Pazar, Nisan 17, 2022

EKMEK ve BUĞDAY

 Çocukluğumda; herkesin kendi buğdayını yetiştirdiğini, tohumluk ayırdıktan sonra da artan buğdaydan, hemen hemen herkesin ittifakla seslendirdiği biçimiyle “temel gıda”, “sofralarımızın baş tacı” diye bilinen “ekmek” başta olmak üzere, erişte (makarna), tarhana, börek gibi amaçlara yönelik un üretildiğini dün gibi hatırlıyorum. Köyümün toprağının çok da uygun olmamasına rağmen, toprağı olan herkesin ama istisnasız şekilde ihtiyaçlarına matuf, buğday, arpa, yulaf, mısır ekerek hayatlarını idame ettirdikleri herkesçe bilinmektedir. Dönem itibari ile yetiştirilen buğdayın unundan imal edilen ekmek fazlaca kara ve birkaç günlük yapılmasına istinaden de fazlaca sert olduğu için genelde insanların burun kıvırarak tükettikleri bir gıda idi. Örneğin, sokakta oynayan her çocukta olduğu üzere, oyuna ya da konuşmaya ara vermeden, hani annemizin üzerine salça, zeytinyağı ve tuz dökerek yememiz için verdiği ekmekleri, diğer arkadaşlarımızın sahip oldukları ile kıyaslardık ya, ekmeği kendi üreten ile satın alanın farklı ekmek yediğini hayretle görür idik. Ekmeğini kendi üretenin ekmeğinin oldukça kara ve kocaman dilimlerden oluşması yanında satın alanın ekmeğinin ise görece küçük dilimler ve olabildiğince beyaz ve hatta daha lezzetli olduğunu da fark edince bizde de beyaz ekmek yemek iştahı kabarırdı. Tabii ki bu renk ve tat farkı dönem itibari ile buğdayın üzerinde oyunlar oynanmadığı bir dönem idi. Ağırlıklı olarak bir tarım toplumu, üstelikte tamamen kendi kendine yeten bir şekilde idik kolayca anlaşılacağı üzere aaaa yetiyor mu idi zannederim ki bu sorunun cevabı, evet idi. Nereden mi zannedip, yorum yapıyorum, o zaman 1 adet kamyonu olan Çeşme’de nakliye işi, olsa olsa bir şekilde bu kamyona kadar da ulaşacaktı, ancak ulaştığına dair bilgi yok, en azından ben de böyle bir bilgi yok. Belki dışarıdan nakliyeciler vasıtası ile geliyordu ama geliyor olsa bile sınırlı olma ihtimali çok yüksektir. Yine hatırladığım kadarı ile, 4 adet ekmek fırını olan bir dönemdir söz konusu, Sakıp Taylan ve Ortağı, Bekir Erte ve kardeşleri, Seydi Ahmet Abi ve Turan Abi bu işleri yürütür idi. Ancak buralarda da şimdi olduğu gibi tüm gün ekmek bulunmazdı, sınırlı üretim, sınırlı satış idi söz konusu olan. Muhtemelen bu fırınların un ihtiyacı yerel kaynaklar ağırlıklı karşılanıyordu. Sonraları ne olduysa oldu ve biz de alıştık dışarıdan ekmek satın almaya. Çiftlik Köyüne Çeşme’den sabah gelen minibüs ile ekmek getirilir ve satılır idi, evet artık “eski köye yeni adet zuhur etmiş idi”. Şimdilerde ise hayvan yemi olarak bile hububat üretimi yapılmamaktadır, eee ne yapacaksın, hububat ve hububat kapçığı diye hakir görülen bir üründür söz konusu…


Bu süreç öyle kolay olmadı şüphesiz, Dünyamıza nizam verenler ve onların yancıbaşları, ecibaşları yani şahsi menfaatlerini müstevlilerin beklentileri ve çıkarları ile tevhit edenler sayesinde gelindi, yani söz konusu ekip kocaman, çıkarlar kocaman, sömürü kocaman, yatırım ve beklenti kocaman haliyle… Hani hatırlar mısınız, bir dönem “barış gönüllüleri” markalı ve damgalı “İngilizce Öğretmeni” numarası ile ülkemize dört koldan dağılan istihbaratçı sahtekârlar vardı. Hani bunlar tüm dünya ülkelerine dağıldıkları gibi, canım Yurduma da dağılmışlardı ya, hani İngilizce öğretmenliğinin dışında her bir haltı yemişlerdi ya, etnik yapılardan, biyolojik çeşitliliğe oradan av hayvanlarının envanterinden deniz ürünlerinin çeşitliliğine, oradan jeolojik yapıdan tarıma oradan necip milletimizin hasret ve hasletlerine yönelik her bir bilgiyi derleyip toplamışlardı ya, hani biz İngilizce öğrenememiş idik te, bunlar bizle ilgili şeytanın bile aklına gelmeyen en ufak detayı bile memleketlerine bilgi arşivi olarak götürmüşlerdi ya, hani biz “bunlar ajandır” diyenlere bunlar komünisttir diyerek saldırmıştık ya… Ahhaaa da o günlerin diyetini bugün ödüyoruz nasıl mı sağlıksız, tarım ilacı katkılı, GDO’lu gıdalar tüketerek. Adamlar o bilgileri toplamakla kaldılar mı, nerde…

Kütüphanede her akşam, propaganda ve ajitasyona çok uygun bir sesle seslendirilmiş, ABD yapımı tarım ve hayvancılık reklamı içerikli ama necip milletimizi gaza getirip, “yahu biz ne kötü hayvanlara ya da tarımsal ürünlere sahibiz” diye gavurun sahip olduklarına özenip durduk. Oysa, ABD’de ve müstemlekelerindeki laboratuvarlarda hazırlanan, genetiği değiştirilmiş ya da genetiği ile oynanmış tohum ve hayvanların reklamı yapılmakta idi ama biz bunun farkında değil daha da ötesi, tüm bu olan bitene hayıflanarak bakıp, iç geçirir idik. Uzatmayayım, gitti bizim o güzelim, yerli verimsiz denilerek tukaka edilen ama aslında bize sunulandan daha kaliteli, daha dayanıklı hatta daha verimli ürünlerimiz, kaldık GDO’lu ABD mallarına… Peki, bu peyklerde bu ABD afra tafra ve çalımına kimler erketelik etti, işte tüm mesele bu sorunun cevabında. Ama biz hala cevap ararken, etrafımızda, şeker hastalığından, kalp-damar hastalığından, böbrek yetmezliğinden, sindirim yolu hastalıklarından ve çağın belası kanserden geçilmez oldu. Yine aynı mahfillere bu sefer de ilaç ve tıbbı tedavi nedeni ile para aktarır olduk…Alavere dalavere, bizim Memet nöbete, misali…

Soner Yalçın’ın “Saklı Seçilmişler” adlı kitabında okuduğum harika bir hikâye var onu aktarırsam ve sizde buna inanırsanız bir ömür boyu yaşananlara bakarak, konunun ahlaki ve etik tarafından başlayıp, devlet adamlığı, memleket severlik konusuna kadar bakarak gözleriniz yaş dolacaktır. “Mennonit diye Hollanda’da kurulup tüm dünyaya yayılan Protestan bir tarikat var, Ortodoks Rusya’nın yoğun baskılarından kurtulmak için 1880’lerden itibaren ve özellikle Kırım ve Kars Bölgesi ağırlıklı olmak üzere ABD’ye yoğun bir göç yaşanır. Tarikat mensupları ABD’de geldikleri yerin arazi ve iklim koşullarına uygun olan Kansas ve Nebraska Eyaletlerine yerleşirler. Bu göç sırasında da yanlarında hazine diye niteledikleri ve kişi başına “birkaç kilo tohumluk buğday” vardı ve yerleştikleri ovalık yerlerde bildikleri en iyi işi yaparak buğday yetiştirirler. “Kışa-kuraklığa dayanıklı, mevsim ortasında olgunlaşan, başakları tüylü, rengi kırmızı olup, tanesi kabuğundan zor ayrılan sert dokuya sahip tahıla ABD’de, “Türk Buğdayı” adı verildi. Bu dünyanın en eski kavılca/kabulca buğdayı idi.”

Sonra ne mi oluyor, ABD’nin Meksika’da gizli ve açık kurumları ile organize ettiği çiftliklerde, tarımda dünya egemenliği için başta buğday genetiği olmak üzere tüm gıda ürünlerinin üzerinde kendi çıkarlarına ve planlarına uygun oynarlar. Sonuçta ve konumuz ile sınırlı kalmak açısından da buğday üzerinde oynayarak, daha dayanıklı, daha verimli, daha kaliteli diyerek oysa ve aslında kısır, verimsiz ve kalitesiz bir buğdayı da, hedef ülkelerde şahsi menfaat ve ikballerini müstevlilerinin siyasi ve ekonomik emellerine tevhit eden yerel hükümet edicilerle el ele kol kola vatandaşa itelerler. Tafsilat, bilimsel kanıt ve dayanaklar için mezkûr yapıtın edinilmesinde fayda vardır.

“Kanada Buğdayı” ya da “Meksika Buğdayı” iyidir diye bu topraklara bu zehirli, bu verimi düşük, bu dayanıklılığı düşük, bu kalitesi düşük buğday getirildi, ne karşılığı yapıldığını da bir türlü anlayamadığım şekilde iteleyen dürzüleri de, bu insanlar hiç iyi yad etmeyecekler.

Cumartesi, Nisan 09, 2022

BATI DENEN SAMİMİYETSİZLİK BİRLİĞİ

Doğu’yu hukuksuzluk ve adaletsizlik ile sürekli tenkit ve tahkir eden Kapitalist Dünya, hepimizin yakından tanıdığı, tepeden bakan ikiyüzlü ve riyakâr tavrını sürdürmeye devam ediyor. Ve bu tavrın asla bitmesi söz konusu dahi olamaz ve olmayacaktır da korkarım. Kendilerini “batı” diye tanımlayan bu samimiyetsizler birliği kesinlikle ve tartışmasız empati yoksunu bir organizasyondur. Onlar için varsa yoksa kendileridir hatta o kadar ki kendi içlerinde bile sadece kendi muktedirleri önemlidir, gerisi ayaktakımıdır. Hukuk ve demokrasi diye diye dillendirmekten bıkmadıkları usanmadıkları ne kadar mefhum varsa sadece kendileri içindir. Basın özgürlüğü sadece kendi seslerini yansıtan basın içindir. Bakılmasın öyle farklı fikirlere ve muhalif görüşlere hoşgörülü olduklarına, kesinlikle böyle bir şey yoktur. Kendilerinden olmayan ülkelerden tek ve önemli farkları sadece tahammül sınırları biraz daha geniştir ama yeri ve zamanı gelince her türlü hukuki mefhum unutulur, göz ardı edilir. Batı denen bu elit ve aynı zamanda dünyanın reisi görünen bu ülke ve ülkeleri yöneten zevat yeri gelince gözlerini kırpmadan dünyayı ateşe verebilirler ve maalesef de kendi kamuoyları büyük bir ekseriyetle de dünyanın yakılması olayına önce sessiz kalarak göz yumar sonra da zımnen onay ve destek verirler… Sonra da bütün aymazlıkları ve utanmazlıkları ile tüm dünyaya fetva verirler. Oysa, önce üçüncü dünya dedikleri ülkelerin insanlarının her türlü yoksulluklarına ve yoksunluklarına sebep olmuşlukları bir yana yok oluşlarına bile kılları kıpırdamaz…Haydi bunu bir nebze anlaşılır bulalım… Peki bununla yetinir mi bu emperyalist dünya, nerdee… Ahlaksızlıkları ve alçaklıkları o seviyedir ki, sömürgeleştirdikleri yetmezmiş gibi mezkûr ülkelerde bu katıksız ve ahlaksız sömürüye karşı çıkan her kim varsa tenkil ve tedibi için her türlü melanet, hıyanet ve şekavet örgütleri ile sökün eder mezkûr coğrafyayı yer ile yeksan ederler… Bu ahlaksız ve orantısız savaşlarına da kurmuş oldukları sözde barış ve demokrasinin yılmaz savunucusu görünümündeki ve yine kendilerince oluşturulmuş askeri, finansal ve siyasi organizasyonlarını da sanki her şey hukuki ve ahlaki imiş görüntüsü verecek şekilde muhalif ve itiraz noktalarını yok ederler… Dünya halklarına sözüm ona “demokrasi” ve “insanlığın ihtiyacı” gibi gösterdikleri emperyalist kuruluşlar BM, NATO, IMF ve Dünya Bankası mezkûr yapılanmalarının en önde bilinenlerindendir. Aaaa, birileri de “yahu tamam da nerdeyse tüm ülkeler bu kuruluşlara üye değil mi” der ise itiraz etmem lakin bunların yönetilişine, finansmanına ve hedeflerine bakarak işin sosyal, finansal ve politik sağlamasını yapmak kabildir. İşte bu bakış ile muradımın ve meramımın ne olduğu çok daha iyi anlaşılacaktır. Yoksa gerisi laf-ı güzaf…   

