Pazar, Ekim 28, 2012

SÜLEYMANNAME KÜLLİYATI Bölüm 8

“Üs yok, tesis var”
İçimizdeki Amerikalıların en önemli örneği olan pek muhterem ve muhteşem zat; devri iktidarında ki 7 kez gelmiştir, lakabı olan Morison Sülo’yu hak etmek için temsiliyetine hiç ihanet etmeden, tek beklentisi olan başbakanlık karşılığında, Canım Yurdumun geleceğini hiç umursamadan hizmete devam etmiştir, kendisini Amerikanlığa o kadar kaptırmıştır ki uğruna gerdan kırarak etmeyeceği kelam yoktur, laf doğru yanlış ne önemi var, asıl olan anı kurtarmaktır kendisi için, nasıl olsa hafızası kısa olduğu artık binlerce kez ispatlanmış biz vatandaşlar var karşısında. Emperyalist paylaşım savaşlarının 2. sinden sonra kapitalist dünyanın sömürgeleri nezdinde, emperyalizmin jandarması rolündeki ABD’nin sempati ile görülmesi, iyiliksever bir ülke ve kapitalist dünyanın en büyük düşmanı gibi gösterilen Sovyetler Birliği’ne karşı kapitalist dünyanın koruyucu ve kurtarıcısı olarak algılanması için yerelde ülke yöneticileri tarafından, saldırganlıkların ve katmerli sömürünün üstünün gizlenmesi ve hoş gösterilmesi çabası doruktadır artık, neden çünkü yerelde iktidarlar artık Amerikaseverlerin elindedir.
60 lı yıllar toplumsal bilincin tavan yaptığı yıllar, ben değil biz demenin ahlak olarak tariflendiği yıllar, tüm dünyada olduğu üzere bizde de bir gençlik hareketi olarak başlayan, ama genelde ABD’nin ahlaksız saldırılarının önemli katkısı olduğu, özel de Vietnam savaşının gençlik içinde yaşanan Kore savaşı faciasından da etkilenerek, “bizim savaşımız değil” gerekçesiyle reddedildiği ortamda, ABD de siyahların son demlerini yaşayan eşitlik mücadelesi, kısıtlanmak istenen Üniversite özgürlük ve hakları için ivme kazanan, katmerli sömürünün artık sırıtması, geniş halk yığınları da tarafından da görülmeye başlanması, fabrika ve toprak işgallerine kadar varacak bir muhalefetin oluştuğu dönemdir, Canım Yurdumda muhteşem ve muhterem zatın Genelkurmay Başkanı konumundaki yoldaşının “sosyal gelişmeler ekonomik gelişmenin önüne geçti” analizi yapmasını gerektirecek bir dönemdir. Toplumsal bilincin artması demek, bilincin eyleme dönüşmesi demektir artık, toplumun üzerine serilmiş ölü toprağını silkelemesi ile birlikte başlayan uyanış, genelde ABD’yi özelde de onların uzantıları ve karşılıksız sevenleri yerel muktedirleri harekete geçirmiş, karşılıklı ve farklı platformlara bağlı olarak, söz ve eylem düelloları hız kazanmış, cilaları dökülmeye başlamış ABD imparatorluğunun asıl pozisyon ve amacının gizlenebilmesinin zorlukları yerel muktedirleri akıl ve izan dışı yalan ve propagandalara sürüklemiştir. Canım Yurdumda hızlı yaşanan bu uyanış ve silkiniş, bir tarafı ile inanılmaz hızlı bir biçimde uluslararası yayınların takibi, görece serbest tartışma ortamı, Üniversitelerde başlayan antiemperyalist mücadele örgütlü mücadele haline evrilirken, artık çene suyu pilavın muhalefeti frenlemekte yetersiz kaldığını gören ABD ve içimizdeki Amerikalılar, bir taraftan bizzatihi devletin kendisi diğer taraftan da sivil uzantıları vasıtasıyla saldırılarını arttırmaktaydı. Artık canım Yudum insanı bir yanıyla da güncel politika da kendileri adına söz sahibi olsunlar diye TİP’i (Türkiye İşçi Partisi) Büyük Millet Meclisine göndermiş, küçük bir grup halindeki TİP temsilcileri tam da tariflerden gelen muhalefetini etkili bir biçimde yürütmekteydi, diğer taraftan içimizdeki Amerikalı oluşları bir türlü gizlenemeyenlerin deşifre edilmesi sürecinde; TİP artık halkın o güne kadar duymadığı bir takım gerçekleri seslendirmeye başlamış, o kadar ki hatta, bir gün TİP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar “Ülkemizde Amerikan üsleri var!..” diyerek yüklenince içimizdeki Amerikalıların dönem temsilcisi Muhteşem zat “Üs yok, tesis var!..” diyerek üstlenmiş olduğu Amerika’nın şirin gösterilmesi rolünü oynamaktaydı. O rolü o kadar başarılı oynadılar ki muhterem ve muhteşem zat öncülleri ve ardılları artık bugün canım yurdumda, Amerikan üsleri var denilebilecek bir durum kalmamış çok şükür ve Canım Yurdumu topyekün bir üs haline getirmişlerdir ve ne yazık ki vilayet sayısından fazla üs bulunmaktadır ve kimse de sormuyor artık “komünizm” de yok, neden diye. Canım Yurdumun kendi devleti içinde bol miktarda ABD eyaleti gibi çalışmaktadır bu üsler ama kimsenin de umurunda değildirler, zaman zaman çevre ülkelerden terörist nitelendirmesiyle uçaklar dolusu getirilen insanlara işkence için merkez, zaman zaman bölge ülkelerinde kullanılmak üzere gizli ordu eğitim merkezi haline getirilmiştir, ne gam ne tasa…
Ama en traji-komiği ise pek Muhterem ve Muhteşem zatın izahatlarıdır aslında; TİP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar’ın Millet Meclisi’ndeki bir konuşmasında “35 milyon metre kare toprak işgal altında” diyerek Amerikan üslerini eleştirip bir soru önergesiyle de Amerika ile imzalanan ikili gizli anlaşmaların kamuoyuna açıklanmasını ister; tarihe geçecek şu açıklamayı yapar, “Baktık ki, Amerika ile yapılan gizli anlaşmaları tümüyle kapsayan bir dosyamız bile yok. Küçük rütbeli bir subayın, yüzbaşı düzeyinde bir Amerikalının imzaladığı anlaşmalardan tutun da, Türkiye’nin ABD’ye neler verdiğini içeren önemli anlaşmaların hiçbirinin metni elimizde değil”. Ama taraftarlarından ve ortaklarından kimse, “yahu nasıl oluyor bu, hani biz 17 devlet kurma geleneğine sahiptik” gibi kelam etmez. Körfez savaşı adıyla bize öğretilen ama aslında Irak işgali diye tarihe geçecek savaşta, aniden dünya basınında sınırlı da olsa ABD nin İncirlik-Adana üssünde atom bombası ve nükleer başlıklı bomba depoları var benzeri haberler çıkmaya başladı, necip Türk Milleti o zaman öğrenmeye başladı, kendisinden nelerin saklamaya çalışıldığını ama artık iş işten geçmiştir. Ama derler ya aşkın gözü kördür işte bu nedenle bu Amerikanseverlerin ve destekçilerinin gözleri kör olmuştur bu sevgiden (vallahi tamamen duygusal), bu ne aşk imiş be, ne aşkla bağlanmaymış be, üzerine binlerce kitap ve makale yazıldı gözü açılan yok.
Amerikan üssü ya da tesisi olmuş ne fark vardır da bu kadar önemseniyor bu farkın tebarüz ettirilmesi; aslında hiçbir fark yoktur pratik işleyişi ve çalışması açısından ama dönem antiemperyalist, antiamerikancı bir dönemdir, Vietnam savaşı başta olmak üzere Amerika’nın yaptığı her şeyin protesto edilmesi telaşa düşürmüştür bu amerikaperverleri, ABD Büyükelçisi Commer’in arabası bile temsiliyetine müstenit yakılmıştır, ABD 6. filosu protesto edilmiştir adeta bir kurtuluş savaşı benzeri ABD askerleri denize dökülmüştür. NATO ittifakıyız uydurmacısıyla vatanın her tarafında mantar gibi ABD üsleri tesis edilmiştir, kah NATO düşmanı ilan edilen Sovyetler Birliğini izleyeceğiz numarasıyla kah “etrafımız düşmanla çevrilidir” e inandırılarak, önceleri sadece lojistik destek verecek ekip ve ekipman derken sonradan fiili işgal güçleri konuşlandırarak ve propaganda ile de sanki Türkiye menfaati varmışçasına, aslında fiili durum vatanın her karışının işgalidir nihayetinde ama yerel muktedirlerin umurunda mı ki. Dün Sovyetler Birliğine karşı idi propagandasına karşın bugün İsrail’i İran’dan koruyacağız numarasıyla, ama fiili işgalin yürümesi için her dönem ama hep ehven yalan ve propaganda.
Emperyalizm ve yerel temsilcileri sömürü çarklarını çeşitli ama çelişkili yöntemlerle örtbas etmek istiyor dedik ya, bunun en önemli ayağı anlatılan masallara inanan insanlar bulmak sayılarını arttırmak onları partileştirmek, bu sayede de uyuşturup, uyutmaya devam etmektir. En çarpıcı ve açıktan sırıtan sömürü ilişkisini bile en masum anlatımlarla, hatta bunun bir bağımsızlık duruşumuşcasına yutturulması ve bunun toplumda büyük destek bulması ise çağdaş fareli köyün kavalcısı rolünün ne kadar muazzam yürütüldüğünün ifadesi olsa gerek. Peki; çağdaş fareli köyün kavalcıları muhteşem ve pek muhterem zat ile nihayetlendi mi, zinhar kendi izinden gelenler boynuzun kulağı nasıl geçebileceğinin ispatı gibi durmaktadır ortada,  dün de böyleydi, bugün de böyle ve korkarım ki değişmeyecekte.
Ne diyelim; bizi ve Canım Yurdumu bu vatan sevicilerin elinde oyuncak haline getirenlerin boynu altında kalsın.



Pazartesi, Ekim 22, 2012

SEVGİLİYE MEKTUPLAR


“Devrimi en çok, en güzel aşkları yaşamak için istedim” diyen, 12 Eylülün iç savaş koşullarında öğrenim hayatına devam edemeyen, sayısız defa gözaltılar yaşayan, 12 Eylül uyduruk mahkemelerinde idamla yargılanan, müebbet hapisle cezalandırılan, sonra da genel afla 1991 yılında bu esaretten kurtulan dostum Muhittin Çoban, “O büyük gün geldiğinde” ve “Bir aşk hikâyesi” adlı kitaplarından sonra 3. kitabı “Sevgiliye mektuplar” basımını gerçekleştirdi.
“Özlem” mengene gibi sıkan soğuk duvarlar arasında gün boyu yaşanan, derinden sarsan duygudur diye tarif yapan Muhittin; “Tozlu sokakları, sokak aralarında top koşturan çocukların ağulu seslerini, “kör olmayasıca, akşam baban gelir, görürsün sen’” diyen annelerin cazgırlığını, kaldırımlardaki insan selini, motosiklet seslerini, çamurlara bata çıka yürümeyi, kızlar köprüden geçerken suya atlamayı, sıçrayan suyla kızları ıslatmayı, önden tomurcuk memelerine, arkalarından yuvarlak kalçalarına şaşı oluncaya kadar bakmayı, faşistlerle kavgayı, mahallede olası faşist saldırıya karşı nöbet tutmayı, özgürlüğü özlersin ve varsa sevdiğin, sevdiğini özlersin. Kısacası yapamadığın her şeye karşı özlem yüklüsündür. Günler, aylar, yıllar uzadıkça özlemin daha da ağırlaşır, dayanılmazlaşır, ızdırap verir. Bir de sevdiğin uzaktaysa, gelemiyorsa her görüş günü görüşüne kaldırmaz, dayanamaz buna yüreğin, taşıyamazsın.” diye özetler özlemin boyutunu.
Başka bir yerde ise sevgilisine kavuşma özlemini “bir gün şu duvarları aşıp, tel örgüleri parçalayıp, tıpkı Ceyhan nehrinin denizle buluşması gibi, özlemle, çoşkuyla sana doğru akacağım ve sana kolundaki ülgerlerden, dudağındaki rujdan, gözündeki yaştan daha yakın olacağım. Sigaranın gri dumanı gibi, içine süzülüp taht kuracağım yüreğinde. İşte o zaman seni, özgürlüğüm kadar, kavgam kadar ölesiye seveceğim ve her mevsim açan hiç solmayan çiçeğim olacaksın benim.” diye tarifler.
Doğa: huzur
Huzur: yüzün
Yüzün: deniz
Deniz: saçların
Saçların: newruz
Newruz: özgürlük
Özgürlük: hedef
Hedef: gözlerin
Gözlerin: renk
Renk: tenin
Tenin: çiçek
Çiçek: gül
Gül: dudakların
Dudakların: mutluluk
Mutluluk: yanında olmak
Yanında olmak: kavga
Kavga: yaşamak
Yaşamak: başak
Başak: çoğalmak
Çoğalmak: söz
Söz: seni seviyorum;    olur Muhittin kardeşim için.


