Pazar, Eylül 12, 2021

BÖRKLÜCE İNSANLARI

 

Yazar, Şair, Araştırmacı, Gazeteci Yaşar Aksoy’un son kitabı “Bizim Köy Balıklıova” yı bir solukta okudum, müthiş gönendim. Temelde Karaburun Yarımadası ahalisini özelde de Balıklıova ahalisini “Börklüce İnsanları” diye tanımlıyor, bence de çok isabetli bir iş yapıyor. Hatta bu kapsamda değişik zamanlarda çekmiş olduğu fotoğraflar ile İstanbul, Çeşme ve İzmir’de “Börklüce İnsanları” isimli fotoğraf sergileri de düzenlemiştir. Yani bir manada Osmanlıdan bakiye insanların varlığını zımnen ilan etmektedir. Esasen bende öyle düşünmekteyim, bakın tarihteki hiçbir kıyımdan kıyıcılar bakiyesiz sıyrılamamışlardır, mutlaka ve de mutlaka gizlenen, kaçabilen, kurtulabilen ya da sözde ihtida edenler olmuştur.

Malum olunduğu üzere; Şeyh Bedreddin ve kethüdaları, Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal; “yârin yanağından gayri her şey ortak” şiarıyla yola çıkarlar… Şüphesiz yola çıkış umdeleri üzerine yazılacak çok şey var, bu işin uzmanları yeterince de incelemiş ve yazmış zaten… Meraklısına okumak ve öğrenmek düşer, istemeyene ise iğne ilaç kâr etmez… İlaveten, her inceleyen ve okuyan da mürit olmaz haliyle… Öğrenmenin erdemi ve kutsiyeti içinde namusu dairesince; anlamalı, yorumlamalı insan bence… 

Yola çıkanlar; Radiy Fiş’in yazdığı, “Ben de halimce Beddeddinem” kitabında çok değerli olduğu aşikâr birçok söylev ve eylem önerisinde bulunmaktadırlar… Lakin; etnik ve dini yapısı farklı bir şehirde, ekseriyetin mevcudiyeti ile aşağıda alıntıladığım söylev beni ziyadesiyle etkilemiştir.

“İnsanlar hak eşitliğine değil, çıkara dayalı bir yaşam sürüyorlar. Dirlik düzenlik değil zorbalık var bu yaşamda. Ve çıkarcılarla zorbalar, dünya nimetlerinden daha az pay alanlar değil, tam tersine bütün zenginlikleri ellerinde tutanlardır. Ey, her şeylerini kaybetmiş olanlar, silkin üzerinizdeki ölü toprağını ve ayağa kalkın. Çünkü artık hakikat zamanı gelmiştir. O hakikat ki, bugüne dek, zindanlara kapatılanların dillerinde köylülerin feryatlarında, cellat kütüklerinde kan ve gözyaşıyla yükseliyordu sesi. Öğrencilerimiz Börklüce Mustafa’yla Kemal Torlak’ı, insanlara doğru yolu, hak yolunu göstermeleri için Aydın ve Manisa vilayetlerine gönderdik. Beylerin topraklarını ellerinden alıp halkın ortak malı yaptı bu kardeşlerimiz. Sultanın ordusunu doğruluğun, hakkın gücü ile tepelediler… Biz, bilim gücümüzle, evrenin birliğinin gizlerini bilişimizle dinlerin ve halkların sahte yasalarını değiştireceğiz, boş yasakları kaldıracağız, dünyayı yalanın utancından temizleyeceğiz. Toprağı olmayanlar toprak sahibi, iktidarda olmayanlar iktidar sahibi olacaklar. Hakikat bayrağının altında toplanın, saflarımızda yer tutun!”

“Ateşe zıkkım tozu serpilmiş gibi tutuşturuvermişti bu sözler köylü yüreklerini. Bu çok da Rus demirci Aleksey’i etkilemişti. Çünkü o, töreleri ve dilleri birbirinden ne kadar farklı olursa olsun, dünyanın üzerine inip kalkan sopalarla, kızgın demirle dağlanan teniyle bilen bir insandı. Dünyanın hiçbir ülkesinde hakbilir, dürüst bir sultan, çar, voyvoda, bey yoktu. Az zalim görmemişti şu dar ömründe Aleksey.”

Evet; Sultanın egemenliğinin temini, beylerin toprağının iadesi uğruna mezkûr alanda yürütülen asude ve ortak hayata hücum kaçınılmazdı. Civar Beylerin ve Valilerin küçük küçük orduları karşısında zaferler kazanılarak yeni ve önerilen nizam tahkim edilse de Beyazıd Paşa’nın son ve kanlı saldırısı yeni nizam önerenlerin yenilgisi ile nihayetlendirir. Ülkemizin yüz akı, Dünyaca ünlü şairimiz Nazım Hikmet “Şeyh Bedreddin destanı” adlı şiirinde ise son sahneyi böyle duygusallaştırır ve ölümsüzleştirir.

Mübalâğa cenk olundu.

Aydının Türk köylüleri,

         Sakızlı Rum gemiciler,

                              Yahudi esnafları,

On bin mülhid yoldaşı Börklüce Mustafanın

Düşman ormanına on bin balta gibi daldı.

Bayrakları al, yeşil,

    Kalkanları kakma, tolgası tunç

                                            Saflar

Pâre pâre edildi ama,

Boşanan yağmur içinde gün inerken akşama

On binler iki bin kaldı.

Hep bir ağızdan türkü söyleyip

Hep beraber sulardan çekmek ağı,

Demiri oya gibi işleyip hep beraber,

Hep beraber sürebilmek toprağı,

Ballı incirleri hep beraber yiyebilmek,

Yârin yanağından gayrı her şeyde

                                         Her yerde

                                                       Hep beraber!

                                          Diyebilmek

                                            Için

On binler verdi sekiz binini.

Yenildiler.

Sonra Manisa üstüne akın eylendi, orada da Torlak Kemal ve müritleri aynı muameleye tabi tutuldu… Artık dirlik ve düzenlik yeniden temin edildi, topraklar köylülerden alındı ve beylere “tımar” edildi.

Ve; “Börklüce İnsanlarından” bakiye kimlerdir şimdilerde… Nerelere saklandılar, nerelere göç eylediler… Evet benim düşüncem hatta iddiam o ki; tarih ve şiirler tamamının katline ferman eylenmiş olduğuna dair görüşler belirtse de hayatın doğal akışı içinde bunun böyle olamayacağı akla daha yakındır. Zaten bazı kaynaklarda yenilgi ortaya çıkınca başta kadın, yaşlı ve çocuklardan oluşan köylü takipçilerin Sakızlı Gemicilerce karşı adalara taşındığı yazılmaktadır.


Cumartesi, Eylül 04, 2021

BALIKLIOVA’DAN BİR RADİY FİŞ GEÇMİŞ


Yazar, Şair, Araştırmacı, Gazeteci Yaşar Aksoy’un son kitabı “Bizim Köy Balıklıova” daha önce de dediğim üzere benim için çok enteresan anılarla dolu. Radiy Fiş geliyor, Yaşar Aksoy tarafından “Börklüce insanlarının” yaşadığı bölgeye, Balıklıova’ya. Radiy Fiş önemli bir Rus yazar, Türkolog ve esasen de benim açımdan önemli tarafı; “Ben de halimce Beddeddinem” adını verdiği Şeyh Beddeddin, Börklüce Mustafa ve Torlak Kemal ile yoldaşlarının hayat hikayeleri ile “Nazım’ın Çilesi” adını verdiği her yönü ile değindiği Nazım Hikmet’in hayat hikayesini kitaplaştırmış olmasıdır. Dediğim gibi her iki kitabı daha önceleri okumuş idim, bu vesile ile aldığım notlar üstünden mezkûr eserleri bir daha gözden geçirme fırsatı doğdu. Yaşar Aksoy kendisi ile çok yakın dostluklar oluşturmuş ve anladığım kadarı ile de çok detaylı ve anlamlı muhabbetler yapmış, lakin bu muhabbetler ötesinde, Radiy Fiş’in Şeyh Bedreddin kitabı için yaptığı coğrafi ve örfi araştırmalar ziyadesiyle dikkatimi çekti. Elinde; Şeyh Bedreddin, kazaskerleri, müritleri ve taraftarları hakkında her türlü doküman var iken mezkûr fikriyatın, muhteşem direnişinin ve nihayetinde tenkilinin yaşandığı topraklara gelerek fiziki ve sosyal çalışma yapması, hem de Türkiye ile Sovyetler Birliği arası seyahatlerin çok zor yapılabildiği bir dönemde bu çalışmaların yapılmış olması gerçek manada takdire şayandır. İşte böyle büyük yazar olunabiliyor demek ki…

Neyse; Yaşar Aksoy, kitabın bir bölümünde, “Rady ağabey, Şeyh Bedreddin ve müridi Börklüce Mustafa üzerine belgesel bir roman yazmak istiyordu. Kurguyu kurmuş ama coğrafya üzerine oturtamamıştı. Onun için bizzat olayların geçtiği coğrafyayı en ince ayrıntısına kadar öğrenmek amacındaydı.

Cehennem Vadsi neredeydi? Çünkü Osmanlı ile isyancılar arasında büyük savaş orada olmuştu. Denize uzaklığı ne kadardı? Bedreddin Çeşmesi nerede idi? Hala suyu akıyor muydu? Cehennem Vadisi’nden sahile eşek veya at üzerinde kaç saatte varılırdı? Böyle sorular kafasını kurcalamaktaydı…

Bir gün bize “bana eşek bulun” diye tutturdu. Israr ediyordu.

Dede ile bakıştık. Adamın niyeti bozuk mu diye fısıldaştık…

Meğerse eşek üstünde coğrafyayı ölçüp biçecekmiş.

Bir eşek bulduk, sıska diye istemedi.

Bir başkasını bulduk gebeş diye istemedi.

Nihayet pehlivan gibi bir eşekbaşı bulduk. Tamam dedi.

Çıktık araziye, ovalara, vadiler, yamaçlara, dağlara… Rady baba eşek üstünde biz tabanvay… Günlerce, saatlerce…

Eşek üstünde habire not alıyor, saat tutup zamanı kaydediyordu…

Eşeğin anasından emdiği süt burnundan geldi.

Bizim bizzat anamız ağladı.” diye o günleri anlatıyor. Direnişin yürütüldüğü her nokta ve aralarındaki mesafe dikkatle ölçülüyor daha önceden hazırlanan kurgunun içine yerleştiriliyor her bir detay… Rus yazara “abi” diyerek yazar ve araştırmacı olmanın ötesinde daha üstün bir paye veriyor, eee kolay değil abi olmak ya da abilik yapmak… Herkes abi de olamaz kolayca, o makam önemlidir, bakmayın siz şimdilerde yaygın ve yaşça büyüklere yönelik kullanılmasına esasen “üstat” manasına kullanıldığında yaşın bir önemi de kalmaz, kalmıyor da zaten.

