Cumartesi, Ocak 07, 2012

SÜLEYMANNAME KÜLLİYATI Bölüm 5 “Yazın biz Bulgaristan'dan elektrik alıyoruz. Kışın Bulgaristan bize elektrik veriyor.”


İçimizdeki Amerikalılara örnek teşkil etmesi bakımından en önemli kişilerden birisi olan pek muhterem ve muhteşem zat; devri iktidarında ki 7 kez gelmiştir, başta takipçilerine ve kendisine inananlara yönelik olmak üzere ama aslında tüm ülkemizi yönetebilmek adına, zaptı raptı adına, devletin her kademesini ve mevkiini ve canım yurdumun her noktasını babasının malı kabulü ile hareket ederek, teşkil ettiği örneğe aykırı düşmeden kendisine umut bağlayarak yatırım yapanları hiç üzmemiş ve bu yüzdende canım yurduma asla ve kata gün yüzü göstermemiştir. Gençliğinin en güzel yılları; gaz, şeker, tüp, yağ, benzin, mazot kuyruklarında geçen birisi olarak, BABA en müstesna köşesini işgal eder beynimin ve kendine bir şey olmadığı sürece memlekete ne olduğunu önemsemeyen, bu durumda vurdumduymazlığın profesörü, şapkasını alıp gittiği darbelerden sonra bile durumu “bana verilmedi” “sana verildi” lakaytlığına vardıran, ancak rolünün demokrasi havarisi olduğu durumlarda da darbe bana yapıldı deme pişkinliğinden de çekinmeyen muhteşem ve muhterem zat, binanaleyn diyerek necip milletimizi uyutup, cambaza bak derken de yandaşlarının kasalarını gırtlağına kadar doldurmasını, hayret ve ibretle izlemişimdir hep. 

Adana Seyhan Barajı inşaatında inşaat mühendisi olarak çalışırken dönemin Başvekili Adnan Menderes'in dikkatini çeker ve 1954 yılında Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü'nde Barajlar Dairesi Başkanlığı'na atanır hemen arkasından da 1955 yılında da Türkiye’nin en genç genel müdürü olarak DSİ’nin başına tayin edilecektir. Yüce rabbim artık kendisine “Yürü be Süleyman” demiştir artık… Tüm dünyada ABD Büyükelçiliklerinin tavsiyesi ile seçilen özellikle siyasal alanlarda o ülkede etkili olmaya aday ve ayrıca kendilerine uzun vadede sırt dönmeyecek ve sürekli ABD çıkarları ile ters düşmeyecek işler yapacak gençlere, gerekli tüm harcamaların ABD tarafından karşılanması kaydıyla ve ABD de de bu amaçlara uygun olarak çok uluslu ve amaçlı programlarından geçirilmek üzere burs vermesiyle tanınan Eisenhower Vakfı'nın; ki canım yurdumda bu vakfın en önemli temsilcisi de Rahmi Koç’tur, kendisini seçmesiyle yürüme süreci artık koşma moduna geçer ve taçlandırılmış olur.

Devri iktidarında; "İmam-hatipler, imam yetiştirsin diye açılmayacak, Dinini bilen doktorlar, avukatlar, mühendisler yetiştirmek için açılacak" diyerek imam-hatip okullarının önünü açıp devletin tüm kadrolarının imam ve hatiplerle doldurulmasının tertipçisi olduğunu, nerdeyse ev başına bir imam ve bir hatip düşmesine yol açmış olduğunu ve memleketin bağrına aslan gibi bir türban sorunu dikmiş olduğunu dil çabukluğuyla savuşturup, türbanlı kızların Suudi Arabistan’a gitmelerini isteyebilecek kadar bir anda bu duruma karşı çıkma becerisi gösterebilen ve böylece yaklaşık 35 sene önce sarf ettiği “dün dündür bugün bugündür” lafıyla da kıvırmaya haklılık sağlamak adına yarattığı sığ felsefeye bağlılığını gösteren, bu haliyle de adı “fırıldak kubi” ye çıkmış eski bir milletvekilimizi ne kadar haksızca konuyla ilgili sıralamada 1. sıraya koyduğumuzu bir kez daha gözden geçirmemize sebep olduğundan da kendisine müteşekkir olmamız gerekmektedir. Aslında sorarlar adama yahu bu kadar hızlı bel hareketi yapıp ta bu kadar kalın bele nasıl sahip olunabilir diye ama bu bizim konumuzu oluşturmamakta olup, konuyu üniversitelerin ilgili bölümlerine bırakıyoruz. Canım yurdumda sadece seçmenlerinin değil demagojinin de babası olan, benzin olmayınca “benzin vardı da ben mi içtim”, devletin parasını İLKSAN üstünden yandaşı medya patronuna aktarıp “verdiysem ben verdim”, “askeri darbeler bana karşı yapılmıştır” deyip, 28 Şubat darbesinin başdüzenleyicisi olduğunu gargaraya getirerek unutturmaya çalışmaktadır ya, kimsenin şüphesi olmasın ki tarih bunları yazacaktır bir, bir… Bakın bugün; dünün kahraman vatanseverlerinin ipliği nasıl çıkmaktadır ortaya…

Şimdi gelelim; muhterem ve muhteşem zatın başlıkta ki sözüne; öncülü olduğu zatın kendisine “su müdürü” iltifatıyla yarattığı tılsımın etkisiyle ve aldığı bursun sahiplerinin verdiği gazın yarattığı cesaretle yaptığı çıkışlar neticesinde necip milletimizin hafızasına “barajlar kralı” olarak nakşedildi ya; bunu gerçek bir oluşum olarak algılama hatasıyla böbürlendi durdu ömrü boyunca, kendisine tanınan ya da verilen her fırsatta. Bu böbürlenmeyi büyük desteğini aldığı necip milletimizi alaya alacak kadar ileriye götürerek öne çıkardığı ya da parlattığı “su akar Türk bakar” sözü üstünden de, suyun özelleştirmesinin ve maalesef bugünkü rezalet su politikamızın önünü açan kişi olma onurunu da taşımaktadır kendisi. Takipçisi, tarafgiri ve nema dağıttığı kişilere göre akarsulara baraj oldu gibi gösterilse de, iktidar dönemlerinde sürekli bir su ve elektrik üretim sorunu yaşanmıştır, bu nedenle akarsulara değil de olsa olsa “demokrasiye baraj kralıdır” kendisi, o kadar ki siyasetçiliğinin de, mühendisliğinin de yarım asırdan fazla olmasına rağmen, Cumhurbaşkanlığı döneminde müdahalesi neticesi ülkemizde yaşanan elektrik krizleri hiç unutulmayacaktır. Ama bu yaklaşımın “nükleer santral satıcılarının” ajandalarını ve sonuçta da tekliflerini güçlendirmesi hasebiyle de hiçte su müdürü ya da barajlar kralı olma hakkına sahip olamamalıdır…

Devri iktidarında yaşanan önemli elektrik krizlerinin olmadığını büyük gerdan hareketleriyle reddedebilir şüphesiz ama Bulgaristan gibi topoğrafyası ve akarsu potansiyeli bize göre daha az elverişli bir ülkeden sürekli elektrik ithalinin gerçekleştirilmesinin mimarı olmasını reddetme şansı olamayacaktır kolaylıkla, barajlar kralı olarak böbürlendiği dönemde kendisine, bir tarafıyla da müstehzi yaklaşımla sorulan Bulgaristan’dan neden elektrik alındığı yönündeki soruya; “Yazın biz Bulgaristan'dan elektrik alıyoruz. Kışın Bulgaristan bize elektrik veriyor” diyerek ordinaryüsü olduğu laf ebeliğini bir kez daha göstermekteydi, diğer taraftan da makinenin komünisti olduğuna milleti inandırmaya çalışırken “Elektriğin komünisti olur mu?” diyerek önceki cevabıyla birlikte sanki aklımız ve zekâmız ile dalga geçiyordu.

İşte adı bazı çevrelerce de “Bir bilen” e çıkan muhteşem ve muhterem zatın tüm bildiği; ABD de aldığı diksiyon, düzgün konuşma ve hızlı okuma kursları adı altındaki eğitimin yarattığı “cambaza bak” becerileridir. Yoksa ABD de sulama ve elektrik konularında gördüğü öğretimin ve eğitimin başarıları çok sınırlıdır ve ancak mikroskopla fark edilebilmektedir, tabii ki anlayana, yoksa kendisini yüzlerce sıfat ile taltif edenlere söylenecek fazlaca bir şey yoktur.


Perşembe, Aralık 22, 2011

2012 DEN NE BEKLENMELİDİR?

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün, internet kullanıcılarının sorularını yanıtlarken, soruların en önemli bölümünü teşkil eden “Dersim” olaylarıyla ilgili olarak, ''Arşivlerin açılmasında hiçbir mahsur olmadığı kanaatindeyim. Büyük devletler, ülkeler, milletler tarihlerinden korkmazlar. Daha tartışmalı konularda da arşivlerimizi açıyoruz. Yeter ki bu konular, günlük polemik mevzusu yapılıp bunların üzerinden başka yerlere ulaşmak, başka amaçlar peşinde koşmak olmasın'' dediğini anlamaktayız, Habertürk gazetesinin yazdığına göre. Peki, arşivlerin açılması konusunda “hayır” diyen var mı, mutlulukla ifade etmeliyiz ki; Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakanlar, tüm Hükümet, bundan önceki tüm Hükümetler ve üyeleri, tüm Askeri Erkan açılsın diyor da, neden açılmıyor acaba… 2012 nin en önemli sorusu bu olmalı, açılması halinde koro halinde bunu seslendiren iç ve dış çevrelerin, artık konunun edebiyatını yapmaktansa araştırmasını yapsınlar seslendirdikleri konuların ve ortaya ne çıkacaksa da çıksın, hep beraber görelim, hani diyoruz ya necip milletimizin tarihinde korkulacak ve utanılacak şeyler yoktur, haydi o zaman hodri meydan, açın da görelim.

Sahi; bir ülkede, kuruluşundan bu yana, Cumhurbaşkanından başlayıp en sade vatandaşından bile aksi ses ya da itiraz olmamasına rağmen, neden açılmaz acaba bu arşivler? Acaba “açılsın” diyenler aslında sadece işin edebiyatını mı yapıyor da açılmıyor? Sanki öyle gibi, aksi takdirde açılması konusunda bu kadar geniş mutabakat oluşmuş ve hala açılmıyor ise, bu işte bit yeniği vardır mutlaka. Hele de canım yurdumu ta başından beri yöneten siyasilerimiz ya da askerlerimiz, icraatlarını sadece ve sadece muhaliflerini mat etmeye, yüzlerini kara çıkarmaya endekslemiş iseler ve son 60 yılın iktidarları da sürekli bundan muzdarip olduklarını açıklamış ve ardılı oldukları CHP yi suçlamakta iseler, hazır bitmeye ramak kaldığını iddia ettikleri mezkûr partiyi bitirmek üzere neden son hamleyi yapmazlar acaba? 

Bunun cevabı, tamtamlar çalınarak girdikleri; Genelkurmayın kozmik odası, Özel harbin kayıtlarının tutulduğu arşivin, girilmesi halinde de canım yudumun karanlık dönemine ışık tutulacağı iddiası ile böbürlenen siyasilerimiz tarafından behemehâl açıklanmalıdır ki diğer konularda şikayetlenmelerin haklılığı kamuoyu nezdinde yer bulsun. Evet, girdiniz ne buldunuz, suç delili buldunuz mu, bulduysanız hangi suç delillerini buldunuz, bulamadıysanız neden bulamadınız tüm bulacağınıza yönelik anlı şanlı iddialarınıza rağmen, yoksa buldunuz da ses çıkarılmıyor olabilir mi, yoksa ilgilileri ile pazarlık malzemesi olarak kullanılmak adına yedeklendi mi, yoksa birden karşı iddia sahipleride mi devlet sırrı olması gerektiğine karar verdi, ne oldu Allahaşkına, detay söylemeyin, açıklamayın ama kabaca sonucu açıklayın yeter. Yandaş basın eliyle de olabilir direkte, ilgililerin ve yetkililerin takdirine…

İşte bu konudaki sınav sonucu bir samimiyet testi olacaktır, gerisi hava ile civa, vs. vs. …

Bende bu arşivlerin behemehâl açılmasının taraftarıyım ve bunu kim gerçekleştirirse de toplumsal alkışı hak edecektir. Orta yerde gerçek anlamdaki sayıları mahdut olan bilim adamlarını bir kenarda tutarsak ki, (onları daha muhafazalı yerlerde tutmayı bizatihi devletin kendisi tercih etmektedir), arta kalan sözde araştırma ve bilim camiası bölünmüş, sanki bir futbol maçındaki gibi, ya bu takım ya şu takım misali yanlı konuşuyorlar, yazıyorlar ve çiziyorlar. Biz okuyucuların kafası karışıyor, sınırlı zekâmız bulanıyor, dün kahraman denilenlerin bugün hain oldukları, dün hain ilan edilenlerin bugün kahraman gösteriliyor olması da bizi açıkçası çok yaralıyor, zekâmızla alay ediliyor olması da akli dumur oluşturuyor.