Saddam’ı İran’a karşı kullanır sonra da “sen de dünyayı yok edecek nükleer silahlar var” numarası ile alaşağı eder, hem de ne alaşağı etmek ülkeyi yer ile yeksan ederler…  İran’a bir darbe ile getirdikleri Şahı bir başka darbeyi destekleyerek uzaklaştırırlar, sonra oraya yeni atanan yeni şaha karşı da savaş açarlar… Pakistan’da Ziya Ül Hak gibi birini darbe ile iktidara getirir işi bitince de sözde bir uçak kazası ile mevta eylerler… Nikaragua’da Somozo’nın kanlı bir diktatör olması için ellerinden avuçlarından gelen her yardımı yaparlar işi bitince sırtlarını dönerler… Panama diktatörü Noriega’yı iktidara getirip sonra ülkesini bile işgal ederek, diktatörünü ABD’ye kaçırır yargılar vs vs… Hitler’i el altından, el üstünden nihai düşman sosyalizmi yıkmak için desteklerler sonra da mutlak hâkim ve tek güç olmak adına onu da yok ederler… Bu liste say say bitmez, dünyanın karışmadıkları, karıştırmadıkları ülkesi yoktur, anlayacağınız, merak edenler açısından komşumuz Yunanistan başta olmak üzere yine Pakistan, Mısır, İspanya, İtalya diye uzayıp giden listedeki ülkelerin durumuna bir bakılsa, her şey, deyim yerinde ise kabak gibi ortadadır…

Şimdi bakıyorum, ellerini yıkayıp yuğmak için, Rusya’nın Ukrayna işgalini bir başka boyuta taşımak adına “oligark” olarak bilinen Rus milyarderlerinin batıya “iltica etmiş” servetlerinin blokajı, el konulması gibi gayri hukuki ama gayet siyasi operasyonlara girişiliyor. Doğru mudur, yanlış mıdır, çok konuşulur bir mevzudur bu… Çok konuşulsa da, az konuşulsa da, sadece sonucunu konuşmak ile konu anlaşılır değildir ki… Şimdi adama sorarlar, ben bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olarak, mesela, ABD’de, Hollanda’da bir bankada hesap açabiliyor muyum? Cevap tek kelimelik, hayır, açamıyorum… Ne diyorlar, ikametin yok… İkamet talebinde bulunuyorsun, yedi sülaleni araştırıyorlar vesaire vesaire… Yahu iyi de kardeşim, bugün günah keçisi ilan ettiğin “oligarkların” servet transferleri başından sonuna gözünün önünde gerçekleşiyor, kılın kıpırdamıyor deyim yerinde ise… Peki, hani sizin dünyanın herhangi bir yerinde sizi hedef alan en küçük bir muhalif hareketi yerel ortaklarınızla birlikte boğduğunuz istihbarat örgütleriniz nerede… Siz bu oligarklar sizin ülkelerinize gelirken getirdikleri sermayelerin temin edilişlerindeki yöntemleri bilmiyor muydunuz? Yıkılan SSCB’nin kamu kaynaklarını “mal bulmuş magribi” gibi ceplerine indirdiklerini ben bile biliyor iken, siz neden bilmiyordunuz? Bilmiyorduk demeyin sakın, kesinlikle yalan söylüyorsunuz derler maazallah…

Hani bu batılılar bizden daha bilgili, görgülü ve kültürlü diye geçinirler ya, hani bizim de içimizde onların bu durumunu fazlaca öykünüp abartarak gören ve anlatan bir kesim var ya… Kahroluyorum bunları gördükçe… Sadece işlerine ve sistemlerinin işlerine ne geliyorsa öyle yapıyorlar ve buna da “rasyonalizm” diyorlar. Biz de bunu yedikçe daha da şiddetli geliniyor üstümüze…

Nazım Hikmet’in İtalya sömürgesi Habeşistan’dan bir öğrencinin Roma’da tuttuğu notlar üstünden şiirleri vardır, malumunuz, 13 mektupluk bir şiir manzumesi…Taranta Babu’ya mektuplar… 10. mektubun şiirleştirilmesi, İtalya Gazetelerinden yayınlanmış bir telgraf haberi ile başlar ve haber “.....İtalyan kuvvetlerinin Habeşistan'da harekete geçmeleri için yağmur mevsiminin bitmesi ve baharın gelmesi bekleniyor...” şeklindedir ya…

Ne tuhaf şey Taranta - Babu;

Bizi kendi topraklarımızda öldürmek için

Kendi topraklarımızın

                      Baharını bekliyorlar.

Bu iş artık çok gelişmiştir, artık dünyayı yönetenler, 1935’lere takılıp kalmamıştır, sömürü de, sermaye dolaşımı ve kullanımı da çok değişmiştir… Şimdi artık sadece kendi topraklarının baharı beklenmiyor, kendi topraklarının delikanlıları da yetiştiriliyor… Yani ve özetle, “derenin taşı ile derenin kuşu vuruluyor” …

Şimdi bakıyorum, “eyyy batı” ve “eyyy Avrupa” hani suç kişiseldi, hani sizin asri hukukunuz böyle idi… Bıraktım sermayenin hür dolaşım hakkı palavranızı, hani bıraktım nasıl kazanıldığı ayan beyan olan sermeyenin ülkenize davet edilerek kabulünü, bir de sizden kaçıp bir başka ülkeye sığınan bu sermayenin bir bölümü için bile yaptırım planlıyorsunuz mezkûr ülkelere…. Yetiyor mu, hayır, bir de yerli ortaklarınız vasıtası ile de “bu bizlerin başına bela olur sonra” teranesi ile de, yarın öbürgün olası lazım gelir kaydı ile başka ülkelere de parmak sallamaya devam ediyorsunuz… Ama emin olun, bu sizin ananızın ak sütü gibi helaliniz, her ülkede bu kadar sizi sizden fazla savunan, müstevlisine bu denli hayran olmuş ve biat etmiş muktedirler var iken, ne yapsanız hakkınızdır. 


Cumartesi, Nisan 02, 2022

KAHROLSUN SAVAŞ

Savaş kötü değil, çok kötüdür, savaş her ne nedenle olursa olsun milletler nezdinde bir katliamdır, bir yok oluştur. Ne olursa olsun, savaşa “hayır” demek bir insanlık vazifesidir. Savaş, konuşmayı, anlaşmayı nihayetinde de uzlaşmayı bilmeyenlerin, beceremeyenlerin sıklıkla başvurduğu çılgınlıktır. Çılgınlık diyorum çünkü bir avuç kapitalist krizlerini çözecek, servetlerine servet katacak, bir avuç siyaset erbabı politik güç edinecek ya da güçlerini pekiştirecek, bir avuç savaş sanatı erbabı rütbelerine rütbe katacak diye kocaman kocaman fakir fukara yığınlarının hayatları yitiyor, sahip oldukları yerle yeksan oluyor. Savaş maalesef bu cümle ile özetlenebilecek bir çılgınlık halidir. Nedir kardeşim bu siyaset erbabından çektiği bu insanların, burası bizim, burası sizin, burası bizim hükümranlığımız, burası sizin hükümranlığınız, burası bizim üstün ırkımızın, burası sizin üstün olmayan ırkınızın tefriki ve tasnifi nobranlığı hatta küstahlığı… Bu propaganda bombardımanı içinde ikna edilen yığınlar ve hareketlendirilen mezkûr yığınların asker fertleri, göz gözü görmüyor ne yazık ki… Varsa yoksa muktedirlerin fikri, hissi, fakir fukaraya soran yok…

Lakin; sorunları ve yaşananları, “neden-sonuç” bağlamında, “giriş-gelişme-sonuç” faslından ele almaz isek, “benim oğlum okur, döner yine okur” replikası kaçınılmazdır bence… Bu nedenle kısaca bu noktaya nasıl gelindi diye bir bakmakta fayda var… Maalesef çağımızın hastalıklı durumu milliyetler ve din üzerinden politikalar oluşturulması, sınırlar ihdas edilmesi, dünyanın her yerinde olduğu üzere burada da kimsenin onaylamayacağı lakin sürekli aynı hatayı yaparak politik tercih oluşturulduğu gerçeğini karşımıza çıkarıyor.  ABD emperyalizmi ve ortağı AB emperyalizminin “nihai düşman Rusya’nın” kuşatılması ve mümkünse yok edilmesi amacına matuf, tam ve bitimsiz desteğini alan Ukrayna despotizmi, esasen aktör, çaresizlikten fahri politikacı Zelensky’nin şirin ve sanatçı yüzünün arkasına saklanarak, ABD devlet başkanı Biden’ın da fiili desteğini esirgemeden verdiği, sağ sektör, C14, Azov taburları gibi nazi ve faşist gruplar uzunca bir süredir etnik temizlik sayılabilecek hamleler yapmakta idiler. Ancak Dombass Bölgesindeki ayrılıkçı ve ağırlıklı Rus ahali daha önce Ukrayna ve AGİT’in de dahil olduğu anlaşmaya istinaden bir denge içinde mezkûr saldırılar karşısında direnebiliyorlar iken ABD’de deki yönetim değişikliğinin de etkisiyle birden tıpkı Nazi Almanya’sındaki benzeri SA birlikleri gibi teçhiz edilmiş ve 2. Dünya savaşında Nazilerle birlikte SSCB’ye karşı savaşmış Banderas önderliğindeki faşist grupların artıkları “Azov Taburları” adı ile maruf faşist yapılanma ani bir kararla Ukrayna resmi ordu bünyesine katılmış ve esas görev bölgesi de Dombass olarak belirlenmiştir. Çılgınlığın çok parametreli olduğu gerçeği bir yana olayları tetikleyen en önemli hamle olarak görülmekte olan bu tahkimat ve tatbikat; Dombass Bölgesinde yaklaşık 15.000 Rus asıllı Ukraynalının ölümü ve yaklaşık Rusya’daki mülteci kamplarına yerleştirilen 100.000’den (savaştan önce) fazla Ukrayna vatandaşı Rus’un yaşadıkları felaket ile nihayetlenmiş idi. Üstüne de Kapitalizmin 1930’lardaki büyük bunalımından sonraki en büyük bunalım ve de bu bunalıma vites arttıran covit-19 pandemisi gelince, kapitalizmin çarklarının hızlı bir şekilde dönmeye başlamasını temin edecek en tehlikeli ve çok hızlı geri dönüş veren savaş enstrümanı devreye sokulmuştur. “Bir taş ile çok kuş” ve “derenin taşı ile kuş” vurma taktikleri gereği en kritik ve hassas bölge Ukrayna seçilmiştir, hani uzun bir vadedir de bu amaca matuf yatırım ve planlarda yapılmakta idi. En büyük düşman tayin edilen Rusya bölgesel savaşın içine çekilerek yıpratılacak, Suriye’den sonra askeri teçhizat, mühimmat satışı için yeni alan açılacak, Rusya’dan Suriye’deki galibiyetin rövanşı alınacak, NATO konsolide edilecek, yükseltilen enerji fiyatlarının izahına çare olamayan pandemiye ilave çare üretilecek ama en önemlisi de üretim azaltılarak kâr marjı arttırılarak kapitalizmin bunalımına çare bulunacak. Kapitalizm artık “sürümden kazanma” yerine “hap yap para kap” taktiğine geçip, az hammadde, az enerji, az nakliye, az işçilik ile eskisinden daha çok kazanmanın yolunu bulmuştur. Esasen ve aslında işin özü bu… Savaşlar da bu cinliklerin tezahürüdür, bana göre… Ama mutlaka bu cinlikler milliyet ve din gibi kutsiyetler ile türbanlanmalıdır nitekim öyle de yapılıyor.

Konu ile ilgili ilk bilgi sahibi olmamın tarihi de yanılmıyorsam 2016 yılıdır, Yunanistan’ın Sakız Adasına yaptığım bir seyahat sırasında KKE’nin (Yunanistan Komünist Partisinin) “ABD elini Dombass’tan çek” şeklinde yaptığı bir duvar yazılama çalışmasından görerek, merak edip araştırınca ve ilaveten yaptığım Ukrayna Odesa seyahatlerinden edindiğim yerel kaynaklı bilgilerin ittihadı neticesinde edinilmiş olup günümüze kadar da güncelleyerek gelmiştir. Yani Rusya askeri operasyonu neticesinde başlayan tarihte edinilmemiştir.