Yaşar abimizin kitabında, genellikle baş rolleri kapan tipoloji; devrimci, sosyalist, Kemalist hülasa muhaliflerden müteşekkil… Tesadüf de olabilir…

Neyse; biz Radiy Fiş ile devam edelim, bahse konu “Nazım’ın çilesi” adını verdiği kitabını çok önce okumuş idim. Radiy Fiş’in bu dikkatli, özenli, planlı ve gerçeği yansıtan kitabından da bir pasaj aktararak hem onu hem de dünya devi Nazım’ı analım…

Nazım Hikmet; muktedirlerin amansız ve mesnetsiz düşmanlığı karşısında elindeki tek silah olan “açlık grevine” başlar… Nasıl bir iflah olmaz düşmanlık ise gayri, çok önemli bir general dayısı olmasına rağmen, başta Fevzi Çakmak olmak üzere sonra sırası ile Adnan Menderes ve Celal Bayar bile hedefindedir. Mezkûr kitapta, ister devlette devamlılık babından kabul edin ister düşmanlığın terekesi ya da metrukatı ya da irsiyeti muazzama kabul edin, müthiş bir hikâye var…

Sararmış bir gazetedeki fotoğrafa-14 Nisan 1950 günü çekilmiş- bakıyorum. Nazım, iliklenmemiş paltosu sırtında, şapkasız -İstanbul’da hava artık ısınmaya başlamıştı- hastahane avlusundan geçiyor. Zayıflamış yüzünde belli belirsiz bir tebessüm. Yukarıya doğru bir yere -bir pencereden el mi sallıyorlar- bakıyor, yoksa solgun bahar gök kubbesine mi bakıyor? Bir şeye gülümsüyor ama neye? Tanıdık bir yüze, düşüncelerine, yoksa doğup büyüdüğü şehrin havasına mı?

İki yandan, bir adım geride, gardiyanlar yürüyor. Aşınmış metelikler gibi yıpranmış yüzlerinde o anın önemi ve kendi mevkileri ile böbürlenme var.

Zira bunlar alelade gardiyan değildir. Fotoğraf makinesine en yakın olup, objektife bakan, İstanbul cinayet aleminde tanınmış bir komiserdir. Lakabı Parmaksız. Vatanseverler aleyhine açılan bir davada, suçlarının şahidi olarak duruşmaya iştirak ederken, gizli siyasi polis şefi olduğunu ve bu teşkilatta 1915 senesinden beri çalıştığını yemin altında beyan etmiş. Önce “Sultan Polisi Filörü” olarak işe başlamış, fazla liberal düşünenleri gözetlemiş. İşgal senelerinde İstanbul Şehri işgal kuvvetleri tarafından kumandanlık mıntıkalarına bölümünce Galata-Karaköy Amerikan mıntıkasında bulunan karakolda hizmet görmüş, milli mücadeleye yardım eden Kemalistleri yakalayıp sorguya çektiriyormuş. Emniyet şubesi o senelerde de, 1950 senelerinde olduğu gii, Sansaryan hanı’ndadır. Bütün fark, işgal kuvvetleri zamanındaki gibi işkencelerin bodrum katında değil, hanın üst katında yapılması ve artık Kemalistlere değil, komünistlere yapılmasından ibaret.

Derler ki br insan hakkında fikir edinmek için yalnız dostlarına değil, düşmanlarına da bakmalı. Nazım Hikmet’i kendine düşman bilen yalnız Parmaksız değildir. Fakat bu gibi insanlar, bütün değersiz insanlar gibi, kendi önemlerini kendi gözlerinde büyütmekteydiler.”

Evet, Yaşar Aksoy abimizin, okunası bu kitabını büyük bir keyifle okurken Radiy Fiş’in Balıklıova’dan bu anlamlı geçişine de bir kez daha selam duruyoruz. Bunları hatırlamak ve nice güzel yaşanmışlıklarla dolu ve taçlandırılmış bu kitabın edinilip okunması da tartışmasız önerilir.

 

 

 

Cumartesi, Ağustos 28, 2021

YAŞAR AKSOY-RADİY FİŞ-ŞEYH BEDREDDİN ve BÖRKLÜCE MUSTAFA

 

Gazeteci, araştırmacı yazar ve şair Yaşar Aksoy’un “Bizim Köy Balıklıova” adını verdiği çok önemli ve enteresan hatıralarının yer aldığı kitabını okuyorum. Müthiş hatıralar birikmiş Balıklıova’lı yıllarda, büyük bir keyifle okuyoruz. Bu kitapta yer alan, günümüze ışık tutan hatta iddialı olacak ama kesinlikle söyleyebilirim ki güne rehberlik edebilecek kişi ve hatıralar var ve ben bunları yeri geldikçe yazmak istiyorum. 12 Eylül öncesinde, uluslararası mahfillerinin yerli mümessilleri eli kanlı katillerce, darbe havuzuna su taşımak maksadı ile yürütülen şiddet ve terör ve iç savaş ortamı ihdası çerçevesinde, katledilen Manisalı Eczacı ve Demokrat Ege gazetesi yazarı Neşe Gülersoy ve Balıklıova yerlisi Köy Enstitülü “Dede” lakaplı Hayrettin Karademir ve ortak yazdıkları kitap “Topal” ile yazarların hayatlarından kesitler ve de bence en önemlisi Nazım Hikmet’in manevi oğlu ve Moskova günlerinde sekreterliğini yapmış büyük ve değerli yazar ve Türkolog Radiy Fiş’in “Ben de halimce Beddeddinem” adlı kitabının yazılması serüveninin Balıklıova ayağının aktarılması, müthiş hatıralar ve dahası ve detayları… Evet, bu detayları daha sonraki yazılarıma bırakarak ilerlemek istiyorum. Radiy Fiş’in mezkûr kitabını yıllar önce okumuştum ve kısa kısa notlar almışım, yazarın tespit ve değerlendirmeleri çerçevesinde, aktarımlarda bulunmak ya da değerlendirmeler yapmak adına. Şeyh Bedreddin üzerine “bende kendimce” Ernst Werner’den, Franz Babinger’e oradan İsmet Zeki Eyüpoğlu’na oradan kendi kaleminden “Varidat”a kadar daha birçok kitap okudum lakin bence en etkili ve anlamlı değerlendirme Radiy Fiş’in yazmış olduğu “Ben de halimce Beddeddinem” adlı kitapta verilmiştir. Bu değerlendirmenin ne kadar haklı olduğunu Yaşar Aksoy’un daha sonra detaylı değineceğim anılarından da anlamaktayım açıkçası… Kitap yazarken neler değerlendirilmeli, yazım planı nasıl yapılmalı ve de hepsinden önemlisi yazacaklarının hayattaki aritmetik, fizik ve sosyal karşılıklarının neler olabileceğini, mezkûr anılardaki “eşek hikayesinden” sonra bir kez daha çarpıcı bir şekilde anladım. Önemli ve büyük yazar nasıl olunabiliyor bir kez daha tedris edilmiş oluyor…

Şimdi kısa kısa; bir tarafı ile Şeyh Bedreddin ve müritleri ve yoluna ölüme gittikleri hayat ilke ve değerlendirmeleri ve yol tespitleri ile taktik ve stratejilerinin mezkûr kitapta nasıl ele alındığına değinelim.

“Nice çok yaşasan da işin sonu ölümdür

Korka durun ölümden cümle doğan ölmüştür

Dizelerini yinelemeyi pek severdi Abdülselam Kardeş. Hakikat yolunda ölmekse, en kutlu kişilere nasip olan bir mutluluktu. Ve Satı’nın yüreği bir kez daha Bedreddin’e ve yoldaşlarına duyduğu gönülborcuyla dolup taştı, ömrünün şu son günlerinde ona bu olanağı verdikleri için.

Karaburun -ya da Rumca adıyla Stilyarios- dendiği zaman anlaşılan, İzmir Körfezinin girişindeki burunla burada kurulmuş kasaba değildi yalnızca, bütün bu çevrenin ortak adıydı Karaburun. Üç yanından denizle, bir yanından da dağlarla sınırlanan bu bölgeye, ancak gür ormanlarla kaplı daracık dağ boğazlarından ulaşılabilirdi. Şeyhoğlu Satı bölgeye geldiğinde hem kasaba, hem de kıyılardaki Rum köylerinden yamaçlardaki Türk köylerine kadar bütün köyler Dede Sultan’ın adamlarının elinde bulunuyordu. Bölgede ne kadar mültezim, muhafız, korucu, kolcu, bey adamı, Osmanlı askeri varsa tümü kovulmuş, dağ geçitleri sıkı sıkı tahkim edilmişti. Kaldırılan ürünler dağlardaki mağaralarda oluşturulan ortak depolarda korunuyordu. Ellerindeki silahları da bu mağaralara depolamışlardı. Hayvanlar ortaklaşa sürülüyor, her köyün kadınları toplanıp bütün sürüden sağdıkları sütle hep birlikte yoğurt, peynir, yağ yapıyor, bölüşüyorlardı. Avlanan balıklar, herkese dağıtılıyordu.

Bütün köylerde ve kasabanın her mahallesinde önemli sorunları karar bağlamak üzere kurullar oluşturulmuştu. Seçimle işbaşına gelen bu kurullar adına Karaburun’u başlarında Abdülselam’ın bulunduğu üç kişi yönetiyordu. Bu üç kişi herhangi bir konuda uyuşamazlarsa, gerek en yaşlıları, gerekse öğretmene en yakınları olduğu için, son söz Abdülselam’ındı.”

Neymiş mesele, insanları görece daha paylaşımcı daha toplumcu daha ortaklaşmacı yaşatmanın yollarının aranması sürecinde daha adil ve daha insan olabilmenin yolunun tayini imiş. Bu uğurda istenmeyen ilan edilenlerin “bölge dışına kovulması-çıkarılması” ile sorun aşılabiliyor… Ama daha sonra göreceğimiz üzere Osmanlı’ya karşı savaşı kaybetmelerinin akabinde kendilerine reva görülen muamelenin acımasızlığı, şiddeti ve vahşeti karşısında ne kadar da insani kalmış olmaları…

 “ - Vakt irişti!

Gayrı dağlarda gizlenmek yoktu, gayrı bendinden boşalmış bir sel gibi aşağılara inmenin vaktiydi. Bütün topraklara el konulacaktı, Karaburun örneğinde olduğu gibi, tarlalar, meralar, korular, bağlar, bahçeler, bütün zenginlikler, kadınlar dışında, herkesin ortak varlığı olacaktı. Bir de şunu ekledi Satı; Her köy, temsillerini seçmeliydi; yalnız bu işi yaparken aklın yaşta değil başta olduğu unutulmamalıydı. Gelip Karaburun’da olup bitenleri bir görsünlerdi bu temsilciler; çünkü bir kez görmek, bin kez duymaktan daha etkileyiciydi.”