Yine bir başka yerde; Muhittin, “ilk anımsayışım, bugünün 8 mart oluşunu…. Bugün senin günün, bugün annemin günü, bugün ablamın günü, bugün çırçır fabrikasında çalışan kadınların günü, dayaktan inleyen, cinsel obje olarak kullanılan kadınların günü…” diyerek dünya kadınlar günü üzerinden hayalinde yarattığı meçhul sevgilisine özlemini anlatmaya devam ediyor.
Bir kartpostal yazımında şu cümleler yer alıyor; “bir tanem, bir bir tahliye oluyorlar profesörleri, emniyet amirlerini öldüren, Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta katliam yapanlar; hayali ihracatçılar, vergi kaçırıcı vatanperverler ve adli (kader) mahkûmlar. Meclis, şartlı tahliyeyle bir kez daha ödüllendirmiş oldu vatanperverlerini. Biz “vatan hainlerine” ise, vatan hainliğine devam ettiğimiz için “yatın” dediler. Kavuşmamızı bir süre daha erteleyeceğiz, elimizde olmayan sebeplerden dolayı. Vatanımıza, milletimize hayırlı olsun. Sana da, bana da, bize de geçmiş olsun. Umutla kal… Aşkla kal… Daima benle kal aşkım…”
“Yalanlarla örülü bir yaşamın içinde, gelmeleri gitmeleri, duraklamaları, heyecanları, kavgaları, sevgileri inatla ve huzur içinde, hiçbir tedirginlik duymadan, doğallığıyla ve kanıksayarak yaşıyoruz” diyerek te sevgiyi genelleştirerek devam ediyor.
Kitap kolay ve hızlı aynı zamanda akıcı ve keyif alınarak okunacak nitelikte…
Kitapçılarda bulmak çok zor, D&R dan internet ortamında satın almak en kolay yol, kitabı edinmek isteyenler açısından…
İyi okumalar


Cuma, Ekim 19, 2012

BAĞLARARASI ARKEOLOJİK ALANI ve SİT ALANI UYGULAMALARI-2

23 Nisan 2012 tarihinde “BAĞLARARASI ARKEOLOJİK ALANI ve SİT ALANI UYGULAMALARI” başlıklı yazım üzerine mezkûr alanda mağdur olmuş okuyucularımızdan Mehmet Yerli bir mail gönderip derdini ve konu ile ilgili yaşadıklarını ve sonuçta oluşan mağduriyetini uzun uzun anlatmış ve olduğu gibi yayınlıyorum. Ben kendimi konu ile ilgili taraf addetmiyorum ama özellikle Çeşme genelinde gerek doğal gerekse de arkeolojik SİT konusunda zarar görmüş birisi olarak ta yaşananların facia boyutunda olduğunu da biliyorum. “Bizden” olanların konuyu sonuçlandırmaktaki hızını ve maharetini, “Ötekilerin” ise işinin görülme sırasının bir türlü gelmemesini hayretle izlerken, bu haksızlıkların önüne bir türlü geçilemiyor olmasını da iyi niyetle izah edilecek olmaktan çok uzak olarak değerlendiriyorum.
Sayın Mehmet Ruhi Çelik bey. yazılarınızı okudum tebrik ediyorum. Merhum Tümer Tütüncüoğluna ait 5247 ada 1 parsel 2005 yılında 1 nci derece sit çeveresi 3 ncü derece korumaya alınmıştır. 5238 ada 4 parsel 2001 yılında 1 derece sit çevresi 3 ncü derece korumaya alınmıştır. Doğru karar fakat 3 ncü derece sit kapsamında kalan 5236 ada 2.bize ait 3 ve 4 numaralı parsellere bina yapmak üzere 2004 yılında karar aldık.Çeşme müze müdürlüğü denetiminde kazıldı. olumlu rapor yazıldı.bu raporu beyenmeyen Prof.Dr.Hayat Erkanal ve Çeşme nin Arkedoloğu Hüseyin Vural.ın sit kuruluna 05/08/2004 tarihinde müracat ederek kazının yenilenmesi sağlanmış. 1645 sayılı kurul kararı ile çevresi 3 ncü derece korumasız 1 nci derece sit ilan edilmiştir.
 İlgililere soruyorum. Şaraphaneye sözüm yok bu yerlerin çevresi 3 ncü derece korumaya alınmadığı için yapılaşmaya gidilmiştir. 01/07/2005 ve 31/07/2005 tarihleri arasında yerlerimiz kazılıyor Prof Dr Hayat Erkanal hoca 10 ay sonra raporunu kurula veriyor 1 yıl sınra 3 ncü derece korumasız 1 derece sit uygulamasına geçiliyor ama çevresi yapılaşmaya devam eder ve etmiştir.
 Çeşme tarihi Kervansarayın yanında olan ,1993 ve 1998 yıllarında alınan ilke kararı gereği aralarından yol geçse dahi kurumdan izin alınmadan bina yapılamaz kararına karşılık bir adet 3 katlı bina 2 adet te 2 katlı bina yapılmıştır.Arkeoloğ Hüseyin Vural’ın yeri ise kimse müdahale edemez istediği gibi binalarını yapar biz ve merhum Tümer Tütüncüoğlu binalarımızı yapamayız.Çeşme Liman höyügünü 317 metre karelık alan temsil etmektedir.İlgililere duyurulur.Şikayetlerim üzerine Hüseyin Vural Bergama Müze Müdürlüğüne atanır ataması 9 ay sonra gerçekleşir fakat ne hikmetse bu vatandaş bakanlar kurulu kararı ile Çeşme Bağlar arası kazı komserliği görevine getirilir..Yetkililere duyurulur.bunun sırrı nedir.
Teşekkürler M.RUHİ ÇELİK bey.
Mehmet Yerli
Kendisi ile ayaküstü yaptığımız kısa bir konuşmadan sonra gönderdiği mailde de aynı şeyleri tekrar etmiş okuyucumuz.
Bilmeyenler olabileceği nedeniyle; daha önceki yazımda mezkûr bölgenin adreslemesi için şöyle yazmıştım. “Çeşme Bağarası (Bağlararası) arkeolojik kazı alanı; Çeşme limanının dün 50 mt. bugün 100 mt. uzağında yer almakta ve denizle başlayan Çeşme ovasının tam merkezini oluşturmaktadır.”
Ayrıca; “2000 li yılların başında Bağarasında (Bağlararası) konumuzu oluşturacak arsa üzerinde mahalle ve çocukluk arkadaşlarımızdan Tümer Tütüncüoğlu nihayet artık benim de bir evim olacak sevinciyle planladığı konut inşaatı için temel kazılarını yaptırmaya başlayınca bazı duvar ve arkeolojik buluntuları bulunuyor, hemen haber verilen Çeşme Müze Müdürlüğü yetkilileri kazı çalışmalarını durduruyor ve duvar kalıntılarının ve arkeolojik buluntuların Tunç çağına ait olduğu anlaşılıyor, İzmir Kültür ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu tarafından mezkûr arsa ile etrafındakiler SİT alanı ilan ediliyor ve inşaat yasağı konuluyor.” ve “Çeşme’nin şimdilerde prestijli konut alanı durumundaki Bağarasında (Bağlararası) bir evim olacak hayalini kuran ancak malum nedenlerle gerçekleştiremeyen, çocukluk ve mahalle arkadaşımız Tümer Tütüncüoğlu uzunca bir süre burayı ilgili bakanlığa devretmek ya da başka bir arsa ile değiştirmek gibi girişimlerde bulunuyor ancak sonuç yok, ne yazık ki hayalini gerçekleştiremeden aramızdan ayrılıyor Tümer, şimdilerde yıldızlardan bakarak hala bir gelişme olmadığı için de orada da rahat olamıyordur.” diye yazarak oradaki arsa sahiplerinin dramına kısaca değinmiştim.
İlaveten; “Neden bu ülkede benzer durumlarda ki benim de katıldığım hızlı ve doğru şekilde davranan mevzuat efendiler, her şeye para bulan deve dişi gibi kocaman yetkililer, bulunan ya da ilan edilen doğal SİT, Arkeolojik SİT vs. gibi alanlardaki özel mülkiyet hakkı konusunda duyarsız olurlar, sorunu aslında yurttaşın sorununu, çözümü duyuna havale ederek çözmezler, anlamak kesinlikle mümkün değildir. Deve dişi gibi yetkililer; siyasi otoritenin çıkardığı yasalara rağmen ki bu yasalar trampa, kamulaştırma gibi çözümleri öngörür ama bir türlü sonuç alınmaz, ya müracaatınız kabul edilmez, müracaatınız kabul edilir talebiniz bir yerde dondurulur, talebiniz dondurulmasa sonuçlandırılsa bile, kamulaştırma için ödenek bulunamadı ya da ödenek beklenmekte, trampa için uygun arsa bulunamadı ama aranmaya devam edilmektedir hatta sizin bildiğiniz yerler varsa bize bildirin gibi trajikomik bir dolu hendek oluşturulur, atlat atlatabilirsen deveye durumu anlayacağınız.” diye yazmıştım.
Bizden önceki kavimler ve kültürleri, kökenlerimiz hakkında merak ettiğimiz detayları, uygarlıkları, insanoğlunun kayıtlı tarih öncesinden günümüze kadar ulaşabilen kent kalıntıları sayesinde mimari gelişimini, bulunan eşyalar ile de yaşam kültürlerini, gelişmeler ile insanoğlunun geliştirdiklerini anlamamıza yarayan buluntulardan en önemlisi sayılan arkeolojik kazılar neticesinde elde ettiklerimiz olup, bu tespit edilen alanın kamulaştırılması ya da trampası konusunda neredeyse toplumun çok önemli bir kısmı hem fikirdir, geri kalan göz ardı edilebilecek azınlık ise zaten ne yapılırsa değişmeyecektir. Canım yurdumun neresinde toprağı kazarsak kazalım tarih fışkırıyor ve yukarıdaki gerekçelerle de bunlara behemehâl sahip çıkılmalı, etrafı çevrilerek koruma altına alınmalı, bu sahiplenmeyi çok doğru buluyor ve sonuna kadar da destekliyorum ancak bu alanların ve buluntuların sahibinin durumuna göre tarih ya da değersiz taş parçası gibi bilimsellikten uzak nitelenmesine ve buram buram kayırma ve nemalanma kokan şekilde toplum tarafından yakıştırılmasına mahal vermemek için de bilimsel bir ölçü olmalı ve bazı odaklarının taleplerine prim verilmemeli ve kolayca da anlaşılacağı üzere; Arkeolojik SİT alanlarına inşaat yapılabilen insanlarımız ile hiçbir endemik değeri olmayan ve yalnızca kültür bitkisi yetiştiriliyor olmasına rağmen arazilerinin doğal SİT alanı yapılmış insanlarımızın birbirlerin durumunu nasıl algıladıklarını uzun uzun anlatmamıza gerek yok, “zengin arabayı dağdan aşırır fakir ise düz ovada yolunu şaşırır” hikâyesi, tabii ki bu film çok tutulunca sınırsız sayıda devamı çekilmektedir.
Ne diyelim;

Devlet-i Osmanî ahalide terfi-i temayüz ilim irfan ile olmaz,
TERFİ ya olacak kuvvetli iltimas,
ya olacak madeni haz,
ya da olacak ten ile temas…
Konu ile ilgili yetkililer, konuya gereken özeni ve önemi sadece değerinden ötürü göstermeli, bizdendir ya da bizden değildir değerlendirmesinden azade olarak görev yapmalılar, ayrıca nasıl olacağını da pek bilememekle beraber kanunlar da bu kadar geniş yorum ve kanaat oluşumuna açık bırakılmamalıdır ki; tıpkı çocukken büyüklerimiz birkaç çocuğun bulunduğu ortamda birine diğerini işaret ederek “tut şunun burnunu” der ve tutarken biz çocuklar da tutarsın tutamazsın diye kavgaya tutuşurduk ya zinhar böyle olmasın; ne gereği var bir arkeolog ile vatandaş arasında bu kadar olumsuz ve gergin ortam oluşmasına.
Diyelim ki; yasalar şöyle böyle ve bol miktarda yoruma açık; eeee  yılda bilmem kaç yüz yasa çıkarmak ile öğünen muhteremler yapın yeni düzenlemeleri geçin bu mağduriyetlerin önüne.