Sonuçta; Ukrayna’nın politikayı ve kaygan zemini bilmeyen lakin politik tercihinin kendisini sinsice gaza getirenlere biata varan hali pür melali bu kadar sarih iken fazla lafa gerek var mıdır bilemiyorum. Emperyalizmin jandarması ve komisyoncusu ve de soğuk savaşın mağruru, şımarık ve saygısız ABD ve askeri teşkilatı NATO ve kuyruğu AB; Rusya’nın kabiliyetini Suriye’den sonra bir de Ukrayna’da görelim yaklaşımı ile nerede olursa olsun amansız bir düşmanlık stratejisi ile Rusya’nın prestij ve güç kaybetmesi üzerine oynayan ABD yukarıda tanımı ve zaafları verilen Ukrayna yönetimini gaza getirerek, “sahte kabadayı” rolü ile sonu nerelere varacağı çok belirlenemeyecek bir macera içine itilmiştir her iki tarafta.  ABD ve adına hareket ettiği kapitalizmin umurunda mı, onlar silah ve askeri mühimmat ve teçhizat satmak, ilaç satmak, tarım ürünleri satmak, petrol ve ürünlerini satmak, savunma ve askeri yazılım satmak, neticesinde son yıllarda hiç görülmediği üzere ABD’nin yüzleştiği enflasyonun üretim ve tüketim üzerindeki etkileri aşikâr iken, hele bir de muhtemelen kendilerinin de açıktan dahli olan son 2 yılın baş belası “covit-19” pandemisinin ataleti tüm vahameti ile ekonomiye çökmüş iken çıkış yakalamak… Durum budur, gerisi laf-ı güzaf…Yoksa NATO üyeliği açıklamaları, izahları tam tamına “osuruklu popoya çavdar bahane” tarzındadır, bana göre. Siz alemi ne zannediyorsunuz derler adama, Putin liderliğindeki Rusya daha önce NATO başvurusunda bulunmadı mı? Peki; Ukrayna NATO’ya girerse Rusya sınırlarında tehdit oluşacaktır iddiasına neden inanmamızı bekliyorsunuz? Litvanya, Estonya, Letonya NATO üyesi değiller mi? Onların NATO üyeliği neden Rusya için kırmızı çizgi olmuyor da, Ukrayna oluyor. Dünyanın geldiği nokta itibari ile, ABD önünde “biat et rahat et” davranışı, tüm AB’yi mum etmiş, görünen o ki artık kendi kurum ve kuralları ile düşünemez, davranamaz noktaya gelmişler.

Daha yazacak çok şey var ama yer sınırlı, mesela dünyada herkesi “nükleer silah” depoladı ya da kullanacak diye suçlayıp dünyada tek nükleer silah kullanmış sicilini türbanlamaya çalışan ABD, dünya çapında yüzlerce “biyolojik silah” laboratuvarlarını yazamadım. Umarım ki; mezkûr savaş nedeni olan milliyetçiliğin ve dinciliğin önü alınır da; birdenbire ve mesela Polonya’nın “aslında Ukrayna diye bir ülke yoktur, esasen buralar mirasçısı olduğumuz Lehistan İmparatorluğunundur” deyip Ukrayna’nın bir bölgesine talip olmaz, mesela Japonya Kuril Adaları sorunun tam çözüme ulaşmadığı iddiası Rusya Federasyonu’na batıdaki fazlaca meşguliyetlerine binaen yan gözle bakmaya başlamaz, Ermenistan Karabağ konusunda ilgili ve ilgisiz devletlerin ziyadesiyle farklı konular üstüne yoğunlaşmasından istifade ile yeni bir maceraya atılmaz, vs vs. aksi taktirde kıyı kıyı bir dünya savaşının eşiğine çaktırmadan gelinir ve gayri fren mren de tutmaz… Görünen o ki, direk ilgili ya da endirek ilgili neredeyse  tüm ülkelerin yönetimleri maalesef ki konuya matuf organları yerine hiç ilgisi olmayan organlarını kullanıyorlar… İşte o zaman haltı yeriz…

 

Cuma, Mart 25, 2022

BU KADAR CEHALET ANCAK TAHSİLLE MÜMKÜNDÜR

 

10.03.2022 Tarihinde TELE 1 TV’de Fatih Ertürk’ün bir programını izliyorum, Ankara Çankaya Belediye Başkanını konuk etmiş. Biliyorsunuz Belediye Başkanı, çok eski yıllarda yine Çankaya’da Belediye Başkanlığı yapmış Doğan Taşdelen’in oğlu Alper Taşdelen. Muhterem Doğan Taşdelen Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı olarak aday gösterilmeyince partisine küsmüş kızmış ve DSP’den aday olmuş ve CHP’ye Belediye Başkanlığı seçimini kaybettirmiştir ve maalesef yıllarca sürecek Melih Gökçek yönetimine yol vermiştir… Şüphesiz Melih Bey’in uzun süreli yönetimine tek neden bu değildi, seçim kanunu, seçim çevreleri değişiklikleri vs de etkilidir. Neyse, konumuz mezkûr muhteremin oğlu şimdiki Çankaya Belediye Başkanı Alper Taşdelen’in TELE 1TV’de yaptığı yorumlar.

Muhterem Belediye Başkanı gündemin yakıcı sorunu Ukrayna savaşı üstüne buyuruyor ki; “bu Rusya 300 yıldır hiç değişmeyen bir dış politika izliyor, Çarlık dönemi, Komünizm dönemi ve şimdiki liberal-kapitalist dönem fark etmiyor. Hep aynı ve değişmeyen dış politika…”  Şimdi bu lafın neresinden başlayıp neresini düzeltelim, şaşırdım kaldım… Kafanın ardında eğer AMERİKANPERVERLİK varsa, düzelt düzeltebildiğin kadar, bir şey değişmez… Yahu be arkadaş, azıcık niyet etmiş olsan, duan ve namazın kabul olacak lakin niyet yok zaten abdest de el hâk…  

Şimdi bilenler bilir, Kurtuluş savaşı öncesi, Rus Çarlığı gelmiş Canım Yurdumun, Kars, Ardahan ve Erzurum İllerini külliyen işgal etmiş, uzun yıllar yönetmiş… Yönetmekle kalmış mı peki, zinhar, gezenler ve görenler bilir, yapılan alt ve üst yapı yatırımlarından, adamlar kalıcı gelmiş… Bu toprakların bağımsızlık mücadelesinde Canım Yurdumun kaybettiği canlar hiç unutulmuyor, meşhur Erzurum Tabyaları direnişleri, Nene Hatun önderliğindeki direnişler, Enver Paşa harekatı yaşanmış, Enver Paşa talimatı ile 100.000 kişilik bir ordu kar kış ve soğuktan kaybedilmiş… Dünya alem bu yaşananları biliyor… Ama mezkur muhterem bundan bihaber… Sonra Rusya’da devrim oluyor, Lenin önderliğindeki yeni Sovyet Yönetimi kendilerinden önce Çarlık Rusya tarafından dahil olunan meşhur “dünya savaşından”, çekiliyor ve devamında da Canım Yurdumun işgal ettikleri bölgelerini boşaltıp, arada yaşanan badireler neticesinde de yapılan antlaşma ile mezkur şehirler Canım Yurduma kalıcı olarak katılıyorlar. Peki bu kadar mıdır konunun detayı. Zinhar… Lenin önderliğindeki Sovyetler Birliği yönetimi, Canım Yurdumdaki emperyalist batı işgaline son verecek kurtuluş savaşının Pakistan ve Afganistan yanında en ve tek önemli ve yegâne destekçisidir. Öyle destekçisidir ki, bu büyüklükte tek yardım edicidir adeta… Silah, uzman, para ve altın konusunda yapılan yardımlarının miktarı konusunda küçücük bir internet araştırması yapması Alper kardeşimizin kafasını pırıl pırıl aydınlatacaktır. Bu vesile ile, gerek Lenin gerekse de Stalin döneminde başta Almanya istihbaratının ve İngiltere istihbaratının “toprak istiyorlar” kara propaganda bombardımanına kurban gitmiş bu ve benzeri tüm muhteremlere de Allah şifa versin demekten başka da çare kalmamıştır. Gerçi mezkûr zevata, iğne ilaç kâr etmez biliyorum lakin yine de dilemekten kendimi alamıyorum… Şefaat ya resul Allah… Ya vallahi yeter…

İlaveten mezkûr muhterem ne buyuruyor, “ben emperyalizmin her türlüsüne karşıyım”, breh breh… Muhterem emperyalizmi ne zannediyorsa gayri… Belki süt markası, belki sakız markası, belki de sabun markası… Yahu Allah aşkına, zatı alilerinize sorulan her soruya cevap vermek zorunda mısınız? Bazen size sorulan sorulara, “uzmanlık alanıma girmiyor” diyerek, politik bir yaklaşım gösteremez misiniz? Yahu, her şeyi bilmek zorunda mısınız? Sanki oraya seçilmiş olmak ile eşdeğerdir, her şeyi biliyor olma dürtüsü… Emin olun ki; ya “bu konuda ben görüş bildirmeyeyim” deseniz kahir ekseriyet takdir edecektir sizi, aaaa 3 tane zırcahil, bak bunu da bilmiyormuş derse de, ciddiye alınacak bir oy miktarı değildir onlar… Her daim göz ardı edilebilecek bir miktardırlar…

Merak ettim, Alper Taşdelen’in öğretim hayatına şöyle bir göz attım. Çok güzel ve parlak geçtiği görülen bir öğretim hayatı söz konusu, İlkokul Çankaya İlkokulu, orta öğretim TED Ankara Kolejinde, Yüksek Tahsil ise Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümünde… Herkese nasip olamayacak kadar parlak… Sen bu güzel öğretim altyapısını aldığını düşün, çıkan sonuca bak, hay Allah… Uluslararası İlişkiler… Galiba tüm bu ahenk ve güzellik, ABD’de Columbia Üniversitesinde yapılan yüksek lisans ile yer ile yeksan oluyor… Belediyeciliği için sözüm olamaz, çünkü tedrisata bakılınca, hani “New York eski Belediye Başkanı David Dinkins’tan “Çağdaş Belediyecilik ve Kent Yönetimi” dersi almış ol, dersin tezi ise “Kent Kalkınmasında Çağdaş Belediyeciliğin Rolü” konusu olsun, sonra da benim eleştirime muhatap ol… Ayrıca, konuya çok da vakıf sayılmam, bu nedenle geçiyorum bu değerlendirmeleri… Ama konu “Türkiye İstiklal Harbi” olunca bu tür abukluklara dayanamıyorum… “Keşke Yunan kazansaydı” diye ortaya çıkan sefil tablo ve sahiplerine nasıl katlanamıyorsam…

Muhtemelen mezkûr muhterem kendisine konu ile ilgili gelen eleştirileri cevaplarken “ya ben öyle demedim, böyle dedim” deyip duracaktır. Bu konunun bu tarafını nasıl söylersen söyle bir tek anlaşılır biçimi olur arkadaş… Ben katılmasam bile saygı duyarım tüm yaklaşımlarına lakin “Türkiye İstiklal Harbine” neredeyse sınırsız katkı sunmuş, işgal ettiği topraklarımızdan karşılıksız ve savaşsız çekilmiş ve de zinhar çarlık ve şimdiki Rusya ile kıyaslanamayacak durumdaki SSCB yönetimini ketenpereye getir… Haaa böyle düşünüyor olabilirsin ama eleştiri konusu olur ve sonsuza dek yakana yapışır… Bilgisizlik desem vallahi bu kadar bilgisizlik olacağını zannetmiyorum muhteremin öğretim kariyerine bakınca, mümkün demek kaçınılmaz lakin öğretim ile bu kadar eğitiliyor demek ki kafa…

Bakın “bu kafanın” kesinlikle söylenebilir ki; sokak röportajlarında “zamların sebebi CHP’dir” diye bilgiç bilgiç, kasım kasım kasılarak konuşan, diz boyu cehaletin içinde boğulmak üzere olan vatandaştan bir farkı yoktur. Aman dikkat sizler ki canım Yurdumun gelecekte muhtemel yöneticilerisiniz, lütfen… Bugünkü yöneticilere benzemeyin sakın…

Cuma, Mart 18, 2022

NATO MU? DALGA MI GEÇİYORSUNUZ?

