalmıştır. Dreyfus’a bu kumpasları kuran, komploları düzenleyenlerin kimse bugün ismini hatırlamaz, hatırlayamaz ama “hak-hukuk-adalet” adına tek başına dahi kalsa geri adım atmayan Emile Zola bu savunmaları ile bilinir ve hep bilinecektir. Emile Zola; bu davada Cumhurbaşkanından, Genel Kurmay Başkanına, görevini kötüye kullanan ya da görevini namusu dairesinde yapmayan kim varsa herkesi suçlar, o gün Emile Zola’ya karşı olunmasının utancı ile sonradan ölümü üzerine çok az kişinin defnedildiği “Pantheon'a” defnedilmiştir, kalıcı hale gelen toplumsal utancın yüz kızarıklığı ile. Ne olursa olsun, insanlık onuru son tahlilde kazanmaktadır ve kazanacaktır. Bakılmasın öyle dönemsel gücün estirdiği fırtınalara, fırtınalar elbet bir gün sona ermektedir ve bundan sonra da erecektir. Bir tarafta Fransız Devriminin getirisi eşitlik, adalet, evrensellik, insan hakları, diğer tarafta otorite, müesses nizam, milliyetçilik, despotizm, korku ve ırkçı kümeleşme ve nihai sonuç, keşke bu yaşananlardan tüm dünya ders alabilse. Konjonktürel rüzgâr ile ele geçirilen güç, masum olduğunu bile bile binlerce insanın mahkûm eden bir despotizme dönüşürken totalitarizmin zirve yapmasına neden olur, bu şartların insanlığı sürüklediği nefret ve ırkçılık fırtınası insanlığı gıdım gıdım yok eder, maazallah ve alimallah. Ülkelerde; hem de zaman, zemin ve teknik terakki farkı gözetmeksizin, milliyetçilik, ülkenin iyi yönetilememesi ve başarısızlığa uğraması durumunda, hep ihanet, iç düşman ve içten çatlak aramıştır, aranan düşman ise çok kolaylıkla bulunmuştur, Fransa ve Almanya’da Yahudiler, Rusya’da Türkler, İngiltere’de Almanlar, Türkiye’de Kürtler, Azerbaycan’da Ermeniler, Ermenistan’da Azeriler vs vs…