Cumartesi, Şubat 25, 2023

KÖY ENSTİTÜLÜ KOMÜNİST KEMAL

Yazar Alev Çukurkavaklı’nın Babası Kemal Bayram Çukurkavaklı’nın hayat hikâyesini yazdığı kitabı “Komünist Kemal”i okudum. Genel manada bilinenlerin bir kez daha tekrarlandığı lakin tamamen Komünist Kemal özelinde olan özgünlükler babında… Kitabı benim nezdimde çekici kılan tanıtımının şu şekilde olması idi; “Yıl 1954, Amerika dönemin siyasi iktidarına baskı yaparak SOVYET TARZI eğitim verdiği gerekçesiyle Köy Enstitüleri’ni kapattırmak ister… İktidar ve yandaşları on yedi yaşındaki bu çocuğu bulur. Ana dili gibi Rusça bildiğini, imzasının orak-çekiç olduğunu Rusya ve Orhan Kemal ile telsizle konuştuğunu iddia ettikleri çocuğu beş yüz öğrenciyi linç ettirir. Ve böylece yoksul Anadolu’nun umudu Köy Enstitüleri iğdiş edilir!”…

ABD Emperyalizmi ve yüzde yüz yerli ve milli iştirakleri tarafından hedefe konulan Köy Enstitüleri arka plana almış müthiş bir kitap, geniş spektrumlu anlatım ve özelde de Kemal Çukurkavaklı’nın çileli hayatı aktarılmış. Şiir ile düşüp kalktığı günlerde yazdığı, okuduğu ve yayınladığı şiirler üzerine adı komüniste çıkar bir daha da inmez aşağıya… İvriz Köy Enstitüsünden sürüldüğü Düziçi Enstitüsünde okul idaresinin de içlerindeki nefreti Enstitü üstünden 17 yaşındaki bu öğrenciye yöneltmelerinin tezahürü linç girişimi… Behzat Ay’ın kitabın girişinde verilen bir yazısından bir dehşet anı; “Elleri, kolları, başı gövdesinden koparılmalı” Bu da neydi? Korkarak ve çekinerek yakınımızda duran bir öğrenciye sorduğumuzda; “İvriz Köy Enstitüsü’nden sürgün gelen Kemal Bayram’ın leşidir sürüklenen” dedi.

Kanları donduracak cinsten eylemler denir ya, tam da bu kabil bir saldırı organize edilir, Kemal Bayram Çukurkavaklı için… “Tatilde köylerine gitmeyip okulda kalan çocuklara idare yaz öğle sonlarında çayda yıkanma izni verirdi. Bu olağandı. Fakat olağan olmayan nisan ayında üç beş öğrencinin izin alarak çaya gitmesiydi. Enstitü müdürü A. G. Öğrencileri S. Ö., M. A., ve N. Y.’e nedense izin vermişti. Oklu yönetiminden icazetli(!) bu üç köy çocuğu yanlarına Kemal Bayram’ı da –Çukurkavaklı- alıp Sabun Çayı’nın kıyısına indi. Konuşulacaklar yol boyunca ve daha önce dersliklerde konuşulmuş, Kemal Bayram’ın sorgusu yapılmıştı. Ağaç gölgesine oturulduğunda özellikle geride kalan S. Ö. eline geçirdiği sopayı arkasından Kemal’in başına vurdu. İvriz Köy Enstitüsünden “komünist” olduğu gerekçesiyle Düziçi’ne sürgüne gönderilen bu on yedi yaşındaki çocuk, çeşitli dergilerde yayınlanan şiirlerinde BAYÇU, Bayram Çukurkavaklı ve Saraycıklı adlarını kullanıyordu. Ardından M. Ve N., sopaları çıkarıp Bayçu’nun kafasına, kollarına, bacaklarına kırarcasına, dehşetli bir öfkeyle, hınçla indirmeye başladı. Bir gün önce hafta sonlarında okulun bahçesindeki direğe çekilen Türk Bayrağı yırtılmış, üzerine orak çekiç şekilleri çizildikten sonra atılmıştı. İdarenin kumandasındaki öğrenciler bu bayrak olayından Konya, İvriz’den geleli ikinci haftası yeni dolmuş olan, sicilinde KOMÜNİST yazan Kemal’i sorumlu tutuyordu. Önceden planlandığı gibi yüzlerce öğrenci çaya getirildi taş ve sopa darbelerinden ağır yaralanıp bayılan Bayçu’yu suya attılar…” Neyseki hedeflenen gerçekleşmez Kemal Bayram soğuk suyun kendisini hızlıca ayıltmasını müteakip daha çocukluğundan itibaren her köylü çocuğu gibi derelerde iyi yüzme öğrenmesinin karşılığında hayatını kurtarır. Lakin hayat buradan itibaren çok meşakkatli geçeceği işaretini vermiştir ve de aynen öyle olur…

Sonraki tüm yaşamı, yargılamaları, okul idaresinin tutumu, siyasi otoritenin tutumu, “AYIN-PE”nin acımasız takipleri ve uygulamaları ve ekmek parası kazanmasının engellenmesi adına patronlara yapılan işsiz bırakma baskıları, vs. vs. Bu nedenle de sürekli değişik isimler adı altında şiirler yazdı, yazılar yayınladı… B. Pakgönül, Kemal Bayçu, Memduh Rıfkı, Abdullah Kozlu, Ali Fakı, Kaptan, Saraycıklı başta olmak üzere çok çeşitli takma isimler kullanmış… Dönem itibari ile tıpkı kendisi gibi AYIN-PE’nin takibinde olan Yılmaz Güney, Yaşar Kemal, Turgut Kazan, Müşir Kaya Canpolat, Ömer Nida, Fevzi Yetiker gibi insanlarla bir arada olur, dost olur, hasbıhal eder…

Kitabın bir diğer konularından birisi de, Köy Enstitülerinin kapatılması sürecini dikkatle ve detaylı incelemek olmuş. Oysaki Milli Şef İsmet İnönü; “Köy Enstitüleri’ni Cumhuriyetin eserleri içinde en kıymetlisi, en sevgilisi sayıyorum. Köy Enstitüleri’nden yetişen çocuklarımızı muvaffakiyetlerini ömrüm boyunca yakından ve candan takip edeceğim” diyerek kuruluşuna, gelişimine katkı sunmuş A’dan Z’ye herkese gayret ve kudret ihsan eylemiştir. Lakin sonradan, dünya çapında çok organize bir hareketin girdabına kapılarak, bir yanı ile komünizm umacısı, diğer yanı ile SSCB’nin toprak talebi köpürtmeleri gibi uluslararası kumpas diğer yanı ile “din elden gidiyor” ve “maazallah köylü uyanırsa” dürtüsü ile ulusal çapta kampanyaların etkisi altında kalarak Hasan Ali Yücel’i Milli Eğitim Bakanlığından alarak yerine yaratılan vasata uygun Şemsettin Sirer’i atar ve olanlar olur. Artık konu yokuş aşağı giden kamyonun freninin de iptal olması benzeri son derece hızlı ve kendileri lehine sonuç alıcı ilerler. “Marshall yardımının” en önemli şartı Köy Enstitülerinin kapatılması olunca maalesef, önce içi boşaltılır ve sonradan yeni iktidar DP tarafından sonsuza kadar kapatılır. Oysa o günlerin tozu dumanı içinde birkaç aklı başında insanın, yahu bir durun, “sizin dediğiniz SSCB bize tehdit olması bir kenara, yeni çıktığı savaştan yaklaşık 20 milyon insanını kaybetmiş, yer altı ve yer üstü kaynaklarını büyük ölçüde yitirmiş, yaralarını sarmaktan başka bir planı olmayan bir ülkedir” itirazlarını kimsecikler duymamış…

Diğer taraftan artık dünyada ve Canım Yurdumda farklı dengeler oluşmuştur ve giderek de katmerleşmektedir. DP, Canım Yurdumun insanının büyük bir şevk ve heyecan ile desteklendiği bu dönemde, maalesef tüm kurumlar içerik değiştirmeye tıpkı Köy Enstitüleri gibi… Toprak ağalarının en önemli unsurları olan DP de rota bellidir, şahsi menfaatlerin müstevlilerin siyasi emellerine tevhidi söz konudur ve önceliklidir. Sonraları siyasi hayatımızın önemli insanlarından biri olan Kinyas Kartal’ın bu konuda açıklamaları çok aydınlatıcıdır. Esasen Çarlık Rusya doğumlu hatta Troçki komutasındaki SSCB Kızıl Ordusunda görev yapmış, 1921 de Türkiye’ye göç etmiş ve sonradan da toprak ağası olmuş, bu nedenlerle 2 kez zorunlu göçe tabi tutulmuş, sonradan, TBMM’ye AP Milletvekili olarak seçilmiş ve dahi Meclis Başkanlığı bile yapmıştır. Onun verdiği bir beyanatta bile durum ortadadır.  “Köy Enstitüleri kesinlikle komünist uygulama değildi. Doğuda en yüksek eğitim gören insan benim. Üstelik Rus ordusunda görev yapmış biriyim. Köy Enstitüleri, bizim devlet üzerindeki gücümüzü kaldırmaya yönelikti. Bunu içimize sindiremedik. Benim Van yöresinde 258 köyüm var. Bunlar devletten çok bana bağlıdırlar. Ben ne dersem onu yaparlar. Ama köylere öğretmenler gidince benim gücümden başka güçler olduğunu öğrendiler. Bölgede ağaları örgütledim... Örgütlü olarak Demokrat Parti ile pazarlığa girdik, kapattık.”

Sürece de bakınca yaşananların yegâne sorumlusu olarak sadece DP’yi görmek abesle iştigal vaziyetidir. O günlerin “yetmez ama evetçilerini” ve avenelerini de ıska geçmemek gerektir. Sonuç itibari ile mezkûr kitap okunması halinde insanın nisyan ile malul durumunun ret edilmesine ciddi bir katkıdır. Kendinize bu katkıyı yapmayı esirgemeyin lütfen… Okumaya devam… Okumak sevdadır… Okumak tazelenmektir, güncellenmektir, güncel kalabilmektir…


Cuma, Şubat 17, 2023

FİKRİ’NİN TERZİLİĞİ ile TERZİ’NİN FİKRİ

Fikri Sönmez namı diğer “Terzi Fikri” sıradan bir halk adamı olmakla birlikte sıra dışı bir önderdir, hem belediye başkanlığı hem de sosyal pozisyonu hatta terziliği ile bile… Belediye başkanı olur, hem de bağımsız aday olarak ve tüm meclis üyelikleri farklı partilere dağılmış durumdadır. Tarih onu bu farklı görüşteki insanları ve fikirlerini tek bir potaya toplayabilme, tek hedefe yönlendirebilme başarısı ile hep anacaktır hem de tıpkı birçok başarılı orkestra şefi gibi… O kadar ustaca bir koordinasyondur ki onun ki; öyle sığ kafaların kolaylıkla anlayacağı biçimde değildir… O asla “ben bilirim” ya da “ben karar veririm” bireyselciliğine kapılmamış, o hep “biz biliriz”, “biz karar veririz” toplumsalcılığını tercih etmiş birisidir. Hatta o kadar ki; tarihe kocaman bir kara leke olarak geçen 12 Eylül yargılamalarında bile meclis üyelerinden hem de sağcı daha doğrusu siyaseten nihai muarızlarından sayılan “AP’li (Adalet Partisi)” ve “MSP’li (Milli Selamet Partisi)” hiçbir meclis üyesi kendisi hakkında kem söz etmemiştir. İşte böyle birisidir bugünlerde yine dile dolanan muhterem… Onun Belediye Başkanlığı döneminde, önceki dönemden bakiye personele maaş ödeyememe, rutin belediyecilik görevlerini parasızlık ve personelsizlikten dolayı yapamama gibi mazeretler hiç dillendirilmemiş, yine ilçede kendisine miras kalan karaborsa, elektrik ve su kaçağı, ilintili ve ilgili alanlarda rüşvet tamamen bitirilmiştir. Aaa bu da önemli bir şey midir diye dudak bükenler olur mu, bilemem lakin olursa da kendileri biliyor, tercihlerini der geçerim…