CHP lideri Sn. Kılıçdaroğlu, “Biz NATO’yu sadece bir savunma aracı, kurumu olarak da görmüyoruz. NATO artık bugün 21. yüzyılda aynı zamanda demokrasinin de bir güvencesi” demiş.

Vallahi inanamıyorum desem, yalan olur, tam da beyefendiye yakışır bir yaklaşım… Vay canım yurdum vay… Kimlere kaldık… Anlardım, “içinde bulunduğumuz ittifakın savunma örgütüdür ve önemlidir” de… Neymiş, NATO bir savunma örgütü imiş lakin beyefendi onu sadece savunma örgütü olarak görmüyormuş… Allah Allah… Nerden çıktı bu “demokrasi güvencesi” tespit ve tayini… Hani bunu ailen ile akşam yemeğindeki samimi muhabbetinde söyleyin anlayalım… Ama siz kocaman bir kitle partisinin genel başkanı olarak, ki o parti, bağımsızlık, bağlantısızlık, özgürlük vs vs savunucusu iddiası ile milyonları peşinden sürüklesin, hele de içinden geçilmekte olunan nazik bir dönemin tam merkezinde olunan zamanda, bu kelamı edin… Akıllara zarar…

Ayrıca; maksat “Savunma Örgütü” derken acaba gerçek manada “Saldırı Örgütü” olduğunun gizlenmesine yönelik bir algı mı oluşturmak? Nedir, Allahaşkına nedir? Bu fikri bulanıklık bilgisizlik ise bu sefer de başka soru öne çıkıyor bu kadar bilgisizler nasıl oluyor da koca koca kurumların başına geçiyor? Yok bu ilgisizlik ise durum daha da vahim… Hele hele de bilgi yerleştirilmesi ya da yönlendirmesi, algı oluşturulması ise tam tamına bir felaket… Artık arzu eden ettiği biçimi ile pozisyon alır, ne diyelim…

Sn. Kılıçdaroğlu’nun tabii ki böyle bir söylem tutturmaya hakkı var, saygı duyarım lakin Canım Yurdumda, 12 Mart’ın, 12 Eylül’ün, hele hele de 1 Mayıs 77’nin yegâne sorumlusunun NATO olduğu gerçeği bu kadar yakıcı iken, üstelik de yakıcılığın bu boyutunda oluşan gözyaşlarımız ile beraber ıslandığını tekraren beyan ettiğin bu yolda, bir tarafı ile Deniz’lere ve Mahir’lere ağıt yakacaksın, diğer tarafı ile NATO’ya “demokrasi teminatıdır” diyeceksin. Bak işte bu kadarı da fazla derler adama… Benim anlamadığım şey ise, Sn. Kılıçdaroğlu’nun bu açıklaması üzerine CHP içinde sağ (sol) duyusuna inandığım hem de Genel Başkan Yardımcılığı düzeyinde bulunan muhteremlerin; “aman Sn. Genel Başkanım siz ne diyorsunuz” dememiş olmaları… Demişlerse de buyurun ilan edin kamuoyuna… Öyle kuru kuruya karşı mahalle eleştirisi prim yapmıyor, beyler… Yapsa da kalıcı olmuyor… Ben bunları Sn. Kılıçdaroğlu’nun bilmediğini düşünmüyorum, çünkü defalarca kendisi ile karşılaştığım Ankara-İstanbul seyahatlerinde nasıl da harıl harıl kitap okuduğuna tanıklık etmiş birisi olarak açıktan söyleyebilirim… Geriye ne mi kalıyor, onu da siz bulun gayri….

Ben şimdi böyle konuşan abilere minicik bir NATO sosyolojisi yapayım da kafaları pırıl pırıl olsun… Kurtulun bu kafa bulanıklığından sevgili bizim mahalle komşularımız…

Esasen, NATO ile ABD arasında nasıl fark vardır diye soracak olursak kendimize, şaka ile karışık biri 3 harfle diğeri 4 harfle formüle edilmektedir, yegâne fark budur, gerisi tekmili birden aynen ve birlikte. Ayrıca ve ilaveten, İngilizce NATO ve Fransızca OTAN şeklinde görünüşte çok farklı yazılmış olmasına rağmen kapsam aynıdır, yani ister sağdan sola okuyun ister soldan sağa okuyun, sonuç aynıdır… Öyle de olsa böyle de olsa NATO bir askeri yapılanmadır… Hem de öyle bir askeri yapılanmadır ki, adeta NATO ABD’nin gladio’sudur.  Ben mi diyorum, onlar diyor… NATO, ABD’nin askeri saldırı gücüdür. Peki, ekonomik saldırı gücü hangisidir diyecek olursanız da, IMF ve Dünya Bankasına ve bunların çalışma prensipleri ve sonuçlarına bakın, yeter de artar… Nasıl ki, BM, ABD’nin bir siyasal ve sosyal kuruluşu ise… Aynen zıvaynen…

Şimdi gelelim ABD ve NATO ilişkisine… Benim emin olduğum tek şey, NATO, ABD’nin her dediğinin, her istediğinin, diğer ülkelerce bir şekilde iç kamuoyunu mış gibi yaparak kandırmak ya da oyalamak adına, mırın kırın da edilse, katıksız uygulandığı bir askeri pakt'tır. Ayrıca ve ilaveten BM’de sonuç ve özü itibari ile bir ABD kuruluşudur… Bakın, bu 3’lünün sadece bir konudaki davranışını örnek vereceğim, meramım ve muradım daha da net anlaşılsın diye… ABD şaibeli “el kaide” saldırısını bahane ederek, Afganistan’a saldırır hem de ne saldırmak günlerce havadan bombalanarak yerle yeksan etmek kaydı ile… Hemen “istim arkadan gelir” umdesi uyarınca BM devreye girer, hem bu ölçüsüz, sınırsız, ahlaksız bombalamayı legalize edecek biçimi ile uluslararası toplantı düzenliyorum sahteciliği ile Almanya’da “Bonn mutabakatı” çerçevesinde ABD kontrollü ISAF diye bir askeri güç oluşturuluyor. BM, Afganistan’ı istikrar ve demokrasiye kavuşturmak adına Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü (NATO) liderliğindeki bir güce yetki verdi. NATO, Afganistan'daki uluslararası güvenlik güçlerinin (ISAF) kontrolünü üstlenerek NATO/ISAF'ın rolünü ülke çapında genişletti de genişletti. Peki sonuç, ABD=NATO=BM=ISAF değil mi? Peki, şu anda, Afganistan ne durumda? Demokrasi geldi mi? Bırakın demokrasiyi de “istikrar” geldi mi? Bu sadece tek örnek değil ki… Bakın, Endonezya’ya, Şili’ye, Arjantin’e, Brezilya’ya, Vietnam’a, Kore’ye, Irak’a, Sudan’a, Libya’ya, Suriye’ye, Panama’ya, Honduras’a, Kosova’ya, El Salvador’a, vs vs… ABD ve siyasi komisyonu BM ve askeri komisyonu NATO, ekonomik komisyonu IMF’nin ya da Dünya Bankasının müdahil olduğu herhangi bir yerde güven, istikrar, huzur, sükunet, hele de demokrasi olabilir mi? vallahi benim bir şey dememe gerek yok… Bakın yakın tarihe, bakın dünyaya, her şey aynıyla pırıl pırıl… Yani NATO öyle bazılarının dediği gibi bir savunma örgütü felan değildir, öyle olsa Afganistan’da ne iş var, Libya’da ne işi var... 

“NATO’nun gizli orduları” adı ile Daniele Ganser isimli İsviçre’li bir bilim adamının doktora tezi kitap olarak yayınlanmıştır. Avrupa’da “gladio operasyonları ve terör” ilişkileri ele alınırken NATO’nun oluşturduğu yerel teşkilatların akla hayale ziyan faaliyetlerini sıralamaktadır. Merak edenlere ısrarla öneririm. İnanmak ya da inanmamak okuyucuya kalmıştır. Aaaa birileri de kalkar bunlar uydurmadır der, saygım var, lakin anlatılan her olayın, her ülkede bizim gözlerimizle görebileceğimiz kadar somut karşılıkları ayan beyan gözümüze batmaktadır. ABD’nin sözde istihbarat örgütü CIA ve İngiliz MI6 önderliğinde, İtalya’da, “gladio”, Yunanistan’da “koyun postu”, Danimarka’da “absalon”, İsviçre’de “P26”, Norveç’te “ROC”, Belçika’da “SDRAS”, Fransa’da “rüzgâr gülü”, Almanya’da “kurtadam”, Türkiye’de “kontrgerilla”, Hollanda’da “NATO command”, İspanya’da “GAL” gibi adlarla örgütlenmiş paramiliter yapıların ne haltlar işlediği herkesin malumudur…

Ya ayıptır, günahtır… Bu kadar ahlaksızlık yapılabilir mi? Nükleer silah kullanacak diye tüm hasımlarını suçla dur. Lakin tarihte sınırlı da olsa “tek nükleer bomba kullanmış devlet” olarak kayıt altına alınmış ol… Esasen “mart kedileri” bile bu kadar alenen iş tutmazlar… Aaaaa, kabul etmesem de ABD’yi anlayabiliyorum, kendi çarkları kendi sistem tercihleri doğrultusunda, bu kadar yalan, dolan, desise ve hile ile tesis edilmiş ve hayatiyete kavuşmuştur. Lakin benim anlamadığım, bunları göre göre adeta “parmağım kör gözüne misali” görmemezlikten gelen zevat… İşte sağda solda “kötü niyetli” arayanlar varsa, buraya bakacaklar…


Bu NATO’nun, dolayısıyla ABD’nin, dolayısıyla CIA’nın ve yerli ortaklarının Kahramanmaraş, Çorum ve Sivas olayları ile 1977 1 Mayıs’ına müdahale etmiş olması için artık dış mihrak bağlantısı vardır tezini de bir kenara bırakın o zaman… Çünkü mezkûr kuruluşlar “demokrasinin teminatıdır” …

Cuma, Mart 11, 2022

BİR YATIRIM ARACI TAHSİL

Üniversite giriş sınav harçlarının da zamlanması üzerine bir haber vardı ve öğrencilerin yakınmaları ise “90 TL idi şimdi 115 TL oldu, sınavlara giremeyeceğim şimdi” şeklinde idi. Bunun neresinden tutup alkışlasak ya da yuhalasak bilemiyorum. Benim gözümde 90 TL’yi veren 115 TL’yi de verebilir, sıkıntı burada değil… Sıkıntı, neden bunların bedeli mukabili olduğudur… Neden insanlar üniversite sınavına girmek için bedel ödesinler, benim düşündüğüm çağdaş ve uygar dünyada, devletler öğrencilere para ödemeliler sınava girsinler diye… Öğretim bir ömür boyu dahi sürse bedelsiz olmalı hatta ilgili kurumlar marifeti ile öğrenciye ve öğreniciye bedel ödenerek teşvik dahi edilmelidir.