Pazartesi, Ekim 15, 2012

AYDIN GEZİSİNİN ARDINDAN

Türkiye’nin en önemli kültür varlıklarından 1.000 den fazlasına sahip olduğu bilinen, incir, zeytin, pamuk ve kestane üretiminde ülkemiz sıralamasında en önde gelen, tarihte çeşitli dönemlerde büyük imparatorlukların merkezlerinden biri olmuş, Osmanlı döneminde ise önce eyalet, sonra sancak, daha sonra ise İzmir, Manisa, Muğla, Antalya, Isparta sancaklarının bağlı olduğu eyaletin merkezi olarak kavimlerin tarihsel hareketlerinde hep gözde bir yer tutmuştur, bugünkü adıyla “efeler diyarı” Aydın; Menderes ırmaklarının alüvyonlarıyla doldurduğu çok verimli ve yemyeşil ovasında yüzyıllara tanıklık etmektedir, Traklardan, Kayralılardan, Hitit imparatorluğundan, Dorlardan, Perslerden, Makedon imparatorluğundan, Bizans imparatorluğundan, Selçuklu İmparatorluğundan, Menteşeoğullarından, Aydınoğularından, Osmanlı imparatorluğuna kadar, sanat, felsefe, sosyal bilimler, tarım ve mimaride çok önemli yerler işgal ederek. Aydın adı duyulur duyulmaz bugünlerde; hemen efeler diyarı olduğu akla gelir, bilindiği üzere “Efe” (ler); zeybeklerin reisi konumunda olan ve kökeni de Osmanlı İmparatorluğunun, siyasi ve iktisadi çözülme döneminde merkezi otoritenin baskılarına ve haksız uygulamalarına başkaldıran direniş örgütüne dönüşen bir geleneğe sahip olup bu niteliği ile anti-emperyalist Milli Kurtuluş savaşımızda Ege bölgesi düzeyinde inanılmaz katkı sunarak haklı onurun sahibidirler.
İl merkezinin; bir deniz ve zeytin deryası olduğu ziyaretçileri tarafından hemen gözlemlenmektedir, özellikle Çine tarafına yol aldığınızda dağ bayır zeytin ağaçlarıyla dolu, kilometrelerce yol alıyorsunuz sağlı sollu zeytin ormanları, insan inanılmaz keyif alıyor bunları görünce. Ancak; ekonomik refah zeytini yetiştirene, yağını üretene nasıl yansıyor, bu konuda, etrafınıza bakınca anlıyorsunuz durumu, fazlaca kelama hacet yok. Benim gezimden sonra tesadüfen henüz yandaş olmayan bir TV kanalında yöre köylülerinin konuşmalarını görünce, milletin efendilerinin de bir görüşü olduğunu fark ediyorsunuz ama refahın hayatlarını kolaylaştırmak için kullanılmadığını da üzülerek görüyorsunuz, ne diyelim, gelin kızımız gibi hem ağlar hem giderler.
Bugün Aydın’ın sokaklarını baştanbaşa dolaştığınızda, bu kadar muhteşem tarihsel geçmişe rağmen, camiler dışında geçmiş yüzyıllara ait herhangi bir yapı kalmadığını büyük bir hayal kırıklığı ile gözlemlemektesiniz,  nerde o Osmanlının Sancak ve Eyalet merkezi olmasının ihtişamını yaşatan ve yansıtan yapılar, Trabzon, Kütahya, Amasya, ya da Manisa’da benzerlerine çokça rastlanılanlar. Bence; Aydın’ın en büyük talihsizliği Adnan Menderes’in başbakan olması ve Aydın’ı komple yenileme çalışmasıdır. Adnan Menderes’in başbakan olduğu günlerde koruma mefhumu ve kültürü henüz keşfedilmemişti necip Türk Milletince, özellikle gâvur mabetleri ve evleri yorumuyla bu ortak sayılacak eserler nasıl yıkılır, yok edilir ya da yeni yapılar nasıl oluşturulur dünya âleme göstermek gerekiyordu ve gösterdiler. Gerçi yabancı değillerdi, atalarının da böyle davranmış olması hasebiyle de uygulamada hiç yabancılık çekmediler. İşte o gün bu kentsel dönüşümden (!!!!) nasip alarak kazandığını zannedenler bugün çok geçte olsa neleri kaybettiklerinin farkına varıyor ya, ama, çok şükür artık Rum evi yok, gerçi Osmanlı evi de kalmamış ya… Ama inanıyorum ki bugünkü düzeyde koruma bilinci gelişmiş olsa imiş o dönemde, yapılan o yıkım ve yok etme, hatta bir anlamda iz silme yaklaşımı asla olmazdı diye düşünüyorum, ya da Adnan Menderes bugün hala hayatta olsa inanıyorum ki kesinlikle böyle davranmaz idi… Bu biraz sizi seçenlerin beklentisi ve sizin politika yapma tarzınızla ilgili herhalde, hayal ile yaşamak istiyorsanız ya da goygoy politikacıysanız, sonuç bu oluyor haliyle normal olarak ve hele de AMERİKA’ya benzeyeceğim diye tutturuyorsanız, illaki Küçük Amerika olacağım diyorsanız, tek ezberiniz bu ise, hayatta intihalden başka yol bilmiyorsanız, asar-ı atika neyinize derler adama. Dönem öyle bir dönemdir, canım yurdumu “küçük Amerika” yapmak isteyen zihniyet artık iktidardır, memlekette olabildiğince Amerikan muhipleri yaratılması esastır ve bu minvalde çok ciddi ekonomik, siyasi ve kültürel çalışmalar yapılmakta, dönüşümler sağlanmaktadır, tüm bunların yansıması mimarlık ve şehircilikte de kendini göstermektedir. Model Amerika olunca da; en eski yerleşimi bile bir yüzyılı geçmeyen yerde, ören yerleri, arkeolojik alanlar ve kültürel değerler adına ne alınabilir ki.
Her şeye rağmen; Kentin dışında kalması, belki de sadece zeytin tarımına elverişli olması hasebiyle de; Kuşadası, Didim gibi dünya çapında tarihi, kültürel ve turistik merkezlerin olması nedeniyle de maalesef öne çıkamamış; ilk Kayra Devleti başkenti Alinda, antik Kayra kenti Alabanda ile Aydın’ın tarihteki ilk yerleşim merkezi durumundaki Tralleis ten kazılar ilerledikçe tarih fışkırmaktadır yeraltından, tarih, doğa, kültür ile ilgili her insanın ahir ömründe mutlaka görmesi gereken yerler olarak değerlendirmekteyim buraları…
Canım Yurdumun 1866 yılında inşa edilen ilk demiryolu hattı İzmir-Aydın arasında olmasına rağmen, bu hat ne yazık ki yeterince etkin kullanılamıyor olmasının gerekçesi; dün “demiryolları komünizmin, karayolları hür teşebbüsün ifadesidir” diyen zihniyetin bugün hala daha yetki sahibi olmasından kaynaklanıyor olmalıdır. Yine bu alanda da küçük Amerika olalım fikriyatı ağır basınca, bugün çok kolayca görüleceği üzere tüm ovaların göğsüne hançer saplanması gibi otoyollar yapıldı güzelim ve verimli ovalarımıza, yollar ovada olunca kentler hızlı şekilde ovaya indi, önemli ölçüde deprem riski alınması yanında tarımsal alanların hızlı şeklide tükenmesi ya da kirlenmesi gündeme geldi.
Diğer kültürleri anlamamız ve değerlendirmemiz, kökenlerimiz, uygarlıklarımız, gelişmelerimiz ve geliştirdiklerimiz hakkında bilgilenmemize yarayan buluntulardan en önemlisi sayılan yeraltından çıkarılan tarihsel ve kültürel hazineler fışkıran canım yurdumun ekonomik takati ve kudreti ne yazık ki bu kadar arkeolojik alanı, kazılarını tamamlayarak konuyla ilgili olanların gezisine açmak için yetersiz kalmaktadır. Denilebilir ki; ülkede iddia edildiği kadar ekonomik talan yapılmamış olsa, talan edilen ekonomik değer bu çalışmaları tamamlamaya yetebilir, talan edilen değerlerin büyüklüğü konusunda uzmanlardan anlayabildiğimiz kadarıyla bu iddia akla ve aritmetiğe de uygun görünmektedir, ancak yine de bu kadar alanın kazısının tamamlanması, açık ya da kapalı alanlar yapılarak ilgili eserlerin koruma altına alınması, güvenlik tedbirlerinin devam ettirilmesi, devasa bütçelere tekabül etmekte ve temini bugünkü gerçekler içinde de zor görünmektedir.

Cumartesi, Ekim 13, 2012

REFERANDUM - ÖZERKLİK - BAŞKANLIK


Gündemin savaşa kilitlendiği dönemde, TBMM de önemli bir kanun sayılabilecek “Büyükşehir Kanunu Taslağı” görüşülmekte ve ilk bakışta da son derece masum görülen ama şeytanın avukatlığına soyunarak bakılacak olursa uzun vadede de müesses nizamın temellerine konulan dinamit olduğu kabul edilecektir. Anayasa Mahkemesinden dönen bir önceki yasa ile devamı niteliğindeki bu yasa ile birlikte neler geliyor derseniz anladığım şu; evvel emirde mevcut Büyükşehir Belediyeleri ile yeni ihdas edilenler o ilin tüm sınırlarını kapsamak bilahare de Valilik yetkilerinin Belediyelere devri nihayetinde de birkaç ili birleştirerek eyaletler oluşturmak vs. vs. Büyükşehir Belediye sınırları içinde yerel parlamento niteliğindeki “İl Genel Meclisleri” yerine muhtemelen belediye meclisleri ile aynı anlamda devam edilecek, ayrıca yasa kapsamında belde belediyeleri de kapanacak, bu şimdilik her ne kadar sonuçları şu andan kestirilemeyecek yollar açıyorsa da canım yurdumun siyasi ikbaline, bizim için şimdilik önemli olan tarafı Çeşme İlçemize bağlı Alaçatı Beldesinin belediyeye sahip olma hakkını yitiriyor olmasıdır.
CHP genel Başkanlığı; TBMM de yakın zamanda kabul edilmesi beklenen mezkûr yasayla kapatılması öngörülen belde belediyelerinde önce kendi partisine ait yerler olmak üzere bilahare de diğer partilerin başkanlık yaptığı belediyelerin yönettiği beldelerde seçmen kütükleri esas alınarak referandum düzenleyeceğini açıkladı, bu anlamda önemli turistik beldemiz Alaçatıda bu pazar (14.10.2012) bu önemli çalışma yapılacaktır. Tabii ki CHP nin beklentisi; katılımın yüksek olması ve önemli ölçüde hayır oylarının çıkması, bakalım hep beraber yaşayıp göreceğiz neler olacağını… Duygusal açıdan ben;  son yıllarda yerli ve yabancı turistlerin göz bebeği haline gelen Türkiye’nin en önemli Turizm beldesi Alaçatı’nın bu haliyle kalmasını yani mevcut statüsünü korumasını tercih ediyorum, ama siyaseten ve ahlaken Alaçatı halkı saygı duyulması kararı vermelidir ve sonuç ta saygıyla karşılanmalıdır.
Bu referandumuna muhalefetin beklediği canım Yurdumun siyasi ikbali açısından önemi harbiyesi olmayan bir referandum olarak bakmak mümkün ama iktidarın da buna saygı göstermesi gerekmektedir kanımca, hem kanımdan hem de beklentimden çok uzakta olduğumu da biliyorum. 
Konuyu düşündüğümde genel anlamda kendimi yasaya muhalif ya da muafık olarak hissetmiyorum ve bu anlamda da taraf olmadığımı hemen belirtmeliyim, merkeziyetçiliğin ve adem-i merkeziyetçiliğin nasıl gerçekleştirileceği benim açımdan daha önemlidir, demokratik ve halk için olmadığı sürece ha o olmuş ha bu olmuş. Ancak şu anda en önemli sıkıntısı 2 li bir hukuk öngörüsü çerçevesinde canım yurdumun bir bölümü bu şekilde diğer bölümü ise eski sisteme göre yönetilmeye devam edecek, devlet rutinleri açısından, memur tayinleri ve onların alışkanlıkları açısından vs vs.
26.01.2011 tarihli yazımda “Aman ha sakın bana yahu Çeşme kim bağımsızlık kim demeyin… Çeşmenin bağımsızlık geçmişine bir bakalım… MÖ III yüzyılda İyonya’daki 12 bağımsız başkentten biridir ve merkezide Erythrai’dir. Bilahare Pers işgaline ve egemenliğine karşı; diğer İyon kentleri ile birlikte ayaklanmış, Büyük İskender’in Persleri Anadolu’dan uzaklaştırması ile bağımsızlığını tekrar kazanmıştır.
Şimdi bunlar hayaldir diye ısrarla yazıyorum ya birileri de bunun suç olduğunu söyleyebilir ama Anayasa Mahkemesi eski Raportörü Doç. Dr. Osman Can, ki kendileri şu an yaşadığımız ileri demokratik ortamın mimarlarındandır, Diyarbakır’da katıldığı “Anayasa Paneli”nde “Örneğin Anayasanın değiştirilemez maddeleri diye ilginç şeyler var. Ya başkentin Ankara olmasını kim bize sordu. Babalarımız ve dedelerimiz karar vermedi bildiğim kadarıyla” demiş ya. Oda kocaman ve pek parlak hukukçu ve muktedirlerin akıldanesi ya, kesinlikle suç işlemez diye düşünüp, cesaretlenip bu kelamları ettim. Affola…
Haydi, hoş geldiniz Çeşme Cumhuriyetine…” diye yazmıştım ya, haydi yeniden ve tam yol ileri, ÇEŞME DEMOKRATİK ÖZERK CUMHURİYETİ….
Yazının tamamı http://sosyalyasamdaalternatif.blogspot.com/ adresinden ilgili başlıktan okunabilir.

Pazar, Ekim 07, 2012

SKANDAL YARGILAMALAR – 2 ROSENBERGLER


Dünyadaki tüm kötülüklerin planlama ve icra mahfili durumunda olan ABD, lokomotifi olduğu bloğun çıkarlarını korumak adına esasen de kapitalizmin dünya çapındaki katmerli sömürüsünün devamı adına her türlü nifak, hile, hurda ve desise üretim tesisi gibi tüm kurumlarıyla kendilerinden olmayanlara saldırı halindedir, dün de böyleydi bugün böyledir yıkılmadığı takdirde yarın da böyle olacaktır ne yazık ki… ABD, II. Paylaşım savaşı olarak literatürdeki yerini alan büyük savaştan sonra dünyanın yeni şerifi olduğunu açıktan beyan eder, artık dünyanın başına bela olacak, hacı kıran baş kesen edasıyla, sosyalizmin tesisini ve yükselişini de bahane ederek, uygulamaya başladığı soğuk savaş konseptiyle, toplumlar ve devletlerin ya kendilerinden “taraf” olacağını ya da düşmanları olarak “bertaraf” olacağını açıktan ilan eder. Soğuk savaş konseptine uygun yöneticiler bulunur, yetkilendirilir, toplum büyük bir öcü ile karşı karşıya kalmıştır korkusu yaratılarak ve özellikle tarihe “McCarthizm” olarak geçecek faşizan saldırılar başlatılmıştır. Faşizmin, gericiliğin temsilini üstlenen “McCarthizm” dönemin ABD sinde, ekonomik krizin çözülmesi için yaratılan savaşın da, sorunları çözememesi üzerine, aşırı derecede askerileşmiş ekonominin ayak takımları arasında yol açtığı yoksulluğun önüne geçilememesi, faşizme karşı direniş eğilimlerinin güçlenmesi, hatta ABD Komünist partisinin gücünün mevcut durumundan birkaç yıl içinde yaklaşık 10 kat artması kaygıları iyice arttırmıştır. ABD yönetimi; hiçbir zaman vazgeçmeyeceği taktiği olan “pireyi deve, deveyi pire yapma” provokasyonlarına dayalı McCarthy gibi faşist politikacıların da desteğiyle yaratılmış olan komünist umacısı üzerine çullanmalıdır, artık “Polis devleti” uygulamaları başlamıştır, genelde adalet ve özelde de Mahkemeler de bu kapsamda muktedirlerin karşıtlarını yok etme, kendi saltanat ve sömürülerinin devamının aracı haline gelmiştir. Artık, ABD içinde tüm yurttaşların özgürlüklerine, temel anayasal haklarına ve zaten bunların kırıntısının bile ABD açısından rahatsızlık yarattığı diğer ülkelerde tam bir saldırı ve terör yaratılmış, sürek avına dönüşen şekilde, Sosyalistler, Demokratlar, ilericiler ve en nihayet kendilerinden olmayan herkesi kapsayan deyim yerindeyse tam bir “itlaf” harekâtı başlamıştır. ABD içinde kendilerinden olmayanların derdest edilmesi sürecinde; onbinlerce FBİ elemanı, bir o kadar da Maliye elemanı başta olmak üzere, askerler, polisler ve özel güvenlikçi görev alıyor, tam bir “ya tam susturacağız ya kan kusturacağız” ortamı yaratılıyor, yüzbinlerce insan tutuklanıyor, önemli bir kısmı önemli cezalara mahkûm edilerek cezaevlerinde çile dolduruyor, bu insanların önemli bir kısmı işsizdir, fişlenmiştir artık ABD nin ali menfaatleri açısından ötekilerine hayat hakkı yoktur, bu kapsamda önemli sayıda insan idama mahkum edilir, mezkur kampanya neticesinde bir komplo ile tutuklanan, tarihe hukuksuzluğun en önemli örneklerinden biri sayılan bir şekilde yargılanan ve idam cezası verilenlerdendir, Ethel ve Julius Rosemberg.

Şu günlerde de yine ABD yine aynı konsept ancak bu sefer kişiler düzeyinde değil ülkeler düzeyinde ve artık kesinlikle yargılamaksızın infazlar gerçekleşmektedir ve ne yazık tüm dünya da bu haksız ve rezil durumun seyircisidir. Diğer taraftan konsept aynı kalmakla birlikte aktörlerini değiştiren ABD “devleti yıkıcı faaliyetlerden koruma” adı altında kendi ülke sınırları içinde de her türlü melaneti çevirmekte olup, modası hiç eskimeyen bu senaryoları da sürekli yutturmaktadır.