 

Osmanlı’nın nizamını reddeden ve yerine önerilen nizam artık her yanda yol almalı idi onlara göre… Artık eylem vakti idi… Hak, adalet, insanlık, çoğulculuk her yana hâkim olmalı idi. Diğer taraftan Osmanlı’nın ilk bölünmesi sayılabilecek Musa devrinde Şeyh Bedreddin Şeyhülislam atanınca, tebaanın gayri biraz olsun nefes alması temin edilecekti.

“Sultanın egemenliğini pekiştirmeye hizmet edecek bir adaletle, Bedreddin’in anladığı adalet arasında dağlar kadar fark vardı. Sultanın amacı, kırılması, paramparça edilmesi gereken tekerleği onarmaktı”

Evet, tekerlek onarılacaktı. Lakin önce “allahsızlara ölüm” naraları ile önerilen yeni nizam öncüleri tenkil edilmeli idi… Yeni nizam öncüleri yenilmişlerdi…

“Daha düne kadar bir kardeş sofrası olan bütün bu yerler, şimdi Osmanlı müfrezeleri tarafından beylere ve sultanın sadık kullarına dağıtılıyordu. Köyler, yakılmış, yıkılmıştı. Ne bir çocuk sesi, ne bir horoz ötüşü ve ne de bir köpek havlaması… Çatıdan kopmuş tahtaları sallayan, saman tozlarını bir burkaç gibi ıssız yollarda sarmallayan rüzgarlar ve hafif bir yanık kokusundan başka bir şey yok.

Timur, başka halkların üzerine saldırıyor, yabancı ülkeleri yağmalıyordu. Bunlarsa kendi ülkelerine, kendi halklarının üzerine saldırmışlardı. Yolları üzerinde bir canlı varlık bırakmamacasına… Bu toprakların tanık olduğu güzellikleri bir kan denizinde boğmak, yangınlarla küle çevirmek istercesine…”

Evet, Radiy Fiş, 430 sayfalık son derece yalın, anlaşılabilir hızlı okunabilir bir kitap yazmış, güzel Türkçemizi ünlü bir Türkolog vasfı ile mütenasip taçlandırmış adeta…

Peki; yaşananlar yaşanmışlıkları ile kaldılar mı, nerede, canım yurdum uyduruk iddialara dayalı bu talanlardan ve tenkillerden, pek çok kez daha gördü bu zulmü ve bu vahşeti…


Cumartesi, Ağustos 21, 2021

BEKÇİ RECEP

 

Kimilerinin “Bekçi Recep”, Kimilerinin “Kanun Adamı”, kimilerinin “Devlet” olarak andığı, seslendiği ya da bahsettiği bir büyüğümüzdür Recep Bozkurt Abimiz… Esasen Recep Abimiz, bizler için tek başına kanun, nizam ve devlet temsilcisi olmanın ötesinde, bize sevecen bir büyüğümüz, en azından bize her daim kol kanat geren ya da ihtiyaç halinde gerecek birisi gibi bir duruş sergiledi hayatı boyunca… Bu vesile ile kendisini bir kez daha saygı ve özlemle yad ediyorum…

O; temsiliyetine haiz kahverengi elbiseleri içinde, kahverengi şapkası altında ve şapkanın üstünde 8 köşeli güneşin tam ortasında ve aynı zamanda göğsünün sol tarafında tam da kalbinin üstünde asılı vaziyette kocaman bir “B” harfi ile taçlandırılmış ve görevlendirilmiş olmanın hakkını tam ve layığı ile vermiş birisi olarak Çeşme tarihinde yerini almıştır. Yardımsever ama sert, sert ama merhametli, merhametli ama tavizsiz, sevecen ama kararlı, kararlı ama yumuşak kalpli, yumuşak kalpli ama dik, dik ama şefkatli, şefkatli ama gülmez bir büyüğümüz idi. Sanki yaptığı görevin; görev tarifinden mülhem bir yansıma vardı yüzünde, elinde ve vücudunda velhasıl tüm organlarında. O evinde çocuklarına ne kadar şefkatli ya da sert idi ise sokakta da bize o kadar şefkatli ya da sert idi, çünkü bizlere de kendi çocukları gibi bakardı. Şimdi tüm bu anlattıklarım benim anılarımla sınırlı ya da benim hatırlayabildiklerimle, aaa birileri de çıkar başka laflar edebilir mi, şüphesiz edebilir lakin “Bekçi Recep” büyüğümüz benim hatıralarımda böyle birisidir ve öyle de kalmaya devam edecektir. Çiftlik Köyümüzün, tam net anımsamıyorum ama o tarihlerdeki muhtarımız Haşim Şenkul dışında kravat takan tek kişisi idi. Belki de muhtar da takmıyor idi, gerçi muhtarımız da ziyadesiyle modern birisi idi ve bir gün kendisi ile ilgili de anılarımı paylaşacağım. Bir devrin en önemli tanığı, gözlemcisi ve müdahale edicisidir, Bekçi Recep, Çeşme’mizin. O gecelerin vukuat kayıt defteridir, o gecelerin kendi meşrebince öğretmenidir, o gecelerin kendi adalet ölçüsünde savcısı, hâkimi ve avukatıdır, o gecelerin hülasa her şeyidir. Hay Allah bunları böylesine yazınca anladım ki meğerse biz bu kabil kanun insanını ne çok özlemişiz… Bunları hatırlamam ve bu ölçüde nostaljik bile olsa anlatırken bir hoşluk ve güzellik hissediyor olmam nedeni ile bile kendisine teşekkür ediyorum… Sen ne güzel bir adammışsın, sen ne güzel bir bekçiymişsin, sen ne güzel bir kanun erbabı imişsin, be Recep Abi…

Çeşme’nin gecelerinde her daim, gösterdiği sevecen ama tavizsiz endamı ve hemen oracıkta olduğunu tebarüz ettirdiği düdük çalması ile görece huzur ve güven ortamı mevcudiyetinin yegane örneği idi, bana göre… Tam da bu nedenle, en olmadık ama en ihtiyaç duyulan noktada hemen bitivermiş olması bile, güvenlikçi eğitim ve örfünden mi kaynaklı idi yoksa Çeşme’nin ciddi manada küçük olmasından mı idi, bilemiyorum gayri… O dönemde bu maksada matuf “bekçilik” görevi, sadece yerli ve yerel insanlar marifeti ile deruhte edilirdi. Gerçi “kır bekçileri” de vardı, bağ bahçe ve tarlada ürün ve hayvan güvenliği temini için lakin onlar hem çalışma rejimi hem de görev tanımları gereği farklı idiler. Kır bekçileri görev alan ve tarifleri gereği yurttaş ile bu kadar ilişkili değillerdi. Gerçek manada, “Bekçileri” önemli hale getiren yerli ve yerel olmaları yanında bir “Muhtar” kadar mahalleyi, kenti ve ahaliyi yakından bilmeleri, onların sorunlarını bilmeleri hatta fazlaca özel hayatlarından bilgi sahibi olmaları idi… Kim kiminle akraba, kim kiminle evlendi ya da evleniyor, kim nerede askerlik yaptı, askerlikteki vukuatları, sosyal ve ekonomik hayattaki vukuatları, kim hangi okullarda okuyor, kim hangi okulu bitirdi, vs vs… Bu kadar yakından tanıdığı, bu kadar detaylı bilgi sahibi olduğu hülasa komşusu, arkadaşı, kardeşi ya da akrabası olduğu insana sadece “ben bilmez merkez bilir” kabilinden uygulama yapabilir mi insan, şüphesiz yapamaz… Bazen küçük bir kulak çekme, bazen biraz nasihat bazen de babaya şikâyet etme şıkları kullanılarak ama genel güvenlik konseptine halel getirmeden davranabilmek ancak bu detay bilgilere haiz olunca becerilebilir hale gelir… İşte benim anılarım özelinde “Bekçi Recep” böyle birisidir… Anneannemin çocuğu gibi gördüğü, dayımın ve babamın iyi arkadaşı olunca, benimde bu manada çok nasihat ve uyarılarına muhatap olmuşluğum vardır, tüm uyarılarını doğru görmesem de onlara uygun davranmamı temin etmiş olmasından ötürü, fazladan biraz daha teşekkürlerimi sunuyorum.

Gece “Kanun Adamı” ya da “Devlet” gündüz ise Recep Abimiz, ne güzel insandı… Öyle şimdiki gibi 3-5 bekçi bir arada değil, tek başına dolaşırdı Çeşme’nin önemli noktalarını… O dönemde manavlar şimdiki gibi akşamları dükkân kapamaz idiler, tezgâhın üstüne bir örtü çeker giderler idi, gerçi bakkallar da gündüz saatlerinde kapıya çapraz yatırdıkları saplı süpürgeleri ile kapalı olduklarını gösterir idiler ve buna rağmen ne gece ne gündüz hırsızlık olmaz idi. Ya insanlar fakir ama namuslu idi ya da karşıdakine zarar vermekten korkan ve çekinen hem namuslu hem vicdanlı hem de insaf sahibi idiler. Şimdi nerde, deyim yerinde ise “gözünden sürmeyi çekmek” konusunda bir sürü ordinaryüs ortalıkta cirit atıyor, ne bekçi ne polis ne de elektronik önlem kâr ediyor, bu başkasının malına ve canına göz dikmiş gözükaralara…

Bizleri eğitmenin ya da güvenlikçilerin deyimi ile “yola getirmenin” yolunun sadece kanunun ve örfün kendisine tanıdığı yolu seçmez aynı zamanda her biri ile dost, arkadaş ve tanış olduğu babalarımız üstünden de öneriler ileterek yetişmemizi ya da yola girmemizin teminine bakardı, bu hali ile de ayrı bir değer idi Recep Abimiz…

Şüphesiz bugün benzer vakalara ve yaklaşımlara tanıklık edemiyorsak bunun tek kusurlusu kişisel olarak “Bekçiler” ya da “Polisler” değildir… Esasen ve gerçekte her gün yeniden, muktedirlerin ve temsilcilerinin yeni ihtiyaçlara göre tanımladığı devlet-vatandaş ilişkileri etkili olmaktadır burada… Dün “Yurttaşlık Bilgisi” dersleri ile karşılıklı olarak hakların ve ödevlerin yaygın tartışmaya ve dahası “talim terbiye” delaleti ile dengeli, makul, görece kabul edilebilir, saygın ve düzeyli bir ilişkiye görece tekabül edecek şekilde öğretim vasıtası ile tanzim edilirken, günümüzde neredeyse matematik bile ihtiyaç listesinden çıkarılacak hale getirilmektedir… Aaaa sadece bu bizde mi böyle, nerde, birkaç istisna hariç nerdeyse tüm dünyada böyle… Nerde o bekçiler dediğinizi duyuyor gibiyim, evet o bekçiler yok lakin eski mahalleler, eski kentler ve eski insanlar var mı? Ne yazık ki, toptan yok oluşları dert etmemiz gerekmektedir, bence. Hatta ve dahi, buradan ve bundan da daha fazla irtifa yitirmemek için acil fren yapılması kaçınılmazdır. Yoksa, Allah muhafaza… Şüphesiz anlayana, anlamayana da durmak yok, ilaveten söz de yok, onlara iğne ilaç kâr etmez…

Bence; Belediye Meclisinin derhal alacağı bir kararla Recep Abimizin adını, sonsuz yaşatabilmek adına, Çiftlik’teki bir meydana ya da bir caddeye vermelidir.