Eğitim ve öğretimin de pahalı olduğu iddiası ile katkı payı olmalıdır zihniyeti maalesef ve kimse kusura bakmasın ama köhne ve hoppa bir yaklaşımdır. Bunu savunanlarda çok muhtemel ki, cahilin ferasetinden umarı olanlardır. Bu kabil düşünce ve düşünenlerden ısrarla uzak durmak gerekir… Tesadüf müdür Allah aşkına, cahilin ferasetini sevenlerle keşke Yunan kazansaydı diyenlerin birlikteliği… Efendim, okul binası, öğretmen, eğitim ve öğretim idari ve yardımcı personeli, bina ve çevre donatısı ve araç gereçleri, mobilyası ve ilgili donatısı, temizliği, ısıtılması ve aydınlatılması vs vs gibi ihtiyaçları da var, kolay mı bunlar diyenleri duyuyor gibiyim, evet doğrudur bunlar kolay değildir, temin, tedarik ve tedrisat ciddi yatırımlar gerektiriyor. Ya kardeşim siz bu öğrencilerin anasından babasından tam bu amaca matuf ve bir hayli de kolayca aldığınız vergilerle bu çocukları eğitip ve öğreteceksiniz ne ıkınıp duruyorsunuz diye de soran kimse yok galiba… Hem çocuklarını okut diyeceksin, sonra “ben cahilin ferasetini severim” diyen adama ses çıkarılmadığını bizim hatırlamamızı tercih etmeyeceksin, olur mu böylesine bir yaklaşım… Sonra çıkıp her okuyana devlet iş bulacak diye bir beklenti doğru olmaz diyeceksin, Allah muhafaza “kardeşim yönetim bir planlama işidir, biz küçücük evimizi bile bir plan dahilinde yönetiyoruz” diyene ne diyeceksin…

Burada mesele, anlaşılan odur ki, vatandaşı bedel ödemeksizin herhangi bir hizmet alınamayacağı fikrine alıştırmak ve bunu uzun yıllardır da yavaş yavaş gerçekleştirdi devletler ve özellikle de Sovyetler Birliğinin yıkılmasından sonra da vites arttırarak “köpeksiz köyde değneksiz gezme” kabilinden her şey paralı ve pahalı hale geldi, en azından katkı payı ödemek kaydı ile gerçekleştirilmeye başladı… İlaveten ve belki de en önemlisi, hukuken devleti yönetenlere karşı yönetilenlerin eşitliğinin giderek yönetenler lehine bozulması ve halen de artarak devam etmesidir… Örneğin bir abuk subuk rektör çıkıp bir öğrenciyi bir protestodan ötürü “seni okuldan atarım” deme cesareti gösterir noktaya bile getirmiştir. Kimse de çıkıp; “dur bakalım rektör efendi sen kim oluyorsun da, o öğrenciyi okuldan atıyorsun, sen mi aldın, burası babanın malı mı da” demiyor. Maksat kafalara “otorite ne derse o olur” fikriyatını nakşetmek. Benim üniversite öğrenciliğim döneminde öğrencinin bir sınav sonuç notu itirazı için bile Danıştay’a başvurma hakkı var idi, şimdi öyle mi, nerde, öğrencinin nerdeyse, ders çalışıp deyim yerinde ise iyi bir “inek” olma hakkı dışında bir hakkı yok… Öğrencinin akademik, demokratik ve ekonomik özgürlük ve hakkı uzak ara iyi idi, üstüne çemkirilen dönemde… İşte, kapitalist dünya, organizasyonunu “top man and others” noktasına taşıyarak, “itiraz etme, itaat et, rahat et” konforu yaratarak bu günlere geldi…

“Şu Mektepler olmasa Maarifi ne güzel idare ederdim” sözünü sarf edenlerden, geldik bugüne… Osmanlı Maarif Nazırı Emrullah Efendiden, bugüne… Herkes ve her kesim bu mazhariyetin muhasebesini kendine göre yapabilir, şüphesiz… Neler değişti, neler… Oysa konu çok başka… Biraz da “Arife tarif gerekmez” diyelim lakin tarif ne idi, arif nerde sorusu da bir türlü cevap bulamıyor… Bilindiği üzere Cumhuriyet döneminde mezkûr bakanlık; “Maarif Vekaleti”, “Kültür Bakanlığı”, “Maarif Vekilliği”, “Millî Eğitim Bakanlığı”, “Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı” gibi değişik adlar altında görev üstlenmiştir. Görüldüğü üzere daha bakanlığın adı üstünde bile mutabakatı yoktur muktedirlerin, ama tabii ki mezkûr zevat için zarf çok önemli verilmesi gereken mesaj adına, mazruf ise hiç önemli değildir…

Görev üstlenen çok değişik liyakate, fikriyata ve tatbikata uygun Bakanlar görülmüştür, her birisi nevi şahsına münasip olsa dahi dönemin ulusal ve uluslararası hâkim rüzgârları, telkinatı ve suflelerine göz ve kulak kapatmış olmuşlukları vaki değildir. Bakanların-Vekillerin her biri için ayrı ayrı çok uzun uzun yazmak mümkün ama bu beni ziyadesiyle aşar, uzmanlarına bırakarak devam edeyim…

Eğitim nedir? öğretim nedir? Maarif nedir? diye şöyle kısaca bir tefekkür etsek… Bilindiği üzere “eğitim” kısaca, resmi ve gayri resmi süreci ifade eder iken, “öğretim” ise kısaca resmi süreci ifade etmektedir. “Maarif” ise Arapça “arif” kökünden türemiş, bilim, bilgi, bilmek, mahir olmak manalarında kullanılagelmektedir. Esasen, eğitim genel manada süreklilik, öğretim ise süre, eğitim her türlü bilgi edinilmesi öğretim ise bir plan dahilinde belli bilgilerin edinilmesi, eğitim bir ömür boyu iken öğretim belli bir evreyi kapsar, eğitim zaman, mekân ve teknik terakki kısıtlamasına tabi değil iken öğretim mezkûr kısıtlamalara haizdir, eğitimin belli bir plan ve program dahilinde yürütülmesi gerekmez iken öğretimin durumu tam tersinedir, vs vs…

Biz “eğitim yatırımı” tercihi yerine “yatırım öğretimi” yapmayı ne zaman terk edersek düze o zaman çıkmaya başlayacağız, bunun çok net bilinmesi gerekmektedir. Tabii ki eğitim ve öğretim işine ileride iyi bir işin olur iyi bir maaşın olur diye bakılan bir yerde daha fazlasının beklenmesi de abesle iştigalden başka bir şey değildir.

Pink Floyd’un ince ironi barındıran lakin kalın kalın tespit yaptığı “another brick in the Wall” adlı müzik parçasından bir bölüm ile bitireyim.

We don't need no education

We don't need no thought control

No dark sarcasm in the classroom

Teacher, leave them kids alone

Hey, teacher, leave them kids alone

 

Cumartesi, Mart 05, 2022

ÇEŞME KALE ÖNÜ POLEMİĞİNE KATKI

Çeşme Belediye Reisi; M. Ekrem Oran; çevrecilerin ve bazı Çeşmeperver vatandaşların Çeşme Kale önü düzenlemesindeki bazı detaylara sert eleştiriler yöneltmesi üzerine; “Bu büfeler Anıtlar Kurulu tarafından onaylandı ve Belediye şirketimiz ÇEŞTUR tarafından işletilecek bu büfelerden Çeşmeli vatandaşlarımız 2.5 TL’ye çay, 6 TL’ye kahve içebilecek. Bu projeyi eleştirenlerin iyi niyetli olduklarını düşünmüyorum. Gerçek Çeşmeli vatandaşlarımız beğenmezse o zaman gereğini yaparız” demiş.

Yeni Çeşme Gazetesi yazarlarından köşedaşım Selma Artar ise; mezkûr proje için “önceki dönem Belediye Başkanı Muhittin Dalgıç tarafından hazırlanan projede Tarihi Çeşme Kalesinin önü tamamen açık olup, büfe adı altında dört ucube yoktu. Aynı zamanda 2020 yılında UNESCO’nun Dünya Mirası Geçici Listesine alınan, 514 yıllık Tarihi Çeşme Kalesinin önüne, normal vatandaş çivi bile çakamazken nasıl olur da Anıtlar Kurulu böyle bir yapıya izin verir anlaşılır gibi değil! Bana çok gerçekçi gelmiyor…” diye haftalık yazısında bir tespit ve değerlendirme yapmıştır. 

Diğer yandan; sağ cenahın propaganda cihazı olma özelliğini taşıyan Ege Bölge gazetesi Yeni Asır ise bir dönemin esas oğlan rollerine bir türlü layık görül(e)memesi üzerine “oğlanaltı” roller ile zengin babanın haylaz oğlu, iyi olmaya çalışan kötü karakterleri canlandırmakla ünlü jönü, Salih Güney’i, bu haberde başrol oynatarak adeta Yeşilçam’dan geçmişin intikamını alıyor. Yıllar sonra gelen başrol nedeniyle biraz da vites arttırıp üslup sertleştirerek konuşuyor ya da Yeni Asır gazetesi esaslı muarız tavrını kullanarak söylenenleri böyle aktarıyor, bilemem… Lakin böyle bir hakkı var mı? Şüphesiz var… Efendim “sen esas Çeşmeli misin ki” ucuzluğu ile burun kıvrılabilecek bir tavır olmamalı bunun karşılığı… Kanunen böyle bir hakkı var mı? var… Kanun diyor mu ki, eleştiri hakkı sadece “esas …lerindir”, demiyor… Kanunun kendisine verdiği hakkı da bir kenara koyalım, ahlaken ve vicdanen böyle bir hakkı var mı? var… Bitti… İlaveten üslup tartışmasını sadece aktör beyin gözetmesi gerekmiyor, karşı mevzideki muhteremlerin de aynı özeni göstermeleri gerekmez mi? 

Gazetemizin sahibi de katılıyor polemiklere; “Yeni Asır aynı bombardımanı ertesi gün de sürdürdü ve aktör gençliğimizin idolü Salih Güney’di. Bilgi noksanlığı gerek gazeteciler de, gerekse Artizimiz de olması normaldir de, üslup meselesi tartışılabilir. Başkan Ekrem Oran’ın kültür seviyesini tartışmak Salih Güney’e kalmamalı. Bir yarışmaya girseler Ekrem Oran’ın açık fark atacağına iddiaya bile girebilirim.” diye bir giriş yaparak katılıyor. Konu nasıl buralara gelmiş, enteresan… Maalesef, Salih Güney, Reis’in kültür seviyesinin düşük olduğu gibi konu ile hiç ilgisi olmayan bir belaltı vuruş gerçekleştirmiş, bu tartışılmaz, hem de kendisinin hiçbir biçimde tartamayacağı bir konuya girmiş, bence. Bizim gazete patronunun, Kültür yarışması yapılsa Reis’in Aktör’e fark atacağı tespiti ise tam tamına bir komedi, nereden biliyorsun derler adama… Aktör’ü de hafife almayın, Devlet Konservatuvarı mezunu olup az da olsa düzeyli tiyatro oyununda görev almıştır. Arkeoloji ve de özellikle de su altı arkeolojisi konusu ile turizm konusunda uluslararası alanda faaliyetler de yürütmüştür.

Eski Belediye Başkanı Faik Tütüncüoğlu’da katılıyor bu polemiklere… Ne diyor; “Kalemizin çevresinin bugüne kadar geçirmiş olduğu düzenlemeler; 1. Etapta kaleyle içiçe girmiş yapılar vardı. Önce bunlar temizlendi… İkinci etap veya düzenlemede; kaleyle deniz arasında dört adet bina vardı. (PTT, Liman Başkanlığı vs ile bir de mermer çeşme) Bu yapılar kaldırılarak kalenin denizle buluşması sağlandı.”

Evet; görüldüğü üzere, herkesin bir güzel tarifi, herkesin bir doğru tarifi var, örneğin Faik Tütüncüoğlu’nun düzenleme diye bahsettiği ve sahildeki 4 adet eski kamu binası ile Tarihi Mermer Çeşmenin yıkılması bana göre fahiş bir kent tahribatıdır… Bilindiği üzere, tek katlı 4 adet ayrık ve taş bina vardı sahilde. PTT, Sahil Sıhhiye, Gümrük Binası, Sağlık Ocağı olarak kullanılmış idi, ayrıca Mermer Tarihi Çeşme, ilaveten de “Güneş Saati”, Çeşme Kalesinin mütemmim cüzü kabilindendir… Tarihin akışı içinde değişen kent aktiviteleri ile fonksiyonları açısından bakıldığında ilaveten her bir ünitenin de yapım tarihi ve kronolojik biçimde ele alınırsa, mütemmim cüz konusu daha kolay anlaşılır hale gelir.

Gelelim Reis’in tespitlerine; neresinden başlasak, ucuz çay vaadi ile vatandaştan istinat teşkili, esas Çeşmeli ifadesi ile muarız ve muhalif bertarafı, istenmiyorsa gereğini yaparız beyanıyla da, tam tamına “Bad'el Harab-ül Basra” … Diğer taraftan, Allahın lütfu, Reisimizin elinde bir “iyiniyetometre” gelene gidene ölçüm yapıyor… Diyelim ki, bu eleştiriler kötü niyetli, gül geç, değil mi? Yok illa cevap verecek… Biz gerçi bu tavrı her gün izliyoruz bir yerlerde ama… Ne diyelim, şimdi Reis o… Mühür onda… Gerçi koskocaman düzenleme içerisinde 4 adet küçük büfe muhabbeti de, “İsa’nın yaptıkları yanında 2 yumurtanın lafı mı olur” faslındandır, ama… Hallarımız bu maalesef…

Yahu kardeşim nerden çıkarıyorsunuz bu gerçek Çeşmeli önermesini… Hangi tarihte buraya gelenler gerçek Çeşmeli… Bu tespit ve tarife hangi tarihi baz alacağız… Sonra, kim söyleyecek? kim belirleyecek? “Esas Çeşmeliyi” böyle bir hak kime tanınmış… Peki sormazlar mı insana; yahu kardeşim “al ikametgahını da gel” kampanyası çerçevesinde gelenler nasıl değerlendirilecek. Bunlar “gerçek Çeşmeli” sayılacaklar mı? Ya da ikametgahını alıp gelenlerin sadece Reis ve Reis’in yaptıkları ile muvafık olanlar mı “gerçek Çeşmeli” kabul edilecekler? Yaaaa, bu konular üstüne bu kadar gidilir ise işin suyu çıkacak, söylemedi demeyin sonra… Ben bu polemiklerden hiçbir şekilde zararlı çıkmam diye düşünen bir taraf varsa, ahaaa da şuraya yazıyorum, kesinlikle zarar görecektir.