Diğer taraftan da aklımdan hiç çıkmayan bir şey var, acaba hangi yetkili, hangi görevli yapılan yasadışı, ahlakdışı davranışı kayıt altına alır da arşivler, acaba var mıdır böyle insanlar, olabilir mi böyle yöneticiler bilmiyorum? Açıkçası da ben konuyu bilmeyen biri olarak çok merak ediyorum, bu arşiv açılması işinden ne çıkar diye… Umarım ki şu ahir ömrümüzde şu arşiv açılması işi gerçekleşir de bizde merak etmekten kurtuluruz, beynimizdeki merak kurtları da huzur bulur…

Ermeni meselesi tehcir mi? soykırım mı?, tehcirse 400.000 küsür mü yollarda can verdi, bu insanlar neden can verdi, hastalıktan mı öldüler, yoksa sahip oldukları 3 kuruşa el koymak isteyenler tarafından mı öldürüldüler, yoksa ölenler atlarından düşerek mi öldüler, vs. vs. Ama ortada 398.000 ile başlayan 1.500.000 ile biten rakamlar uçuşuyor, belki doğrusu çıkar ortaya,

Trakya olayları, Türk Milliyetçiliğinin üstadı Nihal Adsız’ın “Yahudi denilen mahlûku dünyada Yahudiden ve sütü bozuklardan başka hiç kimse sevmez” ana temasıyla yazdığı yazıların yarattığı altyapı sayesinde; yaşanılan şiddet olayları tüm Trakya’yı kapsamış ve Yahudileri korumaya çalışan emniyet görevlileri ve askerlerin de ölmesi ve sonuçta da tüm bölgenin Yahudiden azade duruma getirilmesi ve yüzlerce ölüm ve 13.000 ile 15.000 arasında sürgün ile sonuçlanan olayların nedenlerine ve gelişimine ait tüm detaylar çıkar ortaya,

Varlık vergisi sürgünleri, 6-7 Eylül olayları, Dersim olayları, Kahramanmaraş katliamı, Çorum ve Sivas olayları ve en önemlisi de, 27 Mayıs, 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinin planları, tatbikat planları, etüdleri ve ABD ile yapılan yazışma ve görüşmelerde “içimizdeki Amerikalıların” durumu başta olmak üzere yer darlığından yazamadığımız daha binlerce bize dayatılan ve yaşatılan olay ile ilgili tüm belgeler ve bilgiler ile tüm detaylar çıkar ortaya da tüm taraflar rahatlar.

Peki, böyle bir ihtimal var mı diye soracak olursanız da; cevabım kocaman bir hayırdır. Çünkü bu olayların tamamında; muktedirlerin bazen etnik, bazen dini, bazen sınıfsal arınma düşüncelerinin pratiğe dönüşme plan ve uygulamaları açık bir şekilde sırıtmaktadır. 

Hadi diyelim ki; Genelkurmay Başkanlığının arşivini açmaya malum nedenlerden ötürü tek başına muktedir değilsiniz, peki Maliye Bakanlığı ile Tapu Kadastronun arşivlerini açın da, Trakya olayları, Varlık vergisi ve 6-7 Eylül olayları sayesinde yurttan atılan Rumların ve Yahudilerin mülklerini kimler almış, sermaye nasıl el değiştirmiş görelim.

Arşivlerin açılması işi, biliyorum ki; muktedirler tarafından yine “tavuk mu yumurtadan yumurta mı tavuktan çıkar” muamelesi ile konu sündürülecek, uzatılacak ve sulandırılacaktır, belki kötü niyetten değil ama iyi saatte olsunların etkisiyle…

2012 Tüm insanlığa; başta ilaç tekellerinin azgın saldırılarına rağmen sağlık, tüm askeri endüstrinin savaş tahriklerine rağmen barış, tüm emperyalist dayatmalara rağmen anti-faşist yaşam alanları yaratması başta olmak üzere, mutluluk, huzur getirir umarım…


Pazar, Aralık 18, 2011

SÜLEYMANNAME KÜLLİYATI bölüm 4

“Meşruiyet içinde çareler tükenmez”

İçimizdeki Amerikalılara örnek teşkil etmesi bakımından en önemli kişilerden birisi olan pek muhterem ve muhteşem zat; devri iktidarında başta takipçilerine ve kendisine inananlara yönelik olmak üzere ama aslında tüm ülkemizi yönetebilmek adına, zaptı raptı adına, “uydururuz bir kılıf merak etmeyin canım” mealinde bir laf eder ve bu söz dillere pelesenk olur; “Meşruiyet içinde çareler tükenmez”.

Ülkemizin sömürgeleştirilme sürecinde hiçbir beis görmeyen hatta bunu nemaya dönüştürme mahareti gösteren ve içimizdeki Amerikalıların en önemlisi dedim ya; Morrison’luk mertebesine ulaşmış olması da, Johnson fotosuyla propaganda da bu kabil bir delilidir iddiamızın. Hatta o kadar güzel bir delildir ki; "Dostlar Arasında: 1923-2007 Arasında Türk-Amerikan Diplomatik İlişkileri" adı altında ABD Büyükelçiliği'nin Türk-Amerikan Derneği merkezinde düzenlenen sergide; ABD Başkanı Lyndon Johnson ile 1962 yılında çektirdiği fotoğrafın altında; “ABD Uluslararası Kalkınma Ajansı onuruna düzenlenen törende, Başkan Yardımcısı Lyndon Johnson, Süleyman Demirel ile birlikte. O tarihte Morrison Knudsen mühendislik firmasında çalışan Demirel, daha sonra “Morrison Süleyman” lakabı ile anılmıştır” yazmakta olduğunu basından da öğrenmiş ve canım yurdum adına tekrardan üzülmüştük. Hatta hatırlanacağı üzere mezkûr muhteşem zat bu fotoğrafı delegelere dağıtarak AP’ye (Adalet Partisi) genel başkan bilahare de Necip Türk milletine dağıtarak başbakan olmuştur. Bahse konu fotoğraf sergisini gezerken fotoğrafın altında yazan bu notu kendisine gösteren gazetecilere “İngilizcesinde böyle bir not yok” diyerek te dalga geçmiştir. İşte bu muhteremin bu sözü üzerine ne desek azdır, vallahi…

Muhteşem zatın takipçileri ve ardılları bu sözün ısrarla “demokrasilerde çareler tükenmez” biçimiyle söylendiğini ifade ve iddia ederler ama ne yazık ki bu iddia doğru değildir, zaten doğru olması da eşyanın tabiatına da aykırıdır, çünkü mezkûr zat sözün edildiği 70’li yıllarda asla demokrasiden yana olmamıştır ki bunu yalancıktan bile olsa telaffuz etsin, lakin 90’lı yıllarda kendisi açısından tekrar hükümet etme isteği gündeme gelince, sözü eğerek, bükerek günün cilalı ifadesi “demokrasilerde çareler tükenmez” haline getirmiştir. Muhterem ve muhteşem zat bu sözü; sürekli “Meşruiyet içinde çareler tükenmez” biçimiyle söylemiştir ki, zaten niyette budur, asla ve kata muasır medeniyetin ulaştığı demokrasi değil adamcağızın hedefi ve beklediği ki kastı bu olsun, peki; niyet ve kasıt nedir? Meşruiyet; yine muhteşem zatın ifadesiyle bulun 226 yı yapın yapacağınızı yani mecliste bul çoğunluğu yap yasayı olsun sana meşruiyet, işte bu kadar. Efendim yasal olmuş ahlaki olmamış ne gam, ne keder, yeter ki meşru olsun, yeter ki resmi olsun, meşruiyet, resmiyet adına, devlet rutinler dışına da çıkara vardırmıştır ahlaki olmama durumunu, çareler tükenmez diye diye, oysa ümit’in yerine ümitsizliğin aldığını göre göre bunları gerçekleştirmiştir.   

Muhteşem zatın meşruiyet, resmiyet içinde ürettiği çareler ne yazık ki memleketin temeline dinamit koymuş ve canım yurdumun aydınlanma hareketi başından itibaren boğulmuş ve boğdurulmuştur. Yaratılan it izinin at izine karıştığı ortamda, itler karınlarını atlarla doyurmuş, doyurmakla kalsa iyi de, ilaveten bu davranış gelenek haline dönüştürülmüştür sayesinde.

Bu muhteşem zatın demokrasiyi konu edinecek kapsamda söyleyebileceği laf olsa olsa “Demokrasilerde bahaneler tükenmez” olabilir, hatta o kadar mahirdir bahane üretmekte her şeye rağmen halkımız da eksilmeyen bir şeklide teveccühünü kendisinden yana göstermiştir ve fareli köyün kavalcısı misali dönmüştür devran; ama muhteşem zatın önderliğinde bulunan çarelerle demokrasi tüketilmiştir, sıkışan ekonomi ve sosyal hayat tüketildiğinden kalmayan bahanelerle de dama olmuştur bahane üretme. Muhteşem zatın ürettiği çareler sayesinde; faili meçhuller gündemimizi işgal etmiş, darbecilerin yolunu hızlı yol alabilmeleri için düzeltmiş, işsizlik kader haline gelmiş, kalitesiz eğitim ve okuldan fazla dershane ortaya çıkmış, adam-yandaş kayırma ayyuka çıkmış çıkmakla kalsa iyi bir de kendisinden sonrakilere refleks olarak sirayet etmiş, işe adam yerine adama iş maalesef değiştirilemeyecek davranış haline gelmiş, rüşvet vukuatı adiyeden sayılıp ardılı ünlü Türk büyüğü tarafından rüşvet bedelleri muhasebeleştirilir hale gelmiş, depremlerde can ve mal kayıpları kaderimiz olmuş, dinsel ve cinsel ayrımcılık tavan yapmış, yıllık 5.000 ölüm ile trafik keşmekeşi yaratan politikalar baş tacı edilmiş hatta Cumhurbaşkanlığı sırasında otomobil fabrikası kuracaklarsa Çankaya Köşkünü de tahsis ederime vardırmış andülüplüğü vs vs diyerek noktayı koyalım yoksa sayfalar dolusu olumsuzluk sıralamak mümkün. 

Evet, sonuçta çareler tükenmez diye diye, ne çare kalmıştır tüketilmeyen ne de tükenmemiş bir kaynak ve takat, canım yurdum artık ardıllarının da kendisinden aldığı rahle i tedrisat ile dizlerinin üstünde doğrulmaya çalışmaktadır halen, ama ne yazık ki üretilen çareler de artık kar etmemektedir.

Peki, şimdi mezkûr sözü demokrasilerde çare tükenmez haline dönüştürmek istiyorsak eğer acilen neler yapmalıyız, yukarıda bahsedilen zulümleri bize yaşatanları ve ardıllarını behemehâl teşhis ve tespit etmeli ve sırtımızdan atmalıyız, buradan başlarsak arkası çorap söküğü gibi gelecektir.

Son söz

Sayenizde sadece çareler tükenmedi, deniz de tükendi.


Cumartesi, Aralık 03, 2011

KIZIL MEYDAN

Sovyetler Birliği ya da Rusya denilince ilk akla gelenlerden birisidir, Kızıl Meydan; bazılarına göre de, Dünyayı altüst eden, Kapitalist batının tüm husumet ve saldırganlığının hedefi haline getirilen Sovyet Devriminin sembolü gibi gösterilmekte olup, gerçekte de önemli günlerde önemli gösterilere ya da törenlere sahne olmasından ötürü de bu kabil anılmayı da hak etmiştir. Ancak; “Kızıl Meydan” ın kızıllığının kaynağı; emperyalist batının Sovyet Devrimine atfen tahkir edici ifadesi değildir, çok önceleri çok farklı isimlerle anılmış olmasına rağmen; 17. yüzyıldan itibaren Rusça’daki bir anlamı da “güzel” olan Красная (krasnaya) sözcüğünün diğer anlamı “kızıl” adı ile anılmaktadır, “площадь Красная” (krasnaya ploşad) yani kızıl meydan bugün Moskova’nın sembol alanlarından biri olup Dünyada da bir meydan olarak en fazla bilinen meydanlardan biridir.