Cumartesi, Ağustos 14, 2021

RUMELİ DONDURMALARI ve HÜSEYİN MERSİN

 

Çeşme’nin önemli markalarından birisidir, Rumeli Pastahanesi, sahiplerinden Hüseyin Mersin çocukluk arkadaşım olup ilkokula ve ortaokula birlikte gittik. Lise için ben İzmir’i, Hüseyin ise Urla’yı tercih etmiş idi. Bu tercih bizleri daha az görüşür hale getirmiştir lakin sonraları her görüşmemizde daha fazla zaman ayırır adeta az görüşür olmanın telafisi babında söyleşiriz. Halen de öyledir. Geçenlerde Çarşıda genellikle sabah saatlerinde ağırlıklı bulunduğu Pastahanenin önünde görünce, daha önce telefon ile arayıp abisi ve dostum Hasan Mersin’in vefatı nedeni ile taziyelerimi iletmiş olmama rağmen bu kez de yanına gidip acıları paylaşmak istedim. Yanımda da akrabam Urla’dan Ayet Eray da vardı, malum pandemi koşullarında maskelenmiş olmamıza rağmen Hüseyin liseden arkadaş olduğunu söylediği Ayet’i çok az ve dikkatli baktıktan sonra hemen tanıdı, bu nedenle muhabbet bir başka koyulaştı, liseye gitme kararı alan Çeşmeli Gençlerin neredeyse %80’inin gittiği dönemin meşhur Urla Lisesi ve Urla’nın meşhur “öğrenci yurdu” muhabbeti adeta hafıza güncellemesi oldu bizler için. Hüseyin her zamanki kibarlığı içinde çay ikramını ve ileride bir başka yazıda ele almayı planladığım oğlu tarafından annesinin adına ithafen ürettiği muhteşem “Şadiye Dondurmasından” ikramlarını gerçekleştirdi.

Hüseyin Mersin arkadaşımız bizim kuşak dahilinde Çeşme’de en erken özel otomobil sahibi olanlardandır, eğer bir yanlış hatırlama varsa da şimdiden özür dilerim diğerlerinden… İtalyan Fiat kopyası olan yeni ve yerel imalat Murat 124’ler, tıpkı o İtalyan filmlerindeki gördüğümüz afisi ve cafcafı ile sahne almıştı Canım Yurdumda, bilenler için olmasa bile fazlaca otomobil bilgisi ve görgüsü olmayan hülasa otomobil kültürü gelişmemiş bizler için çok güzel otomobil idi. İşte Hüseyin de bunlardan bir tane satın almış, ona bakarak biz de umutlanmış idik, o aldığına göre biz de alabiliriz diye ama, nerde, benim 15 seneden fazla beklemem gerekecek idi. Evet, hatırladığım kadarı ile pırıl pırıl koyu yeşil bir Murat 124 sahibi ve bu onun için inanılmaz bir sosyal statü idi, biz de şüphesiz arkadaşımız olduğu için bir taraftan sevinir iken bir taraftan da acayip kıskanırdık ve hatta tahsis edene de çaktırmadan sitem ederdik. Hüseyin; kendi alımı yanında kendisine büyük ve ciddi bir statü katan bu otomobil ile daha bir alımlı hale gelmiş idi, gıpta edilecek bir nokta.

Hüseyin; bizim kuşağın küçük bir istisna dışında nerdeyse tamamına has sayılabilecek son derece mütevazi hayatına devam etmiş ve her geçen yılın kendisine kattığı mütevazilik artışına da büyük bir titizlik içinde sahip çıkmıştır. Rumeli Reçel ve bilhassa Dondurmalarının ülke çapında ün sahibi olması, Çeşme tanıtım merkezli yayın ve dokümanlarda mutlaka yer alıyor olması, Çeşme ve turizm tanıtımlı her fuar ve sunumda önemli bir köşe sahibi olmuş olmasının, kendisine sadece tevazu kattığını söylemiş olmak asla bir abartı sayılmaz. Sağlıklı ve mutlu uzun bir yaşam dileyelim bu vesile ile kendisine… İlaveten Çeşme turizmine ve tanıtımına da katkılarından dolayı bir kez daha teşekkür edelim, hep beraber…

Hüseyin ve Ayet ile muhabbeten eskilere dalmış iken, Hüseyin hemen yerinden kalktı içeriden bir eski 3 katlı sefertası getirdi. Babanın, Osman Mersin büyüğümüzün, tek başına ve çok yoğun çalıştığı yıllar, evi de çok uzak olmamasına rağmen vakitsizlikten ötürü yemeklere eve gidemez, annenin yaptığı yemekleri de babaya getirmek işte bu 3 katlı sefertası ile Hüseyin’e düşer her daim… Baba, her gün gelen yemek sonrası boş sefertasını eve yollamak üzere Hüseyin’e teslim eder ve eline de teşekkür ve teşvik babında 5 Tl sıkıştırır, Hüseyin her gün aldığı 5 Tl’yi eve gelince kendi adına biriktirilmek üzere anneye teslim eder, annede her akşam mezkur 5 Tl’yi babaya verir, eeee ne de olsa en güzel biriktirme sandığı babadır, 5 Tl’ye herkes memnun bir döngüdedir esasen, ertesi gün aynı hikaye döner durur yıllarca… İşte, mezkur 3 katlı sefertasını şimdi Hüseyin büyük bir gururla konu açıldıkça göstermekte…

Teknoloji kullanmaya ve ticari hayata yönelik henüz yeni öğrendiğim bir anısını aktarmak istiyorum, Osman Mersin büyüğümüzün… O tarihlerde yeni yeni üretimine başlanmış dondurma karıştırma makinelerinin üretimini yapan bir muhterem, Ahmet Eriş, Çeşme’nin ilk sitelerinden Atila Polat mukimidir, Çeşme Çarşıda bakar ki el ile dondurma yapıyor Osman Abimiz, hemen tanışılır ve hemen muhabbet koyulaştırılır, imalatçı muhterem müthiş bir teklif ile bir adet makine vermeyi önerir. Teklife göre herhangi bir peşinat ödemesi yapılmayacak, hatta herhangi bir tutar ya da vade de taahhüt edilmeyecek… Sadece satılan her dondurmadan, Osman Abimizin taktir edeceği bir miktar, dondurma mevsiminin sonuna kadar ayrı bir kutuda biriktirilecek, mevsim sonu biriken miktar sayılacak ve makine bedeli olarak takdim ve tahsil edilecektir. Olur, olmaz, becerilir, becerilemez düşünceleri neticesinde teklif kabul edilir, sezon başı makine kurulur, imalat ve satış başlar. Kavil edildiği üzere, her satıştan ayrı ayrı takdir edilen bir miktar ayrı bir kutuda biriktirilir. Osman Abimiz, ahlakına müsavi, borcuna sadakat ve piyasa itibarı gereği takdiri biraz fazlaca imalatçı muhterem lehine kullanmış olacak ki, sezon sonunda kutu açılır ve sayılan paranın makine ederinin çok üstünde olduğu tespiti yapılır mezkûr muhteremce… Osman Abimiz, baştaki mutabakat gereği makine tutarının ne olduğu konusunda bihaber vaziyette iken, makine ederinin çok üstünde birikimin olduğunu gören imalatçı muhterem, makine için takdir ettiği rakamı alır gerisini Osman Abimize bırakır. Şimdilerde kimsenin yanaşmayacağı, yapmayacağı hatta cesaret bile edemeyeceği tarz bir ticari anlaşmadır, mezkûr anlaşma… Dondurma karıştırma makinesinin markası, Sevel’dir, gerçek manada insansever, ticaretsever, ahlaksever bir durum… Dürüstlüğün, ilkelerin ve samimiyetin harman olduğu dünden, eğitile öğretile geldiğimiz bugün… Katkısı ve payı olan herkes kendince kutlayabilir bu muhteşem tekamülü… Heyyy gidi günler heyyyy…

Bu vesile ile; başta Osman Mersin büyüğümüzü, her daim bana “baba dostu” diye seslenen oğlu Hasan Mersin’i ve diğer kaybettiğimiz tüm büyüklerimizi saygıyla anıyorum… 



















Pazar, Ağustos 08, 2021

İZMİR’İ SEYRETMEK

Angelico Maria Müller adlı bir din adamı seyyah “İzmir 1726” adında bir seyahatname yazar, oradan okuyoruz, sen ne güzel bir kentmişsin İzmir. 2 Ekim 1726 günü, bir gemi ile Foça Burnunu dönüp İzmir Dış Limanına giriyorlar… Denizden Güzel İzmir’i seyrediyor, neler yazıyor neler, sonra karaya çıkıyor neler yazıyor neler… Evet; hoşgörünün, modern hayatın, beynelmilel olabilmenin, milletlerin ve dinlerin mozayiğinin ve birbirlerine ayar vermemenin, ticari başarının, denizciliğin, şehirciliğin, tarımın, tarihin, arşı alası, İzmir, örnek kent İzmir… Ama kimilerine göre de, tahkirat manasına, “Gavur İzmir”… 


Giriş olarak seyyah; “Anadolu topraklarındaki bu en büyük Türk deniz ticareti şehri” tanımlaması yapıyor ve ticaret hacmi manasında da “Smyrna yıkık amfiteatr, kale ve birçok başka kalıntı temelinden anlaşılacağı gibi muazzam büyük ve şahane bir şehir olmalıydı. Bugün ise öyle görünüyor ki, Eski Smyrna’nın değil yarısını, ancak onun bir gölgesini görüyor olmalıyız. Buna karşın, hem Avrupalı hem de Doğulu tüccarların ticaret ve dolaşımları nedeniyle tüm Levant’taki en ünlü liman ve ticaret şehridir. Dış limanda demirliyken, irili ufaklı birçok teknenin yanı sıra 70 kadar Fransız, Galli, Hollandalı, İngiliz ve daha birçok başka ülkeden gemi saymıştım. Karayolu ile yılda üç kez, Şubat, Haziran ve Ekim’de doğudan-İran-Moğolistan ve Çin’den gelen kervanlar bazı dönemlerde İzmir pazarında 4-5 bin devenin aynı zamanda buluşmasına neden olmaktadır” şeklinde bir tespit ile milletlerarası ticari ve ekonomik faaliyet konusunda fikir edinmemize yol açan tespitlerde bulunuyor.