ABD'nin mezkûr dönemde tüm dünyayı tehdit ederken elindeki en önemli araç “atom bombasıydı”, bunun nasıl bir güç olduğunu zaten daha çok kısa bir süre önce Hiroşima ve Nagazaki kentlerinin yok edilmesinde kullanarak göstermişti, ancak Sovyetler Birliğinin de bu alanda başarılı denemeler yapıyor olmasının telaşı ile de, dünya çapındaki esas oğlan rolü yıkılabilir kaygısıylada, ABD nin psikolojisi iyice bozulmuş, Faşist McCarthy ve FBI ın önderliğinde, hem ibret teşkil etmesi hem de yitirilen psikolojik irtifanın telafisi adına, Sovyetlerin atom araştırmalarının bilgi kaynağının olsa olsa ABD deki “Bir Rus casusluk şebekesi” vasıtasıyla devşirilmiştir saikiyle, soğuk savaş paranoyasının etkisiyle sosyalistlerin, devrimcilerin demokratların üzerinden bir buldozer gibi geçirerek, bir anlamda da geleceğe ibret, muhaliflere de kendinize gelin bakın bunlar her an sizin de başınıza gelebilir, bizle birlikte olmazsanız hiçbirinizin garantisi yoktur gösterisi içinde, nükleer bilgi casusluğu yapılıyor yaygarasıyla da düzmece mahkeme süreçleri başlatılıyordu.

Bu mahkeme süreçlerinde binlere insanın yanında, ABD lilerin çok övündükleri adalet sistemlerinin ve mahkemelerinin uyduruk ama kesinlikle muktedirlerin ikballeri ile tevhit ettiklerini ispat edercesine, sadece ABD komünist partisi üyesi olmaktan başka hiçbir veballerinin olmadığı bugün bile tartışılmayan, uyduruk tanıklıklarla, uydurulan delillerle dönemin tam da ruhuna uygun atmosferinde akılları, gözleri kör ettiğinin ispatı biçimiyle Ethel ve Julius Rosemberg, adeta, devrimci işçilerle birlikte olmanın, işçi hakları için mitinglere katılmanın, buralarda şarkılar söylemenin, sosyal ve siyasal yaşamda aktif olmanın bedelini ödemişlerdir.  Artık onların nezdinde, sendikal haklar için mücadele, işçi hakları için miting, sosyal ve siyasal hakların herkes için tesisini istemek mahkûm edilmiş oluyordu, adeta malumun ilanıydı bu ama beyin ve akıl körü olanların bunu görmesi imkânsızdı tabii ki.  Bu insanlar “Atom bombası” bilgilerini Ruslara veriyorlardı ama bu bilgiler kimden alınmıştı, bu bilgileri aldıkları kişi konuyla ilgili ne kadar bilgiliydi, bu kişiler atom bombasının fiziği, kimyası ve matematiği ile ne kadar ilgilidirler ki bu bilgileri aktarabilsinler, bu bilgiler kibrit kutusumudur ki böyle cebine koy çık git bu kadar sıkı korunan yerden, peki bu koruma nasıl bir korumadır ki bu kadar kolay atlatılıyor vs. vs. akli sorgulamalardan azade bir süreç yaşanmıştır. Mahkeme komedisi daha doğrusu kara mizahı ile ilgili daha fazla bir şey söylemeye yer olmadığı çok açıktır, zaten tek ve en önemli tanık durumundaki sahtekâr yıllar sonra “mahkemede yalan söylediğini, Ethel ve Julius'un suçsuz olduğunu yıllar sonra itiraf eder”. Hatta Amerikalı sahtekârların, “suçunuzu kabul edin idamdan kurtulun” gibi telkinlerde bulundukları, o kadar ki teklifin defalarca yinelendiği her seferinde mapus kalacakları sürelerin tenzil edildiği bugün, kitaplara, tiyatro oyunları ve filmlere konu olması kadar ciddi politikacılar tarafından bile dillendirilmektedir. Suçu kabul ederlerse affedileceklerine yönelik gelen son teklif sırasında Ethel Rosemberg; “ey yoldan çıkmış para yiyiciler, ey satılmışlar, ey bu güzel dünyamızı kirleten iğrenç, kötü insanlar, işte size yanıt: sizin lanetlenmiş lütfünüze başım eğik yaşamaktansa kocamla birlikte ölmeyi yeğlerim.” Tek istekleri vardır artık bu çiftin; bu çok Yüce ama siyasetin tam anlamıyla etkisi altındaki mahkemenin 18 Haziran 1953 tarihinde idam kararının, günün evlilik yıldönümleri olması nedeniyle, önce ya da sonraya alınmasıdır, mahkeme ilk kararı bilinçli olarak mı kararlaştırdı bilenemiyor ama son istek kabul edilmiştir.

Ethel Rosenberg, ölümünden önce çocukları için bir şiir yazmış, hatta sadece onlara değil, barışa ve kardeşliğe inanan tüm insanlara yönelik yazılan şiir.

Bir gün öğreneceksiniz evlatlarım, öğreneceksiniz,
Neden kestik şarkımızı yarıda,
Neden kitabımızı açık bıraktık, işimizi tamamlamadan
Neden gittik toprak altında uyumaya
Ağlamayın artık evlatlarım, ağlamayın.
Yalanlar ve pislikler neden sarmış dört bir yanı?
Neden bu gözyaşları, bu zulüm neden?
Öğrenecek bir gün bunu bütün dünya.
Yeryüzü gülümseyecek, evlatlarım, gülümseyecek
Ve sevinçler yeşerecek mezarımızın üstünde
Savaşlar sona erecek, dünya mutlu olacak
Kardeşliğin ve barışın koynunda.
Çalışın evlatlarım, çalışın ve bir anıt dikin;
Sevgiye ve sevince bir anıt,
İnsanlık onuruna ve inanca,
Sizin adınıza koruduğumuz ve çocuklarınız adına!..

Pazar, Eylül 30, 2012

SKANDAL YARGILAMALAR - 1

SACCO ve VANZETTİ
1927 yılında Amerika Birleşik Devletlerinde (ABD muhipleri böyle söylediğimizde çok seviniyorlar) bütün dünyanın protestolarına ve çağrılarına kulak asılmaksızın, suçlulukları hiçbir zaman kanıtlanamayan hatta İngilizce bilmemelerinin bile idama gerekçe olduğu zaman zaman savlanan neredeyse yargısız infaz edilen ve milyonlarca insanın masum olduklarına inandığı, İtalyan göçmeni işçilerin tarihe gecen olayı, 15 Nisan 1920 günü bir fabrikanın muhasebecileri öldürülür ve işçilere dağıtılmak üzerine hazırlanmış yaklaşık 16 bin dolar civarında para, görgü tanıklarına göre 5 İtalyan görünümlü (tarife dikkat) adam tarafından gasp edilir. 5 Mayıs 1920 günü polis durdurduğu bir yolcu arabasından İtalyan görünümlü olduklarını düşündüğü kişileri indirir ve üzerlerinden silah da çıkması üzerine soygunla ilgili oldukları gerekçesiyle tutuklar. Nicola Sacco adındaki ayakkabıcı ile Bartolomeo Vanzetti adlı seyyar satıcı olan bu iki İtalyan kökenli göçmen, işçi grevlerinde ve politik yürüyüşlerde her zaman ön saflarda bulunan iki arkadaştır ve ölüme de beraber giderler.
31 Mayıs 1921'de başlayan dava; 20. yüzyılın en sansasyonel yargılamalarından biri olacağı, insanlık tarihinin ilk küresel protesto eylemlerine yol açacağı ve bu anlamda 7 düveli sarsacağı, izlenimini daha dava başlangıcında vermekteydi. ABD’nin ulvi çıkarlarını koruduğu zannıyla Mahkeme Yargıcı; davanın ilk cümlesini “Anarşist piçler” biçimiyle ederek ne kadar yargıç olduğunu gösterir, yetersiz İngilizcelerinin karşısında sorulan sorulara sadece “evet-hayır” şeklinde cevap vermeleri istenir, hatta cinayetinin asıl faillerinin bilahare yakalanmasına rağmen, bugünküleri aratmayacak ya da bugünkülere güzel örnek olacak şekilde skandallar neticesinde dava sonuçlanır, zanlılar artık ölüm mahkûmudurlar, ABD nin âli menfaatleri korunmuştur artık. Aralarında Bertrand Russel, Bernard Shaw gibi dünyaca ünlü isimlerin de bulunduğu yazarlar, çizerler, şairler, politikacılar ve sendikalar, sivil Örgütlerin yıllar boyunca davanın yeniden görülmesi talepleri reddedilmiş, Latin Amerika ve Türkiye, Avrupa’nın önemli başkentlerinde yüzbinlerce kişinin katıldığı dev mitinglerde adalet skandalı protesto edilmiş olmasına rağmen tepkiler hiçe sayılmış, göz ardı edilmiş ve 23 Ağustos 1927 yılında idamlar gerçekleştirilmiştir.
Tam yedi yıl süren bu komplo davasının, adalet skandal ve rezaletinin bir özeti ancak yapılan savunmadan kısacık bir alıntı ile yapılabilir, "ömrümde gerçekten hiç suç işlemediğim gibi, bütün ömrümce suçu, yani bugünkü yasaların ve ahlakın suç saydığı şeyleri yeryüzünden yok etmenin mücadelesini verdim. Bunların yanı sıra bugünkü yasaların ve ahlakın haklı bulduğu ve kutsadığı suçu da yani insanın insanı ezmesi ve sömürmesi suçunu da işlemedim. Ve burada bir suçlu olarak bulunmamın bir nedeni varsa, birkaç dakika sonra beni mahkûm etmeniz için bir neden varsa, o da işte bundan başka bir şey değildir." Savunmadan küçücük bir kesit olan ve adalet kavramı, ikili ve çoklu ilişkiler, toplumsal yaşam, hayatı üretenler ile hayatı yönetenlerin ilişkisi ve bu uğurda hayatı yönetenlerin yoğun baskısı altında kalan adaletin statükocu davranışı ve sonuçlar üretmesini ve muktedirlerin talepleri altında adaletin ezilmesi ön plana çıkmaktadır. Ancak anlaşılan odur ki; Vanzetti’nin “Bir proleterin hayat hikâyesi” başlığıyla yazdığı anılarından; müesses nizamdan haksız çıkar sağlayanların, nemalananların, menfaat temin edenlerin, korku ve telaşlarıyla oluşturdukları bir adalet söz konusudur enikonu ve kabaca.
Vanzetti, Sacco’nun oğlu Dante'ye yazdığı mektubun bir bölümünde kendince özetler durumu; “eğer baban ve ben, kalleş, riyakâr, dönek insanlar olsaydık ölüme gönderilmezdik… Bizi idam ediyorlarsa, bunun sebebi sana demin söylediklerimdir, çünkü biz yoksullardan yanaydık, insanların insanlar tarafından ezilmesine ve sömürülmesine karşıydık”
Tüm bu yaşananların dönemi, birinci dünya savaşının sona erdiği ama savaşa gerekçe olan kriz nihayetlendirmenin gerçekleşemediği ve ekonomik ve siyasi krizin tüm şiddetiyle devam ettiği bir dönemdir ve zıtlıkların, çelişkilerin, krizlerin tavan yaptığı, muktedirlerin çözümsüzlüğünün had safhaya vardığı dönemdir, işte tam bu dönemlerde devreye girer, suçun yargılanmasından ziyade yanı,  birgün sıra size de gelir kabilinden muktedirlerin gözdağı ve tehdit etme yöntemleri, hatta keyfiliğin boyutu yer yer toplumsal komplo davalarına dönüştürülür ihtiyaca binaen, toplumsal ibret ve linç oluşturmak adına… Sacco ile Vanzetti'nin yargılanması bir soygun davasını çoktan aşmış, siyasi kimlikleri üstünden, politik görüşleri, hayata bakışları yargılanarak Amerika toprakları üzerinde asla filiz vermesine izin verilemeyecek olan, izin verilen sınırlar dışında düşünme, aykırı tutum almanın izne tabi olduğunun beyinlere kazınması işidir. Her ikisi de grevlerde, savaş karşıtı mücadelede ve devlet karşıtı propagandada aktif olarak en ön saflarda yer almışlar, o dönemde ABD'de İtalyanca yayınlanan ve etkili gazetelerinden birinde yazılar da yazmışlardır.

Hayatları üzerine kitaplar yazılmış, şiirler yazılmış, besteler yapılmış, şarkılar söylenmiş, tiyatro oyunları yazılmış ve oynanmış olan bu kahraman 2 işçiyi anlattığı romanında Howard Fast "onlar öldürülerek belki sonsuzluğa ulaştılar, ama onları öldürenler asla sonsuzluğa ulaşamayacaklar, çünkü sonsuz cesurlar için vardır, korkaklar için değil." diye konuyu özetlemiştir. Konu üstüne Nazım Hikmet de sonu çokça bilinen o meşhur ve muhteşem “hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için” diye bitirdiği bir şiir yazar, nerede ve ne olursa olsun haksızlığa daima karşı çıkma tutumunu sürdürür.
Bugün Irak, Tunus, Libya, Suriye başta olmak üzere tüm dünyaya demokrasi, özgürlük getireceğinin iddiasında bulunan ve bu uğurda da milyonlarca insanın katline sebep olan; insan hakları savunucusu, adalet timsali iddiasındaki ABD'nin yok saymak, silmek ve unutturmak istediği yargı skandallardan biri olan bu olayı, eğer unutulması istenmiyorsa ve eğer hukuksuzluğa, zulme ve adaletsizliğe meşruiyet ve aleniyet kazandırmak istenmiyorsa, bir kez daha tüm dünyanın protesto etmesi gerekmektedir. İşte tamda bu yüzden Einstein’ın dediği gibi; “Sacco-Vanzetti’yi insanlığın vicdanında canlı tutmak için her şey yapılmalıdır...” Tıpkı Rosenberg’lerin anılarını canlı tutma isteği ve gereği gibi… İşte tamda bu yüzden bugün, bu azgın, karşıtına hayat hakkı tanımayan barbarlık düzenine uygun hukuk ve içtihat oluşturan adalet sistemini behemehâl gözden geçirmeliyiz…
Nazım Hikmet kahramanları ölümsüz kılan ünlü şiirinde; idamlarını böyle ölümsüzleştiriyordu…
Yanıyordu kanlarında şavkı İtalya güneşlerinin
koştular temiz esmer alınlarla hayatın sesine,
dövüştüler yanında dövüşen kardeşlerinin.
Yeni dünyada düştüler eski zulmün pençesine!
Yedi yıl ölümün karşısında gülerek durdular.
Elektrikli iskemleye
kadife bir koltukmuş gibi oturdular.
Yürekleri dört bin volta yedi dakka dayandı.
Yandı yürekleri
yedi dakka yandı!..

Pazartesi, Eylül 24, 2012

KÖMÜR UYUŞTURUCU OLARAK KULLANILABİLİRMİ?