Şimdi birileri çıkıp durmadan “Ordu, Terzi Fikri’yi de iyi bilir” demektedir. Evet, Terzi Fikri’yi sadece Ordu değil, tüm Türkiye bilir ve bilmeye de devam edecektir. Hem de, tam bu dönemde tekrar yakıcı bir biçimde hayatımızı tanzimde toplumu patinaja düşüren çürümenin karşımıza, deprem gibi çok çok önemli bir belediyecilik görevi ve yerel yönetim görevleri tanzimi konusu dayatmış iken. Terzinin fikri  “fındıkta sömürüye son” mitinglerinin düzenleyicisi olarak da dışa vurmuş ve topluma mal olmuştur… Öyle onun hakkında somun pehlivanı tahtından fetva eylemek kolay olsa bile nihai olarak da toplumsal karşılığı olan şeyler değildir…

Küçük bir ilçe belediye başkanı nasıl bir karşı duruş gösterdi ki dün de bugün de müesses nizam savunucularını rahatsız ediyor, kendisi aleyhine kelam edilmesine vesile oluyor ve dahi buradan siyasi ikbal devşirilmeye çalışılıyor, enteresan… Yahu yap ondan daha iyisini, daha makbulünü canımızı ye, değil mi? Nerde, karşı takımın kötülüğü üstünden kendi takımını yüceltme davranışının mutlaka tıpta ya da psikolojide bir karşılığı olmalı hatta vardır da, uzmanı olmadığım için bu karşılığı bilemiyorum… Bilenler de biz bilmeyenlere anlatır inşallah… Muhtemelen de “Terzinin zikri yüzümüze vurulmasın” tedbiri gibi görünmektedir, yaşananlar…

Süleyman Demirel Çorum katliamı ile ilgili soru sorulduğunda “boş verin Çorum’u siz Fatsa’ya bakın” der ve böylece hedefe konur, Fatsa… Sonuç, daha 12 Eylül Canım Yurdumun üstüne bir karabasan gibi çökmeden, habercisi hatta öncüsü daha doğrusu koçbaşı olarak “Fatsa Nokta Operasyonu” adı ile maruf, Vali Reşat Akkaya delalet ve dirayetine matuf kocaman bir ordu görevlidir artık orada. Süleyman Beyin takipçileri hala kadim düşmanıdırlar, Terzinin… Peki, sadece bu takipçiler mi, Terzinin Fikrine düşmandırlar… Şüphesiz hayır… Kenan Evren’in bir konuşmasında Terzi Fikri hedef gösterilerek “biz gelmese idik bunlar gelecekti” deyip devamında da “orada Terzi Fikri diye biri çıkmış “devlet benim” diyor. Komiteler kurmuş. Fatsa’yı o komiteler yönetiyor. Ne yapılıp yapılmayacağına halk karar veriyor. Buna göz yumamazdık. Göz yumsa idik, izin verse idik daha nice Fatsalar çıkardı”. Gördünüz mü dönem itibari ile korku ve panik içindeki halktan %92 destek alan Kenan Evren de husumet kusuyor, hem de açıktan ne diyerek, “ne yapılıp yapılmayacağına halk karar veriyor” itirazı ile… Demek ki bu zevat “halk karar verirse bunu kabul edemeyiz” zikri ve fikri ile yanıp tutuşurken halkımız da bir elinde ayna bir elinde cımbız “umurumda değil dünya” modunda, sonuca da bakınca görünen o…

Bugün Terzi Fikri fikriyatının takipçilerinden gelen haklı ve isabetli eleştiriler karşısında bunalanlar tekrar o günleri hatırlatarak hele hele de Terzi Fikri’yi teröristlikle suçlayanlara bir bakın Allah aşkına, sanki sponsorluk direksiyonunda dünyanın en büyük ikinci çikolata üreticisi ve şekerleme şirketi “Ferraro S.p.A.” insafına terk edilmiş koskoca bir fındık üreticisi bulunmaktadır. Evet, Dünyanın en büyük fındık üreticisi yöreyi dünyanın 2. büyük firmasının insafına terk edilişinin hazin hikâyesi incelenirse durum daha iyi kavranmış olur. Lakin Terzi Fikri’yi eleştirenlerin de politik açıdan çok isabetli sonuç aldıkları da aşikârdır, çünkü kentte siyasi destekleri son derece yüksektir, halkın da Ferraro S.p.A.’nın kendilerini nasıl kazıkladığının ayartında değillerdir bilenlerin de umurunda değildir ve dahi “söz, yetki ve kararın halka ait oluşunun” ne olduğunun üstüne de hiçbir tefekkürleri de yoktur. İtaat, biat ve rahat etme üçlemesinin konforunda hayat akıp gitmektedir.

Tahkime yabancıların tayin edildiği hiçbir ihaleyi yapmamıştır, esasen ihale de yapmamıştır, ne yaptı ise halkı için halkı ile birlikte yapmıştır. Gelir paylaşımı cinliği adı altında malum işlerin içine hiç girmemiştir. Aklı fikri dayanılmaz rant aşkı ile yanıp tutuşan ve yetkisine mütenasip hukuksuzluk tercihlerini dibine kadar kullanan muhteremlerin, “milli iradeyi” temsilen seçilen hem de şeytanın bile aklına gelmeyecek hile, hurda ve desiseye rağmen seçilen, “halkı için halkı ile beraber” şiarının şaşmaz uygulayıcısını alkışlamasını hiçbirimiz beklemiyoruz şüphesiz. Bari belediye başkanının ordinaryüsü sayılacak derecede bir halk önderi Terzi Fikri üstünden oy rantı oluşturmayın gayri…

Terzi idi, diplomasızlığı konusunda hiçbir komplekse kapılmadan ilerleyen politik yaşamı önünde saygı ile eğilir iken yöreye ait “O Sönmez” adıyla bilinen türkünün sözleri ile bir Terzi Fikri anması yaparak bitirelim yazıyı,

“Kıyıda rüzgâr dağlarda pınardı

O yüreklerimizde bir çınardı

Onunla yörede başladı öykü”

 

 

Cumartesi, Şubat 11, 2023

APTALLIK

 

Aptallık, aptal olma durumu olmakla birlikte çok bilinen “zekâdan yoksun”, “alık”, “ahmak”, “salak” kelimelerinin manalarına sığdırılamayacak kadar geniştir. Bana göre ise; var olan zekânın ve aklın, hayatı kavrayışta zafiyet göstermesi, nedensellik kuramaması ve de sağduyu ve solduyu oluşturamaması gibi önemli ve göz ardı edilemez boyutları da olma halidir. Eğer böyle ise bir zekâsızlıktan söz etmek, ahmaklıktan söz etmek doğru görünmemektedir. Esasen de var olanın, dış etmenlerin etkisi ile beyinde patolojik takılma durumunun oluşmasıdır. Yani ve hülasa esasen var olanın yok olması değil lakin fazlaca detayına girmenin lüzumsuzluğu gereği kısaca, elde olmayan nedenlerle oluşan ya da vücudun harici ya da dâhili tedariki hormonsal dengesinin bozulması hali de söz konusudur.  

Bir yerde okumuş idim; çok hoşuma gitmişti, aptallık tarifi, “edilen her yeminin, verilen her sözün ardından, yemin ve sözün gerekçelerinin yok sayılarak tekrara heveslenme ya da yeltenme halidir”. Tam tamına böyle mi idi bilemiyorum ama mealen aynen… Hülasa zekânın ve kavrayışın öne geçmesine şans verilmesi, duygusallığın baskın olmaması için çaba gösterenler bu zafiyetin üstesinden gelebiliyorlar, netekim… Aksi takdirde yandı gülüm keten helva…

“Aptallık” insanların zannettiği kadar kolay fark edilir bir şey de değildir, çevremizde kabiliyet, maharet ashabı o kadar çok aptal vardır ki, onları aptal olmayanlardan ayırt ve tespit etmek hiç de kolay değildir, eğer kolay olsa idi aptallar da iyot gibi ortaya çıkar ve tasnif hatta tecrit kolaylaşır, bağlı olarak da hayat daha da manalı hale gelirdi. Lakin ve maalesef böylesine bir kolaylık ademoğullarına bahşedilmemiştir henüz. Yani bu tespit çalışmasının henüz bir mihenk taşı yoktur anlaşılacağı üzere.

Bazen fazla zekânın tezahürü bir davranış zafiyeti olarak karşımıza çıkan, en azından bana göre böyle, konuşma anında tabii olmama ya da olamama, eskiden zevk alınan bir dolu faaliyetten zevk almama ya da alamama, içinde olduğu deryanın farkında olmaksızın kendini sadece gözlemci ya da eleştirmen addetme, kendi dışındaki kimsenin fikrine hürmet etmeme ya da tahammül etmeme ya da edememe, kendisine yönelik övgüye çakraları açık iken eleştiriye kapalı olma, eleştiri reddi halinin tıpta mutlaka bir karşılığı olmalıdır ama ben bilmiyorum.

Ahmakların ekseriyeti oluşturduğu yerlere de “ahmakiye”” denir. Bilenler bilir ünlü Rus yazar Mihail Saltıkov Şçedrin “Ahmakiye: Bir Şehrin Hikayesi” diye bir kitap yazar ve nasip olur ben de bu kitabı okurum, üstüne de tefekkür etmek ne zaman ki kaçınılmaz olur, bir şeyler hatırlar, bu kabil yazılar da ortaya çıkmış olur, bu yazının başka da bir manası yoktur, olamaz da… Kitap adeta hicvin ve hayatın ince noktalarının övendirelendirilmesi adına herkesin çok şey bulabileceği bir başyapıt. Kitaptan; “Hilelerini ve manipülasyonlarını sürdürmek için kolayca yalan söylerler. Hiçbir zaman hiçbir şey onların hatası değildir. Yanlış giden bir şeyler olduğunda tartışır, kendilerini haklı çıkarır ve başkalarını suçlarlar. Yakalandıklarında gerçekten üzgün görünebilirler ve bir daha olmayacağı konusunda sözler verip, özür dileyebilirler. Fakat hepsi oyundur. Sorumluluk ya da zorunluluk duyguları yoktur ve tipik olarak sürekli aynı eylemleri tekrar ederler.”