Kızıl Meydan; (Rusça: Кремль), "kale", "hisar" anlamlarına gelen Kremlin sarayının doğusunda yer almakta ve kuzeyindeki Devlet Tarih Müzesi, güneyindeki Vasili Blajenni Katedrali ve Moskova Nehri, doğusundaki inşaatı 1893 te bitirilmiş, devrim sonrasında her Sovyet başkentinde olduğu üzere düzenlenerek Devlet Satış Mağazalarına dönüştürülmüş yapının (Glavni Universalni Magazin) arasında kalmış vaziyette ve yaklaşık 75,000 m²'lik bir alanı kaplamaktadır.

Kızıl Meydan’ın en önemli yeri ise bana göre; Lenin’in mozolesidir ve hemen Kremlin duvar mezarlığının önünde ve tam ortasına gelecek biçimde konuşlanmış olup, girerken kesinlikle çanta, cep telefonu ve fotoğraf makinesi gibi eşyaların alınmadığı ve mozolenin içinde bulunurken de tam ve mutlak bir sessizliğin temin edildiği bu anlamda da dünyadaki benzerleri gibi bir anıt mezardır. Kızıl ve siyah renkli Ural granitlerinden yapılmış ve alçak bir piramit şeklindeki Mozolenin tam ortasında, 1924 yılında, ölümünden yaklaşık 2 ay sonra mumyalanan Sovyet ve dünya devriminin en önemli liderinin mumyalanmış vücudu kristal bir tabut içinde bulunmaktadır. Mozolenin hemen üstünde, resmigeçit ve merasim törenlerinde yöneticilerin çıktıkları ve törenleri izledikleri bir tribün bulunmaktaymış.

GUM; Lenin'in 1930'da tamamlanan anıtmezarının tam karşısında kalmakta ve bugün Lenin’e nazire yaparcasına ünlü tekstil markaları başta olmak üzere Kapitalist dünyanın en ünlü markalarının buluştuğu bir alışveriş merkezine dönüşmüş durumdadır. Ömrünü kapitalizm ile savaşa adamış, Sovyet ve Dünya devriminin önderi Lenin’in mozolesinin tam karşısında kapitalizmin temsilcilerinin bu ölçekte sergileniyor olması da başlı başına bir ironidir.

Gerçi bugünlerde hummalı bir biçimde; Stalin üstünden saldırıların hedefi haline getirilmeye çalışılan Sovyet ve Dünya devrim önderinin mozolesinin buradan kaldırılabilmesi için bolca idmanlar yapılmakta ve bu fikrin fazlaca tekrarlanmasının sağlayacağı düşünülen haklılıkla da halkın gözünden düşürülmeye çalışılmaktadır. Bizdeki İnönü üstünden Atatürk’e yapılan saldırılara ne kadar da benzemektedir aslında, konunun doğruluğu yanlışlığı bir kenara ahde vefanın nasıl ayaklar altına alınabileceğinin de çok önemli bir manevrası sahne almaktadır. Klasik taktiğidir hakim çevrelerin, önce içini boşaltmak ve ruhsuz hale getirmek sonra da oluşan bu ruhsuzluğu bahane ederekte nihai saldırıyı gerçekleştirmek.

Kremlin Duvarı boyunca yine Dünya ve Sovyet devrim önderi Joseph Stalin başta olmak üzere, Uzaya ilk çıkan kozmonot Yuri Gagarin ve “Dünyayı sarsan 10 gün” adlı kitabın yazarı Amerikalı yazar John Reed gibi insanların mezarları bulunmaktadır.

Kızıl Meydan’ın kuzeyinde Devlet Tarih Müzesi bulunmakta olup; burada paha biçilmez sanat eserleri sergilenmekte olup müze severlerin mutlak uğrak yerlerinden olduğu söylenmektedir.

1400’lü yıllarda; Kremlin'in duvarlarının tamamlanmasını müteakip inşa edilen Kızıl Meydan, tarihi boyunca idamlara, gösterilere, geçit törenlerine ve mitinglere sahne olmuş olup, Çar ve Patriklerin halka burada seslendiği ya da buyruklarının halka burada duyurulduğu bir alan olarak bilinmektedir. Önceleri, büyük bir pazar alanı olan meydan, farklı dönemlerde farklı amaçlara uygun olarak düzenlenmiş olup, güneyindeki etrafı taştan bir duvar ile çevrili olan taştan bir platform bulunmaktadır  (Lobnoye Mesto), Patriklerin ve Çarların duyuruları buradan ilan ediliyor ve ibretlik müessesinin çalışması içinde halkın seyrettiği ya da daha doğru bir ifade ile halka seyrettirilen ölüm cezaları burada yerine getiriliyormuş.

Kızıl Meydan’ın güneyinde yer alan Aziz Vasil Katedrali soğana benzeyen, rengârenk ve kubbemsi çatılarıyla ünlü bir katedral olup, 1555 - 1561 yılları arasında Rusya’nın Kazan ve Astrahan hanlıklarına karşı kazandığı zaferlere ithaf edilmek üzere Korkunç İvan tarafından yaptırılmış ve değişik şekilde tasarlanan sekiz kubbe, sekiz ayrı zaferi simgelemektedir.

Aziz Vasil Katedrali’nin hemen ön tarafında; Minin ve Pozharski’nin anıt heykeli bulunmakta olup, Polonya işgaline karşı verilen savaşın önderliğini yürütmüş bu 2 insan için tasarlanmış ve önceleri Kızıl Meydanın ortasında bulunurken, 1930’larda Stalin döneminde, heykelin geçit törenlerine engel teşkil ettiğini tespiti ile bugün bulunduğu yere taşındığı bilinmektedir.

Bir dönem Sovyetler Birliğinin, toplumsal ve siyasal tarihinde çok önemli yer tutan ve Emperyalist Batının basın organlarında da özellikle askeri gösterileri ön plana çıkarılarak tanıtılan bu meydan, bugün artık Emperyalist batının kontrolü altındaki UNESCO tarafından bile “UNESCO Dünya mirası” listesine alınmış olup korunmasında özen gösterilmektedir.

Sonuçta “Kızıl Meydan”; söylendiğinde kafamızda canlanan meydan kavramının tam karşılığıdır, kocamandır, görkemlidir, etkileyicidir ama fizik yapısından öte bir ağırlığı da insana hissettirmektedir, açıkçası.


Pazartesi, Kasım 28, 2011

MOSKOVA METROSU


Moskova’yı ziyaret eden turistlerin neredeyse tamamının yaratılan sanat içerikli yapısını ve tarihi dokusunu görmek, yüksek anlamını hissetmek için ziyaret ettiği, ve diyelim ki bunların hiçbirisi ile ilgili değilse de ulaşım ihtiyacı nedeniyle mutlaka bir şekilde kullandığı, Dünyanın en eski ve büyük metrolarından biridir, Moskova metrosu.

Metronun yapımı; Josef Stalin tarafından 1931'de inşaatı başlatılmış, Komünist Parti önderliğinde ağırlıklı olarak ta gençlik teşkilatları komsomollar tarafından yoğun çalışmalar neticesinde ilerletilmiş, yeni yerleşim bölgeleri için ilave inşaatları halen devam etmekte olup, günümüzde büyüklük bakımından New York, Paris veya Londra metroları ile karşılaştırılsa da işlevsellik, iç mimari ve dekorasyon bakımından dünyanın en güzel metrosu olduğu hemen herkes tarafından ittifakla kabul edilmektedir. Moskova Metrosu için dünyanın en çok yolcu taşıyan metrosu denilmektedir ve her gün yaklaşık 10 milyon kadar kişi yolculuk yapmaktaymış ve en önemlisi de kamu tarafından işletilmektedir. Yaklaşık 180 istasyonu bulunan ve hiçbir istasyonunun diğerine benzemediği Moskova Metrosu, her biri sanat galerisi görünümlü olup, özellikle de Mayakovskaya (1938), Ploşçad Revolyutsii (1938), Kropotinskaya (1935), Komsomolskaya (1935), Novoslobotskaya (1952), Novokuznetskaya (1943) adlı istasyonlar içlerinde öne çıkmaktadır, ayrıca istasyonların temizliği de dikkat çekmektedir.

Moskova'da şehrin merkezine direk gelen ve kolay transfer yapılabilmesi için tüm bu hatları kesen ring hattı ile birlikte toplam 12 hattı, yaklaşık 300 km lik uzunluğu olan ve her yeri her yere bağlayan, en önemlisi kril alfabesini bilmek kaydıyla da yol iz bilmezlerin bile şehirde kaybolmadan ve adım başı yol sormadan rahatça gezmesini sağlayan, eskiliği kadar işlevselliği ile de insanları çok etkileyen bu sistem başlı başına bir turizm gelir kaynağıdır.

Metronun tamamı nerdeyse yeraltında bulunmaktadır hem de öyle yeraltındadır ki inanılmaz biçimdedir. Savaş dönemlerindeki sığınak ihtiyaçlarını karşılamak, sonraları da emperyalist batının çabalarıyla yaşanan soğuk savaş döneminde olası nükleer saldırılarda da nükleer sığınak olarak kullanılmak üzere SSCB Komünist parti liderleri tarafından planlanmıştır. 2. paylaşım savaşının zaferle sonuçlanmasının anısına yapılan parkla aynı taşıyan metro istasyonu; “Park Pabedu” yaklaşık 85 mt derinliğiyle en derin istasyon olup, diğerleri de bundan çok aşağı sayılmazlar. Josef Stalin 1941 kışında Faşist Alman işgal planı çerçevesinde Moskova’nın tehdit edilmesi döneminde de başkenti terk etmemiş ve derin metro istasyonlarında oluşturduğu karargahından ayrılmayarak savaşmakta olan Sovyetler Birliğinin kızıl ordusuna ve toplumuna moral vererek, savaşın kazanılmasında önemli bir rol oynamıştır, bu rolün oynanmasında metronun derin istasyonlarının önemi büyük olmuş anlaşıldığı kadarıyla.  

Metronun bence en öne çıkan tarafı da anons sistem ve düzenidir, bindiğiniz trenin yönü şehrin merkezine doğru ise, sanki sabah evinizden merkezdeki işinize giderken patronun ya da müdürün sizi “hadi işe” diye davet eder anlamındaki erkek sesi, şehrin dışına doğru ise de akşam eve giderken “seni bekliyorum hayatım” tadındaki ve anlamındaki kadın sesi anonsu; bir başka tılsım yaratmaktadır. Ring hattı için erkek anons sesi saat yönünde, kadın anons sesi saatin ters yönünde yol aldığınızı göstermektedir. Her hattın bir farklı renkle gösterildiği metroda, eğer renkleri karıştırırsanız ve hele de kril alfabesini bilmiyorsanız ya da Rusça bilmiyorsanız, sağa sola bakarken durumunuza acıyan ve İngilizce bilen bir Rus’un size yardım etmesini beklemekten başka çareniz yoktur, yoksa metronun dışına bile çıkamayabilirsiniz.

Metroda seyahatlerim süresince; sürekli insanları izledim, bol miktarda hatta sabah saatlerinde bile baktığım yüzlerin, gençler dışındakileri elbette, çok yorgun görüntü verdiklerini maalesef gördüm, yaşları biraz ilerlemişlerin bende bıraktıkları izlenim ise değişen sistemin yarattığı mutsuzluktur. Yeni sistemin kalabalıklar arasında yalnız insanlar yaratma ve böylece daha kolay yönetme politikalarının ne kadar başarılı olduğu da bir şekilde hissedilmektedir.

Metroda insanlar, o kadar bize benzemektedirler ki anlatmak çok kolay değil, görmek gerekir açıkçası; itiyorlar kakıyorlar, sırayı bozuyorlar hele birde merdiven önlerindeki kalabalıkların nasıl davrandıkları anlatmak zor. Kalabalık bir gündeki seyahatlerimin birinde yaşı yaklaşık bana yakın birisinin bana yer vermesini yaşıma değil ama elimdeki çantaya binaen olduğu düşüncesiyle yorumladım. Bu kalabalıkların trenin saatteki yaklaşık 45 km hızla giderken ayakta iken kitap ve gazete okumaları hem de hiçbir yere tutunmaksızın büyük bir hayranlıkla izledim ve şimdi de  “e-book”  yaygınlığı inanılmaz boyutta. İnsanlar hiçbir yere tutunmadan ayakta duruyor iken bazen yapılan ani frenlerde hiç istifini bozmadan duruyor olması ise bir başka maharet noktasıdır.