Yine kış ayları geliyor, havaların soğumasıyla birlikte sobalar yakılacak, özellikle de akşam saatlerinde sokakta dolaşırken genzimizin yoğun kükürt nedeniyle yanacağı günler başlayacak, her ne kadar da yaşadığımız kent canım yurdumun en fazla rüzgârlı bölümü olsa da bu makus kaderini aşamıyor genizlerimiz. Canım yurdum iddia odur ki bir dolu konuda, çağ atladı ama kömür ile ısınma konusunda hala çağ atlayamadı, görünen o dur ki daha da bir vade atlayamayacak, çünkü yine görünen o ki seçimler devam ettiği sürece de oyçeker (oy çekim aleti) olarak dağıtılmaya devam edecek kömür, bazılarının sevinci olacak bazıların ise üzüntüsü, bu memlekette astım ve solunum yolları rahatsızlıkları olan yurttaşlarımıza kolaylıklar diliyorum bir kez daha bu vesileyle de…
Bu çerçevede kömür dağıtımı için yine yoğun faaliyetlerin yürütüleceği günler yaşayacağız, malum önümüzdeki yıl 2013 ve bazı planlar var, ak sokaklarımızı kara elmasın tozlarının kaplayacağı günler yakın yani, kara elmasın tozu ne yazık ki sosyal devlet anlayışı çerçevesinde siyasetin etrafını kuşatmıştır artık ve bundan kolay kaçış yok. Ayrıca bu dönem valilerin ve kaymakamların dağıtımda daha aktif rol alması görülebilir, “benim valim binecek kamyona vatandaşın ayağına giderek kömürü dağıtacaktır” şeklindeki başbakan emri mucibince.
“Getir oyu verelim Kömürü” canım yurdumun siyasi yaşamına girdiğinden beri yeni bir iş kolu daha oluşmuş oldu, kömür kullanmayanlara tahsis edilen/dağıtılan kömürün satın alınarak pazarlanması gibi şeytanın bile aklına gelmeyecek yurdum insanının girişimcilikte sınır tanımaz zekâsının tezahürüdür bu sektör gayri, ilaveten ve bu gidişle kara elmas olacak canım yurdumun kara talihi korkarım vallahi.
Kömür önceleri canım yurdum insanının alındığı ikna odalarında, “sosyal devlet kömür dağıtır” ilkesi uyarınca uyarılması için kullanıldı, ama uzun süreli kullanılan uyarıcılar uyuşturucu etkisi yapmaya başladı ve artık yapılacak bir şey kalmadı, tek yol var Yaradana sığınıp önceleri uyarılanların şimdilerde uyuşturulduklarını anlayabilmeleri için etkisi güçlü dualar etmek. Peki, uyuşturucu madde olarak kullanılıyor da, bağımlılık yapıyor mu, vallahi görüldüğü kadarı ile bu sorunu cevabı ne yazık ki evet, esrar, extasy, eroin, alkol ve sigara gibi bağımlılık yapan maddelerin tıbbi yöntemler ile tedavileri günümüzde mümkün görünmekte beraber kömürün uyuşturucu olarak kullanıldığında tedavisinin ve yarattığı fikri sapmalarının telafisinin mümkünü görünmemektedir, gerçi canım yurdum insanının da tedavi olmak gibi bir niyeti de görünmüyor ya, ilaveten. Kim bilir belki de Kömür halüsinojen bir maddedir çünkü ne yaparsak yapalım mızrağın çuvala girmediğini fark edemiyoruz ve gerçekler karşınında bu kadar da kör olunmazı yaşayamıyoruz, kömür müptelalığı sayesinde… Yoksa Dünya Sağlık Örgütünün “uyuşturucu yaşayan organizmaya alındığında, organizmanın bir ya da birden çok işlevini değiştirebilen herhangi bir maddedir” öngörüsü mucibince bizde bir değişiklik oldu da, bizden umut ta kesildi mi bilemiyorum vallahi…
Tabii eskiden yakıt olarak tezek vardı; hani kod numarası, kalorisi olmayan adı b.k olan, dağıtılması halinde insanları bu kadar uyuşturamayacağı gerekçesiyle dağıtılmadığından olsa gerek, insanlar daha uyanık idiler, kolay kolay siyasi kündeye gelmiyorlardı.
Kimse şimdi gönül rahatlığıyla her şey yolunda ekonomi doludizgin vs vs gibi hamasi nutuklar atmasın, çünkü iyi bir ekonomide hem de her yıl artışının katlanmasından söz edilen bir şekilde 10 yılda 15 milyon ton kömür dağıtılıyorsa çok ciddi bir sorundan söz etmek gerekir. Vatandaşın canım yurdumun gayri safi milli hasılasından aldığı pay arttıkça kömür dağıtım ve kullanım oranı artıyor, dünyanın tüm ekonomistlerini bir araya getirin bu tılsımlı duruma bu ağabeyler kadar usulune uygun yorum yapamazlar vallahi. Demek ki; büyük iddialarla öne sürüldüğü üzere, ileri demokrasiye ve dünyanın 18. büyük ekonomisine sahip olmak, ücretsiz kömür dağıtım ihtiyacını ortadan kaldıramamış, olsa olsa aydınlık üzerine kara kömür komedisi derler buna, Patagonya da bile buradakinin aynısı olmaz asla ve kata… Son zamlarla birlikte 2012-2013 kış sezonu için kömürde kaynak sorunu çözülmüştür gibi görünmektedir, Türkiye Kömür İşletmelerine (TKİ) olan borçta bu kaynaktan rahatlıkla ödenebilecektir gayri…
Bundan 60-70 yıl sonra büyük ihtimalle canım yurdum kömür dağıtım ve kullanımını yasaklayacaktır, işte artık o andan itibaren bu olanları çocuklarımıza anlatmak için üniversitelerde kürsüler kurulacaktır gibi geliyor bana ve öğretim üyeleri öğrencilerine dağıtılan kömürler sayesinde canım yurdum insanına mışıl mışıl uyuması için sağlanan sıcak ortamı ballandıra ballandıra anlatacaklardır muhtemelen…
Şimdi birileri çıkar ve kömürler seçimlerde oy almaya yönelik dağıtılmadı, bu dağıtım sosyal devlet olmanın gereğidir derse, buna ben inanırım da benden başka kimse inanmaz hatta kömür alarak kullananlar da başta olmak üzere, yahu 2007 seçimleri yaza denk geldi oy derdiniz yoktu da neden yaz günü kömür dağıttınız derler adama, evet evet tabii ki adama…
Kömür dağıtımında oy kaygısı vardır bu tartışılmaz ama devşirilen tüm oyların günahını da kara kömüre yüklemek kara vicdanlılıktır, insafsızlıktır. Her şeye rağmen ve tüm bunların sonucunda kömür dağıtıldı ve siyasi yaşam belirlendi gibi bir sonuç çıkarılırsa üzülürüm, benim kişisel görüşüm, kim ve ne kadar para, kömür, yiyecek, giyecek ve mobilya dağıtırsa dağıtsın siyasi hayatı bu kadar belirleyemez, kömür dağıtmakla itham altına alınmış olduğu düşünülen siyasilerimizin başarılarının muarızları tarafından böyle değerlendirilmeleri kendileri açısından bir zafiyet olmanın yanında inanılmaz bir gaflet olacaktır ve de en önemlisi canım yurdum insanına hakaret olacaktır, canım yurdum insanı maddiyat karşılığı oy vermez… Ne yapalım hukuki durum bu…

Pazartesi, Eylül 17, 2012

BİLİM ADAMLIĞI, ETİK ve EMPATİ

İnsanlığın irtifa kaybettiği, insanı insan yapan önemli değerlerin erozyona uğradığı, özellikle 1980 sonrasına denk gelen dönemde daha yoğun bir şekilde hayatımızı kuşatmış olan, kendi değerlerini diğerlerine bir şekilde kabul ettirme, bu uğurda gerekirse zor kullanmayı makul bulan, kendi bildiğinin dışında doğru olamayacağı, düşündüklerini ve hayallerini gerçek inanmışlıklarını ise bilim zanneden, intihalden mutlak nasiplenen bilim adamı görünümlü ama ortaçağ kafalı ancak bir o kadar da etkili ve yetkili biçimde donanmış müsveddelerden geçilmemektedir. Mezkûr dönem öncesi varlığının farkına varamadığımız, ama sonra kaybedince de irkildiğimiz, erozyon ve irtifa yitiminin esas gerekçesini oluşturan, ahlak, etik ve empati; günümüzde çok sık kullanılmasına rağmen güncelde ne yazık ki bir türlü esas rolü alamayan konumu itibariyle de durumumuzun izahı ve kurtuluşumuzun reçetesi olarak durmaktadır.

Bilim ve özelde de İnşaat Mühendisliği dünyasının, Betonarme konusunda ünü dünya çapında olan, dünya çapında tanınmışlığının aksine mütevaziliğini asla ve kata terk etmediğini kendisini yakından bilenlerin altını çizerek anlattığı bir bilim adamı akademisyen olan Uğur Ersoy hocanın bir söyleşisinde bahsettiği hocası Ferguson ile ilgili anılarının 2 tanesini sizlerle paylaşmak istiyorum bu hafta, paylaşmak istiyorum ki nasıl bilimi adamı olunurun benim tarafımdan tarifini yapabileyim. Uğur Ersoy için; İnşaat Mühendisleri odası başkanlığı yapmış Cemal Gökçe ve hemen hemen her İnşaat mühendisinin paylaştığı görüşünde ne diyor; “Biz Uğur Ersoy’u sadece iyi mühendis olarak tanımıyoruz, iyi ders anlatan hoca olarak tanımıyoruz; Uğur Ersoy Hocamızın diğer hocalarımızdan farklı bir özelliği daha var, mühendis olmanın yanında filozof bir yanı da var; yani mühendis olmanın yanında düşünen, yazan, anlatan ve insanları, özellikle de mühendisleri düşündüren bir yanı var.” Peki, Uğur Ersoy hoca kendi hocası için ne diyor; “Değer yargılarının büyük çapta erozyona uğradığı, dürüstlüğün erdem sayılmadığı, ilkelerin yerini para ve köşe dönme hırsının aldığı bu dönemde umarım Ferguson bana olduğu gibi gençlere de örnek olur. Onları çarpık düzenin yapay düşlerinden uyandırır.” Bu tanımları ve değerlendirmeleri yaşayarak hak ettiklerini yaşam öykülerinden bildiğimiz bu insanların artması en büyük arzumuz olup, bilim adamlığı nasıl yapılırın, genel ve yerel yönetimle ve onların yönetme haksızlıkları ile nasıl baş edilebileceğinin, bu anlamdaki direnmenin kutsallığının, ahlak ve etik’in ne anlama geldiğinin, neden empati yapılmasının gerekliliğini bir kez daha anlayacağız.
ANI-1Ferguson Hoca çok dindar bir adamdı. Ayda bir kez, pazar günü, metodist kilisesinde vaaz bile verirdi. Bu kadar koyu dindar bir adam, kimsenin hayat tarzına karışmaz, başka dinden olanlara hatta dinsiz olanlara  bile bu konuda saygılı davranırdı. Ellili yıllarda Amerika’da Mc Carthy rüzgârı esiyordu. Önüne gelen komünistlikle suçlanıyor, soruşturmaların ardı arkası kesilmiyordu.   Milliyetçilik ve dincilik günlük hayata egemen olmuştu. Ülkede tam anlamıyla bir terör havası esiyordu. İnsanlar korku içindeydi. Herkes milliyetçilikte ve dincilikte birbiriyle yarış ediyordu. Işte bu dönemde Texas Üniversitesi Mütevelli Heyeti bir karar aldı. Her ö¤retim üyesi Tanrı’ya inandığına dair imza verecekti. Ö¤retim üyeleri arasındaki paniği bugün gibi hatırlarım. Geç kalmak korkusu ile hocalar bir imza kuyruğu oluşturmuştu Tanrı’ya inanmayanlar bile tereddütsüz basıyorlardı imzayı. Eee, ne de olsa işin sonunda damgalanmak vardı. Koca üniversitede tek bir öğretim üyesi bu deklarasyonu imzalamayı reddetti. Bu kişi, o üniversitede belki de Tanrı’ya en fazla inanan insandı. Bu öğretim üyesi Ferguson’du.  imzalamayı reddetmekle de kalmadı Ferguson.  Bir de istifa mektubu yazdı o mütevellilere. Mektubunda insanların inançlarının sorgulandığı bir üniversiteye otuz yıldır hizmet etmiş olmaktan utanç duyduğunu belirtiyor ve istifasının kabulünü istiyordu. Bu soylu çıkış karşısında Mütevelli Heyeti kararını geri almak zorunda kaldı. Deklarasyonu imzalayanlar pişman oldular ve utandılar. Ferguson herkese bir insanlık dersi vermişti. O elbette Tanrı’ya inanıyordu, ama inançların sorgulanmasına da karşıydı. işte Ferguson böyle bir insandı.
ANI-2Ellili yıllarda ülkenin güneyinde ırk ayrımı vardı. Üniversitenin olduğu Austin, Texas’ın başkentidir. Otobüsler zenci ve beyaz diye bölümlere ayrılmıştı. Zenciler lokanta, gece kulübü, plaj gibi yerlere giremezlerdi. O zamanlar yirmi bin öğrencisi olan üniversitede bir tek zenci ö¤renci yoktu. 1963’te Austin’e ikinci gidişimde ırk ayrımı konusunda büyük gelişmeler olduğunu gözledim. Artık üniversitede az da olsa zenci öğrenci vardı.  Üniversitedeki tek zenci doktora öğrencisi ise inşaat Mühendisliği Bölümü’ndeydi: E. Perry. Ferguson, Perry’nin doktorasını bitirdikten sonra üniversitede öğretim üyesi olarak kalmasın› istiyordu. Üniversite Mütevelli Heyeti buna şiddetle karşı çıkt›. Bunun üzerine Ferguson’un başlattığı kampanya ile yirmi ö¤retim üyesi Mütevelli Heyeti’ne bir muhtıra verdi. Ya Perry alınacak ya da hepsi istifa edecekti. Mütevelli Heyeti geri ad›m attı. Böylece Perry, Texas Üniversitesi’ne al›nan ilk zenci ö¤retim üyesi oldu. Dr. Perry, Texas inşaat Mühendisleri Odası’na kaydolmak istediğinde de reddedildi. Bunun üzerine Ferguson, yıllarca başkanlığını yaptığı bu kurumdan istifa edece¤ini ve tüm Amerika’yı baştanbaşa dolaşıp, odanın yaptığı ırk ayrımını anlatacağın bildirdi. Oda Perry’i üyeliğe kabul etti. Texas inşaat Mühendisleri Odası’nın ilk zenci üyesi de oldu Perry.
Umalım ki, artık muhalif ve muarızlarına “katli vaciptir” yaklaşımı gösterenlerin, yönetimle aynı görüşü paylaşmadıkları için başlarına olmadık şeyler gelenlerin yaşadıkları karşısında “oh oldu” diyenlerin, şeytanın bile aklına gelmeyecek yöntemlerle muhaliflerini tasfiye edenlerin, hiç umudum yok ama geleceğini şekillendirsin bu örnekler. Kendileri başkalarına her türlü hakareti yapan ve daha da ötesi bunu bir hak bilen ama kendilerine karşı benzer şeyler söyleyenleri hain ilan eden, söylenenleri hakaret kabul ederek muarızlarına, muhaliflerine saldırmayı hak görenler de nasiplenir bu örneklerden.