Gerçi mezkûr anıları kaleme alanın fahiş bir hatası da var; “Smyrma dışında bir başka Smyrna daha varmış ve diğerinden 20 saat uzaklıktaymış” diyerek işliyor bu hatayı.  Şüphesiz saat tarifinde ya da tercümede bir hata varsa söylenebilecek bir şey yoktur. Gerçi bir başka kaynakta mezkûr seyyahın bu görüşünün değerlendirilmesinde, 20 saat yerine “20 stadion” gibi bir mesafeden bahsediliyor ki o da eski Yunan’da bir uzunluk ölçüsü olup yaklaşık 185 mt ye ve de toplamda da 3,5 km. lik bir mesafeye tekabül ediyor ve körfezin tam doğusunda yani şimdiki Bayraklı civarında olan eski kent kastediliyor olabilir. Değerlendirmeler muhtelif, gerçek tek…

Mezkûr din adamı seyyah bir başka yerde ise; “Şehir ulus zenginidir. Yani bugün 80.000Türk, 2.000 Yunan ve Ermeni, bir o kadar da Musevi bulunuyor. Büyük ticaretle uğraşan, her ulustan ve inançtan dinlerini özgürce yaşayabilen Frenk veya Avrupalı Hıristiyanların sayısı az değildir. Türkler’in 20 camisi, Museviler’in 7 sinagogu ve okulu. Yunanlılar’ın 2, Ermeniler’in 1 ve biz Latinler’in 3 kilisesi vardır… Türkler, Yunanlılar, Ermeniler ve Museviler; hepsi şehrin yüksek kesimlerinde otururlar. Biz Avrupalılar ise, aşağı kısımlarda, denize kenarında uzun bir sokakta oturmaktayız. Tüm uluslarımızın burada konsoloslukları ve temsilcileri vardır.” diyerek nüfus dağılımı ve dini harita ile diplomatik ve ticari ilişkiler üstüne de gözlemlerde bulunuyor.

Daha önce “Sancak Kale” başlıklı yazdığım kaleden de “Yenikale” diye bahsetmektedir. Mezkûr Kale ile ilgili detay bilgilere ulaşmak için https://sosyalyasamdaalternatif.blogspot.com/2017/09/sancak-kale.html adresine müracaat edebilirsiniz. Kemeraltı girişindeki “Ok kalesi” Osmanlının değişen savunma ve şehircilik ihtiyaçlarına binaen yıkılır aynı zamanda da İzmir’in ilkçağdan kalma tiyatrosunun kesme taş blokları sökülüp alınır ve Yenikale “Sancak Kale” inşa edilir. Gelen ve giden gemilerin denetlenmesi, gümrük vergilerin tahsili, askeri manada ise şehrin ve limana sığınmış gemilerin bir saldırıya karşı korunması maksadı ile yapılan “Yenikale” bugün Narlıdere Sahil Evlerindeki askeri bölge içerisinde yer almaktadır.

Mezkûr anıların bir başka bölümünde ise; “Avrupa ve Asya mallarının devamlı giriş çıkışı nedeniyle buradaki gümrük Sultan’a iyi bir gelir sağlamaktadır. Çoğunlukla Pers ipek malları, Tela Plata. Eski Roma’nın moher ve tafta çeşitleri, marokenler, duvar kağıtları ve Magnesia pamuğundan mamul çeşitli ürünlerin alım satımının yanı sıra, Ermeniler, Yunanlılar ve Frenkler değerli taşlarla doğu incilerinin ticaretini yapıyorlar. Birisi bu değerli taşları Smyrna gümrüğünden saklayarak geçirmek isterse, gemi daha kıyıya varmadan veya yolculuk esnasında Hıristiyan bir bayana bu malları emanet etmeli. Çünkü, Türklerin Hıristiyan bayanlara yaklaşması yasak ve bu yüzden onları durdurup arayamıyorlar.” diyerek ticari mal zenginliği ve ticareti üstüne tespit ve ilaveten hile hurda desise görüş belirtmektedir. Burada dikkat çekmek istediğim yegana konu “Magnesia Pamuğu”dur. Son dönemlere kadar kalitesinden ötürü yüksek teveccüh gören bu pamuk Devlet-i Ali’nin kifayetsiz muhterislerinin kötü ve manasız tercihleri ile yok ıslah ediyoruz, yok daha verimlisini öneriyoruz vs adı altında tukaka ilanı ile neredeyse tarımı yapılmıyor hale getirilmiştir. Uzmanı olmamama rağmen uzun lifleri ile tanınan bu pamuğun çok aranır olduğunu açıktan söyleyebilirim. Diğer taraftan bir başka ticari mal “duvar kâğıdı”, enteresan değil mi, bakın iç mimari ve dekorasyon konusundaki seviyeye… Neyse konumuz bu değil… Anılara dönelim; “Yukarıda belirtiğim malların yanı sıra Smyrna çevresinde ravent (ışgın), mazı, sakamonya ve afyon bulunup satılıyor. Fransızlar birçok malı nakit para ile alıyor, İngiliz ve Hollandalılar ise genelde başka mallarla takas yapıyorlar” görüldüğü üzere ticari maharet ve niyet dün olduğu gibi bugün de Hollandalıları öne çıkarıyor. İlaveten bugün artık yaygın bulunamayan endemik bitkilerinde seyyah muhteremin gözüne çarpacak kadar çok olduğu da aşikâr.

Mezkûr eseri okurken; biraz benim hatırladığım İzmir’e gidip hatıra tazelemesi yaptım. Ne güzel bir kent idi, gerçi şimdi de çok güzel ama kâh o politikacının kâh bu politikacının elinde ya da delaleti ile raydan çıkmış durumda… Su, ulaşım ve şehirleşme konularında benzerlerine göre iyi olsa da, olması gerekene göre bir hayli geride kalmış durumdadır. Artık İstanbul ve Antalya ile denizden bağlantısı da ne yazık ki kalmamıştır. Bu vesile ile İzmir İstanbul Gemi seferlerini de hatırlayalım, ünlü kaleci Varol Ürkmez’in anılarında okumuştum, İstanbul’a maça giderken güvertede kaleci idmanları yaptığını. Varol Ürkmez, Beşiktaş, Altay ve Galatasaray’ın unutulmaz kalecilerinden. Yani hafta sonu için İstanbul’a gidiliyor Cumartesi ve Pazar günü ayrı ayrı olmak üzere 2 maç yapmak üzere… Deniz Yolları gemilerin karşılıklı tarifeli seferlerinin olduğu dönem de yaşandı Canım yurdumda… Şimdilerde, artık sadece gemisi ya da teknesi olanın yaşayabildiği bir güzellik… Oysa nostalji manasında bile olsa belli dönemlerde seferlerin yapılması bence güzel olur…

Cuma, Ağustos 06, 2021

ÇİFTLİKKÖY’DE GÜNBATIMI

Çeşme'mizin değerli mütefekkiri, yazar ve şair Ahmet Kanyılmaz'ın kitabımdaki bir yazı üstüne kaleme aldığı "SONE"si... 



                                ÇİFTLİKKÖY’DE GÜNBATIMI (*)

                                            (S O N E)

 

                              İmbatın yosun kokan mavi soluklarıyla

                              Genziniz yana, yana ardıçlar, fundalıklar

                              Arasında(n) yürüyün başınızda martılar

                              İçinizi ürpertsin köpük çığlıklarıyla…

 

                              Akşamüstüne doğru batı yamaçlarında

                              Çiftlikköy’ün-her mevsim-yeter ki hazır olun

                              Yeryüzünün en güzel, en muhteşem, en coşkun     

                              Günbatımına tanık olmaya o coşkuyla…

 

                              Anbean koyulaşan mavinin laciverte,

                              Alevden erguvana, safrana, eflatuna

                              Dönüştüğü o anlar ne olağan üstüdür…

 

                              Renklerin ışıklarla, ışıkların seslerle  

                              Sonsuz armonisine katılan dalgalarla

                              Tutuşan ruhunuzun vuslatı özgürlüktür…

                                                 ***

                              05 Zilkade 1442//15 Haziran 2021

                           __________________________________________________

          (*): Benim Gözümden ÇEŞME(Ruhi Mehmet ÇİLEK)Sh:96

Pazar, Temmuz 25, 2021

“YENİ ÇEŞME PROJESİ” DİVANELİK Mİ?


 Yeniden ve yine “YENİ ÇEŞME PROJESİ” gündeme alındı gibi bir görüntü var… Proje detayları ne yazık ki belli değil, en azından kamuoyu açısından belli değil… Yine hikmetinden sual olunmaz, ne eylerse güzel eyler, dedik ve kenara çekildik… Başta karşı çıkanlar şimdi destekçi oldu, karşı çıkanlar azaldı… Konu zamana yayıldı, alt komisyona havale edildi, küçültüldü, büyütüldü, konsept değişti, alanı değişti, vs vs gündemin hayhuyu içinde çaktırmadan ama illiyet ve iltisaklarının boyutu köpürtülerek ya da büyütülerek, ünlü ve bir hayli sık kullandığımız deyim uyarınca, “istim arkadan gelecek” ile pupa yelken… Yani klasik; “biz biliyoruz ne yapılacağını, bir de size mi soralım” başlıklı aşk hikayesi… Allah selamet versin, ne diyelim… Ama Allah var, sunum fevkaladenin fevkinde; “golf sahaları, devasa müze, uluslararası uçuşa münasip havaalanı, yaklaşık 100.000 nitelikli yatak kapasiteli oteller, nitelikli olimpik boyutta spor tesisleri, motor sporları pisti, kongre fuar ve etkinlikleri merkezleri, opera, bale, sinema ve tiyatro salonları, özel galeri ve sergi salonları, sağlık temelli termal merkezleri, agro turizm alanları, doğa turizmi alanları, ekstrem macera ve doğa spor alanları, tema park ve film plato alanları, yat limanları, kişisel yat bağlama alanları, bilişim teknolojileri serbest bölgesi, futbol sahaları…” vs vs ne bulduysam içeriğe kattım tadında… Yahu bu faaliyetlerin bir kısmı diğerinin tekzibidir diyen birkaç kişi dışında ses çıkmıyor… Moda ya “torba” yapmak, kırk ambar tadında, atarsın içine her şeyi, hooop oldu sana torba, biri diğerinin etkisini azaltırmış, kimin umurunda, esasen bu bir sunumdur, söylendiği gibi de olması gerekmeyebilir, eeee, ne demiş atalarımız, “kervan yolda dizilir”… İlaveten, maksat her kesimi ve herkesi memnun etmek değil mi?... Devammmm… Yaptıklarımız, yapacaklarımızın garantisidir, repliği sahnede yeniden ve yine… Biz izlemeyi sanat haline getirdikçe, filmin habire devamı çekiliyor… Ve görünen o ki ve de hiç şüpheniz olmasın ki, devam da edilecek… Ama olsun, “ne vereyim abime” tadında her beklenilen ya da akla gelen faaliyeti torbaya koydun mu, geniş “konsensüs” oluşuveriyor kendiliğinden… Kim takar, bu söylenenlerin gerçeklik payı var mı, olabilir mi, sorularını… Şimdilerde hâlâ var mıdır bilmiyorum, “SimCity” diye bir bilgisayar oyunu var idi, bilgisayar ortamında kendi kentinizi oluşturuyor ve yönetiyor idiniz, bu strateji oyunundan dahi nasiplenmiş olmak karşıtlıkların bir balans dahilinde nasıl yönetilebileceğinin ayartına varmayı getirebilir, de işte…