Kısaca ve özetle “aynı herzeyi asgari ikinci defa yeme durumu” olarak özetlenebilecek bu gayri iradi tavrı Einstein’ın ünlü sözü ile taçlandırıp ilerleyelim; “Aptallığın en büyük kanıtı, aynı şeyi defalarca yapıp farklı bir sonuç almayı ummaktır.” Bu lafın üstüne laf olamaz herhalde…

Carlo Cippola “İnsan aptallığının temel yasaları” adlı çalışmasında insanları “saflar, zekiler, haydutlar ve aptallar” diye dörde ayırmaktadır. Davranış ve eylemlerinden ötürü, safları; kendilerine zarar verir iken başkalarına fayda sağlayanlar, haydutları; kendilerine fayda sağlarken başkalarına zarar verenler, zekileri; kendilerine de başkalarına da faydalı olanlar, aptalları ise; kendilerine yarar sağlamayan lakin başkalarına mutlaka zarar verenler diye tanımlamaktadır. Yazar yine aynı yerde; ülke ayırt etmeksizin her toplumun içinde aptalların; kadın, erkek, siyah, beyaz, şu veya bu din mensubu, şuralı, buralı, şu etnik bu etnik yapıdan, milletten, kıtadan, soydan, sülaleden, boydan, postan, şu meslekten bu meslekten, uzun boylu kısa boylu, kel saçlı gibi kriterlerden azade olarak aynı oranda yer tuttuğunu öne sürer. Yazar; “aptal olmayanların, aptal olanların zarar verme potansiyellerini hep küçümsediğini hatta göz ardı ettiğini” de öne sürer ve altını çizerek “aptal bireylerle ilişki kurmanın” ya da “onlarla bir araya gelmenin” telafi edilemez yanlışlıklara yol açtığını da ısrarla beyan eder. Dolayısıyla da, Yazar kendince “aptal insanın” en tehlikeli insan türü olduğundan bahisle zeki, haydut ve safın nasıl davranacağı üstüne az çok tahmin yürütülebileceği lakin aptal insanın ise nerede, nasıl davranacağı konusunda tahmin yapılamayacağı gibi bizatihi aptalın kendisinin dahi davranış standardı olamayacağını beyan eder. Yani ve hülasa “aptalların” adeta birer saatli bomba olduğu benzetmesi ile nerede, nasıl patlayacağı belli olmayan bu halini bir kenara koyarak istemeden de olsa kendine ya da bulunduğu topluma kontrolsüz zarar verebileceğini belirtir.  Yazara katılan olur, olmaz bilemem lakin ben büyük ölçüde hemfikirim. Hatta dahası da var tespitlerinin, özellikle haydutların tanımı babında, lakin bu yazının konusunu aşacağı için uzatmıyorum ve meraklısına da ilgili kitabı temin edip okumalarını salık veririm.

Çevremizde tanıdığımız insanların bir kısmını “zeki ve anlatılana intikali hızlı” zannederiz lakin onları tanıdıkça ne kadar aptal oldukları kararını veririz, aaaaa bu doğru mudur? Değil midir? Bilemem lakin sosyolojik deneyler ve gözlemler bunu göstermektedir, ne yazık ki… Cehalet bile tedavi edilebilir iken aptallık asla ve kat’a… Cahil bilmeyen iken aptal bildiğini sanandır. İşte tehlike de burada başlıyor gibi… Karşımıza çıkan ve “aptal” kelimesi yerine de benzer manalarda kullanılan,  budala, ahmak, alık, miskin, daltarak, salak, hımbıl, avanak gibi kelimelerde de ifade bulan bu durum için, insanların ve insanlığın çok dikkatli olması gerekir diye düşünmekteyim. Yani bunu bir de Moliere’nin bir sözü ile taçlandıralım ki daha değerli olsun; “Bilgili bir aptal, bilgisiz bir aptaldan daha aptaldır”…

“Bilge insan kuşku doludur. Fikirleri değişir. Ahmak insan ise inatçıdır. Kuşku duymaz. Her şeyi bilir o, kendi cehaleti dışında.” Akhenaton’dan bu söz ile bu haftayı da bitirelim. Evet, ben de aptalları çok seviyorum, çünkü onlar her şeyi biliyorlar…

 

Cuma, Şubat 03, 2023

KİLİSE GÖLGESİNDEN GELENE GEÇENE MERHABA DİYEN ADAM

 

Kayıplar ne yazık ki artıyor. Mustafa Kan’ı da yitirdik, maalesef bir süredir mücadele ettiği çağın bela rahatsızlığı kansere karşı savaşı kaybetti. Ölüm ne zaman kapıyı çalarsa o “vakit” daha erkendir denilecek vakittir. Oysaki ne kadar da hayata bağlı, ne kadar da coşkulu bir hali vardı. Daha dün gibi, Çeşme Kilisesi önünde kâh kilisenin kâh turunç ağacının gölgelerinden gölge beğenerek oturur saatlerce değişik konularda muhabbetler ederdik. Hatta kendimizi, gelen geçen dostların sorusuna mukabil, “kilise gölgesinde oturup gelene geçene selam verme sorumlusu” tayini ile şamata bile yapardık. Hele oradaki turunç ağacı gölgesinde birkaç kişinin, mübadeleden, Çeşme tarımına, güncel politikadan eski Çeşme ve yaşanmışlıklarına kadar çok çeşitli konulardaki sohbetlerimiz emin olunuz ki her geçenin de vakti ölçüsünde gelip katıldığı deyim yerinde ise Londra’daki Hyde Parktaki “Speakers Corner” benzeri manzaralar verir türden olurdu. Başkalarını bilmem lakin benim açımdan kaliteli zaman geçirici, bilgilenmeli ve bilgilendirmeli günler olurdu hep.

Mustafa; baba Hasan Kan’ın ticari faaliyetinden ötürü Çeşme Çarşı’yı çok eskilerden beri bilmekte hatta tüm detayları ile yaşamakta olup bilahare de kendi ticari faaliyetleri ile bizzat bir parçası olmuştur. Parçası olmanın ötesinde adeta çarşının tarihinin tüm kayıtlarını tutmuş ve ihtiyaç halinde de tüm detayları devrinin canlılığı ile hatırlamaktadır. Güçlü hafıza ve kapasite ile çarşı tarihinin adeta sözel ama güçlü hafızasıdır aynı zamanda… Mustafa için esnaf idi deyip geçmek çok doğru olmaz o esnaf ötesi esnaf idi. Gerçi son dönemde sadece vakit geçirmek, muhabbet etmek ve çarşıyı izlemek için gelir olmuş idi çünkü artık çocukları esnaflığı devir almışlardı. Hala kopmamış, kopamamış idi çarşıdan, kendisini Kilise gölgesi dışında genellikle Mustafa Karaman’ın saatçi dükkânında görmek mümkün olurdu.

Yaz ve bahar ayları Kilise gölgesi eğleşme alanı olur iken kış ve erken baharlarda da tam karşıda güneşi cepheden alan yerdir tercih edilen… Her daim birileri vardır yanında ve mutlaka şamata ötesi ciddi ve insan gelişimine yönelik konulardır konuşulanlar. Eğer kimse yoksa da mutlaka bir şey okunmaktadır adeta boş boş bakmak kendine yasaklanmıştır. Evet, kendisini geliştirecek, yeni şeyler öğrenebileceği muhabbetlere ya da okumalara karşı son döneme kadar hep isteklidir, hele yeni konuların konuşulduğu muhabbetler içerisindeki sorgulayıcı tutumu hayrete şayan olmuştur daima. Bu kadar öğrenmeye ve kendini geliştirmeye açık bir insan olması nedeniyle herkes tarafından ziyadesiyle takdir edilmiş birisidir. Sadece fikir biriktirmesi ve geliştirmesi konusunda mı böyle, şüphesiz hayır, zikir de oldukça önemlidir hülasa icraatı da bir o kadar ileri düzeydedir. 60 yaşından sonra toprak, tarım ve tarımsal üretim konusunda gösterdiği çabaların yakın tanığı olarak hep şapka çıkardım kendisine.

Evet, Kilise gölgesinde yaptığımız doyumsuz muhabbetler var demiştim ya, fazlaca sürdürdüğümüz ve bize son derece keyifli gelen bir tanesini yazmak istiyorum. Hangi sene idi tam hatırlamıyorum lakin İstanbul Boğazında ve Çeşme Balık mezatlarında olabildiğince sık görülen palamut akını üstüne balık pişirme ve lezzetlerine evrilen, oradan da Osmanlı Saray Mutfağına uzanan konu inanılmaz keyifli idi, en azından benim için, o kadar ki sanki her balık konusu açılınca aynı konunun uzayarak tefrikalarına dönüşmesi gibi… Muhabbetin mihverini ise, sen o kadar güçlü ol, bir Sultan olarak neredeyse 2,5 milyon km karelik coğrafyaya hükmet, yüzlerce değişik millet mensubu ve değişik dinlerden tebaan olsun, nerdeyse saraydan elini uzat balık yakalayacağın bir konumda ol, ilaveten balığın fazlalığından nerdeyse balıklar kendiliklerinden karaya zıplayacak hatta tavaya girecekler, sen bu nimetlerden faydalanmadan koca bir ömür geçir, oluşturur idi… Bu muhabbetin en katmerli tarafını deyim yerinde ise “parmaklarını yiyecek kadar lezzetli” balık pişirme tarifleri oluşturur idi… Vay sevgili kardeşim vay… Bu muhabbetlerin mirası “tatlar” için sana çok teşekkürler…

Bu muhabbetlerin, denk gelmesi halinde ise Ali Şimşek Büyüğümüz hemen baş konuk postuna davet edilir ve oturur, onun gerek Türkçe gerekse de Rumca tekerlemeleri mutlaka hatırlatılıp, tekrarlatılacaktır ve büyük keyifle dinlenecek ve de ilaveten üstüne tekerlemelerin doğuş ve gelişim süreçleri üstüne anlatacağı hikâyeler dinlenecektir. Ali Abimiz (kural olarak ben bu kabil büyüklerime “abi” diyorum ki kendilerini fazla yaşlı hissetmesinler), babam Tito Yaşar’ın askerlik arkadaşı olup Çeşmeli olarak İstanbul’da yollar kesiştikçe bir arada olmuşlar, mesleği de berberlik olunca hayatta hikâye ve tecrübe birikimi de mesleğe bağlı fazla olması hasebiyle, kendine has güzel üslubu ile bizlere her seferinde farklı güzel hikâyeler anlatırdı. Ömrü uzun sağlığı çok olsun…

Kilise gölgesinde yapılan bu muhabbetlerin yerli ya da yabancı çok değişik yaş ve meslek grubundan katılımcıları olurdu, dolayısıyla bu katılımcı durumuna göre muhabbet konuları kendiliğinden oluşur ve gelişir idi. Kavun yetiştiriciliğinden, kavun ihracatına ve tarihine, balık mezatlarına ve balık avcılığına ve pişiriciliğine, oradan da ormana, şehirciliğe, turizme, tarihe, coğrafyaya, sağlığa, siyasete, eğitim ve politikalarına, emin olun her konu tedris edilir idi, konunun ilgililerince… Buradan da anlaşılacağı üzere, katılımcılar da, kimya mühendisi, ziraat mühendisi, orman mühendisi, inşaat mühendisi (ben değil), diş hekimi, öğretmen, ressam, berber, terzi, eczacı, avukat, maliyeci-muhasebeci, köylü, çiftçi, otelci, şoför, balıkçı, esnaf gibi çok değişik disiplinlerden olurdu.   

Sıtkı Cenger, Uğur Özdil, Badili Hasan en sık katılımcılarımız idi. Sıtkı’nın seyahat severliği nedeniyle konular sınırlarımızın dışına da taşınırdı. Esasen de Sıtkı ile Mustafa’nın balıkçılık anıları dinlemeye ve arşivlemeye değer ve layık tarzda idi. Hele düşünüp te gerçekleştiremediğimiz, sabah çok erken saatlerde İzmir Balıkçı Haline gidip oradaki hayatı, ticareti ve faaliyetleri izleme işimiz. Uyar ise de birkaç kasa balık alıp paylaşma niyetimiz, akim kaldı ne yazık ki…

Mustafa Kan arkadaşımızın balık mezatlarını takip etme, akşam yemeklerinden sonra arkadaşları ile sahil turu yapma gibi bir alışkanlığı yanında yine akşamları sahilde Buzlu Bademci Nazım Kardeşimizin yanında akşam sahil turu yapanlara “merhaba” deme sorumluluğu da unutulmamalıdır.