Ama yine de Belediye Reisimiz, diğer olaylarda olduğu üzere, sinirlerine hâkim olamayarak kötü kelamlar sarf etmesine rağmen bu kez; “Bu projeyi eleştirenlerin iyi niyetli olduklarını düşünmüyorum” demiş. Ciddi bir gelişme olmasının yanında sakinliğin de doruk noktasıdır bence diplomasi açısından, ya Allah muhafaza “bu projeyi eleştirenlerin kötü niyetli olduklarını düşünüyorum” deseydi. Maazallah…

Bir de tam tamına “kırk katır mı, kırk satır mı” kabilinden bir başka polemik yürütülüyor… Efendim onlar onaylamış mı? onaylamamış mı?... Böylesi bir ikilem içine neden sokuyorsunuz konuyu? Sonra “Anıtlar Kurulunun” doğru kararlar ürettiğini size kim söylüyor, şimdi sıralamaya başlasam Çeşme üstüne en az 5 adet isabetsiz ve geçersiz hatta sonu hüsran ile sonuçlanan kararlarını söyleyebilirim. Aaaaa, yetki manasında deniliyorsa o başka… Şüphesiz onlar konu özelinde tek yetkili makam… Mühür onlarda… Lakin unutulmasın ki, “Anıtlar Kurulu” oluşumunda, tayininde, görev tarifinde kim tasarruf kullanıyorsa, onun lehinde karar alınıyor olması günümüzde vukuatı adiyedendir.

Son söz, Reis Bey, Göster kardeşim, onaylı proje ve planları ile “Anıtlar Kurulu izin yazısını” konunun içinden çık kenara, çevreciler ve Çeşmeperver vatandaşlar Anıtlar Kurulunu eleştirsinler, değil mi. En kolay yol bu değil mi? Diğer taraftan, Anıtlar Kurulu ya da öncesindeki tasarruf sahipleri ile şimdiki eleştiri sahipleri, sahildeki 4 binanın, Güneş Saatinin ve Tarihi Mermer Çeşmenin yıkılmasına ses çıkarma gel şimdi 4 adet kümes büyüklüğündeki büfeye laf et… Üstelik diğerlerinin telafisi olmamasına rağmen, sükûnet, 4 büfenin telafisi olmasına rağmen, tenkit…Sizi de anlamak zor… Yine de “Hep bir halli Turhallıyız biz bize benzeriz, Yüz bin kere tövbe eder gene şarap içeriz” terennümüne devam…


Cumartesi, Şubat 26, 2022

OKUYUCUNUN KATKISI ve OKUYUCUYA KATKI

Yazılarımı okuyanlar bilir; “Yeni Çeşme Projesi”ne karşıyım ve de ne olursa olsun karşı durmaya da devam edeceğim. Hani bazıları gibi önce karşı çıkıp sonra bazı gelişmeler (!!!) karşısında çark edenlerden olmadım. Kişisel görüşüm o ki, Çeşme’nin artık büyümeye değil mevcudun kalitesini iyileştirmeye ve arttırmaya ihtiyacı vardır. Artık, daha kaliteli yeşil alan, daha kaliteli ve halka açık plajlar, daha kaliteli yollar, daha kaliteli içme suyu, daha kaliteli atık su defi, daha kaliteli arıtma, daha kaliteli turizm, daha kaliteli ulaşım, daha az propaganda, daha az nobranlık, daha az tepeden bakma, daha az mal muamelesi yapılması, vs vs istiyoruz. Mesela hala denize derin deşarj adı altında “fosseptik” muamelesi yapılıyor olması şahsen beni çok rahatsız ediyor… Senin, daha kocaman alanların atık suyunu toplayamadığın bir sahada, yeni yerleşimler açmanı ya da yaratmanı biz istemiyoruz, kimin istediğini ise iyi biliyoruz. Ne diyor Mustafa Kemal Atatürk; “Hatta bu iktidar sahipleri, şahsi menfaatlerini müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit edebilirler.” Bilmem anlaşılabiliyor mu? Aslında Milletin sessiz olduğuna bakıp bunların hepsini de yediğini yuttuğunu düşünenler elbet bir gün yanıldıklarını anlayacaklardır. Gazetemize bizzat gelerek duruma muhalefetlerini açıklayan ya da yolda karşılaştığımızda tepkilerini belirtenlerin ya da telefonla arayıp artık yeter diye sızlananların sayısını biz biliyoruz. Yarın sizlerde öğreneceksiniz emin olun… Yok öyle ben yaptım oldu, nobranlığı, hoyratlığı… Mesela çok yeni öğrendim farklı farklı bir sürü grup kendini çevreye adamış gönüllü farklı farklı avukatlara vekaletler vererek her türlü hukuki yolu kullanma iradesi buyurmuşlar. Aaaa bizi yönetenler bunu küçümser, azımsar, yok sayar, o da kendilerinin takdiri… Daha önce bu kabil eleştirilerimi sıraladığım yazıma, çok değerli emekli öğretmen bir okuyucumun katkılarını da ilaveten aşağıda aktarıyorum…

“Çeşme projesine ilişkin olarak konuya yüksek bir hâkimiyetle yaklaşıp ortaya koymuş olduğun son derece kapsamlı somut veri ve gerçekçi irdelemelerle yaptığın değerlendirmeler, benim için çok aydınlatıcı ve uyarıcı olmuştur, bunun için hassaten içten teşekkürler ediyorum; umarım ve dilerim ki, tüm Çeşme’de yaşamakta olanların bu gerçekler akıllarında yer eder, kulaklarına küpe olur.

“Konuya ilişkin aydınlatıcı bilgilerden yararlanarak zevkle okudum sevgili Ruhi Beyciğim. Aklına, bilgine, birikim ve zengin donanımın için kıvanç duydum. Elin, emeğin, kalemin dert görmesin. Sevgi, saygılar, selamlar. Sağlıkla kal.”

“İzmir’i Seyretmek” başlıklı yazımı okuyanlar Angelico Maria Müller adlı bir gezgin din adamının İstanbul’dan gelen bir gemi ile İzmir Körfezine girişteki bakışı ve İzmir’de kaldığı sürece tanıklıklarından yazdığı anılarında bakın neler anlatmış idi. Smyrna yıkık amfiteatr, kale ve birçok başka kalıntı temelinden anlaşılacağı gibi muazzam büyük ve şahane bir şehir olmalıydı. Bugün ise öyle görünüyor ki, Eski Smyrna’nın değil yarısını, ancak onun bir gölgesini görüyor olmalıyız. Buna karşın, hem Avrupalı hem de Doğulu tüccarların ticaret ve dolaşımları nedeniyle tüm Levant’taki en ünlü liman ve ticaret şehridir. Dış limanda demirliyken, irili ufaklı birçok teknenin yanı sıra 70 kadar Fransız, Galli, Hollandalı, İngiliz ve daha birçok başka ülkeden gemi saymıştım. Karayolu ile yılda üç kez, Şubat, Haziran ve Ekim’de doğudan-İran-Moğolistan ve Çin’den gelen kervanlar bazı dönemlerde İzmir pazarında 4-5 bin devenin aynı zamanda buluşmasına neden olmaktadır”

Gerçi mezkûr anıları kaleme alanın fahiş bir hatası da var; “Smyrma dışında bir başka Smyrna daha varmış ve diğerinden 20 saat uzaklıktaymış” diyerek işliyor bu hatayıŞüphesiz saat tarifinde ya da tercümede bir hata varsa söylenebilecek bir şey yoktur. Gerçi bir başka kaynakta mezkûr seyyahın bu görüşünün değerlendirilmesinde, 20 saat yerine “20 stadion” gibi bir mesafeden bahsediliyor ki o da eski Yunan’da bir uzunluk ölçüsü olup yaklaşık 185 mt ye ve de toplamda da 3,5 km. lik bir mesafeye tekabül ediyor ve körfezin tam doğusunda yani şimdiki Bayraklı civarında olan eski kent kastediliyor olabilir. Değerlendirmeler muhtelif, gerçek tek…

Mezkûr din adamı seyyah bir başka yerde ise; “Şehir ulus zenginidir. Yani bugün 80.000 Türk, 2.000 Yunan ve Ermeni, bir o kadar da Musevi bulunuyor. Büyük ticaretle uğraşan, her ulustan ve inançtan dinlerini özgürce yaşayabilen Frenk veya Avrupalı Hıristiyanların sayısı az değildir. Türkler’in 20 camisi, Museviler’in 7 sinagogu ve okulu. Yunanlılar’ın 2, Ermeniler’in 1 ve biz Latinler’in 3 kilisesi vardır… Türkler, Yunanlılar, Ermeniler ve Museviler; hepsi şehrin yüksek kesimlerinde otururlar. Biz Avrupalılar ise, aşağı kısımlarda, deniz kenarında uzun bir sokakta oturmaktayız. Tüm uluslarımızın burada konsoloslukları ve temsilcileri vardır.” diyerek nüfus dağılımı ve dini harita ile diplomatik ve ticari ilişkiler üstüne de gözlemlerde bulunuyor.

Bu yazım üzerine; yine herkesi ve her konuyu yakından, dikkatli ve derinlemesine takip eden emekli öğretmen okuyucum bakın nasıl bir değerlendirme yapıyor.

İzmir üstüne Batılı seyyah din adamının dedikleriyle bezeyerek çektiğin fotoğraf tam bir İzmir güzellemesi. Ama yerinde haklı bir güzelleme Allah için. Pazar yerinde aynı anda 5000-6000 devenin bulunduğu, en batıdan en doğuya Çini’ne Maçin’ine bin bir türlü envai çeşit emtianın giriş-çıkış yaptığı bir ticaret ve liman kentinin toplumsal hayatında oluşmuş etniksel, inançsal haritanın rengarenk harita, kimilerinin gözünde “Gavur İzmir” ise; bu öylelerinin aslında göz kamaştırıcı bu ‘İnci’ye karşı hasetliklerinin eseri olduğunu; aynı zamanda bunun, insana ve hayata dair şaşı bakıştan kaynaklanan çağdışı bir İLKELLİĞİN ve bir yerde de ÇARESİZLİĞİN sonucu olduğunu göstermez mi?”

Emekli öğretmen okuyucumuz, son dönemde artan bir şekilde okumaya ve yazmaya daha fazla zaman ayırdığını beyan ettiği yazısında inanılmaz bir nezaket ve üslup dahilinde, okuduğu yazılarda yazım hataları, imla kural ihlalleri üzerine fazlaca hassas olduğunun altını çizmektedir. Eleştirilerinde üslubunun kalitesini işaret eden şu cümlesi ile bitiriyorum.

Ruhi Çilek üstadın, vaktiyle Doğu Ekspresi’nin Anadolu’yu boydan boya kat ettiği yollar misali süzülerek uzayan giden yollar misali cümleleri nasıl ucunu kaçırmadan kurup beşer edebildiğine bir kez daha şaşırdım, açıkçası…”

Sonuçta; İzmir’e hakaretamiz “Gavur İzmir” diyenlere de, Yeni Çeşme Projesi ile Çeşme’ye Çılgınlık yapılmasına da karşıyız ve istemiyoruz. Nokta…


Cumartesi, Şubat 19, 2022

KAYMAKAM

 Ben ilk kaymakam sözünü ve etkisini ilkokula başlayınca öğrenip hissetmiş idim. Çeşme Kaymakam’ının kızı sınıf arkadaşım idi tam da bu nedenle derinlemesine olmasa bile görünürde etkisi etkileyici idi malum nedenlerle… Gerçi haksızlık etmemek adına söylemeliyim ki, öğretmenimizin bizlere tutumu konusunda bir ayrıcalık göze çarpmazdı ya da vardı da şimdilerde ben hatırlamıyorum ya da bu ayrıcalıklar doğal idi bu nedenle de göze çarpmazdı lakin sonuç olarak hatırladığım derslerinin ve notlarının hepsinin iyi olması gerçeği idi. 