Yukarıda sıralanan tüm övgülere rağmen son derece rahatsız edici bir gürültü çıkmaktadır raylardan/hatlardan, ama gördüğüm kadarıyla yer yer kullanılmaya başlanan yeni vagonların devreye girmesiyle de bunun da önüne geçilebileceği anlaşılmaktadır. Kesinlikle halledilmelidir de, çünkü bazen bazı noktalarda yanındakinin konuşmasını hatta anonsları bile duymakta zorluk çekilmeye devam edilecektir.

Dünyanın en önemli şairlerinden Bertolt Brecht'in üzerine şiir yazabileceği kadar da saygı duyulan bir metrodur sonuçta, Moskova Metrosu.




Pazartesi, Kasım 14, 2011

BÖYLE BİR ÇEŞME HAYAL EDİYORUM Bölüm -1

Şu anda Çeşme meydanında Belediyenin tam karşısında bulunan Ertan’lara ait tek katlı taş binanın; mezkûr ailenin mülkiyetine geçmeden önce, karşılıklı ve sağlı sollu kasaplara ve balıkçılara mekân olarak hizmet vermiş olduğunu ve tam ortasında da denizden geliri olan bir kanalcık bulunduğunu büyüklerimden öğrenmiş idim. Mülkiyet değişikliğini bir başka yazının konusu yaparak detaylarını sizlerle paylaşmayı planlamaktayım. Ancak bu yazının konusu o eski Çeşme’yi hayal etme kapsamında olup, yazının mihverini de bu binanın oluşturacağı görünmektedir.

Şimdi gözlerinizi kapatın ve bu binanın ortasında deniz suyu ile beslenen bir kanalın olduğunu, derenin üstünden karşıya geçmek üzere konuşlanmış ahşap küçük yaya köprülerinin olduğunu, dere etrafında ise balıkçıların, manavların ve kasapların bulunduğunu hayal edin bakalım. Çeşme’nin muhteşem balıklarının balıkçı tezgâhlarını doldurduğunu düşünün, mevsimine göre de Çeşme’nin tadına doyulamayan kavunu, bazılarının fazla acı bulduğu muhteşem tadı olan soğanı, enginarı, mandalini, kalın kabuklu diye bazılarının burun büktüğü güzelim limonu, bamyayı, enginarı, hurma denilen yöreye has zeytini, çeşit çeşit salamura zeytini, yöreye has yemyeşil otları düşünün ve bu cümbüşün haftada 1 kez de Pazar yerinin Çeşme meydanında kurulmasının bir cüzü olduğunu gözlerinizi kapatarak bir kez daha düşünün bakalım, nasıl duygulara kapılacağınızı görün. Pazar yerinin haftada bir gün; mezkur binanın hayalimdeki düzenlemesi olmazsa bile neden Çeşme’nin meydanında yapılmadığının bilemediğim bir cevabı olmalı şüphesiz ama bence acilen bu yönde bir karar alınmalı, bununla da yetinmeyerek mutlaka Pazar içeriğinin genişlemesi ve deyim yerindeyse haftalık festival haline gelmesi temin edilmelidir. Doğu Avrupa ülkeleri hariç hemen hemen her batılı ülkede pazarlar şehrin meydanlarında kurulmaktadır, Çeşme’de bu kabil bir kararın çarşı içindeki yerleşik esnafa da bir katkısı olacağını düşünmekteyim ama diyelim ki hissedilir bir katkı yok o taktirde bu yönde gelişme temin edecek çalışmalar yapılmalıdır.

Çocukluğumda bugünkü “Methan dondurmacısı”nın yerinde olduğunu hatırladığım çeşmenin gerçek anlamda bu şirin İlçemizi temsil edebileceğinden ve Çeşme Belediyesinin bir hayli de beğendiğim “Çeşme restorasyon” projesi kapsamında yapıldığını bir hayal edin bakalım, hemen arkasında bugün sayısı bire inmiş yüksek selvi ağaçlarının eski haliyle birlikte size sevimli gelmeyecek mi acaba? Hemen çeşmenin dibinde küçük ama son derece bulunduğu alanla uyumlu olan “Ali Ağa”nın çay ocağının olduğu yerde; “Ali Ağa 3 çay” gibi siparişlere “gelor beyim gelor” cevaplarını hala kulaklarımda hissediyor gibiyim. Çay ocağının tam karşısında kale dibinde Çeşme-İzmir arası çalışan otobüslerin hareket noktasının varlığının yarattığı canlılığın çay ocağına da katkısı önemliydi o dönemde. Hele yaz sonları kuzenlerimin Çeşme’den ayrılırken anne ve babaları ile otobüse binmiş iken tam otobüsün hareket edeceği sırada otobüsten aşağıya inip kalenin burcunun altındaki küçük kapıdan içeriye dalıp, bulmaktan ümit kesen ailesinin mecburen otobüse binip kuzeni yanımızda bırakmış olmalarının mekânı ya buralar, onları kandırıp birlikte olma zamanlarımızı arttırmış olmamıza vesile olmuştu ya, daha bir farklı şekilde anıyorum bu alanı…

Bu çeşmenin tam arkasına denk gelen geniş alanda; bugün kafeterya olarak hizmet veren bölümde 3 adet tek katlı, su basman yüksekliği yaklaşık 1 mt olan, muhtemelen de Osmanlıdan bu yana hizmet veren, Sahil Sıhhiye, PTT ve Gümrük binaları ki ben ne yazık ki sadece 2 sini hatırlayabiliyorum, 3 bina olduğunu hem büyüklerimden hem de Çeşmenin eski fotoğraflarından biliyorum. Bu binalar Çeşme Meydanı anılarımın ayrılmaz ve en önemli ayrıntılarıdır, binaların yerinde olmaları da, hayal ettiğim Çeşme’nin nostaljik bir parçasıdır.

Bugün bile ayakta duran ve Çeşmenin mimarisini yansıtan ancak ne yazık ki bilemediğim nedenlerle de kullanılmayan ama bir dönem otel olarak önemli hizmetler vermiş olan “Akdeniz Otel” i; mülkiyet ya da miras hukuku ya da bir başka nedenle metruk hale getirilmiş olabilir, sahipleri bu karışık hukuki düzen içinde çözüm bulamıyor olabilirler ancak Çeşme meydanının çok önemli bir figürü olduğu unutulmadan, ama açıkçası nasıl çözüleceğini de pek bilemeden sadece özlediğim biçimiyle bu bitap halinden kurtarılması gerektiğini düşünmekteyim. Konuyla ilgili; en son çare kamulaştırma olmak kaydıyla, kredi verilerek yine cıvıl cıvıl eski haline dönebilecek sonuç alıcı girişimleri yapmalıdırlar yetkililer, belki de yapıyorlardır da sonuç alamıyorlardır bilmiyorum ancak bu hali ile de Çeşmelileri üzdüğü muhakkaktır.

Çeşmenin meydanını geçen yüzyılın başından bu yana şenlendiren; sonradan neden olduğunu pek anlayamadığımız şekilde kaldırılan saat kulesinin tekrar yerinde olduğunu ve bir harika siluet olarak de durmaya devam ettiğini de hayallerimizin içine katmalıyız bence… Tarihi geçmişi ile ilgili herhangi bir bilgiye sahip olmamama, insanlarımızın ne kadar işine yaradığını pek ölçemememe rağmen, çok sevmiştim, daire kesitli, yaklaşık 5 ya da 6 mt yüksekliğindeki metal sütun üstünde kare kesitli ve her yönden görülmeyi sağlayan 4 ekranlı ve simsiyah saat kulemizi, şimdi de Çeşme meydanındaki yerini alıyor olması hayalini kurmaktayım. Kaldırma kararı verip uygulayanların da eminim ki çok özel anıları vardır mezkûr saat kulemizle ilgili olarak, çocukluğumuzda saat sahibi olma hissimizi arttırdığını ve zamanı bilme merakımızı pekiştirdiğini hatırladığım, muhtemelen de büyüklerimizin zamanı bilme gereksinimini karşıladığını düşündüğüm, meydanımızın da en önemli ayrıntılarından biri olduğu için mutlaka kaldırıldığı yerden çıkarılmasını eğer bir şekilde yok olduysa da tıpkı yapımının acilen yerine yerleştirilmesi önemli bir eksikliği giderecektir, hayallerim açısından.

Hangi gereksinimi karşılayamadı da kaldırıldı pek bilemediğim “Atatürk heykeli”, hadi diyelim ki gerçek “Atatürk” ü yansıtmıyordu da kaldırıldı peki yeri neden değiştirildi acaba yakınlarındaki birilerinin mi talebi oldu, bilemiyorum. Eski haliyle bana daha sevimli gelmekteydi “Atatürk” büstü, hatta yeri de çok uygundu, efendim sırtı oraya, buraya dönüktü de değiştirdik de denilebilir, peki şimdiki konumunda sırtı nereye dönük, ya da büst yerine yapılan yeni hali daha mı güzel vs. vs. diyerek konuyu uzatmak mümkün, ama şimdilik bu kadarla yetiniyorum. Bu heykel ile ilgili hatırladığım ve bizim kuşak ve daha büyüklerinin bildiği ve pek te sevimli karşıladığı, “Ahmet Sinan” büyüğümüzün mutat her akşam gelip “Atam kalk ta gör memleketi ne hallere getirdiler” şikâyetname törenleridir. Bu konu ile ilgili detayları ve nedenleri konusundaki iddiaları bir başka yazımın konusu yapmayı planlamaktayım. Hayalimdeki Çeşme meydanında “Atatürk heykeli” aynı boyut ve şekliyle aynı yerde olmaya da devam edecektir.

Neden insanlarımız sahip olduğumuz ve salt bu yüzden de manevi değerinin sınırsız olması gereken nesneleri, daha iyisini yapacağız iddiasıyla yıkarlar ya da kaldırırlar bunu anlamak olanaksızdır, bu biçimde davranarak öykündüğümüz muasır medeniyete de ters düştüğümüzü bir anlasalar, işte o zaman hayat bayram olacaktır galiba…

Çarşamba, Kasım 09, 2011

OLMAZSA YENİDEN DENE

Bir kitap “Olmazsa yeniden dene”, yazar Erdal Aykaç. Yazar yaşadıklarından yola çıkarak yazmış bu kitabı.

Canım Yurdumun sancılı 1970 li yıllarında; yeşil kuşak projesi uyarınca ABD emperyalizminin ulvi çıkarları doğrultusunda ve yerli “iti ite kırdırma politikası” uyarınca, Canım Yurdumu ABD li ajanlar ve yerli ortakları içimizdeki Amerikalılar vasıtasıyla kan gölüne çevirme çalışmaları yoğun bir şeklide sürdürülmüştür. Nihayet maksat hâsıl olmuş, enternasyonal düzeyde ABD emperyalizminin ve yerelde de ekonomik çıkmazların ara çözümü gibi görünen 24 Ocak kararlarının uygulanması için ehven ortam ihtiyacına binaen, NATO’nun gizli ordu komutanlarından da olduğu bilinen Kenan Evren önderliğinde Askeri Darbe yapılıp açık faşizm uygulamasına geçilmiştir. Şeytanın bile aklına gelmeyecek provokasyonlarla darbe ortamı hazırlanmış, planlar yapılmış ve darbe sonrasında da provokasyonlara devam edilerek, yaklaşık 2.000.000 kişi gözaltına alınmış ve işkenceden geçirilmiş, yaklaşık 10.000 kişinin idamı istenmiş, 52 kişi idam edilmiş, buradan da anlaşılacağı üzere faşist darbe toplumun üzerine bir karabasan gibi çökmüş ve silindir gibi de ezmiş geçmiştir.