Bu vesile ile bir kez daha kederli ailesine taziyelerimi iletir Mustafa Kan içinde “nurlarda olsun diyorum”… Özleyeceğiz, seni ve muhabbetlerini. Kilise gölgesi Badili Hasan’dan sonra senin de ayrılığın nedeni ile adeta öksüz kaldı, bilesin…

Cuma, Ocak 27, 2023

YAŞAR AKSOY ve “İZMİR 1922 YANGINI”

 

Yakın tarihimizin en üretken yazarlarından ve gazetecilerinden büyüğümüz Yaşar Aksoy 2022 yılı biter iken üzerine çok kitap yayınlandığını anladığımız, çok yazı yazıldığını bildiğimiz “İzmir 1922 yangını” üstüne, yine dantel işlercesine ve adeta bir doktora tezi derinliği, genişliği ve içeriğinde her kitapseverin mutlaka okuması gereken bir kitap yayınladı. Daha henüz basılmış iken, Yaşar Abi lütfedip imzalamış ve gazeteye adımıza göndermiş. Yurt dışında olduğum için hemen okuyamamış idim, gelir gelmez ilk işim kitabı okumak oldu. Bildiğim detayları bir kez daha hatırlar iken bilmediğim detayları da öğrenmiş oldum. Kitap taraflı yazarların yaptığı üzere sadece kendi görüş ve iddiasını kanıtlamak üzere yazı, vesika ve evrak seçen bir yaklaşımdan titizlikle uzak duracak bir şekilde lehte ya da aleyhte tefriki yapmaksızın ulaşılabilecek her yayının alakalı bölümünü belirterek ve alıntı yaparak ilerlemiş. Milliyetçi, ırkçı, dinci, şeriatçı, o dinden, bu dinden, bu milliyetten, şu milliyetten, şu ülkeden, bu ülkeden demeden ulaşılabilen her kaynaktan her bilgi derlenmiş, kıyaslanmış, yorumlanmış durumda. Yine haddimi aşarak bizim buranın meşhur deyişi ile Yaşar Abiye, “alkışım alasın” diyorum.

Özellikle belirtmek isterim ki ben ne bir eleştirmen ne bir tarihçi ne de bir edebiyatçıyım, ben hala okuyup öğrenmeye ve anlamaya çalışan duyarlı bir öğrenici olma kararlılığında olan biriyim. Bu nedenle kitap üstüne gibi görünen bu yazımı herkes öğrendiklerimin bir tekrarı tadında kabul etsin. Okudukça ne kadar da eksik olduğumu öğrendiğim bu hayatta görünen o ki eksiğimi de tamamlayamayacağım.  

Kitap müthiş bir giriş ile “teşekkür” bölümünde, Yaşar Abinin henüz okuyamadığımız “Kato Polemos” yani kahrolsun savaş kitabına Pamir Bezmen’in bir kitabında yaptığı gönderme var. “Ben genlerimdeki Giritliliği hep hissederim, Selanikliliği de… Keşke artık kavga da, soykırım da bitse de rahat yaşayıp hayatın zevkine varsak. Ecelimizle ölsek. Mezarlarımızın talan olmayacağı yerlerde gömülsek. Çoluk çocuğumuz da öyle. İsteyen gidip oralarda yaşasa, isteyen buralarda. İnsanlar, devletler, ırklar, dinler arasında barış olsa. Sevgili Yaşar Aksoy’un kaleme aldığı kitabının başlığı ile haykırıyorum: Kato Polemos! Kahrolsun Savaş! Ona yürekten katılıyorum”. Bu görüşlere bir avuç savaşsever dışında katılmayacak kimse yoktur sanırım. Evet, bence de kahrolsun savaş, yaşasın mutlak barış…

Kitap müthiş İzmir panoramaları da veriyor, yerli ve yabancı yazarların kaleminden, gezginlerin gözünden… Öyle satırlar var ki insan hayıflanıyor vallahi, o günleri görememiş olduğuna… Sayılarla İzmir’in nüfus dağılımı, gazeteleri, matbaaları, otelleri, meyhaneleri, çayhaneleri, fabrikaları ya da işletmeleri hülasa her dalda detayları da barındırıyor, işgal günlerinde ve daha öncelerindeki…

Maalesef, dönem itibari ile Yunanistan muktedirlerinin işgal taşeronluğu üstlenmesi üzerine yüzyıllara sarih birlikte yaşama kültürüne örnek teşkil edebilecek ilişkileri yerle bir eden savaşın fitili ateşlenmiştir. Ege Bölgesi boydan boya işgal edilmiş, katliam, açlık, yoksulluk yerli halklara tam teşekküllü yaşatılmış, her işgalin kaçınılmaz bir sonu vardır kuralı gereği artık ricat kapıya dayanmıştır. Yaklaşık 15 günlük ve yaklaşık 400 km.lik ricat hattı boyunca köyler, kasabalar, şehirler ve dahi ovalar, ormanlar yakılmış, “ya benimsin ya kara toprağın” misali geri alacaksınız ama yanmış yakılmış vaziyette tesellüm edilecektir edası ile… Yakılan yıkılan ev, işyeri ve ibadethane sayıları şehir şehir veriliyor kitabın ilgili bölümlerinde… Tahribatın büyüklüğü karşısında insanın aklı duruyor. Ve nihayetinde İzmir 1922 yangını yaşanıyor, 13 Eylül 16 Eylül aralığında. Bugün bile bakıldığı zaman büyüklüğü karşısında insanın hayrete düşmemesi imkânsız. “Kültürpark” olarak tanzim edilen bu devasa alan, “Gâvur İzmir’in” bir parçası olarak yanıp kül oluyor. Ermeni mahallesi olarak adlandırılan mezkûr alanın yakılmasına ya da yanmasına yönelik farklı farklı kesimlerden inanılmaz iddialara ve tanıklıklara dayalı beyanlar var kitapta. Kimileri Rumları, kimileri Ermenileri kimileri Türkleri suçlu koltuğuna oturtarak işin içinden sıyrılmaya çalışıyor. Yaşar Abinin kitabı; yangın üstüne çok çeşitli arşiv bilgilerini gün ışığına çıkarır iken çok çeşitli tanıklık ve bilgilerin bir araya gelmesine vesile olmuş.

Yangın için “ya benimsin ya kara toprağın” yaklaşımı içinde Ermeni ve Rum çetelerini hedefe koyanların ittifakla beyan ettikleri “3 yıl sonra tekrardan ele geçirilen bu çok önemli şehri neden Türkler yaksın, hiç akla uygun değil” postulatı mucibince telakkisi akla en uygunudur, bence de… Lakin ilerleyen bölümlerde de, Selanik 1917 yangınının sadece Türk, Müslüman ve Yahudi mahallelerini kapsaması “azınlık savuşturma harekâtı” olarak değerlendirilmiş olması da bir başka gerçek olup İzmir için de geçerli olma ihtimalini düşünmeden edemiyor insan…

Bence en çarpıcı yorum, Fransız Donanma Komutanı Amiral Domesnil’in eşinden geliyor, “Şehri kim ateşe verdi? Rumlar, “Türkler ateşe verdi” diyor, Türkler ise Rumları suçluyor. Ermeniler, “Yahudiler ateşe verdi” diyor. Yahudiler ise suçu Ermenilere yüklüyor. Gerçeği bilmek neye yarayacak? Öç almaya mı? Zalimliğin gerekçesi bazen öç alma duygusudur ama bu duygu zalimliğe meşruluk kazandırmamalı. Tarih, gerçeğin kanaviçesine işlenecek. Soruşturma komisyonları çalışıyor. İşin içinde sigorta şirketlerinin büyük çıkarları olduğu anlaşılıyor. Ölenlerden, hastalardan, felaketzedelerden kime ne?”. Detay gibi görünse de; dönem itibari ile İzmir’in yangın kontrol teşkilatı olan İtfaiyenin müdürü Mösyö Greskoviç isimli yabancı tebaalı birisidir ve başta İngiliz, Alman ve Fransız sigorta şirketlerinin adına bu görevi yürütmektedir. Sigorta şirketleri aleyhine açılan mahkemelerin de detayları var yer yer kitapta… Enteresan konular…  

Maalesef; Yunan 5/42 numaralı “Evzon Yangın Tümeninden” ve komutanı kara şeytan lakaplı Albay Palastiras ve faaliyetlerinden ve Ermeni Komutan Torkum’dan bahsedecek yer kalmadı. Sonuç itibari ile İzmir panoramaları başta olmak üzere, İstiklal Harbi temalı dünya siyaseti ve İzmir Yangını ve dahi sonradan karşımıza Kıbrıs’ta çıkacak EOKA kurucusu Albay Grivas ve 3 yıl boyunca ve sonuçta boydan boya yanan Ege Bölgesinde yaşanan trajedinin unutulmaması için, Yaşar Abi’nin bu kitabı mutlaka başucunda bulundurulmalıdır.

Kitapta; Mustafa Armağan ve de özellikle “keşke İstiklal harbi olmasaydı, keşke Yunanlılar kazansa idi” gibi subuk görüşleri ile tarihe kayıt düşülen Kadir Mısıroğlu gibi, sadece görüşlerini ispata dayalı bilgileri muteber sayan diğer bilgileri görmezden gelen, seçici ve seçkinci ve dahi tarihçilikleri tartışmalı kişilerinde görüşlerine yer verilmesi, ulaşılabilen tüm görüşlerin yansıtılması açısından enteresan bulduğumu söylemeliyim. Gerçekte onların tanıklığına ya da görüşlerine ihtiyaç var mı idi? Bilemiyorum.  

Sonuçta, Yaşar Abimizin şu değerlendirmesine katılarak noktalayalım; “İzmir yangını konusunda hiçbir millet suçlanamaz. Türkler yaktı, Yunanlılar yaktı, Ermeniler yaktı şeklinde kurulan cümlelerle başlayan her iddia, daha baştan çökmeye mahkûmdur. Çünkü milletler masumdur.”

Cuma, Ocak 20, 2023

KOMİK OLMANIN BİNBİR HALİ

Adana’da yaşadığımız dönem; Sümer Mahallesi ana caddesinde “Sümer Taksi” durağı vardı, şimdi hala var mıdır bilmiyorum. Durağın karşısında da “Çirkin’in Kahvesi” yer alır ve biz de çok sık olmamakla birlikte burada oturur, çay içer, muhabbet ederdik. Buranın rutinlerinden olan ve neredeyse her gün birkaç kez yaşanan bir vaka var idi. Bir âdem-i divane tam taksi durağının karşısındaki kaldırımdan geçer ve o sırada taksi durağından kendisine bir laf atılır o da bir hayli uzun fasıldan ve zengin sinkaflı edebi kelamlar eder taksi durağındakiler de katıla katıla gülerler lakin o sırada caddeden kadınlar, kızlar geçer, kimin umurunda, milletin derdi varsa yoksa şamata, komiklik… Bir vade sonra bundan rahatsız olan biz gençler, gençliğimizin de verdiği cesaretle duraktakileri bu replikleri artık tekrarlamamaları konusunda uyardık ve sağ olsunlar onlarda bu isteği kırmadılar ve yerine getirdiler. Ertesi gün, âdem-i divane durağın karşısından bir aşağı bir yukarı geçiyor lakin duraktan kimse kendisine kelam etmiyor, o da bir daha geçiyor ve dikkatlice bakıyor, dinliyor, duraktan tık yok. Birden ara sokağa dalıyor ve yol çalışması için nehir yatağından getirilmiş çakıltaşlarının içinden olabildiğince irilerinden bir kucak topluyor ve durağın karşısına geçiyor, durağı adeta taş bombardımanına tutuyor ve aynı zamanda da son derece galiz sinkaflarla “neden laf atmıyorsunuz” diye duraktakilere bağırıyor.