Dün bir arkadaşım gönderdi, “Türkiye Ormancılar Derneğinin” bir basın açıklamasını, okuyunca içim karardı, gerçi farklı açılardan değerlendirerek benzer kaygıları hep taşıyordum ve bu nedenle de taa başından beri karşı idim bu projeye ve hala da karşıyım ve de karşı olacağım… Önceleri karşı olup sonra alkışçısı olanları da Allah ıslah etsin diyorum… Çeşme Yarımadasının yaklaşık 30.000 ha.lık alanının 17.000 ha.sı proje dahiline alınıyor ve nurlu ufuklar tadında “Türkiye’nin Cannes’i” olacağı takdimi ile sahne alıyor… “Zemin+2 kat olarak öngördüğü yatay mimaride kullanılacak malzemelerin çevre dokusuna uygun olacağı, çevre sertifikasına sahip, sürdürülebilir-doğa dostu bir turizm uygulaması olacağı” cilası ile vaat takdim ediliyor lakin yukarıda sayılan ve bir arada olma şansları nerdeyse imkansız bir dolu faaliyet ile de soslanarak keyifli ve kabul edilebilir hale getiriliyor. Neymiş ana fikir, yatay mimari de, dikey asla değil, çevreye uyumlu konut projeleri, evet bence de hesap bu… Aksi takdirde buraya ne Karadeniz’den müteahhit, ne de çok güvenilen Arap sermayesinden kaynak akmaz… Bilmeyenlere, müracaatları halinde, Arap sermayesi üzerine bildiğim kadarı ile hisse ve kıssalar aktarırım… Aaaa devlet garantisi, yani, marinalara yat sayısı garantisi, havaalanlarına yolcu garantisi, golf sahalarına oyuncu garantisi, müzelere ziyaretçi garantisi, sinema salonlarına seyirci garantisi, bak işte buna bir şey diyemem, işte o zaman olur belki de… Yahu birileri bu romantik takdimleri hayalleri olarak sunabilir, bu çok anlaşılabilir ve kabul edilebilir de bari biz çok sevdiğim ve Anadolu’da çok yaygın kullanılır lakin az uygulanır söz gereğince tutum takınalım; “söyleyen deli ise dinleyen akıllı olacak”. “100.000 kişilik nitelikli yatak, 100.000 kişilik istihdam” takdimi elbette çok ciddi karşılık bulur günümüz Türkiye’sinde… Canım Yurdumun maalesef çalışabilir nüfus stoku o kadar büyük ki… Neyse ulvi ve kutsi politik mülahazalara dalmayalım…

 

Golf sahaları ise başlı başına bir felaket hatta rezalet bir önermedir… Önerenler biliyordur şüphesiz de, dinleyenlerin lütfedip biraz tefekkür edip konunun boyutlarına vakıf olmaları kaçınılmazdır. 19 Aralık 2018 tarihinde “Golf yatırımı” başlıklı bir yazımda, şüphesiz kendimce ve bilgim ve görgüm çerçevesinde konuyu incelemiştim, su rejimi, kullanılan kimyasallar ile toprağın ve yeraltının nasıl kirletildiği, müşteri portföyünün tüm dünyada nasıl ve kimler tarafından oluştuğu ve de hepsinden önemlisi istihdama katkısının ne kadar küçük olduğu vs vs… İstenirse  https://sosyalyasamdaalternatif.blogspot.com/2018/12/golf-yatirimi.html linkinden detaylara ulaşılabilir.

 

Gelelim havaalanı konusuna; şu an Çeşme’nin yegâne su kaynağı “Kutlu Aktaş Barajının” su toplama havzasının tam göbeğine inşa edilerek, zaten su fukarası Çeşme’nin daha da sıkıntıya gark edilmesi gözden kaçıyor herhalde… Yahu hazır bulmuşsun Allah’ın bedava suyunu, ki o bile çok yetersiz, bırak Allahaşkına dokunma… Zaten açtığın derin kuyularla temin edilen suyun ki o da arsenik içeriği riski bir hayli fazla bir su onu paçal etmekte kullanıyorsun, bi dur, bi karıştırma… Aaa bu muhteremlere şimdi bunları söylüyoruz ya, ben biliyorum bu abilerin cevapları vardır ve çok nettir. Denizden “reverse ozmos” yöntemi ile su arıtacağız ile başlayan, İzmir’in muhtelif barajlarından isale hatları ile getireceğize kadar, hatta yağmur dua seanslarını arttıracağıza kadar varır…

 

Hele siz; şu andaki nüfusa ciddi temiz ve sağlıklı su temin edin, atık suyu yeterli ve sağlıklı toplayın, arıtın, gelin sonra bunları da yapacağınız konusunda bizi ikna etmeye çalışın. Bu kadar çok temiz su kesintilerinin ters basınç ile atık su şebeke karışımları sonuçlarına hiç girmeyeceğiz. Terfi istasyon kifayetsizliği nedeni ile yeni kanalizasyon şebekesi yapamıyoruz, siz şimdilik foseptik ile idare edin yaklaşımına lafımız da yokken…  Lütfen, andövülüz de sizin sandığınız kadar da değil, bunu da bir görün gari… Lütfen bu projenin tamamından da hatta küçük bir parçasından da uzak durun, Çeşme’nin geleceği adına… Raporda değinilen, yöreye özgü nadir hayvanlar ile yine yöreye özgü endemik ve nadir bulunan bitki örtüsüne verilecek zarar ortada iken agro turizm gibi örtülere sonraki yazılarda devam etmek üzere…

Cumartesi, Temmuz 17, 2021

OKUMAK SEVDADIR

 

Geçen yıl “Benim Gözümden ÇEŞME” adı ve “Hatırladıklarım, beklentilerim, hayallerim” spotu ile de kapağı hazırlanan ve “İstedim ki insanlar; kalemimin gücü ölçüsünde benim gözümden, öğrendiklerimden, hatıramdan, hayalimden ve beklentilerimden oluşan “Çeşme’yi” görsünler. İnancım odur ki, herkes Çeşme’yi ve de Ülkesini en az benim kadar seviyordur ama ben farklı sevdiğimi farklı yaklaşım ve düşüncelerime dayandırarak aktarmaya çalıştım ve de devam ediyorum. Esasında mezkûr birikimlerimi başlangıçta, hani insanlar günlük tutarlar ya tam da o manada, “anılarım” olsun yazayım diye yola çıktım ancak ortaya çıkan bilgileri sadece kendime ait olarak tutmanın, sadece kendime saklamamın cimrilik olacağına kanaat getirdiğim andan itibaren yayınlama kararı aldım. Oluşacak “Çeşme Kent Kültürüne” katkı sunacak eserlere yol açması dileği ile iyi okumalar diliyorum. İstedim ki; “kitapsız” demesinler…” sunumu ile de basılan ilk kitabımın dağıtımını bedelsiz ve çok büyük ölçüde dostlara yönelik yapmıştım. Farklı farklı kentlerde oturan dostlara dağıtımı da gerçekleşti lakin ellerine ulaşanları da maalesef telefon ile arayarak teyit etme işlemi bana düştü. Maalesef dostlarımın önemli bir bölümü “teşekkür etme” nezaketi ve lütfu göstermekten ısrarla uzak durdular. Muhtemelen emeğe ve ürüne verdikleri değer bu kadar idi. Ve korkarım ki bu muhteremler kendi aile ilişkileri içinde de böyledirler. Ve ne yazık ki bu muhteremlerin çok büyük çoğunluğu, bir zamanlar, ülke adına ve üstüne çok büyük hayalleri ve iddiaları da var olanlar ya da öyle olduğunu zannettiklerimiz idi ve bu hayallerini sitayişle çevreleri ve toplumla paylaşıp “nurlu ufuklar” tiratları atıyorlar idi. Gelin görün ki bu zevat için “bedava sirke baldan tatlıdır” atasözü bile kocaman bir hiç imiş. Ve inanıyorum ki hiçbiri de kapağını bile açmamış olabilir… Canları sağ olsun, ne diyelim… Esasen onlar teşekkür ya da takdir etsinler diye yazılmış olmadığı da bir kesindir mezkûr kitabın… Bunların bir kısmı koca koca mühendisler, doktorlar ve hukukçular olarak faaliyetlerine bir tarafları yöneterek devam ediyorlar, hala… Ve çok muhtemelen de etraflarındaki olumsuzlukları kocaman kocaman kelamlarla eleştirmeye devam ederek arz-ı siyaset eyliyorlardır. Vay ki vay…

Ancak tüm bunlardan ziyade kalbimi kıran, gönlümü yakan bir olay var ki paylaşmadan edemeyeceğim. Evden çıktım, otomobilin bagajını açtım bir şeyler yerleştireceğim, tam o sırada çok yakından tanıdığım birisi motosikleti üstünde geçerken durdu, hâl hatır soruşmak için. Bagajda ihtiyaç olursa diye bulundurduğum kitabımdan bir taneyi kendisine takdim etmek istedim. “Dur sana bir kitabımı hediye edeyim” dedim, adam ne desin beğenirsiniz “benim kitap okuyacak zamanım yok” … Laf bitmiş gayri… Adam, yukarıda bahsettiğim muhteremler kadar bile olamamış, almaya bile tenezzül etmemiş… Bir bakıma kitabın akıbetinin muhtemelen benzer olduğunu ya da olacağını tahmin etmeme karşın lütfedip beni kitap hediye etme lüksümden de etmişti. Ne diyelim… Haydi şimdi düşünün bakalım, “hangi ara biz bu hale geldik” kelamını eksiksiz ve sürekli paylaşan muhteremler…

Evet, biliyorum kitap okumak zor bir uğraşıdır, interaktif olmayı gerektirmektedir, TV izlemek öyle mi, pasif olunması bile kafidir hatta hafif uyuklayarak hatta tek gözle bile seyredilebilir durumdadır. Kitap ise akıl ve zihin zindeliği gerektiren bir faaliyettir. Az okuyup çok bilmek istiyorsanız da tereddütsüz tercihiniz TV olmalıdır. Oysaki; kitap okumak, öğrenmektir, daha iyi bilmektir, aydınlanmaktır, katılmasan bile önermeler ve görüşler üstüne kıyaslamalar yapabilmektir, fikri zindelik teminidir, sürekli güncellenmektir, hoşgörüyü arttırmaktır, özgürleşmektir, paylaşabilme becerisini çoğaltmaktır, akli boşlukları doldurmaktır, vs. vs. hülasa kitap okumak hayatı okumaktır. Okuduğunu anlamak ve yorumlamak insana derinlik katar, derinlik ise akli serinlik ve hoşgörü kaynağıdır.