Aslında kitap; henüz 20 li yaşlarında Devrimci bir Adana gencinin 1980 ve 1988 yıllarında birincisi Adana Cezaevi'nden, ikincisi Kırşehir Cezaevi'nden kaçışının eksen oluşturduğu bir yaşam öyküsüdür ama kitapta öyle kesitler vardır ki insan olanın kanını dondurur açıkçası.  Ama ben bu kaçışlarla ilgili kelam edecek durumda değilim ayrıca edilecek kelamın günümüze ışık tutmayacağı da çok açıktır. Çünkü her mapusun kaçma gibi hülyaları ve macera yaşama istekleri vardır, hele ki salt siyasi düşünce ve görüşlerinden ötürü haksız yere 100 lerce yıllık cezalarla karşı karşıya ise ve hatta kellesini kaybetme riski taşıyorsa neden kaçmasın ki. Orada kocaman kocaman yargıçlar vardır ve adaletçilik oynuyorlar, oynuyorlar diyorum çünkü benzer o kadar fazla öykü okudum ve dinledim ki, artık bana bunlar “vukuatı adiyeden” görünmektedir. Aslında bu yargılama süreç ve aygıtları daha darbe öncesi planlanmış ve şimdi uygun zaman gelince de icra edilmeye başlamıştır. Kitapta yer almayan ama tarihe büyük acılar olarak kayıt edilmiş; işkence tespit talepleri, işkencecilerin yargılanması talebi, doktor ve tedavi talepleri, adil yargılama talepleri, savunma için yeterli zaman ve uygun koşulların yaratılması talepleri karşısında hiçbir şey yapmayan, tüm insanlık dışı muameleleri görmezden gelerek, adeta onaylayan mahkemelere tanık olunmuştur. “Asmayalım da besleyelim mi” derin felsefesini, amirlerinden aldığı ilim, irfan ve feyz ile uygulayan, insanlık duygularından tamamen sıyrılmış, aklını ve ruhunu ne yazık ki kullanmaktan azade durumdaki insan yığınları arasında; bazen de, çaresizliklerini itiraf ederek,   devrimcilerin onurlu yaşam ve siyasal kimlik mücadelelerine içten içten en azından şekli olarak ta olsa saygı duyan hâkimlere de rastlanmış, bu kitapta aktarılanlara göre…

Evet; 12 Eylül mahkemeleri; emir ile karar verir, emir ile kararı uygulardı, Mahkemelerde hukuk sadece emirdi, uygulama yukarıdan gelen emirlere dayalı kararlarla hukuki şeklini alırdı, yukarıdan beslemeyelim denirdi, hukuk katli vacip kanı helaldir derdi, yukarıdan gelen emirlere dayalı nice kalem kırdılar, bu hukuk uygulayıcıları. Sonuçta; suç yokken, suç yaratan, suçlu yaratan 12 Eylül mahkemeleri ve bu mahkemelerin hakimleri, en büyük suçu işleyenlerden emir alarak ve emri yerine getirerek devam etti. Aslında hukuk adına tüm bu yaşananlar o kadar normaldi ki; 12 Eylül faşist darbesi ve NATO’nun gizli ordularının komutanı olduğu bilinen liderine yemeden içmeden apar topar aldıkları karar ile “Hukuk doktoru” ve bununla yetinmeyerek sonra da “hukuk profesörü” ünvanı veren hocaların rahle-i tedrisatından geçen öğrencileri de 12 Eylül mahkemelerinde hocalarına yakışır vaziyet almaktaydılar. İşte tüm mesele buydu…

İşte kitaptan 2 ayrı enteresan bölüm;

“10 Kasım 1981 günü karar duruşmasına başlanıyor. Her zaman olduğu gibi avukatlarımız, ailelerimiz, tutuksuz sanıklar ve savcı duruşma salonunda. Bu arada mahkeme heyeti de içeriye giriyor. Duruşma yargıcı Kıdemli Hâkim Yarbay Ayhan Ulusoy kararın okunmasına başlamak için herkesin ayağa kalkmasını istiyor. Herkes ayağa kalkıyor ancak mahkeme savcısı Mahmut Çalışkan oturuyor. Duruşma hâkimi savcıya dönüyor ve ayağa kalkmasını söylüyor. Savcı yerinden kıpırdamıyor. Duruşma yargıcı istemini tekrarlıyor. Savcı hala yerinde oturuyor. Bu kez duruşma yargıcı Ceza Muhakemeleri Usul Yasasını okuyor. Kararın okunması sırasında tarafların kararı ayakta dinlemeleri gerektiğini, savcının da taraf olduğunu, mahkemenin yüce Türk milleti adına bağımsız olarak karar verdiğini söylüyor. Savcı, yine de ayağa kalkmıyor ve “bildiğinizi yapın, kalkmayacağım” diyor. Duruşma yargıcı mahkemeye ara verildiğini açıklıyor. Hâkimler ve savcı duruşma salonunu terk ediyorlar. İlk kez duruşmamız henüz başlamadan ara verilmiş oluyor.

Yaklaşık yarım saatlik aradan sonra savcı ve mahkeme heyeti salona giriyorlar. Hepsinin yüzleri kıpkırmızı. Anlaşılan Sıkıyönetim komutanı tarafından tokatlanmış ya da tokatlanmaktan beter edilmişler. (shf. 98)

Bu arada Gaziantep Devrimci Yol davasına da katılmaya başlıyorum. (shf. 106) Ayda bir ya da bir buçuk ayda bir duruşmalar yapılıyor. Yine bu duruşmaların birine getiriliyorum. Duruşma salonlarının bulunduğu üst katlarda bulunan koridordaki bankta oturuyorum. (shf. 107)

O sırada bana idam cezası veren mahkemeye başkanlık eden Albay Ahmet Arısüt’ü görüyorum. Bir duruşmadan çıkmış odasına doğru yürüyor. Bankta oturduğumu fark ediyor. Yanıma gelip selam veriyor. Sonra yanıma oturuyor. Hal hatır soruyor. İyi olduğumu başka bir mahkeme nedeniyle orada bulunduğumu anlatıyorum. Ceza aldığım davanın hangi aşamada olduğunu soruyor. Dava dosyasının Askeri Yargıtay’da bulunduğumu henüz duruşma tarihinin belirlemediğini söylüyorum.
- “Kafanı yorma aldığın ceza bozulur” diyor.
- “Madem öyle peki siz neden idam verdiniz” diyorum.
Elini omzuma koyuyor, samimi bir tavırla
-         “Erdal sanki sen bilmiyormusun, elimize listeyi tutuşturdular. Biz de isteneni yaptık” diyor. (shf. 107)”

Peki; Canım yurdum tüm bu yaşananlardan ders çıkardı mı diye soracak olursanız? Nerdeeeee. Baksanıza son birkaç yılda hukuk alanında yapılanlara…


Cuma, Ekim 28, 2011

VAN’DAN ÇEŞME’YE DEPREM

Canım yurdumun nüfusunun mevcut durumda neredeyse %95 inin deprem riskiyle birlikte yaşadığı gerçeğini öğrenmeyen kaldı mı acaba hala?

17 Ağustos depremi sonrası; Canım Yurdumu yıllarca tek başına, adeta babasının çiftliği gibi yönetmiş ve takipçileri tarafından “Muhteşem” lakabı ile ödüllendirilmiş, muarızları tarafından da “Morrison” lakabı ile hakir görülmüş beyefendinin en önemli sözü “Binaenaleyh Türkiye'nin altı çürüktür, Türkiye'nin altı çürüktür diye bırakıp gidecek değiliz, bununla yaşamasını öğreneceğiz” olmuştur. Bilindiği üzere mezkûr zat bir inşaat mühendisidir ve deprem konusunu uzmanlık düzeyinde olmasa bile asgari düzeyde biliyor olmalıdır, peki kendisi bu önerme uyarınca çalışmış mıdır? Pek zannetmiyoruz, zannetmiyoruz çünkü Erzurum depreminde bizatihi kendisinin müteahhitliğini yaptığı kamu kurum binasının çökmesi üzerine “O bina 35 yıl ayakta durdu diye kimse takdir etmiyor da, niye yıkıldı diye herkes eleştiriyor?” diyerek mühendislikle ve betonla adeta dalga geçmiştir. Meslekten birisi olarak; şüphesiz depreme karşı alınan önlemlerin tamamı olmasa bile, bir kısmının hala bir takım kabullere dayalı olarak alınmasının risk olduğunu bilmekle birlikte, riskin minimize edilerek depremden ölümlerin önüne geçilmesinin yollarının çok sarih olduğu da açıktır. Örneğin; 11 Mart 2011’de Japonya’da 9.0 büyüklüğündeki depremde, alınan önlemlerin ve yapım kurallarının layıkı ve harfiyen uygulanması halinde binaların insan öldürmediği bir kez daha görüldü, yaşanan tüm can kayıplarına yol açan ise sadece “tsunami” olmuş ve boyutunun öngörülememesi de binlerce kişinin kaybolması, yaralanması, hayatını kaybetmesi ile nihayetlenmiştir ama deprem ve binaların yaratabileceği can kaybının önüne geçilebileceğinin ispatlandığı bir deprem olmuştur.

Alanların imara açılmasıyla başlayan, güvenli konut imalatı ile biten süreci iyi tayin ve kontrol eden siyasi otorite ile olur tüm bunlar, yoksa patates yetişen yerde şimdi araba yetişecek diyerek, ovaları imara açan ve bununla da gururlanan siyasilerimizin uygulayabileceği önlemler değildir.

Bu ortamda binaların çökmesi için ne kadar mesleki disiplinin ortak çalışması gerekmektedir bir bilinse, Necip Milletimizin necip evlatlarının başarısı ortaya çıkacaktır, bu süreç inanılmaz bir süreçtir. Öncelikle siyasi rantın ekonomik ranta dönüşmesi için anlamsız ve gereksiz imara açılmış bölgeler yaratan yerel “Siyasiler” ve bunlara gereksiz yere uyan “Şehir Plancıları” ve bunları onaylayan ulusal düzeydeki “Siyasiler”, zemin etüdü konusunda çalışanlar ve rapor tanzim eden “Jeoloji Mühendisleri”, projelerin hazırlanmasını üstlenen “Mimar-İnşaat Mühendisleri”, Proje Kontrolü ve onayı gerçekleştiren “Odalar”, Proje denetimi yapan “Yapı denetimciler”, Belediyelerin “kontrol ve denetim birimleri” hepsi bir şekilde görev savsaklaması yaparlar, riskin oluştuğu zamanlarda da üstüne ve ilaveten de “Yargı” yanıltması ya da yanılması yaşanır ve sonra da al sana felaket, tam bir timsah gözyaşı dökme ritüeli. Şimdi böyle yazdık ya; herkes kendi açısından kendini durumdan azade tutarak, bir önceki ya da bir sonraki sürecin sorumlu tutulması gerektiğini, teknik, hukuksal ve siyasi açıdan anlatır durur ve mutlaka kendileri açısından haklı noktaların da olduğu muhakkaktır ama sonuçta telafisi imkânsız olan can kayıpları yaşanmaktadır. Kimin ne kadar haklı olduğu ya da haksız olduğu sonucu değiştirmediği gibi, kimsenin de derdine çare olmamaktadır.

Canım Yudumu büyük acı ve derin elemlere garkeden Van depremi sonrası, siyasi nedenlerle ancak Ulusal Kanal, Kanal B, ART-Avrasya gibi muhalif duruşu olan, ama seyircisinin fazlaca olmadığını düşündüğüm TV kanallarına konuşmacı olarak çağrılabilen Jeoloji mühendisi Prof. Dr. İlyas Yılmazer’i bir kez daha hatırladım, 5 ya da 6 yıl öncesiydi galiba, Van Üniversitesinde çalıştığı dönemde, imara açılan bölgelere yaptığı itirazlar sonrası günümüzün muktediri ünlü bir siyasinin ve toprak ağası ailesinin ne tür baskılarına direndiğini ama yinede hukuk mücadelesini kazandığını büyük bir hayranlıkla dinlemiştim kendi ağzından. Kaynak yayınlarından uzun yıllar önce çıkan “Deprem Sorununa Kalıcı Çözüm” isimli kitabının tanıtım yazısı şöyle: “İlyas Yılmazer bu kitabında; “Depremle yaşamayı öğrenelim”, “Deprem değil bina öldürür”, “Yapını sağlam yap da, nereye yaparsan yap”, “Depremin zamanı bilinmez, ancak tedbir alınır”, “Türkiye'nin yüzde 95'i deprem tehlikesi altındadır” şeklindeki önermelerin bilimsel temeli olmadığını öne sürmektedir. Bu önermelerin aynı zamanda anayasal suça teşvik olduğunu belirten yazar, şu tespitleri yapmaktadır: “Türkiye deprem afet bölgesi değildir! Türkiye'nin yalnız yüzde 5'i deprem ve sel tehlikesi altındadır. Bu bölgeler ovalardır. Yıkımın yüzde 99.9'u ovalarda olmaktadır. Ovaları yapılaşmaya açmak anayasal suçtur (TC Anayasası, madde 43, 45) Ovalar ulusal servettir, yalnızca tarım amaçlı kullanılabilir. Bu nedenle Anadolu'daki depremler doğal afet değil yapay afettir.”