Şimdi bu önemsiz gibi görünen hikâyeyi neden anlattığımı merak ediyordur okuyucu… Bizim buralarda da, kendisine yönelik laf edilmeme kararı alınmış olmasına rağmen kıyıdan köşeden lakin illaki akşam demlerinden sonra geçtiği klavye başından “komiklik olsun babından” sağa sola verip veriştiren bir muhterem bulunmaktadır. Bunun bu coşkulu halini gören birkaç kişide alkışı çakınca, coştukça coşuyor… Şüphesiz bunda alkışı çalanların adeta “kurtlar vadisinden” fırlamış derin felsefe görünümlü spot kelamlara düşkünlüğü de son derece tesirli oluyor. Tesir alanları kendi çekim alanları dâhilinde olunca da “laf etmem kararı alanlar” susmak durumundadır şüphesiz. Lakin bu atışlar artık bizim alanları hedef alınca da susmak kabil olmuyor. Kısacık da olsa bu konuya yönelik kelam etmek gerektiğine inanıyorum.

Bilindiği üzere geçtiğimiz günlerde “Çalışan Gazeteciler Günü” sene-i devriyesi vardı. Bu kapsamda 9 Ocak günü Çeşme Belediye Başkanı, gazetecileri davet ederek bir kutlama yaptı, ben kendi adıma çok önceden planlanmış ve ertelenemez önemli randevum gereği davete icabet edemedim, vay sen misin gitmeyen… 10 Ocak tarihinde ise Çeşme Kaymakamının davetine icabet ettim, vay sen misin giden… Mademki beni gazeteci kabulü ile davet etmiş bu iki makam, şüphesiz gideceğim. Gittim de ne oldu, brifing almadık, sıra bana gelince katıldığımız ve katılmadığımız detaylar üstüne görüşlerimizi özgürce ve göğsümüzü gere gere söyledik. Az ama öz söyledik, ama söyledik, davet edilmez isek de yazarçizeriz, yine söyleriz… Meyhane masalarında laf üreteceğimize… Beldemizin kaderini tayin eden mezkûr makamların arkasından fiskos kabilinden söz etmeyiz biz gazeteciler, davet edilir isek gider görüşümüzü söyleriz, uygun görmediğimiz görüşlere de şerhimizi koyarız. Gazetecilere de gerek kıskançlık gerekse de kompleks içinde bakanların yaptığı üzere arkadan laf üretmeyiz, üretemeyiz.

Sonradan sosyal medyada yayınlanan fotoğraflara bakarak adeta 2 önemli makamı, davetlere icap edenlerin sayısı ve kimlikleri üstünden kıyaslama sureti ve cüreti ile sözüm ona derin analiz yapıyor, kerameti kendinden menkul birisi. Ve daha da önemlisi “Belediye Başkanının Gazetecileri” ve “Kaymakamın Gazetecileri” gibi gayet sulu bir telakki şımarıklığında belki de komik olabilmenin bin bir hali sayılacak huş-u temaşa halinde fikir derç etmekten çekinmiyor. Bak efendi, sen belki böyle yaparak bir yerlere şirin görünmek heveslisi olabilirsin, senin şirin görünmen konusuna karışamam lakin benim de içinde bulunduğum fotoğraflar üstünden sözde komiklik yapmana gelince de söyleyeceğim çok kelam olur. Bak efendi, doğrudur biz taraflıyız, eyvallah, buna itirazım yok, lakin senin dahi bileceğin üzere ve tıpkı tirat attığın meyhane masalarındaki teşhis, tespit ve tasnif kalıplarına asla ve kat’a uymayız ve uzatmadan sana büyük usta Nazım’ın şiiri ile cevap vereyim, hani meşhur “bir provokatör üstünde hiciv denemeleri” şiirinden;

Delikanlıyı yere çalmak

Ve bir miktarı minasip elden almak

istedin!...

Elden alıp almamana

Karışmam ama,

Biz,

Gölgemizi bile çiğnetmeyiz adama!  

Diğer taraftan bir başka mekânda bir başka muhterem, bu farklı isim ve sayıdaki katılımcıların bulunduğu fotoğrafı hedef tutarak belki yumuşatma adına belki de komikliğe dar alandan diklemesine bir pas babında, ilave bir yorum yapar ve der ki; “belki bunlar Galatasaraylı ve Fenerbahçeli sportmenliğinde olabilirler”… Durur mu, keramet sahipliği kendinden menkul muhterem hemen ve kasten “sportmendirler” notunu düşüverir. Zaten günümüzde fazlaca rağbet gören son derece sığ ve kurtlar vadisinden fırlamış sahte aforizmalar tadında yaklaşımlar olunca ve muhteremin de ziyadesiyle mezkûr alanda maharetine ve mezuniyetine ve dahi liyakatine erişmek kabil olmuyor haliyle. Esasen bu kabil muhteremler için çok janjanlı bir laf kullanmaktadır insanlarımız, “çıkıntı”. Hani sınava girersiniz birden biri oradan “istediğimiz sorudan başlayabilir miyiz, öğretmenim” tadında… Yahu be çocuk, otur yerine, mutlaka senin de tutanaklara geçirmek adına bir kelam etmen gerekiyor mu? Belki de her çıkıntının bir takıntısı hülasa bir saplantısı olabilir deyip geçmek gerekir lakin tıp mensubiyeti olan biri olmamam hasebi ile bunu da yapamıyorum. Yapmak istesem de maalesef, büyük usta Neyzen Tevfik’in ünlü “ehli deve” metaforu ile bahsettiği dizeler geliyor dilime pelesenk oluyor. 

Zannedersin ki ulema, oysaki dünya âlem de bilir, senin bu güzel beldemizde işgal ettiğin alan, öğleden sonraları arabanı park ettiğin yer ve demlendiğin meyhane arasındaki alan ile sınırlıdır, hadi hakkını yemeyelim arada sırada uğradığın eczaneyi de bu alana dâhil edelim. Zannedersin ki; muhterem mürşid-i muazzama binaenaleyh atına da atlamış eylemiş irşat, titresin batıl, tadında ve dahi modunda, herkese yanlışını gösterecek ve söyleyecek, herkesi doğru yola davet edecek ulvi misyona haiz… Bu nedenle, birilerine laf soktuğunu zannederek tatmin olmanın bir haddi olduğunu bilmeli insan… Bugüne kadar sürekli siftinmelere de son olarak cevaben; Mevlana’dan bayağı bir baba söz…

Suskunluğum asaletimdendir.

Her lafa verecek bir cevabım var;

Lakin bir lafa bakarım laf mı diye bir de söyleyene bakarım adam mı diye.

Cuma, Ocak 13, 2023

NAZAR-I MÜSAMAHA ve MÜSAMAHAKÂR

Dinlerin ve milliyetlerin birbirlerine daha hoşgörülü bakması, davranması ve yaklaşımda bulunması konusunda çeşitli önderlerin söylemleri, söylevleri ve girişimleri zaman zaman kamuoyuna yansımakta olup zaman zaman da toplumsal karşılıklar bulmaktadır. Lakin genellikle birbirlerine karşı söylemlerinin aksine içten içten bazen de açıktan açığa tavır koyma ya da karşı durma hatta yer yer husumet göstermeler de yaşanmaktadır, maalesef. Yani ve hülasa “ya sev ya terk et” sürekli nöbettedir. Herhangi bir memlekette hâkim din ya da hâkim milliyet ekseriyet ve temsiliyetlerine bakarak ya da güvenerek diğerini kabul ediyor görünmekle birlikte tebarüz ettirilerek küçük kardeş hatta üvey kardeş muamelesine tabi tutmaktadır. Bu müsamaha durumunun gerçek ya da turistik manada yoğun kardeşlik duyguları ifade eden tezahürleri yok mudur? şüphesiz vardır.

Benim tanıklık ettiğim en azından müsamaha ortamının tesisine dair önemli örneklerden birisi Mardin Midyat kentin girişindeki kavşağın düzenlenmesinde refüjdeki göbek üstüne inşa edilen heykel nasıl bir kente geldiğinizi anlatıyor. Kare kesitli bu dikitin bir tarafında Müslümanlığı simgeleyen Cami, bir tarafında Hristiyanlığı simgeleyen Kilise, bir tarafında Ezidiliğin simgesi Tavuskuşu ve hepsinin ortak noktası Türkiye haritası ise bir tarafında. Bunu kimin akıl ettiği, kimin yaptığı kadar kimin yaşamasına da izin verdiği çok önemlidir, bu manada seçilmiş ve atanmışların hoşgörü ve sabırlarını takdir etmek gerekir. Gücü elinde bulunduran atanmışların iki dudağı arasından çıkacak bir söz sükûneti bozabilir ama yapmıyorlar esasen de yapmamaları görevleri gereği olmalıdır. Bu müsamahanın sınırlarının daha da artması dileğimi bu vesile ile tekrarlıyorum. Bu dikit yörenin dini ve sosyal ortaklaşmasının adeta bir özetidir, bana göre…

Buna benzer bir müsamaha merkezi görüntüsünde bir mekân daha vardır canım yurdumda… Kudüs’te bulunan halinden ilham alınarak Antalya Belek’te inşa edilen ve “Dinler Bahçesi” olarak bilinen, üç farklı dini anlayışı bir arada sunan, kuruluşu ile hoşgörü ve saygı duymayı amaçlayan Cami, Kilise ve bir Sinagogdan oluşan adeta “medeniyetler buluşması” faslından inşa edilen mabetlerdir. Lakin bulunduğu yer itibari ve ayrıca havayolu bağlantıları da göz önüne alınınca sosyal ve kültürel olmaktan ziyade turistik amacı öne çıkmaktadır sanki…

Burada görüldüğü üzere ya bulunulan yer itibari ile çevredeki etkin dini ya da milli görüşler ya da dünya genelindeki temsiliyetleri ve hâkimiyetleri düşünülerek temel alınarak organizasyonlar hazırlanmıştır.

Şimdi ise son seyahatimde Tataristan’ın başkenti Kazan’da gördüğüm ve tamamlandığında büyük kitleleri kapsayan ya da kucaklayan 16 dinin ibadethanesinin bulunduğu “tüm dinler tapınağından” bahsetmek istiyorum. Bu dini yapılar kompleksi, Kazan’dan yaklaşık 10 dakikalık mesafede bulunan “Eski Arakchino” köyünde bulunmakta ve an itibari ile içine girilmesine izin verilmemektedir. Rehberimizin bize verdiği detaylar arasında, Tatar yerel sanatçı ve hayırsever İldar Khanov ve ailesi tarafından 1994 yılında başlatılan proje halen yapım aşamasında olup mezkûr hayırseverin 2013 yılında vefatı üzerine yapım faaliyetleri son derece yavaşlamış görünmektedir. Tüm dinlerin eşit olduğu inancına sahip Khanov bu eşitliğin tümünün ibadethanelerini tek çatı altında toplanması ile daha yüksek bir ahenk yaratacağı görüşündeydi. Yine rehberimizin verdiği bilgilere göre kompleksin içinde başta Khanov olmak üzere diğer Tatar sanatçılara ait bir hayli değerli ve bol miktarda resim ve heykel bulunmaktadır. Esasen Khanov bir ressam ve mimar olarak bilinse dahi aynı zamanda bir heykeltıraş, bir folklor uzmanı ve de bir meditasyon uzmanı olarak şifa dağıttığına inanılan bir muhteremdir. Meditasyon faaliyetleri genellikle alkol ve uyuşturucu bağımlılarını gözeterek yapıldığı için önemli bir miktarda taraftar da bulmuştur etrafında ve yine anlaşıldığı kadarı ile bu taraftarların önemli bir kısmının mezkûr mabedin gelişmesi ve geliştirilmesi ve de tamamlanması adına hatırı sayılır bağışlarının da olduğu beyan edilmektedir. Halen aktif bir mabet ya da dini merkez olmasa bile turistik ve kültürel bir merkez gibi durmaktadır. Khanov’un sağlığında aynı zamanda kendisinin sihirli dokunuş ya da müdahaleleri olduğuna inanan kimseler tarafından çok daha yoğun ziyaret edilmekte iken bugün artık hayatta olmayan planlayıcısının yokluğunda bir kültürel ve turistik destinasyon olmaktan öteye geçememektedir. Esasen içerisini görememiş olsak ta dışarıdan da renkli mozaikler ve süslü vitray pencereleri ve kubbeleri ile dikkat çekmektedir. 