Pazar, Eylül 09, 2012

İZMİR ENTERNASYONAL FUARI NOSTALJİSİ

Kurulma kararı 1923 te düzenlenen İzmir İktisat Kongresine dayandığı anlaşılan, 1937 yılında Ekonomi Bakanı Celal Bayar tarafından “İzmir Enternasyonal Fuarı” resmi adıyla açılışı gerçekleştirilen ve dönemin dünyasında ekonomik gelişmelerin belki de deyim yerindeyse ülkelerin birbirlerine hava attıkları endüstriyel, kültürel ve sosyal gelişmelerin topluma sunulduğu bir arena olarak düşünülmüştür.
“İzmir Enternasyonal Fuarı” ya da kısaca İzmirlilerin deyişiyle “Fuar”, canım yurdumun sadece sanayileşme, makineleşme macerasını göstermez aynı zamanda ciddi bir veri olabilecek şekilde sosyolojik değişimini de ifade eder, kolayca anlaşılacağı üzere sıradan bir panayır ya da teşhir durumu değildir Fuar.
“İzmir Enternasyonal Fuarı” yola çıkıldığı andaki sergi, teşhir ve panayır havasından sıyrılıp “Fuar” havasına girdiği yıllarda, artık dünyada sıkı bir şekilde savaş tamtamları çalmaktaydı ve bu durum fuarın açılmasında bir inkıta yaratsa da, asıl sıkıntılar 2. Dünya savaşı sonrası yaşanır. Savaş sonrası oluşan bloklar arası ideolojik polarizasyon fuar platformuna sıçramıştır artık, Fuarın yumuşamaya zemin hazırlayacağı görüşü bazılarınca ileri sürülse de, hiçbir zaman için böyle olamayacaktır. Amerikan emperyalizminin kıskacı içine girmiş canım yurdumun savcıları artık yeni bir hedefe daha dikkat etmek durumundadırlar, hatta zaman zaman “Komünizm propagandası” yapılıyor gerekçesiyle de soruşturmalar da oluyordu, artık blokların lokomotif ülkeleri açısından rekabet, kapışma, propaganda ve yıpratma çalışmaları için yeni bir platform oluşmuştur.
Genç Cumhuriyet bir taraftan halkına fuar vasıtasıyla; Başta Sümerbank olmak üzere Etibank, Türk Hava Kurumu, TPOA vb. gibi kuruluşlarla ne tür sanayileşme hamleleri içinde daha müreffeh bir hayata ulaşılacağının reklamını yaparken, hazırlanan bu platform vasıtasıyla da, Sosyalist Cephenin lokomotifi Sovyetler Birliği ile Kapitalist Cephenin lokomotifi Amerika Birleşik Devletleri arasındaki müthiş rekabete sahne oluyordu. Mezkûr rekabet endüstriyel gibi de görünse aslında müthiş bir ideolojik rekabet idi, en azından benim gözümde, o tarihlerdeki ziyaretçi defterlerine göz atmak bile mücadelenin seviye ve keskinliğinin boyutunu göstermesi açısından çok önemliydi, taraftarlar överken muhaliflerin küfür ve hakaretlerine sahne olmuş bu defterler benim açımdan önem arz ederdi. Müttefik olmaları nedeniyle insanlarla çok içli-dışlı olan NATO ülkelerinin pavyon çalışanları yanında izlendikleri ve soruşturmalara uğramak korkusuyla sadece şekil itibariyle ilişki kuran Sosyalist blok ülkeleri pavyon çalışanları arasında fark çok abartılı biçimde sırıtırdı adeta. Özelikle 2 süper gücün uzay çalışmaları konusundaki rekabetinin 70 li yılların fuarına yansımış görüntüleri ziyaretçilerin fazlaca dikkatini çeker ve Ay’a önce kim gitti, nasıl gitti, hangi araçlarla gitti gibi anahat oluşturan konuların yanında, kim hangi hayvanı götürdü ve ne kadar uzun yaşatabildi, kim hangi besinlerle ne kadar süre dayanabildi gibi detaylara da girilirdi. Ancak hafızamda kaldığı kadarıyla da tüm şişirmelere ve cilalamalara karşın bugün bile hala karaya roket indiremeyen ABD nin bu savaşı kaybettiğini o günlerde anlamış ve yıllar sonra da tarafların ilgili müzelerine yaptığım ziyaretlerden de kararımın doğruluğunu teyit etmiş durumdayım.
Canım Yurdumun dört bir yanından insanlar büyük bir merakla gerek turistik, gerek teknolojik ve ekonomik gelişmeleri izleme gezisi, gerekse de kültürel gelişmeleri takip etme adına İzmir’e akarlardı o zamanlar, Fuar süresinin 1 ay olması ise en cazip tarafıydı gezmek isteyenler açısından çünkü herkesin iş ve tatil programına uygun görünüyordu bu takvim. Bizlerde; artık tarlalarda hasat edilecek ürün kalmaması ve zeytin hasadına da uzun bir süre bulunması nedeniyle hemen okulların açılması öncesi, ailece hatta sülalece kalabalık bir şeklide ama sürekli ve düzenli olarak her yıl fuarı ziyaret ederdik. Gün boyunca her yeri gezeceğiz kaygısıyla hızlı dolaşma ve gezme neticesinde fazlaca yorulur ve yorgunluğumuzu nedendir bilinmez ama yeraltına döşenen elektrik kablolarına bağlardık ya, hatırladıkça hala gülerim. Verilen harçlıklarımızın yettiğince; paraşüt kulesinden atlamadan fuarın meşhur trenine binmeye hatta artarsa da bir gazinoda “Sanat Güneşi” Zeki Müren ya da “Türk musikisinin yıldızı” Müzeyyen Senar başta olmak üzere dönemin popüler sanatçılarını izleme şansı bulurduk, böyle bir dönemde ilk defa “Sanat Güneşi” Zeki Müren’i mini eteğiyle de izlemiştim. Kim unutabilir İmamın karısı lakabıyla sahnelere çıkan Sevtap Çetinkale’yi dönem itibariyle, ahh daha kimler kimler… Bedia Akartürk, Tanju Okan, Ümit Topçam, Nuri Sesigüzel …
Artık dünyanın geldiği nokta da Fuarın eskisi gibi bir anlamının kalmadığını anlıyoruz, çünkü görkemli açılışlar yok, çünkü insanlar akın akın ziyarete gelmiyor, belki yarış ihtiyacı bitti, belki propaganda aracı olma ihtiyacı bitti, belki de gelişen teknoloji karşısında tanıtımın internet ortamında daha yaygın yapılması sahne aldı, bilemiyoruz, artık ne olduysa oldu gerekçesi nedir tam bilmiyorum ama Fuarın eski havası yok…
Ama biz yine de Fuarımızı; güzel düzenlenmiş 5 kapısıyla, Atlama kulesiyle, Treniyle, kapılarda bekleyen faytonlarıyla, Hayvanat bahçesiyle, ilk çizgi filmleri izlediğimiz sinemasıyla, Gazinolar arası sanatçı rekabetiyle, Fuar dolayısıyla düzenlenen özel milli piyango çekilişleriyle, büyük havuzundaki dönemin teknolojisine uygun ışık oyunlarıyla, hele hele de fuar tanıtım afişlerindeki cazibe hala hafızımdadır ve biz böyle hatırlamaya devam edeceğiz, ama hayal kurarken ama günleri yaşamış akranlarımızla muhabbet ederken.
Açılışlar; 9 Eylül kapısında yapılır, görkemli açılışlar olur, hükümetlerin ağır topları buralara gelir hatta Ege Bölgesini yakından ilgilendiren tütün ve anason fiyatları burada açıklanırdı. Eğer beklenen hatta hayal edilen fiyatlar açıklanmışsa büyüklerimizin keyfi daha da yüksek olduğundan bizim de harçlıklarımıza yansıyan tarafından ötürü biz de çok memnun olurduk bu durumdan.
Gelinen nokta itibariyle artık dünyanın serbest dolaşım denilen teknik adıyla tek ticaret alanı haline dönüşmesinden mi, artık eskisi gibi ülkelerin bağımsızlık derdi olmamasından kaynaklanan rekabet etmeme kararından ötürü mü bilinmez ama herkesin hemfikir olduğu bir şey var o da Fuarın artık eskisi gibi insanlara keyif vermiyor olmasıdır.
Evet, nerede o eski Fuarlar ve üstüne yapılan muhabbetler…

Cuma, Ağustos 31, 2012

İÇİMİZDEKİ SUUDİLER

Tarih 4 Eylül 1999 Türkiye ile İrlanda milli futbol takımları arasında oynanan “2000 Avrupa Şampiyonası” finallerine katılma yolunda büyük öneme sahip olan baraj eleme maçı öncesi yapılan yoğun ve maksadını da bir hayli aşan ve Hıncal Uluç başta olmak üzere bir kısım gazetecinin eleştirilere hedef olan dönemin Milli takım teknik direktörü Mustafa Denizli; maç sonrası finallere katılma hakkı elde edilince, rakip İrlanda’nın yanında “içimizdeki Irlandalılar” diye mezkur gazetecileri hedefe koymuştur. Oysa maç öncesi yapılan bu ölçüsüz eleştirilere cevap vermesi Mustafa Denizli’nin meşrebine uygun olmasına rağmen tüm eleştiriler karşısında sessiz kalmayı tercih etmiş ve adeta ben size maç sonunda sorarım der gibi beklemiş ve sonra da “İrlanda’yı yendik ama önemli olan içimizdeki İrlandalıları yenmek” diyerek sessizliğini bozmuştur. Nerden bilecekti Milli takım teknik direktörü Mustafa Denizli o gün sarf ettiği; “içimizdeki İrlandalılar” sözünün bilahare, sanattan, spora siyasetten ekonomiye kadar tüm alanlarda bireylerin ya da kurumların ihanetini tanımlamak, halk arasında nifak ve huzursuzluk çıkaran, sağ gösterip sol vuranları işaretlemek için kullanılacak adeta da atasözü gibi bir söz olacağını. Oysaki bu sert eleştirilerin hemen arifesine kadar, sosyetenin, hadi sosyal hayatın diyelim, iki önemli ismi olan Hıncal Uluç ve Mustafa Denizli’nin arasından su sızmamakta idi, Hıncal Uluç Mustafa Denizli’yi sahip olduğu olanaklar çerçevesinde parlatmaktadır, parlattığı sürece sorun yok tabii, ama eleştiri olursa hele de bu fazlaca ağır olursa, tukaka, maazallah olursun İrlandalı. Ama Allahı var Hıncal’ın ertesi gün kendisine soru sorulduğunda hemen “içimizdeki İrlandalı” olduğunu kabul etmiş, hazmetmiş ve içselleştirmiştir. Diğer taraftan Mustafa Denizli’ye Türk edebiyatına kazandırmış olduğu bu harika söz için teşekkür ederken, neden İ harfi yerine I harfi sesi vererek İrlandalı yerine Irlandalı dediği de ısrarla sorulmalıdır görüşündeyim, acaba Çeşme şivesi mi, İngilizce bilgisi mi, yoksa dili mi sürçtü, yoksa çok fazla sinirli olmasına mı bağlıydı? Bilemiyoruz gayri…
 
Peki; bu topraklar içimizdeki başkaları ile ilk defa, Mustafa Denizli’nin bu sözü söylediği dönemde mi tanışmıştır, acaba içimizde sürekli bizden olmayanların bir köşe başı tutmuşluğu varmıydı? Tarih bilgi derinliğim çerçevesinde açıkça söyleyebilirim ki, bu tür adamlardan bu coğrafyada kurulmuş olan her devletin içinde bol miktarda olmuştur ve ne yazık ki olmaya da devam etmektedir, görünen o ki toprağın mümbit olması nedeniyle de bundan sonra da hep olacaktır.
 
Kurtuluş savaşı veren Anadolu sürekli İstanbul merkezli içimizdeki Avrupalılar tarafından taciz ve tehdit edilmişlerdir. Kim unutabilir ki; Sadrazam Damat Ferit Paşa ve Molla Sait gibilerin başını çektiği “İngiliz Muhipleri Cemiyetini” ve fakru zaruret içerisinde onurları ile Kurtuluş Mücadelesi örgütlemeye çalışan kadroları çeşitli yöntemlerle karalamaları, yetmeyince hararetli şekilde kurtuluş savaşını engellemek adına iç karışıklıklara ve ayaklanmalara destek verenleri nasıl unuturuz. İngilizlere bilgi aktarmayı önemli görev addetmiş İngiliz Muhipler Cemiyeti üyelerinin, İngiliz ajanı Frew’in talimatlarıyla, neler yaptıklarını tarih kayıt altına almıştır, merak edenler açar okurlar. Ayrıca, bu o dönemin “içimizdeki İngilizler” vasıtasıyla örgütlenen ve örtülü biçimde amaçları yukarıda kısaca belirtilen, Hürriyet ve İtilaf Fırkası başta olmak üzere yüzlerce nifak örgütlenmesi de söz konusudur, yerimiz dar olduğu için detaylara girmiyoruz.
Kurtuluş savaşı bitince; bu topraklara ihanet bitti mi, nerde, biter mi, bitmedi ve korkarım ki de bitmeyecek…
 
1945 lerden sonra da canım yurdumu yönetenler maalesef artık savaştan, gerek coğrafi nedenlerle gerekse de ekonomik ve siyasi nedenlerle çok güçlenmiş olarak çıkan ABD (Amerika Birleşik Devletleri) tarafına avdet etmişlerdir, bir bir… Artık moda Amerikan muhipi olmaktır, bütün siyasal, ekonomik ve sosyal örnekler, kıyaslamalar yeni aidiyet üstünden yapılmaktadır. Amerika eğittiği askerlere darbe yaptırır, sonra darbe solcular tarafından yapılmıştır vaveylası ile solun itibarsızlaştırma çalışmaları çok geniş şekilde büyük propaganda ile gerçekleştirmeye çalışılır. Hülasa artık “içimizdeki Amerikalı” olmak önemli kapıların açılması için yeterlidir ve şiddetine bağlı olarak ta irtifa kazanılmaktadır.
 