Tüm bu gerçekler ışığında, Van’dan gelelim, tarihte büyük depremler yaşamış, hatta en büyüğü 15.10.1883 tarihinde 1.500 kişinin kaybı ile neticelenen ve devamında belli aralıklarla can kayıplarıyla depremden zarar gören Çeşme’ye; Çeşme için hazırlanan yeni imar planlarında dedikodu gazetelerinin yazdığına (!) göre, bazı tarım alanlarının 5 kata kadar ruhsatlandırılacağı beyan edilmektedir ama bu güne kadar yetkileri dâhilindeki uygulamaları ışığında; Çeşme Belediyesi’nin başta Başkan Faik Tütüncüoğlu olmak üzere, İmar Komisyonu üyeleri ve İmar ve Şehircilik Müdürlüğü yetkililerinin buna dün olduğu gibi bugün de sıcak bakmayacağına ve konu ile ilgili tüm baskılara göğüs gerileceği ve Çeşme’de çok katlı ayıplı yapı olma ayrıcalığının mevcut birkaçı dışında artık başka binalara tanınmayacağına inancımın tam olduğunu bir kez daha yazıyorum. Umarım haklı çıkarım. Çünkü depreme karşı mücadele “imar alanlarının ve şartlarının belirlenmesi” ile başlamaktadır.

Diğer taraftan; Van depreminin bir milat oluşturduğunu belirten Başbakan Tayyip Erdoğan "Artık şehirlerimizde kaçak ve güvensiz yapı, gecekondu, gerekirse yetkiyi tamamen Bakanlığımıza alacağız ve bu tür binalarını değiştirmeyen, yıkmayanlara sormadan kamulaştırmasını yapacak ve binaları yıkacağız. Bedeli ne olursa olsun, oy verirmiş vermezmiş biz bunları dinlemeyeceğiz artık. Çünkü bu tabloları defaatle yaşamaktansa iktidarı kaybetmek çok daha hayırlıdır." Evet, Sn. Başbakan bizde bu görüşlerinizde sizi destekliyoruz ancak sözün yerine gelip gelmeyeceği konusunun da ısrarlı takipçisi olacağız. Deprem üzerine Türkiye’nin siyasi önderlerinin “çene suyuna pilav” kabilinden lafının bol, önleminin az olduğunu yaşam pratiğimizden ötürü bilmekteyiz, çünkü.

17 Ağustos depreminden sonra bir önceki Hükümet tarafından çıkarılıp ancak uygulanmayan yasaya istinaden; döneminizde de deprem vergisi adı altında değişik mal ve hizmetler üzerindeki ÖTV ve özel iletişim gibi vergiler sürekli hale gelmiş olmasına karşın; yasanın amacına ve gereğine uygun herhangi bir uygulama bulunmadığını Maliye Bakanının açıklamalarından anlıyoruz. Bu ne yaman çelişki… Sadece iyi niyetle yasa çıkarmak yetmiyor “Türk gibi başla İngiliz gibi bitir” sözü uyarınca, çıkarılan yasaların doğru ve ödünsüz takibi ve uygulanması için iradi müdahaleyi göstermelisiniz.

Gün; sonucu kaderci bir yaklaşımla açıklama yerine kaderimizi tayin edecek önlemlerin alınması günüdür.

Pazar, Ekim 23, 2011

ÇOCUKLUĞUMUN YAZLARININ GEÇTİĞİ EV

Mübadele sonucunda doğduğu toprakları zorunlu terk eden atalarımın ilk geldikleri yer olan Çiftlik Köy (şimdi Çiftlik Mahallesi) Osmanlı döneminde Yeni Nahiye, Çiftlik-i Kebir adlarıyla anılmaktaymış ve yine büyüklerimin ifadesi ile o kadar güzel bir yermiş ki; Ege’nin Paris’i olarak anılmaktaymış. Yerleştirme sırasında hangi kriterlerin uygulandığı tam olarak bilinmemekle birlikte şüphesiz sübjektif ve muhtemelen de yüksek iltimas ya da madeni hazzın yarattığı hassas ortamda tamamlanmıştır tüm bu işlemler. Her ne ve nasıl yapıldıysa yapıldı, bu tahsiste Dedemlere yine söylendiğine göre köyün başpapazının ya da dini yöneticisinin evi tahsis edilmiş ki o ev benim de çocukluğumun yaz aylarının geçtiği evdir. Dış görüntüsü muhteşem olmakla birlikte iç dizaynı da bir başka muhteşemdi.

Geçmiş dönemde yağmurların şiddetini ve boyutunu göstermesi açısından çok önemli görünen bir derenin kenarında inşa edilmiş evin ön cephesi bu dereye bakmaktaydı. Bakmaktaydı diyorum ne yazık ki artık bu ev yok… Bu evin kıymetini asla bilemeyecek kişiler sahiplenince ve buna kimse de itiraz etmeyince burada anlatmak istemediğim nedenlerden ötürü ev yıkıldı ve yerine bir ucube yapıldı. Derenin yaz aylarında da devam eden bir akarı vardı (su bulunma hali) ve akasya, dut ve iğde ağaçlarının süslediği bu dere denizle birleştiği yerde yaklaşık 70-80 mt lik bölümünde deniz balıklarının bol miktarda yaşadığı bir alandı. Bugün bile büyük hayal kırıklığı ile hatırladığım çok büyük bir yanlış yapılırdı, burada yetişen balıkların yakalanması için, ne yazık ki DDT adlı bir zirai ilaç atılır ve balıklar öldürülerek yakalanırdı ama kimler yapardı ne yazık ki çok uzun zaman geçmiş olması nedeni ile hatırlayamamaktayım. Ama yinede dere içinde yetişen güzelim ağaçlar ve yaşayan ördekler aklımda kalan en önemli güzelliklerdi…

Derenin evin önüne gelen kısmında dereye inilmek için hatırladığım kadarı ile 8 basamaklı bir merdiven vardı ve bu merdiven hangi gerekçe ile inşa edilmiş olduğunu bugün bile anlamlandıramamaktayım. Yakında köprü olmaması gerekçesi ile karşıya geçmek üzere derenin içine inilmek suretiyle yapılmış olduğu düşünülse bile karşı tarafta karşılığı olmaması nedeniyle pek anlamlı bir açıklama gibi durmamaktadır bu düşünce. Belki de bu merdivenler zaman zaman su almak için kullanılmak için yapılmıştır diyeceğim ama evin farklı yerlerinde olmak üzere 3 adet kuyu bulunmakta idi. Evet şimdi de bakıyorum ama bu merdivenin yapılış amacını maalesef anlayamıyorum.

Bu tılsımlı tabii ki sadece benim için olabilir ama gerçekten güzel bir evdi ve muhteşem bir giriş kapısı vardı, uzun yıllardır kullanıldığı çok açık belli olmasına rağmen yaşını göstermeyen hatta çok genç bir görünümü vardı. Kapının 2 kanadı vardı ve kasası ise mermerden imal edilmiş kapı sövelerine delinmiş delikler vasıtası ile tutturulmuş ve kurşun ile de etrafı doldurularak sıkıştırılmış idi. Kapının 2 kanadının da üzerlerinde birer ayrı kanat vardı ki ahşap işçiliği bu gün bile çok net hatırladığım güzellikte idi. Bu kanatlar; açılınca da dışında dışarıdan da görüntüsüne ayrı bir güzellik kattığı tartışılmaz bir demir kafes ile güvenliği artırılmış ve belki de zaman zaman güvenlik altında havalandırma maksadı ile de kullanılmış olabilir. Kapının bir kanadının arkasında destek amaçlı bir demir çubuk bulunur bu çubuk duvardaki bir halkaya takılırdı, bu demir genellikle de takılı bulunurdu zaten, içeriye taşınması gereken büyük bir şey olduğunda ya da dışarıya çıkarılmak istenen bir şey, işte o zaman bu demir çıkarılır ve o kanat ta açılırdı. Normal giriş çıkışlar için ise kapının bir kanadı kullanılır ve bu zaten yeterli idi.

Ana giriş kapısından girer girmez, büyüklerimin dediği biçimiyle “taşlık” denen bir giriş vardı ve muhtemelen taşlık adı da zeminin siyah ve beyaz kotarina adı verilen çakıl taşlarıyla kaplı olmasından kaynaklanıyordu. Siyah zemin üzerine beyaz kotarinalarla bezenmiş bir ağaç ya da dal figürü bulunmaktaydı ki tam bir sanat eseriydi. Taşlık sağ tarafındaki büyük bir kapı ile yine büyüklerimin ifadesi ile “mağaza” denen benim hatırladığım dönemde tavuk ve hindilerden oluşan küçükbaş hayvanların beslenildiği bir bölüme açılmaktaydı, ancak isminden anlaşıldığı üzere daha önceleri çok muhtemel ki tütün başta olmak üzere ticari olarak yetiştirilen ürünlerin konulduğu bir yerdi ve inanılmaz büyük bir mekândı. Tam karşıda bulunan çok büyük bir alaturka “helâ” bulunmaktaydı ve hemen buranın yanından bir koridor ile geçilen erzak deposuna ulaşılırdı, burada zeytin, zeytinyağı, buğday, nohut, mercimek ve mısır benzeri kışlık depolanmış erzaklar bulunurdu ki burası karanlık bir mekândı ancak fenerle girilip malzeme alınıp ya da konulurdu. Burası biz çocukların fazlaca bilmediği bir yerdi, belki de fener kullanma şansını fazlaca bulamadığımız için buraları fazlaca bilmezdik, bilemiyorum şimdi. Ancak bir gün nasıl oldu da oraya girdik ve karıştırmaya başladık şimdi hatırlayamıyorum ama dün gibi hatırladığım kocaman bir deste para bulduk, nasıl sevinmiştik anlatamam sanki milli piyango çıkmışçasına, ancak sonradan anladık ki paralar çok eski Yunan paraları ve hiçbir geçerliliği yok, öyküsünü ise anneannem rahmetli Hacer Karagöz’den dinlemiştik, II. Dünya savaşı sırasında Yunanistan; Faşist Almanya saldırısı ve işgaline uğruyor, işgal sonucu yaşanan katliamdan korkan Yunanlıların teknelerle canım yurduma sığınmaları sırasında yiyecek ve barınma karşılığı istenmemesine rağmen verilmiş paralar olduğunu öğrenmiş ve içimiz mübadil çocukları olarak inanılmaz burkulmuştu. Sonuç olarak o tarihlerde de yani alındıkları tarihlerde de geçerliliklerinin olmadığı bilinmesine rağmen alınmış ve saklanmış paralardı tüm bunlar. Sonradan Çeşme’nin başka yerlilerinden ise bu paralarla sobaların tutuşturulduklarını duymuştum.

Üst kata çıkan ahşap bir merdiven vardı ve bu merdivenin muhteşem bir “trabzan”ı (korkuluk) vardı ki başlıbaşına bir ahşap işçiliği zirvesiydi bana göre ve biz çocuklar açısından yeterince de geniş olması nedeniyle üst kattan aşağıya üstüne oturarak kaymak için bir biçilmiş kaftandı. Basamak sayısını şimdi hatırlamıyorum ama merdivenin yarısına kadar doğru çıkılır sonra da tam sağa dönülerek evin üst katındaki “hanay” adı verilen sağlı sollu odaların bulunduğu uzunca bir koridora çıkılırdı. Trabzanın başındaki başlık ise yekpare bir ağaç işlemesi idi ki ne kadar muhteşem bir çalışma olduğunu bugün bile anımsamaktayım.

Merdivenin 5 ya da 6 basamağından sonra solda yarım kapı boyutunda bir kapı vardı buradan, bahçeye ve büyükbaş hayvanlarının damlarına gidilirdi. Mezkûr kapıdan girince 5 mt ye 5 mt boyutlarında bir oda vardı ki burada büyük bir ocak, bir kuyu ve taş duvarda fenerlerin konulması için birkaç küçük girinti ile küçük malzemelerin konulması için de birkaç büyük girinti bulunurdu. Büyük ocağın sağında ve solunda mermerden kesme ve yekpare bloktan oluşan 2 adet dikme taş bulunur bunların tam üstünde yatay çalışan yine aynı malzemeden ve evsafta bir başka kesme mermer bulunurdu. Kuyu yaklaşık 4 ya da 5 mt derinliğinde olup suyu yaz kış hiç bitmezdi, bu kuyudan alınan su; tam karşıda hayvan damına açılan kapıdan girilerek hayvanlara verilirdi. Bu mekândaki hayvan damına açılan kapının dışında 2. bir kapı daha vardı ki buradan da bahçeye çıkılırdı, çıkılır çıkılmazda yaz aylarında oldukça büyük bir asmanın altında bulurdunuz kendinizi, mezkûr asmanın üzümü bugün bile aradığım üzüm olmuştur hep.  Yaz aylarında bu asmanın altında yeterli genişlik ve ferahlıkta olması nedeniyle de tütün dizme işlemleri yapılırdı, yaprakları günlük toplanmış (kırılmış) olan tütünler buraya içinde taşındıkları köfünlerden (büyük küfe) dökülerek etrafına yeterince insanın oturması haliyle yaklaşık 1 er mt lik iğnelere (metal şislere) dizilirlerdi, diğer işlere oranla oturularak yapılması nedeniyle nispeten kolay bu işin yapılması sırasında bazen de gelen misafirlerin ağırlanması faslıyla günlerin özellikle orta kısımları eğlenceli geçip giderdi.