Diğer taraftan yine anlayabildiğim kadarı ile de, Ortodoks inanca sahip yerel yöneticiler ile iyi iletişim ve ilişkilerin oluşturulamadığı ve bu yüzden kompleksin geleceği konusunda bir takım karamsar yaklaşımların olduğu da belirtilmekte olup belki de faaliyetlerinden men edilmeye kadar gidilebileceği söylenmektedir.

Mezkur dini kompleks esasen fotoğraflarında görüldüğü gibi heybetli değil şüphesiz lakin yüklendiği mana ve misyon açısından oldukça önemli ve büyük bir yer kaplamaktadır bence… Kolay iş mi, bu kadar farklı dini görüş ve anlayışı ki bunların bir kısmı yüzyıllar boyunca birbirlerine karşı canhıraş saldırılar düzenlemiş ve adeta hayatı kana boğmuş olsunlar ve sen onları burada en azından inşai manada barış içinde temsil ettir.

Tüm dinler tapınağı fikri insana ilk bakışta dünyamızın acil ihtiyacı olan “barış” için bir umut veriyor olması açısından ve insanlığın geleceği adına iyimser bir havaya bürünmesi adına ruhumuzda bir bahar havası estiriyor bir süreliğine de olsa. Sonra gerçeklere dönüyorsun, bir tarafta dünyanın en güçlü ülkelerinin savaş makinesi NATO ve cüzlerinin ve dahi onu dünyada demokrasinin teminatı gören destekçilerinin aldıkları pozisyonlara bakıyorsun, birden karabasanlar basıyor. Yine de biz umalım ki; burası ve benzer yerler mezkûr dinleri ve takipçilerini birbirlerine dolayısı ile insanlığa bağlı unsurlar yapar ve birlikte savaşmadan yaşanılabilecek dünya yaratmalarına bahane teşkil eder. Umarım bu yer diğer dinleri birbirine bağlı olarak yaşayabileceklerine inanmaları için başkalarını etkiler ve ilham verir.


Cuma, Ocak 06, 2023

ÇEŞME’Yİ KENDİNE DERT EDEN OSMANİYE’Lİ

Avusturya’da yerleşik bir arkadaşım var esasen kendisi Adana’dan son operasyonlar ile de il yapılan Osmaniye’den olan ve şimdilerde maalesef aramızda olamayan Ufuk Çelikkıran arkadaşımın kardeşidir. Ufuk ile birlikte yürüdüğümüz yol nedeniyle MKÇ ile de bir hayli fazla ortak tanıdığımız dolayısı ile de anımız bulunmaktadır. MKÇ, yani Mustafa Kemal Çelikkıran, sportif faaliyetlerin her birisinden nasiplenmiş birisi ise de kendisi için futbol gerek oyuncu, gerek teknik adam, gerek yönetici, gerekse de şimdilerde hakem olarak hep önde olmuştur. 

Şimdilerde kendisine “ne haber hakem” dediğimde de şaka yollu “hooppp küfür etme bak” der. Hala yönettiği maçlar ertesinde yaptığımız muhabbetlerde, Canım Yurdumdaki maç yönetimlerinin stresleri ile oradakileri kıyaslamasını istediğimde, tarafımıza ne kadar tur bindirildiğini görerek mütemadiyen üzülerek görmekteyim. İşte futbolun sadece bir oyun olduğunun genel manada kabulü ile “gazozuna maç bile olsa kaybetmemeliyiz” kültürünün ahfadı olmanın dayanılmaz ve katlanılmaz farklarıdır tüm bunlar. İşte bu kaybetmemeliyiz kültürü ne yazık ki zaman içinde yetki ve karar sahiplerinin “başarı esas ve bu uğurda her şey mubah”  bataklığına sokmuştur. Sonra neden şike bu kadar yaygın hale geldi diye ahlar vahlar döşeniriz, neden rakiplere bu kadar tahammülsüz olduğumuz için dert yanarız, vs. vs… Neyse konumuza marş marş tekrar…

MKÇ; Altınordu kulübümüzün düzenli olarak organize ettiği ve çeşitli kategorilerdeki oyuncuların katıldığı turnuvalara, bazen yönetici olarak takım getirir, bazen de hakem olarak turnuvalarda görev üstlenir. Bu manada da bakılınca bir Altınordu taraftarı olarak kabul edilmelidir ve kendisi de bunu gizlemez. Mezkûr turnuvalar kapsamında biriktirdiği olabildiğince sıradışı, komik lakin her birisi ders niteliğinde anılarını bizlerle paylaşır iken zaman zaman aşırıya kaçan öğretmen edası tavırlar takınıyor olması da naturasına ve meşrebine çok da münasip şeylerdir, bu arkadaşımızın. Her şeye rağmen hayata biraz daha hoşgörülü yaklaşıyor olması adeta bir komedi gösterisinin bir aktörüymüş gibi yaşıyor olması, kendisinin son derece ciddi konuları bile bu üslup ile değerlendirmesi görünen o ki kendisini ziyadesiyle zinde kılıyor. Kebapçıda birlikte yemek yediğimiz ve dönem itibari ile Çiçek Sepeti” uygulamasının yazılım sorumlularından bir arkadaşa “sepetçi” diye takılması hatta sürekli tekrarlaması ve ilk kez görmesine rağmen onun da MKÇ’ye büyük bir sabırla katlanması muhteşem idi.

Gezer yani gezgindir lakin sadece gezmez gözlemlerde bulunur sadece gözlemlemez gözlemlerini de paylaşır, paylaştığı gözlemleri üstüne bizlerle değerlendirmelere de başlar, yorumlar alır bunlara uygun yeni yaklaşımlar gösterir. Günceldir aynı zamanda. Günü takip eder, dünü hatırlar, kıyaslar ve yorumlar. Sadece bu kadar mı, fotoğraflar, kısa filmler çeker, bunları işler yer yer üstünde oynar. Bazı tarafları itibari ile de karikatürize eder. Teknolojiyi aklı ve kabiliyeti ölçüsünde deyim yerinde olursa dibine kadar kullanır. Ciddi fikri devşirmeler yanında komik sonuçlar da elde eder. Kısacası hayata ziyadesiyle bağlı, neşeli, ciddi ama sulu, sulu ama ciddidir, bir bakıma…

En son İstanbul’da bir araya geldiğimizde, Bostancı’da “Adana kebabını” oldukça başarılı yapan bir yerde kebabı rakı eşliğinde götürdüğümüz o günde cebimde o gün sahilde okuduğum Lev Troçki kitabı üstüne “Troçkist” diye lakap takılmış bir arkadaşımız üstüne ciddi ciddi geyik muhabbeti de yapmış idik. Gerçi artık mezkûr muhteremin de “Troçkistliği” adeta duyuna kalmış olmasına rağmen yiğit lakabı ile anılmaya devam etmektedir. Son dönemde gelişen öteki dünya planlarından etkilenme modası uyarınca yeni usul ve yöntemler geliştiren mezkûr arkadaşımız bu yeni yolda bile muhalifliği terk edememiş görünmektedir.

Esasen o gün, bir araya gelme amacımız benim üniversiteden okul arkadaşım, kendisinin ise mahalleden arkadaşı olan ve hiç kesintisiz görüşmeye devam ettiğimiz Esat Mahmut Çağlayan’ı ziyaret etmek idi. Şimdilerde artık aramızda maalesef olmayan Esat arkadaşımız, dönem itibari ile melun ve meşum hastalık karşısında büyük bir direnç göstererek ciddi bir mücadele yürütmekte idi. Niyetimiz Esat’ın bu büyük mücadelesi sırasında destek olup moral yükseltmek idi lakin buluşmaya gelmeyince, kendisine telefon ile ulaşıp durumu soralım dedik ve korkunç gerçek karşımıza dikildi, artık bu kabil ziyaret ve misafirlikler kendisi için olanaksızlaşmış. Ve de ne yazık ki birkaç ay sonra kendisini kaybettiğimizi öğrendik, çok üzüldük. Esat, benim hem üniversite, hem de Medrese-i Yusufiyye’den arkadaşım olup adeta tırnaklarıyla hayata tutunmanın ve var olmanın bir numunesi idi. Esat ile bir dönem çalışmış olduğu “Adana Kemal Matbaası” grevinde grev gözcülüğü yaptığı zamanlarda bazı akşamlar grev çadırına gider destek olurduk, orada içtiğimiz bir bardak sıcak çay eşliğinde ettiğimiz memleket muhabbetlerini düşündükçe, hatırladıkça halen heyecanlanırım. Bu vesile ile tekrar bu genişlikte anımsadığım o günleri ve artık aramızda olmayan Esat Mahmut Çağlayan’ı saygı ve minnetle anıyorum. Yıldızlar yoldaşı olsun.

Mustafa Kemal Çelikkıran, en son görüştüğümüzde bana Avusturya Wien ve Manchester United kulüplerinin kendisine hediye ettiği berelerden birer adet getirmişti. Bana getirdiği bu bereler hala sakladığım değerli hediyelerdir. Mustafa için, geçen haftalarda yazdığım bir yazıda, bulunduğu Avusturya’da halen aktif olarak sportif faaliyetler içinde olduğu beyanı ile bir dönem Avusturya Futbol federasyonu Başkanlığı ile bir dönemde Ulaştırma Bakanlığı yapmış bir muhterem ile inziva günlerinde küçük bir futbol kulübünü yönettiklerini ve ünlü milli futbolcu Prohaska ile uzun uzun futbol muhabbetleri yaptıklarını belirtmiştim.

Cuma, Aralık 30, 2022

İĞDİŞ EDİLEN KENTLER


Kentlerin şekillenmesi bulundukları coğrafi konum (rakım-dağ-ova-deniz-göl), iklim, demografik yapı, ticari ve stratejik konumlara göre gerçekleşmiştir. Örneğin, bir liman kenti naturası gereği bir ticaret ve bağlantı noktası olması itibari ile çok farklı millet ve bölgelerden gelen insanların uğradıkları, uğraştıkları, eğleştikleri, yaşadıkları, gelip geçtikleri yerler olması itibari ile gemi yanaşma, bağlama, emtia depolama, pazarlama, yükleme boşaltma, gümrükleme faaliyetleri için uygun yapılar ve düzenekler ile teçhiz olmuş iken mezkûr faaliyetin muhataplarının çalışma, barınma ve konaklama, yeme içme eğleşme gibi ihtiyaçlarını karşılamaya uygun yapıların bulunması kaçınılmazdır. Buna mukabil kervan yolları üstünde menzil noktalarına denk gelen yerlerdeki şekillenme ise kervanın konaklaması, yeme içmesi ve güvenliği temelinde organize olmuşlardır. Dolayısı ile her kent kendine uygun biçimde organize olur iken yerleşik insanı da bu minvalde bir yaşam tarzı tutturur, kenti de bu yaşam tarzına göre planlar ve organize eder… Sonraları, Ademoğlunun evrimi gereği gelişen ticaret, ulaşım, yönetsel gerekler, oluşan kültür kentlerin yeni ve gelişen fonksiyonları vs ile kentler büyür gelişir, değişir ya da dönüşür… İşte bu; çok uzun yıllar içinde adeta damıtılarak gelişen kentlerin yapısı kentin bugünlerde çok algılanmayan hatta önemsenmeyen karakterini oluşturur. Mesela gezdiğimiz medeni ülkelerin kentlerinden bahsederken, “200 yıldır kaldırımları aynı kaplama” ya da “ya bir arabanın geçemeyeceği sokaklara bile dokunmamışlar” ya da “yol kaplaması ortaçağdan kalma” gibi sitayiş dolu sözler etmekteyiz doğru ve haklı olarak. Lakin kendi topraklarımızda aynı özeni göstermemekteyiz ya da gösterememekteyiz. Hülasa, gâvurun koruma ve kollamasına ve de restorasyonuna alkış çalarken, kendi değerlerimize de son derece insafsız ve ölçüsüz kılıç çalmaktayız. Haksızlık da olmasın biz de şu koca ve fani dünyada yalnız da değiliz, benzerlerimiz bir hayli fazla…