Sonraları derslerde Mustafa Kemal Atatürk için “kaymakam” rütbesi ile görev yaptığının bahsi geçince o günün kavrama kabiliyeti ile çalışan kafamız hemen karıştı. Kaymakamlık askeri bir rütbe mi yoksa idari bir makam mı? Şüphesiz sonraları anladık konunun tam tamına ne olduğunu, öğrenmek böyle bir süreç işte. Kaymakam; Arapça “kaim makam” sözünden üretilmiş ve “birinin yerinde duran” ya da “makam sahibi” anlamlarına gelen Osmanlı döneminde de kaza yöneticisi olarak “Mutasarrıf” olarak kullanılmış bir sözcüktür. Yer yer bazı kaynaklarda ise “vekil” ya da “naip” olarak da karşılık bulmuştur. Askeri rütbe olarak ise, Osmanlı Devleti’nin son dönemi ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında kullanılan miralay ile binbaşı rütbeleri arasında olan ve günümüz rütbelerinden yarbay'a denktir.

Anılarını; arkadaşım Taner Morova’nın “bu az bulunan bir kitap senin kütüphanene çok yakışır” diyerek hediye ettiği “HATIRALARIM” adlı kitabından okuduğum 1914-1918 arası Çeşme’de Kaymakamlık yapmış Hilmi Uran ise müthiş anılar biriktirmiş… Paftos meselesi, Rum muhacereti, Çeşme’nin piresi başta olmak üzere birçok başlık altında yazmış. Gerçi Hilmi Uran sonradan aldığı diğer görevler ile de ilgili uzun uzun yazmış, iyi de etmiş, onun gözü ile onun değerlendirme ölçüleri ile bakıyoruz Canım Yurduma… Zaman, mekân ve teknik terakki ölçüleriyle…

Ne kaymakamlar geldi Çeşmemize… Kimler geldi, kimler geçti faslından… 

Sonradan CHP Denizli milletvekili olarak da bir dönem görev yapan Ömer İhsan Paköz, Denizli Bölgesinde Kuvayı Milliye örgütleyicilerinin oğlu olarak, intikal eden mirasa uygun kamu görevleri icra etmiş olarak bilinirdi hatırladığım. Vatandaşa olabildiğince uygun, makul ve dengeli mesafelerde bulunarak kamu görevi icra ettiği bilinmektedir. Hatta bir defasında Edirne Öğretmen Okulu öğrencilerinin başta da Aydın Korkmaz olduğu halde çıkardıkları “Devrim” isimli gazete için kendisine röportaj müracaatında bulunulunca “ne işim var çoluk çocukla” demeksizin onları yeterince ve layığınca ciddiye alarak, röportaj gerçekleştirmiş ve gazetenin isminin gereğini sorduğunda “biz devrimci öğrencileriz” diye cevap alınca, “biz devrimi yaptık, zaten”, diye cevaplamış olması da alicenaplığının tezahürü olarak akıllarda kalmıştır.

Salih Şarman da bu ilçede kaymakamlık yapmış ve bilahare de valilik görevinde de yaşadığı ve yaşattığı vahim olaylar ile tarihteki yerini almıştır. Kendisi hakkında makama münasip davranışlar dışında kalanlar için söylenecek çok bir şey olmadığı da sarihtir.

Cafer Sarılı; Bankada işlem kuyruğunda görünce şaşırdım, bankacı arkadaşlara sorduğumda da “o her özel işleminde böyledir, sıraya girer ve bekler, sırası gelince de işlemini yaptırır” demişlerdi. Şaşırdım demek ki sıraya girip beklemeye katlanabilen kaymakamlarda oluyormuş. Sadece bu yönü bile takdire şayandır, bence…

Atilla Dinçer; kaymakamlık ataması gerçekleşince Çeşme’ye kimseye haber vermeden tebdili kıyafet gelir göreve başlama öncesi izlenim edinmeye çalışır. Esnafın, kahvehanelerde eğleşen vatandaşların, şoförlerin, gazetecilerin yanlarına uğrar muhabbet eder ve kendince topladığı tüm bilgilere göre göreve resmen başlar. Görevi süresince görev tanımı uyarınca başarılı olduğu akıllarda kalmıştır.

Ahmet Macunluoğlu; halen Çeşme’de emeklilik hayatı sürdüren, bir ara CHP’den belediye başkan aday adaylığını açıklayan ve şimdilerde zaman zaman görüştüğümüz ve memleket meseleleri üzerine muhabbet ettiğimiz için güncel durumda bir ilişkimiz devam etmektedir. Sonradan Vali yardımcılığı görevi de ifa etmiş, oldukça mütevazi ve sıradan bir hayat sürdürür hali ile akıllarda kalmaktadır.

Mustafa Erkayıran; atamasını takiben kente bisiklet ile geliyor, sıradan bir gezgin gibi dolaşıyor, kendince durum ve ihtiyaç ve de öncelikler tespiti yapıyor, yüzmeye, sualtı dalgıçlığı başta olmak üzere spora destek ve ilgi gösteriyor. Tüm sosyal ve siyasal çevrelerle mesafeli ilişkiler oluşturarak sempati topluyor lakin görev süresi fazlaca uzun olamıyor.

Sonra; kaymakam olarak atanıp, Altın Yunus Tatil Köyünü bilmeyip, “orası nedir”, Selçuk Yaşar’ı tanımayıp, “o da kim” edası ve bilgisi ile Çeşme’nin en eski ve en büyük turistik tesisinin sahibini bilmeyerek, kente, kentliye, kentin siyasal ve ekonomik yapısına yönelik ne kadar da hazırlıksız olduğunu gösteren muhteremlere de rastlanmıştır. Şimdi, Çeşme turizmi deyince “Altın Yunus Tesislerini” ve sahiplerini bilmeden nasıl olacak bu iş, nasıl bir hazırlıksızlık, nasıl böylesine bir bilgi edinme noksanlığı yaşanır, akıllara zarar…

Ünal Çakıcı; gazeteye geliyor, “Urfa’ya Paşa geldi, halkı temaşa geldi” tadında… Gündemde olan, akıllarda bulunan hemen hemen her konu, yer yer ironik yaklaşımlar yer yer son derece ciddi konular derinlemesine konuşuluyor. Kaymakam gecikmeli de olsa gayet uzun bir zaman ayırıyor, bize ve özelde de yerel basının sorunlarını dinlemeye… Çare olur mu bilmem lakin dinliyor, kendince ve görev tarifi uyarınca görüşler, öneriler ve uyarılar sıralıyor. Ama hepsinden önemlisi, son derece samimi ve sempatik bir ziyaret idi… Son olarak; gazetemizi ziyaret ederek uzunca ve çok çeşitli konularda karşılıklı görüşler paylaştığımız Çeşme Kaymakamı Ünal Çakıcı’ya bu nazik ziyareti için teşekkür ederek bitireyim.

 

Cumartesi, Şubat 12, 2022

ECZACI ENDER GÖNÜLLÜ

Mahallemizin “jön” görünümlü abilerinden idi, Ender Abimiz. “Beyaz Saçlı” diye anılan Nahide Hanımın büyük oğlu, belki de Albay babanın etkisi ile baba mesleği askerlik tercih edilmiş lakin henüz harp okulu öğrencisi iken Talat Aydemir darbe girişimine katıldıkları gerekçesi ile tüm dönem öğrencilerinin askeri okul ve dolayısı ile askerlik ile ilişkileri kesilerek hitama uğramış… Lakin dönemin yöneticileri başta da dönemin etkili Başbakanı İsmet İnönü olmak üzere, “bunlar öğrencidir komutanları ne demiş ise onu yapmışlardır” mütalaası ile sadece okul ile ilişkilerinin kesilmesi sureti ile cezalandırılmışlar ve diğer tüm sosyal, siyasal ve akademik hakları baki kalmıştır. Hani şimdilerde bir kesimin düşmanlık ve küfür hedefi olmuş İsmet İnönü, asla ve kat’a bırakın yedi sülalesini cezalandırmayı kendisini bile cezalandırır iken tüm ahval ve şeraitin göz önünde bulundurulması gereği ve lüzumu dahilinde bir değerlendirme ile “emir komuta” işleyişinin tezahürü bu gelişme karşısında üstün bir celâlet gösterir, hayatı mezkûr zevata zindan edecek uygulamalardan kaçınır. İşte bu gelişmeler neticesinde kendilerine tanınan hak mucibince Ender Abimiz Eczacı olur. Gerçi sonradan girdiği siyasi faaliyetler neticesinde, başta dericilik gibi başkaca ticari faaliyetlerde dener lakin hiçbirisindeki başarı “eczacılıktaki” başarısını aşamaz hatta egale dahi edemez. Artık ne yazık ki aramızda olmayan bu güzel komşumuz halen tanıdıkları ve hemşehrileri arasında “Eczacı Ender” diye anılmaya devam etmektedir.

Ender Abimiz, şimdilerde artık yerinde yeller esen o güzellikler içinde deniz kenarındaki 2 katlı bahçeli bir evde hayatının önemli bir bölümünü geçirmiş idi. O güzel ev artık ne yazık ki yok, tüm o güzel Çeşme’nin diğer güzellikleri benzeri tarihe havale edildi hem de ne yazık ki sözlü tarihe. Şimdi anlatmaya ya da anlatabilmeye muktedir olmayı çok istediğim bir “Çeşme Limanı” söz konusudur, her şeyi ile ve her şeye rağmen… Merhum Ali Subay’ın o güzelim evi ile başlayan, halamın kızı Şükran Ablaların şimdilerde “english home” olan evi ile nihayetlenen liman ve adeta onun altın kolyesi durumundaki dizilmiş evler… Ne kadar dövünsek yeridir ve azdır, limanın doldurulmasına, bir rant kapısı haline getirilmesine, o muhteşem asude duruşun terkine sessiz kaldığımız için… Evet şimdi bir başka Çeşme Limanıdır söz konusu olan, sakın yanlış anlaşılmasın, derdim, şimdi çok kötü, o zaman çok güzel idi gibi sıradan ve sığ bir tartışmaya girmek değil, zinhar. Şehir böylesine radikal değişir iken, anılar yok olmuyor sadece şehir de kısırlaşıyor hatta iğdiş ediliyor. Neyse konumuz bu değil, konumuza çark ediyorum hemen... 

Ender Abimiz, Çeşme’nin ilk mütekamil eczanesinin sahibidir, önceki ecza dolapları kabilinden organize olanları bir kenara bırakır isek… Şimdiki Belediye Binasının, tam da, Başkan Yardımcısı odasına denk gelen bölümü, dışarıdan açılan bir kapı ile onun eczanesine girilir idi, bilenlerin hemen hatırlayacağı bir fotoğraf ilave ediyorum. Eczanesi ile Kasabamıza çok ciddi hizmetler sunmuştur, şüphesiz ki bedeli mukabilidir tüm bu hizmetler lakin o günün şartlarını bilenler çok daha iyi bileceklerdir ki, nasıl önemli bir hizmettir, öyle kolayca kimsenin küçümseyemeyeceği biçimde. Ender Abimiz adeta kendisi ile özdeşleşen sonradan edindiği beyaz Murat 124 otomobili ile 70’li yıllarda bir hayli önde olmayı becermiştir.  

Gelelim tekrar yetiştiği eve Ender Abimizin, cephe aldığı yol tarafında bulunan, mezarlık önünde daima “Şaban Paşa suyu” akan bir çeşmesi ve deposu ki bizlerin “Akar” diye adlandırdığımızı hatırladığım, akan suyun ise denize bağlantılı küçücük bir dere marifeti ile deşarj edildiği, evin deniz ile arasında bir “çayır” alan bulunur idi ki burada o günün şartlarında ilkel ama amacına matuf mütekamil bir voleybol sahası, ki biz burada futbol da oynar idik. Mezkûr alanda zaman zaman gölgesinde oturup uzun uzun muhabbetler yaptığımız, dönemi uygun ise meyvesini yediğimiz gövdesi bir hayli kalın ve güzel bir beyaz dut ağacı vardı. Bu sahada ilaveten ve gününe göre kendisi sıradan olsa bile sahip olma fikri ile son derece gelişmiş olan bir “barfiks barı” vardı. Hemen önü deniz olan bu alandan istediğimiz zaman hemen denize girer saatlerce, yüzer, oynar ve muhabbet ederdik. Ayrıca, Ender Abinin kardeşi Ateş Abimiz ise, girişleri şişe ya da kırık cam ile ücretlendirilen, hava ağacı yaprakları ile çatısı örtülmüş bir çocuk sineması sahibi idi, toplanan şişeler ya da camlar sonradan Ali Hoca’ya satılır idi, hay Allah, ne günler… Evet, Ender Abimizin, sırası ile Ateş, Aslan, Sema ve Gönül adlarında dört kardeşi daha vardı.