Büyükbaş hayvan damı; genişliği yaklaşık 4 mt ama uzunluğu yaklaşık 12 ya da 13 mt olan bir mekândı ve burada hayvanların yemlerini yemeleri için taştan örülmüş bir sedirin üstünde boylu boyunca uzanmış yem yalakları vardı. Bu damın yol kenarında yola açılan büyük bir kapısı vardı ki hayvanların dama giriş ve çıkışları buradan yapılırdı ve hemen onun yanında da küçük bir kapıdan da hayvan yemlerinin özellikle de samanların depolandığı, yola açılan ayrı bir malzeme ikmal penceresi olan bir depo bulunurdu. Harman yerinden atların sırtında ve haral denilen büyük çuvallarla getirdiğimiz samanlar bu deponun bahsekonu penceresinden içeriye boşaltılır ve bilahare de samanlığın içine girilerek fazlaca yer kaplamaması için çiğnenmesi suretiyle sıkıştırılırdı ve kış ayları bu deponun hayvan damına açılan kapısından saman alınarak hayvanlara verilirdi.

Asmanın altından bahçeye erişilir ve yaklaşık 1.000 m2 lik bu bahçede; incir, badem, nar ağacı bulunur ve dizilen tütünlerin kurutulduğu kırmandala adı verilen üzerine tütünlerin iğnelerden aktarıldığı ipin bağlandığı askılar yerleştirilirdi, ayrıca burada bulunan fırının yanında da yine bir kuyu bulunmaktaydı ki muhtemelen fırın hizmetlerinde kullanılmaktaydı suyu. Fırın deyip geçilmesin hatta hiçte hafife alınmasın bugün bile neden o kadar büyük bir fırın olduğu konusunda kafa yormaktayım açıkçası; yaklaşık 5 mt 4 mt lik bir kapalı mekânda bir fırın sanki tüm köye ekmek pişirilmek üzere dizayn edilmişti. Burada bizim ailenin belki de sülalenin pekmezleri hazırlanır, erişteleri hazırlanırdı, hatırladığım kadarıyla.

Evin üst katındaki hanaya erişildiğinde ilk solda içinde gusülhanesi ile mutfak hizmeti verilebilecek detayların bulunduğu bir mekân ki çocukluğumuzda mutfak olarak kullanılmaktaydı, hemen karşısında ise güzel işlenmiş metal guselerden oluşturulmuş sistemin üstüne ahşaptan imal edilmiş muhteşem bir balkonu olan bizlerin camlı oda dediğimiz bir alan vardı muhtemelen de burasıda misafir yemek odası gibi kullanılmaktaydı. Balkon kapısını artık anlatmanın gereği olmamalı diye düşünüyorum çünkü artık tekrara düşmekteyim, burada sabit bir camlı dolap grubu vardı ki inanılmaz bir şeydi. Koridoru devam ediyoruz tam karşıda yine içinde ocak bulunan bir oda, oraya varmadan sol tarafta yine bir yatak odası ve tam karşısında bizimde salon diye kullandığımız ve ailemizin biz çocukları evde yalnız bıraktığında 3 er li takımlar halinde futbol oynadığımız büyüklükte bir mekân ve buradan bir kapı ile ulaşılan ayrı bir oda. Buradaki ahşaptan yapılan panjurlar ne kadar anlatsam eksik kalacağını düşündüğüm güzellikteydi.

Evin kendisine yönelik sövelerden tutun, burada panjur kasa sabitlemelerine kadar eksik bıraktığım bir dolu şey oldu biliyorum, hem bu eksiklere hem de yaşantımıza yönelik bazı hatırladığım ve en azından çocukluğumuz için sıra dışı bulduğum anıları yazmaya devam etmek istiyorum.

Pazartesi, Ekim 17, 2011

BAHÇELİEVLER KATLİAMI

2011 Temmuz seçimleri öncesi; 12 Eylül Faşist cuntacıları tarafından idam infazı gerçekleştirilen Erdal Eren ve yine idam infazı gerçekleştirilen Mustafa Pehlivanoğlu’nun gerek yaşam öykülerini anlatırken gerekse de ailelerine yazdıkları mektupları okurken gözyaşlarına engel olamayan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’dan; eğer geçmişin aydınlatılmasına yönelik iddiaları ile hepimizin katıldığı acıları yansıtan ruh hali gerçek ise, kendisine hemen bir çağrımız olacaktır, bu acıları dindirmek adına. Yakın tarihimizin yüz karası olan ve tarihe “7 TİP’linin katli” olarak geçen olayın; tetiği çekenlerinin kim olduğu bilinmekle birlikte, olayın 12 Eylül Faşist darbesine zemin hazırlamakta nasıl bir km taşı olduğu konusunda aydınlanma sağlayacak perde arkası güçlerin açığa çıkartılması için, ister mecliste ister mahkemeler nezdinde gerekli çalışmaların yapılması için girişiminde bulunması, karanlığın aydınlığa erişmesinde ayrı bir km taşı olacaktır kanısındayız.
Katlin asli faillerinden olan kişinin gerçek anlamda cezalandırılamaması, devamlı yakalanmasına rağmen yanlışlıkla serbest bırakılması, o dönemin mezkûr parti yöneticilerinin nerde ise tamamının ismi geçmesine rağmen hiçbiri hakkında işlem yapılamamış olması, bir adli kusurlar silsilesi mi idi ki acaba da hiçbir işlem ilerletilemedi. Acaba birileri ne olursa olsun, mahkeme kararlarıyla tescilli katil bile olsalar işlerini bir şekilde yürütebiliyorlar acaba bunlar içimizdeki Amerikalılar mı? Acaba “memleket için kurşun atan”lardan olunca bu katiller, tarihin kara lekeleri beyaza mı boyanmış oluyor? Örneğin Susurluk davasının sonuçlandırılmamış olması da bu soruların cevapları içinde midir?
Peki, ne olmuştu da neden gerçekleştirildi bu eylem?
Acaba; Ülkemizi hızlı bir biçimde “Our boys”ların faşist darbesine getirmek için, hazırlanan binbir tezgâhtan birisimidir bu eylemde? Belki de “şartların olgunlaşmasını” bekleyen muhteşem beşlinin bilgisi dâhilinde olan eylemlerden birisidir kim bilir?
Tarih, 9 Ekim 1978, yani 33 yıl önce, yer Ankara Bahçelievler, 15. sokak 56 numaralı apartmanın 2 numaralı dairesi, 7 masum insan, 7 Türkiye İşçi Partili masum insan vahşice, telle boğularak ve kurşunlanarak katledildiler. Evi basıp katliamı gerçekleştiren ekip tarafından, evde silah olmaması üzerine “siz nasıl devrimcisiniz lan evinizde bir silah bile yok" denmiş olması bile masumiyetin ve fikir mücadelesinin ne kadar ön planda olduğunun göstergesi olduğunu söylemeye gerek olmasa…
İşte o gün katledilen 7 TİP üyesi;
ODTÜ Elektrik Bölümü öğrencisi Serdar Alten,
Ankara Devlet Mimarlık Mühendislik Akademisi öğrencisi Hürcan Gürses,
AİTİA Gazetecilik öğrencisi Efraim Ezgin,
HÜ İstatislik Bölümü öğrencisi Latif Can,
HÜ İstatislik Bölümü öğrencisi Osman Nuri Uzunlar,
TİP Üyesi Faruk Erzan
TİP Üyesi Salih Gevence
"kapı açılır açılmaz içeri girdik. Hepsini yere yatırdık. Ne yapacağımız konusunda talimat almak için Abdullah’a birini gönderdik. Abdullah eter ve pamuk vermiş, “hepsini tek tek bayıltıp öldürelim” demiş. Dışarı çıkıp arabada bekleyen Abdullah’la konuştum. Evde öldürmek zor olacak. “İkişer ikişer götürüp öldürelim” dedim. “Olur” dedi. İki kişiyi büyük reis'in arabasına bindirip Eskişehir yoluna götürdük. Müsait bir yer bulup ikisini de yere yatırıp kafalarına ateş ettik. Geri döndük. Böyle zor olacağını anlayınca Abdullah, “tek tek boğalım bunları” dedi. Bir tanesini askı teliyle zorla boğdum. Diğer dördünü de bu şekilde öldürmek zor olacaktı. Arkadaşları gönderdim. Sonra da sedirin üzerinde bulunan dört kişiye yakın mesafeden ateş ederek mermilerin hepsini boşalttım. Silahı da götürüp Abdullah'a verdim"
Eylemin başkahramanının; 17 Kasım 1980 günü Ankara Sıkıyönetim Savcılığı’na verdiği ifadesinden, gazetelerde ve kitaplarda yer aldığı şekliyle olayın gerçekleştirildiği beyan edilmektedir.
Olayın nasıl vahşet olduğunu anlatmaya kelimeler yetmez, Amerikan Emperyalizminin yarattığı paramiliter güçler tarafından örneklerinin sıkça tekrarlandığı Güney Amerika ülkelerindeki vahşet operasyonlarının benzerleri olduğu ise herkesin malumudur ama arkanızda NATO’nun gizli ordusu “Stay Behind” olunca, kolaylıkla silahları bulabiliyorsunuz, lojistik destek alıyorsunuz, güpegündüz kahveleri silahla tarayabiliyorsunuz, elinizi kolunuzu sallayarak olay yerinden uzaklaşabiliyorsunuz, uzaklaşamadınız diyelim, yakalandınız ama olayla irtibatınız kurulamıyor, kurulsa bile suçunuz ispatlanamıyor, suçunuz ispatlansa ceza almıyorsunuz, ceza alsanız bile cezaevinde yatıramıyorlar, ya yanlışlıkla tahliye ediyorlar ya da uygun bir şekilde kaçırılıyorsunuz vs. vs. 
Tüm bunların üzerine bir dolu önemli zevat tarafından da “kurşun atan şereflidir” ezberine uygun olarak üstün vatan sevginiz takdir edilirse, kimse size katil diyemezse, her gittiğiniz yerde “Türkiye sizinle gurur duyuyor” sloganları ile karşılanırsanız, arkanıza ABD ve NATO gizli ordusu “Stay Behind” ı da alırsanız, şaaşalı bir hayat beklentisi içindeyseniz ve necip milletimizin maceraperest ruhuna da sahipseniz ve ilaveten aklınızı da kullanmıyorsanız, eee sizden daha uygun aday olamaz, bu katliamlar için, ayrıca bu coğrafyada bu kabil insanlar için mümbit toprakla dolu, daha ne olsun…

Gerçekleştirilen bu vahşet dolu eylemde yer alanların isimlerini yazmadık, bu konuda detaylı bilgi edinmek isteyenlere, şiddetle tavsiye edebileceğim Saygı Öztürk’ün, “5-6-2 tamam reis” adlı kitabında bu katliam tüm detayları ile anlatılmakta olup, benzer yaşanan olayların canım yurdumu 12 Eylül Faşist Darbesine nasıl getirmiştir, bugün soğukkanlılıkla değerlendirebileceğimiz ibret alınacak öyküler.

Pazar, Ekim 09, 2011

SÜLEYMANNAME KÜLLİYATI Bölüm 3

“Bana sağcılar cinayet işliyor dedirtemezsiniz”

Zulüm İmparatorluğu ABD tarafından; “Yeşil kuşak” projesi kapsamında yerelde lojistik desteği sağlayabilecek en ehven ekipbaşı olarak Muhteşem beyefendinin tayin edilmesini müteakip, yazılan senaryonun gereği olarak önce yaratılan görece özgürlük ortamında, yükselen halk muhalefetine ve devrimci uyanışa karşı hemen dönemin içişleri bakanı ve Muhteşem Süleyman’ın muhteşem ataması olan zat, asker kanadın da “sosyal gelişme ekonomik gelişmenin önüne geçmiştir” demesini müteakip işaret parmağını oynatması üzerine meşhur “İti ite kırdırma” politikası yürürlüğe sokulmuştur. Peki; neydi bu yeni oyun kısaca hatırlayalım, yükselen halk muhalefetinin ve devrimci uyanışın karşısına devletin örtülü ama sıkı desteğinin verilerek oluşturulacak sivil ve gizli gladio ekibinin, ülkede iç savaş koşullarını derinleştirerek insanların birbirlerini boğazlamalarının önünü açmak ve nihayetinde de bunlar bahane edilerek duruma uygun yasal düzenlemeler yapılarak ta; yerelde sermaye temerküzü ile yerli kapitalistleri yaratmak ve geliştirmek, enternasyonal düzeyde de yaratılan artı değerin tayin makamlarına aktarılmasının düzenli ve faydalı olmasının yolunun açılmasıdır. İşte bu amaçla da 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbeleri yapılarak, ehven koşulların yaratılmasına yönelik ve yapılan düzenlemelere karşı bir direnişin engellenmesini öngören açık faşizm uygulamaları başlatılmıştır. Peki; neler yapıldı bu ortamın hazırlanması için, ne tür çalışmalar gerçekleştirildi derseniz de; yüzbinlerce örnek vermek mümkündür şüphesiz.