Bakın bu yıkıp yerine yeni lakin kendi aklımız ve ufkumuz ölçüsünde bir şeyler yapma kültürü yenilerde oluşmuş değildir. Daha önce de yazdım, Osmanlı Hanedanı, gelişen yeni ihtiyaçlar neticesinde İzmir Limanının korunması ve deniz trafiğinin denetlenmesine yönelik, bugünkü Narlıdere Sahilevleri bölgesinde bir kale yapımı gündeme gelir. İlgili Paşa görevlendirilir, İzmir’e avdetine müteakip, incelemeler sonrası gözüne, İzmir’in ilkçağdan kalma tiyatrosunun kesme taş blokları ile Okluk Kalesinin bakiye taşları takılır. Sonrası malum, yıkılır ve mezkûr kale inşa edilir. Paşanın tasarrufu bu yönde olmuştur, yetki, sorumluluk ve güç kendisinde olunca, gerisine ne hacet… Bugün bu bir rezalet denilebilir lakin bugünden geriye bakınca, o gün için güç kullanma, yetki kullanma, delegasyon vs gibi nedenlerle son derece makuldür değil mi… Sonraları çalıştığım Türkmenistan’da Türkmenlerin sık tekrarladığı bir söz var; bilenler bilir, “Türkmen bina yıkma ile adam sevme” konusunda uzmanlaşmıştır. Neyse konumuz bu değil şüphesiz lakin davranış modelimizin benzeşme ve kesişme noktaları da önemlidir, diye düşünmekteyim.


Nedir bu yıkma iştahının sebebi acaba? Hala neden yıkıyoruz? Yahu be arkadaş, kabul etmesem bile şu binalarınızı, şu yollarınızı yeni imara açtığınız bölgelerde yapsanız da kendinizi mutlu etseniz, olmaz mı? Daha iyisini yapacağız, diye yıkıyorlar, hem de kendilerine ne tür fikri vehmetseler de sonuç değişmiyor, o da, bu da… Ve “kırk bir kere maşallah” faslından her birinin de müthiş izahları var, nerdeyse seferberlik ilan edesi geliyor adamın. Kimisi sanatı içine tükürülecek bir faaliyet faslından tayin ile, kimisi modern anlayışa aykırılığı yüzünden, kimisi yıkılacak kadar tehlikeli bulunması bahanesi ile ama her birisi oturduğu makamın gücü suyu hürmetine ses çıkarılmadan izlenmektedir. Kimisi yol açıyorum, açacağım uğruna ormanları yok ederken, kimisi birkaç asırlık evlerin katline fermanı timsah gözyaşları ile karşılayarak lakin sonuç hiç değişmeden coğrafyanın, doğanın, arkeolojinin, tarihin hülasa kentin belleği ve karakterinin değişimine sebebiyet vermektedir.


Mesela; kim mantıklı ve makul gerekçeler ile Çeşme’nin güzel ve estetik olmamakla birlikte kent kimliğini, kişiliğini ve karakterini yansıtan ya da oluşturan hatta pekiştiren yapıları sayılabilecek, “Buz Fabrikası ve Deposunun”, “Küçücük ama Çamlık Senar diye anılan Cezaevinin”, “Güçlendirilmesi mümkün olan ama göz ardı edilen 16 Eylül İlkokulunun”, “Ilıca Turban otelinin” yıkılmasını savunabilir, bilemiyorum. Duyduğum kadarı ile de şimdi sırada “Namık Kemal İlkokulu” varmış. Muhteşem yanlış demekten başka kelam bulamıyorum. Şüphesiz vardır savunucuları ki muhtemelen de sayısal olarak çok fazladırlar. Lakin konuya sayısal çokluk karar verme hakkı doğuruyor iddiası ile bakılırsa, gelinen nokta da burası olur ve sürpriz olarak değerlendirilemez işte. Ve yine maalesef bu gözler gördü ki, büyüklerimiz istedikleri yapıları güçlendiriyor istemedikleri yapıları da tasnif dışı kabulü ile yıkılmasına ferman eyliyor. Hani bir de denilmiyor mu ki, 1999 depreminden sonra girişilen “Deprem Güçlendirme Projelerinden” beklenilen ve arzu edilen sonuç alınamamıştır, gülüyorum, çünkü bu kabil ihalelerde ne yazık ki maksat dışı işler ve imalatlar yaptırılmıştır. Neyse…


Evet, kent sosyolojisi dolayısı ile de mütenasip oluşan yapılaşma ve şehir planı kapitalizmin etkisi ile olumsuz gelişmektedir şüphesiz ama bir de matah bir şeymiş gibi kurbağa misali kapitalistleşmeye özenen yerlerde durum daha da beter… Kapitalizm kentlerin önce demografisini sonra sosyolojisini sonra ekolojisini sonra da kent planını en sonunda da tüm hayatı mahvetmek gibi bir zillete sahiptir. Basitçe, yıkacak yeniden yapacaksın ki yaklaşık 400 sektör bu işlerden nemalanacak, durum bu…


Yıkım sadece hedef binaların yok edilmesi ile de kalmıyor ki, insanların hatıraları, anlatılanların karşılıksız kalması, fotoğrafların yabancılaşması gibi sonuçlarda doğuruyor… Biz eskiye yani oluşan kent kültür ve karakterine sahip çıkarak, korumaya ve kollamaya ve restorasyona önem vererek yeni durum ve fonksiyonlara göre kentimizin organize edilmesini beklemekteyiz.


Evet, anlıyor ve kabul ediyoruz, kentler, değişen mühendislik, mimarlık, planlama ve tasarım yaklaşımları, değişen politik, kültürel ve ekonomik ilişkiler ve yeni oluşan ihtiyaçlar dolayısı ile gelişen inşaat teknolojilerinin de çok büyük tesirleriyle mütemadiyen dinamik bir durum sergiler. İtiraz yok bu değerlendirmeye lakin yeni diyoruz değil mi o zaman gidin yeni yerlerde uygulayın sizi mutlu ve memnun edecek şeyleri.







Cuma, Aralık 23, 2022

ÇOK YAŞA MUTLAK BARIŞ


Başta; hedef kaynakların beleşe ele geçirilmesi, muktedirlere endüstriyel manada yeni pazarlar açılması ya da elde edilebilmesi, ucuz iş gücü temini olmak üzere daha birçok haksız ve ahlaksız neden ile yine başta ABD ve avenelerinin yarattığı savaşların ve sonuç itibari ile de insan kıyımının unutulmaması için dünyanın tüm kıtalarından çocukların bağışladıkları bozuk paralarla Japonya Devleti tarafından ürettirilen ve her yıl Eylül ayında ABD’nin adeta bir kurumu haline gelmiş Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda çalınan çanın üzerinde, “Çok Yaşa Mutlak Barış” yazısı bulunmaktadır. Neden böyle yazar da, her üye de çan çalınırken saygı ile durur da, yine bu ahlaksız yöntemi sürekli sıcak tutarlar, geniş manada kendi dışındakilere ve dar manada da kendi içlerinde lakin kendilerinden olmayanlara karşı sürekli bu savaş halini anlamak olanaksız. Şüphesiz temsil ettikleri rejimler ve manzumeleri açısından yapılan analizler ile konuyu anlaşılır kılmak mümkündür objektif olarak lakin konunun duygusal açıdan anlaşılır tarafı yoktur. Esasen savaşların nedenleri anlaşılsa bile kabul edilir tarafı da katlanılabilir tarafı da yoktur.


Dünya kaynaklarının sömürülmesini amaçlayan başta ABD ve AB tarafından üretilen ve yürütülen politikaların acımasızlığı ve kaynak daralmasına paralel acımasızlığın daha da artmasına tepki olarak sömürüye ve baskıya direnen unsurların artmasının yarattığı ortamlarda savaş, katliam ve soykırımlar ne yazık ki yaşanmaktadır. Emperyalizmin ve yeni sömürgeciliğin yarattığı bu talan ortamının varlığı göz ardı edilerek, talep edilen barış ve demokrasinin de anlamı kalmamaktadır, anlaşılamamaktadır. Uyuşmazlıklara, sömürüye karşı duruşlara, emperyalizmin kendi ekonomik gerçeklerinden ötürü adaletli olması ya da en azından hoşgörülü olması, anlaşmazlıklara barışçıl ve adil çözümler araması gibi bir şık hiç olamamaktadır ve de bu düzen sürdüğü sürece de olamayacaktır. Emperyalizm ve jandarması ABD’nin başta olmak üzere tüm uluslararası ve ulusal ortakları, uyuşmazlıklara, anlaşmazlıklara, adaletli ve barışçı çözüm taleplerine karşı, tüm dünyada silahlı güce dayalı baskı, şiddet, savaş ve yok etme yöntemlerine, sömürünün devam edebilmesi adına devam edecektir. Salt bu yüzden; barış, demokrasi, eşit ve adil paylaşım, sömürüye karşı durma, insan hakları söylemi; Emperyalizm ve jandarması ABD’nin başta olmak üzere tüm uluslararası ve ulusal ortakları tarafından hoş görülmeyecek ve yok edilecektir.


Ekonominin askerileştirilmesinin hızla tırmandığı dünyada, başta Ortadoğu, Asya, Afrika ve Güney Amerika olmak üzere önemli bir bölümünde ve hem de ülkemizde çeşitli biçimleri ile savaş ve çatışmalar ne yazık ki devam etmektedir. Savaşa, şiddete ve silahlı güce dayalı bu vahşi politikalara itiraz ederek, Dünya Halkları için Barış ve demokrasi, insan hakları talep ve söylemi ise, ne yazık ki bu toz duman savaş çığırtkanlığı içinde muktedirler tarafından sürekli en sert şekilde bastırılmaya devam edilmektedir. Savaşların ve sömürünün faturası dünyanın yoksul halklarına kesilirken, her yıl yüzbinlerce ölüm yaşanırken, yüzbinlerce insan sakat kalırken, milyonlarca insan yerini, yurdunu, köyünü terk ederek mülteci konumuna düşerken, Kadın ve çocuklar tecavüze uğrarken, açlıkla mücadeleden ötürü yüzbinlerce insan ölürken; başta ABD olmak üzere emperyalistler konforlarını arttırmakta ve yerel ortakları arasından her yıl onlarca dolar milyarderleri mevcutlarına ilave olmaktadır. Savaşa yapılan yatırımlara bakarak, dünyamızın barıştan ne kadar uzak olduğunu söylemek çok kolaydır, bu anlamda başta ABD’nin askeri üretimlerine ve bu üretimlerin alıcılarına bakarak dehşeti görmek mümkündür. Dünya ülkelerinin toplam savaş giderleri, askeri harcamalar bazında yaklaşık 2 trilyon dolar olarak açıklanmakta olup, bunun 600 milyar doları savaş makinesi ABD’ye ait olsun, hadi gelin bu ortamda barıştan bahsedin de göreyim sizi. ABD eğitimine 65 milyar dolar, sosyal güvenliğine 10 milyar dolar tahsis ederken, jandarmalık görevi için bu rakamın yaklaşık 10 katını harcıyor da, Rusya, Çin ve Hindistan onlardan aşağı kalıyor mu, kocaman bir hayır.