Lakin, bizler tek kanallı TV günlerinde, TRT’nin bilgi yarışması programlarında bile “boş zamanlarımda kitap okurum” subuk klişe kelamlar ile aklı hamule olmuş bir ırkın ahfadıyız. Esasen kitap okumayı öne çıkarır görüntüsü altında, kitap okumanın boş zaman doldurma meselesi, hatta dolgu malzemesi gibi bir subliminal mesaja tekabül ettiğini hep göz ardı ettik…  Boş zamanlarda “kitap okurum”, böyle bir şey olur mu Allasen, kitap okumak için boş zamanı mı bekleyeceksin, bu kabil okumayı bu manada romantik bir faaliyet gibi göstermenin nasıl bir gayesi olabilir. İşte gelinen nokta… Boş zaman bulamayan Canım Yurdumun insanına göre, kitap, ihtiyaç listemizin ne yazık ki 235. sırasını oluşturmaktadır, hem de 2016 yılı verilerine göre, şimdikinin daha iyi olduğunu söylemek ise beyhude bir çaba olarak kalır. Kitap satışları ortadadır. Daha da çarpıcı olanı ise, Canım Yurdum insanın “kitap okumaya ayırdığı süre” 1 dakikadır (yazı ile bir dakika). İlave yorum ve izaha gerek var mı? Zinhar… Oysa aynı Canım Yurdum insanı TV izlemeye 6 saat ve internete 3 saat ayırıyormuş, vs vs… Örneğin; bir türlü Canım Yurdumda kitap hediye edilme işi neden bir davranış modeli olamadı, bilemiyorum… Yorumum var da yüzüne vurarak “kimseyi ağlatmayayım” şimdi. Kitap hediye etme konusunda Canım Yurdum 180 ülke içinde 140. sırada… Daha çok kelam edilebilir de faydası olur mu bilmiyorum… Hobileriniz nedir sorusuna “kitap okumak” diye cevap veren ve yazan andövüller de var bu ülkede. Belki de gençliğimizde biz de öyle davranıyorduk, hani meşhur “hatıra defteri” doldurma sırasında sorulan sorulara verilen cevaplarda, çok şükür ki bu ayıbı tespit edip attık sırtımızdan… Hani bir de “yahu kitap çok pahalı” diye yakınan bir grup da vardır ki, bunlara da “iğne de ilaç da kâr etmez”… Mezkûr zevat sigaraya hiç acımadan çok daha fazlasını harcar ama nedir izahı, bağımlılık ve alışkanlık, be adam okumayı da bağımlılık ve alışkanlık haline getirsene… Nerdeee… Aman yanlış anlaşılmasın, derdim ve muradım okumayanları tahkir etmek değil, tam tersine bir durum tespiti yapmaktır kendimce… Onların daha mutlu ve huzurlu olduğunun kesinlikle bilincindeyim…

Kitaptan edinilen bilgiyi yeni kitaplarda pekiştirmek, pekişen ve biriken her bilgiyi toplum ile paylaşmak, insanı huzurlu ve mutlu kılar, bu çabadan asla vaz geçilmemelidir, bence…

Okumak bilmek demektir ve bu yüzden okuyanın dostu da çok olur çünkü bilen insan bilmediği az olduğundan az düşmanı ve düşmanlığı olmaktadır. Hülasa, ben cahilleri çok seviyorum, onlar ki, her şeyin en iyisini bilirler, bilmeleri de okumamaları sayesindedir ya işte bu da her şeyin üstündedir.


Pazar, Temmuz 11, 2021

ÇEŞME TARIMI ve MİKROKLİMA

Çeşme Belediye Başkanı Ekrem Oran; “Çeşme anasonu sahneye geri döndü, taklitlerinden sakınınız” diyerek Çeşme’de yeniden anason dikimi konusunda üretim yapmak isteyenlere destek olma iradesini ortaya koydu. Evet, irade beyanı ve fiili destek, gerek şart lakin yeter şart mı, şüphesiz değil. Her şeye rağmen üreticiye cesaret ve destek manasında önemsediğim bir atılım. Evet gerek şart diyorum çünkü böyle bir irade beyanı ile başlar her şey lakin yeter şart mı diye soruyorum, ne yazık ki, hayır. Çünkü genel manada tarım politikaları ortada, asıl önemlisi ise, Çeşme’nin çok uzun yıllardan beri ekonomik faaliyet alanında eksen değişikliği… Şimdi bakıyorum bu haber üstüne yazılanlara ve yapılan yorumlara, “tarım yapılacak yer mi, kaldı” ile başlayan “Başkan göstermelik işler yapıyor” denilmesine kadar… Gösterilen her yaklaşım kendi içinde doğru lakin eksik, dolayısı ile eksik olduğu için de yanlış anlaşılabilecek kadar da geniş perspektifli ve ciddi veri kullanılmadan yapılmış değerlendirmeler gibi görülebilir. Evvel emirde Başkan göstermelik yapıyor ama az bir şey mi, burun kıvrılacak bir şey mi, zinhar… Ama yer kaldı mı eleştirisi gayri ciddi mi, o da bir başka fasıl… Başkan’ın siyasi faaliyette bulunduğu siyasi parti ve muhalif partilerin uzun yıllardır iddia, plan önerisi ve beklentileri ne yönde, bir bakılırsa görülecektir, tenakuz… Çeşme’nin süreli ya da süresiz turistten azade, yerleşik ve kalıcı nüfusunun 350.000 olarak planlandığını görmezden gelmek mümkün mü, ne yazık ki hayır. Alaçatı ve etrafını, bazı iddialara göre Germiyan ve Reisdere’yi bile içine alan, devasa konut projeleri için cesaretle lehte fikir beyan eden, adım atan genel ve yerel siyaset erbabının alkışlanacağı ama aynı zamanda tarım girişimlerinin alkışlanacağı bir başka dünya cenneti bulunması kabil değildir, kanaatindeyim. İçinde “havaalanı” bile olan onlarca golf sahası bulunan devasa projelere alkış çalanların, bilmesi gerekir ki, Çeşme Barajının yegâne su toplama havzası bile yok ediliyor olacaktır. Bu konu ile ilgili “Yeni Çeşme Projesi” taraftarlarına ve muhaliflerine bile bakmak konuya girişin “a” sını oluşturacaktır. Neyse, konumuz şehirleşme ve maliyetleri değil, asıl mevzuya dönelim. Çeşme’nin “mikrokilmatik” özellikleri nasıl bir tarımın mümkün olduğu konusunda yeterince fikir vermektedir. “Çeşme Mikroklimasının”; dünya üzerinde sadece ve sadece ABD Kaliforniya’da küçük bir alanda bulunuyor olması bile ne denli kıymetli ve önemli bir mirasımızın olduğunu göstermektedir. Gerçi burada toplumun neredeyse ittifakla tamamı ve siyaset erbabının cesaretle bunları görmüyor ve göstermiyor olmasının üstünü örtecek değiliz bilakis bu ilişki ve çelişki tespitini yapıp geçeceğiz yoksa derdimiz eleştirelim de eleştirelim değil… Ahalinin kararı ve tercihi önemlidir sonuçlarına ve maliyetine katlandıkları sürece bana bir şey düşmez…

Evet; Çeşme’nin mikroklima özellikleri ayrıcalık yaratıyor dedim ya, bunu anlamak için zaten kendi alanının küçük olması bir yana kendi içinde bile küçük küçük bölgelere ayrılıp farklı temel özelliklere sahip olması tespiti bile kıymet ve değer verme açısından çok önemlidir. Diğer taraftan yetişen ürünlerini, tarımın yapılmasına yönelik tercihler ve kolaylaştırıcı işlemler nedeni ile şimdilerde tüm güzelliklerini ve özelliklerini taşıyamasa bile bir Çeşme Kavunu, Soğanı, Mandalini, Limonu, Anasonu, Sakızı, Enginarı, Salebi, Şaraplık Üzümü hatta Tütünü taşıdığı farklı tat, aroma, renk, koku, şekil açısından farklı kılan nedir diye bakmak yeterlidir. Şüphesiz Canım Yurdumun her yöresinde kendi has özellikleri ve güzellikleri ile öne çıkan harika tarımsal ürünleri vardır. Burada muradımız sen neymiysin be Çeşme ürünleri zinhar değil… Lakin yerel ürünlerin korunması, tarımının sürdürülebilir olması, Kamu marifeti ile ne pahasına olursa olsun desteklenmesi hem yerel, hem de ulusal, hatta evrensel önemdedir bana göre…

Bilindiği ya da kolayca bilinebileceği üzere; “mikroklima” tanımlaması aynı ürünün farklı şartlar altında farklı özelliklere sahip olmasının incelenmesi ile mana bulan tanımlama manzumesidir. Genellikle zeminden 2 mt yükseklikte, tanımlanmış aynı zamanda ölçek açısından minör değişiklikler gösteren bir büyüklükteki arazi parçasının, güneş, nem, eğim, rüzgâr ve hava akımları ile bunların toprak üzerindeki su kaybından tutun toprak aşındırmasına kadar ve ısı değişimleri ve zamanları gibi konularda gözlemlenerek, incelenerek tarif ve tanımlamasının yapılması işlemidir, mikroklima ya da mikroiklim. Burada görüldüğü üzere, hava hareketleri ile toprak kombinasyonu ve onların detayları içinde neredeyse akla gelen her türlü detay farklılığı bir başka tanım farklılığına tekabül etmektedir. Örneğin rüzgârın yönü, şiddeti, bağıl nemi ve toprak ile temas açısı ve önemlisi güneşin tüm bunlarla birlikte etkisi altında toprak evsafı ve kompozisyonu, zemin nem ve su durumu ve de hiç göz önünde tutulmayan yaban hayvan ile börtü böcek katkısı, vs vs… Tüm bu detaylar açısından Çeşme’nin farklı farklı küçük ovaları kendisini yansıtan farklı ürünlere ev sahipliği yapar… Örneğin, Ildırı Enginar ile öne çıkarken, Çeşme Çevre yolu içinde kalan alan Mandalin ve Limon ile, Çiftlik Anason ve Kavun ile ünlenmektedir. Konu ile ilgili biriktirdiğimiz ve biriktirenlerden aktaracağımız çok detay bilgi var şüphesiz, lakin yer sınırlı…