Her türlü kirli işleri çevirenler, canım yurdumun baştan başa kan gölüne çevrilmesine neden olunan şartların mimarları, artık “içimizdeki Amerikalılar” dır, ortalıkta başta gerçek Amerikalılar olmak üzere bol miktarda yerli Amerikalılar dolaşmakta, siyasal ve ekonomik pozisyonlar almakta, toplumun zihnini bulandırarak yanlış yönlendirme uzmanları gibi toplumu yalanlarla, hileyle, desiseyle yönetmektedirler. Bu konuda yüzlerce kitap yazılmıştır ve kolayca bulunabilmektedirler hala, denilebilir ki bu yazılanlar külliyen yalandır, propaganda ya da ekonomik gerekçeler amacıyla yazılmışlardır, sadece etrafınıza dikkatlice bakın ve yazılanların hayat ile uyumlu olup olmadığını düşünün ve gözlemleyin yeter.
İçimizdeki Amerikalıların en önemlilerinden birisi de 5 li çete ile 12 Eylül 1980 de faşist darbesini gerçekleştiren Başdarbeci Kenan Evren dir ve bu iddiayı doğrulayan ise ABD Dışişleri Bakanının ABD Başkanının kulağına “Bizim çocuklar darbeyi gerçekleştirdi” diyerek tarihe düştüğü nottur. Artık bu konuda daha fazla söylenecek bir şey kalmadığını düşünmekteyim, kolayca anlaşılacağı üzere mezkûr zat müseccel bir markadır konu itibariyle, tıpkı öncülleri ve ardılları gibi.
 
Canım Yurdum üstüne esasen de tüm Ortadoğuya, uzunca bir süredir çöken karabasanın planlarını yapan mahfillerin başında gelen emperyal politikalar üretim merkezi Exeter Üniversitesinin çalışmaları sonuçlarını vermiş, artık canım Yurdumda ve tüm Ortadoğuda mezkur üniversite mezunları sahne almış, başrol oyuncusu olmuşlar, ülkelerin önemli kişileri Exeter de lisans ya da lisans üstü eğitimi almış ya da doktora yapmış ve ülkelerini yönetmektedir, maksat hasıl olmuş ama sömürünün devam etmesi adına da kesintisiz ve şiddeti sürekli artan bir uygulamaya ihtiyaç bulunmaktadır.
 
Yarabbim, bu nasıl oluyor, bu babtan sayılmak üzere şimdi de Damat Ferit Paşa ve Molla Sait gibilerin yeni versiyonları “içimizdeki Suudiler” sahne aldılar canım yurdumun, bağlarında ve dağlarında, bu topraklar ne mümbitmiş be, sürekli yetiştiriyor ve sürekli içimizde bir takım yabancılar yaratıyor ve yetkilendiriyor ancak bir türlü topraklarının kendisini seven yerliler yetiştiremiyor, bu ne hazin bir durum. Arapfili olan içimizdeki Suudilerin (aslında onlarda Amerikalı ya) son mevsimini yaşadığını umarım canım yurdumda, aksini düşünmek bile istemiyorum açıkçası.
 
Yahu bu memlekette içimizde bol miktarda; Amerikalı, Rus, İngiliz, Fransız, Arap, İrlandalı, Alman, Avusturyalı, Hollandalı varda asıl olması gerekenlerden yok galiba… Neden acaba? Topraklarda mı sorun var acaba?

Pazartesi, Ağustos 27, 2012

PAPAĞAN BİR HAL’İL ya da BİR HAL’İL PAPAĞAN

Ne diyor bu adam; CIA ve yerli işbirlikçileri tarafından 1 Mayıs 1977’de gerçekleştirilen ve 12 Eylül Faşist darbesine yol açmada önemli bir kilometre taşı olan katliam için  “kontrgerilla yok, solcular birbirini vurdu”. Sevsinler seni Papağan gibi adamsın Halil; bu söylediğin palavraları öncülün olan Nazlı Ilıcak ablan gibiler çok söyledi, ama tarihi gerçekler senin zannettiğin kadar kolay örtülemiyor, değiştirilemiyor hele senin gibilerin çabası da buna hiç katkı sunmaz, gerçi bunları bilmiyor olduğunu düşünemiyorum, sen akıllı ve zekisin, bu çabalarının bir başka gerekçesi olmalı, kamuoyu senden bu konuda açıklama beklemektedir ayrıca, gerçi açıklamasan da herkes kestirebiliyor bu gerekçeleri… Gerçi her zaman iktidar yanaşmaları ve nemazadeleri çıktı senden önce de ve muhtemel senden sonrada çıkmaya devam edecektir. Binbir yalan, dolan, hile, desise, dolap demagoji ve propagandaya rağmen, muktedirlerin her türlü gücü ve zenginliği ve eli uzunluğu, sizin gibilere destek verse de, tarih ne bu katliamı planlayanları ve gerçekleştirenleri unutacaktır, nede sizin gibi bunu temizlemeye ve aklamaya çalışanları affedecektir, bunu bir defa daha böylece bilin.
Bu yazı asla; Halil Berktay, Oral Çalışlar ve çeşitli türevlerini aydınlatma gibi bir görev taşımaz hatta taşıyamaz, çünkü onlar ve benzerleri esasen yeterince berrak bir hafızaya sahiptirler konu ile ilgili ama bugün yüklendikleri misyon gereği böyle davranmaktadırlar, en azından böyle anlaşılıyor. Halil Berktay; “tarihçi kimliğimle gerçekleri açıklamak durumundayım” derken zannedilir ki, adam aslında ta ilk günden itibaren konuyu tüm detayları ile biliyor ama ilk kez, vicdanının sesini dinleyerek açıklıyor. Zinhar, yok böyle bir şey. Söylediği ve iddia ettiği tüm laf ve görüşler, katliamın akabinde, dönemin MC (Milliyetçi Cephe) iktidarınca, Amerikalı ajanlar ve içimizdeki Amerikalı provokatörler vasıtasıyla, başta iktidarın borozanı niteliğindeki TRT olmak üzere, ellerinde ki tüm basın araçları ile yaymaya çalıştıkları gibi, miting meydanında mitinge katılanlar arasında bir çatışma asla ve kata olmamıştır, tamamen halk düşmanlarının, 12 Eylül faşist darbesine gidilecek süreçte, tamamen faşist darbecilere yol açma ve hazırlama çalışmasından ibarettir. Nerden mi anlıyoruz, özet olarak diyelim; ne diyor baş darbeci anılarında, “şartların oluşmasını bekledik”. Ama çocuklar; Propagandanın babası Göbbells’in izindeler ya; “yalan ne kadar büyük ve sık tekrarlanırsa inanan o kadar çok olur” felsefesine sarılmışlar son çare olarak aldıkları desteklerle…
Oysa yaşı bugünlerde; 50 ve yukarısında olan hemen hemen herkesin kolayca hatırladığı gibi; 1 Mayısı kutlamaya gelenlerin daha miting alanına varmadan ne tür provokasyonlarla karşı karşıya kaldığını son derece açıktır. Eğer fırsatını bulabilseler idi bu ortamı hazırlayanlar, devrimci grupların bir kısmını meydana almadan işi bitirecekler idi, ısrarlar neticesinde de planlanan olmayınca bu sefer plan B devreye sokulmuştur, daha önce mezkûr alanlarda pusuya yatmış halk düşmanı provokatörlerin yaylım ateşi ise korkunç bir panik yaratmıştır, ölümlerin önemli bir kısmı da bu panik ortamında yaşanılan ezilmeler ve panzerlerin altında kalarak oluşmuştur.
Kapitalizmin içine düştüğü dünya çapındaki krizden nasibini alan canım Yurdumda, 12 Mart faşist darbesinin de çözemediği sorunların artışı üzerine muktedirlerin; esasen de okyanus ötesi suflörlerin sufleleri neticesinde, diğer taraftan da toplumsal muhalefetin de yaşanılan ekonomik ve siyasi sıkıntılar karşısında mücadele direnç ve azminin yükselmesi üzerine yeniden bir ara rejim arayışına girdikleri bu döneme denk düşer 1 Mayıs katliamı, işte tam da bu nedenle, 1 Mayıs katliamının öncesi ve sonrasında gerçekleştirilen diğer kanlı olaylar izahta vareste tutulamaz, tutma gayretleri de beyhudedir. Muktedirler kendi aralarındaki çelişki ve çatışmaların artışına ve yoğunlaşmasına paralel, 12 Mart faşist darbesinin de çözemediği ya da çözümde tam istenilen noktaya ulaşılamayışı karşısında, denenen defalarca seçimlerden de arzu edilen sonuçlar çıkmayınca, yeni 12 Martların önünü açacak, gelişini çabuklaştıracak (başdarbecinin ifadesiyle de şartların oluşmasını bekleme süreci) genelde CIA çıkışlı provokasyonları; gerek direk kendileri gerekse de yerli ortak ve uzantılarıyla gerçekleştirilmiştir. Bu çerçevede; canım yurdum boydan boya kanlı olaylara gark edilmiştir, deyim yerindeyse kan gövdeyi götürmüştür. 5.000 e yakın insanın ölümüne, onbinlerce insanın sakat kalmasına neden olunmuştur.
Bu Türkiye solunun geçmişini itibarsızlaştırılarak, gözden düşürülmesi gayretlerinin, hemen katliamın ardından başlayıp bugünlere kadar devam ediyor olması da tesadüf değildir, esasen Halil Berktay gibilerin de bu itibarsızlaştırma süreci içindeki rolü kendilerine çok şık düşüyor açıkçası, hani bizim yaşımız uygun bu muhteremlerin o tarihlerde de, kimlerle ve hangi amaçlarla ittifak yaptıklarını ya da yapmanın caiz olduğunu beyan ettiklerini, kimlerle dirsek temaslarında bulunduklarını, hatırlamak için, bunlar dün de sürpriz değillerdi bugün de…
Bana bak; “sen âlemi kör ve aptal mı zannediyorsun” derler adama, beri gel, bu senin iddia ettiğin gibi sol içi bir çatışma olsa idi, o tezgâhı ayarlayıp kuranlar, hiç şüphen olmasın ki biraz üstüne katar ve belgeleri ile yayınlarlardı, Sular İdaresi binası ve İntercontinental otelinin üstüne uzun namlulu silah yerleştirip kullananlar solcular olsaydı, bunların da fotoğraflarını yayınlardı ve bilesin ki büyük bir şitayişle de ve asla devlet sırrı damgası vurmadan ve her isteyen mahkemeye de bunları sunardı. Halil denen bu çocuk olsa olsa, o tarihlerde Nazlı ablalarının dediklerini bugün tekrarlayarak, tarihi gerçekleri muktedirlerin ağzıyla ve muhtemelen de yine aynı muktedirlerin sunduğu sınırsız ve kendisi için çok faideli olduğunu zannettiğim olanaklar çerçevesinde prim yapmaya çalışan birisidir, hadi ordan, saygısız adam… Hani sözde tarihçi olduğu iddia edilen bu zat; kolayca bilineceği üzere metod olarak dava dosyasından, görgü tanıklarından, delillerden ve ifadelerden hiç faydalanmadan, bu konuda fetva verir durumda hissediyorsa kendini, kendisi için kendisine nasıl bir kulp takar bilinmez, ama tarih karşısındaki durumu da kocaman bir hiç olacaktır.
Söylenen bütün yalanlar Kanlı 1 Mayıs katliamının, halkın üzerine ateş açan halk düşmanı güçlerin bir tertibi olduğunu ve oldubittiye getirerek propaganda ile de sol içi çatışma diye gösterme çabalarını, gizleyemez ve gizleyemeyecektir. Tarih, Halil Berktay ve türevlerinin çabalarını da hiçbir zaman ciddiye almayacaktır.