Ender Abimizin eşi ise, Meşhur Şerif Hoca ve Melahat Hocanın kızı Yaşar Ablamız idi. Bu iki güzel insanın, evlerinin teraslarından birbirlerine ışık ile mesaj göndermelerinin anılarımız içinde olduğu bir kenara, bu iki evin birbirlerini görebilecek bir konumda olması idi önemli olan, evet Çeşme Limanı, 60’lı ve 79’li yıllarda böyle idi… Tabii ki; 2 aile de Çeşme’nin önemli ve asri iki ailesi idi, evliliklerini sadece bu tarafı ile anımsıyorum, ne yazık ki başka, duyum ve izlenim yok. Ender Abimiz, 70’li yılların ikinci yarısında, adeta yedikleri içtikleri ayrı gitmeyen Sıhhiyeci İbrahim ile her türlü sosyal ve turistik faaliyet içinde bulunmayı hayatlarının diğer bölümüne göre hayli öne almış bir görüntü vermekte idiler. Çeşme artık bir yanı ile Altın yunus Otelinin devreye girmesi diğer yanı ile de memleket genelinde turistik faaliyetlerin öneminin artması ile yerli ve yabancı turistlerinde göz bebeği olmuş idi. İşte bu göz bebekliğinin göz önüne çıkardığı meşhur faaliyetlerin tılsımı Ender Abimizi de çekim alanı içine dahil etmiş idi. Böylesi bir akşamın dörtlü Altın Yunus’lu çekici Lobby Bar muhabbetinin, Yaşar Ablaya bir muzip ya da muhbir tarafından aktarılması neticesi mezkûr mekânda çıkan şamatanın unutulması mümkün değildir gayri. 

Ender Abimiz, bu dengeli ve oldukça güzel yaşamının içine, ne ve nasıl oldu ise, 12 Eylül darbesi neticesinde oluşan suni ve geçici sükûnetin politik cazibesinin yeni yüzler arayışı ve davetinin cazibesine kapılır, galiba biraz da eski kurtların gazı ile dönemin ABD destekli Turgut Özal önderliğindeki ANAVATAN Partisine katılır ve Belediye Başkan adayı olur. Bana uzunca süre kırgın olmasına sebep bir de olay yaşanır aramızda, benim bulunduğum bir kahvehanede bir akşam propaganda çalışması için geldiğinde, uzun uzun “köprü satışları” hikayesini anlatırken söz isteyip, kendisine “duyun-u umumiyeyi” bilip bilmediğini sormuştum, bilmediği beyanına müstenit oluşan yarı komedi ortamın, kaybettiği seçimin sebebi tayini ile bana küser. Gerçi birkaç ay sonra bu küskünlükten yine kendisi bıkar ya da usanır, yolda yürürken arabası ile yanımda durur ve beni davet eder, artık bu küskünlüğü uzatmanın manası yok der, ben de kendisine “Abi ben sana küsmedim ki, sen kendin küstün, kendin barışıyorsun” diye cevap vermiştim. Ama o gece ben kendisine politik kurtların hem kendisinin hem de F. Tütüncüoğlu’nun sonunu nasıl hazırladıklarını uzun uzun anlattığımda hak vermiş idi.

Bu yazı münasebeti ile adı geçen tüm büyüklerimizi ve komşularımızı bu vesile ile bir kez daha saygı ile yad ediyorum.

Cuma, Şubat 04, 2022

BİR GÜZEL ADAM CELİL

Bir güzel adam, bir gülen adam, bir neşeli adam, Celil Altan arkadaşımızı bir süre önce korona virüse karşı savaşta kaybettik. Evet, Celil güzel kasabamızın güzel ve gülen bir siması idi. Celil bir dönem Çeşme Belediye Meclis Üyeliği de yaptı o dönemde Belediye Başkan Yrd’sı Şakir Karadede’nin ya da Belediye Başkanı Muhittin Dalgıç’ın yanında sık sık bir araya gelir Çeşme ve ülke üstüne muhabbet eder idik. O dönem belediye sık uğradığımız bir yer idi, belki faaliyetlerimiz gereği sık gidiyorduk, belki mezkûr yönetim halkın içinde yani halkla birlikte yani bizimle daha iç içe idi ya da biz öyle zannediyorduk belki de tamamı çok yakın arkadaşlarımız idiler, bilemiyorum artık nasıl izah etmeli… Belediye şimdilerde fazlaca uğradığımız bir yer olmaktan uzak biraz, bu belki bizim belki onların tercihi. Ama Celil Altan sık sık muhabbet ettiğimiz ve üzerine tefekkür ettiğimiz tüm ciddi meselelere müthiş bir ironik yaklaşım gösterir zaman zaman ben de bunu onun büyük hoşgörüsünün tezahürü kabul ederdim. Hakikaten kendisine “letafet kralı” desek hiç de sırıtmayacak bu dostumuz maalesef artık bizimle değil. Evet çok zamansız bir kayıptır bizim açımızdan, her yönü ile…

Babadan kalma lakabını da devam ettiren ender arkadaşlarımızdandır. Fanti Hüseyin’in oğlu Fanti Celil artık aramızda değil, Çeşme onsuzluğa alışacak mecburen. Celil’in babasının lakabı da fanti idi kendisine yadigâr lakin bir farkla… Kendisi “ispati fanti” idi… Şimdi ismini vermenin çok uygun olmayacağını düşündüğüm bir başka çocukluk arkadaşımız vardı ve maalesef mesleğinde çok iyi olmakla birlikte, yeme içme konusunda da bir hayli ilerleme kat etmiş idi. Yeme içme dediğime bakmayın asıl 2. sinde bir hayli önde idi. Bir gün öyle ileriye ilerlemiş idi ki, eve gidecek durumu kalmamış ve çocukluk arkadaşı Celil’in yardımı ile eve vasıl oluyor. Eve refakatle geldiğini gören anne refakatçiye teşekkür etmek ister lakin kim olduğunu da merak etmektedir. Oğlum seni eve getiren bu arkadaşın kim diye sorar. Cevap şüphesiz “fanti” dir, fanti diye isim mi olur, nasıl fanti diye daha derin bir soru gelince de “ispati fanti” der. Fantilikte ihtisas o gün bugün kalıcı hale gelir.

Şimdi hayatta olmayan Çelebi Kabadayı ve Celil’in, Çeşme’ye önce yazlık tesisleri bilahare de banka şubesi ile gelen “Emlak Kredi Bankası” şubesinde çalıştıkları dönemde salt bu nedenle mezkûr banka, işimiz olsun olmasın sıklıkla uğradığımız bir yer olmuş idi. İnancım o ki, sadece bu iki arkadaşımız bile bankanın faaliyetlerinin önemli bir kısmını sadece kişisel pozisyonlarından ötürü katlamışlardır. Emlak Kredi Bankası şimdiki LCW mağazasının bulunduğu binanın zemin katında idi esasen mezkûr bina Mehmet Gören büyüğümüz ve bilahare de Oğlu Ali Gören işlettiği kıraathane olup üst katı da Çeşme’nin ilk otel-pansiyon benzeri mekânı idi. Bir dönem, biz de şimdi ismini anmak istemediğim bir arkadaşımla birlikte orayı kıraathaneden turistik eşya satılan bir mekâna çevirmek için şimdilerde hayatta olmayan Ali Gören ile epey bir muhabbet etmiş idik. Bu vesile ile hem Ali’yi hem de babasını da saygı ile anmış olalım.

Benim Celil ile muhabbet konularım çok ve çeşitlidir lakin hayata bakışımızı da gösterecek biçimi ile olan birkaç tanesini anlatarak sonuçlandırmak istiyorum ki, bu güzel insanı bu tarafı ile de anmanın mutluluğunu yaşayalım. Çok değişik konularda anı biriktirmek ve onları kendine has üslup içinde anlatmak konusunda da bir mahir insandır aynı zamanda Celil. Kendisi ile özdeşleştiğini rahatlıkla söyleyebileceğimiz bir şapka tutkusu vardı. Hele ki bunlar içinde hasır olan “Panama Şapkası” vardır ki, öyküsü ve tercihi bile başlı başına konu edilecek bir şeydir. Bir gün kendisine neden bu hasır şapkayı sürekli kullanıyorsun diye sormuştum, “hasır şapka” diyerek küçümseme lütfen demişti ve Panama şapkasının öyküsünü ve kendisininkinin de el yapımı ve orijinal olduğunu belirterek, şapkanın 1900 yıllar başında Panama Kanalının yapımı sırasında Ekvador'lu bir tüccar tarafından imal ettirilerek kanal inşaatında çalışan başta mühendislere bilahare herkese satıldığını özet olarak anlatınca, Celil ihtisaslarına bu işi de eklemişsin dediğimde de epey gülüşmüş idik. Evet, şapka deyip geçmeyelim hakikatten özel hasırdan imal edildiğini bildiğimiz bu ürünün bu nedenle son derece hafif ve hava geçirgenliğinin yüksek olması hasebi ile de tüm dünyada öne çıkmıştır. Bizde kendisini bu farikası ile hep hatırlayacağız.

Bir başka hoş hikayesi de; biraz özel lakin bilinen bir hikayedir. Şimdilerde artık aramızda olmayan komşu oğlumuz Akın Onur ile Celil, deyim yerinde ise yedikleri içtikleri bir olan iki arkadaşlar yani bizlere göre samimiyet ve muhabbet kıyaslamaz elbette. Dönem itibari ile her ikisi de Çeşme’nin civanmert delikanlıları olup aralarından su sızmaz idi nerdeyse… Gel zaman, git zaman Celil’in kapısına izdivaç sinyalleri ulaşır. Faslı uzun anlatmaya gerek yok düğün dernek kurulur artık her şey bitmiş evlerine çekilmiş yeni evliler. Kiralanan evi, bilmeyenler için anlatayım, Çiftlik Köyü (şimdilerde Mahalle) eski yolunun köye gidiş istikametinde sağ tarafında kalmakta olup, dönem itibari ile yolun kotu evin çatı kotunun hemen hemen üstünde bir şekildedir ve ev direk deniz kenarındaki kayalara adeta kondurulmuş idi. Liman şimdiki gibi abuk subuk bir dolgu işlemine maruz bırakılmamış, şimdiki sahil yolu yok yani, Çiftlik Köye ulaşım tek bu yoldan yapılıyor. Mezkûr ev ve etrafındaki evlerin tamamı da sahil boyunca tek sıra ve adeta bir gerdanlık gibi deniz kenarını çevrelemekte idi. Evet biz tekrar dönelim yeni evlilerin düğün dernek sonrası evlerine çekilmesi ve sonrasına. Başta Akın Onur olmak üzere birkaç arkadaşı daha ellerine aldıkları, süt, bisküvi, tatlı vb. gibi yiyecek ve içecekler ile evin kapısına gelirler. Gelenler tek tek, 10 ya da 15 er dakikalık aralarda ve sıra ile zile basar ve ellerinde getirmiş olduklarını verir ve mutluluk dileklerini iletir giderler. Mezkûr fasıl uzayınca Celil bunları “yeter artık lan” diye kovar. Peki buna karşılık muhteremler muziplikten vaz geçer mi? nerde… Bu sefer de ellerine aldıkları küçük küçük taşları, çatının da yol kotuna yakın olmasından istifade ile başlarlar kiremit çatıya savurmaya… Dostumuz Celil, dışarıya çıkar bunları kovar ama gece de böylesine bir muziplik ile nihayetlenmek üzeredir. Bu arada geçirdiği elim bir trafik kaza sonrası kaybettiğimiz komşu oğlu ve arkadaşım Akın Onur’u büyük bir saygı ile anayım.

Aslında Celil’in de içinde bulunduğu hatta yaratıcı ve nüktedan kişiliği ile de genellikle başrol üstlendiği “Urla Lisesi” ve “Özel Yurt” hikayelerini de yazmak gerekir ama yer ve yen darlığı nedeni ile bir başka yazıya konu olacaklar.

Çeşme’ye önce Bankacılık, sonra Otelcilik ve de Belediye Meclis Üyeliği ile katkı sunan, ihtiyaç sahibini her zaman koruyan ve kollayan, Ali-cenap, nüktedan bir arkadaşımızı daha yitirmenin acısını hala dün gibi hissediyorum. Evet, doğulan ve havası solunan bu topraklara düşüncede ve uygulamada bıraktığımız izlerle anılacağız ya, işte Celil’i de böyle ve etkilerine dair her şeyi ile anmaya devam edeceğiz.