Tekrar konuyu başladığımız yere getirirsek; Belediye Başkanı, temsili ve örneksel düzlemde çok değerli bir iş yapıyor, tartışmasız. Lakin bu çaba ve girişimin sınırlı etkisi olacağı aşikardır. Bu manada “Hattın müdafaası değil sathın müdafaası ki o satıh tüm Canım Yurdumdur” mütalaası ile yüzde yüz yerli ve milli tarım tercihleri yapılmalıdır. Peki yapılabilir görünüyor mu, hiç umudum yok maalesef… Sadece “makro politikalar ve politik tercihler açısından” değil tek tek vatandaş beklentisi ve tercihi açısından da durum beni umutlandırır vaziyette değil… Neyse zülfü yâre çok dokunmadan bitirelim… Ekrem Başkanın önce karakılçık buğday, enginar, sonra sakız ve şimdi de enginar konusundaki girişim ve atılımlarını kimilerine göre “göstermelik de” olsa çok değerli buluyorum ve destekliyorum. İlaveten bir Belediye Başkanı da bu kadar yapabilir, kimse ondan Tarım Bakanı tercih ve uygulamaları beklememeli… Diğer taraftan “30 yıl aradan sonra” gibi bir sunum ardına konuşlanılması da ısrarla, ara vermeden ve terk etmeden, ta başından beri anason dikenleri görmezden gelmek manasındadır. Yani kimse bu işler benden önce yapılmadı gibi akla ziyan yaklaşımlarda göstermemeli, maazallah kaybedenler kulüp listesi uzar da uzar… İlaveten Başkanın tercihlerine yönelik eleştirilerimiz yok mu, olmaz mı, hakkımız saklı ve baki…

 

 

Pazar, Temmuz 04, 2021

İSTİKLAL SÜVARİSİ ALİ RIZA AKINCI ve YAŞAR AKSOY

 

Araştırmacı yazar, Gazeteci Yaşar Aksoy büyüğümüz, “İstiklal Süvarisi – İzmir’in Kurtuluşu” isimli henüz yeni yayınlanmış kitabını 2021 yılı Nisan ayı ortalarında, sağ olsun imzalayarak takdim etti. Ben de hızlıca okudum, beni ziyadesi ile duygulandıran, düşündüren ve mutlaka not edilmeli dediğim noktaları stiker ile tespit ettim. Öncelikle belirtmek gerekir ki; “İstiklal Savaşı” üzerine her biri çok değerli hatırat kabilinden okunabilecek çok eser olup, bu eserler üst komuta kademesinde görev yapmış askerler başta olmak üzere, devlet adamları, ünlü gazeteciler, edebiyatçılar, yazarlar, şairler hatta yabancı ünlüler tarafından da kaleme alınmışlardır. Bu defa kademenin görece altında ve görece sıradan bir görevlinin gözünden ve aklından hülasa hatıratından, dönem itibari ile pek kolay rastlanmayacak şekilde tutulan yazılı hatırattan, Ortadoğu cephesinin güçler dengesi ve mevzilenmeleri, savaşın korkunçluğu ve dahası karşılaşılan olumsuzlukların bertaraf edilişi, bugün bile hala anlaşılamayan Ortadoğu kaygan zemininin Osmanlı’ya maliyeti, İstiklal Savaşının yokluklar ile var edilen zaferinin detaylarını aktarmış yazar değerli büyüğümüz Yaşar Aksoy. Değeri tartışmaz bir eser, önemli detaylar ve yaşanmışlıklar bugüne bile göz kırpıyor hala… Yaşar Aksoy’un yazarlığının 50. Yılına, İstiklal Mücadelesinin 100. yılına denk gelen bugünlere bile nadide çıkarımlar ve yol gösterimler arz eden Teğmen Ali Rıza Akıncı’yı da, bu vesile ile saygı ve minnetle analım… İstiklal Mücadelesini; “Kuvayı Milliye benim için destansı, rahmani ve ruhani bir istiklal alemiydi. Hala öyledir. Tam bağımsızlık ve devrim… Biz buna inanırız.” diye çok anlamlı ve derinlikli tarif yapan yazara “kalemin eskimesin” diyerek teşekkürlerimizi bir kez daha sunalım.

Babasının inancı nedeni ile kendisinin Askeri Rüştiye’de okuma arzusunun hilafına “İtilaf Fırkası taraftarlarının açtığı Medaris” denilen bir okula gönderilir, mezkûr okulda karşılaştığı devlet, asker ve de özellikle asri kıyafet aleyhtarlığı ve baskısı karşısında sıtkı sıyrılır ve kendince bir plan doğrultusunda hayatına son verme baskısı ile ailenin bariyerini aşar ve Medaris’ten ayrılır. Asker olma hayali ile evden kaçar Kuleli Askerî Lisesi hedeftir lakin kaçmak kolay mı, yakalanır eve döner. Ama arzu nihayetlenmeyince asker olmak adına, yol ve iz arama hiç bitmez. Asker olma adına her girişimi yapar ve nihayetinde bir gün yedek subay talimgahına kayıt yaptırma şansı doğmuştur. Ve artık askerdir.   

Ortadoğu cephesine yönelik bölümde hatırattan; “Akşam Şam’a harekât ettik. Şehirde Araplar yenilgimiz sebebiyle bayram yapıyorlar. Haber aldık, Sabo (veya Rado) köyünü düşman süvarileri işgal etmiş, çölü de İngilizlere yaltaklık yapan Araplar kesmişti. Müslüman Arap Aşiretleri, gavurlarla yani İngiliz Ordusu ile birleşmişti.”  ve “Bu bir ricatten ziyade panik idi, canını kurtaran kaptan halde idi. Emir Komuta dinlemiyor, kıtalar münferiden Şam istikametinde kaçmaya çalışıyor, rastlanan köylerde bulunan hayvan ve erzakla karnımız doyuruyorduk” … Falih Rıfkı Atay’ın “Zeytindağı” adlı eserini okuyanlar hemen anlayacaktır benzerlikleri… Bilindiği üzere “Zeytindağı” Kudüs yakınlarında bir dağ olup yazarın dahil olduğu Ordu Karargahının bulunduğu yerdir… Herkesçe gayet iyi bilinen ya da sadece bilmek isteyenlerce bilinen makus kader tecelli eder, Osmanlı bila kaydu şart teslim olur… Osmanlı itirazsız bir şekilde Ordusunu terhis etmiştir… Teğmen Ali Rıza Akıncı da terhis edilmiş olur, haliyle… Artık Konya’da bir tevkifhanenin müdürüdür o… Burada işgalcilerin düşük rütbeli komutanlarının bile, mülki idarenin başındakilere talimatlar yağdırdığını birkaç olaydan bahisle çarpıcı bir biçimde anlatır. Lakin, Ali Rıza Akıncı bir vatanseverdir, ülkeyi yönetenlerin işgalcilerin talimatı ile hareket etmeleri kanına dokunmaktadır. Gözü ve kulağı Kuvayı Milliyedir.

“Bir gün bir haber bomba gibi patladı. Beyşehir’de bulunan 7. Süvari Alayı, İstanbul Hükümetine isyan etmiş ve Mustafa Kemal’e iltihak etmişti. Akyokuş sırtlarını işgal etmişti. Hemen koşup Refik Bey’den vaziyeti öğrendik. Bana, doğru hapishaneye gidip orada mahpus olan Ilgın Kaymakamı’yla teşkilat kurmamı istedi. Koşup Demir Asaf Bey’in yanına geldim, lazım olan tertibatı almaya başladık.

O esnada vilayetten emir geldi. Geceleri hapishanede kalıyorum, jandarma takviye edildi. Sokaklarda ise aç insanlar milis yazılıyor, jandarma ve bazı askeri birliklerle ortaklaşa isyan eden alayın üzerine gönderiliyordu. Bizler şehirde büyük çapta propagandaya girişerek milli haysiyet ve istiklalimizi kurtaracak tek ümidin Mustafa Kemal Paşa olduğunu yayıyorduk.

Bir gece uykudan uyandırıldım. Nöbetçi gardiyan; “iki süvari geldi, sizinle görüşmek istiyorlar” dedi. İçeri aldırdım. Bir işaretle gardiyanı dışarı çıkarttım. Yalnız kalınca süvari erleri kıyafetli birisi kendisini tanıttı. 7. Süvari Alayı subayı Münir Yüzbaşı imiş. Heyecanımı zapt edemedim, adama sarıldım, onu öptüm. Derhal cebinden bir zarf çıkarıp bana verdi. Süvari Alay Kumandanı Yarbay Nazım Bey’in mektubu idi. Meğer içerde hapis Kaymakam Demir Asaf Bey kendine mektup yazmış, beni tanıtmış. Yarbay Nazım ise vatani göreve çağırıyor, Asaf Bey ile teşriki mesai yapmamı, hapishanede güvenilir milli hisleri yüksek olan mahkumlardan bir milis müfrezesi kurmamı, gerekirse kendilerine iltihak etmek üzere hazır bulunmamızı emir ediyordu.

15 Mayıs 1919’da İzmir’e çıkan Yunan ordusu artık ileri harekatlarla epey yayılıyordu. İstanbul Hükümeti, Kemal Paşa’nın milliyetperver hareketini memlekete ihanet olarak ilan etti. Onu idama mahkûm etti. Yunan ordusunun Padişahın emirleri ile hareket ettiğini, Mustafa Kemal Paşa’yı tenkil ettikten sonra geri döneceğini, Yunan Ordusunun Hilafet Ordusu olduğunu, ona kurşun atılmamasını ilanla milli hareketi baltalıyordu.”

Evet, Teğmen Ali Rıza Akıncı’nın rotası bellidir. O artık harici ve dahili bedhahların ittifakına karşı canı gibi sevdiği yurdunun bağımsızlığını müdafaaya yönelmiştir. Artık, Milletin düşürüldüğü bu fakruzaruret içindeki harap ve bitap durumu değiştirme vaktidir. 9 Eylül’de İzmir Vilayet Konağına, bağımsızlığın sembolü bayrağın çekilmesine kadar süren, İstiklal Ordusunun aç, susuz, uykusuz, beş parasız, çıplak atına semersiz binen, kuru peksimetten başka bir şey yemeyen, atı ve tüfeğinden başka hazinesi olmayanların destanıdır, mezkûr kitapta anlatılan… Yine ve yeniden teşekkürler Yaşar Aksoy…