Pazartesi, Ağustos 13, 2012

AHLAKLI İNSAN OLABİLMENİN TEMEL TAŞLARI

Türkiye mühendislik ve müteahhitliğinin önder firmalarından STFA’nın kurucuları ve ortakları Sezai Türkeş ve Fevzi Akkaya, mühendislik mektebinden 2 okul ve sınıf arkadaşının, dayanışarak nasıl bir dünya devi olunacağının tarihi oluşturmaktadırlar.
Sezai Türkes Feyzi Akkaya arkadaşlığının ve ortaklığının, çalışma yaşamları süresince hem dünya çapında, hem de ülkemizdeki inşaat sektörünün vardığı noktayı ve seviyeyi gösteren ve sektöre katkı sunan ve mühendislik literatürüne geçmiş bulunan, hatta bir kısmı dünyada Türk tezi olarak anılan yüzlerce yeni uygulamanın icadını gerçekleştirmiş ve uygulamışlardır.
Örnek olarak Feyzi Akkaya’nın, Erzincan demiryolu inşaatında 44 no.lu köprüye keman telleri baglayıp, ''la'' sesine akort ederek, çelik elemanların fazla gerilip gerilmediğini izlemesi, günümüzde aynı is için kullanılan ''Meihak Gauge''lerin ilk habercisin olmuştur. (online e-inşaat dergisinden alıntı)
Diğer taraftan ise; mesleğimizin duayeni Fevzi Akkaya’nın kaleme aldığı ve ilgisi ile oluşturduğu bilgisinin kapsadığı alanın genişliğini göstermesi bakımından değerlendirilmesi gereken ve 11 ciltten oluşan “Şantiye el kitabı” hala güncelliğini koruyarak meslektaşlarımıza yol gösterici konumundadır.
Neredeyse tüm hayatını adadığı mühendislik ve taahhüt sektörüne ve sektörün neredeyse tüm sorunlarına ilgi göstermiş, sadece ilgi göstermekle kalmayıp edindiği bilgiler ve deneyimler neticesinde de, icat edilen yöntemler yanında, taahhüdün can damarı olan zaman ve proje yönetimi konusunda yüzlerce yeniliğe öncülük ederek, 1940 lardan 1970 li yılların ortasına kadar, yurtiçinde köprü, iskele, liman, baraj, tünel ve yüksek gerilim hatları STFA tarafından inşa edilmiş olup başlıcaları da Sivas-Erzurum TCDD köprüleri, Kuşadası, Bartın ve Ereğli limanları ve Kadıncık Hidroelektrik Santralarıdır. 1970 li yılların ortalarına doğru, Libya'da Trablus Limanı inşaatının yapımını herkesin malumu bir gelişme neticesinde üstlenmişlerdir, bilahare de, Libya, Suudi Arabistan, İran, Birleşik Arap Emirlikleri, Umman ve Tunus başta olmak üzere Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Uzak Doğu’da önemli sayılabilecek ihaleler kazanmışlar ve artık bir dünya devi omlulardır. STFA, Türkiye'de, 2. Bogaz Köprüsü ve çevre yolları, Orhaneli Termik Santrali, Haliç Tünelleri, Galata Köprüsü gibi projeleri de gerçekleştirirken, Feyzi Akkaya akademik hayatına devam etmiş ve Doktora ve Fahri Doktorluk unvanlarını da almıştır.
Şimdi bu kadar gücü elinde bulunduran bir Firmanın reklamı gibi görünecek bu yazıyı neden kaleme aldım, bir defa bu grubun benim reklam yazısı yazmama ihtiyacı asla olamaz, peki; neden böyle bir ihtiyaç oluştu derseniz de, yine uzun yıllar şirketleri bünyesinde inşaat mühendisi olarak hizmet ettiğim bu gruba dâhil olan herkese bir şekilde öğretildiğini bildiğim ve adeta ahlakın kilometre taşlarını oluşturan ilkelerden biri olan “beton yer altında da kalsa betondur” ilkesidir ve görünse de görünmese de mutlaka ve mutlaka aynı özen gösterilmelidir, işte elinde bu kadar güç varken, yapı üretimi disiplini konusundan taviz vermeyen bu tutumun, bir dünya görüşü haline gelmesinin hikâyesinin bugün artık ne yazık ki çok az patronda kaldığına işaret etme ihtiyacıdır.
Kapitalizmin kutsadığı; “hür teşebbüs” adı altında da sürekli kafalara nakşettiği ve bilinçli yalan söyleyen ve propaganda yapanlar haricindekilerin de anlamadan da çok anladığını zannetmeleri neticesinde biat ettiği çok basit bir kurallar manzumesidir ve amentüsü de sadece ve sadece de “karların maksimizasyonudur”. Deyim yerindeyse “köftenin çakılması” üzerine şimdi aynı kapitalistler, kapitalizmin vahşetini gizleyebilmek adına; sosyal sorumluluk adı altında, çalışanlara da kapitalizmin pençesi altında ezilmelerini şirin ve mazur gösterme adına bir yeni program uydurmuşlardır. Artık ve zorunlu olarak Friedman’ın “İş hayatının tek ve biricik sosyal sorumluluğu kârı arttırmaktır” ilkesi, fazlaca sırıtmasından ötürü kendi içlerinde ve sıkışan alttakilerin gerek sendikal düzeyde gerekse de farklı platformlardan şimdilerde çok fazla tepki vermeye başlamaları üzerine, firmaların yaptığı ticaretin aslında sadece para kazanmak olmadığı, verilen hizmet ya da malın kalite, ayıpsız ve ekonomikliği de, işletme çalışmalarının ahlak ve etik değerleri ön plana çıkmalı görüşü de, lafta savunma noktasına getirmiştir kapitalizmin temsilcilerini. 
Kapitalizmin temsilcilerinin sosyal sorumluluk kavramı adına öne sürdükleri ve tartışma yaratan en önemli kuralın; kişisel ahlak ile kurumsal ahlak arasındaki ilişkinin, kişisel ahlakın kurumsal ahlaksızlık karşısındaki tavrının, ya da daha açık ifade ile kurumun çalışana dayattığı ahlaksız davranma şablonu karşısındaki tavrın tarifi olduğu anlaşılmaktadır. Aksi takdirde, kurumsal yapıların lafta ve kandırmacanın güzel ambalajı altında; çalışanlara, müşteri velinimettir diye gaz verip gerçekten böyle düşünüldüğü yanılsaması yaratarak, rezilliğin bini bir para rezalet davranış sergileme modelleri kendilerine eğitimler ve kurslar adı altında verilmezdi. Hele bir de yapılan ticaretin; insanlara hizmet etmek adı altında yapıldığı yalanı var ya, inanılmaz bir palavra, ayrıca yine bu tanımlar kapsamında, bazı sanatçılara, müzelere, tiyatrolara, senfoni orkestralarına, eğitim kurumlarına, spor kulüplerine mali destek vererek şirin görünme çabaları var ya, daha da bir inanılmaz palavra…
Şimdi 1. bölümde “ahlakın kilometre taşları” denilebilecek şekilde yeraltında bile olsa, görünmese bile betona nasıl davranılması gerektiğini söyleyen, öğütleyen işadamlarından, müşteriyi kazıklayarak krizden kurtulmayı maharet sayan işadamlarına terfi edildi canım yurdumda. Peki, söylenenleri teyit etmek zor mu? Hayır, hem de aksine çok kolay…
Bakın etrafınıza dikkatlice, Turkcell, Avea, Digitürk, Arçelik, Beko ve daha binlerce benzeri firma ürün ve hizmetlerinden kaç kişi şikâyetçi, konunun boyutu hemen anlaşılır. Oluşturulan müşteri hizmetleri; müşteri memnuniyetsizliğini ortadan kaldırmak için yalan üretme hizmetleri haline gelmişken, hele birde çalışanların kafalarına, “ne yapalım ekmek paramız”, “yoksa bizi işten atarlar” korkusu yerleştirilmişken, onlarda işten atılmayayım, çoluğum çocuğum mağdur ve perişan olmasın derken, başka binlerce insanın mağdur ve perişan edilmesine aracılık ettiklerinin kaygısını ve vicdan azabını hiç yaşamazlar. Gelin geçen yıl uydurulan, Türkiye Futbol liginde olan playoff (süper final) maçlarını başka türlü izah edin de görelim, bakalım…
Peki; bir bilinse ki biz yani tüketiciler olmadan, onların fabrikaları ve işletmelerinin bir anlam ifade etmeyeceği, hatta kısa süreli protestolarda bile nasıl krizler yaşayabilecekleri bir hatırlanabilse, en alttakiler biraz güçlerinin farkına bir varabilseler, hayat az da olsa daha güzel olacak ama nerde…

Salı, Ağustos 07, 2012

BİR REKTÖR PORTRESİ “MEHMET PAKDEMİRLİ”

Hatırlanacağı üzere dönem, üniversite öğrencilerinin bir türlü yemesi gerektiğini akıl edemediği ve düşünemediği ayrıca tüm öğrenim hayatları boyunca yumurtanın faydalarının öğretmenleri tarafından bir türlü anlatılamadığı, yumurtalı eylemlerin yaygın olduğu bir dönem ve son 3 Hükümetin ağır toplarından Bülent Arınç’ın Celal Bayar Üniversitesine ziyareti var gündemde, rektör olduğu biraz zor anlaşılan ama eski önemli bakanlardan Ekrem Pakdemirli’nin mahdumu Mehmet Pakdemirli beyefendi, muhtemelen aldığı bir istihbarata ya da aldığı bozuk yumurta kokularına dayanarak, ziyareti protesto etme ihtimali olan öğrencilerin yanına giderek, “eyleminize bu uyarıdan sonra devam ederseniz sizi okuldan atarım” gibi diyerek, kendisine eylülist bir profesör olarak çok yakışan ama asla bir rektöre yakışmayacak bir biçimde, ileri demokrasimizi yeni bir boyuta taşımıştır, hayırlı uğurlu olsun… Ama adama bravo bahse konu öğrencileri üniversiteden atmıştır, burası benim üniversitem, burası babamın malıdır edasıyla, her şeye rağmen bu karar mahkemeden dönmüştür Allahtan, hani be adam sizin cenahtakileri muhalifiniz görünümlü aslında sizin öncülünüz olanlar üniversiteden böylesine cahilce atınca, yaptığınız çıkışlar, unuttunuz değil mi, evet çünkü konu artık siz değilsiniz tabii ki.
Devir Özal’ın fırtınalar estirdiği dönem ve karşısında muhalefet lideri Erdal İnönü, hani yanlış da anlaşılmayacaksa ve deyim yerindeyse tam da dişine göre bir rakip ve kendisine hakaretamiz yaklaşımlara dahi gülerek sadece kendisinin espri dediği üslupla cevap veriyor, İktidarın başı muhalefet liderini bir anlamda tahkir ve tahrik etmek için olsa gerek bir toplantıda “babası İsmet Paşa olmasaydı bu üniversite bile bitiremezdi” benzeri bir laf etmişti ya şimdi de ben Celal Bayar Üniversitesi Rektörü bu beyefendinin babası ANAP ın kurucularından ve lokomotiflerinden Ekrem Pakdemirli olmasa idi kesinlikle Anadolu Lisesine giremezdi, üniversiteye giremezdi ve üstüne üstlük Profesör unvanı alamazdı, bütün bunları bir şekilde başarsa bile asla ve kata Üniversite gibi “özgür aklın, özgür vicdanın, özgür irfanın, özgür imanın” ve “düşünce açıklama özgürlüklerinin başkenti” olması gereken kuruma rektör olamazdı diye bir his var içimde dersem ne olur acaba, tabii ki birileri de çıkar ve tüm bu iddiaların doğru değildir diyebilir, ama ne yapayım işte bende hislerimi açıklıyorum.
Bir tarafıyla da; mezkûr beyefendinin öncülleri ve yandaşları “adam gibi adamdır” gibi bir takım cilalama faaliyetlerine tam yol girişse de, yine bu taifenin tüm karalama kampanyalarında hedef gösterilen tek parti döneminin Ankara Valilerinden Nevzat Tandoğan’ın meşhur hikâyesindeki “bu memlekete komünizm gerekirse biz getiririz size ne oluyor” yaklaşımının bir benzeri ve ne yazık ki ilk örnekte de olduğu üzere hedefi yine “Atatürk’ün görevlendirdiği biz öğrenciler cumhuriyeti korumaya çalışıyoruz” diyen öğrencilere “cumhuriyeti ben korurum”, tepeden bakmacı, nobran, her şeyi sadece kendilerinin bildiğini zanneden, kendi bildiklerinin tek doğru olduğunu zanneden zihniyetin bir başka renge bürünmüş devamı olmaktan kurtaramamaktadırlar kendilerini. Kerametlerinin kendilerinden menkul olduğunu zanneden bu ve benzeri taifenin, başarılarının ardında acaba; artık sosyal medyanın gelişmesi, yaygın ve etkin kullanımı sayesinde gizleyemedikleri ÖSS sınavlarındaki, kayırmacı-dayanışmacı, medyan adı altında yandaşa şifre ya da cevap anahtarı verme gibi durumlardan etkilenmiş olmalarının aklımıza gelmediğini mi zannediyorlar, bu benzer taifenin önemli bir bölümünün intihalci olduğu da yine bu kadar ayan beyan ortada iken, bu yaklaşımları âlemi aptal yerine koyduklarının bir ispatımıdır acaba? Vallahi yemiyorlar artık…
Bademcik bıyıcıklarıyla; aidiyetinin özellikle öne çıkmasını planlayan, ileri demokrasinin savunucusu olarak ne kadar öğünse azdır diyebileceğimiz, üniversiteye rektör değil ama sahibinin sesi YÖK e rektör olmuş (belki de tektör) ziyaretçisi kendi yandaşı olunca koruma içgüdüsünün tavan yaptığı bu uğurda gözünün ne kadar kara olduğunu hiç sakınmadan gösteren, gelecekte önce YÖK başkanlığının bilahare de Milli Eğitim Bakanlığının önemli adaylarından olduğu zannıyla manevralar ve idmanlara şimdiden başlamış, kendisini Maho Ağa, bekçi Murtaza, Üniversiteyi babasının malı, öğrenciler de çiftlikte maraba, fabrika da amele zanneden hukuk ile guguku, demokrasi ile mamokrasiyi karıştıran bu muhtereme babası bir üniversite kursaydı da bu hallere düşmeseydi demekten başka çare görünmüyor, en azından şimdilik. “kıta dur Mehmet sende dur” kabilinden Atatürk’ün “öğretmenler, (bu arada rektörler de mecburen dâhildir herhalde) cumhuriyet, sizden fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür, nesiller ister" sözünü Mehmet beyefendiye söylememiş (Mehmet senden de şeklinde yani) olduğundan, ya da Atatürk’ün yüksek öngörüsü nedeniyle atlama ihtimali yok diyorsanız da bu çocuğun duymamasından ötürü, bu tür yanlışlıklarını hoş karşılasak ta ama ele güne karşı ayıp oluyor demekten de alamıyoruz kendimizi…
Adam rektör değil sanki istihbaratçı, polis, savcı ve hâkim edasıyla her şeyi tespit etti ve kanuna uygun yargıladı ve attı, yahu bu taife bir de çıkıp Kaddafi’yi, Saddam’ı ve Esad’ı suçlamazlar mı, insanın karnına ağrılar giriyor gülmekten, ağrı geçince bir bakıyorsunuz kargalar da gülüyor, hayda yeniden gül ve yeniden karın ağrısı… 70 li yıllardan beri bu ülkenin yüzü aydınlık, fikri aydınlık ve zikri aydınlık insanlarının “bakın üniversiteleri Kuran Kursu” seviyesine indirmeyin diye tüm uyarılarına “komünistler Moskovaya” diye karşılık verirseniz, üniversiteler de ya davulcuya ya zurnacıya kaçar işte…
İşin şamatası bir kenara, birde böylesine havadan sudan ve hukuki olmayan sebeplerle (kanuni değil) okuldan atma yetkisi varsa bu insanların, vay gelmiş canım yurdumun başına, ama ileri demokrasinin cilveleri işte ne diyebiliriz ki… Üniversiteleri, intihalciler ve şifreciler ele geçirmişse, dün karşı çıkılanın bugün makul ve normal olduğu iddiaları ayyuka çıkmışsa, bu üniversitelerden ne beklenir Allahaşkına… Bir de bunlara gazetelerde dünyalar kadar köşe tahsisi yapılmış, TV ler de boy göstererek bilim arz ederler, peki Allahaşkına, bunlara bilim adamı dersek, Einstein, Hawkins gibi gerçek bilim adamlarına ne demek gerek…
Bir de daha önceki rektörler de benzeridir gibi kıyaslamalar yaratarak bu durumu olumlama telaşına düşmüş olan bir taife var, ezeli ve ebedi komedi durumundalar emin olun ki, hadi söyleyin bakalım bize, dün bu rektörler böyle atanırlardı, dün bu rektörler karşı fikirlere tahammül etmezler, saygısızca hatta saldırganca davranırlardı, dün bu rektörler icraatlarını bu yönetmeliklere göre yaparlardı, peki bugün olumlamaya çalışılan bu durum ile dünün ne farkı var, seçim yöntemi aynı, tahammülsüzlük aynı olunca; fark, badem bıyık ve renk farkı oluyor galiba, biri kara biri yeşil, ama unutulmasın ki, yeşilden kara karadan da yeşil üretmek mümkün olabilir, tıpkı bunların birbirlerine dönüştükleri gibi…