Bugünlerde; içi ve anlamı boşaltılarak, hani yurtta sürekli iç düşman yaratma fobisinden ötürü asla tesis edilemedi, ama cihanda bugüne kadar lafta da olsa sahiplenilen tarafını; “suya sabuna karışmama” denilerek önemli ölçüde değer kaybına neden olundu ya, işte bu kelamın gereği olmak üzere “yurtta sulh, cihanda sulh” politikasının gerçek anlamı ile şiar edinilmesinin, etkin kılınmasının önündeki tüm engellerin kaldırılması için ne gerekiyorsa tüm samimiyetle yapılması gerekmektedir. Denilebilir ki Atatürk bu lafı bu manada, şu manada söyledi, yahu bi durun Allahaşkına, de ki sizin dediğiniz gibi, de haydi siz barışı mutlak kılın… Ama eleştirideki maksat savaşı savunabilmenin ahlaksız vasatını oluşturmak olunca, her türlü bükülebiliyor kelamlar. Evet, bugünün anlamına uygun düşmesi adına; dünyanın her neresinde olursa olsun, yürütülen savaş, baskı ve saldırıları insanların şiddetle kınamaları gerekmektedir ki, aymaz muktedirler yavaş yavaş kendilerine ve politikalarına çeki düzen versinler. Başta, ABD’nin Irak’ta, Libya’da yürüttüğü işgal ve savaşlar olmak üzere, tüm dünyadaki saldırı ve savaşların bir an önce durdurulmasını, ama demeden, şu tarafı da gözden kaçırılmamalıdır demeden, kayıtsız şartsız talep etmelidir insanlar, yoksa savaşla eşanlamlı hale gelmiş eşbaşkanlıklarıyla gurur duyanları destekleyerek barıştan yanayım denilmesine kargaların bile gülmesi kaçınılmazdır. Tarih boyunca savaş çözüm olarak en son sırada yer alırken, 21. yüz yılda, aferist (işbirlikçi), oportinist (fırsatçı), egoist (bencil), popülist (kendi çıkarları için halktan yana görünen) siyasetçilerin yönetime gelmesi ile savaş ilk seçenek olmuştur. Dünya artık, bilge adamların çözümlerini değil, ayakkabısının arkasına basan mahalle kabadayılarının yumruklarının hüküm sürdüğü, korkunun egemen olduğu bir gezegene dönüşmüştür.


Evet, içinde bulunduğumuz zaman itibari ile “inanılmaz şekilde barış ihtiyacı” bulunmaktadır. Peki, barışa bu kadar ihtiyaç var iken neden bu kadar savaşsever ekipler tarafından yönetilir dünya, inanılır gibi değil… Hem de savaş kadar büyük yatırımlara, büyük kıyımlara, büyük yıkımlara hülasa her şeyin kaybedilmesi uğruna savaş tercih edilir, son derece kolay ve ucuz erişilebilen “barış” söz konusu iken… Savaş kutsayıcılardan, kin ve nefret üretenlerden, kendi ve benzerlerinden ziyade kim varsa beğenmeyen, eleştiren, dışlayan ve ötekileştiren muhteremlerden behemehâl kurtarılmalıdır Dünya… “Barış zamanında savaşa hazır olunmalıdır” umdesini öne süren zavallılar kendi çocuklarının ve torunlarının geleceğini karartmaktadır ama maalesef ki farkında değillerdir.


İnönü’nün güzel bir anısı ile bitirelim. Hani meşhurdur anlatılır ya, kendisine sitemde bulunan çocuğun savaş döneminde kendilerini aç bıraktığını söylediğinde “evet haklısın ama babasız bırakmadım” cevabı önemsenmelidir. İnönü ve küçük çocuk böyle bir diyalog kurmuşlar mıdır? Bu birilerinin uydurması mıdır? Bilemem lakin çok güzel ve anlamlı bulduğum bir diyalogdur.


Cumartesi, Aralık 17, 2022

KORKU

 Her yiğidin belki de hiç birimizin muaf tutulamayacağı bir meydan okumamız vardır, hani meşhurdur ya; “Ben hiçbir şeyden korkmam” ya da “Allahtan başka hiçbir şeyden korkmam”… Bunun böyle olmadığını kişi kendi iyi bilir lakin ikrar etmez… Aksi takdirde, bazılarının, mezarlık yanından geçerken ıslık çalması neyin alametidir diye sorarlar adama… Resmi damgalı zarftan, resmi yazıdan, resmi kişilerden, doktordan, dişçiden, bekçiden, jandarmadan, gümrükçüden, belediye zabıtasından, uçaktan, dolmuş şoföründen, karakoldan, hükümet dairelerinden, vergi dairesinden, cinden, periden korkanların varlığından, bahsedince, o başka savunmalarını kimler bilmez ki… 

 

Şüphesiz herkesin korkuları vardır, olması da normaldir çünkü korku son derece insani bir durumdur. Kişisel ve nevrotik korkular üstüne konuşmayı konunun uzmanlarına bırakarak ilerleyelim. Biz yaratılan toplumsal korkudan korkmak ve günlük hayatımıza yansımaları üstüne yoğunlaşalım istiyorum. Toplumsal korkuların yarattığı bu duygu ve davranış bozuklukları ve yaratacağı tonlarca olumsuzluk vardır. Bana göre toplumsal korku ile haddinden fazla yüklenmiş insanın özgürlük ve bağımsızlık hissiyat ve yetilerinin külliyen körelmiş ya da kaybolmuş ve de ikircikli olması kaçınılmazdır. Bu kabil muhteremler, sürekli ve kesif bir tereddüt durumu yaşarlar, tereddüt ruh hali ise sadece koruma içgüdüsünün güçlü olmasına hizmet eder. Sadece kendisini koruyacak bir ruh hali ile teçhiz muhteremin faaliyetleri, iaşe ve ibate ve de iane üçlüsü içine sıkıştırılmış olur. Hani her asker muhteremin en az bir kere tekrarladığı ve herkesin de bildiği lakin açıktan söylemesinin hoş karşılanmadığı bir tekerleme vardır. Ben kendim bu lafları art arda dizebilecek kadar şair ve mizah sahibi birisi değilim, ben de bir yerlerden dinledim hatta tekrarladım, “kep ile potin arasına sıkıştırılmış, karnı bulgur pilavı ile doldurulmuş, dayak ile uslandırılmış, …” diye uzayıp giden… Maazallah geleceğimizi şekillendireceklerin böyle olmasını kimse istemez değil mi?

 

Hemen hatırlanacaktır; 1986 yılının bir soğuk döneminde, artık aramızda olamayan büyük usta ve tiyatromuzun 4. “kavuklusu”   Ferhan Şensoy’un Orta Oyuncularının bir tiyatro gösterisinden sonra, oyunda Nazi subayı ve SS rolündeki oyuncuların oyun elbiseleri ile İstiklal Caddesine çıkarak, gelip geçenden kimlik sorarlar. Üstelik de bu kimlik sorma işlemini yarı Almanca yarı Türkçe yaparlar; “kimlik bitte”. Neredeyse her kimlik istenen kişi, “neden soruyorsun, neden kimlik istiyorsun, sen kimsin, sen de kimliğini göster” gibi gayet medeni tepki ve talepler sunmadan ilaveten de üniformalara hiç dikkat etmeden itirazsız kimlik beyan ediyorlar.  

 

“Dış zorlamalar çok güçlü olmasa dahi, insanın kendisini iradesizce köle haline getirmesinin nedeni korkudur. Korku, bu nedenle, ideal bir egemenlik aracıdır. İnsanların korkusuyla ordular kurulmaktadır. Korkan insan (ne kadar saçma ve canice de olsa) verilen bir emre kolay kolay karşı gelemez çünkü emri veren, onun için, üstesinden gelinemez bir otorite olmaktadır.” Yazar Dieter Duhm “Kapitalizmde korku” adını verdiği kitabında böyle bir tespit yaparak “milgram deneyleri” sunumunu yapmakta ve deneyin “Amerika’da yapılan bu deney dizisinin temel sorusu şu olmuştur. Otoriter bir kişi, diğerine, üçüncü kişiye vücutça eziyet etmesi ve onu yaralaması için emir verirse ne olur?” temelini vaz etmektedir. Deney enteresan… Lakin sonuçlar daha enteresan, deneklerin üçte ikisi kendilerine emir verildi diye, bir başka insanın vücuduna onun bilincinin yok olmasına kadar elektrik vermekten geri durmamıştır. Merak edenler deneylerle ilgili detaylı bilgileri başkaca kaynaklardan edinebilirler. Sonra insanoğlu merak ediyor, Nazi toplama kamplarında insanlar üstünde vahşice yapılan çalışmaların nasıl gerçekleştiğini… “İnsanlar arasında, ilişkilerimize korku ve gizli düşmanlık sokan mesafeden tekrar tekrar söz etmiştik. Korkuyla düşmanlığı birbirinden ayırmak mümkün değil.”

 

Canım Yurdumda uzunca bir süredir tam da bir Goebbels taktiği gereği tekrarlanan, “Sermaye korkaktır, ürkektir” edebiyatının doğru olma ihtimali nedir sizce, bence sıfır. Bilakis sermaye her zaman, her yerde korku yaratılmasından nemalanmıştır, nemalanmaya da devam etmektedir. Bunun izlerini sürmek isteyen her muhteremin tereddütsüz okuyabileceği bir çalışmadır mezkûr kitap. Esasen burada tam bir ters köşe penaltısı gibi bir durum da söz konusudur. Hem müsebbip ol, hem de mağdur rolü kes. Hele yabancı sermayeye gelince konu daha da katmerli nakledilir kulaklarımıza. Kendisinin yaratılmasında başat rol aldığı motivasyonundan neden korksun ki, değil mi?

 

“Kapitalizmde korku” adını verdiği kitabında Dieter Duhm şöyle bir tespit yapıyor; “Dürtülerin bastırılmasıyla üretilen korku ve güvensizlik herhangi bir biçimde dengelenmek zorundadır. Dengeleme için esas olarak iki yol vardır. Mesleki becerililik ve tüketim… Dürtülerin baskı altına alınması, ezilen bireyde bir saldırganlık gizil gücü yaratır; bu gizilgüç, sistemin iç ve dış düşmanlarına karşı kanalize edilerek, kapitalizmin çıkarları için doğrudan kullanılabilir… Dürtülerin bastırılması sistemin parçasıdır. Bir baskı sistemi olması sıfatıyla kapitalizm, dürtüleri bastırma ve korkuyu sürdürme ya da onlardan vazgeçme gibi bir seçeneğe sahip değildir. Ama böyle bir seçenekle karşılaşsa bile bunlardan vazgeçmeyeceği açıktır; çünkü dürtülerin bastırılması da, korku da kendisine nihai hizmetler sunmaktadır”.

 

Aynı kitaba, bir giriş yazısı yazan Aziz Nesin; “Özetlersek, insanın korkudan korkuya karşı moral yapısını koruması;

·       Kendini korkutan güçle uyum sağlayarak

·       Ona boyun eğerek

·       Onunla özdeşleşerek

·       Ya da büsbütün edilgin kalarak “hiçbirşey etmemek” yollarıyla sağlanabiliyor.” diyerek harika tanımlamalar yapıyor. 

 

Korku bir tek şeyle yenilir: Bilgi ve mücadele. Korku bilgi ve mücadele ile yenilir, yenilmesine de, “ben cahilin ferasetini tercih ederim” diye üniversite hocası postunda olanlar olmaz ise.