Kızıldere katliamı, Nurhak katliamı, Göztepe katliamı, 1 Mayıs katliamı, Bahçelievler katliamı, Beyazıt katliamı, Piyangotepe katliamı, Yükseliş katliamı, Tarsus katliamı, Çorum katliamı, Yozgat katliamı, Kahramanmaraş katliamı, Malatya katliamı başta olmak üzere yüzlerce katliam yapılmış ama hiçbirinin gerçek failleri ortaya çıkarılamamış ve asli failleri yakalananlarda bir şekilde örtbas edilmişlerdir.

Eeeee, doğru tabii 6-7 Eylül olayları itina ile düzenletilir faşist tosuncuklara, konuyu saptırmak için arkasından hemen solcu tutuklamasına girişilir, özel mahkemeler kurulur, suç solculara atılır gibi şeytana pabucu ters giydirme sanatında usta-kalfa öncülleriniz-öğretmenleriniz olursa, size de bu kelamı etme hakkı doğar tabii ki. Peki; pek muhterem muhteşem beyefendi, olaylara neden olan Selanik’teki Atatürk’ün evine bomba atılması olayının faili ve o dönem Selanik Üniversitesi Siyasal Bilgileri öğrencisi ki bu olayların baş maşası (sorumlusu) olduğu iddiası ile yargılanan ve ceza alan Oktay Engin, kimin zamanında Nevşehir Valiliğine getirilmiştir. (Oktay Engin, 22 Şubat 1992 - 18 Eylül 1993 tarihleri arasında Nevşehir Valiliği yapmıştır) Sanki “mart ayında doğmuş gibi bir havanız var”.

“Watch your step” diye uyarma ihtiyacı duyduğunuz ardıllarınız da tabii ki “Kurşun atan da kurşun yiyende şereflidir” diyerek zatı âlilerinizden ne kadar ilim, irfan ve feyiz aldığını gösterecek ve konunun aslında pek sizin bu sözü ettiğiniz dönemi ve basit bir olayı kapsamadığını gösterecektir. Çünkü bu laf bir “stay behind” ordu taktiğidir ve 2. dünya savaşı adıyla tarihe geçen 2. paylaşım savaşının ardından yazılan ve sahneye konan “yeşil kuşak” projesinin varlığına ve sürekliliğine endekslidir. Ne ve neden demişti bu kelamları ardıllarınız; hani sizin onlar bizim sağcılar değiller dediğiniz, bizim de onlar içimizdeki Amerikalılardır diyerek iddianızın bir bölümünü kabul ettiğimiz ve susurluk olayında kabak gibi ortaya çıkan bu sağcıların uluslararası eklemlenmiş boyutunun ortaya çıkması üzerine, tarihsel misyonu gereği sahiplenmenin kaçınılmaz delikanlılığını göstermiştir. Hani bu ardıllarınız inanılmaz servetlerini ev kiralarını bile ödeyebilmekten aciz büyüklerinin bodrumlarında çıkılar içinde bulduklarını söylediklerinde de, örtülü ödenekleri iç ettiklerinde de, aynı bu mezkûr büyük kelamı ederken olduğu üzere çok inandırıcı idiler. (!!!!). Ama sizin rahleyi tedris ettiğiniz mahfillerden yine sizi tedris ettiren ustalara benzer ustalar tarafından tedris edildiğini de bu maharetli izahından anlamaktayız açıkçası, ardıllarınızı da…

Merak etmeyin; “Evet” dedirtmenin mümkün olmadığını en nihayetinde anlamıştır insanlar, gerçekten siz doğruları söylemekten aciz insanlardansınız, acizliğiniz bilmediğinizden değildir elbet, bilakis kast taşıyarak ifade ettiğinizden olsa olsa işinize gelmemiştir. Diğer taraftan da, Süleyman Demirel’in demek istediği zinhar sağcıların/milliyetçilerin adam öldürmediği değildir, tam tersine sağcıların/milliyetçilerin adam öldürdüğünü zımnen itiraf etmekte, ama kendisini siyaset sahnesinde tutan sivil zinde güçlerin sağcılar olması nedeniyle bunu asla telaffuz etmeyeceğini ifade ederek durumu kurtarmakta ve bilahare de durumu tam anlaşılır hale getirmek içinde mezkûr ifadeye “onlar devleti koruyor” bölümünü ilave ederek, tanımı tamamlamıştır. Belki de tersinden anlama üstadı olan necip milletimize “rahatlıkla solcuların adam öldürdüğünü sürekli söyletebilirsiniz” yaklaşımını tebarüz ettirme adına sarf ettiniz bu lafları. Belki de bunlar sizin bildiğiniz sağcılar değildi bunların alayı; “stay behind” adlı ve Kenan Evren’inde bir dönem komutanlığını yaptığı iddia edilen NATO nun gizli ordularının elemanlarıdır demek istediniz de biz anlayamadık, işte her neyse, ama her şey tabak gibi ya da kabak gibi ortada. Ve tabii ki bu orduda yerel boyutta görev alanların da sağcılardan seçilmesi bilginiz dışındadır ve tesadüftür ya da yine zatı şahanelerinize ait olan bir başka kelam devreye girecektir cevap olarak “meczup”.

Bal gibi bunlar sağcılardır ve siz bunları da bal gibi biliyordunuz ve siz bunların uluslararası hemhal durumlarını da çok iyi biliyorsunuz ama siz kulağınıza sufle edilen konularda gerçekten çok başarılısınız ve bu başarınızı Göbbeels ilkelerine borçlusunuz tabii ki doğruyu söylemeyeceksiniz, ne demiş üstad; “Yalan ne kadar büyükse inanan o kadar çok olur”.

Perşembe, Eylül 22, 2011

ÇEŞME HİKÂYELERİ

SENİ TUTUKLATIRDIM
“GENERAL GÖRÜNÜMLÜ ALBAY”


12 Haziran seçimlerinden hemen sonra; Çiftlik Köy’de deniz kenarında oturmuş bir yandan çay içerken diğer yandan havadan sudan kabilinden muhabbet ediyorduk bir akrabamla birlikte, akrabamın tanıdığı birisi selam verip masamıza oturdu, oturan muhterem akrabama “usta” diye hitap ediyor ve seçimlerde böyle bir sonucun çıkmış olmasından üzüntülü ve sıkıntılı olduğunun altına çizerek, akrabama da halkı temsil ettiğini tebarüz ettirerek “neden böyle yaptınız” diye sordu. Akrabam da memleketin sıkıntılı bir süreçten geçtiğini, hissiyatının kendisini uzun yıllardan beri sahip olduğu siyasi tutumunun aksine bir vadedir oy verdiği partiyi değiştirdiğini ve kendisine böyle bir soru sorulmaması gerektiğini beyan etmiş idi. Akrabamın misafirine “komutanım” demesinden ötürü misafirin emekli bir subay olduğu anlaşılıyordu, uzunca bir süre kendisinin eski alışkanlığından olsa gerek bize bu siyasilerin memleketi ne hale getirdiklerini anlatarak serzenişini ve nihayetinde de konunun bu milletin zaten doğruları anlayamayacağı ve bilemeyeceği gibi bir noktaya ilaveten de konunun bir ders verme noktasına gelmesinden ötürü, ben de bu konuda yanıldığını, memleketin bu noktaya gelmesinden yani muzdarip olduğunu beyan ettiği konuya gelmesinden ötürü mensubu bulunduğu kurumun komuta kademelerinin ciddi kusur ve hatalarından oluştuğunu ve şimdi de kolay yolu seçip vatandaşı suçlamalarının çok büyük bir aymazlık olduğunu münasip bir dille anlatmaya başlamıştım. Ancak beyefendiyi susturmanın ve dinlemesini istemenin pek mümkün olmadığını anlaşılmaktaydı, kışla da emir verir havasından emekli olmasının üstünden çok geçmesine rağmen hala vazgeçmemiş havasındaydı. En sonunda susup dinlemesini bilmesi gerektiğini anlayabileceği bir dille kendisine hatırlatınca mecburen sustu ve bende bugün şikâyette bulunduğu şeriatçılık ve gericilik konusunun kendi tariflediği boyuta gelmiş olmasının en önemli nedenini 1971 faşist darbesinin ardından yurdu terk eden dönemin önemli bir siyasisini İsviçre’den dönemin güçlü generali; kendisine bir şey yapılmayacağı ve ilaveten de parti kurmasına izin ve destek verileceği garantisi ile getirdiğini beyan edince, yerinde duramayan bu muhterem oturduğu sandalyeden fırlayarak ve adeta işaret parmağını burnuma dayayarak bana, “sen ordu düşmanısın, eski günler olsaydı seni hemen tutuklatırdım” gibi, bırakın masasına oturduğunuz adama saygı göstermeyi, asgari ölçüde insana saygıyı gerektiren ölçüden ırak bir şekilde bağırmaya başladı. Bir süre sonra da artık “bitir komutan” deyince ve birden eski günlerde olmadığını da anlayınca da mecburen sustu. Çok sakin bir biçimde kendisine “siz eskiden böyle sizinle aynı şeyleri düşünmeyen insanları tutuklatırmıydınız” diye sordum ve inanılmaz şekilde dolambaçlı ve uzun yoldan da olsa “evet” cevabını aldım ve adeta kanım dondu. Artık komutan bendini aşmıştı ya dur durak yok, anlayabildiğim kadarıyla göreviyle de ilgili olduğunu zannettiğim şekilde bir takım akli olmayan ve bir devlete yakışmayacak işler üzerine örneklerde anlatarak, bu memleketin nasıl bu günlere kendileri tarafından getirildiğini, bu arada yurt dışında ve içinde “devlet düşmanı” diye kendi dar dünyalarındaki tanımlara uygun hedeflere karşı nasıl davranıldığını ve esasen de bunları dünyanın bütün devletlerinin de yaptığını uzun uzun anlattı durdu. Eee tabiî ki karşısında; cahil, bilgisiz ve duyarsız milletin temsilcisini de buldu ya, kendisi de okumuş ya, verdi veriştirdi bize, eee ne yapalım bizde bir taraftan yaşına diğer taraftan da masamıza konuk olmasından ötürü dinliyoruz adamcağızı, vur vur inlesin modu… Adamcağız sanki uzun yıllar konuşmamış, konuşamamış şimdi yeri ve yeni buldu attı zembereği, verdi veriştirdi…

Evet; ne anlatırsanız anlatın kendi bildiği dışında doğru olmadığının şartlanmışlığı içindeki bu muhterem ki ben kendisine daha sonraki karşılaşmalarımızda “general görünümlü albay” diye hitap etmekteydim, muhtemelen de günümüzdeki Ergenekon ve benzeri davaların ruh hali içinde bir süre sonra, eski muktedir ve mağrur görüntüsünden uzaklaşıp biraz daha mütevazı bir mevziye ricat ederek, belki de tüm sahip olduğu bilgilerin şehir efsanesi olabileceği sanısına kapılması nedeniyle daha alt ve dinlenebilir perdeye gelip, aslında kendisinin bütün bu anlattıklarının dışında biri olduğunun ispatına çalıştı, ama nafile, diş macunu artık tüpün dışındaydı…

Daha önceleri sahip oldukları gücün, kişisel tatminler, çıkarlar ve kendilerinden olmayanların yaşamasına olanak ve hak verilmemesi şeklinde kullanılmışlığına ait binlerce yaşanmışlık dinlemiş ya da yaşamış idik şüphesiz, ama gelinen noktada canım yurdumun yeni muktedirlerin de mezkûr dayatmalara karşıymış görüntüsü altında benzer uygulamalara başvurmaları değişenin sadece aktörler olduğu ama konu ve özün değişmediği ve değişmeyeceği bir kez daha anlamış bulunmaktayız.

Son olarak ta Neyzen Tevfik’in ünlü beyiti ile bağlayalım konuyu;
“Türkü yine o türkü
Sazlarda tel değişti
Yumruk yine o yumruk
Bir varsa el değişti”